Bir ülke ki, topyekun zihniyeti münafıkçılık olsun.
Bir ülke ki, topyekun rejimi münafıkçılık rejimi olsun.
Bir ülke ki, topyekun yetkilileri münafık olsun.
Bir ülke ki, topyekun yetkililerin başı, Baş Münafık Fet-ul Münafık (Fetullah Gülen) olsun.
Bize de hak doğar ki, sevsinler seni!.. Ey El-Münafıklar ve Devşirmeler Ülkesi Türkiye diyelim!
Bize de hak doğar ki, özgürlük uğruna El-Münafıklar ve Devşirmeler Ülkesi’ne karşı kutsal bir hak olan meşru savunma savaşını verelim.
Bize de hak doğar ki, dağlarımıza, ovalarımıza, vadilerimize, mahallelerimize, köylerimize, ilçelerimize, kentlerimize ve ülkemize vahşeti cellat garnizonlarını kuranlara karşı savaşalım.
Bize de hak doğar ki, tarihin diplerinden gelen nakış nakış beyinlerimize ve yüreklerimize yerleşen Aryen-i dilimizi, kültürümüzü, tarihimizi ve doğal zenginliklerimizi vampirler gibi yok edenlere karşı savaşalım.
Bize de hak doğar ki, Said-i Kürd-i’yi, Saidi Nursi’ye dönüştürerek Türk ırkçılığının silahı haline getiren, Baş Münafık Fet-ul Münafık’ın münafıklığını mazlum halkımıza öğretelim.
Bu Baş Münafık Fet-ul Münafık öyle bir münafıktır ki, Said-i Kürdi ile yakından uzaktan alakası yoktur.
Bu Baş Münafık Fet-ul Münafık öyle bir münafıktır ki, 12 Mart 1971 darbesinde tutuklanırken, Nur Talebesi olduğunu inkar eder ve beraat eder.
Onunla birlikte tutuklan 52 kişi ise Nur Talebeleri olduklarını kabul ederler ve zindan yatarlar.
Bu Baş Münafık Fet-ul Münafık öyle bir münafıktır ki, ilkin 1957 yılında Erzurum’da daha 16 yaşında iken, Türk Özel Harp dairesinden üsteğmen Esat Keşafoğlu tarafından Nur cemaati içine bir Gladio elemanı olarak sokulmuştur.
Bu Baş Münafık Fet-ul Münafık öyle bir münafıktır ki, iki yıl sonra Süper Nato’nun Türkiye kolu Özel Harp Dairesi tarafından Edirne’de görevlendirilmiştir. İkinci defa görevlendirilmesi 1959 yılıdır.
Edirne’de asker kökenli vali Sabri Sarp, diğer asker kökenli görevlilerden Emniyet Amiri Resul, Hakim Gani ile Karadenizli Albayla ile birlikte Türk-İslam sentezi çerçevesinde örgütlenmişlerdir.
Zaten Fet-ul Münafık, bu durumu biyografisinde itiraf ediyor.
Bu Baş Münafık öyle bir münafıktır ki, 1962 yılında İskenderun’da askerlik yaparken bir hutbede kafatasçı general Cemal Tural’ın da duyması için şöyle der: “Türk askeri milliyetçi olmayacaksa daha ne olacak. Allah milliyetçilere uzun ömürler versin.”
Bunu söyleyen Baş Münafık, münafık olmayacaksa daha kim olabilir?
Bu Baş Münafık Fet-ul Münafık öyle bir münafıktır ki, 12 Eylül 1980 darbesinde ve 1994 yılında Kürtleri, Türkleştirmek için Türk ordusu ile onun Özel Harp Dairesi tarafından özel olarak görevlendirilmiştir.
Bu Baş Münafık Fet-ul Münafık öyle bir münafıktır ki, yeniden Har u Har Boşbuğ tarafından aynı görevle görevlendirilmiştir.
Baş Münafık Fet-ul Münafık’ın tahrifleri ise makro münafıklıktır.
Bu baş münafığın, Said-i Kürd-i’nin DİVAN-I HARBİ ÖRFİ eserinde yaptığı Türkleştirmeler tam bir makro inkarcılıktır.
Hele bir bakalım, nasıl bir Türk kafatasçılığını yapmış da yapmış.
Biz bu makro Türk kafatasçılığı ile inkarcılığından sadece bir nano örnek vereceğiz.
Özcesi Fet-ul Münafık’ın makro ırkçılığının trilyonda birinden daha cüzi bir örneğini vereceğiz ki, O’nun ırkçılığı daha iyi anlaşılabilsin.
Bunun için sadece ve sadece Said-i Kürd-i’nin DİVAN-I HARBİ ÖRFİ adlı eserindeki tahriften bir cümle dahi Fet-ul Münafık’ı tanıtmaya yeter.
İşte Divan-ı Harbi Örfi’deki asıl metin. Yani orijinal metin.
Bu metinde Said-i Kurd-i şunu der: “Ey Asuriler ile Keyaniler’in cihangirlik zamanında pişdar kahraman askerleri olan Arslan Kürtler beş yüz senedir yattığınız yeter. Artık uyanınız, sabahtır. Yoksa sahra-yı vahşette, vahşet ve gaflet sizi garet edecektir.”
Bir de Baş Münafık Fet-ul Münafık’ın tahrif ettiği metin. Özcesi Kürdü inkar ettiği ve Türkleştirdiği metin.
Bakın orijinal metini sahte metine dönüştüren Fet-ul Münafık nasıl bir metin yazmış.
Şimdi de onu okuyalım. “Ey eski çağların cihangir Asya Ordularının kahraman askerlerinin ahfadı olan vatandaşlarım ve kardeşlerim! Beş yüz senedir yattınız yeter. Artık uyanınız sabahtır. Yoksa sahra-yı vahşette yatmakla, gaflet sizi yağma edecektir.”
Fet-ul Münafık’ın burada yaptığı tahribatın hurafeciliği hemen açığa çıkıyor.
Bunlardan birincisi Asuriler ile İranlıları inkar etmiş.
İkincisi Arslan Kürtler yerine Türkleri koymuş.
Üçüncüsü Said-i Kürd-i Kürtlere seslenirken, Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki beş yüz yıllık kölelikten, uykuya yatmaktan bahsediyor. Yani Türklerin 1400 yılından başlayarak Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemi olan 1908 yılına kadar ki Kürdistan işgalini anlatıyor. Zaten bu eseri de 2. Meşrutiyet döneminde yazmış.
Nasıl oluyor da Orta Asya’dan gelip Mezopotamya, Avrupa ve Afrika’yı işgal eden Türkler 500 yıl uykuda yatmışlar?
Her tarafta kıyım, kırım, talan ile soykırım yapan Türkler nasıl oluyor da gaflet içinde kalmışlar?
Dördüncüsü Said-i Kürd-i Mezopotamya ile Kürdistan’ı anlatıyor. Fet-ul Münafık ise tahrif ettiği metinde ne tür bir ilahi güce sahipse Mezopotamya ile Kürdistan’ı sırtlamış, Orta Asya’ya götürmüş ve Kürdistan’ı bir çırpıda Orta Asya yapmış.
Beşincisi Said-i Kürd-i, Arslan Kürtler diyor. Fet-ul Münafık ise vatandaşlarım ve kardeşlerim diyor.
Daha neler neler.
Zaten Said-i Kürd-i’nin tüm eserlerindeki Kürt, Kürdistan, Kürt Dili ilgili ne kadar kelime varsa, onların yerine Türk, Şark, Orta Asya, Türk Dili, vatandaş ve kardeş kelimelerini koymuş.
Fet-ul Münafık’ın yaptığı tahrifli sahte eserleri bugün Kürdistan ile Anadolu’da tüm sahte İslami cemaatler eğittikleri Kürtlere okutarak, Kürtleri Türkleştirirken, yalnızca Med Zehra Vakfı çevresi orijinal eserleri öğrencilere okutmaktadır.
Fet-ul Münafıkçılar dışında Türk ırkçılığını en fazla tahrif edilmiş eserler üzerinden yapan diğer bir cemaatte Hizbul-Kontra cemaatidir.Hizbul-Kontra’nın dernekleri olan Mustafazaf-Der, İhya-Der, Umut-Der vb. derneklerdir.
Tüm Kürtler özellikle Kürt gençleri, Türk özel savaşının Kürdistan’daki kolları olan bu derneklere karşı hem ideolojik, hem de siyasal savaş vermelidir.
Bu derneklerin hepsi Ergenekon, JİTEM ve MİT’in elemanları tarafından yönetilmektedir.
Kürtler, Said-i Kürd-i’nin orijinal eserlerini götürsün, sahte olanlarıyla karşılaştırsın ve başta Fet-ul Münafıkçılar olmak üzere, Hizbul-Kontralara karşı hemen harekete geçsin.
Öyle hiçbir dernek ve oluşum Kürdistan’da kalmamalıdır.
Bu oluşumların hemen hemen hepsi, Türk misyonerliği ve işgaline hizmet etmektedir.
Kürtleri soykırımdan geçirmek için, Türk Genelkurmayı tarafından kurulan oluşumlardır.
Bu nedenle hiç vakit geçmeden tüm Kürt anne ve babaları, bu oluşumlar içinde yer alan veya onlarla ilişkide olan evlatlarını hemen oralardan çıkarmalıdır.
Kim ki bunu yapmazsa, Kürdistan’daki zulme ve soykırıma ortaktır.
Bu yönlü bir hadis de vardır.
Hz.Muhamed bir hadisinde şöyle der:
“Kim bir karış toprağı zulmederek zapt ederse ona (mahşer gününde) yerin yedi katı boyuna halka takılır.”
Sadece bu hadis bile Kürtlere Türk Ordusu, Fet-ul Münafıkçılar ile Hizbul-Kontracılara karşı kutsal savaşım hakkını tanıyor.
Sonuçta şunu deme hakkımız var:
Fet-ul Münafıkçılara Yaşasın Cehennem!..
- Ayrıntılar
Halkımıza ve Kamuoyuna!
17 Ocak günü (bugün) saat 11:00 itibariyle TC ordusu tarafından Medya Savunma Alanlarının Xakurkê alanına yönelik olarak obüs ve havan saldırıları yapılmaktadır. Xakurkê’ye bağlı Abdulkovi sırtları ile Ermûş, Daila ve Şapana köylerine yönelik olarak yapılan havan ve obüs saldırıları halen devam etmektedir.
17 Ocak 2009
HPG Basın-İrtibat Merkezi
- Ayrıntılar
Halkımıza ve Kamuoyuna!
13 Ocak günü sabah saatlerinden itibaren Medya Savunma Alanlarının Xakurkê alanına yönelik olarak TC ordusu tarafından yapılan obüs ve havan saldırıları üç gündür devam etmektedir. 15 Ocak günü (bugün) sabah saatlerinden itibaren tekrar başlayan havan ve obüs saldırıları Xakurkê’ye bağlı Abdulkovi sırtları ile Ermûş, Şapana ve Daila köylerine yönelik olarak yapılmaktadır. Yapılan bu saldırılar halen devam etmektedir.
15 Ocak 2009
HPG Basın-İrtibat Merkezi
- Ayrıntılar
Halkımıza ve Kamuoyuna!
13 Ocak günü sabah saatlerinden itibaren Medya Savunma Alanlarının Xakurkê alanına yönelik olarak TC ordusu tarafından yapılan obüs ve havan saldırıları halen devam etmektedir. Akşam saatlerinden itibaren Xakurkê’ye bağlı Bênavok, Şapata ve Daila köylerinin hedef alındığı saldırılarda köylülere ait çok sayıda havyan telef olmuştur.
14 Ocak 2009
HPG Basın-İrtibat Merkezi
- Ayrıntılar
Halkımıza ve Kamuoyuna!
1. 13 Ocak günü (bugün) sabah saatlerinden itibaren TC ordusu tarafından Medya Savunma Alanlarının Xakurkê alanına bağlı Ermûş, Daila Köyleri ile Abdulkovi yamaçları ve Şehid Sarya alanlarına yönelik olarak obüs ve havan atışları başlatılmıştır. Yapılan saldırı halen devam etmektedir.
2. 12 Ocak günü akşam saatlerinden başlayarak sabah saatlerine kadar TC ordusu tarafından Medya Savunma Alanları’na bağlı Zap bölgesinin Çiyareş alanına yönelik olarak obüs ve havan atışları yapılmıştır.
13 Ocak 2009
HPG Basın-İrtibat Merkezi
- Ayrıntılar
Daha yirmi birindeydim.
Beşikçi’yi okumuşluğum vardı.
Düşüncesinin içeriğine değil, cesaretine saygı duyardım.
Bir gün dediler ki, Beşikçi’nin “Devletlerarası Sömürge Kürdistan” adlı kitabı çıkmış.
“Nerede, nerede dedim.”
“Amed’de D. Kırtasiye’de var” dedi arkadaşlarım.
O zaman, Fırat Üniversitesi’nde okuyordum.
Hemen arabaya atladım, Yallah Amed’e uçtum.
Seyrantepe’de hemen bir taksi tuttum; eve uğramadan D. Kırtasiye’de indim.
İçeri girdim. Kitabı istedim.
Kırtasiyede sadece bir nüshası vardı.
Ne yapayım, ne edeyim diye düşünürken kırtasiyeciye dedim ki: “Bana yirmi nüshasının fotokopisini çıkar.”
Kitabın yirmi fotokopisini alıp eve gittim.
Bir işte çalışmışlığım olduğu için, neredeyse bir aylık maaşımın hepsini yirmi fotokopi kitabına verdim.
O zaman, bu kitapları Türk ırkçı rejiminin askeri güçleri bende yakalasaydı, uzun yıllar TC zindanlarında kalabilirdim.
Bilgi edinmeyi seviyordum.
Önder APO’nun kitapları dışında hiçbir kitap bana ne ruh veriyor, ne de ufkumu açıyordu.
Diğer kitaplardan genelde bilgi ediniyordum.
Türkiye’de ne kadar Türk-İslam sentezci örgüt ile sol örgüt varsa, hepsinin dergilerini ve varsa gazetelerini de takip ediyordum; eğer varsa Kürt örgütlerininkini de.
Önemli gördüğüm kitapları, liselerden tutalım üniversiteye kadar herkese dağıtırdım.
Beşikçi’nin 20 fotokopilik kitabını da böyle yaptım.
Fırat Üniversitesi ile liselerdeki öğrencilere dağıttım.
Böyle süreçlerden geçerek gerillaya katıldım.
Gerillayı bir yaşam tarzı, bir özgür ahlak tarzı olarak kendi öz kimliğim olarak görüyorum.
Bir milyon kere daha doğsam, yine gerilla yaşamı dışında hiçbir yaşamı ve yaşam biçimini seçmem.
Zaten Kürtlerin yaşamı da, 1950’lere kadar gerilla yaşamıydı.
Eğer bugün, Kürtlerin özgürlük ve eşitlik değerleri ile tüm tarihi ve kültürü varlığını koruyorsa, bunu dağların doruklarında direne direne bizleri bugüne getiren yoksul ve ezilen halkımıza borçluyuz.
Biz de, halkımızın bu kesimden geliyoruz.
Ve kapitalist modernitenin ahlaksız mezbahasının lağımlı dehlizlerinde yetişen kişiliği reddediyoruz.
Etmeye de devam edeceğiz.
Şimdi bakıyoruz ki, kapitalist moderniteden bu denli etkilenmiş kişiliksizler kalkıp, ittifak kurup, Önder APO’ya saldırıyorlar.
Hepsi, sen şuradan, ben buradan, o da oradan saldırsın desturuyla hareket ediyorlar.
Hepsinin de fikir babası İngiltere, komuta kontrol merkezi ABD’dir.
Fet-ul Münafık’ın hurafeci medyası, mevziisine MİT ile CIA’nın zehirli kurşunlarını koymuş. Her tarafa Turancı kurşuni sözlerle atış yapıyor. İhanetçi liboşlar da -Kürt İhanetçiler- Avrupa ve Kürdistan’da mevziiye yatmış; ceplerine Türk rakısı ile Avrupa birasını koyarak sokak sarhoşları gibi kafalarına ne geliyorsa attıkça atıyorlar.
Bir de Fet-ul Münafık’ın TV’lerine çıktılar mı aman da aman; nasıl yiğit kesiliyorlar.
Ama bizden başkası onların nasıl korkak ve düşkün olduğunu bilemez.
Bir Kürt atasözü var, bu gibilerini hoş anlatır:
“Yê ne di şerda be, şêre” Türkçe meali şöyledir.”Kavgada olmayan aslan kesilir.” -Anlarsınız herhalde bunu ihanetçi liboşlar.-
Bir de Beşikçi Hoca’ya şunu söyleme hakkını kendimde görüyorum.
Herhalde kendisi de anlayışla karşılar. Bilim adamı olduğuna göre…
Beşikçi hoca diyor ki: “PKK çok büyük bir örgüt ama amaçlarını küçültmüş.”
Beşikçi hoca yanılıyor. PKK’nin amaçları daha da büyümüş. PKK, tüm dünya halklarının Demokratik Konfederalizm çatısı altında, halkların demokratik uygarlığını kurma düşüncesine sahiptir. Ve bunun mücadelesini veriyor. Demokratik Özgür Kürdistan’ın buna öncülük edeceğini ortaya koyuyor. Bu durum Kürdistan’ı da aşan bir durumdur. Bu konuda PKK’ye bakış açısında bir darlığınız vardır.
İkincisi: Önder APO’nun konuşmasının ahlaki olmadığını söylüyorsunuz.
Aslında sizin böyle demeniz ahlaki değildir. Siz de zindanda düşüncelerinizi açıklamadınız mı? Kitap yazmadınız mı?
Türkler, Önder APO’ya konuşma diyor; ABD ile AB ve Talabani’de böyle diyor.
Fet-ul Münafık ile ihanetçi liboşlar da böyle diyor.
Bil cümle hepiniz aynı daktilodan çıkan, aynı tekerlemeleri okuyorsunuz.
Aynen bir anda Türkiye’deki tüm camilerdeki imamların, MGK tarafından hazırlanan hutbeleri okuması gibi aynı hutbeyi okuyorsunuz.
Sizlerin MGK’si Süper NATO’nun koordinatörü ABD olmasın. ABD, Türkiye ile İsrail bize silahlı savaş açmışken, Beşikçi, Fet-ul Münafık ile ihanetçilerin ideolojik savaş açması tesadüf değil herhalde.
Hepinizi bir cepheye çeken nedir acaba?
- Ayrıntılar
Filistin’deki katliam dünyanın gözü önünde devam ediyor. Dünyada belki de çilelerin ve acıların en büyüğünü yaşayan bir halk yine kıyımdan geçiriliyor. Bilinen sözde ileri ve gelişmiş dünya cümle kemal gözlerini, kulaklarını ve ağzını kapalı tutmuş izliyor. İzlemiyor, katliamı destekler amaçlı açıklamalar yapıyor Amerika, Avrupa ve yeni yetme AB dönem sözcülüğü.
Sözde kendini Müslüman bilenlerle, sözde emperyalizm karşıtı olan devletler ise kınayıcı açıklamalar yapıyorlar. Bunların arasında işgal gücü TC devleti mi diyelim, ya da dini sömüren Türkiye hükümet başkanı mı diyelim onlar da var.
Biz ABD ve Bush tayfasını anlıyoruz. Ortadoğu’da amaçlarına ulaşmak için İsrail gibi bir devlete ihtiyaçları var. Biz İngiltere’nin ve tim AB devletlerinin pragmatik ahlaki ölçülerde ve arkeolojik siyasetlerine de anlam veriyoruz. Lakin Ortadoğu’da yıllardır ABD’nin bir nevi borazanlığını ve uşaklığını yapan güçlerin, devletlerin, partilerin, kişiliklerin kalkıp Filistin halkına destek mesajları vermelerine anlam vermekte zorlanıyoruz. Zorlanmanın da ötesinde gayri ahlaki bulduğumuzun altını çiziyoruz.
Bugün Ortadoğu’da İsrail devletiyle en ileri düzeyde ilişki geliştiren devletlerin başında Türkiye gelir. Neredeyse stratejik ortaklık düzeyinde bir ilişkilenme söz konusudur. Bu ilişki siyasi, askeri, sosyal, ekonomik, kültürel boyutlarda en üst düzeye çıkmış durumdadır. Kültürel, sosyal hatta ekonomik ilişkilere bizim diyeceğimiz bir şey olamaz. Ancak siyasi ve askeri ilişkilerin bu denli başka halkların aleyhine vukuu bulması kabul edilemez. İsrail’in bugün Filistin halkının başına yağdırdığı bombaların finansının azımsanmayacak yüzdeliğini Türkiye karşılıyor. İsrail’le yapılan askeri-ticaret anlaşmalarının çoğu misket bombası olarak geri Gazze’ye yağıyor. Bugün binlerce insanın kanının akmasında Türkiye devletinin parmağı var. Özel de ise Adaletsiz Kafirler Partisi’nin kurmaylarının parmağı var. Sözde Başbakan kalkıp mitinglerde “Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste” diye propaganda yapıyor. M. Ali Şahin ise ABD ile İsrail karşıtı açıklama yapıyor. Bu söylemlere kargalar gülmez mi? İsrail ile en özel ilişkileri siz geliştirmiyor musunuz beyler? ABD’nin icazetiyle iktidara gelmediniz mi beyler? Irak’a ABD’nin işgalini onaylayan siz değil miydiniz bre dinsizler? Olur. Olur da bu kadar olur. Her gün İsrail’e özel adam göndereceksin, ülkenin her karış toprağını İsrail’e satacaksın, halkların başına zehir yağdırmak için askeri anlaşmalar yapacaksın; sonra da İsrail karşıtı açıklamalar yapacaksın. Hızını alamayacaksın sonra da İsrail’in insanlık suçu işlediğini dile getireceksin. Bu oldu mu? Olmadı demezler mi?
Beyler eğri oturalım ama doğru konuşalım. Hem eğri oturup hem de eğri konuşuyorsunuz.
İlginç.
Başka bir durum ise Olmert, Ankara’ya gelerek saldırı planı için izin alıp gidecek, yani senin ve senin gibilerinin haberi olacak; ardından da feryadı figan koparacak. Bu kadar tiyatroya pes doğrusu. Bu kadar sahtekarlığın renk vermeden yapılması ve başarılmasına doğrusu tekrar tekrar pes. Sözü uzatmadan İsrail’in Siyonist rejimine en büyük desteği AKP ve onun başındaki zat ile zata yakın durum kurmayları veriyor. Ve Filistin katliamının suç ortaklığını bu tavrınızla siz yapıyorsunuz. Öyle değilseler yapmaları gereken ilk iş İsrail ile olan tüm anlaşmaları iptal ederler. Öyle değilseler İsrail ile tüm diplomatik ve siyasi ilişkileri durdururlar. İsrail elçisini Türkiye’den dışarı atarlar ve kendi elçilerini de geri çekerler.
Öyle değilseler ABD ile olan ilişkileri gözden geçirirler. Öyle değilseler Birleşmiş Milletler’de İsrail ile onu destekleyen ABD’yi kınayan karar önergeleri sunarlar.
Ve bir adım daha ileriye götürelim: İsrail’in yaptığı insanlık dışı uygulamaları kınayan bir güç aynı uygulamalara girişmez. Yasak silahların kullanımını kınayan bir güç yasak silahları kullanmaz. İsrail ile HAMAS arasında ateşkes isteyen bir güç, kendisinin de benzer bir sorunu olan soruna ateşkes isteyerek çatışkıların durmasını sağlamak için çalışır. Hava bombardımanlarında binlerce sivilin ölmesini kınayan bir güç, öncelikle kendisi hava saldırıları yapmaz. İsrail’in kara operasyonuna karşı rahatsızlık duyan bir güç, kendisi kara operasyonu yapmaz. İsrail’in dakika dakika TV’de ve internette bombalamanın nasıl yapıldığını gösteren görüntüleri kınayan bir güç, öncelikle kendisi de böyle şeyleri yapmaz. Daha da sıralanacak çok şey var ki…
Sonuç olarak ilkeli olmak ahlaki ve insani bir durumdur. İlkesizlik, bukalemunluk, sahtekarlık insanlıktan uzaklaşmanın belirtileri ve ahlaki çöküşün işaretleridir. Ahlaksızlık ve ilkesizliklerden uzaklaşarak tüm insanlığın çıkarını düşünen bir dünya yaratmak umudumuzu dile getirirken insanım diyen herkes meydanlarda bu vahşetin durdurulması için haykırmalıdır.
- Ayrıntılar
Kürdistan Tarihinden Notlar - II
İslamiyet kendisini Araplaştırma temelinde derinliğine nüfus ettirirken bunun bedeli Kürt toplumu açısından kırıcı ve yabancılaştırıcı olmuştur.
Kürtler halk olarak bu süreçte derin tahribatlar ve yıkımları yaşamışlardır. Karakteri gereği aşiret reisliği beylik ve şeyhlik kurumları Arap etkisinde kalarak yağcılık temelinde dar aile çıkarlarıyla sınırlı bir ufka sahiptir
İslamiyet, Kürt egemen sınıfını Hıristiyan halka karşı güçlü bir konuma getirmiştir. İslam devleti sayesinde bu halkların aleyhinde birçok olanağa sahip olabilmiştir. Sanıldığının aksine bunlar din dogmalarına çok inandıkları için Müslüman olmamışlardır. Dogmatizmin örtüsü ve katı inanç ortamında maddi çıkarlarını ve siyasal güçlenmeyi çok iyi sağlayabileceklerini bildikleri için resmi İslam’a sıkıca sarılma gereğini duymuşlardır. Nasıl ki uzak tarihte Kürt diye bugün tabir edeceğimiz egemen kesimler Sümerceyi özümseyerek ilişki geliştirdiler ise aynı biçimde Asurlar döneminde ve tabiî ki Helenler döneminde üst sınıflar işgalcinin dilini kültürünü özümsediler. Bunun karşısında alt sınıflar, aşiretin sıradanları günlük yaşamda “halk, tebaa” diye tabir edilenler kendi dil ve kültürlerinde ısrarcı olduysalar aynen o biçimde Araplaşmayı yaşayan yine üst ve egemen sınıf oldu. Üst sınıf çıkarı gereği kendi geçmiş şeceresini Arapların herhangi bir ailesine kadar götürebildi. Hatta kimisi nasıl Hz. Muhammed’i akran olduğuna seyitlikle göstermeye çalıştı.
Salt bu değil, isimler Araplaştı. Unvanlar Araplaştı. Giyim kuşam Araplaştı. Bugün Şeyhler, Emirler, Seyitler; yine Kürt nüfusu içindeki Hasan, Osman, Ömer, Bekir vb. isimler hep bu kültürden kaynağını alır. Toplumların ya da halkların birbirlerinde etkilenmesinin yadırganacak bir yanı olamaz. Ancak kralda daha kralcı kesilerek tüm toplumu ona ait olmayan bir gerçekliği empoze ettirme sadece ve sadece ihanet ve işbirlikçilikle izah edilebilir. Bu sınıfların aileleri üzerinde oynandı mı her tür istismara açık olup beklenmedik isyanlarla teslimiyetleri iç içe yaşamaktan çekinmez veya kurtulamazlar. Bu egemenler eliyle girişilen ilişkiler esas itibariyle bu tarz benzer sonuçlar halka dayatmayı, halkı alçaltmayı bir kural haline getirmişlerdir.
Bir bütün olarak feodal ortaçağ kültürel etkisi altındaki Kürtler, feodal sınıflaşmayı yaşadıkları oranda özgür yaşamda bir gerilemeye uğramışlardır. Feodal kölelik, aşiret özgürlüğünün sürekli aleyhinde gelişme sağlamış, zihniyet yabancılaşmasında önemli bir yer tutmuştur. Birçok Kürt aydını çıksa da işbirlikçilik devlet eğilimlerinde ötürü kalıcı bir etki bırakmamıştır.
Özcesi feodalizmle oluşan üst tebaa amiyane tabirle tam bir uşaklaşmayı kendisine yedirerek oluşmuştur. Oluşum mayasında uşaklık ve işbirlikçilik bulunduğu için karakteri kaygandır. Özünden uzaktır. Özüne yabancıdır. Başkasınınkine özenme, kendisinden nefret etme, kendi değerlerinden kaçma hep bu oluşumdan kaynağını alır. Başkası için var olduğundan hep kullanılmaya müsait pozisyondadır. O kadar kendisine yabacılaşmıştır ki kendi çıkarını düşünmez. Aklından kendisi için düşünme bile geçmez, geçemez. Sonradan ele alacağımız İdrisi Bitlisi buna iyi bir örnektir: Sultan övücülüğünü o kadar ileri götürür ki Osmanlı’nın kuruluşundan bu yana gelen 8 imparatoru “heyşt behişt” (sakız cennet) olarak betimler. Ve tabiî ki Yavuz Sultan Selim’in “beylerinizi tayin edin ya da belirleyin” istemine “yapamayız siz belirleyin” diye cevap verecek olan ancak bu karakterdir. Sorun İdrisi Bitlisi’nin iyi veya kötü olması değildir. Sorun oluşan işbirlikçi egemen karakterdir. Ve işbirlikçi karakterin götüreceği yer de ihanettir. Olup biteni psiko-sosyo-kültürel olarak ele almak çok ilginç sonuçlar doğurabilir. Ruhsal olarak Osmanlı’yı yaşayan sosyal ve kültürel olarak Araplaşmış ve Sünniliğin merkezi olan Osmanlı Sultanlığı’nı buna da eklersek tablo daha iyi anlaşılır. Bir ülke ya da o dönemin diliyle devlet yaratmanın başkalarına bırakıldığını bir yaklaşım düşünülsün, bilakis tersi durum söz konusudur. Büyüklere saygı gereği yapılması gereken yapılmıştır. Hem de en iyi bir biçimde. Çünkü 23 Kürt beyi, Şah İsmail’in elinden kurtarılmıştır, şialaşmanın önü alınarak Sünni çizgi hakim kılınmıştır. Burada ihanet duyguları işbirlikçi tutumun tepkisi yoktur. Tersi geçerlidir. İşte ihanetçi işbirlikçi karakter bu kadar derine nüfus ederek bir kişilik şekillendirmiştir.
Bu nüfuz etme o kadar derindir ki halen bugün Kürdistan’ın pir çok parçasında etkileri görülmektedir. Yıllardır verilen özgürlük mücadelesine eğer bu kadar sert direniş bu egemen işbirlikçiler tarafından sergileniyorsa, bunun nedeni bu tarihi ihanet genidir. Siz buna Nakşîliği, Feodal Komprador kültürünü de eklerseniz yaşanan katmerleşmiş ihaneti daha iyi görebilirsiniz.
Dediğimiz gibi bugün dahi o kadar işbirlikçi ve ihanetçi egemen Kürdü farklı parçalarda yaşasalar da çıkarları gereği birbirlerine sarılıyorlarsa temel nedeni bu tarihi ihanet dokusudur.
- Ayrıntılar
Saat sabahın dokuzuydu. Bir gece öncesinden aralıksız kar yağıyordu. Yeryüzünü beyaz bir tül gibi kapatıyordu. İki büyük kamp arasında üslenen bölüğümüzün alışılagelen trafiği kapanan yollardan dolayı işlemiyordu. Bu nedenle bol bol misafir havasını andırıyordu. Yaz aylarının hızlı temposunun yaşattığı anılar tekrar tekrar anlatılıyordu ve her seferinde ilk kez dinleniyormuş gibi kulak kabartılıyordu.
Akşam yakmak için ben ve Jiyan kampın üst tarafında karla kapanmış patika yolun hemen altındaki seyrekleşmiş ormanda odun kesiyorduk. Sürekli esen rüzgar bir şamar gibi yüzümüze inerken, soğuktan titreyen ellerimizin tutamadığı baltayı rast gele sallıyorduk.
Soğuğun ve yorgunluğun iç içe geçtiği odun kesmekten sıkıldığım sırada, nefesimi kesen o bir anlık görüntü ile karşılaştım. Öyle ki kestiğimiz ağacın nasıl parçalandığını anlamadım. Sonunda Jiyan dalgınlaştığımı, bundan ötürü yavaşladığımı söyleyince kendime geldim.
Karla kapanmış patikadan zar zor ilerleyerek bölüğümüze doğru gelen grupta ön sıradaki arkadaşa takılmıştı aklım. Çok yakın olmamasına rağmen uzun, ince boyu, yana taranmış saçından tanımıştım. Kuzenim Yusuf’tu. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımdaki arkadaşımın partiye katıldığını duyduğumda içim içime sığmamıştı. Daha sonra sürekli sorup soruşturduysam da bir türlü nerede olduğunu, yaşayıp yaşamadığını öğrenememiştim. Zaten kısa bir süre önce de şehit düşmüş olabileceğine kendimi inandırarak sormaktan vazgeçmiştim. Çünkü bir çok kişi partiye ulaşmadan ya da gerillacılığının ilk aylarında şehit düşmüştü. Yusuf ta pekala bunlardan biri olabilirdi. Hiç kimsenin onu tanımıyor olması bu nedenleydi belki. Kim bilir hangi eyaletin hangi dağında son mermisine kadar çatışarak ya bir pusuda ya da bir nehrin coşkulu dalgasına kapılarak şehit düşmüştü. “Mezarını dahi bilen yoktur.” Herhalde diyerek umudumu kesmiştim. Onu, soğuk ve kendimden başka kimseyi düşünmediğim böyle bir günde görmek, bir mucizeydi adeta.
“Hangi parçayı alacaksın?”diye sordu Jiyan.
“Fark etmez, bir an önce mangaya dönelim de” dedim aceleyle. Jiyan bakışlarını yerden ayırmadan gülümseyerek, ne demek istediğimi anladığını belirtti.
“Sen küçük parçayı ve baltayı al, ben de büyük olanı” dedi.
“Tamam” dedim.
Soğuktan uyuşmuş vücuduma aldırmadan son hızla, odunu sol omzumun üzerine yerleştirdikten sonra, baltayı da sağ elime alarak yürümeye başladım. Jiyan iyice meraklanmıştı.
“Seni ilk kez böyle heyecanlı görüyorum” dedi.
Nasıl bir cevap vereceğimi bilemediğim için sessiz kaldım. Bir an önce mangaya ulaşmak ve grup kampımızdan ayrılmadan önce onları görmek istiyordum. Kim bilir nereye gidiyorlardı. Bir daha görüşmeyebilirdik. Odunu manganın duvarına dik duracak biçimde koydum. Etrafıma şaşkın şaşkın bakarken, misafirlerin gidip gitmediğini merak ediyordum.
Mangamıza doğru gelen bir arkadaş, kardan zar zor açabildiği gözlerini kısarak;
“Bir grup arkadaş, hava koşullarının iyi olmaması nedeniyle burada kalacak. Onların ihtiyaçlarını karşılamak için görevli çıkartmak gerekiyor” dedi.
Bu fırsatı kaçırmamak için aceleyle hazırlanmaya başladım. Arkadaşlar yorgun olduğumu düşünerek, gitmeme engel oldular. Gidemedim.
Kare olan manganın köşesinde saksılara ekilen yeşil soğanlar, mangadaki bahar havasını gerçekçi kılıyordu. Sabırsızlığımın tüm bedenimi sarsmasına inat, radyodan yükselen müzik, hoş ve yatıştırıcı bir tonda yayılıyordu.
Dışarıda şaşırtıcı bir manzara vardı. Derin vadilerine, dik yamaçlarına rağmen, dağ olmaktan nasibini alamayan tepelerin zirvelerinde fırtınalar kopmuyordu ama karın karıştığı, tülü andıran sert bir rüzgar esiyordu. Vadinin içlerine koyu bir sis çökmüştü. Rüzgarın sesi bile dışarı çıkma cesaretini kırmaya yetiyordu.
Misafirler için görevlendirilen iki arkadaş kefiyelerini sıkı sıkıya bağlamış, alınlarını kırıştırarak, oduna gidiyordu. Birisi ellerini montunun kollarının içine çekmiş, diğeri ise geçen yıldan kaldığını tahmin ettiğim eldivenlerini geçirmişti ellerine.
Bölüğün diğer kamplarla bağlantısı kesilmişti. Kampımız, taşlarla örülü mangalarıyla küçük bir köyü andırıyordu. Öğle yemeği saatinde kendimizi bir kazazede gibi hisseder olmuştuk. Kar yağışından dolayı çalışmayan mutfakta çok az erzağımız kalmıştı. Depolarımız vardı ama onu bu karın altından çıkarmak yürek istiyordu. Lojistikçi arkadaş erzaksız mutfağı temizlerken, son makarna paketlerini de tezgahın üzerine düzenle yerleştiriyordu. Elimde tuttuğum birkaç ekmekle misafir mangasına bakıyordum. Hiç kimse görünmüyordu. Lojistikçi arkadaşa,
“Misafirler ne yapıyor?” diye sordum.
“Uyuyorlar. Dün gece saat 3’ten beri kar yağışına aldırmadan yürümüşler. Yemek ve çay hazır olduğunda onları uyandıracağız” dedi ve ardından merakla sordu. “Tanıdığın var mı?”
“Onları görmedim. Belki tanıdığım vardır” dedim kısık bir sesle.
Aceleyle mangaya gittim. Yemekten sonra yapacağım ziyaret için izin aldım. Yemek hazırlanıncaya kadar, beni dağınık görmesini istemediğimden saçlarımı taradım, çoraplarımı değiştirdim. Aynaya baktım. Aklıma altı yıl önceki halim geldi. O zamanki gibi çekingen ve ürkek ifade yoktu artık. Onun yerine yaşanmışlıkların izi vardı yüzümde. Özgürlüğün çekici soluğu birçok duyguyu değiştirmişti. Eski tercihlerin kararsız ifadesi yoktu mesela. Belki olması gereken de yoktu. Ama altı yılın farkı, gözle görülür biçimde duruyordu aynada. “O da değişmiştir. Eskisi gibi içe kapanık değildir herhalde” diye düşündüm. Bir defasında dikenleri ellerini parçalamasına rağmen hevesle topladığı böğürtlenleri istediğimde, hiç tereddüt etmeden vermişti. O anın hafızamdaki izi hiç silinmedi.
Ona bir şeyler vermek istedim. İçinde fazla bir şeyin olmadığı eskimiş çantama bir göz gezdirdim. Kullanılmış çoraplar, eski bir kazak, albüm ve defter dışında okul arkadaşımın şehit düşmeden bir gün önce verdiği kalem vardı. Sonbaharın pastel renklerinin hakim olduğu çiçek ve küçük desenli yapraklarla kompozisyonlar yapıp süslediğim defterin sayfalarını özenle çevirdim. İçinde kaçamak zamanlarda yazdığım şiirlerim vardı. Koparıp koparmamada karar verecekken şiirleri birkaç kez okudum. Defterin görünümünü bozmamak için öylece karton yaptığım kabın içine yerleştirip cebime koydum.
Öğleden sonra Jiyan ile birlikte misafir mangasına gittik. Dizlerimin titrediğini çok az görmüşümdür. Şimdi titriyordu. Savaşın en korkunç anlarında bile soğukkanlılığımı koruduğum halde böyle bir heyecanın içimi titretmesi, geçmişin hatıralarımda en sade haliyle kalışı mıydı?
Mangaya çıkan yokuş bir türlü bitmiyordu. Sanki attığım her adım geriye gidiyordu. Hayatımda çıktığım en uzun yokuştu. Zamanın durması buydu herhalde. Ya zaman durmuştu ya da saniyeler saatlere dönmüştü. Aklıma onunla ve onsuz geçirdiğim yıllar geliyordu. Her şeyi hatırlıyordum.
Bir kuzeni devrimci ortamda görmenin telaşıyla misafir mangasına ulaştığımda, misafir arkadaşlar çoktan yemeklerini yemiş, çaylarını yudumluyorlardı. Sırayla selam vermeye gelince tek tek arkadaşların yüzlerine baktım. O yoktu. Bir arkadaş selamlaşmadan sonra yer gösterdi. O sırada oturacağımız yerin tam karşısında üzerine battaniye örtmüş, uyuyan bir arkadaş vardı. Başını örttüğü için onu göremiyordum. Kim olduğunu sormak istedim. Ama ismini bilmediğim için sadece yüzünü görmem gerektiğini anladım. Kalkmasını beklemekten başka bir çarem kalmamıştı. Bir ara derin nefes alıp verdiğini fark ettim. “Hasta mı acaba?” diye düşünürken, çocukluğundan kalan nazlılığını bırakmamış olabileceği geldi aklıma. Nasıl da titriyorlardı üstüne. Aksırır aksırmaz naneler kaynatılır, sinüzitinin tedavisi için ne gerekiyorsa el birliği ile yapılırdı.
Hiç beklemediğim bir anda, “Beni hatırladınız mı?”diye sordu utangaç gülümsemesiyle bir arkadaş. Daldığım tüm düşüncelerden beni sıyırmış olsa da ona uzun uzun baktığım halde tanıyamamıştım. Başka bir zaman olsa hatırlayacağımdan emindim. Ama o an tüm duyularım ve düşüncelerim karşımda upuzun, kaygısız ve biraz da hasta gibi görünen kuzenime kilitlenmişti. Vazgeçmedi.
“99’da aynı bölükteydik. Birinci takımdaydım. Hani göreve Kato’ya gitmiştik. Yüksek kayalıklar arasında oluşan dar bir uçurumun üstünden atlayamamıştınız. Ben de köprü yapmıştım kendimi.” der demez hatırladım. Bölüğün en fedakarlarından Mervan’dı. Hatırladığımı söyleyince Mervan zafer edasıyla yanındaki arkadaşlara baktı. “Takımlar ayrıldıktan sonra görüşemedik değil mi?”diye sordu. En az Mervan’ın sohbeti kadar benim de farklı istemlerim vardı. Kendimi bir türlü sohbete veremiyordum. Gözlerim arada bir Yusuf’a kayıyordu. Dağınık düşüncelerim ve yarım yamalak Kürtçemle sohbeti koyulaştıramayacağımı Mervan arkadaş da anlamıştı. Oysa soracak o kadar çok sorusu vardı ki bunu anlamak zor değildi. Rewşen’i, bir türlü anlaşamadığı Medya’yı, Binevş’in nasıl şehit düştüğünü ve hemşerisi Ruken’i soracaktı. ‘99 yılının zorlukları yoldaşlık sevgisine öyle şeyler katmıştı ki, kahramanlık ve ihanet arasındaki çizgi de ayna tutmuştu yüzümüze. O yılın, anılarımız içinde farklı bir yeri vardır. Başka bir zaman olsaydı uzun sohbet ederdik.
Jiyan, arkadaşlara geldikleri kampı ve en çok da tanıdığı arkadaşları soruyordu. Sakin sakin konuşuyor, harfleri yutmadan çıkardığı ses mangada yankılanıyordu. Bir erkek arkadaşın ikram ettiği çayı yudumlarken, saatine bakıyordu. Ben ise zaman ve mekan kavramını yitirmiş, gözlerimi ayırmadan onu izliyordum. Düzenli nefes alışı ile sanki uzun yıllar orada yatacakmışçasına, daldığı rüyadan sonsuza dek ayrılmayacakmış gibi her şeyin mükemmel olduğu bir ev rahatlığında yatar hali vardı. Anneannemin ona özel olarak diktiği kalın yünlü yorganlar geldi aklıma. Köşeleri kaneviçeli özenle işlediği baş kısmı dantelli olanlardan. Yün çorapları da hiç eksik etmezdi. İşlediği rengarenk desenli yün çoraplardan ayıp olmasın diye bize de gönderirdi ama ona olan derin sevgiyi hissetmiyor değildik. Fakat o, onların istediği gibi olmamakta hep diretirdi.
Onunla en son sıcak bir yaz günü konuştuğumuzu hatırlıyorum. Üzerinde kareli gömleği ile çok olgun görünüyordu. Yaz ayı olmasına rağmen sık sık burnunu silerken “Yine sinüzitim azıttı.”diyordu. O gün ilk defa özgürlüğe dair konuşmuştum. Bizim için tercih edilenler ve bizim tercihlerimiz arasındaki farkları anlatmaya çalıştım. Yaşamımız sınırlı seçenekleri seçme özgürlüğü ile süslenmişti belki ama bir de sunulmayan, hep bizi çepeçevre tutan, adım adım takip eden seçenekler vardı. Bunları onun da görmesi gerektiğine inanarak aralıksız konuşmuştum. Sabırla dinledi.
O günlerde ailemiz Yusuf’un anlaşılmaz tavırlarından dolayı paniğe girmiş, “her an dağa gidebilir” diyorlardı. Kararını açıkça söylemese bile bunu hissettirmişti. Tüm aile otoriteleri ona müdahale etmeye hazırlanırken ben ayrılmıştım.
Jiyan sohbeti koyulaştırmıştı. Arada bir saatime bakıyordum ama kendimi bir türlü uyuyan bu kişinin beni götürdüğü anılardan kurtaramıyordum. Ne zaman uyanırdı? Belki de kalkmak için gitmemizi bekliyordur. Genelde erkek arkadaşlar bayan arkadaşların yanında uzanmazlar. Eğer hasta ve yaralı değillerse veya gafil yakalanmışlarsa hiç kalkmazlar. Herhalde o da bu kuralı öğrenmişti. Ona neler anlatacağımı tekrar aklımdan geçirirken, ikinci kez kaynayan çaydanlıktan çay içtim. Öylesine kıpırdamadan yatıyordu ki bir an bayılmış olabileceği kuşkusuna kapıldım.
Çay ikramından hemen sonraydı. Kış günlerinin kısalığını hatırlatan jeneratör mangaları aydınlattı. Günlerdir kulağımızda alışkanlık yapan rüzgarın sesi gelmiyordu. Gece uçsuz bucaksız bir koyulukta çöküyordu kampın üstüne. Saatlerdir seyrettiğim battaniyenin altındaki bu insan, beni türlü düşüncelere götürmüş, neredeyse hafızamda silinmeye yüz tutmuş film şeridini canlandırmıştı. Anılar ve yanımdaki arkadaşların sohbetleriyle saatler geçmişti. Başım ağrıdan çatlamak üzereydi.
Mervan arkadaş akşam yemeği hazırlıklarına başlayınca kalkma saatinin geldiğini anladım. Paniklemiştim. Gidip onu sarsıp, uyandırmamak için zor tuttum kendimi. Aslında kendime söylemeye çekindiğim şeydi engel olan. “Ya o değilse... Yusuf değilse bile bana bu kadar anıyı ve duyguyu yaşattığı için teşekkür ederim” dedim. Sonra içimde hızla bu mangayı terk etme hissi gelişti. O hep benim için bu misafir mangasında dışarıda kıyamet gibi bir kış yaşanırken uyuyakalsın, hiç uyanmasın. Üzerinde köşeleri kaneviçeli ve baş kısmı dantelli olan yorganlar olmadan.
Yemek hazırlanıncaya kadar onun da hazırlanması için sadece “Heval” diye seslendiler. Uykudan uyanan bir insanın, bu kadar dağınık ve yüzünün bu kadar asık olduğunu o zaman çok iyi gördüm. Hiçbir şey demedi. Battaniyeyi üzerinden attı ve etrafına şaşkın şaşkın baktı. Sonra elleriyle saçını düzeltti. Yastık niyetine katladığı yeleğini giydi. Adet yerini bulsun diye Kürtçe aksanlı bir Türkçe’yle
“Merhaba, hoş geldiniz” diyerek neredeyse koşar adım mangadan çıkıp gitti.
Anılarla dolu bir gün yaşattığı için teşekkür edemedim ona.
- Ayrıntılar
İlk günlerin dikkati ve titizliği kaybolmuştu. Artık sürekli mevziinin içinde beklemiyor, kenarında ayakta duruyor ve uzaktan araç sesi duyduğumuzda mevzilere girip, ateş pozisyonu alıyorduk. Köylüler, günlerdir sabahtan akşama kadar mevzilerde beklediğimizi görmüş, niye beklediğimizi anlamışlardı. Bu nedenle daha fazla yakınlık gösteriyorlardı. Hatta bazı köylüler öğleden sonraları torbalara erzak doldurup, yanımıza kadar geliyorlardı. D. aşiretindendiler. Dersim isyanında, isyanı ilk başlatan onlar olmuştu. Umut dolu gözlerle bakıyorlardı bize. Düşman çok acı çektirmişti onlara, ama korkmuyorlardı. Yıllardır savaşla iç içe yaşıyorlardı. Savaş, yaşamlarının bir parçası olmuş, sıradan bir olaya dönüşmüştü. Onurlarıyla, özgürce yaşayabilecekleri bir geleceği getirecek olan gerillaya sevgi ve umutla bakıyorlardı. Bazen köylerine gittiğimizde evlerine gitmediğimiz köylüler darılıyor ve “Niye bize gelmiyorsunuz?” diye sitem ediyorlardı.
Altıncı günü de akşam etmek üzereydik. Mevziinin kenarında durmuş, köpürerek akan Munzur suyuna bakıyordum. Berrak değildi. Kahverengi akıyordu. Gergindim. Ama tek kelime etmiyordum. Önceki günlerde yaptığım gibi, sakinleşmek için düşmana da küfür etmiyordum. Munzur suyunun başını sağa sola vurarak akması, sanki gerginliğimi kendisiyle birlikte alıp götürüyordu. Bir süre Munzur suyunu izledikten sonra, sağdaki sırtta bulunan Mazlum arkadaşın mevzisine baktım. Yanımıza geliyordu. Akşama doğruydu. Noktaya çıkış hazırlıklarını yaptığımız için rahat hareket ediyorduk. Gözlerim onun üzerindeydi. Çünkü içimizde en çok zorlanan oydu. Eylemin tüm sorumluluğu onun omuzlarındaydı. Altı gün boyunca karın-yağmurun altında beklemenin arkadaşları nasıl zorladığını, yıprattığını çok derinden hissedebiliyordu. Arkadaşlar arasında yükselmeye başlayan, “Düşman gelmez. Boşu boşuna bekliyoruz, kendimizi yıpratıyoruz” sözleri onu suskunlaştırmış ve gerginleştirmişti. Bu sözleri hiç kimse gidip doğrudan ona söylemiyordu ama akşam noktaya çıkarken ya da manga sohbetlerinde “Düşman gelmez, boşuna bekliyoruz” konusu konuşuluyordu. Ve Mazlum arkadaş bu konuşmaların hepsini duyuyordu. Yanımıza ulaştığında donuk bir sesle, “Merhaba” dedi. Ona yardımcı olamamanın ezikliğini yaşıyordum. Üstü başı çamur içinde kalmıştı. Gelip yanıma çömeldi ve elini kızıl bıyıklarına götürüp, ağır ağır çekiştirmeye başladı. Ancak sabah mevzilere inerken ve akşam noktaya çıkarken görebiliyorduk birbirimizi. “Bugün de gelmedi” dedim çaresizce. Karşılık vermeden, bir süre sessiz kaldı. Bu arada elinin kızıl bıyıklarında hızlı hızlı gidip gelmeye başladığını fark ettim. “Yarın... yarın gelecek ve biz düşmanı Munzur suyuna dökeceğiz” deyip ani bir hareketle yerinden kalktı. “Ben noktaya çıkıyorum, sen arkadaşları toparla gel” dedi. Sonra hızla yanımızdan ayrılıp, koşar adım sırtı tırmanmaya başladı.
Soğuk ve yorgunluk o kadar etkisini gösteriyordu ki, yoldan noktaya kadar olan yarım saatlik yokuş, bitmek tükenmek bilmiyordu. Bazı arkadaşlar mangalara varır varmaz, yemeği beklemeden, ısınıp, kurulanmadan hemen uyuyorlardı. Geceleri nöbetçiler dışında kimse uyanık kalmıyordu.
Altıncı günü yedinci güne bağlayan geceydi. O gece yine bütün arkadaşlar uyumuştu. Sadece ikimiz uyanık kalmıştık. Mazlum arkadaş her zamanki gibi sobanın kenarında oturmuş, eli sarı saçlarının arasında, Ahmet Arif’in şiirlerini dinliyordu. Ben ise bir türlü uykuma hakim olamıyordum. Göz kapaklarım ağırlaşıyor, başım hafifçe öne düşüyor ve oturduğum yerde uyukluyordum. Uyumamak için ne kadar çaba sarf etsem de uykuyu yenemiyordum. Buna rağmen Mazlum arkadaşı ve eylemi düşünmeye çalışıyordum. Onu biraz olsun rahatlatmak istiyordum ama bunu nasıl yapacağımı, ya da neler söylemem gerektiğini de kestiremiyordum. Bir yandan uykunun verdiği sıkışma, bir yandan da kendimi bir şeyler söyleme zorunda hissetmem beni çıkmaza sokmuştu. Ağzımdan, “Arkadaşlar çok yıprandılar” sözcükleri döküldü kendiliğinden. Sinirlenmişti, “Biliyorum... Biliyorum ama düşman gelene kadar bekleyeceğiz, başka çaremiz yok” dedi. Konuştukça sesini daha da yükseltiyordu. “Bugün Dersim’den gelen bir köylüyle konuştum, düşmanın yığınak yaptığını söylüyordu. Sezgilerim düşmanın yarın geleceğini söylüyor. Vazgeçemeyiz.”
Burnundan solumaya başlamıştı. Sinirli olduğundan susmayı tercih ettim. O konuşmasına devam etti. “Altı gündür yağmur-çamur demeden bekledik. Bu kadar sabır ve emekten sonra vazgeçemeyiz. Gelene kadar bekleyeceğiz...” Aniden sustu. Ona cevap veremedim. Aslında ne söylenmesi gerektiğini de bilmiyordum. İçimden, “Umarım haklı çıkarsın” diye geçirdim sadece. Sonra ne zaman uyuduğumu hatırlamıyorum. Bir arkadaşın “Heval kalk! Gidiyoruz” sözleriyle uyanıp, sabah içtimasının yapıldığı alana gittim. Yağış durmuştu. Başımı gökyüzüne kaldırdım. Uzun bir aradan sora yeniden yıldızları görmenin mutluluğunu yaşadım. Nihayet bugün güneşi görebilecektik. İçtimayı her zamanki gibi Mazlum arkadaş aldı ve kısa bir konuşma yaptı.
“Bu zorlukların sonunda mutlaka amacımıza ulaşacağız. Umudunuzu yitirmeyin. Bugün herkes hazır olsun. Düşman gelecek ve biz onu vurup, kazanacağız.”
Bu sözleri kendinden çok emin bir şekilde söylemesi beni şaşırtmıştı. “Nasıl bu kadar emin konuşabiliyor?” diye sordum kendi kendime. Daha sonra bütün arkadaşlara başarılar dileyip, yürüyüşe geçmemizi emretti. Yola ulaştığımızda yine arkadaşları mevzilere yerleştiriyordu. Bizim mevziiye de geldi. “Hazır mısınız?” diye sordu. Hazır olduğumuzu belirttim. Mevziiye ve arkadaşlara şöyle bir göz gezdirdikten sonra dönerek,“Hakkını helal et!” dedi. Daha önceleri, “Serkeftin” derdi. Bu sefer, “Hakkını helal et” demesi beni şaşırtmıştı. Neden böyle söylediğini anlamak için dikkatlice yüzüne baktım. Bir an duraksadıktan sonra, “Helal olsun. Sen de hakkını helal et” dedim. Kaygılanmıştım. O ise, çok sevinçli görünüyordu. Ona, “Seninle geleyim ” dedim. “Yok, sen bu üç mevziden sorumlusun. Bunların yanında kalacaksın” dedi. İtiraz dolu bir ifadeyle, “Senin yanındaki arkadaşlar yeni ve tecrübesiz, seninle geleyim” diye ısrar ettim. Kabul etmedi. Ayrılıp mevziisine gitti. Arkasından endişeyle baktım bir vakit. Sonra gidip mevziime oturdum.
Yedinci gün hava pırıl pırıldı. Sabahın duruluğu ve Munzur suyunun berraklığı geri gelmişti. Homurdanarak akışı ve süt beyazı köpükleri beni büyülüyordu. Güneş ışınları doğada değdiği yeri canlandırıyor ve mükemmel bir görüntü ortaya çıkarıyordu. Doğanın büyüleyiciliğine rağmen kendimi Mazlum arkadaşın söylediği sözleri düşünmekten alıkoyamıyordum. İçimden “Umarım kötü bir şey olmaz” diyordum. Başka da yapabilecek bir şey yoktu. Gözlerimi vadiyi çevreleyen dağların zirvelerindeki karın beyazlığına ve aşağıya, vadinin derinliklerine indikçe ortaya çıkan görüntüye çevirdim. Siyah ile beyazın bu denli uyumla ortaya çıkardığı güzellik, Munzur suyunun kulakları okşayan homurtusu, beni başka bir dünyaya götürmüştü sanki. Güneş, ışınlarını vadinin derinliklerine gönderebilecek kadar yükselmiş ve mevzilendiğimiz yerleri de ısıtmaya başlamıştı. Yüzümü güneşe döndüm. Isınmaya başlamıştım. Altı gün boyunca karın, yağmurun altında, çamur içinde beklemenin bedenimde yarattığı uyuşukluğun yavaş yavaş kaybolmaya başladığını hissediyordum. Güneş ışığının vücudumda değdiği yerler, sanki canlanıyordu. Tatlı bir sıcaklık duyumsuyordum. Kendimi bahar güneşinin etkisine bırakmıştım. Bir süre sonra derinden gelen ağır ve tek düze motor sesiyle kendime geldim. Doğayla sürekli iç içe olduğumuzdan ona ait olmayan seslere karşı bir duyarlılık gelişmişti. Emin olmak için yanımda sohbet eden arkadaşlara sessiz olmalarını söyleyip, uzaktan gelen mekanik motor seslerini dikkatle dinlemeye başladım. Artık duyduğum seslerin düşman konvoyu olduğundan emindim. Arkadaşlara, “Çabuk hazırlanın, beklediğimiz konvoy geliyor” dedim ve sonra BKC’ciye dönüp, “Şeritlerini aç ve namluya mermi sür” dedim. Ben de silahımı hazırlayıp beklemeye başladım. Sesler gittikçe daha güçlü geliyor ve yaklaşıyordu. Artık Mazlum arkadaşın eylemi başlatacağı anı bekliyorduk. Böyle anlarda kısacık olan zaman aralığı, o kadar uzun ve bitmez tükenmez oluyor ki, günlerce sabredip beklediğin kadar, sabredemiyor ve bir an önce başlangıcın yapılmasını istiyorsun. Bir yandan mevziinin sağlam olup olmadığını, kamuflesinin iyi yapılıp yapılmadığını ve silahın emniyetinin açık olup olmadığını kontrol ederken, bir yandan da sağımdaki arkadaşa, “Hazır mısın? Namluya mermi sürdün mü?” gibi sorular soruyordum. Sonra gözümü sağ taraftaki viraja dikip, gelecek ilk aracı beklemeye başladım. Bazen önden gelen panzerin görüntüsü canlanıyordu gözlerimde. Çünkü panzerler sürekli konvoyun önünde olurlardı.
Bu düşüncelerle git-gelleri yaşarken, düşman konvoyu gelmiş, siyah böcekler gibi önümüzden geçiyorlardı. Yola o kadar yakındım ki araçlardaki askerlerin yüzlerini rahatlıkla seçebiliyordum. Sarkık bıyıklı özel timlerin araçları önümden geçerken içimdeki öfkeyi bastırmakta ve başlangıç talimatının verilmesini beklemekte zorlanıyordum. Elbiseleri de kendileri gibi siyah ve karanlıktı. Çirkindiler. Şehit düşen arkadaşlarımızın cesetlerini parçalayarak, yakarak yaptıkları iğrençlikler, yakılan-yıkılan köyler, katledilen insanların görüntüleri geldi gözlerimin önüne. Bunları Türklük adına ve övünerek yapıyorlardı. “Türk halkı yaptıklarınızdan utanır kabul etmez” dedim kendi kendime. Bir an cebimdeki telsizden Mazlum arkadaşın, “Biji Serok APO” diyen sesini duydum. Bu, eylemin başlaması anlamına geliyordu. 18 Mart’ta, sabah saat dokuzu on beş geçe vadide çılgınca akan Munzur suyunun sesine, roket atar, BKC ve kleş sesleri karışmıştı. Havada ağır bir barut ve kan kokusu oluşmuştu. Neye uğradıklarını şaşıran askerler ilk anda karşılık vermeye bile fırsat bulamamışlardı. Bağrışmalar, yaralıların çığlıkları, acılı iniltiler, silah seslerine ve bomba patlamalarına karışmış, berrak akan Munzur Suyu yine kızıla boyanmıştı. Silahlar patladıktan sonra askeri araçların bir kısmı olduğu yere çakılmış, bir kısmı da yoldan çıkıp, Munzur suyuna yuvarlanmıştı. Önümüzde araç durmadığı için Mazlum arkadaşın mevzisinin önünde duran araçlara bakıyordum. İlk vuruştan kurtulan askerler karşılık vermeye başlamıştı. Mazlum arkadaşın iki sefer, önce bomba atıp, sonra araçların yanına indiğini gördüm. Her seferinde bir kucak silah getirip mevziiye bırakıyor ve tekrar yola iniyordu. Onun sıcakkanlı davranışları beni kaygılandırmıştı. Yanındaki arkadaşların yeni ve tecrübesiz olduklarını hatırlayınca, yardımına gitmeye karar verdim. O esnada panzerler gelmiş ve mevzilerimizi yoğun ateş altında tutmaya başlamışlardı. Mazlum arkadaş buna rağmen üçüncü kez yola indi. İnerken önünde duran araçları tarıyordu. Savaşın en sıcak ve korkunç anında olmama rağmen bir an kendimi Amed’de Dilan sinemasında bir savaş filmi izliyormuş gibi hissettim. Yanımdaki arkadaşa “Savunmamı yap, ben Mazlum arkadaşa yardıma gideceğim” dedim ve mevziiden çıkıp hızla koşmaya başladım. Panzerler yoğun ateş ediyorlardı. Daha mevziiden dokuz on metre uzaklaşmıştım ki karnımda derin bir acı ve yanma hissettim. Ayaklarım birbirine dolandı ve düştüm. Gözlerim karardı, birkaç takla attıktan sonra kendimi kaybettim. Sanki karanlık bir boşluğa düşmüş gibiydim.
Gözlerimi açtığımda iki uzun ağaca şutik bağlanarak yapılmış bir sedyenin üzerindeydim. Beni taşıyan arkadaşlara, “Ne oldu bana?” diye sordum. Çünkü karnımdaki ilk acı ve yanmadan sonra ne olduğunu hatırlamıyordum. Bir arkadaş, “Yaralandın” dedi. Çevreye bakındım, akşam olmak üzereydi ve içim yanıyordu. “Çok susadım. Bana biraz su verin” dedim. Önde, sedyeyi tutan arkadaş, “Olmaz yaralısın, su içemezsin” dedi. Birden aklıma Mazlum arkadaş geldi. Sabah yola indikten sonra mevzisine döndüğünü göremeden yaralanmıştım. “Mazlum arkadaş nerede?” diye sordum. “Arkada, geliyor” dediler.
“Eylem nasıl sonuçlandı?”
Sedyeyi taşıyan arkadaşlardan birisi, “On beş askeri araç vuruldu, bazı araçlar Munzur suyuna yuvarlandı. Çok sayıda asker öldü. Bir sürü silah ve malzeme aldık” dedi. Duyduklarım beni sevindirmişti. “Nihayet başardık” dedim içimden. Fakat bu sevinç uzun sürmedi. Çok kan kaybettiğimden halsizleşmiştim. Zaman zaman beni derin bir uyku basıyor, sarsıldıkça yaranın acısıyla gözlerim kararıyor ve zihnim bulanıyordu. Ağrım artınca, “Durun! Durun! İndirin beni. Yaram çok acıyor” diye bağırdım. Arkadaşlar sedyeyi indirip, yanıma oturdular. Onlara biraz da kızarak, “Mazlum arkadaş niye gelmedi?” diye sordum. “Arkada, geliyor” cevabını verdiler. İçime bir kurt düşmüştü. Kelimelerin zorlanarak söylendiğini fark etmiştim. Bir süre sonra tekrar sordum. Bir arkadaş, “Mazlum şehit düştü!” dedi usulca. Bir boşlukta sürükleniyor ve sanki nefes alamıyordum. Ellerini sürekli arasında gezdirdiği altın sarısı saçları ve sarışın yüzü geldi gözlerimin önüne. Sempatik davranışlarını, cana yakınlığını ve Ahmet Arif’in şiirlerini dinlerken yaşadığı mutluluğu anımsadım. Eylem öncesi ayrılırken söylediği, “Hakkını helal et” sözleri kulağımda yankılanmaya başladı.
Bayılmışım.
Gece yarısı kendime geldim. Arkadaşlar yaramı pansuman etmiş ve beni ateşin yakınına uzatmışlardı. Üşümeyeyim diye kefiyelerini boyunlarından çıkarıp üzerime örtmüşlerdi. Aklım hep Mazlum arkadaştaydı. Her baktığım yerde onu anımsatan bir iz görüyor ve şahadetini kabullenmek istemiyordum. Günlerce kimseye nasıl şehit düştüğünü sormadım. Mazlum arkadaşla beraber yaşadığımız anıları hatırlıyor ve yanımda kimse olmadığı zaman sessiz sessiz ağlıyordum.
Sonradan öğrendiğime göre, son kez yola indiğinde yaralanıyor ve düşüyor. Mevziide bulunan üç bayan arkadaş da Mazlum arkadaşı kurtarmaya çalışırken şehit düşüyorlar. Eylem komutanlarından Delil arkadaş da Mazlum arkadaşı getirmeye çalışırken yaralanıyor ve geri çekilmek zorunda kalıyor.
Mazlum arkadaş o yıl Dersim eyaletinde “Yılın Komutanı” seçildi ve adı bir tepeye verildi. Mazlumun ve Mazlumların öyküsünü dinlemek isterseniz, Munzur suyuna kulak kabartın. Munzur suyu tanıktır.
- Ayrıntılar