Yönümüzü doğrulttuğumuz coğrafyalarda güneşi kucaklarken ve en mütemadi melodileriyle rüzgâr kendisini bize sunuyorken yolumuz düşmüştü, yamaçlarında mor sümbüllerin genzi yakan kokularının eksilmediği Hakkâri dağlarına. Derin vadilerine baktıkça özgürlüğün daha da farklı anlamların içine sürüklendiği böylesi anlarda hem uzaklardan batan güneşin, hem de başımızın üstünden geçen göçmen turnaların görüntüleriyle yolu kat ederek, gecenin içinden yeni hayatları oluşturan adımların dayandığı eşikteki güne merhaba demek, bu toprak parçasında her zaman bende ayrı bir duygunun işgalcisi olmuştur. Önümde yürüyen arkadaş “bu ileride güzel bir su kaynağı var” deyince, durmanın, soluklanmanın yeri olduğuna ikimizin de hareketlerindeki kifayetsizlik karar verme gücünü göstermişti. O su kaynağının başında soluklanıyor ve kaynağın insanın içini serinleten suyuyla yüzlerimizi yıkıyorken, aklıma çocukluğumda görme fırsatına eriştiğim tablolar gelmişti. Evet, hatırladığım kadarıyla çocukluğumun o sisli hatıralarında; her zaman doğa resimleri ve fotolarının özel bir anlamı olmuş ve bu çalışmalar üzerine gördüğüm her eser, beni kendine âşık etmişti. Fakat burada, yani bu kaynağın başındaki mekânda ve tarih akışının bu anında görmekte olduğum o manzara, ne çocukluğumdaki natüre çalışmalara benziyordu, ne de onlar gibi bende geçici sarhoşluğun oluşmasını sağlıyordu. Hakkâri dağlarının yamaçları, yaylaları, binlerce çeşidiyle çiçekleri ve bir ananın halel gelmemiş emeği kadar berrak olan sularına, her bakışımda, dokunuşumda ve yudumlamada tekrar tekrar âşık oluyordum. İşte burada anlıyordum ki; devrimcilik aynı zamanda, doğanın içine, paylaşıma ve insana âşık olmaktı.
Yamaçlardan aşağı süzülen karlı patikaların kenarlarında isyan edercesine başını gökyüzüne dikmiş berfinlerle konuşarak aşağımızda bulunan köye yaklaştığımızda, bin yılların eskitemediği tarih bütün ihtişamıyla kendini önümüze seriyor ve sanki gösterdikleriyle ya da gösterecekleriyle bize “hoş geldiniz” diyordu. Özellikle köyün yukarısından getirilen su kanalı ve köyün orta yerinde bulunan kilise ilk başta dikkatimi çekiyordu. Su kanalına baktığımda, kocaman dağların arasından süzülen devasa bir yılanı andırıyordu. Bazı yerlerinde her ne kadar tahribatlar olsa da, halen de çok sağlam görünüyordu. Yanımdaki arkadaş bendeki şaşkınlığı anlamış olacak ki, “bu köy çok eski bir köydür. Eski zamanlarda Süryaniler buralarda yaşıyorlarmış, yani bu köyü onlar çok eski zamanlarda inşa etmiş ve yaşamışlar” şeklinde açıklayıcı bir cümle kullanmıştı. Köyün orta yerinde bulunan kiliseye doğru adımlarımı atmaya başladığımda, içimdeki heyecanı zor bela kontrol ediyordum. Daha öncesinde arkadaşların anlatımından çok dinlediğim bu kiliseyi, şimdi kendi gözlerimle ilk defa görüyor olabilmenin bütün coşkusunu damarlarımda hissedebiliyordum. Kilisenin yaklaşık 20 metreye ulaşan yüksekliği ve en üstünde bir incir ağacının bulunması dış görünüşte dikkati çeken noktalardı. Daha sonrasında kilisenin içine girdiğimde, ilk başta coşkum ve heyecanım gördüklerim karşısında hüzne dönüştü. Kilisenin içinde sanki kocaman bir köstebek bütün her yeri delik deşik etmişti. Fakat bu kocaman bir köstebekten ziyade yöre halkının arasında bulunan bazı ucuz maceracıların, kendilerince yürüttükleri hazine avcılığının oluşturduğu çukurlar daha doğrusu yaralardı. Bunları yorumlamaya çalışırken, gözlerimi etrafta usul bir şekilde gezdirmeye başladığımda, kilisenin içinde hiç sütun bulunmadığını fark ettim. Fakat yapıldığı zamana göre bu şekilde inşa edilmiş olmasını bir türlü anlayamadığımdan, yanımdaki arkadaşa “nasıl böyle sütunsuz yapabilmişler?” diye sorduğumda, “tavanı yaparlarken, kesme taşlarını kilitlemişler, yani birden fazla taş ustasıyla aynı anda örmüşler, yani hep beraber yapmışlar. Kilit taşları hem onların orada rahat bir şekilde kalmasını sağlamış, hem de gördüğün gibi beraberce bir tarih oluşturulmasına yardımcı olmuş. Biliyor musun, denildiğine göre burasına …………matta diyorlar.” Dediğinde “nasıl yani bu İsa’nın havarisi olan Matta’dan mı bahsediyorsun?” diye sordum büyük bir şaşkınlıkla, “evet, ondan bahsediliyor” demişti.
Şimdi haberlerde “Diyarbakır cezaevinin kapatılacağını” ve yerine komplekslerin yapılacağını duyduğumda, aklım beni yine Hakkari dağlarına, o eşsiz güzelliklere ve Süryani köyüne götürüyordu. Evet, son dönemlerde birçok tartışmaların yaşandığı Türkiye ortamında, böylesi bir kararın alınmasının tamamıyla tarihi silmenin ve toplumsal hafızanın kaybını oluşturmanın dışında bir anlamı yoktur.
Daha öncesinde bir yerlerde okuduğum bir noktaya değinmek istiyorum. 17 yy’de Rusya’da yaşamış ve hafıza-bellek üzerine büyük araştırmalar yapmış ünlü Doktor Korsakoff, hafızasını kaybetmiş insanların, belleğini kullanamayan insanların herhangi bir ölüden farklı olmadığını söylemiştir. Evet, bugün de yürütülen tartışmalarda, oluşturulmaya çalışılan tek taraflı açılım kumpanyalarında, Diyarbakır işkence kalesinin yıkılmasının kararlaştırılmasının gerçek anlamı, Kürt halkına uygulanan bilinçli ve sistemli işkencelerin, yok etme merkezlerinin izlerini taşıyan tarihi nitelikteki yapıları ortadan kaldırarak, sözüm ona sorunun çözümünü geliştirmek diye bir ezbere mantığın yaklaşımı olmaktadır.
Elbette Kürt halkının bunu kabul etmesi mümkün olamaz. Dünyada farklı örneklerinde görüldüğü(Almanya’daki Nazi kampları) gibi bu ve benzeri yerlerin sembolik olarak ve tarihi gerçekliklerin bundan sonraki kuşaklara aktarılması içinde, ilelebet ayakta kalması gerekmektedir. Kürt halkının bu yöndeki mücadelesi yükselen bir seyirle gelişecektir. Aksi takdirde son günlerde söylenilen söylemlerin arasına bol bol sıkıştırıldığı gibi; “birlik, beraberlik projesinin” salt söylemde kaldığı ve gerçek niyetinin ne olduğu daha net bir şekilde gün yüzüne çıkacaktır. Bunun da bölgede, mevzu bahis edilen barış ve birlikteliğe dayanan bir yaşam ortamını oluşturmayacağı kesin bir olgudur.
Şurası çok açık olmaktadır; bir halkın dününü yok ederek, onun yarınını oluşturamazsınız. Eğer dünle ve yaşanılan tüm geçmişle yüzleşir ve bundan gerçek anlamda ve bütün samimi duygularla sonuç çıkarırsanız, bölge barışa ve istikrara kavuşabilir. Yoksa ünlü Doktor Korsakoff’un da belirttiği gibi hafızalarını kaybetmiş ve belleğini kullanamayan Kürtleri oluşturmaya çalışmanın bir diğer anlamı da, ölü Kürt oluşturmak oluyor. Ki bunu Kürt halkının kabul etmesi kesinlikle söz konusu olamaz. Bir halkın varlığını ve onun iradesini, siyasi örgütlülüğünü bu anlamda da, toplumsal hak ve özgürlüklerini kabul etmek, geçmişini, kültürünü yaşamasına izin vermek, gerçek anlamda bu sorunun çözümüne katkı sunan siyaset ve politika olacaktır. Hem tarihe, hem bugüne ve hem de yarına bunu göstermeyen her yaklaşım, Kürt halkını yok etme, imha etme ve öldürme amacını güden yaklaşımlar olacaktır ki; bu da kendisiyle beraber çatışmaların çoğalmasının dışında her hangi bir şey getirmeyecektir.
Toprak Cemgil