Türkçe’de bazı kelimeler var ki onların yaşamdaki karşılığını bulmak büyük keyif verir insana. Mesela, sereserpe yatmak! O kadar çok çağrışımlı bir kelime ki hem her durumu anlatan, hem de anlattığı her durumda gerçeği eksik bırakan bir kelime. Bir adam şimdi uzanmış yanıbaşımda. Kelimenin gerçek anlamıyla sereserpe... Yaşlı ana kıta gibi duruyor. Ben kucağımda bilgisayarım, onun yakın kıyısında Aborjin kıtası gibi duruyorum. Ona yıllardır Aborjin kıtası hikâyeleri anlatıyorum. Her seferinde yaşlı ana kıtanın Himalayalarına benzeyen göbeğinde depremler oluyormuş gibi gülerek dinliyor hikâyeleri.
Uzak kıtanın yakın halkı olan Aborjinleri anlatırken, Kürt masalları ve destanlarındaki atalarının hikâyelerini dinler gibi sevecenlik ve merakla dinliyor. Yine göğsünün sol kafesinden kopup yan kıyıdaki Aborjin ülkesine göç etmiş olan kardeşlerinden bahsederken, sanki onlar hala kalbinin içindeymiş gibi sevgi ve özlemle bahsediyor onlardan. Bu sohbetler zaman-mekân mesafelerinin allak-bullak olduğu duygular dünyası yaratıyor ikimizde de. Size mektup yazacağımı duyan bütün dağlılar gibi sevinçle selamlarını yolluyor. Aborjinleşmiş Kürt ve zaten Kürt olan Aborjin kardeşlerine benim üzerimden selam göndermeleri beni hem onure ediyor, hem de onların selamına içerdikleri bütün anlamları ulaştırabilir miyim kaygısıyla beni tedirgin ediyorlar.
Aborjine çıkmış ya adım, beni bir nevi uzak bir kıtanın yakın temsilcisi olarak görüyorlar. Keşke anlatabilsem Aborjin kardeşlerime, kendilerine kalpleri kadar yakın dağların oğulları ve kızlarının kalplerinin ne kadar Aborjin olabildiklerini. Ve keşke Türkçe’nin sınırlı kelime hazinesinin çok çok dışlarına taşarak anlatabilsem Aborjin ülkesine göç etmiş kardeşlerini ne kadar yakın hissettiklerini. Dünya denen bu gezegende mekân olarak kendilerinden koparılmış her kardeşlerini yüreklerinde nasıl bu kadar ustaca biraraya getirebildiklerini size tam anlatamamanın kaygısıyla yazıyorum her kelimeyi.
İnsanın gerçek ülkesi kalbinin coğrafyasıdır. Ve dağların kalbinin coğrafyasında Aborjin ülkesindeki kardeşlerinin yeri oldukça belirgin. Uzun yıllardır bir kıtayı dağlara ve dağlıların kalbine taşırmanın elçiliğini de yapıyorum bir anlamda. Hani bu elçilik Aborjin ülkesini işgal edenlerin şatafatlı ama taş gibi soğuk elçilikleri kadar olmasa da, Aborjinlerin Avustralya parlamentosunun tam önüne yeşil çimlerin kenarına kondurdukları baraka kadar sıcak ve içten bir temsiliyet kazanmış durumda. Ve emin olun, Aborjin ülkesini sorarlarken bir güne bir gün, işgalcilerin o namı almış yürümüş modern kentlerine dair en küçük bir merak ve ilgi görmedim onların dağ gözlerinde.
Ne zaman söz açılsa ana kıtanın kıyısından uzaklara sürüklenmiş o kara parçasından, ya kardeşleri olan Aborjinlerden ya da Aborjin kardeşlerine karışmış topraklarının kardeş çocuklarından açılıyor sohbetlerimiz. Size bu mektubu yazarken o sereserpe yaşlı ana kıtaya, sizin, kendinizi ne kadar devrimin ve dünyanın merkezinde gördüğünüzü anlatıyordum espriyle karışık. Ve her zamanki gibi zamanın ve mekânın neresinde olursa olsun, kendileriyle birlikte atan her kalbin, evrenin merkezi olduğuna inanan ve kalplerini oraya akıtan bir ilgi ve sevgiyle dinlemesine şaşırmadan edemedim.
Her geçen gün daha iyi anlıyorum bu içinde yaşadığım dağların nasıl bu kadar canlı olabildiğini. Bu dağların kalbi dünyanın dört bir tarafına yayılmış halkların kalbi ile birlikte atıyor. Kalplerinin damarı görünmez bağlarla kendilerini hisseden bütün dünyalıların kalplerine bağlanmış adeta. Nerede bir kalp onları hissederek kımıldasa, kanı onların yüreğine heyecanla yaşam diye akıyor.
Milyonlara ulaşmış bir hareketin temsilcileri olan bu insanların dünyanın öte kıyısı sayılabilecek bir kıtadaki bir avuç kardeşlerinin kendilerine dair tek bir sözlerini bile bu kadar büyük bir coşku ve sevgiyle karşılamalarına anlam veremedim uzun zaman. Şimdilerde onların kalplerinin görünmez damarlarla bir ağ gibi dünyayı sararak kendilerine dair en küçük ilgi ve sevgi zerreciklerini toplayarak koskocaman bir kalbe dönüştürebildiklerini görebiliyorum. Ve o kadar hassasiyetle koruyorlar ki kurdukları bu bağları, hani kalbinizin bir damarı kopsa ya da bir damardan kalbinize kan akmasa çalışmaz olur ya kalbiniz, onların da bağları tamamen böyle örülmüş. Tek bir bağın bile ne kadar yaşamsal değerde olduğunu, kalbim onların kalbine karışınca daha iyi anlıyor ve görebiliyorum.
Şimdi bu satırları size yazarken Zağrosların en asi mekânlarından, kelimeleri aşan o bağı kurabilir miyim diye telaşlanıyorum bir taraftan. Ama bir tarafım da, zaten kalbimin damarlarının Aborjin topraklarından hiç kopmamış olmanın rahatlığında kelimeler ötesi ulaşmaya çalışıyorum sevincindedir.
Onları size taşırmanın sevincine ,sizleri dağların ve dağlıların kalbine taşırma sevinci ile bütünleştirerek yazıyorum. Bir tarafım kalbime dağları sığdırmanın coşkunlukla taşan heyecanındayken, bir tarafım o uzak kıtaya kalbimin damarlarından bir köprü döşüyebilmiş olmanın mutluluğu ve sevincindedir. Belki bazen yarı şaka ‘siz dünyanın merkezi değilsiniz’ diyordum ya, şimdi size rahatlıkla diyebilirim ki, bu dünyanın merkezi sizin dağlarla ve dağlılarla birlikte atan yüreklerinizdir. Çünkü dağların merkezi zaman ve mekânın ötesinde, onlara hayat veren ve onlarla birlikte atan kalplerin damarındaki kanın tek bir hücresidir bazen.
Ve şimdi sizi dağlarda dağlılarla birlikte anmanın keyfini yaşarken bir yanım, bir yanım tek tek her birinize ulaşamamış olmanın burukluğundadır. Aborjin toprakları benim için sadece sürgünlük yurdum değildir. Ben o topraklarda Sydney denen o kentin meydanında ateşten doğurdum kendimi. Belki de ondandır bir yanım Şerevdinlerin koçer çocuğuyken, bir yanım Aborjin yurdunun Aborjin çocuğudur. Ve belki bu yüzdendir bir yanım, Zağros dağlarında Şerevdîn’ini bulmanın huzurundayken, bir yanım, Aborjin ülkesinde sürgün olmanın burukluğundadır.
Bir yanım bütün dağlıları birer Bêrtî koçeri gibi kucaklamanın sevincindeyken, bir yanım Aborjin kardeşlerime misafirliğe gitmiş sürgün kardeşlerimin özlemindedir. Kalbimin bir yanı Zağrosların uçurumlarında kelebek çırpınışlı sevinçlerdeyken, diğer yanı bir kangurunun kesesindeki yavrunun şaşkınlığında ve çocukça hüznündedir. Bir yanım doğduğum toprakların bağrında olmanın halayındayken, bir yanım ateşten doğuşuma tanıklık eden kardeşlerimin hasretindedir. ..
Umarım aklımı bir kenara koyarak sadece kalbimde yankılanan kelimelerle size ulaştırmaya çalıştığım bu mektubu hepiniz okursunuz. Ve eğer umduğum gibi şu anda bu mektubu okuyorsanız, eksik ifadelerimi dağları kelimelere sığdıramama çaresizliğime vermenizi diliyorum. Kaldı ki sizinle paylaştığım duyguları kelimelere dökülmeksizin anlayabildiğinizi kalbimin çırpınışları bana hissettiriyor.
Eğer bugün bu dağlarda bir devrim fırtınası esiyorsa, emin olun ki bu bir kelebek devrimidir. Dünyanın dört bir yanındaki kalbi kelebek insanların kalp çırpınışlarının rüzgârı, Kürdistan dağlarının asiliklerinde bir fırtınaya dönüşüyor.
Bu dağlara dair kalbinizdeki her duygu, dilinizdeki her kelime, hayatınızdaki her eylem dağların kalbine akan kan damarlarıdır. Kelamın ötesinde kalplerimiz arasında kurulu olan en kadim köprüler bizi birbirine bağlayan hayat damarlarıdır. Bu damarlardan duygu ve düşüncelerimiz her hangi bir biçimde ve her hangi bir vesileyle akmaya devam ediyorsa, bilin ki dinmeyecektir bu fırtına. Ve yine bilmenizi isterim ki, kalplerinize dağları ne kadar sığdırıyorsanız, siz de o kadar dağların kalbinde atan hayat damarlarısınız.
Bu mektup vesilesiyle Aborjin topraklarında yaşayan bütün kardeşlerimi dağların kelebek çırpınışlı kalbinin heyecanı, özlemi ve sevgisiyle kucaklıyorum. Sizler dağların kalbisiniz. Umarım kalbiniz dağlarla dolar. Ve bugüne kadar uzak bir umut diye kalbimizde taşıdığımız herşeyin adım adım gerçekleşmesine sizin de katılmanızın yolları açılır bir gün. Umarım bugün dağlardan başlayıp ülkemizin dört bir yanında ve halklarımızın bulunduğu bütün zaman ve mekânlarda özgür bir yaşama dönüşen hayatlarımızın her şeyiyle bütünleşeceği günleri birlikte yaşarız.
Kalplerimizin görünmez damarlarından birbirine akan duygu ve düşünceleri, birbirimizin gözlerine bakarak kelama dökmenin bir gerçek olduğu günlerdeyiz. Paylaştığımız sevinçleri dağların dilanlarında el ele paylaşmanın, özlemimiz olan özgür topraklarda Amed surlarında bir ADALI’nın sesinde ve soluğunda, kulaklarımızdan kalbimize aktığı günleri kelebek heyecanında yaşayacağımız zamanların geldiğine olan inancımı paylaşmak isterim. Bu inanç, duygu ve düşüncelerle hepinizi tekrar ve teker teker kalbimin yanık göğüs kafesine bastırarak kucaklıyorum...
Sevgilerimle!
Zağroslardan ...
Jêhat Bêrtî
- Ayrıntılar
Cennet kavramını tüm dinlerde görüyoruz. Kimileri Paradis diyor, kimileri Cennet, kimileri Dilmun derken birçok farklı isimlendirmeyi hayal edilen, ulaşılmak istenen ve uğruna ölümler göze alınan yerler için kullanıyor.
Cennet bu bağlamda tüm toplumların hafızalarının önemli bir parçası oluyor. Bunun içindir ki birçok toplumda bu hayal edilen yerin adlandırılması insanlara, özelde de kadına veriliyor.
Cennet sadelik oluyor, güzellik oluyor, ruh dinginliği oluyor, iyilik, doğruluk, temizlik, eşitlik, özgürlük, kardeşlik ve tabii ki paylaşımcılık oluyor. Bizim kullanmayı sevdiğimiz deyimle komünal yaşamın sürdüğü mekanlar oluyor. Tarihin tüm ilk direnişlerinin güçlü cennet arayışları hep bundan olmuştur.
Şair böylesine bir mekanı dilinden, kaleme kaleminden de kağıda dökerken boşuna:
“Tut ki..
Zaman adlı çizginin bir x noktasında
Ellerimle göklerine pençe pençe yıldızlar astığım dünyadayız.
Her köşe başında bir çeşme
her çeşmeden oluk oluk akan sular
Ve suların başında Hep bir ağızdan ipek bir yumak sarar gibi türkü söyleyen kızlar...
Ne Neron, ne Sezar, ne Hitler, ne Mussolini, ne Hiroşima…
Yasamızda, Kilit vurulmuş yasak kapıları kırmak yok, Açmak var
Suları gürül gürül akıtmak var
Ve tüm insanları İnsanca yaşatmak var.
Yasamızda Kan barut ateş ölüm Yok
O l m a y a c a k
Özgürlük ve kardeşlik var” dememiş.
Yukarıda şairin dile getirdiği ütopyalarda özlenen bir Cennet tasviridir.
Cennet yani Nucan Nurhak yoldaşta insanın rüyalarını, hayallerini ve ütopyalarını böyle dolu dolu süsleyen, kendisini özlenen kılan bir PKK militanıdır. Cennet gibi saf, cennet gibi temiz, cennet gibi güzel, cennet gibi iyi, cennet gibi doğru ve tabii ki cennet gibi Cennet bir yoldaş…
Nucan yoldaş 26 ağustos 2005 yılında yani tam 8 yıl önce aramızda ayrılarak, şehitler kervanına katılmıştır.
Onu tanıyanlar için bu geçen 8 yıl, 8 bin yıl gibi geliyor. Çünkü verdiği acı çok mu ama çok derinlere işlemiştir. Bir yandan böyle ağır bir acı verirken diğer yandan sanki 8 saniye öncesine bizden ayrılmış gibisine de acısı taze…
Nucan yoldaşı şahadet yıldönümünde anarken sadece acılarımızı yenilemiyoruz, aynı zamanda Devrimci Halk Savaşının öncü komutanlarından birisi olmasından dolayı büyük bir saygıyla anıyoruz.
O Dersim’e doğru yönünü verirken henüz Devrimci Halk Savaşımız birinci yılını yeni doldurmuş ve ikinci yılına adım atmaktaydı. Nelerin olup biteceği henüz kestirilememekteydi. Hatta 23 ağustos 2005 günü TC devletinin MGK toplantısında topyekün savaş kararı aldığı günlerdi. Yani Kürtlerin topyekün hedeflenerek yok edilmek istendiği tarihi bir kesitti.
Evet, Nucan yani Cennet Dirlik yoldaş böylesine bir ortamda yüzünü Dersim diyarlarına verirken, talihsiz bir şekilde Beşiri ovasında TC devletinin vahşice saldırısına maruz kalarak bir gurup yoldaşıyla birlikte şehitler kervanına katılmıştı.
Dersim yolculuğuna çıkmadan önce: “Her HPG gerillasının yüreğinin bir kenarında bir gün Dersim dağlarının zirvesine çıkma tutkusu vardır. Dersimi hep isyan, direniş kalesi olarak ele aldım ve geçmiş tarihte bunun somut örnekleri ile doludur. Mevcut aşamada bizim acımızdan stratejik önemi olan büyük bir mevzi” diyerek gidişinin ya da neden gitmesi gerektiğinin gerekçeleri kendisi açısından en yalın bir halde anlatmaktaydı.
Dersim ve ülke sevdası Nucan yoldaşta öyle doludizgindir ki bir başka mektubunda ise: “Ülkemin güzelliklerini görmek, yaşamak ve hissetmek gibi bir hakkım olduğuna inanıyorum” demiş ve özgürlüğe ve ülke olan hasretini en dokunaklı kelimelerle dile getirmiştir.
Dersim dağlarına gitme istemine örgüt onay vermeyince duygularını: “İnsanların istemlerine ket vurmanın, özgürlüğüne de ket vurmak olduğunu düşünüyorum” diyerek sitemlerini ve eleştirilerini alenen yapmıştır.
Özcesi Nucan yoldaş tam bir ülke hasretiyle yanıp tutuşurken onun neden soyadını Nurhak yaptığını ise: “Biliyorsun, Nurhakların bende çok ayrı bir yeri vardır. Nurhaklar benim yüreğimde gizli bir sevdadır" diyerek anlatmıştı.
Nurhaklar gerçekten de Nucan yoldaş için bir sevdadır, hem de çok büyük bir sevda. Nurhaklarda onun en çok hayran olduğu ve Kürtçe ‘de pısmam dediğimiz yani amcaoğlu dediğimiz, amcasının oğlu Sabri yani Şıho Dirlik yoldaşın şehit düştüğü mekanlardır. Sabri yoldaş tüm ailenin de değil tüm sülalenin de her zaman kendisine çizgi olarak esas aldığı bir Apocu militandı. 1980’ler öncesi Apocu olmuş, zindanda yıllarca işkenceler görmüş, Avrupa’ya örgüt tarafından gönderilmiş ve yeniden ülkeye dönerek 1993 yılının 29 Temmuz’unda Nurhakların ayaklarında, dibinde bulunan Engizeklerin Şahinkayası’nda yoldaşlarıyla birlikte şehitler kervanına katılmıştır.
İşte Nucan yoldaşın Nurhak sevdası budur. Dersim’e yolculuk aynı zamanda Nurhaklara uzanacak bir köprüdür. Ayrıca da tabii ki her gerillanın rüyasında, hayallinde yaşadığı direniş kalesinin ta kendisidir.
İşte Nucan yoldaş TC faşist devletinin topyekün savaş kararı aldığı günlerde yönünü Dersim’e çevirmiştir. Başkan Apo’nun “bana bağlı olanlar yönünü Botan’a, kuzeye versinler” dediği bir zamanda Nucan yoldaş hiçbir tereddüt göstermeden yönünü Kuzey’e vermiştir. Nucan’ın Nucan yapan en büyük gerçeklik bu militanca duruşunda saklıdır. Çünkü “bir militan militanlığının gereklerini gerekli yerde yapmalıdır” diyen Erdal yoldaşın da iyi bir takipçisi olabilmek için militanın görevlerine sarılarak yollara düşmüştür.
Nucan yoldaşta kendisinin üzerine düşeni yapma bilinciyle faşizme karşı direnişi daha da kökleştirmek için yönünü Kuzey sahalarına vermiştir.
Ve faşizme karşı yönünü, yüzünü çevirerek direnişin tam ortasında yer almanın sonuçları bugün hepimiz birlikte görüyoruz. Gürül gürül akan bir halk, her zamankinden daha büyük ve dik bir duruş, yeniden yeşeren bir umut ve de dimdik ayakta duran bir özgürlük mücadelesi.
İşte bu durum Nucan yoldaş gibi yüzlerce PKK militanı yoldaşın Önder Apo’ya gösterdikleri bağlılıkların sonucu ortaya çıkan bir gerçeklik olarak bugün daha iyi görülüyor.
8’inci şahadet yıldönümü yaşadığımız bu günlerde onunla hem yoldaşlık yapmış, hem onunla yakın kan bağı içerisinde olan biri olarak her zaman, tüm mekanlarda onun anısına bağlı kalacağımı, kalacağımızın inancı ve kararlığıyla yeniden ama bu kez daha güçlü bir şekilde “şehitlerimiz geçmişimiz, bugünümüz, geleceğimizdir” diyerek onların yolunda asla şaşmayacağız.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Erdal yani Engin Sincer yoldaşı şahadetinin onuncu yıldönümünde anarken, onun şahsında tüm Kürdistan ve devrim şehitlerimizin anılarının önünde saygıyla eğiliyoruz.
Erdal yoldaş tam on yıldır fiziken aramızda yok. Aramızda fiziken olmasa da her zaman yanımızda ve ruhumuzda yaşıyor. Özgürlük mücadelesine yeni katılan birçok genç bugün Erdal’ın ismini taşıyor. Kimisi Sincer oluyor, kimisi Engin ve kimisi de Erdal oluyor. Yine birçok gerillanın ikinci isimleri de Erdal, Engin ve Sincer oluyor. Erdal’ın içimizde güçlü bir şekilde yaşadığı, yaşatıldığının en güçlü işaretlerinden bir tanesi budur.
İkinci ve belki de birincisinden daha etkili olan ise Erdal yoldaşın düşüncelerinin, inandıklarının bugün Kürdistan’da ve özgürlük dağlarında daha güçlü ve etkili bir şekilde yaşatılmış olması gerçekliğidir. Bugün özgürlük gerillası her zamanınkinden daha güçlü. Dağlar, özgürlük dağları daha dolu. Umut zirvede. Yine Kürdistan halkı ve Kürdistanlı halklar daha büyük umutlarla yarınlara bakıyorlar. Daha büyük kitlesel katılımlarla kendileri olmak için meydanlara çıkıyorlar.
Diğer önemli bir husus ise Kürdistan devriminin somut olarak ete kemiğe bürünmüş olmasıdır. Zamanında Erdal’ın dediği gibi; “militan militanlığının gereklerini yapmalı” gerçeği az bir şey hayata geçirildiğinde Rojava’da görüldüğü gibi büyük destanlar yaratılması hiçte gerçek dışı değildir.
Evet, Erdal yoldaşı anarken, onun yapmak istediklerinin ne kadarını yapıp yapmadıklarımıza bakarak ona olan bağlılığımızı, hayranlığımızı, onun yol arkadaşı olup olmadığımızı tespit edebiliriz.
Dönüp geçmiş on yıla baktığımızda özgürlük mücadelesinde ileriye dönük çok daha büyük mesafeler kat ettiğimizi söyleyeceğimiz gibi, birçok ihanetçi ve haini ise hak ettikleri yerlere gerisin geriye itildiklerini rahatlıkla dile getirebiliriz. Ve tabi Erdal’ın en çok emekler sarf ettiği Avrupa’da da birçok değerli değerin ortaya çıktığını da söyleyebiliriz. Hele KNK’nin yıllık kongresinin her zamankinden çok daha geniş katılımlarla gerçekleştiğini Erdal yoldaş görmüş olsaydı, muhakkak ki çok sevinecekti.
Belki de Erdal yoldaşın en çok istediği gerçeklik; ulusal birlik çalışmaları olmuştur. Öyle ki Erdal yoldaş nerede olmuşsa olsun, nerede ve hangi sahada çalışmış olursa olsun yaptığı ilk iş kesinlikle parçalanmışlığa karşı güçlü duruşu olmuştur. Bu karşı duruşunu öncelikli olarak kendi şahsında aşmanın yollarını aramıştır. Ve kendi şahsında parçalanmayı aşmanın ilk işi ise Kürtçe dilinin farklı lehçelerinde kendini dile getirebilme gerçekliğidir. Yine Kürtçeyi iyi kullanabilme gerçekliğidir. Erdal yoldaşla çalışanlar bilirler ki o nerede ve kiminle çalışırsa çalışsın kendi kişiliğinde herkesi bir araya getirebilmiş.
Örneğin Erdal yoldaş Botan’ın en sert coğrafyası olan Uludere’de çalışmalardayken yurtseverliğiyle bilinen Guyan aşiretinin dilini harfiyen kullanmıştır. Benzer bir şekilde ise Agitlerin diyarı olan Gabar’dayken de Şırnakların dilini çok güçlü bir şekilde kullanmıştır.
Erdal yoldaşla kalanlar birde bilirler ki Erdal yoldaş sadece dili kullanmaz o aynı zamanda bulunduğu alanlarda çok güçlü bir şekilde halkımızla en ileri düzeyde ilişkilerde kurar. Botan’da bunun böyle olduğunu onunla gerillacılık yapan her yoldaşı iyi bilir. Ancak bunun böyle olduğunu onunla Avrupa’dayken diplomasi çalışmalarında yer alanlarda bilir.
İşte bu herkesle, her dilde, her kültürde bir araya gelebilmek onun ulusallaşma düzeyiyle bağlantılı bir gerçeklikti. Erdal’ın en büyük hayali ulusal parçalanmaya son vererek, ulusal birlik çalışmalarına vererek ulusal birliği sağlamaydı. Ve bugün her ne kadar çeşitli düzeylerde halen sorunlar olsa da, Amed, Ankara, Avrupa’da yapılan konferanslar ve de Hewler’de yapılacak olan Kürtler arası geniş konferansla önemli bir mesafe alınmış olacaktır. Dört parçada insanların, örgütlerin, aydınların, sanatçıların bir araya gelerek bir çatı altında toplanacak olmaları ilk kez gerçekleşecek olan bir hayalin gerçekleşmesi olacaktır.
İşte bunun için diyoruz ki, Erdal’ı onuncu şahadet yıl dönümde anarken onun gerçekleştirmek istediklerine bakarak, ona yaraşır bir yaşam ve mücadele yürütüp yürütmediğimizi tespit edebiliriz.
Bizler onun yol arkadaşları, silah arkadaşları ve özelde de onun küçüklük, gençlik ve dava yoldaşı olarak-eksiklerimiz olsa da-ona her zaman layık olabilmek için yaşamaya çalıştığımızı dile getirebiliriz. Onun anısına her zaman bağlı kalarak mücadeleci olduk.
Aynısını Erdal’a layık olması gerekenlerden, olmak isteyenlerden, ona yakın olanlardan, çevresinden, ona hayran olmuş olanlardan, onun ismini taşıyanlardan, tüm Pazarcıklardan, Alevilerden, Kürdistanlılardan istemek, beklemek hakkımız olduğu gibi böylelerini daha sağlıklı bir şekilde Erdal’a layık olmaya çağırma görevimiz olduğunu da ek olarak belirtelim.
Erdal yoldaşı onuncu şahadet yıl dönümünde anarken yine ama bu kez daha derinlikli bir şekilde diyoruz ki:
“YAŞAMAK SENİ
Rüzgârların esintisinde
Nehirlerin çağlayışında
Güneşin ışınlarının tenime sıcak dokunuşunda
Çiseleyen yağmur taneciklerinin yüzümü sıyırışında
Çocukların saf gülüşlerinde
Anaların dokunaklı çığlıklarında
Sevdam diye bildiğim kadınların gözyaşlarında
Ay’ın şavkını toprağa vurduğu
Her anda hep yaşayacağım seni.”
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Bizler var olan bir dünyanın içine doğduk. Bu var olanın içine doğmak bizim irademiz dışında bir doğuştur.
İnsan toplumsal bir yaratıktır. Toplumsallık bir olgu olarak inşa edilmişliktir. İnsanların yaratımıdır. İnsanların çabalarıyla tarih içerisinde süzülerek gelen bir yaratım.
Tarihin belli bir sürecinden sonra bu inşa edilmişlik insanın doğasına karşıt bir seyir izlemiştir. Doğasında toplumsal yani ortakçı olmak, şefkatli, sevgi ve kendi içerisinde uyumlu olmak zorunda olan bir insan dünyası giderek kirletilmiştir. Kimisi buna birinci kırılma diyor. Yani insanlığın kirlenmeye başladığı tarihin başlangıcı. Ortakçı, komünal, boyun eğmeyen insanın-ki bu bir kültür olarak yeşermiştir-kaybetmeye başlamasının da adıdır.
Kimisi buna ilk ezilen sınıf olan kadının tahakküm altına alınması diyor. Ve kimisi de bunun peşinde sınıfların ortaya çıkışıyla özel mülkiyetçi maddi dünyanın oluşmasıyla ruhsal olarak insan uyumunun bozulması diyor. Böyle sıralamaya devam edebiliriz.
Ezilen ilk ulus olarak kadınlar, ardından baskılanmış bir insanlık ile tüm maddi değerlere bir kesim adına el konulmayla gelişen yeni kültür ya da kültürleşmeyle insanlık o gün bugün boğuşuyor.
Bu yeni komünaliteden uzak kültürleşmeye biz tahakkümcü kültür diye isimlendirelim. Tahakkümcü iktidarcı kültürün kendisini en iyi kurumlaştırdığı yer ve organa biz devletçi zihniyet diyelim.
Tahakkümcü kültür, iktidarcı ve devletçi zihniyet esasen insanın cüceleşmesi üzerine büyüyen bir yapılanmadır. Bireyler ne kadar küçülmüşlerse orada tahakkümcü ve devletçi zihniyet o kadar büyümüştür. Tersi de doğrudur, tahakkümcü ve iktidarcı zihniyet ne kadar büyümüşse insan da o kadar küçülmüştür.
Bu kültürü bugüne vuracak olursak, kendisinden oldukça uzak, kendisine güvensiz, korkak, ürkek, ikiyüzlü, çıkarcı, içi ile dışı bir olmayan, boyun eğmeci, kompleksli, taklacı, boş hayalci, yaranmacı, yalaka, psikolojik olarak hasta, ruhen sakat ve tabii ki kendisine yabancılaşmış bir kişilik.
Bu yukarıda sayılanlar kapitalist modernitenin bireylerde yarattıkları hastalıklardır. Bireylerin niyetlerin çok ötesinde var olan genel toplumsal vakalardır. Birilerinde bunlar çok olur ya da az olur, hiçte fark etmez. Önemli olan sınıflı toplumun tüm insanlığı kirlettiğidir. Denile bilir ki hiç mi temiz insan kalmamış? Kalmış olsa da bunlarda bir elin parmak sayısı kadar vardır ya da yoktur. Ya da soruyu tersten soralım, bir kendimize bakalım…
Gerillayı tanımlamak istiyorsak ilk elden komünal olandan, ortak olandan, kendine güvenenden, kendisiyle barışık ve uyumlu olandan, insanlığı sevenden, geleceğin mutlu yarınları için kendisini feda eden kültürden uzaklaştıran kültüre karşı bir başkaldırı hareketi olmasıdır.
Gerilla bir kere boyun eğmeye gelemez. Zaten gelemediği için dağların doruklarına çıkmıştır.
Gerilla içi ile dışı çelişik olamaz. Zaten olamadığı için dağların doruklarını kendisine mesken seçmiştir. Bir gerilla sözüyle eylemi bir olan, sözü ile özü bir olan kültürün kendisidir.
Gerilla hor görmelere, hakaretlere uğramalara karşı kendi olma mücadelesi olarak yeniden kendisiyle buluşan kültürdür.
Gerilla toplumda-bunlar kimler olursa olsun ve niyetler neler olursa olsun-küçük görmelere, değersizleştirmelere, saygısızlıklara karşı yükselen ve haykıran özgürlük çığlığını açığa çıkaran kültürdür.
Gerilla adaletsizliklere karşı ilk toplumdan bugüne bizim içimizde kalan adalet arayışının ta kendisidir. İlk eşitlik, özgürlük ve kardeşlik sloganlarıyla paylaşımcılığı dorukta yaşayan tanrıçaların kültürlerine doğru akan kültürdür.
Gerilla ilk tahakkümcü toplumda köreltilen sevginin yeniden sevgi olabilmesi için, çıkarlardan uzak, menfaatleri düşünmeden kendisi adayan kültürdür. Özveri kültürüdür.
Özcesi Başkan Apo’nun deyimiyle “Dar anlamda kültür bir toplumun zihniyetini, düşünme kalıplarını, dilini ifadelendirirken, geniş anlamda buna maddi birikimlerinin de (ihtiyaçları gideren tüm araç gereçler, besin üretme, saklama, dönüştürme biçimleri, ulaşım, savunma, tapınma, güzellik araçlarının toplamı) eklenmesini ifade eder.”
Gerilla kültürü ise yeniden yaratılmak istenen geleceğin çağdaş yeni insanın tüm özelliklerini bugünden kendi şahsında yaşayarak geleceğin aydın günleri için bir toplum inşasıdır. Yaratılmak istenen üstün insanın tüm zihniyet kalıplarını bugünden-en zor şartlar altında-bir halkın geleceği için yaşamaktır.
Gerilla bu bağlamda, ilk insanların yaratımı olan eşitlikçi, adaletli, özgürlükçü, paylaşımcı, komünalcı, ortakçı, dayanışmacı, kadın rengiyle oluşmuş olan şefkatli yaşam kültürünün kendisidir.
Bu bağlamda gerilla yeni bir kültürel kimliktir. Başkaldıran kültürün kimliği, boyun eğmeyenlerin kimliği, kendilerine, kaderlerini ellerine alacak kadar güvenlerin kimliği ve kültürüdür.
Böylesi bir kültür bugün Kürdistan dağlarında yaratılmışken ve de daha da derinleştirilirken bundan uzak kalmak sadece ve sadece büyük bir talihsizlik olabilir. Bu talihsizliği aşmak için gençler bir an evvel dağların ortaklaştırıcı tanrıça kültürüyle buluşalım.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
1972 Malatya merkez doğumluyum. Adım Zeynep Kınacı’dır. Aslen Malatya merkeze bağlı Elmalı köyündenim. Çevrede Mamureki aşireti olarak tanınırız. Malatya İnönü üniversitesi rehberlik ve psikolojik danışmanlık bölümünden mezun oldum. Saflara katılmadan önce Malatya devlet hastanesinde röntgen teknisyeni olarak çalışıyordum. Evliyim. Eşim Amed’in Eğil ilçesine bağlı Xılya köyündendir. Kendiside üniversiteden aynı bölümden mezundur. 1995 kışında Adana’da cephe faaliyetleri yürütürken düşmana esir düştü. Ailemin geçim durumu orta hallidir. Ailemin sosyal yapısı bir yanıyla feodal etkileri taşırken, bir yandan da küçük burjuva Kemalist anlayışı hakimdir. Belli ölçülerde serbest yetiştirildim. Akraba çevrem ve köyümüz yurtsever değildir. ancak gençlik kesimi içinde sempati vardır. Kardeşlerimin mücadeleye sempatileri vardır. Eşimin ailesi ise ekonomik olarak zengindir, feodal bir aile yapıları vardır, yurtsever değildirler.
Lisede okurken sol düşüncelere ve Kürtlüğe ilgim gelişti. Yaşamı irdelemem bu yıllarda başladı, ancak her hangi bir çizgiye yakınlık duymadım. Üniversite yıllarında sol düşünceler arasında bir netleşme ve özellikle PKK’ye bir sempati gelişti. Kürtlüğe ilgim ailemin geri bir temelde de olsa, ulusal özelliklerini belli ölçülerde taşımasından kaynaklıydı. Yurtsever arkadaş ortamı örgütlü değildi. Öncülük yoktu. Yine ailemin ekonomik sorunları gibi sebepler uzun süre netleşmemi engelledi. Süreç içinde belli bir netleşme ve olgunlaşma sonucu saflara katıldım.
1994’te Adana’da cephe faaliyetleri yürütmeye başladım. Bir yıl kadar bu faaliyetlerde kaldım. Ciddi bir eğitim sürecinden geçmedim. Ardından yönetim düzeyinde yakalanmaların olmasından dolayı yeterli bir desteğin sağlanmaması, bireyi sivilleştiren etkisi yine kişilik dönüşümümü yapamamam gibi nedenlerle aslında çok istekli olmama rağmen fazla bir gelişme ve başarı sahibi olamadım.
1995’te dersim’de ARGK saflarına katıldım, süreç içerisinde geçmişe oranla kendim, kişiliğimi, tüm yönleriyle tanıyarak belli bir gelişmeyi sağladım. İddia kararlılık, moral ve netleşme gibi konularda güçlendiğimi belirtebilirim.
Partimiz PKK öncülüğünde gelişerek tüm insanlığa mal olan ve giderek ezilen halkların yüce sosyalizm yolundaki tek umudu haline gelen mücadelemiz bir bütünen ulusal yok oluş sürecini yaşayan, soysuzlaşmanın eşiğine getirilmiş bir halkı tarihte ilk defa yücelterek hak ettiği yere getirmiştir. Böylesi ulusal değerlerini, beynini, ruhunu, öz kimliğini düşmana kaptıran bir halkı yeniden diriltmenin ağır görev, sorumluluk, tarihi bilinç, üstün öngörü, büyük cesaret, fedakarlık ve yüce azim gerektirdiği açıktır. yurtseverlik rolünden uzak düşmana tabi, vatansız, tarihi egemenler tarafından yazılan, gerçek aydınlarını ve önderlerini istenilen düzeyde çıkaramayan yitik bir ülke ve halk gerçekliği karşısında PKK ve onu var eden Başkan APO, aleyhte gelişen bir gelişmeyi ters yüz ederek sadece kimliği değil, beyni de egemenler adına çalışan, ona hizmet eden, onun için savaşan, giderek hayvanlaşmanın eşiğine getirilen ve emperyalizmin de hizmetine sunulan Kürt halkını ölüm uykusundan uyandıran, direten kendi özgürlüğü için savaşan, savaştıran bir konuma getirmiştir. Büyük Kürt şairi Ahmedê Xanê “eğer bizimde dürüst, namuslu önderimiz olsaydı, Arapların, Acemlerin ve Türklerin kölesi olmazdık” diyor. Kendi bireysel, ailesel, aşiretsel çıkarlarını esas alan, ulusal gerçeklikten kopuk, Kürdistan tarihindeki sahte önderlerin varlığı bu lanetli gerçeğin uzun bir süre devam etmesine neden olmuştur.
Her halkın tarihine baktığımızda özellikle devrim süreçlerinde mücadele veren, başarıya ve kurtuluşa götüren, yaşadıkları döneme damgasını vuran önderleri vardır. Tarih, öndersiz hiçbir ulusal ve sınıfsal hareketin gerçek anlamda başarıya gitmediğini doğrulamaktadır. Önder, yaşatılmak istenen yenilik ve gelişmeleri en üst düzeyde temsil eden, yani yaşamını bir halkın kaderinde bulan o halkın acılarını, duygularını taleplerini en derinden yaşayan ve kurtuluş için pratik görevleri en üst düzeyde omuzlayandır.
Hayati gerçekliği olmayan, her alanda bitirilmiş hiçbir halkla kıyaslanamayacak kadar kendisine yabancılaştırılmış, ulusal, kültürel, sosyal, siyasal değerleri sömürülen bir halk gerçekliği karşısında kuşkusuz PKK Önderliği çok farklı olmak zorundadır. Bu anlamda Parti Önderliği birçok yönüyle daha özgün, daha yeni, daha gelişkin, yaşamıyla yaratan ve kendi yaşamını adeta koskoca bir insanlığın yaşamına adayan bir durumdadır. Belirleyiciliği ve önemi bu noktada kesin ve tartışmasızdır.
Dünya devrim tarihine baktığımızda gerek ulusal, gerekse sınıfsal kurtuluş mücadelesini veren halkların devrimin gerçekleşme olanağını yaratan tarih; sosyal, Kültürel, sınıfsal bir zemini ve birikimi vardır. Ulusal inkar yoktur. Kişilik sorunları bizdeki kadar derin değildir. tarihleri bizdeki gibi çarpıtılmamıştır. Kadın cinsi bu kadar sömürülmemiştir. Dini olgular bizdeki kadar kesinlikle kötü tarzda işlememiştir. O halkların mevcut konumlarına tepkileri vardır. Önderlerinin güç aldıkları az çok aydınları vardı. Kürdistan devriminde ise bu belirtilen hususların tümü bitmiş durumdaydı.
Parti Önderliği çok zayıf bir gerçeklikten yola çıkmıştır. Din sorununa, kişilik sorununa, kadın ve aile sorununa yaklaşımı oldukça özgün ve bilimseldir. Rus devriminin önderi Lenin bile kadın sorununun çözümünde oldukça yüzeysel kalmıştır. Kadının ordulaşması, gerçekleşen kadın Konferansı ve Kadın Kongresi dünya devrim tarihinde ilk kez bizde gerçekleşmiştir. Parti Önderliğinin yaşam tarzı, fedakarlık, cesaret, derinlik, duyarlılık, zeka, öngörü, yorumlama gücü, bağlılık, bilimsellik, tecrübe, birikim düzeyleri hiçbir önderlikle kıyaslanamayacak boyuttadır. Olayı ele alış tarzı dogmatik değildir. Parti Önderliği Kürdistan gerçeğini, dünya devrimlerini çok iyi tahlil edip sonuç çıkarmış ve Kürdistan devriminin özgünlüğünü ortaya çıkarmıştır. Taklitçi, kalıpçı, dogmatik bir tarzda değil, oldukça yaratıcı bir tarzda ele almıştır. Gerçekleşen sosyalizmi çok iyi tahlil etmiş ve kendi halk gerçekliğine uygun bir tarzda uyarlamıştır. PKK, Parti Önderliğinin şahsında ifadesini bulmuştur.
Kürdistan tarihinde sağlanan bu gelişme, onun emeği, onun gelişmesidir. Kendisi sevgi kaynağı birleştirici ve bütünleştiricidir. Kendi şahsında yeni insan tipini-profilini çizmiştir. Bir insanın ne kadar gelişebileceğini kanıtlamıştır. Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesinde bu günkü düzeyi “Partileşelim, Ordulaşalım, Cepheleşelim, Zaferi kazanalım” şiarına denk düşen, bütün tali sorunları bir kenara bırakarak, bütün Kürt halkıyla düşman gerçeğine doğru yaklaşma temelindedir. Gelinen noktada hemen hemen bütün Kürt halkıyla beraber milyonlarca insanı sıcaklığıyla saran, ulusal kurtuluş devrimine ve sosyalizmin hizmetine koymuş, faşist Türkiye Cumhuriyetini askeri, siyasi, kültürel, ekonomik her konuda geriletmiş, çözümsüz bırakmıştır.
Zaferin yönlerini yaşadığımız yeni süreçte halkın kurtuluş umutları olan bizlerin Parti Önderliğimizin yaşamı, düşünceleri ve mücadelesine yakışır bir biçimde dönemsel bütün görevlerimizi en iyi bir şekilde yerine getirmemiz gerekiyor. sıkça tekrarlanan küçük burjuva, köylülük, feodal arayışların kişiliklerindeki yer etmişliği, düşmanın şekillendirmesi, özel savaşın etkileri ve buna benzer gerekçelere sığınarak çeşitli öz eleştirilerin bizleri ilerletmediği açıklık kazanmıştır. Verilecek en iyi bir öz eleştirinin doğru bir pratikten geçtiğine inanıyorum. Düşman top yekûn üzerimize geliyor. Bizimde olanca gücümüzle düşmana yüklenmemize, özgürlüğün bedelini en kararlıca ödeyeceğimizi düşmana hissettirmemiz gerekiyor. mücadele tarihine baktığımızda PKK, büyük kahramanlık, direniş, emek, kararlılık ve inançla yaratılmıştır. Direniş PKK’nin temel karakteri olmuştur.
Bizlerin bu tarihi mirasa sahip çıkmamız ve sürecin gereklerini yerine getirmemiz gerekiyor. süreç intihar eylemini gerekli kılıyor. Bu, hem taktiksel bir çıkış olacak, hem de bizim açımızdan büyük moral etkileri olan bir eylemlilik olacaktır. Düşmanın Önderliğimize suikast girişiminde bulunarak sonuç almaya çalıştığı bu süreçte düşmana verilecek en iyi bir cevap olacaktır. Bu tür bir eylemlilik moralmen bozguna uğrayan düşmanı çıldırtmak, düşmanın bulunduğu her alanda çepeçevre kuşatmak, ülkeyi ona zindan etmek anlamına geliyor. Bizim açımızdan ise, başta halkımıza, bütün savaş güçlerimize moral vermek, cesaret ve direnişi güçlendirerek dost-düşman herkese davamızda ne kadar kararlı olduğumuzu ve bu uğurda özgürlüğün bedelini bombaları kendimizde patlatarak gerçekleştireceğimiz mesajını bir kez daha vermek, halkımızın özgürlük istemini bütün dünyaya duyurmak ve ileri ki süreçte halkımızın bu yönlü direnişler geliştirmesinin öncülüğünü yapmak, savaşın her yerinde ivme kazandırmak anlamına gelmektedir.
BAŞKANIM;
Kendimi intihar eylemini gerçekleştirmek için aday görüyorum. Bizler sizin bitmez tükenmez emek ve çabalarınıza karşılık canımızı bile versek yeterli değildir. Keşke canımızdan başka verebilecek şeylerimiz olsaydı. Siz yaşamınızla bir halkı yeniden yarattınız. Bizler sizin eseriniziz. Tüm Kürdistan halkının ve dünya insanlığının geleceğinin teminatısınız. Yaşamınız bize sevgi, cesaret, inanç ve onur veriyor. Tüm Kürdistan halkı ve milyonlarca insan size ölümüne bağlıdır. Sizin bu çekiciliğiniz bizi de oldukça etkilemektedir. En zorlandığımız anlarda bizlere olan sevginizi düşünüyor, manevi güç alıyoruz. Şehide en çok bağlı olan sizsiniz. Bu temelde gözümüz kesinlikle arkada kalmayacaktır. Bu eylemi gerçekleştirmem gereken bir eylem olarak görüyor, kendimi sorumlu hissediyorum. Mevcut gerilikleri aşmanın, özgürleşmenin ve kendini gerçekleştirmenin savaştan geçtiğini ve bu savaşla da gereğinin yerine getirilmesinin gereğine inanıyorum. Mazlum, Hayri, Kemal, Ferhat, Bese, Beritan, Beriwan ve Ronahi yoldaşların direnişine sahip çıkmak ve onların takipçisi olmak istiyorum. Halkımın özgürlük isteminin ifadesi olmak istiyorum. Emperyalizmin kadını köleleştiren politikalarına karşı bombayı kendimde patlatarak hıncımın ve öfkemin büyüklüğünü göstermek ve Kürt halkının dirilişinin sembolü olmak istiyorum. Yaşam iddiam çok büyük. Anlamlı bir yaşamın ve büyük bir eylemin sahibi olmak istiyorum. Başkan APO öncülüğünde yürütülen Ulusal Kurtuluş Mücadelesi çok yakında zafere ulaşacak ve mazlum halkım dünya insanlık ailesi içerisinde hak ettiği yerini alacaktır.
Bu temelde Başkan APO’ ya, tüm Kürdistan şehitlerine, tüm savaş ve cephe güçlerimize, zindandaki yoldaşlarımıza, Kürdistan halkına ve insanlığa bağlılığımızı bir kez daha ifade ediyor ve onlara layık olmaya çalışacağıma söz veriyorum.
Yaşam iddiam çok büyük. Anlamlı bir yaşamın ve büyük bir eylemin sahibi olmak istiyorum. Yaşamı ve insanları çok sevdiğim için bu eylemi gerçekleştirmek istiyorum.
YAŞASIN BAŞKAN APO
- Ayrıntılar
Kürdistan toprakları yaklaşık 20 yıldır büyük altüst oluşları yaşıyor. Binlerce yılın düşman işgallerinin, bu kutsal topraklarda yarattığı altüst oluşlar gibi değil kuşkusuz. İşgale uğrayan onurunu, varlığını derinden sürdürmüş olan Kürt halkının savaşındaki altüst oluşun en önemli özelliği sosyal-siyasal boyutudur. Bir toplumun yaşama kendi dili, bilinci ve iradesiyle "ad verme" olayı, yine yaşadıklarının farkında olarak onları yorumlamayıp birbirine eklemesi günümüz gerçekliğinde gerçekleştirmekle aynı anlamdadır. Kürdistan Devrimi bu yönüyle farklılığını, gücünü, 21. yüzyıla az bir zaman kala, bu anlamda da ortaya koymaktadır.
"Ad verme" olayı anlama olgusuyla bağlantılıdır. İlk çağlarda yaşamın sağlanmasında ya da kolaylaşmasında "anlamı" yakalanan şeylerin ilk adını verenler kutsal sayılırlar. Çünkü çevredeki nesnelere ad verme gücü, anlama-düşünme, onu dillendirmekle bir bütündür. Ad vermek, "bu insandır, bu topraktır vb." demek insanın çevresindeki her şeyi farketmesi, dünyayı keşfetmesi ve insanlaşma serüvenine yeni halkalar eklemesi anlamını da taşımıştır.
"Ad verme" gücü, yaratıcılıkla bağlantılıdır. İnsanın yaşamına yaratıcılığı yerleştiren kadın olmuştur. Doğurma olgusu kadındaki yaratma gücünün bir yansımasıyken, çevreye, canlılara, doğaya, kısaca yaşama olan ilgisi de buna bağlı olarak büyük olmuştur. Yaratma olgusu yaşam olgusuyla, kadında bir bütünleşmeyi yakalamıştır. Dünyaya gelirken küçük canlının dünyayı tanımasının sorumluluğu bir yana, içinde bulunulan insan topluluğunun da bu tanışmaya olan ihtiyacı, kadını, insan-doğa-yaşam üçgeninin temel köprüsü olma göreviyle birleştirmiştir.
Kadın, ağacı, kuşu, kötüyü, güzeli adlandırarak insan benliğinin büyümesini sağlamıştır. Yani yazısız bir tarih yaratmıştır. Yazısız ve dile dayalı bir tarih... İşte kadın bu tarihte onbinlerce yıl varlığını, adını, iradesini kimseyi ezmeden yükseklerde tuttu. İşte bu tarihte kadın tanrıçaydı...
On binlerce yıl sonra bugün... Kadın, bunca yüzyıllar boyu yitirdiği 'tanrıça' gerçekliğini yeniden sağlam temeller üzerinde yükseltme çabasını sürdürüyor. Bir savaş veriyor; hem de acımasız ama bir o kadar kendinden taraf adaletini, insanlığını yitirmeden yapıyor bunu. Ataerkilliğin insan kanına bulaştırdığı doğayla insanın yürüttüğü savaşı, asıl ilkelerine kavuşturma görevi bugün yine kadına düşüyor. Her şeye yeniden "ad" vermek gerekiyor. Kürdistan topraklarındaki insanlaşma savaşı, kadının yeniden tanrıçalığıyla buluşma savaşı oluyor; ama bu savaşı kirletmeden sürdürüyor.
Yeniden başlayabilme gücü, insanın tarih boyunca sağlam tutmak istediği bir yanıdır. Her acıdan sonra inançtan vazgeçmeden yeniden yürümeye başlamak, her darbeden sonra yeniden başını dik tutarak adımını atmak insana özgüdür. Bu bir erdemdir. Bu erdemin içinde duygu yoğunlaşmasının yanında düşünce de vardır ve bunların bütünlediği gerçekçi yaklaşım vardır.
Kadın gerçekliğinin, Kürdistan Devrimi'nde, yaşamın her olgusuna, her anına anlam vermesi, o olgu ve anları yaratıcılıkla birleştirmesi 'tanrıçalık' olgusuna da doğru bir yaklaşımı ifade etmektedir. Kadın, bu devrimin içinde varlığını, bu yolda verdiği yüzlerce bedeliyle ortaya çıkarmıştır. Yaşama, insana ait ne varsa her şeye yeniden ad veren Kürdistan kadının miladını ise 30 Haziran 1996 tarihi belirlemiştir.
Başından bugüne kadar PKK tarihi 30 Haziran 1996 tarihiyle yeni bir dönemeci yakalamış ve devrim yeni bir aşamaya ulaşmıştır. Bu tarihi yaratan ve o güne "ad" veren Zilan yoldaş, bu aşamanın altına imzasını canıyla atmıştır. Zilan (Zeynep Kınacı) yoldaşın gerçekleştirdiği, sadece bir eylem değildir. "Düşmana vurulan bir darbe" olarak değerlendirmek kuşkusuz çok yetersiz kalacaktır. Bu aşama Ulusal Önderimiz Başkan Apo tarafından bir "milad" olarak nitelendirilmiştir. Evet bir milad ve bağrında devrimin insanlık tarihi kadar zengin olan ilkelerini, yeni yaşam felsefesini, geleceğe dair soruları, cevapları, çözüm formüllerini taşımaktadır. Zilan eylemi, dünyaya yeniden bir anlam verme ve onu yeniden yaratma eyleminin kendisi olmaktadır. En önemli özelliklerinden biri de kadını, yitirdiği tanrıçalık gücüyle buluşturmasıdır. Kadına tarih yaratma gücünü, kişiliğini göstermiştir Zilan.
Binlerce yıl sonra insanlık Zilan için diyecek? Tarihi kendisiyle başlatıp yine kendisiyle bitirmeyi yaşayan kişilikler, Zilan yoldaşı, O'nun kendinde yaşama geçirdiği PKK felsefesini sadece '96 yılıyla sınırlı olarak düşünebilirler. "'96 yılında mücadeleyi yükseltti" demek, bu bakış açısını yansıtacaktır. Halbuki çok kutsal bir değer olarak korunan, bu temelde geleceğe bırakılan yaşam ilkelerini anlamak, binlerce yıla yayılan yaşam felsefesine sahip kişiliklerin yaklaşımı olmalıdır. Zilan bunun adlandırıcısı, yaratanı olmuştur.
Zilan yoldaşın bu noktada Başkan Apo'yla kurduğu bağ, binlerce yıla yayılan bir yoldaşlığın kendisi olmaktadır. İçinde acı yok mu, kuşkusuz var. Ama binlerce yılın acısı karşısında fedai kişiliğin çözdüğü bir acı olmaktadır bu. Bir birey olmaktan çıkarak, yüzyıllara açılma cesaretinde olan bu kişilik, acıya da yeni bir anlam vermiştir. Başkan Apo'nun omuzlarına, şehitlere bırakılan görev, bu binlerce yılın acılarını en aza indirgemek anlamındadır. Zilan yoldaşın, Başkan Apo'nun yaratmak istediği büyüklüğü anlama çabası, O'nu büyük olmayı hedeflemeye götürdüğü bir gerçektir. Bu, kişinin kendini aşmasıdır. Bu, binlerce kilometre ötede olursa da ya da birbiriyle hiç konuşulmasa da, yaşanması gereken an'ın militanlığında buluşmaktır. An'ı zaferleştirmektir. Bir yerine milyonların vicdanına sökülmemecesine yerleşmektir. "Gereken yerde ve gereken an'da" doğruyu yaratma gücünde ve sadeliğinde olma anlamındadır.
Zilan kişiliği bazıları için korkulması gereken bir güçtür. Çünkü bu kişilik hiçbir gizliliği, sahteliği rahat bırakmıyor. Kimse Zilan'ın gözlerine bakarak yalan söyleyemiyor. Çünkü Zilan gerçektir, yaratılmış olandır ve binlerce yıla yayılmıştır. Belki Zilan kişiliği karşısında sahteliği yaşadığını sananlar olabilir. Ama insanlık tarafından anılacak olan onlar değil, Zilan olacaktır.
Zilan yoldaş, kadın tanrıçalığının ilkelerini oluşturmuştur. Kürdistan Devrimi'nin kadın savaşçıları bu tanrıçalığı yaratarak, devrim ilkelerini tarihe maledip büyüterek anlamlandırabilmeliler. Bu kolay mı? Tabii ki hayır. Ne mutlu ki Zilan yoldaş, tanrıçalaşmanın yollarını kolaya indirgememiştir. Başkan Apo'dan yola çıkarak uzayan ve geçmişle geleceği kendinde buluşturan tarza gerçek bağlılık da bu şekilde olmalıdır.
Zilan felsefesi, yeni yaşam manifestosu olarak anlaşılmalı. Bu partinin, devrimin önümüze koyduğu, "görevden de öteye bir haktır, aşkın kendisidir."
Serxwebûn / Haziran 1999
- Ayrıntılar