Ölümün selsizliğine gömülmüş, adeta ölüm döşeğinde ölümünü bekleyen bir halk gerçekliği vardı. Paşalar güya "meftun Kürdistan burada mahkumdur" diyorlardı. Soykırımın izleri, daha tazeydi bu coğrafyalarda. Zilan , Dersim, Ağrı vb. Bu soykırımlara karşı Dünya-Alem sağır sultana oynuyordu. Kürtlerde etrafını görmeyecek kadar kör,sağır ve dilsiz bırakılmışlardı. Yaşam adeta durmuştu.Her şey yasaktan ibaretti,buzlanmış bir gerçeklik vardı. Taki biriken acıların bir kıvılcımla tutuşup ateş gürleşene kadar.O ateş her yeri sardı.Büyüdü her yeri içine aldı.Umut oldu, kurtuluşun yolu oldu.Herkes Özgürlüğünü orada buldu . Buzları eritip sel oldu, Pınardan akan sular setlere aldırış etmeden okyanuslara doğru büyüdü.Damladan nehirlere, nehirden denizlere aktı ve hala akmaya devam ediyor. Yasaklanmış özgürlük şarkılarını haykırıyor ve ateş etrafında halaya tutulmuş, katılarak büyüyor her yerden bu halaya koşuluyor, Bölük-bölük Kürdistan'ın her yerinden Dağlara akınlar oluyordu.
Agit arkadaşta:Kürt halkının özgürlüğünü PKK hareketinde görerek bir gurup arkadaşıyla beraber saflara katılır. 1993 yılı Kürt gençleri için adeta bir katılım seferberliğidir.Agit arkadaş, Suriye üzeri gurubuyla Önderlik sahasına geçer. Bir dönem Masum Korkmaz Akademisinde, eğitim görerek kuzey sahasına geçmek için kendini hazırlar.Akademideki arkadaşların geneli eski olduğu için onun açısından büyük bir avantaj olur bu ortam. Burada her konuyu detaylı olarak ele alıyor ve değerlendiriyor.Pratiğe yeni katılan bir savaşçı için bulunmaz bir ortamdır.Önderliği görmek ve yanında eğitim görmek, yeni bir arkadaş için müthiş ve bulunmaz bir durumdur.Kapsamlı bir başlangıç ve onun zeminini bulmak için tam yerini bulmuştu. Agit arkadaş: Önderlik sahasında o süreci iyi değerlendirip Kuzeyin yolunu tutar.
Agit arkadaş Zagros Eyaletin de pratiğe aktif düzeyde katılır.Özgürlük mücadelesindeki pratiğinin genelini Zagros Eyaletin de yürütür. Zagros Eyaletinin pratik çalışmaları zor şartlara sahip bir yerdir.Bu eyaletimiz zor ve asiliğiyle bilinir.Zagros eyaletinde başarılı bir pratik ve performans sergileyen arkadaşlar her alanda başarılı bir pratik sürdürebilir demektir. Agit arkadaşta uzun bir süre bu alanda kalır. Uzun bir pratikten sonrada 2003 sonbaharında bir eğitim devresine katılım amaçlı Eyaletten ayrılır. Mahsun Korkmaz eğitim devresinden mezun oluktan sora kendi önerisi dahilinde düzenlemesi tekrar Botan Eyaletine olur. Güçlerimizin geneli güneyde konumlandığı için Haftanin bölgesine geçer. Ben de o zaman haftanin bölgesinde bulunduğum için Agit arkadaşla orda tanıştık.Agit arkadaş Bölgeye bölük komutanı düzeyinde pratiğe katılır.Genel Haftanin çalışma faaliyetlerine yoğun bir şekilde başlar.
2003 yılı; her açıdan yoğun bir dönemdi. Bu süreç tasfiyecilerin kendilerini yoğun dayattığı döneme denk geliyordu.Ağır bir süreçti. Ferhat ,Botan kişiliklerinin şahsında çete anlayışları kendini dayatıyordu. Tabii o zatlar da Kürt özgürlük mücadelesinin itinayla oluşturduğu değerleri, kazanımları yok etmek için ellerinden geleni yaptılar. Hedefleri bu değerleri ele geçirip pazarlama mantığına dayalı olmakla birlikte, PKK hareketini Önderlik gerçeğinden uzaklaştırmak temelindeydi . Bu dönemde,örgütte yaşanan bu durumları, Agit arkadaşla; tasfiyeci zihniyet, üzerine sık-sık tartışmalar yürütüyorduk. Agit arkadaş kendi açısından tasfiyecilere karşı tutumunu net ortaya koyuyordu , "Her ne olursa olsun hiç kimse özgürlük mücadelemize zarar veremeyecektir , Önderlik çizgisi dışında hiç bir eğilime yer yoktur, çabaları da yersiz ve sonuçsuzdur. Apocu militan kişiliğinin asıl görevi , tüm tasfiyeci girişim ve eğilimlere karşı durmaktır Önder APO bizi bu düzeye getirdi, biz de Önderliğin çizgisini her ne pahasına olursa olsun korumalı ve savunmalıyız" diye dile getiriyordu. Agit arkadaş: sürekli önüne verilen görevleri, Apocu militan tarzıyla, üstünde titizlilikle ve sorumlulukla duran, gerektiği gibi görevleri eksiksiz yerine getiren ve daha fazla kendisini katan bir arkadaştı. 2003 yılı gibi bir süreçte tasfiyeci şahsiyetlerin amaçları ve nereye ulaşmak istedikleri noktayı, yapısıyla tartışıp kavratma temelinde yoğun çaba sarf ederdi.
Agit arkadaşı tanımlamaya çalışmak istesem de bunun yeterli olamayacağı aşikardır. Her zaman en önde yer alan bir militanın duygu ve düşüncesini özgürlüğün arayışıyla o anı yaşayan biri bilebilir bunu. Agit arkadaşa baktığında, tüm yoğunlaşması örgütü daha iyi tanımak ve askeri çizgide daha fazla derinleşmek üzerineydi. Örgütü tanımayan, ya da kavramada ve anlamada zorluk çeken yeni arkadaşların , düzenlemeleri sırasında, kendi kaldığı alana ister, bütün çabasıyla o arkadaşı kazanmaya çalışırdı. Agit etrafına saygı ve sevgiyi yayan, "bir bireyle gerekirse üç saat; olmadı mı üçüyüz saat konuşuruz" geleneğinden gelen mütevazi bir yoldaştı. Kavratma esas çalışmasıydı. Bu tutum yanındaki arkadaşlarını güçlendiriyordu. O yoğun süreçte örgütün görev ve sorumluluklarını kolaya ya da zora bakmadan her zaman omuzlayan duruşa sahipti.
İki yıl Haftaninde kaldıktan sonra önerisi daha çok kuzey sahalarına gitme yönünde olur.Bu çerçevede yoğunlaşmış ve kuzeye geçmek için hazırlanmıştı. Artık Agit arkadaşın düzenlemesi bu doğrultuda yapıldı. Daha fazla içeriye doğru düzenlendi. Mardin alanına düzenlemesi yapıldı. Alana geçiş sırasında Agit arkadaşında bulunduğu grup pusuya düşüyor, pusuya düştüklerinde,Fayık arkadaş şehit düşüyor. 1 Ocak 2005' te ilk şehidimiz Fayık Arkadaş olur. Düşmanın hedefi gurubu imha etmektir, ama arkadaşların çabaları sonucu ucuz atlatır.Gurupta bazı arkadaşlar" Haftanine geri" gelmek ister,fakat Agit arkadaş ısrarlı bir şekilde düzenleme alanına geçmek için "ne yapılacaksa yaparak,geri dönmeden ilerleyeceğiz" deyip Cudi ye geçerler. Biz de arkadaşların" pusuya düştükleri" haberine ulaşmıştık.Gurubun durumunu çok merak ediyorduk ve böyle bir durumda geri geleceklerini düşünüyorduk. Hata bir grup arkadaş önlerine yolladık. Bu arkadaşların geri geldiklerinde karşılamaları ve gereken desteği sunmaları için yollamıştık . O gece sabaha kadar bir haber gelir diye hepimiz bekledik. Fakat Agit arkadaşın gurubu gelmedi. Muhabere saatinde Cudi deryasıyla bağlantıya geçerek ,durumu anlamaya çalıştık." Agit arkadaşın grubunun yerine vardığını ve durumlarının da iyi olduğu" yönünde bilgi verdiler. Tekmilden sonra rahat bir nefes almıştık. Fakat pusu sırasında" bir arkadaşın da şahadete ulaştığını" aktardılar. "guruptaki arkadaşların durumlarının iyi olduğu ve gidilmesi gereken yere doğru gideceklerini, ısrarlarında kararlı olduklarını ve geri dönmeyeceklerini belirtilerek en kısa sürede söylenen yere gidip pratik çalışmalara katılmak istediklerini dile getirdiler."
Pusu olayından sonra Agit arkadaş Mardin Eyaletine varır. Yerine ulaştığında; Agit arkadaşla cihaz üzerinde bir konuşmamız oldu. Konuşmada Agit arkadaşa : "pusuya düştüğünüzde geri geleceğinizi düşündük fakat gelmediniz, neden kendinizi riske attınız?" Agit arkadaşta " Biz pusuya düştüğümüzde biz de sizin bizim için başka bir gurup yollayacağınızı tahmin etik Ama biz geri dönüşü hiç aklımızdan geçirmedik. Çünkü varmamız gereken bir hedef vardı oraya varmalıydık. İhanetçilere ve tasfiyeci (Ferhat,Botan ) kişiliklere karşı buradaki duruşumuz daha önemlidir. Şehit arkadaşlara cevap olmayı hep aklımdan geçirdim. Bu açıdan Botan da büyük bir pratik sahibi olacağım. Çünkü böyle bir süreçte bizden beklenen, kolaya kaçıp geri dönmek değil ,neye mal olursa olsun örgütü daha fazla güçlendirmek için yapılan planlamaya uymak ve hedefe ulaşmaktır."Cihaz başındaki tartışmalarımız bu çerçevede sürdü. Sonra başarma temenni ve dileklerimizi söyledikten sonra vedalaştık. Haftanindeki arkadaşlar hepsi Agit arkadaşı tanıyor ve onu çok seviyordu , büyük düzeyde değer veriyorlardı. Agit arkadaş : saygıyı hak eden bir dava insanıydı. Agit bir nevi kendi sözleriyle , kendi duruşunu özetliyordu.Arkadaşın Mardine gitmesiyle devamlı Haftanin gücü " Agit arkadaş; acaba yerine ulaştı mı, Durumu nasıldır?" diye merak ederek sürekli soruyorlardı. Gitmesi gereken alana vardığını öğrenen Haftanin gücü çok sevinmişti. PKK yapısında bir gerçeklik var eğer bir insan her türlü görevi severek yapıyorsa ve istekli davranıyorsa etrafında bulunan savaşçı ya da komutan herkes tarafından sevilir ve saygı görür.
Pratikte sonuna kadar fedakar, çalışmalarda programlı ve örgütsel işleyişlerde planlı duran Agit arkadaş ;askeri mantığa sahip, kurallı, disiplinli ve azimli bir savaşçıydı. Öğrenme arzusu olan, çaba ve bireysel çalışmalarına önem veren araştırmacı bir devrimciydi. Agit arkadaş büyük bir kumutandı.
Uzun bir Botan patriğinden sonra 2007 nin başında Agit arkadaş tekrardan Güney sahasına geçti. O süreçte özelikle ciddi sağlık sorunları vardı. Tedavi amaçlı bir dönem Zap alanında kalır ve tedavisini görür. 2007 yılında bende Zap alanındaydım. Agit arkadaştan birkaç ay önce alana gelmiştim Agit arkadaşta tabur komutanı düzeyinde cephemize gelmişti. Mahir Mirzo da bulunan Ş. Rüstem taburunun başına görevlendirilmişti.
Arkadaşı bir daha görmek sevindiriciydi. Eskiden de birbirimizi tanıyorduk. O süreçte Zap cephesinde yoğun bir seferberlik içindeydik. Jeneratörler, hiltiler dinamitleri tepelere çıkartmış kanal tünel işlerinde kullanmak için kazma kürek kuşanmıştık. Bu gibi faaliyetlerde,böyle kapsamlı bir mevzilenme anlayışında, Agit arkadaş gibi tecrübeli yöneticiler lazımdır.Mevzilenmeden tutalım üstlenme alanlarına kadar, planlamamıza katkı sunacak bir arkadaştı . Bu arada olağan üstü dönemlerden geçiyor, düşman yoğun bir hazırlık süreci içinde ve kapsamlı operasyon yapacak bilgileri de geliyordu, operasyonun olacağı yönünde genel göçlerimizi uyardık. Başta belirttiğimiz gibi Agit arkadaş savaş tecrübesi olan, bir kumutandı. Mücadeleye gönülden bağlıydı, her yönden çok büyük destek sunacağı beliydi.
T,C devleti Önderliği zehirleme gibi kirli girişimleri devreye koymuştu . Bu olayı toplantılarda sürekli yapısına şu şekilde aktarıyordu " Eğer bu zehirleme durum devam ederse, bizde T.C devletine karşı yaşam alanı bırakmayacağız ve önderliğimize bir şey olursa yaşamın da bir anlamı kalmayacağını" söylüyordu. Agit arkadaş: örgütün sürece yönelik perspektiflere ve talimatlara en fazla anlam verip pratiğe geçirmeye çalışır, örgütün yapacağı eylemlere katılma o hamlenin içinde muhakkak yer bulmak isterdi. Oremar örneğinde olduğu gibi kendi önerisi dahilinde bu eyleme katıldı ve bu eylemin başarısında da aktif rolünü oynadı.
Agit arkadaş Zap direnişi süreci içinde yerini alır ve taburunda yer alan arkadaşlara büyük desteği olur.Moral ve motivasyon yönünde yapısını hep heyecanlı tutardı. Genel operasyon hazırlıklarının bizzat kendisi üstünde durarak, mevzilenmeyi o sağlıyor hazırlıkları gözden geçiriyor,düşmana nereden daha iyi darbe vururuz yoğunlaşmasıyla, taktik yöntemleri üstünde derinleşiyordu.Agit gerektiği yerde kumutan gerektiği yerde savaşçı bir insandı.Kanalların, mevzilerin yapılmasında bizzat yer alan,fedakar ve emekçi bir arkadaştı.
Operasyon başlamadan önce 15.Şubata biz de Agit arkadaşın taburuna ziyarete gidip orda ki taburun genel yönetimiyle tartışmalar yürüttük. Daha çok güvenlik noktaları üstünde konuşup fikir belirtik.Toplantıda : İlk söz hakkını Agit arkadaş almıştı " Kışın ortasında olduğumuz için havalar çok soğuk, karın metreleri bulması imkanlarımızı kısıtlar. Biz bir an önce hazırlıklara başlamalıyız.Bir yandan eğitimlerimizi sürdürürken, diğer yandan da karla kapanmış mevzileri açabiliriz.Bu dönem de dışarıda kalabiliriz,o açıdan arkadaşlar fedakarlık yapsınlar.Operasyon ne zaman başlarsa başlasın, hangi ayda olursa olsun, biz hazırlıklarımızı en üst düzeye çıkarmalıyız" diyordu. O toplantıda bir arkadaşta söz alarak : " biz her yıl intişara çıkıyoruz, ama ben inanmıyorum bu zamanda ve bu koşularda düşmanın bir operasyonu olsun" demesi üzerine Agit, tekrardan söz hakkı alarak " Bizim operasyonun olup olmayacağını yada ne zaman olacağını tartışmak yerine, her zaman hazır olmalıyız ve bu bizim bir görevimizdir. Belki havalar soğuk olabilir, kardan dolayı üslenmede zorlanmalar çıkabilir, fakat bizim bu fedakarlığı göstermemiz gerekir. Fedai ruh halini hep diri tutmalıyız. Biz bu dağlara geldiğimizde rahat ve kolay bir yaşamı yaşamaya gelmemişiz. Belki gerillada zorluklar hep vardır ve katlanılması gereken ne olursa olsun biz görevlerimizi yerine getireceğiz. Kürt halkının Özgürlüğü için buradayız. Ölüme de hazırız." dedikten sonra, toplantı o temelde sonuçlandı.
Arkadaşlar intişara çıktıktan sonra , kısa sürede operasyon; 20 Şubat ta hava saldırılarıyla başladı. Öncesinde zaten devamlı her tür ağır silah (top, havan,keşif uçağı v.b) gibi teknik kullanılıyordu. Zap alanına yoğun bir şekilde hava saldırıları yapıyordu. Genel o saldırılara rağmen hiçbir kaybımız olmadı. Operasyon başlamadan önce, akşam bizlere saldırı olacağı bilgisi gelmişti ve biz de Agit arkadaşa durumu aktardık ve Agit arkadaş kendi denetiminde olan, bütün arkadaşları bilgilendirdi , o anda bizimle cihaz bağlantısı kurarak " hava saldırılarının yoğunluğundan kaynaklımı acaba bir saldırı olacağı düşünülüyor " diye sordu, bizde yok kesin bir bilgi var Zapta bir operasyon olacak dedik. Düşmanın Çele den çıktığını ve akşam saat 20-21 arasında harekete geçtiğini söyledik ve Agit arkadaşta bu bilgiler temelinde "kendi denetiminde olan bütün gücü uygun şekilde mevzilendirdiğini" belirti. Operasyonun çıkmasıyla Çiyaye Reşte saat 12-13 arası çatışmalar başladı. Orası da sınıra çok yakın bir alandı. Çatışmalar başladığında Agit arkadaş gene bağlantı kurup Çiyaye Reşteki arkadaşların durumunu sordu ben de arkadaşların durumlarının şimdilik iyi olduğunu söyledim. Zap direnişinde düşman güçlerine en ağır darbeyi vuran ve düşmanın gözünü korkutan bizim Çiyaye Reşteki arkadaşlardı. Zap direnişinin hazırlık aşamasında yer alan arkadaşların bir sloganı vardı "Düşmanın gelişi olabilir sadece ölümü görecektir, fakat asla Zapa ayak basamayacaktır." Agit arkadaşta gene cihaz üzerinde bağlantı kurarak, bize Çiyaye Reşteki arkadaşlara "bizim bir sloganımız var o çerçevede düşmanı karşılamalılar. Zap onurumuzdur onur hiçbir zaman ayaklar altına alınamaz " espri yaparak hatırlamamızı istedi. Agit arkadaş operasyon sürecinde esprilerle ve yüksek moraliyle etrafa güç ve moral kazandırıyordu. Sonra devam ederek " düşmanın buradan ilerleyebilmesi için önce bizim üstümüzden geçmesi gerek, bu da boş bir hayaldir asla Zap alanına giremeyecekler" diyordu.
operasyonun ikinci günde Agit arkadaşın: taburu savaşa girdi. Taburun içinde olan arkadaşlar, büyük bir cesaret ve fedakarlık göstererek kar kış ve aşırı soğuk demeden Karda yanan ayaklara aldırış etmeden direndiler. çoğunlukla arkadaşlar yeni olmasına rağmen hiçbiri bireysel istemde bulunmadı. Tek talepleri cephane eksik olmasındı. Agit arkadaşın verdiği enerji ve gösterdiği cesaretten dolayı bütün güçlerimiz için moral kaynağı oluyordu. Genel arkadaşlar o açıdan ön cephede savaşmak için adeta yarışıyorlardı.
Agit arkadaşın taburu savaşa çok iyi hazırlamıştı. Her zaman bağlantı içindeydik ve bir keresinde benimle bağlantı kurarak " Hewal bizde biraz sıkıntı var, taburda olan Arkadaşlar ön cepheye gitmek için aşırı dayatıyorlar , ön cephede olan arkadaşlarda yerlerini bırakmayacağı yönünde direnerek, dinlenmek istemediklerini ve yer değiştirmemekte dayatıyorlar " diye belirtmişti.Tabii böyle bir ortamda isteğe saygı duymak lazımdı. Zap direnişinin zaferle sonuçlanması: düşmanın ağır darbeler alarak geri çekilmesinden sonra Agit arkadaş bir değerlendirmesinde "Heval benim anlamadığım şey T.C devleti aklını yitirmişti bu sert koşularda 12 ay biz bu dağlarda yaşıyoruz ve alışmışız, fakat bunlar nelerine güvenerek saldırıya geçiyorlar" diye belirtiyordu…
Bir süre Zap ta kaldıktan sonra, Agit arkadaş 2009 baharında Hakki Karer Akademisine kurul düzeyinde Eğitime katıldı. Eğitimi tamamlandıktan sonra,eğitime katılan çoğu arkadaşların düzenlenmesi kuzey alanlarına yapılınca Agit arkadaşta ısrarla Botana (Mardine ) gene gitmek istediğini söyledi. Ana karargah yönetimi defalarca arkadaşla konuşarak "önerini şimdilik kabul etmiyoruz" dese de " beli bir süre daha güneyde kalmasını" söylemelerine rağmen Agit arkadaş ikna olmadı.Önerisinde ısrar etti. Agit arkadaşın ısrarları sonucu isteği yerine gelerek, önerisi kabul edildi.2009 da tekrardan Mardin alanına geçti. Yine büyük bir iddia ile pratiğe yöneldi. Mardin alanında büyük bir istekle genel çalışmalara katıldı. Gittiği süreçte oynaması, gereken rolü oynadı , üzerine düşen görevleri de layıkıyla yerine getirip Büyük mücadele insanı olduğunu gösterdi. Yoldaşlığın timsaliydi. Mardin de oyla bir arkadaş mayın patlaması sonucu şehit düştü.Agit arkadaşın şahadet haberi bize iletildiğinde büyük bir acı içimize düştü. Agid i kaybetmek çok ağırdı. O gün Agidi tanıyan bir arkadaş, onu rüyasında gördüğünü ve rüyasında " ormanlar yanıyordu,otlar tutuşuyordu Agit arkadaş cihaz başında, ateşin ortasında kalmış, sadece bize bakıp gülümsüyordu, ona gel diyorduk o cihazla bağlantı kuruyordu" işte o andı Agit, ateşin içindeydi ateşi içine almıştı ve Agit ateş olmuştu, ve bu ateş özgürlük meşalesi gibi her daim yanacaktır. Eylülün 17siydi ayrılış ; yaprakların solduğu ve hüzünlü göçmen kuşların hüzünlü soluğunda bir veda tınısı yankılanıyordu Agit te sonbaharda hain bir mayın sonucu bizi bıraktı. Elveda değerli yoldaşım seni hep arayacağız.
Bütün şehitlerimiz büyük kahramanlıklarla ve fedakarlıklarla yaptıklarıyla çok şey bıraktılar.Her PKK militanının da bu esaslar üzerine Önder APO' yu özgürleştirmeden ve Kürt halkı özgürleşmeden Halkımızın,Toprağımızın ve Vatanımızın özgürlüğü için yaşanacak her şahadet onur ve şereftir. Şehitlerimizin izinde yürüyelim ve kazanalım.
Fazıl Botan
- Ayrıntılar
Zağroslarda ‘terbiyeli bir kış’ın orta yerindeyiz. Hala alışamadım beni şaşkınlıktan şaşkınlığa sürükleyen tanımlamalarına. Her şeyi terbiye ile ifade ediyorlar kendilerini terbiye ederken. Mesela, kar yağmazsa ‘terbiyesiz’ diyorlar o kışa. Çok yağıp her şeyi silercesine kaplarsa her yeri, ona da ‘terbiyesiz’ diyorlar. Her şeyin kıvamında ve tadında olmasına özen gösteriyorlar. Buna uyan her şey terbiyeli, uymayansa terbiyesiz oluyor. Terbiye ediyorlar her şeyi. Kendilerinden başlayarak sonra, terbiyesizlere geliyor sıra. Terbiye ustası hepsi de. Çünkü, terbiyeli hepsi. Böyle tanımlıyorlar. Ben de aktarıyorum.
Yüksekler gelinliklerine bürünmüş yine. Alçaklar ve alçaklıklar ise aşağıda gölgemsi duruyorlar. Gözleri ışığa ve beyaza alışık olanlar biraz kararınca hava, iyice görmez olup ürküyorlar. Karanlıklara bakmayı sevmiyorlar. Alçaklardan ise iğreniyorlar. Dağların en ağız dolusu gülebilen ve küfür savurabilen ak saçlı bir delikanlısı yeni gelenlere dağı anlatırken dağlı olmanın alfabesini anlatıyor. Ağız dolusu yine. Yükseklerden alçaklara bakınca nedense aklıma hep o upuzun beyaz saçlı ağız dolusu küfürleri kahkahalarında eriten yüreği çocuktan çocuk, kafası kendi deyimiyle ‘hep bing-bang hallerinde’ olan çocuğu hatırlıyorum.
‘Bakın heval’ diyor. ‘Bu yükseklere çıkmak zor bir iştir. Meşakatlidir. Yolun başındayken neyle karşılaşacağınızı bilerek atın ilk adımlarınızı. Bu yolun sonu zirvedir. Zirvelere çıkmak zor ama orada durmaya devam edebilmek daha da zordur. Başınızın dönmesinden korkuyorsanız yükseklerde, uçurumların çekiciliğine kapılma ihtimaliniz varsa hemen durun ve orada kalın. Ama bu içine tükürülesi dünyaya ille de tepeden bakacağım diyorsanız, çıktığınız yükseklerde toprağa sağlam basın ayaklarınızı. Unutmayın, alçaklıklardaki alçaklar alçaklıklarını ancak kendilerinden ancak yukarıda olanlara bakarak fark ettiklerinden, alçaklıklarını herkesi alçaklıklara davet ederek, yücelikleri de alçaltarak alçaklıklarını gizleyebileceklerini sanırlar. Bakın yüksektekiler ve yükseklere tırmanma yolunda olanlar, zirvelere tırmanmak da, zirvelerden seyreylemek de bu dünyayı zor ama bir o kadar da keyifli kılar. İlle de çıkmışsanız bu yola keyfini çıkarın. Ama sakın düşmeyin. Alçaktayken düşmek çok incitmez insanı. Alçaktakilerin alçaklıkla aralarındaki mesafe kısa olduğundan çoğu zaman düştüklerini bile fark etmezler. Ama yükseklerden, zirvelerden düşmek dipsiz bir kuyuya düşmeye benzer. Param parça olur insan. Acılarda yiter gider. Yokluklarda yok olur gider. Yükseklerden düşmek sadece alçaklara inmeyi değil, sınırsız azaplarda olmayı getirir. Param parça olarak anlamaya, anlaşılmaya ve hakikate dair her şeyi yok eder. Alçaklardaysanız ve alçakları sevmiyorsanız bir an önce çıkın oradan ve tırmanmaya başlayın. Ne kadar yücelirseniz o kadar iyi. Ama sakın dönüp geriye bakmayın. Ve çıkarsanız yükseklere hep orada kalın. Yolu meşakatli ama zirvesi keyiflidir. Başınız dönebilir önce, gözleriniz kamaşabilir. Sakince bekleyin. Alışınca yükseklere qolinc’ınızda ince bir sızı hissederseniz korkmayın sakın, onlar sizi yıldızlara götürecek, kanatlarınızın derinize yaptığı baskının acılarıdır. O yüzden zirvelerden alçaklara bakmak hüzün, yıldızlara bakmak ise sevinç yaratır sizde. Sizi buraya getiren ayaklarınız değerlidir. Ama en değerlisi o ayakları yürüten yüreklerinizdir. Yükseklere hoş geldiniz. Burada adettir: yeni gelenleri yüreklerinden öperiz biz. Yüreklerinizden öpüyorum…’
Bu sözler farklı kelimelerle hep yankılanıyor beynimde ve yüreğimde. Şimdi bulunduğum diyarlardan ölçülebilir mesafelerde epey uzak ve yükseklerde yürüyüşlerine yücelik kattığını o dal gibi ince, ağız dolusu yaşamayı, çevresindeki her şeye, taşa, toprağa, kelebeğe, yıldıza bulaştırmayı ustaca yapan çocuğu hatırlıyorum. Bu tırmanışta geldiğim yerden aşağılara baktıkça sesi yeniden yankılanıyor kulaklarımda.
Bu ‘terbiyeli kış’ın ta kalbinden ana rahmi sıcaklığındaki mağaralarında uzaktakileri ve yürüdükleri yıldızları anıyoruz hep. Yıldızlar ve yüksektekiler sevince boğarken yüreklerimizi, alçaktakiler ve alçaklıklar ürkütüyor bizi. Yaşlı olanlar son dönemde daha fazla okudukları ve sevmeye başladıkları o post bıyıklı Almanın bir sözünü fısıldıyorlar kulaklarıma. Kendine ‘Zerdüşt’ün çırağı’ diyen o post bıyıklı Alman kardeşin ‘uçurumlara bakanların yüreklerinde uçurumlar oluşur’ diyormuş. O yüzden ‘hep yıldızlara bak’ diye fısıldıyor kulaklarıma. Öyle yapıyorum. O yüzden kelebek yurdu yüreğim, yıldız yağmurunda şimdi. Hepsini tek tek hatırlayıp kucaklıyor ve yüreğimle yüreklerinden öpüyorum.
Size yıldızlı ve kelebekli yazılar yazacağım demiştim ya, şimdi yıldız yağmuru yüreğimden bir yıldızı, onun hiç kimsenin o kadar güzel telaffuz edemediği sesinden bir Pepûle’ye dair bir çift söz etmek mecburiyetindeyim. Dilim onun güzelliğini anma ağırlığında birbirine dolanırsa mazur görün. Ama VÎYAN’ı her yıl hatırlama, anma ve hatırlatma sözündeyim. Ne desem eksik kalacak, biliyorum. Yüreğime gömüp yıldız yağmurunda en parlak yıldızlardan biri olarak gömülü kalıp, yüreğimi ateşlerde ısıtması belki yeter bana. Ama bir çığlık misali Haftanîn’de yıldız bedeniyle ‘Unutmak İhanettir’ diyen sesini hep taşırmak zorundayım. Yazıcılığıma emanet etmek istediği sesini yankılandırmak durumundayım. Bu bana verilmiş bir görev.
Bu dağlarda en kutsal şeydir görev. Hele bir yıldızın, bir pepûle’nin size layık gördüğü bir görevse bu, asla unutamazsınız. Unutmak İhanettir sözünün bir pepûle’nin kanatlarından size bırakılmasının nasıl bir görev duygusu olduğunu bu kapkara puntolarla anlatamam size. Yücelerdeyseniz ve yıldız yağmuru kelebek işgalindeyse yüreğiniz, unutmak daha bir alçaltıcı gelir size. Alçaklardan korktuğum için hep bakıyorum yıldızlara ve pepûle’lere.
Yıldönümü yaklaşıyor Pepûle’nin ateşlerde bir yıldız olmasının. Ne kadar zaman geçti? Yüreğimin takvimi zaman geçmedi diyor. Ölçülebilir zaman takvimi 7.yılını gösterse de VİYAN bütün güzelliği, kelebekliği ve yıldızlığıyla tam karşımda duruyor. Yüreğimin kadrajındaki fotoğrafları bastığım deklanşörden çıkarak ana rahmi duvarlarda gülümsüyor bana. Ben de gülümsüyorum. Ne kadar zaman geçti? Ya da geçti mi zaman? Şimdi şu tünelden her tarafı beyaza kesmiş mağaranın dışına çıksam beni orada bekliyor olacak. Biliyorum. Kafamı uzatır uzatmaz kar topunu kafamda patlatacak biliyorum. En sevdiğimiz oyundu kar topu oynamak. PKK’yi Yeniden İnşa Okulu’nun en yaman kar topu oyuncusu ve sesi, dengbêj namelerinde yüreklerimizi kaplayan halaybaşısı burada şimdi. Onunlayım. Doyum olmaz sohbetlerindeyim. Yeniden Halepçe’yi anlatıyor bana. Ve pepûle’leri…
VÎYAN… Leyla… Pepûlemiz… Xoşevîst’imiz… Unutmadık. İstesek de unutamayız ki seni. Sen kelebek yurdu yüreklerimizin en cıvıl cıvıl, en güzel, en renkli kelebeği, yıldız yağmuru kanatlarınla yüreklerimizde yakıcı bir aşk ve tükenmeyen umut. Seni birilerine anlatmaya kalkmak ve hatırlatmak görevim var, biliyorum ama görev derdinde değil, yürek aşkında anlatabilmek isterim seni. Nasıl mı? Bilemiyorum. Ama ihanet etmedim. Alçalmadım. Yine sana yürüdüm. Şimdi yürek mesafesinde kar topu oynayacağım seninle. Ustası olduğun bütün çocuk oyunlarımızda hep sen kazananı oluyorsun. Olsun. Sana yenilmek çok keyifli. Şimdi vurulsam ve şu kar’a düşsem, altında saklanmış beni bekliyor olacaksın, biliyorum. Vurulsam sana düşeceğim biliyorum. Vurulsam alçaklara değil, yıldızlara düşeceğim.
Şimdi yine dağlardayım. Ateşlerde kül olan kelebek eksiltti mi bizi? Hayır. Kaldığım kampta VİYAN var. Çoğalmış VİYAN’ın birçoklarından biri. Ne kadar çok VİYAN var dağlarda? Hepsi de birbirinden VİYAN. Hepsi de birbirinden halay başı. Hepsi de birbirinden Pepûle.
Şu tünele dalıp dışarı atsam kendimi ne kadar çok kar topu yiyeceğimi biliyorum. Ve her çocuğun oyun heyecanında korkuluyum. Çıksam beni kara gömecekler biliyorum. O kadar çoğalmış ki VİYAN, her yanım VİYAN şimdi. Çocuk arkadaşım, kar topu oyunlarındaki oyundaşım ve ateş sırdaşım bir ordu olmuşsun. Oynasak hepsi sen olan bütün VİYAN’lara yöneleceğim. Hangi VİYAN’a baksam yeniden yeniden vurulacağım. Yüreğim VİYAN yağmuru, VİYAN yurdu şimdi. Bu kadar çoğalmış VİYAN’la oynayacağım oyunlarda yenileceğim. Korkuyorum. Ama hiçbir korku çocuk oyunlarımıza engel değil. Ürkerek sana ilk adımımı atacağım. Sonra sana geleceğim, ürkerek ama korkusuz. Hiçbir soğuğun kâr etmediği yüreğinle karlar altındasın şimdi. Varsın gömüleyim bütün dünyanın bütün karlarına. Biliyorum, senin yüreğinle ısınacağım. Ve sımsıcak bütün karlar şimdi. Üşümeyeceğim. Gömülsem karlara hiç sönmeyen yangın yeri yüreğine gömüleceğim.
Şimdi şu tünelden çıkıp seninle oyun oynamaya geleceğim. Ve bakar bakmaz vurulacağım sana. Vurulacağım biliyorum. Ama sana vurulmak, sana düşmek o kadar keyifli ki anlatamam. Seni hatırlamak bir görev, bir slogan haykırışı değil, seni hatırlamak bir kelebeğin gözlerine vurulmak, seni hatırlamak bir kelebeğin kanadına düşmek, seni hatırlamak çocuk oyunlarımızda oyun ustalığına teslim olmak ve ustalara saygı duymaktır. Bu oyunlarda en ustamız, en güzelimiz, en çok çoğalanımızsın. Bak şimdi yine buradayım. Sana geldim. Vurulmaya, yenilmeye ve teslim olmaya her şeyimle. Nerede bir VİYAN görsem vuruluyorum. VİYAN dışarıdan çağırıyor beni. Genç VİYAN. Güzel VİYAN. Oyunlarımın hep kazanan ustası. Geldim. Seni daha da çoğalmış, güzelleşmiş ve ustalaşmış gördüm.
Hatırlamak mı? Hatırlamak için önce unutmak gerekir. Ben seni unutamam ki hatırlayayım. Bütün yüksekler ve yıldızlar Pepûle yurdu. Nereye baksam sen, neye baksam sen, her yer sen, her şey sen. Seni unutmak kendimizi unutmaktır. Unutmadık. İnkâr etmedik kendimizi. Sen inkâra gelmezsin. İkrarda biraz acemi kaldıysam acemiliğimdendir biliyorsun. Usta sensin. Biz ise çırak. Böyle bir ustanın çırağı olma keyfini ha bire anlatıyoruz herkese. Çıraklığımız çocukluğumuzdan gelir. Çocuk sevincinde çıraklarız biz. VİYAN’ın çırakları. YILDIZ çırakları. PEPULE çırakları. Oyunlardan öğreniyoruz her şeyimizi. Vuruluyor muyuz? Evet, vuruluyoruz. Ama hiç korkmuyoruz vurulmaktan. Çünkü düşsek, kar’ın altında saklanan güzel ustanın kanatlarına düşeceğiz. Kar topu oyunlarında hırpalanacağız önce. Sonra ustamız, halay başımız halaya davet edecek bizi. Davetine yok diyemeyeceğimiz bir halay başı bu.
Şimdi tünelden dışarı gidiyorum. Oyun arkadaşım davet ediyor beni. VİYAN davet ediyor. VİYAN’ın daveti kabulümüzdür. Gidiyorum. Ürkek ama keyifli. Hüzne bulanmış bütün sevincimle VİYAN’a gidiyorum. Kar topu oynayıp halay çekeceğiz. Yerimiz geniş. Yerimiz yüksek. Hiç alçaklara bakmadan yıldızlar altında yıldızlarla kol kola girip halay çekeceğiz. Dedim ya, yerimiz geniş. Yüreği yücelerde olan, yüreği yıldız yağmuru ve kelebek yurdu olan herkes davetlidir bu halaya. Davet eden VİYAN. Kabulümüzdür…
Gelemedim üzgünüm
Sen gidilesi yere gittin
Yüreğimin sağ yamacı yangın şimdi
Sol yanımı çığ tutmuş
Oynanacak oyunlarımız vardı
Sen halaydasın şimdi
Gelemedim özgünüm
Hani bir fil yürüyüşünde bitecekti her şey
Sen yine yaptın kelebekliğini
Oysa birlikte gidecektik
Herkes gülecekti fil ve kelebeğin yolculuğuna
gelemedim
şimdi daha bir dardayım
her şeyimle at hüznündeyim
sen halaydasın
her şeyinle davetkarsın
geleceğiz biliyorsun
Güzelin bu kadar güzeline
Sen ateş güzeline
‘Yok’ diyemeyiz hiç birimiz
Geleceğiz biliyorsun
At hüznünde fil yürüyüşünde
Karınca katarı gibi
Hepimiz de ateş taşıyacağız
Yangına ateş istemişsin
Halay davetin kabulümüzdür
Geleceğiz biliyorsun
Sonra hep birlikte gideceğiz
En çokta oraya
Yangın çıkarmaya gideceğiz
Biliyorsun biz de yanacağız o arındırıcı yangında
Davetin kabulümüzdür
Alevinde arınacağız
Sana ‘yok’ diyemeyiz
Biliyorsun xoşevistimiz...
Jêhat Bêrtî
- Ayrıntılar
Agit’in savaşçıları onlar. Savaşmak da, kazanmak da, kaybetmek de yiğitçe olsun istiyorlar. Bu topraklar en çok da yiğitliğe değer veriyor. Dostluklar ve düşmanlıklar gelip geçici. Dostluk da, düşmanlık da yiğitçe olsun diyen şairleri basıyorlar bağırlarına. Kof böbürlenmeler kadar tiksinmiyorlar hiçbirşeyden. Ve düşman da olsa değerini veriyorlar yiğitliklerin.
Zap’ın orta yerinde sivri bir tepe var. Hakan Tepesi diyorlar. Bu topraklara ad verenlerin her adlandırmalarının ardında, bir yiğitlik olduğunu bildiğimden ad verilmiş yerlerin hikayelerini soruyorum hep. ‘Neden Hakan?’ diyorum. Bir savaşta bir Türk askeri o tepeyi tek başına savunmuş sonuna kadar. İsmi Hakan’mış. Ondan sonra buraya Hakan Tepesi demiş gerilla.
‘Neden bir arkadaşın ismini vermediniz?’ diyorum. ‘O asker orada yiğitçe savaştı. Düşman da olsa, yiğitliğine saygılı olmak gerekir’ diyorlar. Hiç gocunmadan hatta biraz da gururlanarak ‘insan savaşırsa, yiğit insanlarla savaşmalı’ diyorlar. ‘Hele böyle yiğitliğinden ve askerliğinden çok şey kaybetmiş bir ordunun içinden tek tük yiğitler çıkınca biz de seviniyoruz düşmanlarımızın düşmanlığını.’
Savaştan geriye adlar ve hikayeler kalıyor hep. Hele hele devam eden bir savaşta şahitlerinin hala yaşadığı ve savaştığı bir zamanda ne kahramanlıklar kayboluyor, ne de yalandan kahramanlık hikayeleri sahiplerine birşey kazandırıyor. Dolaşınca bu savaşın hala devam ettiği coğrafyayı, anaotomisi çıkarılmış bu savaşın canlı izlerine ve yaşayan tanıkların tanıklıklarına tanık oluyorum. Cilo dağının zirvelerindeyiz. Türk ordusunun literatüründe Buzul Dağları olarak geçiyor. İlginçtir, ’80 öncesinin ders kitaplarında Cilo olarak geçiyordu bu dağların ismi. Şimdi ise değiştirilip Buzul Dağları diyorlar adına.
Bir grup gerilla ile Devrimci Operasyonlar sürecinde Cilo’ya çıkıyoruz. Agirî’den sonra Kuzey Kürdistan’ın en yüksek dağlarıdır Cilolar. Cilo’dan bakınca daha bir güzel görünüyor Kürdistan. Kuzeyindeki karakollar üstüne taş yuvarlasan, altında ezilecekmiş gibi duruyorlar. Çarçella ile arasında, Belkiz diye bir kayalık var. Kuzeyinde Belkiz’ın; Şitazina karakolu, güneyinde ise Oramar köyleri ve karakolları duruyor. Gerilla, espriyle karışık ‘bu iki karakol kavuşmasını engelliyor Cilo ile Çarçella’nın. Kaldırıp bu iki karakolu, kavuşturacağız iki sevdalıyı’ diyorlar.
Neresine gitsen Cilo’nun, savaşa dair izler ve anılarla karşılaşıyorsun. Yine bir sabah serinliğinde Cilo’nun eski komutanlarından Ali Xebat’ı buluyorum. Bir demir yığınının üzerine oturmuş, derin düşüncelere dalmış. Dalgın fotoğrafını çekip yanına yaklaşıyorum.
‘Nedir bu demir yığını Heval Ali Xebat?’ diyorum. Dalgınlığın yerini bir tebessüm alıyor. ‘Osman’ın kuyruğu’ diyor.
‘Hangi Osman?’ diyorum. Tebessüm iyice yayılıyor yüzüne.
‘Pamuk Osman’ın’ diyor. Bende jetonun takıldığını anlıyor.
‘Cilo’nun soğuğu dondurdu jetonunu’ diyerek basıyor kahkahayı.
‘Ya heval, sen de o kadar dijital konuşuyorsun ki, düşse de jeton çözülmüyor şifre’ diyorum.
‘Anlaşılan çoktandır izlememişsin Türk televizyonlarını.’diyor.
‘Doğru’ diyorum.
‘O zaman pardon’ diyor. ‘Sen tanımazsın Pamuk Osman’ı.’ deyince bende birşeyler çağrıştırıyor Osman ve Pamuk isimleri ama bir türlü bu tenekeyi bağlayamıyorum Osman’ın Pamuk kuyruğuna.
Ali Xebat iyice keyiflenerek, ‘bir zamanlar buralarda Osman Pamukoğlu diye bir general vardı’ diyor. O zaman hemen aklıma geliyor.
‘Ha o mu?’ diyorum.
‘Evet, şu savaş konusunda her gün bir televizyona çıkıp ahkam kesen eskinin generali, şimdinin parti başkanlığına soyunmuş Osman’ı.’ diyor.
‘Tanışıyor musunuz?’ diyorum. Gülümsüyor.
‘Karşılıklı olmasa da, tanışıyor sayılırız. Bir kış ortası tekniğine güvenerek kahramanlığa soyunmuştu. Tenekelerle kendini dağlarımıza vurarak zafer sevdasına düşmüştü. Binlerce askeriyle birlikte şimdi oturduğumuz noktadan Zağroslara baskına gelmişti. Dağlar iyi karşıladı onu. O tanımıyordu dağları ama dağlar tanıyordu onu ve onun gibilerini. Zağroslara binlerce yıldır gömülen nice işgalci gibi o da gömüldü yüzlerce askeriyle birlikte. Tek bir mermi sıkmadan onlarca cenaze bırakıp ardından, zar zor kurtarmıştı kuyruğunu. Şimdi gördüğün teneke Osman’ın güvendiği o ileri teknolojiden kalan bir teneke parçasıdır işte. Böyledir bu dağların diyalektiği. Büyük ordularla, gelişkin silahlarla, uçan tenekelerle fethedilmeye kalkışılsa ne zaman, hep teneke bağlıyor fetih sevdalıların kuyruklarına.’
‘Üstünde oturduğun teneke...’ diyorum.
‘Osman’ın kuyruğuna bağladığımız tenekeden geriye kalanlar’ diyor.
‘Nasıl oldu olay?’ diyorum.
‘Bak heval Jêhat,’ diyor, ‘Bu Türk generalleri yiğitlikten almamışlar nasiplerini. Getirip sürüyorlar Anadolu çocuklarını bu dağlara. İtiraz hakkı olmayan gencecik çocukları zamansız, hesapsız, kitapsız vuruyorlar bu dağlara. Biraz tarih bilgisi, biraz savaş terbiyesi olan herkes bilir ki hiç bir teknik, hiç bir ordu yenemez bu dağları. Bu dağlar binlerce yıldır kendi çocuklarını nasıl korumuşsa, bugün de korumaktadır. Birileri için kahramanlık hevesi yada rütbelerine rütbe katma hırsıyken bu savaş, birileri için bu dağlarda bir hayat biçimidir, varolma biçimidir savaşmak. Osman’ın olayı da bundan bihaber, hırslı bir adamın yarattığı trajediden başka bir şey değildir.
O kışın ortasında yüzlerce cenaze bırakıp geride, çekilip gitti buralardan. Yenildi. Sonra bir baktık ki şahidi kalmamış bir savaştan çıkmış gibi herşeyi tersyüz ediyor. Türk ordusunu ve tarihini biraz biliyorsak, Türk paşalarının ‘şanlı’ geçmişlerine hiç yakışmıyor şimdiki halleri. Allah-u-ekber’in komutanı ne kadar kahraman ve büyük bir komutansa, Pamukoğlu Osman da ancak o kadar başarılı bir komutandır.
Yüzsüz olmamalı asker. Yenilmişse bir savaşta, sessizce çekilebilmelidir meydandan. Ama hala devam eden bir savaşta, herşeyleriyle yenilmiş generallerin bu kadar ortalıkta boy göstermeleri ayıp oluyor biraz. Ne sanıyor bunlar, hala sıcağı sıcağına devam eden bir savaşta, üstelik başından günümüze yürütücülerinin çoğunun hala mevzilerinde savaşmaya devam ettiği bir savaşa ilişkin bu kadar atıp tutarsan, işte böyle bir gün ortalıkta bıraktığın kuyruğunun fotoğrafını çekip neşrederler millete.’ Gülümsüyor.
‘Yaw heval Jêhat, allah için sen eli klavye tutan bir adamsın. Bu ortalıklarda boyundan büyük konuşan Osolar takımı habire atıp tutuyor. İki satırla onların tarihlerinin tanıklarının hala yaşamaya devam ettiğini ve herşeylerini yüzlerine vuracak durumda olduklarını da yaz da, biraz ufak...’
Üzerine oturduğu tenekeye elini vuruyor, ‘bak bu, Osman Pamukoğlu’nun 93’te bindiği Skorski helikopterinin artıklarıdır. Kürtlerde bir söz vardır, zırtını yaparken palenin, prêzesi temiz olmalı adamın. Bu Osman’ın prêzesinde geride bırakılmış yüzlerce asker cenazesi ve koskoca bir teneke kuyruğu var. Yeter, ayıptır artık, konuşmasın. Yoksa gerçekten buralarda kuyruğuna takılacak çok teneke var. Hepsini takarsak, kuyruğu buradan Ankara’ya kadar uzar.’
Birşeyler daha söyleyecek gibi oluyor ama elini yine tenekeye vurup, ‘zaten basmışız kuyruğuna, fazla üstüne gitmeyelim. Bu yaştan sonra yüreğine iner paşanın.’
Cilo’nun eteklerine Devrimci Operasyon sürecinde yine dört Skorski helikopter düştü. Düşen Skorskilerin tuhaf bir özelliği var. Yere çarpınca genelde tam kuyruklarından ikiye bölünüyorlar. Kuyrukları ayrı, gövdeleri ayrı duruyor. Fırsat bulunca Türk ordusu, değerli olan gövdeyi alıp götürüyor, bir tenekeye dönüşmüş olan kuyruğu bırakıp gidiyorlar. Gerilla ise o tenekelerin üzerine oturup bekliyorlar, kuyruklarına tenekeyi bağlayacakları yeni paşaların gelmesini. Savaş meydanından kaçınca paşalar, televizyon ekranlarında her gördüklerinde yenik paşaları, teneke bağlıyorlar kuyruklarına. Böylece konuştuğunu sanan paşadan tek bir ses çıkıyor; teneke sesi...
Jêhat Bêrtî
- Ayrıntılar
Daha henüz oyun çağımızdayken gerillada silah arkadaşı olduğumuz Halil İvedi (Fadıl) Hasan Çelik (Cemil), Hasan Adak (Behri) ve öteki pek çok arkadaş ile mahallede oyun arkadaşıydık. Halkımızın ve ülkemizin gerçekliğinden dolayı yarım kalan doyamadığımız oyunlarımızın özlemi içimde, yüreğimdedir hala.
Bunlar arasında en sık oynadığımız oyun Gurki bilezi oyunuydu. Bu oyunda: sicim ile sarılarak yapılmış yan yana açılmış iki avuç içine sığacak büyüklükte bir çaput top ile yukarıdan aşağı, topa vuruş noktasına doğru kalınlaşan orta boy bir sopa vardır. Takımlar, düz bir alanda, epeyce bir mesafede karşılıklı yerlerini aldıktan sonra, bir takımın görevlisi, topu karşı takımın üzerine fırlatır; karşı takımın görevlisi de elindeki sopa ile üzerine gelen topa vurmaya çalışır. Bu takım havalanan topu yakalarsa oyunu kazanır; yakalayamazsa kazanan öteki takım olur.
Bu satırları okuyan, batı merkezli düşünmekten muzdarip ışıldak okuyucu, o egemen nitelikli salt analitik “bilgeliği”nin ekeliği içinde:
Aaa… Bu oyun Amerikan beyzboluna ne çok benziyor… Diyecektir.
Ma, ne var ki böyle bir söylem ve yaklaşım; bir nineyi torununa benzeterek ona:
Aman nineciğim, torununuza ne kadar benziyorsunuz, hık demiş burnundan düşmüşsünüz vallahi, ancak bu kadar olur ha… Demek kadar absürt, abes, ve görünüşteki bütün kesinligine rağmen ters ve komik bir durumdur bu okuyucu…
Ma bu, her şeyi kedisiyle başlatan narsist eğemen batı merkezlilikteten, bu dramatik komiklikten hepimiz bir parça muzdarip değil miyiz?
Bizim Gurki bilezi Amerikan Beyzboluna değil, Amerikan Beyzbolu bizim Gurki bileyize benzetilebilir.
Çünkü bugünkü batı toplumları ve egemen sınıflı toplum uygarlığı, egemen tarihin kaydetmekten bilinçli bir özenle kaçındığı, yok saydığı kadın eksenli çağda, Kürdistan’dan-Botan’dan batıya Avrupa’ya göç eden kadın eksenli tarım toplumları ve onların tarım uygarlıklarının üzerinde yükselmektedir. Öyle ki günümüzün sanayi ve sanayi ötesi toplumlarının altyapılarındaki tarım toplumu ve tarım uygarlığının kadın eksenli temel degerlerini, mümkün olsa da tutup çekiversek, geriye beyni-iç organları alınmış insan kadavrası gibi bir şey kalır ki, bu da zaten mevtadır, okuyucu…
Nitekim bugünkü centilmen İngiliz egemenleri soyluların tutkulu hobileri Golf oyunu da bizim Botan çıkışlı bir oyundur. Centilmenler gocunmasınlar ama Botan’da bu oyunu özellikle Koçer çobanları oynarlar. Aryen çobanlarının ana yurtları Botan’ın sadık Koçer çobanlarının Anglo-sakson soylularından centilmenlerinden daha tutkulu oynadıkları bu oyunda: Gurki bilezi de ki toptan çok daha küçük ve çok daha sıkı sarılmış bir top (Kürtçe Go…) bu kez topa vuruş noktası bir sopa; ve topun içine girebileceği büyüklükte bir çukur vardır. Her oyuncu kendi başına olmak kaydıyla iki-üç-dört ve daha fazla oyuncuyla oynanan oyunda, oyuncular ellerindeki sopalarla vurdukları topu, yerdeki çukura sokmaya çalışırlar.
“Go bilezi” yani top oyunudur. “Go” ile “Golf”ün köklerinin de aynı olduğu görülür.
Gerillanın Anılarından
- Ayrıntılar
İlkokula başladığım günü bugün de anımsıyorum. Kapalı, tek düze dünyamda yaşadığım farklı bir gündü. Merak, heyecan, şaşkınlık, sevinç, kaygı yüklü karmaşık duygular… O ilki yaşayan herkes bilir… Kahkahalar içinde gülmeye de, çığlıklarla ağlamaya da hazır halde sıralarında oturan öğrencilerin yazgısı artık öğretmen ve onun zihniyetine bağlıdır. Karşımızda kara tahtanın önünde ayakta konuşan yetişkin birini dinliyor, fakat söylediklerini bir türlü ayrıştırıp, anlayamıyorduk. Devletin bizi eğitmek, babamın deyimiyle “adam” etmek için yolladığı bu yetişkin kişinin o durumda neler hissettiğini bilemem. Fakat bizim duygularımızın toplamı büyük bir şaşkınlıktı.
Bir süre sonra bize hariçten gazel okuyarak sonuç alamayacağını anlamış olsa gerek ki öğretmen, üst sınıflardan bir öğrenciyi tercüman olarak getirdi. Kimin oğluydu anımsamıyorum ama bu tercüman öğrenci, öğretmenin bize ana dilimiz Kürtçeyi yasakladığını, yine ana dilimiz Kürtçe ile duyurdu. Tercümanımızın ana dilimiz Kürtçe ile bize bir bir izah ettiğine göre: bundan böyle derste, teneffüste birbirimizle; evde, anne, baba ve kardeşlerimizle Kürtçe konuşmayacaktık (!).
Öğretmen herhangi birimizin Kürtçe konuştuğunu görür ya da duyarsa bizi şiddetle cezalandıracağını, döveceğini söylüyordu. Dahası öğretmen kendisinin olmadığı, ulaşamadığı her yerde başkaları tarafından bu konuda izlenip, gözleneceğimizi, bu kişilerin Kürtçe konuştuğumuzu kendisine bildirmesi durumunda da bizi cezalandırıp, döveceğini söylüyordu.
Devlet bizi eğitmeye, bizi zor yoluyla ana dilimizden vazgeçmeye zorlayarak; ana dilimizi bize zor yoluyla unutturarak başladı. Devletin bize verdiği ilk ders bizim, devletten aldığımız ilk eğitim bu oldu.
Sen söyle okuyucu: bize terörist demekten, mazoşistlere özgü garip bir haz duyan devletin bu uygulamaları terör değilse nedir? Bundan daha zalim ve alçakça bir terör olur mu? Devletin bu yolla kişiliğini parçaladığı Kürt çocuklarının sayısı kaçtır? Bu yolla kişilikleri parçalanan Kürt çocuklarının toplumsal yaşamdaki durumları, sorunları nelerdir? Bu sorular Türkiye’nin ve dünyanın pedagoglarınca ele alınıp, işlenmesi gereken bir insanlık sorunudur. Daha okulun ilk günlerinde öğretmenin devlet adına koyduğu ana dil yasağına rağmen okulda, teneffüste ana dilimle Kürtçe konuştuğum için öğretmenin içimizden örgütlediği arkadaşlar tarafından ihbar edildim. Sınıfta öğretmen tarafından cezalandırılmak üzere arkadaşların karşısına kara tahtanın önüne çıkarıldım. Dört kişiydik; teneffüste okulun önünde kendimizi kaptırdığımız oyunda çığlıklarımız bile Kürtçeydi…
Ana dillerini konuşmaktan suçlu yedi yaşındaki dört çocuk olarak bak nasıl cezalandırıldık okuyucu: Kürtçe konuştuğumuz için bizi cezalandırmak üzere kara tahtanın önüne çıkaran öğretmen elinde esaslı bir sopayla başımıza dikilmiş vahşi bir öfke içinde:
Domalın ulan! Diye hırlıyordu.
Anlamı neydi, ne demekti bu? Bilmiyorduk. Öğretmenden ve onu bizi eğitmek için yollayan devletten çok geri (Botan vahşileri) olduğumuzdan anlayamıyorduk. Biz korku içinde ne yapacağımızı bilmez halde bön bön öğretmene bakıyorduk. O yani eğiticimiz pedagog da hırlama ötesine geçmiş, öfkeden öte cinnet içinde:
Domalın dedim ulan! Diye uluyordu.
Öğretmen (ama ne öğretmen…) kendisiyle dil birliğinden yoksun olduğumuz için; derste bize anlattığı şeylerin esasını bir de vücut diliyle anlatır, jest-mimik hareketleriyle olmadık maymunlukları, şebeklikleri yapardı.
Kendini Kürt çocuklarını Türkleştirme çalışmalarına adamış bu ülkücü büyük Türk pedagogu pandomim sanatından tatmin edici bir sonuç alamazsa, resim sanatına başvurur, küçük ‘vahşiler’ olarak bir türlü anlayamadığımız konuyu, ‘büyük uygar’ olarak o, birde kara tahta üzerinde beyaz tebeşirle çizdiği çizgilerle anlatırdı bize. Bu büyük Türk münevverine bir plaket olsun verilmiş midir acaba? Devlet bencil ve nankördür. Böylelerini alır, önce ekonomik olarak düşürüp, mahkum eder; sonra ideolojik kültürel olarak balon gibi şişirir, ardından da göreve atayarak, üç-beş kuruşa eşşek gibi çalıştırır. Sonra da egemen yaşamda ekonomik, psikolojik, toplumsal olarak her bakımdan domalmış halde bir kenara fırlatıp atar onu.
Bu domalma bahsinde öğretmen hırlayıp, uluyor fakat nedense bir türlü uygulamalı izaha girişmiyordu. Bunun yerine çılgın bir öfke cinnet içinde ve iğrenç küfürler eşliğinde:
Domalın ulan! A…. S… min…. Sıpaları diye haykırarak, elindeki sopayla kıyasıya vuruyordu bize.
Fakat biz, bizden istenenin ne olduğunu ve nasıl olduğunu bilmediğimizden iyice perişanlıyorduk okuyucu.
Sonunda kan-ter içinde çaresiz kalan ittihatçı büyük pedagog, üst sınıftan Türkçe bilen bir tercüman getirdi. Ona sorunu anlattı. O da bize uygulamalı olarak tercüme etti: buna göre;
Avuçlarımızı diz kapaklarımıza bastırıp, gövdemiz ve başımız yere paralel oluncaya dek belimizi kırıp, eğiliyorduk. Batı merkezli örgütlü egemenlerin Prusya ekolünden İttihatçı pedagogu da elindeki sopayla kalçalarımıza vuruyor, vuruyor, sonunda hırsını alamayıp, tekmeyle girişerek, bizi yere yıkıyordu.
İşte okuyucu bu İttihatçı pedagog öğretmen ve onu bize yollayan “yüce” devletten aldığımız ikinci ders bu oldu.
İkinci ders konumuz devşirme ittihatçı resmi Türk argosunun çocuk eğitimi (pedagojisi) ile ilgisinin ne olduğunun izahı elbette ki kuralsız asimilasyoncu devlet kurumuna düşer. Eğer yaşıyorsa, kendiside devlet tarafından ekonomik, psikolojik, toplumsal olarak domaltılıp, bir kenara atılmış olduğu kesin olan o zavallı, öğretmene değil.
Bu kadar değil okuyucu, konu ne denli kokuşmuş ve iğrenç bir konu olursa olsun, yine de ele alıp, kabaca irdelemek zorundayız.
Devlet görevlisi öğretmenin ana dilimiz Kürtçeyi konuştuğumuzda bize uyguladığı cezalardan biri de, kendi deyimiyle “eşek tranşıydı”. Devletin öğretmeni, o gün ya da o an eşşek saatinde değil de eğer “eşref” saatindeyse, ana dilini konuşma suçunu işlemiş olan erkek öğrencileri sınıfın önüne çıkarıyor, elindeki makas ile onların saçlarını çeşitli biçimlerde mesela bir favoriden ötekine, alından enseye kadar kesip kırparak “haç” işareti yapıyordu.
Ana dillerini konuşma suçunu işleyen kız arkadaşlar da, devlet öğretmeninin evine su ve odun taşıma, temizlik vb. angarya işleri yapmakla cezalandırılıyordu.
Bir de bu her bakımdan terbiyesiz hergele zıpçıktı İttihatçı devlet sıpası, hem hepimize toplu hem de her birimize ayrı ayrı “kırolar ve kıro” diye hitap ediyordu. Adabı ittihattan geliyor ya…
Bu konuda senin durumun nedir okuyucu? Devlet senin üzerine öğretmen kisvesine büründürdüğü hangi zebanisini yolladı? Ve ana dilini konuşma suçunu (!) işlediğinde sen daha yedi yaşındayken o küçücük ya da kepçe fakat kesinlikle pespembe saydam kulağından tutup körpe başını kara tahtaya çarptığında, o yaşta sana neler olduğunu bu güne dek anlayabildin mi? yalnız ve yalnızca ana dilini konuştuğun için seni nasıl dövdü? Sana hangi hakaretleri etti? Anımsıyor musun? Mutlaka anımsa ve asla unutma; nedenlerini, sonuçlarını anla, anlat va aş okuyucu!
İçimizdeki bu dert çok ağır ve çok derindir okuyucu… O yaşta uğradığımız derin kişilik kırılmalarımızın zaman içinde kişilik parçalanmalarına dönüştüğünü; bu konuda bütün yaşam süreçlerimizi belirleyen çok derin, çok ağır ve üstelik örtülü (bilincinde olmadığımız, ayrımına varmadan yaşadığımız) köklü kişilik sorunlarına neden olduğunu görüp anlamalıyız okuyucu.
İnsan kişiliğinin, yaşamının bütün süreçlerinde baştan sona belirleyici olan, toplumsal kültürel genleri üzerinden gelen kalıtsal ve bunun üzerine çevresine daha ana rahmindeyken sağlamaya başladığı edimsel alt yapı değerlerinin oluştuğu, sıfır altı yaş arası çekirdek birikimini alçakça kırıp, dökerek; bize “Türkleştiğin ve benim gibi olduğun oranda toplumsal yaşama katılabilirsin! Değilse sana yaşam hakkı tanımam. Kendini Kürt olarak ifade edemezsin!” diyen ve bu dediğini devlet zoruyla, şiddetle uygulayan bir zihniyetin hakim olduğu yaşama-düzene; kırılıp, parçalanmış bir kişilikle yedi yıl geriden başlamanın kendimizde, halkımızda ve insanlıkta yarattığı sonuçları anlatalım, ortaya koyup, tartışalım. Birbirimizin terapisti olalım, bu dertle, bu yükle yaşanmaz okuyucu…
Yaşadıklarımızın çocuklara uygulanan bir İttihatçı devlet terörü olduğunu haykıralım! Böyle bir terörle uğradığımız kişilik parçalanmaları ve kişilik sorunlarımız içinde egemen dünyada kendimizi toplumsal ifade çabamızın sonucu “arabeskliğimizi” anlayalım ve aşalım…
Böylesine ağır ve korkunç devlet terörü altında sürdürmeye çalıştığımız toplumsal yaşamda, çocuğun insanın sonradan kazanabileceği toplumsal yetenekleri, becerileri kazanamayıp, devlet terörüyle savrulduğumuz metropol varoşlarında heba olduğumuzu… Anlayalım ve herkese haykırarak duyuralım.
Doğanın insana lütfettiği, toplumsal, kültürel genlerimizdeki, potansiyel yeteneklerimizi açığa çıkaramadığımızı ve bizde yüklü bu harikulade insanlık değerlerinin açığa çıkmadan yitip, gittiğini, halkımızın ve insanlığın bu bakımdan tahmin edilemeyecek kayıplara uğradığını haykıralım! İç Asya’dan, Balkanlardan, Kafkasya’dan, Anadolu ve Mezopotamya’ya gelen devşirme birileri, geldikleri yerlerde uğradıkları kimlik yıkımının kompleksini, güçlerinin yettiği herkesi kimliksizleştirip, kendine benzetme çabası içindekiler ulus devlet kurup, temel güdülerini doyuracaklar diye, bize reva görülenlerini bütün çıplaklığıyla bütün dünyaya anlatalım.
Gerillanın Kaleminden
- Ayrıntılar
Gizemdir gerilla. En göz önündeki zamanlarda bile aslında görünmezdir gerilla. En çok beklenen yerde karşınıza çıksa bile, gizemli bir sürprizdir gerilla. Gizem bir taktik yada bir strateji değildir gerilla için. Onun varolma biçimidir gizem. Bu öyle belli bir dönemin, belli bir zamanın askeri örgütlenme biçimiyle alakalı değildir. O, ezilenlerin tarihten süzülerek gelmiş bütün direnme biçimlerinin bileşkesidir. Sadece ulusların, sınıfların yada herhangi bir toplumsal kesimin, kendini varetmek için başvurduğu bir savaş ve ordu biçimi değildir.
O, içinden çıktığı her toprağın rengini alan, biçimini alan, ruhunu alan, herşeyiyle tam bir gizemdir. Onun gizemi, gizemli olma çabasıyla alakalı değildir. Onun gizemi, bilinen aklın dışında varolmasıyla alakalıdır. Bilinen akıl mülkiyetin, tahakkümün, zülmun aklıdır. Bilinen akıl, egemenlikçidir, cinsiyetçidir, doğa düşmanıdır. Bilinen akıl, sonuna kadar zülumkardır, hilekardır, yalancıdır. Bilinen akıl, güce tapar, maddeyi esas alır, ruhsuzdur. Ve bu yüzden bilinen aklın sınırları içinde akıl üretenler için, büyük bir gizem, bir muammadır gerilla.
Kontr-gerilla diye bir savaş taktiği ve onun kütüphanelere sığmayan teorilerini geliştirseler de, hep yenilmişlerdir gerillaya karşı. Ve en çözdük dedikleri zamanda bile, habire yeni teoriler üretmelerinin nedeni, herşeyiyle bir gizem olmasındandır gerillanın. Özgürlüktür gerilla. Doğayla bütünlük, toplumsal eşitliktir gerilla. Zülme karşı başkaldırı, zalimin korkulu rüyasıdır. Savunduğu toprak kadar toprak, savunduğu toplumun herkesiminden birşeyler taşır kendinde.
Ezilen sınıftır gerilla. Ezilen cinsttir, ezilen halktır, ezilen çocuktur ve talan edilen topraktır gerilla. Beş bin yılın bütün direnme biçimlerini kendinde bir ruh haline getiren en gizemli direnişçi olan kadın cinsinin taa kendisidir gerilla. Egemenler için bu kategorilerin hepsi yeniktir çünkü adı üzerinde, ezilendir onlar. Yenilmişsen, ezileceksin doğal olarak. Fethedilmişsen, sömürüleceksin doğal olarak. Sömürülüyorsan, susacaksın, boyun eğeceksin,merhamet dileneceksin, şükredeceksin hatta.
Egemen akıl, iktidar aklı bunu bilir, bunu söyler, bunu emreder. Bunun dışındaki hiç bir düşünme biçimi akılcı ve gerçekçi değildir. İşte tam da bunun için gizemdir gerilla. Çünkü bilinen aklın ve gerçeğin dışında ve ötesindedir gerilla. Bu, onun tarihsel varolma biçimidir. Egemenlerin tarihi onları hep öcü, şeytan, cadı, terörist ve bir sürü adla tanımlamışlarsa da, onlar halkın bağrında hep yer bulmuşlardır kendilerine.
Dağların derinliklerindeki direnen aşiretin kahraman süvarileridir onlar. Çölün en fırtınalı yerinde bir bedevi atının sırtındaki heybetli Ali’dir onlar. Amazonlardaki orman hayaletleri Zapatistalardır onlar. Karacadağ’ın eteklerindeki Hedwan’ın süvarisi Derwêşê Evdi ve on iki süvarisidir. O yüzden egemenlerin kitaplarında korku kaynağı ve kötülük simgesiyken gerilla, halkların masallarında, efsanelerinde ve destanlarında tanrısal gizemin yenilmez kahramanlarıdır onlar.
Gizemdir gerilla. Çünkü bilinen aklın dışında bir akılla vareder kendini. Zülme karşı direnişin, adaletsizliğe karşı eşitliğin, iktidara karşı özgürlüğün aklıyla düşünür. Hürafelerin ve küfrün diline karşı, masalın ve efsanenin dilidir onlar. Çünkü bütün haramların, günahların kaynağında yasak elma vardır. Bilgisizlik üzerine inşa edilir iktidar. Bilgisizlikle beslenir zülum. Ve bilgisizlikten doğar bütün teslimiyetler.
Gizemdir gerilla. Çünkü Adem babalarının izinden gitmiştir. Bütün bilgi ağaçlarının bütün bilgi meyvelerinden süzülmüş bir aklın sahibidir gerilla. Toprağın çocuğu, ormanın kardeşi, börtü böceğin oyun arkadaşıdır o. En gizli çeşmenin, en saklı meyvenin, en sağlam sığınağın usta bilicisidir o. Gizemdir gerilla. Çünkü bilinen aklın dışında, bilinen hayatların dışında, bilinen yaşam biçimlerin dışında kendini varetmenin ustasıdır o.
Ol bu sebeple, gizemin dışında kalanların gerillaya ilişkin söyledikleri her söz beyhude bir yalan, çaresiz bir laf kalabalığının ötesine geçemez. Ve yine ol bu sebepledir ki bu gizemin dışından gelenler için gerillayla savaşmak, sadece gölgelerle savaşmaktır. Bu savaşı yaşayanlar bilirler, o yüzden en gelişkin silahlar, en ileri teknolojiler, en kale kalekollar kurtaramaz onları gecenin gizemli savaşçılarından. Vurulur belki en kıyıcı silahlarla, en atom teknolojilerle ama eksilmez, hep çoğalır gerilla. Çünkü kurumayan çeşmenin, dinmeyen rüzgarın ve bereketli toprakların çocuğudur gerilla.
Yenilmez, hep çoğalır. Çünkü hiç bir masalda, hiç bir destanda, hiç bir efsanede yenilmez kahramanlar. Bilir bunu, onu bağrında besleyen halk, kucağında besleyen toprak ama bilmez, zülmun aklı ve akıldaneleri. Zülum hep zalimin elindeki kırbaç ve kurşunla konuşur. Gerilla ise hep sabır ve sessizlikle örer direnişini. Çünkü bilir o, hiçbir zülmun kırbacı işlemez sabra ve hiç bir mermi işlemez gününü bekleyenlerin suskunluğuna. O yüzden sabırla ve suskunlukla örer gerilla, zalime karşı mazlumun gazabını. Ve o, kendi gizeminde bilgesidir zaferin. Zafer gazapla gelecekse, o bilir, en büyük gazap mazlumun ahıdır. O boğuk, o derin, o öfke dolu ah, birikir de birikir gizemli sessizliklerde, sabırlı suskunluklarda. Sonra çatlar sabrın taşı ve çığlığa dönüşür suskunluk.
İşte gizemi gerillanın çatlamış sabır taşı ve zülum sessizliklerindeki ahın çığlık hali olmasıdır. İşte bundandır mazlumlar için en tanıdık bir evlat olarak kucaklanan yüreğinin bir parçası, gözünün bebeğidir gerilla. Hep gözlerinin önünde hep görülebilen, hep duyulabilen bütün gözlerin ve kulakların duyup görebildiği bir gerçektir gerilla. Zülmun azap askerleri için ise bütün zamanların gizemi, tanrıların acımasız yıldırımıdır o. Mazlumlar için nerde görseler onları, ‘hoşgeldiniz, biz de sizi bekliyorduk’ denilip ekmeklerini bölüştükleri sevgili evlatları, umut dolu yarınlarıdır. Zalimler ve savaş borazancıları için ise hep ‘nereden çıktı bunlar’dır.
Gizemdir gerilla. Mazluma hep aşikar olan, zalimi kör eden...
Bir yıldan fazladır Kürdistan dağlarının bir çok yerinde bir gizemi paylaştım gizemin çocuklarıyla. Olup bitenler hep gözlerimin önündeydi. Cehennemi acılarını ve bütün cehennemlerin, yanında sönük kaldığı suskunluk zamanlarını paylaştım. Bir bahar ve bir kış paylaştım. Bir kışın bu kadar ateşten ve can yakıcı olabileceğini ve insanların yüreklerinde bu kadar gazap biriktirebileceklerini büyük bir hayret ve hayranlıkla izledim. Ve yazdım bunları.
Onlarca canlarını kışın amansız donduruculuğu içinde çağın bütün ölümcül teknikleriyle canlarına can kattılar bereketin topraklarına. Kahpe pusularda en güzel oğullarını ve kızlarını bembeyaz kara gömdüler. Komutan Rûbar’ı, komutan Hamza’yı, komutan Brûsk’u, komutan Arjin’i, komutan Berfin’i, komutan Armanc’ı, komutan Rûken’i ve onlarca canlarını bembeyaz kara ve derya yüreklerine gömdüler.
Cehennemler demlediler yüreklerinde. Gazapla emzirdiler akıllarını ve yüreklerini. Bahara cehennemler sığdırma sözüyle beklediler, dağların gelinliklerinden soyunmasını. Bütün kış boyunca onlar paylaştılar bunları benimle. Ve ben defalarca yazdım. Bu baharın ateş halaylarına gebe olduğunu. Baharla birlikte onlar düştüler yollara. Ben de peşlerine düştüm.
Yaşadığımız topraklar herşeyiyle baharı yaşıyordu. Baharların en bereketli toprakları ise çöl suskunluğunda kalsın istiyordu zulüm sistemlerinin sahipleri. Oysa zamanı gelmişse baharların, kimse güzelliklerin filizlenmesini engelleyemeyecekti bu topraklarda. Arjîn ve on beş güzel yoldaşının o kahpece katledişleri bile milyon bahara gebeydi. Bu kadar bereketli tohum düşecekti toprağa, hem de en bereketli toprağa ve çöl kısırlığı beklenecekti bu topraklardan. Bu ancak zalim kafaların kısır akıllarının bekleyebileceği bir kör hayal olabilirdi. Toprağın bereketli aklı olan çocuklar sadece zamanını beklediler baharın.
Baharla birlikte düştüler yollara. Bereketli akılları ince ince, derin derin ustaca cehennemler örmüşlerdi zulmün piçlerine. Bu topraklar kabul etmez piçleşmenin hiç bir biçimini. Baharda budanır ağaçlar piçlerinden. Temizlenir toprak ayrıksı piç otlardan. Ve kalekollarında yanılgılı güvenlerinde zulmün piçliğinden beslenen kiralık tetikçiler örülen cehennemlerin farkında değildirler. Oysa bütün kış, çığ çığlığında örülmüştür cehennem. Toprağın anaları bütün sevecenlikleriyle ertelenmesini istemişti baharı. Zalime bile şefkat tükenmiyordu onların yüreklerinde.
Biliyorlardı, eriyen karlar sadece boz renkli sular akıtmayacaktı ovalara. Kana boyanmış kardan kan selleri akacaktı ovalara ve analar, bütün şefkatlerinin bile bu sellere engel olamayacağını biliyorlardı. Sokaklardaki çocuklar, bahar oyunlarının, dağdaki oyun arkadaşlarının oyunlarına karışacağını biliyorlardı. O yüzden boş şişeler ve avuçlarını dolduracak taşlarla doldurmuşlardı zulalarını. Gizem mendillerini yüzlerine örtmenin binbir şeklini icat etmişlerdi.
Yani herkes öngörmüştü bu baharı. Kaçınılmazdı ateş halayları. Dağdan kopan ilk selle birlikte başlayacaktı halay. Zaten adet değil mi bu topraklarda, hep halaylarla karşılanır bahar. Ve en güzel halayları, ateşin ve güneşin çocukları Newroz ateşinin etrafında tutarlar. Ve Newrozla birlikte başladı ateşin halayı. Sonra dağlardan usul usul halaylar inmeye başladı ovalara. İşte o zaman gizemi göremeyen iktidar körleri ‘nereden çıktı bunlar’ diye başladılar tiz çığlıklar atmaya. ‘Kimin halayı bu’ diye anlamsız sorular sordular. ‘Neyin halayıdır diye bu’, anlamsızlıklara boğmak istediler bütün akılları.
Oysa halay başında bu halayın Rûbar vardır, Hamza vardır, Brûsk vardır, Armanc vardır, Rûken vardır, Mahir vardır, Berfin vardır, Arjin vardır. Toprağın bereketine bereket katanların ateşten halayıdır bu. Onlar halay başı, peşlerindekiler sevinçli halayın çocuklarıdır sadece. Nereye baksam bu gerçekler gün gibi aşikârdı.
Eylem hazırlığında günlerce, haftalarca yürüyen gerilla hangi köye, hangi zoma, hangi mahalleye inse yediden yetmişe tek bir cümleyle karşılıyordu onları, ‘Hoşgeldiniz heval. Gözlerimiz yollarda kaldı.’ Ve hemen herkes görev bilinciyle ve büyük bir disiplinle harekete geçiyordu. Çocuklar hızla köşe başlarına nöbete koşuyorlar. Analar kıştan ördükleri çorapları çıkınlarına koyuyorlar. Genç kızlar ve gelinler tandır başlarında ekmek pişirmeye gidiyorlar. Delikanlılar hemen kuşanıyorlar ve kurye olmanın, milis olmanın ciddiyeti ve disipliniyle kulaklarına fısıldanan görevlerinin başına geçiyorlar.
Her şey halay uyumunda. Sevinçli karşılamalar, fısıltılı işbölümleri ve uyumla hareket eden yediden yetmişe bir halk. Hepsi herkesin gözleri önünde ama bunu sadece gizemi çözenler biliyor, görüyor. Gizemin dışında kalanlar ise sağır ve kör. Bir gerilla komutanı kılık değiştirerek bir karakolun içine giriyor. Keşfini yapıp çıkıyor. Herkes görüyor bunu, karakolda kalanlar dışında.
Sonra düşüyoruz yollara. Her yol boyunda gizli işaretler, gizlenmiş erzaklar ve cephaneler, küçük pusulalar ve benim de tam anlayamadığım ve sormaya çekindiğim bir kişinin taşıyamayacağı büyük demir parçalar. Bunları kim, ne zaman ve nasıl bıraktı buralara, şaşırıyorum. Bazen yanımda yaşlı bir komutana, ‘heval kim ve ne zaman bıraktı bunları’ diye soruyorum. Gülümsüyor. ‘Reşkê şevê’ diyor. Anlıyorum ki tarihin derinliklerinden yardıma gelmiş gecenin cinleri.
Her türlü tekniğe karşı o kadar ilginç tedbirler geliştiriyorlar ki deşifre olmuş şemsiye taktiği dışında bilgi veremiyorum burada. Duysalar o tekniği geliştirenler, tekniklerinin bu kadar basitçe boşa çıkarılabileceğini, kilit vururlardı fabrikalarının kapılarına.
Yürüyoruz. O kadar uzun yürüyoruz ki, bu her yaştan gerillaların takatı nereden bulduklarına şaşıyorum. Bazen saatlerce iniyoruz derin bir vadiye. Tamam, her halde vadiye inecektik, yolculuk bitti, diyorum. Bu sefer başlıyoruz dimdik bir yokuşu çıkmaya. Saatlerce, günlerce yürüyoruz. Bir bakıyoruz bir zozandayız. Koskoca kar kevilerin yanında, yemyeşil çimenlerin ortasında, bir gölün kıyısında mola veriyoruz. Herkes düzlüğün kenarındaki kayalıkların arasına bırakıyor çantalarını. Çaylar yapılıyor. Erzaklar çıkarılıyor.
Çay ve yemekten sonra bu yorgunlukta fırsat bu fırsat herkes bir kayanın dibinde uyuyup dinlenecek diye bekliyorum. Artık orta yaşı biraz devirmiş olan kadın bir gerilla, çevresindekileri tahrik etmeye çalışıyor. ‘Heval’ diyor, ‘Allah bu meydanı birrê için yaratmış sanki’ diyor. ‘Birrê’ lafını duyunca bütün yorgunluk uçup gidiyor. Zaten böyle durumlarda tahrike gelmeyen oportünist sayılıyor. Ve hemen takımlar belirlenip dünyaya tepeden bakan bu zozanlarda nöbetçiler çıkarılıp eyleme hazırlanan gerilla grubu başlıyor birrê oynamaya. Öyle bir keyif ve ciddiyetle oynuyorlar ki, oportünist damgası yememek için ben de dalıyorum oyuna. Kan-ter içinde kalıyoruz. Birrê bitiyor, ara veriyoruz. Bir çay içiyoruz.
Sonra eskilerden biri mendil kapmaca öneriyor. Kadın gerillalar zaten hazır. Bu oyunda kendine fazla güvenli erkek gerillalar, kaptırıyorlar mendili çoğunlukla. Ben iyice yoruluyorum. Kahkahalar eşliğinde bitiriyoruz mendil kapmacayı. Oturuyoruz. Komutanların çoğu bir tarafa çekiliyor. Birşeyler planlıyorlar, belli. Diğerleri bir tarafa çekilip silahlarını temizliyor, raxtlarını kontrol ediyorlar.
Akşama doğru, nereden çıkıp geldiklerini anlayamadığım başka başka gruplar geliyor. İçlerinde yüzü puşilerle örtülü, tam donanımlı sivil giyimli olanların da olduğu oldukça kalabalık bir güç birikiyor orada. Her şey bir eylem hazırlığının olduğunu gösteriyor. Kısa bir toplantı yapılıyor. Böyle bir zamanda yapılacak eylemin tarihsel, siyasal ve askeri hedefleri anlatılıyor. Ama somut hedef eylem anına kadar gizli tutuluyor hep. Eylem başlayana kadar Şitazina ve Oramar karakolları olduğu aklına gelmiyor hiçbirimizin.
Eylem başladıktan sonra o kadar çok yerden ve o kadar değişik silahlarla ateş altına alınıyorlar ki, haftalardır bu gruplarla dolaşmama rağmen yine de şaşıyorum, bu kadar çok güç ve bu kadar ağır silah nasıl taşındı buraya diye. Oysa belki de onlarca karakolun arasından ve hep tepemizde olduklarını bildiğimiz her türlü keşif uçağı ve uyduların altında yürüyerek gelmişiz buraya. Hepsine karşı öyle ilginç tedbirler alınmış ki, bu koskoca ordu ve en gelişkin teknik kör ve sağır kalmış. Yada belki de gerçekten beraber yürüdüğüm, ekmeğini paylaştığım, beraber oyun oynadığım bu insanlar sadece hayalet belki. Yada gecenin gölgeleri onlar. Neticede ben de görerek anlıyorum ki ne kadar gözümün önünde olsalar da, ne kadar herşeylerini paylaşsalar da benimle, gizemdir gerilla. Ve bu gizemi sadece yaşayanlar anlayabilir.
Fazla uzun sürmüyor saldırı. Düşüyor karakol. Giriyorlar içine. Eylemlerini tamamlayıp yerleşiyorlar araziye. Günlerce sürüyor çatışmalar. Kuşatılmış karakollara ve tutulmuş araziye girmek için her türlü yol deneniyor. Ama öyle tedbirler alınmış ki nereye adım atsa, görünmez bir duvara çarpıyor işgalci askerler. Hangi dağı dolanmak isteseler, adeta ateş fışkırıyor toprak. Gözlerimizin önünde dört helikopter düşüyor. Sonradan onlarca askerin cenazesi gelen başka helikopterlerce alınıp kaçırılıyor adeta.
Şitazina ve Oramar’da yapılan devrimci operasyon günlerce devam ediyor. Gücün bir kısmı geri çekilirken, arazinin derinliklerinde arazi hakimiyeti kuran güçler iyice sağlamlaştırıp mevzilerini yerleşiyorlar bölgeye. Olup bitenler askeri taktik ve siyasal etkiler bakımından güçlü sonuçlar yaratıyor. Ama hepsinin ötesinde, bahara tek bir eylem yapamaz halde çıkması beklenen gerilla, bu toprakların baharının halaybaşı olduğunu gösteriyor bütün dünyaya.
Fabrikalar uçaklar üretebilir. Tanklar, toplar üretebilir. Çağın zulüm orduları en profesyonel eğitimlerle, en gelişkin tekniklerle donatılabilir ama hiç bir teknik ve hiç bir profesyonel ordu, topraktan filizlenmesini önleyemez bir çiçeğin. Kış bitmiştir. Dağlar soyunmuştur gelinliklerinden. Ve ekilen tohum bire bin fışkırmıştır bu bereketli topraklardan. Ve yine devrimci operasyonlarda baharın bereketli bağrına güzel oğulları ve kızları düşüyor bu halkın.
Baharın ardı yaz ve sonbahardır. Bu topraklarda daha hangi ateş halaylarının ince ezgisi derinden derinden bir halay hazırlığındadır, bilinmez. ‘Ne yapmak istiyor, neden yapmak istiyor ve nasıl yapacak gerilla’ diyenlere, sorularınız beyhudedir demek gerekir. Çünkü başlamıştır halay ve halaybaşları dışında kimse bilemez bir sonraki oyunu. Bu oyun, gerilla oyunudur. Öngöremezsiniz sonrasını. Çünkü gizemdir gerilla...
Jêhat Bêrtî
- Ayrıntılar