Tüm dinlerin ortak bir noktası vardır; komünal yaşama çağrı yaparlar. Komünal yaşam esasen toplumsal olan yaşamdır. Ve dinler toplumsallaşmayı yaratmak için çalışırlar. Daha doğrusu toplumsallıktan kopmuş olanı frenleyerek raydan çıkışa dur deme hareketleridir.
PKK çıkışı itibariyle toplumsallaşmayı yaratmak için ortaya çıkmış bir harekettir. PKK, TC devletinin dayattığı yok oluşa dur demek için baş aşağıya gidişi frenleme hareketidir. Bu bağlamda PKK biraz da dinler tarihinde insanlığa umut olmuş hareketlere benzer. Aslında tüm sosyalist hareketlerin ortak noktaları da biraz dini hareketlere benzemeleridir. Tuhaf gelebilir ama dinler nasıl ki ortakçı yaşama çağrıysalar sosyalist hareketlerde hep ortaklaşmaya çağrı olmuşlardır.
Musa ile Yahudilerin çelişkisi Musa toplumsal bir yaşamı tercih ederken büyük bir Yahudi kesimi bireyci, ortaklaşmadan uzak bir yaşamı tercih etmeleridir. sept diye bilinen çalışmama günü esasen biriktirmeye karşı alınmış bir tedbirdir. Altı gün çalışacaksın yedinci gün ise ibadet edeceksin fikri esasen kirleten bireyci biriktirmeye karşı bir duruştur. Komünal duruş. Benzerini hatta daha ilerisini biz İsa’da görüyoruz. Neredeyse yaşamın özü ortakçılıktır. Kim İsa’nın elindeki lokmasını paylaşmadığı söyleyebilir ki? Ya Hz. Muhammed’i? Öyle bir sistemi hedefler ki tümden toplumsal olsun. Ya Zerdüşt’e, Buda’ya ve Konfüçyüs’e ne demeli?
Böyle nice insan sevdalısı Peygamberi sıralamak mümkündür.
Gerilla insanlığı toplumsallaştıran ne kadar insan eylemi varsa hepsine sahiplenen kimliktir. Gerilla bu bağlamda ilk toplumsal oluşum olan doğal toplumu en çağdaş biçimde temsil eden güçtür. Çağ olarak çok büyük farklılıklar olsa da aynı ilk çağlardaki gibi ortak çalışan, ortak üreten, ortak paylaşan, ortak yaşayan, ortak tüketen ve her kişinin ihtiyacına ve gücüne göre çalışmaya katılan kimliktir.
Daha da açalım.
Gerilla’nın yaşamı ortakçıdır. Aynı büyük insan Şeyh Bedrettin’in dediği gibi “her yerde her şeyde hep beraber demek için” misali, gerillanın yaşamı hep beraber. Size tuhaf gelebilir ama gerilla da en çok nefret edilen özelliklerin başında bireycilik kariyerizm, kıskançlık, yetkicilik gibi sadece birileri için biriktiren özellikler gelir. En sevilen özellikler; genelleştiren, ortaklaştıran, kolektifleştiren, hükmetmekten kaçınanlardır. Belki daha söylenecek çok özellikler vardır. Ama biz bunlarla yetinelim.
Gerilla’da ihtiyaçlar bir merkezden temin edilir. Kimin ne ihtiyacı varsa bulunduğu birim ya da gerilla gücü içerisinde liste halinde hazırlanıp ihtiyaçları temin edilen kuruma verilir. Ve bu kurum ihtiyaçlar temelinde bunları çözer. Burada para yok, burada mal ve mülk yoktur. Gerillanın üzerindeki her şey komünaldır. Toplumundur, gerilla toplumunun.
Bu bağlamda mülkiyet bireyler üzerinde yönlendirici rol oynayamaz, para birilerini yoldan çıkaramaz ya da para bireyleri satın alamaz. Çünkü burada para yoktur, burada mülkiyet yoktur. Ortak üretilip ortak ihtiyaçlar temelinde tüketilen değerler vardır. Bunun içindir ki her gerilla kendisini devrimin en iyi temsilcisi görür. Tuhaf gelebilir ama her gerilla kendini en iyi PKK’li bilir. Çünkü PKK en damıtılmış komünal yaşamdır. Gerilla ise bu damıtılmış komünal yaşamın cisimleştiği alanların başında gelir.
Evet, gerilla komünal kimliktir dedik. Komünalizm Kürtçe bir kelimeye yakın duruyor. Kom Kürtlerde toplum ya da topluluk anlamına gelir. Ve biz gerillalar bu toprakların rengi olarak hep ortak olandan yanayız. Giyimimiz, kuşamımız, silahlarımız vb. birçok şeyimiz birbirine yakındır. Hastaysanız farklı bir mazeretiniz varsa bu ayrı ancak bir gerekçeniz yoksa siz başka yoldaşların kullandıklarını kullanırsız. Gerilla da biraz maddi değerler açısından farklı durmak ayıplanır, hoş görülmez. Denilecek ki bunun dışında yaşayanlar olmadı mı? Bende derim ki böyleleri çok çıktı, belki halen içimizde de vardır. Ancak kim bunlara gerilla olarak görüyor ki? Ya da kim bunları PKK’li olarak görmüştür ki? Böylesine tipler içimizdeyken de isterlerse komutan olsunlar ama bunlar PKK’li olmadılar ve olamazlar.
Bir ton ton ailesi buna örnektir. Ton ton ailesi içimizdeyken de PKK’li değildiler. Zaten olmadıklarını kendileri bugün daha “samimice” itiraf ediyorlar. Önderlik bu aileyi eskiden beri emek yiyici olarak nitelemişti, hırsız ve lümpen olarak değerlendirmişti, bugünlerde bu tiplerin PKK’yle hep çeliştiklerini söylemeleri güzel bir şeydir. Ve bu aileye benzeyen birçok tip içimizden kaçıp gitmiş, temel bir nedeni de bu komünal yaşama gelmemeleridir. Bir önceki yazımızda üç felsefik ilkeden söz açmıştık. Bu ilkelerin yanına siz bu sade, komünal yaşamı da ekleyin. Birçok öğe ortak yaşama gelemedikleri için kendi bireyci, hayvanlaştırıcı, tüketen, bencil, hoyrat yaşamını dayatmaya kalkışmışlardır. Ve PKK’de bu geri bireycileştiren ve toplumda uzaklaştırıcı özeliklere karşı durduğunda kaçıp gitmişledir.
Sonuç yerine; gerilla komünal yaşamı en ileri düzeyde Bedreddince yaşayan toplumsal güçtür. Belki dünyanın birçok yerinde komünal yaşama denemeleri vardır. Ancak hiçbir yerde Kürdistan gerillası kadar bu düzeyde, kapsamlı, topluluk halinde olanı yoktur. Ve gerilla bu ortaklaşmayı sadece gerilla da uygulamıyor. Gerillaya meyilli ne kadar genç varsa bulundukları alanlarda benzer tarzda yaşamayı esas alıyorlar. Yine gerillaya bağlanmış kitlelerde benzer özellikler göstermektedirler. Ve bu yeni bir yaşamdır, yeni bir toplumsal kimliktir. Yani ortakçı, paylaşan, kolektif komünal kimliktir. Gerilla ise bu komünalizmin kimliğidir.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
“Buralarda ölmek bile bambaşkadır” demişti bizim enternasyonalist devrimci gerillamız Kadir Usta. O: “Çekip gitmek yok aslında, yüreğin çılgın akışı vardır, bazen dur durak bilmez götürür seni gitmek isteğin yere. İstesen de geri alamazsın kendini” derdi.
Biz yüreğimizin çılgın akışını dur durak demeden takip ederken ne ister bu egemen ve emperyal güçler diye hep kendimize sorarız. Neden bu kadar bizi hedeflerler, ne isterler bizden? Bizim gibi yumuşak huylu, nezaket dolu, insan sevdalısı, tüm inançlara saygılı, cinslere-özelde ezilene-hürmetli, büyüğe büyük diyen, küçüğe ise bağrını açan ve hiçbir çıkar gözetmeden gerektiğini insanın en değerli olan varlığını ortaya koyan kelle koltukta insanlara ne diye bu kadar saldırırlar? Tuhaf, bize öyle saldıranlar var ki ne isimlerini duymuşuz, ne onlara bir şeyler yapmışız, ne de yollarına barikat kurmuşuz.
Ben neden Kürdistan özgürlük savaşçılarını bu kadar hedeflediklerini bir türlü anlamaktan hep zorluk çektim. Biz özgürlük saflarına ve onun en sert mücadele sahası olan gerillaya gelmeden önce evimize gelip-giden, o miting, toplantı, gösteri derken yürüyüş ve eğitimlerde gördüğüm oldukça etkileyici insanların emperyalist ve sömürgeci güçlerce neden “öcü” gibi gösterildiklerini hep merak etmişimdir. Hâlbuki Avrupa’nın o namı diyar normlarına göre ilk kabul edecekleri kişilerin bu özgürlük savaşçıları olması gerektiği açıktı. Onlar kadın haklarına-Avrupalılardan daha ileri düzeyde-saygılıydılar, demokratik kültürü en çok onlar geliştirmek istiyorlardı, birde en büyük hoş görü sahibi yine onlardı. Ve size tuhaf gelebilir ama en makul eylem biçimlerini, uçlara kaydırmadan, sekter yaklaşımlardan uzak tutanlar yine onlardı. Bizim sert yanlarımızı kabul edilir ölçülere çekenler yine onlardı. Peki, neden bu özgürlük savaşçılarını o kadar aforoz etmeye çalışıyorlar diye kendime hep sordum?
Bu sorunun cevabını Başkan Apo’nun yanına geldiğimde biraz anlamıştım, ancak daha ileri düzeyde bu söylenenleri anlamam gerillaya gelişim ardından gelişti. Çünkü burada Başkan Apo’nun söylediklerinin cisimleştiğini görmüştüm.
Gerilla bir duruştur. Özgürlük duruşu; boyun eğmez, kötüyle uzlaşmaz, kellede gitse doğrulardan geri atmayan duruştur. Kadir Usta’nın deyimiyle “Herkesin sevgisini kazanmak istiyorsan, kendi doğanda kal, herkes seni aldığın gibi görsün, seni sevenler zaten böyle severler seni” misali gerilla içiyle dışı bir olan kişilik demektir. Bu duruş potansiyel olarak yalan dolanlı bir dünya da tehlike demektir.
Ancak tüm emperyalistlere, sömürgecilere, sınıflı toplum savunucularını, gericileri, eskiden ısrar edenleri tedirgin eden gerilla özelliklerini başka yerlerde aramak gerekir.
Gerillanın üç felsefik ilkesi vardır. Bunlar gerillayı gerilla yapan felsefik bakışlar ve onun akabinde onun duruşunu sağlayan ilkelerdir.
Bu sınıflı, baskıcı, sömürücü, kan emici dünya üç temel direk üzerinde kuruludur. Bunlardan ilki
İnsanın yaşamını tehdit ederek, geri adım attırarak teslim alma girişimdir. Buna gelmeyenleri tasfiye ederek gelecek kuşakları baskılarlar. İkincisi mal-mülktür. Yani maddiyata dayalı yaşamdır. Bununla neredeyse satın alamayacakları kimseyi bırakmazlar, velev ki onlara bir zamanlar karşı durmuş olan bu bireyleri mal mülkle ya teslim alırlar, vaatlerde bulunarak yanlarına çekerek kendi adamları yaparlar, ya da o bireylerin mal mülküne el koyarak, talan ederek hatta onlara yakın duran fertlerinde neyi varsa el koyarak tehdit ederler. Bunlara karşı koyan birey ya teslim olacak ya da vurulup gidecektir. Geri kalanları ise korkunç bir tecrübeyle terbiye edilmiş olacaklar. Üçüncüsü ve belki de en önemlisi ise kadın-erkek ilişkileriyle teslim alamayacakları kimse yok gibidir. Erkekse kadınla, kadınsa erkekle vururlar. Evlilik kurumu diye bilinen köleleştirme kurumuyla adeta tüm insanlığı oldukça kalın ve kırılmaz zincirlerle kendilerine kırk göbekten bağlarlar. Öyle ki buna dayanacak adamlar ve kadınlar zor çıkar. Siz buna özenle geliştirilen cinsel güdünün hortlatmasını da eklerseniz adeta hasta hale getirmedikleri kimseyi bırakmayarak her gün yeniden yeniden köle haline getirirler insanları.
İşte verili-yani sınıflı, iktidarcı, sömürgeci, kan emici-dünya bu üç temel ilke temelinde kuruludur.
—insanı yaşamını tehdit ederek hizaya getirme
—mal mülke satın alarak kendine bağlama
—kadın erkek ilişkileriyle, cinsel güdüyü hortlatarak köleleştirerek kendi sistemlerinin birer çarkları haline getirme
Bu sınıflı ve iktidarcı dünyaya karşı gerillanın felsefik ilkeleri terstendir. Siz bu sınıflı dünyaya karşı mücadele edecekseniz biraz da çubuğu tersten bükeceksiniz. Yani bu egemen ve emperyalistlerin yaptıklarının tersini yapacaksınız.
İşte gerilla biraz bunu yapıyor. Belki bu dünya da ilktir de. Başka yerlerde bireyler bazında istisnai olarak bu yöntemi uygulayan bireylerin var oluşu olasıdır, ancak gerilla bunu yapısal olarak uyguluyor.
Nedir bunlar?
1-Siz bir gerillayı tehdit ederek hizaya getiremezsiniz, çünkü gerilla kelle koltukta yürüyen ve yaşayan bir direnişçidir. Onun yaşamına yönelerek onu esir alamazsınız. Onu bu yöntemle etkileyemezsiniz. Çünkü o yaşamını genelin çıkarı için zaten gözden çıkarmıştır.
2-Gerillanın malı mülkü yoktur. En çok nefret ettiği paradır. Gerillada en büyük ayıp paranızın olmasıdır. Burada yaşam komünaldır. Ortakçıdır. Senin benim yoktur, hepimizindir ilkesi esastır. Birde gerillanın tüm malı mülkü sırtında taşıdığı çantasıdır, onun da içerisinde bir defter, bir kalem, bir kitap ve hareket halindeysen bağlı bulunduğun birimin erzakı vardır. Başka da gerillanın bir şeyi yoktur. Sizin deyiminizle bir derviştir gerilla. Bir hırka bir lokma felsefesi dahi gerillanın mal mülk yaklaşımı yanında geri kalır. Peki, böyle birisine tüm dünyayı önüne serseniz bir sonuç alabilir misiniz?
3-Gerilla kadın-erkek ilişkilerinde verili olanları kabul etmiyor, verili olana yaklaşmıyor. O İslamiyet’te olduğu gibi Hz. Muhammed’in asabeleri üç ay dayanmadılar diye cihatta iken yeni vahiylerle üç ay’ı geçen seferlerde “bulunduğunuz yerlerde ki kadınlarla evlenebilir ve geri dönerken de boşaya bilirsinizi” yapmıyor gerilla. Değil üç ay, 30 yıla varan cihat içerisinde de olsa, ona ilk gündeki cihattın kuralları geçerlidir. Yani temiz kalacaksın, nefsini temiz tutacaksın. Alevilerin deyimiyle “eline, beline ve diline hakim olacaksın” felsefesi esastır. Özcesi sınıflı toplumun ilişkilerinde öcü gibi kaçıyor gerilla. Onlar “ülkelerine sözlü, topraklarına nişanlı ve düştüklerinde nikâhlanırlar” deyişi temelinde yaşarlar.
Ha denilecek ki bu üç temel gerilla ilkesi dışında yaşayan gerillalar yok mu? Var ama onlarda gerilla değildir. Onlar bir zamanların gerilloklarıdır. Ve gerillada kopuşların temel nedenleri bu üç ilkedir. Her babayiğit ya da anayiğit bu üç temel ilkeye dayanamaz. Bu üç ilkeye göre yaşamak yürek ister, beyin ister, cesaret ister ve tabii ki büyük fedakârlıklar ister. Başka da bu üç ilkeye göğüs germek mümkün değildir. Kürdistan özgürlük mücadelesinin en büyük zorlukları bu üç ilkelerdir. Yoksa “zorlandım, aç kaldım, üşüdüm, dayanamadım, korktum, aradıklarımı bulamadım, çeliştim” sözleri hikâyedir. Boş laflardır, kendini saklamanın ve sözde haklı çıkarmanın çabasıdır.
Şimdi gelelim ilk sorularımıza, neden gerillayı egemenler ve emperyalist güçler bu kadar hedeflerler? Neden gerilla adeta dünyanın en tehlikeli insanları olarak ele alınır ve tasfiyeleri için her şey yapılır?
Vereceğimiz cevap nettir. Gerilla onların teslim alacağı bir insan değildir. Düşünün, gerilla bu özeliklerini dünyaya yaysın, o zaman ne olur bilir misiniz? Sınıflı kapitalist uygarlığın dibine dinamit konulmuş olur. Sorun gerillaların eylemleri değildir. Silaha başvurmayan bir gerilla da olsa-eğer yukarıda söylediğimiz ilkeler temelinde yaşıyorsa-dünyanın neresine giderse gitsin o bir tehlikedir. Tehdittir. Sakıncadır. Dinamittir. Direnişçidir. Ve o yaşadıkça bu sistem tehlikededir. Çünkü böylesine bir gerilla her zaman bir alternatiftir, her zaman sistem karşıtlarına yanına çekerek bir karşı cephe oluşturabilecek bir seçenektir. Güzel ortamlarda, güzel insanlar boy verir misali burada sadece güzel insanlar yetişir ki bu da onlar için büyük bir tehlikedir.
İşte dünyanın öbür tarafından olupta bizim ne tanıdığımız, ne gördüğümüz, ne duyduğumuz bu sınıflı toplum güçlerinin bizi hedeflemelerinin altında yatan neden budur, ya da bunlardır. Dediğimiz gibi yoksa bizim gibi nezaketli, yumuşak, uslu, şirin sözlü, demokrat kültürlü, tüm inançlara saygılı, hoşgörülü ve kadın dostu insanlardan başka neden korkulsun ki?
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Bu aralar gerilla çok tartışılıyor. Gerilla tartışılırken oldukça ters yerlere kayanları da görüyoruz. Yetersiz ele alanlarda az değil. Gerillalar olarak gerillayı biraz anlatmak bize düşüyor. Gelecek birkaç yazı da gerillayı ele alacağım.
Gerilla üzerine çok yazıldı çok çizildi. Gelecekte de bu böyle olacaktır. Çünkü gerilla taktiklerinin verildiği her yerde genelde ezilenlerin bir savunma aracı olarak devrede olagelmiştir. Yer yer ezenler de hiç şüphe yok ki bu ezilenlerin geliştirdiği direniş biçimini alarak ezilenlere karşı kullanmışlardır. Ancak genel olarak bu mücadele biçimi ezilenlerin direniş ve var olma biçimi olarak halen varlığını koruyor.
Gerilla kavramı üzerinden yola çıkarak Kürt Özgürlük Hareketi direnişçilerini sadece silahlı güçler olarak ele almak çok yanıltıcı sonuçlara götürür. Ve bu yanılgıyı sadece terörist devletin akıl verenleri yaşamamışlardır, aynı yanılgıyı özgürlük mücadelesi içerisinde yaşayanları da hep gördük. Özelde siyasal mücadelenin daha çok önde olduğu süreçlerde ve bu siyasal erki kendilerince elinde bulunduran gerilla ruhunda koparak geriye çark etmiş kimi birey ya da birey topluluklarında da aynı mantığı çoğu kez gördük.
Özgürlük mücadelesine katılan her birey özelde gerillaya katılır. Gerillaya katılmayı istemeyen ya da gerilla için dağa gelmeyene ender rastlanır. Yanlış katılımlar çok kısa sürede terk edilir. Çünkü dağların doruklarında biricik doğru yol gerillalaşmaktan geçer. Dediğimiz gibi özgürlük mücadelesine katılarak özgürlük dağlarına doğru yol alanlar hep biraz gerilla olmak isterler. Çünkü gerilla sıradan bir askeri çalışma değildir. Belki de Kürdistan gerillasına karşı sergilenen en büyük yanılgıda budur. Gerillanın sadece askeri bir güç olarak görülmesi çok dar ve sığ bir yaklaşımdır. Böyle yaklaşanlar her zaman feci yanılmışlardır.
Gerillaya katılan her birey-ister bilinçli ister bilinçsizce olsun-katılma gerekçeleri vardır. Katılan bireylerin ortak noktaları kapitalist sistem etkilerini her gün yaşayarak horlanmalarıdır. Sorun okumuş ya da okumamış olmanın çok uzağında bir gerçekliktir. Sorun fakir ya da zengin olmanın da ötesinde bir durumdur. Türk Kürt olmak, alevi suni olmada esas değildir. Dediğimiz gibi gerillaya gelen her bir bireyin geldiği ortama karşı bir duruşu vardır. Çok bilinçlice tercih edenden bilinçlice olmadan dağları tercih edene kadar bir geniş yelpaze elbette vardır. Ancak ortak nokta her gelenin bir kimlik kazanma istemidir. Sınıflı toplum bireyleri hiçleştiriyor. Bireylere karşı saygıyı öldürüyor. Sevginin genelleşmesini engelliyor. Her şeyden daha önemlisi ise gelen her bireyin derin ruhsal dünyasında sisteme karşı müthiş bir öfke uyandırıyor. Var olan sistem mutlaka bir şekilde bireylere hakarette bulunmuştur, bireyleri küçültmüştür, bireylerin kendilerini olmasını engellemiştir. Birde belki de daha da önem kazanan bir husus, insanın derinliklerine nüfus etmiş insani özeliklerinin yaşam bulmaması durumunda bu özelikleri pratikleştirmek istenen mekânlara kayılması şaşılacak bir durum olmamalıdır herhalde. İşte bu arayışı olanlar ilk elden alternatif yerlere gözlerini dikeler. Her insanda mutlaka bir arayış vardır, lakin sistem çoğu kez birçok gencin arayışını başka yerlere kanalize ederek içini boşaltabiliyor. İçi boşaltılmamışları dağların doruklarına ulaştırdığınızda yada böyle olanlar kendilerini dağlara attıklarında orada çok şey değişi veriyor. Bir benlik süreci derinden başlıyor.
İşte gerillaya katılımlar biraz da kendi benliğini arama temelinde olmaktadır. Kendi benliğini genelin benliğiyle birleştirmek ve buluşturmak başlıca bir amaç ve ulaşılmak istenen hedeftir. Bu ise çok az askeri çalışmayla ilintili bir gerçekliktir. Denilecek ki madem öyledir neden gerilla silahlı bir güçtür? Bende size bunun sadece bir görüntü olduğunu söyleyeceğim. Gerillanın ağırlıklı zamanı silahla geçmemektedir. Gerillanın ağırlıklı zamanı kendini yapmayla geçmektedir. İnsanın kendisi olabilmesi için müthiş kendisine yüklenmesi gerekiyor. Öyle sanıldığı gibi dağa çıktın mı hemen gerilla olunmuyor. Gerillaya gelmek sadece ve sadece lele meselesidir. Bunun çok uzun bir lolosu vardır. Lolosunun ağırlıklı bölümü eğitimdir. Kişilik oluşturmadır. Zayıf düşmüş, yenilmiş, dumura uğratılmış, kirletilmiş, bitirilmiş, sistemin çarkları arasında ezilmiş, kendine güvensiz, kendini beğenmiş, gerçeklerden uzak, yapay, hayali bir kişiliği aşarak kendisine güvenerek kendi karakter hatlarını oluşturmaktır. Kendi ayakları üzerinde yürüyen, herkese kafa tutabilecek, özgüven dolu, korkulardan uzak, hatta kendi kaderini eline alacak bir coşku seliyle haykıran bir kişilik yaratımıdır.
İşte gerillanın temel çalışması budur. Bu ise tümden ideolojik bir çalışmadır. Bu tümden felsefik bir çalışmadır. Bu tümden politik bir çalışmadır. Tümden sosyal bir çalışmadır ve tabiatı gereği bir kültür çalışmasıdır. Sonuç itibariyle kişilik oluşturma işidir. Ha denilecek ki askerlik nereden kaldı? Evet, askeri çalışmayla ki biz buna gerilla çalışması diyelim birey bu yukarıda sıralananları gerçekleştirmek için kendisini savunuyor. Bu bağlamda kendini savunan mekanizma olmazsa bir günde yok edilmek için her şey yapılmak istenir. Unutmayalım ilk günden beri gerillaya katılanların kandırıldıkları söyleniyor. Yani demek isteniyor ki siz bu gençleri elimizde alarak sömürme imkânı bırakmadınız. Ve bize geri verin ki bunları koyunlar gibi sağalım deniliyor. Yine unutmayalım Başkan Apo’ya en büyük suçlama gençlerin beyinlerini yıkaması olarak dile getiriliyor.
Evet, başkan Apo gençlerin beyinlerini yıkamıştır. Ve sadece beyinlerini değil, yüreklerini de, vicdanlarını da ve bir gencin neyi varsa her şeyini yıkamıştır. O kadar kirden kurtulmak isteniyorsa önce yıkanmak gerekir. İşte en büyük yıkamaya başkan Apo ideolojik doğrularla yaptı. Dağa çıkan her genci bir silahlı güç yapmadan önce ideolojik kimlik sahibi yapmaya çalıştı. Ve bunu yapamadığı yerlerde her zaman örgüte, halka, insanlığa zarar veren tipler çıkmıştır. İşte Şemdin Sakık, Şahin Baliç, Kör Cemal, Hogir ve tabii ki birkaç yıl önce Kürt halkına zarar veren ihanetçi işbirlikçi çete ekibi.
Özcesi gerilla bir ideolojik kimlik bildirimidir. Bir kendi olma mücadelesidir. Dik durarak insan olma onurunu taşıma kimliğidir. Ve böylesi bir güce ikiden bir gelin teslim olun çağrılarını yapmak Karayılan yoldaşın dediği gibi havaya, boşa sıkılmış kurşunlardan öteye bir anlam ifade etmez.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Cemal yoldaş dağa 2002 yılında gelmişti. Onu ben Kandil’de tanıyacaktım. Uzun bir süre aynı taburda kaldık. Tabur gücüne göre yaşı ileri sayılırdı. Tabur’daki yoldaşların yaş ortalaması 22 ya da 23 iken Cemal yoldaş 29 ya da 30 yaşlarındaydı.
Arkadaş yapısına göre yaşça büyük olması yer yer şaka konusu yapılabiliyordu. O 4 yıl boyunca Balkanlarda çeşitli düzeylerde çalışmalarda yer alarak gelmişti. Bu bağlamda yeni bir arkadaş değildi. Bir kadroydu. Birçok yerde görev almış en zor süreçlerden geçmişti. Ancak gerillada yeniydi. Yeni savaşçı eğitimi görmüş sonra da direkt bizim tabura gelmişti.
Cemal yoldaş örgüte yazdığı bir raporda kendisini tanıtırken şunları yazacaktı:
“ Raporumu yazarken kısa bir özgeçmişimi yazmak istiyorum. Ailem yurtsever, Amed merkezinde oturuyor. Örgütle ilk tanışmam 1990 sonlarında başladı. 1991’nin başında saflara gidip katılmak istedim. Fakat kabul edilmeyip beni geri gönderip milis olmamı istediler. Beş kişilik bir grupla komite kurup 1993’lere kadar aktif çalışmalara katıldım. Düşmanın yönelimlerinden sonra 1993–1996 yılına kadar aktif katılamamış olsak da ilişkimi sürdürdüm. Aynı zamanda çalışmak zorunda kaldım. Maddi durumumuz düşük olduğundan dolayı 1998 yıllarına kadar Amed ve metropollerde ayrı ayrı ilerde birkaç defa yakalanıp serbest bırakıldım somut kanıt olmadığından dolayı. 1998’de Bursa cezaeviyle ilişki kurdum. Sa. arkadaşlar tarafından Ro. üzeri Y.’a gittim.
Bilindiği gibi 9 Ekim komplosu başladı ve bunun önemli bir ayağı da Yunanistan’dı. Oldukça zorlu bir süreç yaşandı. 2002 yılına kadar Yunanistan’da kaldım. Birçok çalışmada kaldım. Aynı zamanda son bir buçuk yıldır Yunanistan yönetiminde yer alıyordum.
Ülkeye gelmek için birçok defa raporlar ve dayatmalarım oldu fakat kabul edilmiyordu. En son beni başka devletlere göndermek istediler ama ben kabul etmedim. Ülkeyi dayattım ve 2002’nin başında İran üzeri Kandil’e geldim… “
Evet, Cemal yoldaş önceleri partiye katılmak istemiş ancak arkadaşlar onu almamışlar bu kez Yunanistan’da kadro çalışması yaparken dağa gelmek istemiş bu kez oradakiler Cemal yoldaşı göndermemişlerdi. Netice de Cemal arkadaş gerilla için ileri yaş denilebilecek bir yaşta gerillayla buluşacaktı.
İşte ben onu bu süreçlerde tanımıştım. Biz ona takılmasına takılıyorduk ancak Cemal yoldaşı tanıyanlar da bilirler ki o kolay kolay daralmayan biridir. Ve bilirler ki o hiçbir yoldaşını incitmeyendir. Ve bilirler ki o ona görkemli yakışan gülümseme tüm takılmalara rağmen yüzünden düşmeyendir.
Evet, Cemal yoldaş dağa geç gelmiştir. Ancak adeta nasıl ki bir insan susar ve ilk gördüğü çaydan, arktan, pınardan, kaynaktan öyle doyasıya kendisini boyunca uzatarak içerse işte Cemal yoldaşın da ülkeye olan bu hasreti ancak ciddi bir dindirmeyle mümkün olabilirdi. Bunun arayışı içerisinde olan Cemal yoldaş yaşadığı onca cephe deneyimi, uluslararası deneyimi ve tabii ki halkla kadroyla deneyimi onu dağda sadece ve sadece avantajlı kılacaktı. Ve nitekim o erkenden hem de çok erkenden bulunduğu timin, takımın, bölüğün ve taburun en çok sayılanı olacaktır.
Müthiş soru soran bir arkadaştı. Sanki yeni katılmış gibi heyecanlı heyecanlı tartışırdı. Müthiş yaşama katılandı. Hiç de çekinmeden söyleyeyim: belki de dağın en komünal yaşayan yoldaşlarındandı. Nasıl olmuşta da o kadar Avrupa’da kalmasına rağmen bunu başarmıştı halen anlamış değilim.
Gerçekten sade ve saf bir Kürttü. Temizdi, saftı, sevgi dolu biriydi. Hani İsa’da bir yanağına vururlarsa diğer yanağını göster ilkesi var ya, Cemal yoldaşta bunun daha ilerisi vardı. O yoldaşlarını incitmemek için her iki yanağını da verendi.
Yaşamdaki duruşu oldukça radikaldi. Yaşam dışılıklara asla izin vermezdi. Taburun tümü Cemal yoldaşın eleştirilerinden korkardı. Çünkü onun yaşam duruşu sade olduğu için yaptığı eleştiriler daha anlamlı oluyordu, değerli oluyordu. Disiplinsizlik olduğunda eleştirirdi, çünkü o müthiş disiplinli bir gerillaydı. Fedakârsızlığı mı eleştirecek, o müthiş fedakâr bir yoldaştı. Ya da üslup konusunu mu eleştirecek, onun üslubu güzeldi.
Hatırlıyorum hafiften saz çalardı. Ve hafiften türkü söylerdi. Onun bulunduğu takımdan sadece ve sadece türkü söylememi ve de onun türkü söylemesini dinlemek için bir gün gitmiştik. Gece yarılarına kadar türkü söylemiştik.
Evet, Cemal yoldaş güzel bir insandı. Sonraları taburdan çıkmış ağır silah takımın sorumlusu yapmışlardır. Kani Cenge’nin şehit Kajin tepesinde 14,5’luk vardı yanında. Ve tabii bir sürü başka silahlar da. O bunların hepsini öğrenmişti. Sadece onunla kalmak için 2 gün yanında kalmıştım. Ve her konuşmak istediğimde onu cihazın başka bir kanalına çekerek bol bol tartışmışızdır.
Evet, Cemal arkadaş gerçekten dağın en güzel olanlarındandı. Sevecendi. Hep sormuşumdur; acaba dağda incittiği bir karınca var mı diye? Karıncaların dili olsa da daha doğrusu bizim anlayacağımız tarzda bir dilleri olsa kesinlikle hayır diye cevap vereceklerdir.
Cemal yoldaş ağır silah takımına gitmeden önce kuzey gruplarına girmişti. Ancak o dönem yaşadığı fizik sorunlarından dolayı 2003 yılında çıkarılmıştı. Ancak o hiçbir zaman pes etmemiş ağır silah takımından sonra Özel Kuvvetlere önerisini yapmış ve önerisi kabul olmuştur. Yıllarca Özel Kuvvetlerin bir elemanı olarak aktif çalışmalara katılmıştır.
Cemal yoldaş bu kez de Özel Kuvvetlerde adım adım kendisini geliştirecektir. Onun araştıran, inceleyen ve ona has olan nezaketi saygı dolu üslubuyla birleşince çok erkenden sevilen biri olacaktır. Ben onu Özel Kuvvetler çalışmasında birçok yerde görmüşümdür. Eskisi gibi sık değil ancak az da değil.
Onu en son kuzeye gitmeden önce 2007’da Zap’ta görecektim. Özel Kuvvetleri ziyarete gitmiştim. O da oradaydı. Ve kuzey için hazırlık yapıyordu. Aynen 2002 yılında yeni gelirken tanıdığım gibiydi. Canlıydı. Coşkuluydu. Sevecendi. Heyecanlıydı. Ve de ilgiliydi.
Evet, ona sanki zaman işlemiyordu. Onun ruhsal derinliklerindeki pozitif enerji adeta bitmeyen bir kaynak gibi onun yüzüne yansıyordu. Güleç kılıyordu. Samimi söyleyeyim ki onun kadar nazik bir gülüşe az rastlamışımdır. Doludizgin gülenleri, güleçleri görmüşümdür. Ama Cemal yoldaşın güleçliği kendisine hastı. Ona müthiş gidiyordu.
Evet, o bu güleçliğiyle kuzeye Dersim’e yöneldi. Hayali Amed’di ancak Kürdistan’ın başkenti her yerde hissedilebilirdi. Bir Dersim’de de insan Amed’i yaşayabilirdi. O bu heyecanla Dersim’e koyuldu.
Cemal yoldaş pratikte nasıl çalıştığını bilemiyorum ancak onunla kalan biri olarak karınca kararınca onun emeğini katarak çalıştığına adım gibi eminim. O gittiği her yerde istisnasız yoldaşlığın en güzelini yaşamış ve yaşatmıştır. O sanki PKK’nin yoldaşlığını süzülerek yaşayan biri olarak hiçbir zaman yoldaş kelimesini ağzından düşürmemiştir. O yoldaşlığı bir bayrak olarak yükseklerde hep dalgalandırmış ve en iyi yoldaş olarak kalmasını da bilmiştir.
8 Haziran 2008 yılında Ovacık’ta düşman güçleriyle yaşanan bir çatışmada Cemal yoldaşı, o güleç, sevecen, narin, emekçi ve yoldaşlığın güzel timsali yoldaşı kaybettik. Onu sonsuzluklara uğurladık.
Biliyoruz, biliyorum senin için çok mu ama çok erken oldu bu gidiş. Dağa geç gelmiştin hâlbuki senin dağı çok uzun yaşaman gerekirdi. Senin özlemini giderecek bir zamana ihtiyacın vardı. Ancak düşman buna izin vermedi.
Güzel yoldaş düşmana inat senin yoldaşların olarak senin bu dağlara olan özlemini hiç eksiltmeden yaşatacağımıza sana söz veriyoruz.
Ruhun şad olsun güleçliğin güzel timsali yoldaş, ruhun şad olsun.
Mücadele Arkadaşları
- Ayrıntılar
Son mektubun üzerinden yedi yıl geçti ölçülebilir takvim zamanlarında. Yürek zamanında hep benimleydin oysa. Nereleri gezdim biliyorsun. Güzel dağların ardından isteksiz isteksiz mecburiyetten yolum yeniden düştü şehirlere. Sana hep yazmak istedim. Biliyorsun, dağlılığını sevdim en çok senin. Bir dağ gibi taşımak istedim yüreğimde. İkimizin de yüreğinin ortak mekânıydı dağ. Sıyrılıp bu mekanik zamanlardan dağın anlam zamanında yaşıyorduk sadece. Ötesi kirletiyordu ikimizi de. Zaman-mekân diyalektiğinde dağdan öte kirli, buruk, sesi soluğu kesilmiş oluyorduk. Hani alıp götürmese yüreklerimiz ve seslerimize sinen dağlar, dağın insanları, boğulurduk ikimiz de.
Hangi asfalt caddelerde beton duvarların ardında demir yığınlarının içinde gezinse de bedenimiz, yitik iki dağlıydık oysa sadece ikimiz de. Ölçülebilir zaman dışında yaşama tercihimizde kararsızlık geçirmedik ikimiz de. Hani bir dosta yazıyorum ya, hani adettir ya, seni ölçülebilir takvimlerin yedi yılında gönül alıcı bir özür dilemeliyim ya mektupsuz koyduğum için. Oysa biliyorsun bizim yürek âlemimizde pek ısınamadığımız kelimelerdir pardonlu, lütfenli, özür dilerimli seslenişler. Kırsak kalbini sevdiğimiz birinin, mahcup bir bakışımız, utangaç bir tebessümümüz, yere bakan gözlerimiz, kelimelerin bir türlü dökülemediği titreyen dudaklarımızın tamir edemeyeceği bir kalp yoktur, biliyoruz ikimiz de.
Her ne kadar hep yüreğimin dostlara ayırdığı o sımsıcak köşesinde taşısam da seni her yere, bir burukluk vardı hep içimde. Hani en iyi, dostlar bilir ya, bir dosttan sese dökülmüş, kalemde kalıcılaşmış ve sana ulaşmış bir selamın gururunu ve sevincini. Zaten ne isteyebilir ki bir dost bir dosttan yürekten bir selamın dışında. Ne kadar çok şey paylaşsalar da birbirleriyle, ne kadar birine ait bir şey, bir o kadar aitse ikisine de, yine de günde bin defa karşılaşınca gözleri, bir sıcak merhabanın, hasretle kucaklaşmanın yerini dolduramaz hiçbir paylaşma biçimi. Ama şehirlerde boğulmuş sesimle ve şehirlerde iyice bir yolunu şaşıran parmaklarımla kelimelere ve seslere dönüştürüp sana ulaştıramıyordum bir türlü selamımı.
Önceki mektupta gururla yazmıştım ya sana, seni en çok bu dağlarda anlayıp daha çok sevdiğimi. Yüreğimden hançereme bir yumruk gibi oturan sesim ve gözpınarıma asılı kalmış bir damla tuzlu suya gömülü bir gururla seslenmiştim sana.
Paylaşmak paylaşmaksa bütün güzelliklerini dostluk, en güzel yerlerde yaşadığın güzellikleri seninle paylaşamazlık edemezdim. Bu güzellikleri en çok hak eden ama en çok koparılmak istenen dostum, hasretinde olduğun bu dağlara ulaşmanın ve bu dağların en yüceleri Zağroslarda yaşadığım her şeyi seninle paylaşma sevincinde ve gururunda yazmak, duygularımı paylaşmak ne kadar rahatlatmıştı yüreğimi anlatamam.
Gördüğüm bütün dağlılara sana ve dostluğumuza dair bir şeyler anlatarak gururla taşırmak istedim seni dağlara. Dostlar kimseyle paylaşmak istemez dostlarını. Çok iyi bilirsin sen bunu, kıskançtır dostlar, en kıskanç sevgiliden bile daha kıskançtır dostlarını paylaşmada.
Ben seni dağlarla ve dağlılarla paylaşabilirdim ancak. Yüreği bir dağlı olarak çok iyi bilirsin sen, en ustasıdır onlar her şeyini paylaşmanın. Her şeyimle her şeyimi paylaşmak yakınlaştırıyor onlara beni en çok. Değer bilmez, dostluk bilmez şehir mekânlarında bize ait olan, dostlara ait olan paylaşılmışlıkların pazara düşme korkusudur kıskançlık. Her şey düşünce o pazarlara nasıl yitiriyorsa değerini, dostlukların da değerini yitirmesinden korkardık ikimiz de.
Ve iyi bilirdik asla pazarlara düşmemeliydi en insani yanımız olan dostluklar. O yüzden neyi düşürsen daha bir değer kazanan bu dağların dağ yürekli çocuklarıyla paylaşmıştım seni. Daha bir değer kazandı dağlara düşen dostluğumuz.
Sevgili dostum,
Yine o mekânlardayım bütün yüreğim ve üstelik bedenimle. Yeniden kavuştuğum bu güzellikleri bir selam yapıp dökmeden söze ulaştırmasam sana, ihanetlerin en büyüğü olan dost ihanetinde boğulacak yüreğim. Gururla şimdi sana selam veriyorum dağlardan. Bir dost sohbetinde gördüklerimi ve yaşadıklarımı paylaşmak istiyorum seninle dostça. Hani ne kadar söze dökülünce sevinç veriyorsa insana bir merhaba, paylaşmada mahirdir en çok gözleri insanın. Biliyorum, merhabadan sonra gözlerimde paylaşabilirim her şeyi seninle. Hepsini yazmayı gerekli bulmuyorum sana. Ama gururlanacağını bildiğim için iki kelimeyle anlatayım sana yürümeye doyamadığım dağlarda dost yüreklerle seni nasıl paylaştığımı.
En çok sağlam dostluklara inanıyor onlar, hilesiz-hurdasız, fitnesiz-fesatsız, yalansız-dolansız, kirlenmesine asla izin vermedikleri bir parıltı olarak taşıyorlar yüreklerinde bütün dostluklarını. En küçük bir gölge düşürülse dostluklarına, hiçbir zulmün, işkencenin, acının, ihanetin kâr etmediği yürekleri bir çocuk kalbi gibi kırılıp daralıyor dünyaları.
Anlatırken seni, korumada maharetli oldukları yüreklerinde bir kıvılcım olarak hep taşıyacaklarını o göğüs kafeslerinde seni, biliyordum. Ve biliyorum şimdi, onların yüreğine düşmüş olmanın sevincindedir gözlerin. İsmini sevgiyle ve yiğitlikle sesine düşürse bile bir teki seni, bu, dünyalara bedeldir senin için. Ve bütün dost gayretimle seni anlatmaya çalışıyorum onlara. Anlayıp ‘yiğitliğine yakışır bu toprakların bir evladıymış’ diyorlar. Hani kolay kolay payesini kimseye vermedikleri yiğitlikle bir arada anınca onlar senin ismini, bir yiğitle dost olmanın gururuyla kabarıyor yüreğim. Bir çift söz etsem sana dair, dost paylaşımlarına inançta lekesiz, pırıl pırıl yürekleriyle ne kadar çabuk anlıyorlar seni, anlatamam. Ve dostluk ustası bu dostlar hemen teslim edip hakkını, veriyorlar sana hak ettiğin değerini.
Sevgili Burhan, güzel dostum;
Şimdi belki kızacaksın bana dostça bir sevecenlikle, ‘bırak sana ait çok iyi bildiğim o duygularını anlatmayı. Sen bana, o beni ben yapan o dağlarımı ve dağlarımın o güzel çocuklarını anlat’ diyeceksin. Hadi yine kızma öyle, kızgın çıkmasın bir nara gibi dağ hasretinde sarhoş sesin. Anlatacağım sana elbette, senin çocuğu olduğun dağların, seninle gurur duyan çocuklarını. Bir bilsen ne kadar ustalaşmışlar yeni dünyalar kurmada. Bir yurt yaratıyorlar şimdi bu güzel mekânlarda. En çok da dağ yüreklilerin koparılışlarında anayurtlarından öfkedeler. Kendileri için ne kadar sabır ve huzurla yaratıyorlarsa bu güzellikleri, bu güzelliklerden mahrum bırakılanlar bir an önce dönebilsinler diye bu güzelliklere, bir o kadar sevecen bir acelecilik ve telaştalar.
Sürgünlerde yurt hasretinde kanayan yürekleri, bu dağların güzelliğinde sağaltmak için bu bahara yetiştirmek istiyorlar güzellik inşalarını. Tek bir yüreğin dağ hasretinde kırık ayrılmasına bu dünyalardan kalmamış tahammülleri. Gömüldükleri, vurulup düştükleri bu dağlarda yanı başlarında olsun diye bütün dağ yürekliler, ha bire yer açma telaşındalar.
Seni anlatınca onlara ‘Bizim Karadeniz Burhan’a da güzel bir yer açmak gerekir bu dağlarda’ diyorlar. Gururlanıp seviniyorum. En çok gömülmek istediğin yerde bir yer açılacak sana. Kahpe kurşunlar düşürememişti seni toprağa. Dağ hasretine dayanamayıp sıyrılmıştın bedeninden. Dağlarda konacak güzelliklerin telaşında çırpınıyordu ruhun.
Dostlar hep müjdeli haberler bekler birbirinden. Madem bu kadar dostuz birbirimizle, yüreğime yerleşmiş bir müjdeyi vereyim sana. Zamanımız daha bir yakın gibi hissediyorum o güzel günlere. O güzel günlerde, o en güzel yerlerde, o olmayı en çok istediğin yerlerde bir yer açılıyor şimdi toprağa düşmüş bedenine. Her şeyinle seni dağlara getireceğim günler yakın diyor yüreğim. Bilirsin, kolay kolay yanılmaz dostluklardaki dağ yürekler. Çağırsam geleceksin, biliyorum. Sarhoş olacağız ikimiz de bu dağların güzelliklerinde. Bu sözleri duymak bile sarhoş etmiştir şimdi seni. Dağa ait bir damla, bir sözcük, bir selam bile ne kadar sarhoş edip sevinçlere boğar seni biliyorum.
Dağdayım şimdi Sevgili Burhan. Kalkmışsın o mahkûm edildiğin sandalyeden. Ayaklanmış, yürüyorsun benimle bütün patikalarda. Keyifli sohbetlerin, müjdeli haberlerin dost kucaklaşmalarının sevincinde çılgın ve sarhoş yüreklerimiz. Utanıp saklamaya gerek yok bu dağlarda sarhoşluklarımızı. Halden anlar dağlılar, anlayacaktır ikimizi de. Paylaşıyorum seni her şeyimle. Bu sarhoş, bu çılgın yüreklerimiz sofrasını buldu şimdi. Ekmeklerini paylaşacaklar bizimle ve sana ulaştıramadığım şaraptan dereler akacak yanı başımızda. Hangisi hangi dereden bir kadeh doldurup koysa önümüze, hangisi usulca okşayıp bir dağ çiçeğini, kokusunu savursa yüzümüze, hangisinin gözleri dikilse şarap renkli ufuklara gün doğumunda, biz de payımızı alıp yudumlayacağız büyük bir keyifle. Sonra sarhoşluğunda dağların, aylak aylak dolaşacağız bütün patikalarını. Dağ sarhoşluğundaki muhabbetlerimizde daha bir bulacağız kendimizi.
Sevgili Burhan,
Hasretlik bir mektup bu. Gecikmiş bir selam bu. Utancındayım gecikmenin. Duy titrek sesimi. Nemli ve utangaç gözlerimde kabul edeceksin biliyorum özrümü. Bu dağlar, her şeyiyle sen olan bu dağlar, bir ana gibi kucaklıyor ikimizi de. Böyle bir evladı doğurup ak sütünde emdirdiği için ne kadar minnetteyim bilsen o güzel ananın. Hepimize ana olan bu dağlarda sana saldığım bu selamda unutsam o güzel anayı, yarım kalacak bu selam biliyorum. En çok da seni yüreğinde taşıyan o güzel anaya da ilet selamımı. Seni kucaklayan ellerinden, seni seven yüreğinden ve seninle hep dolu dolu olan o gözlerinden öpüyorum hasretle. Gurur duyuyor seninle. Gurur duysun istiyorum benimle de, payımı alabildiğim için senin dostluğundan.
Analarımızın gururlanmasının bizimle, tutamaz hiçbir şey yerini. Bizimle gururlanan analarımızın gururundayız şimdi. Gururlanabiliriz ikimiz de, sen en güzel dağ, ben de en güzel dağın dostu olabildiğim için. Ana gururundayız ikimiz de. Dostuz ve anayız ikimiz de. Bir dost bulunca, en iyi dostu olan anasına kavuşmuş gibi olur insan. Ve en çok anasıdır insanın dostu. Sen yüreğimin dağ çocuğu, bütün açlıklarımda beni dostluğunla emziren sevgili anamsın. Varsa bir kusurum, en çok affedici olan çocuklar ve analar gibi affedeceksin beni, biliyorum. Bir dosta bir selam göndermenin ve kusurunu affettirmenin sevincinde kucaklıyorum seni.
Dağa geldim. Sana geldim. Yine ve yeniden, bütün yüreğimle merhaba dostum…
JÊHAT BÊRTÎ
- Ayrıntılar
İLK Kurşun sıkılalı bir yıl bile olmamıştı. Kimseler inanmamıştı; ne uğruna mücadele verdikleri halk ne de kurşunu sıktıkları düşman binyılların kölelik zincirlerine sıkılan bu ilk kurşunlara. Düşman tüm hıncıyla 'bir avuç eşkıyadır, üç günde bitiririz, bunlar kılıç artıklarıdır' gibi haberleri sık sık yayınlıyordu. Halk içinde ilk kurşunun klasik bir isyanın tekrarı değil de modern bir gerilla savaşı olduğu anlaşılınca hem şaşkınlık hem de en derinlerde bir umut kıpırtısı belirmişti. Halk için Apocular artık zafer tutkusuyla çarpan bir yürek, bir beyin ve kaleşnikoflarıyla vazgeçilmez tek umut olmuştu.
1985 yılının Haziran ayıydı. Karlar erimiş, coğrafya tüm bereketini sunuyordu. Abbas, Erdal (Mustafa Yöndem), Zeydin, Haşim, Veysi, Kemal, Gürcan, Zozan, Cihan, Azime ve ismini hatırlayamadığım altı yedi arkadaşla beraber Zap'tan Haftanin'e doğru hareket etmek üzere kendi içimizde örgütlendik. O zaman Behdinan alanı şimdiki gibi denetimimizde değildi. Bir de İran-Irak Savaşı'ndan dolayı Irak ordusu her zamankinden daha çok duyarlıydı. Kullanıldığını bildiği bütün yollara pusu atıp top atışı yapıyordu. Bundan dolayı Güney sahası da Kuzey sahası kadar tehlikeliydi ve tedbir gerektiriyordu. Büyük bir gizlilik ve duyarlılık ile grubumuz yola koyuldu. Gittiğimiz yollarda küçücük bir iz bile bırakmamalıydık. İçtiğimiz sigaraların izmaritlerini bile saklıyorduk. Yürüyüş düzenini hiç bozmadan dördüncü günün sonunda stratejik alanlara konumlanmış karakolların arasından sıyrılarak arkadaşlara ulaştık. Haftanin'de 30-35 kişilik bir arkadaş grubu vardı. Birçok arkadaş daha önceden tanışıyordu, fakat uzun süre görüşmemişlerdi. Çay ve sigara eşliğinde birkaç saat hasret giderildi, yemek yenildikten sonra sohbetler yerini dinlenmeye bıraktı.
Haftanin'de yapılan bir dizi toplantı ve planlamadan sonra Agit arkadaşın olduğu alana, yani Besta alanına hareket etmek için yol hazırlıkları yapılmaya başlanmıştı. Yolda uyulması gereken kurallar üzerine tüm arkadaşlara uyarılar yapıldı. Düşman hem hareket üzerinde psikolojik baskı yaratmak hem de hareketi bitirmek umuduyla her gün operasyonlar düzenliyordu. Bu da yol yürüyüşümüzü zorluyordu. Görüntü vermemek için patikalardan çıkarak dik yokuşlara tırmanmaya başladık. Bazen kısa molalar vererek gideceğimiz yönü keşfediyorduk.
Bir seferinde keşif amacıyla giden Zeydin ve Kemal arkadaşlar operasyona çıkan arkadaşları fark etmişlerdi. Abbas arkadaş yürüyüş düzeni ve hareket tarzına ilişkin uyarılarını yaptıktan sonra akşam 8-9 civarında yola çıktık. Daha biz hareket etmeden düşman bizim yerimizi keşfetmişti ve Besta yönünde hareket edeceğimizi anlamıştı ki yollara pusu atmıştı. Grubumuzdan bir arkadaş rahatsız olduğu için zaman zaman kopmalar oluyordu. Arazi ormanın sık, kayaların ise az olduğu bir alandı. Vadinin sonlarına doğru gelmiştik, geçmemiz gereken bir boğaz kalmıştı. Düşman tam oraya pusu atmıştı. Grup hem açlıktan hem de yorgunluktan bitkin düşmüştü. Pusuya yakın bir yerlerde grubumuz bir kez daha koptu. Geride kalan arkadaşların gelmesi için bir arkadaş birkaç sefer ıslık çaldı. Düşman ıslık sesini duymuştu ve pusuya doğru geldiğimizden de emindi artık. Pusunun ilk kolunu çatışmasız geçtik. Düşman bizi tam ortalarına almak için ilk kolda ateş etmemişti. Tam düşmanın çemberine girdiğimizde sağlı sollu, önlü arkalı yaylım ateşine tutulduk. İlk mermi sesini duyar duymaz herkes kendisini yere attı. Yaklaşık yarım saatlik çatışmadan sonra çemberi ancak yarmayı başarabildik. Beş saatlik tempolu yürüyüşün ardından çatışma alanından uzaklaştık. Pusuda Haşim arkadaş şehit düştü, Zozan arkadaştan ise hiç haber alamadık. Diğer arkadaşlar ise sağlam bir şekilde geri çekilmeyi başardı.
Hava aydınlanmaya başlamıştı. Biraz uyuyup dinlenmek için uygun bir yere konumlandık. Erdal arkadaş ile benim gözlerim keskin olduğu için sabah nöbeti için görevlendirildik. Düşman da o gün sabahın erken saatlerinden başlayarak alanın geneline geniş bir operasyon düzenlemeye başlamıştı. Askerleri görünce hemen arkadaşlara haber vermeye gittim. Kaldığımız nokta sık ormanlıklı ve saklanmaya elverişli olduğu için gündüz hareket etmemeye karar verdik. Abbas arkadaş Erdal arkadaşa gülerek; "bir daha Gürcan arkadaşı sabah nöbetine göndermeyelim. Ne zaman göndersek askerlerle karşılaşıyoruz" dedi.
Karanlığın çökmesiyle düşman geri çekildi. Biz de yolumuza devam ederek bir gün sonra Masiro'daki arkadaşlara ulaştık. Arkadaşların içinde oldukça güvenli ve coşkuluyduk. Herkes bir ağacın gölgesine uzanarak dinlenmeye başladı. Noktada olan arkadaşlar ise grup için yemek ve çay yapmakla uğraşıyorlardı. Dinlendikten sonra bir taraftan çay ve sigara içilirken, bir taraftan da sohbet edilmeye başlandı. Bu sırada Erdal arkadaş, askeri parke giymiş, elinde M-16 silahı ve hafiften sakalı çıkmış olan Agit arkadaşı göstererek bizi tanıştırdı.
Farklı alanlardan gelen arkadaşlarla birlikte sayımız yüz elliyi bulmuştu. Bu kadar arkadaşın bir araya toplanması ortama farklı bir atmosfer kazandırıyordu. Arkadaşların moralli olduğu yüzlerinden okunuyordu. Tabii ben de oldukça etkilenmiştim. Çünkü ilk defa bu kadar arkadaşı bir arada görüyordum. Arkadaşların HRK'nin yönetim toplantısı için toplandığını sonradan öğrenmiştik.
Bütün arkadaşlar HRK'nin resmi kıyafetlerini giymişti. Herkeste kızıl yıldızlı bereler vardı. Muhteşem bir görüntüydü. Abbas, Erdal ve Agit arkadaşlar ayrı bir yere oturarak tartışıyorlardı. Toplantı o ana kadar yapılan toplantıların en kapsamlısıydı. Yaklaşık olarak on gün sürmüştü. Toplantının ardından düzenlemeler yapılarak herkes kendi alanına doğru hareket etmeye başladı. Bizim de yedi erkek arkadaş ve bir bayan(Azime) arkadaşla birlikte Hakkari'ye düzenlememiz oldu. Görevimiz daha çok halka toplantı düzenlemek, parti çalışmaları hakkında bilgilendirmek, bilinçlendirmek ve yardım toplamaktı.
Bize verilen görev temelinde Hakkari'ye gittik. Faraşin, Levine ve Kaşura mıntıkası oldukça geniş ve zozanlık olduğu için her tarafı zomlarla doluydu. Bundan dolayı daha çok zomlarla ilişkilenip toplantı yapıyorduk. Hemen hemen gittiğimiz her yerde Azime arkadaş için; 'bu bayan arkadaşı gönderin, yazıktır, yapamaz' deniliyordu. Tabii bunu Kadın özgürlük mücadelesinden habersiz bir şekilde söylüyorlardı. Ama diğer yandan da gittiğimiz her yerde bütün kadınlar Azime arkadaşın etrafında toplanıyordu. Tek başına hepimizden daha çok etkili oluyordu. Bir de Azime arkadaşı görenler; "eğer bir bayan yapabiliyorsa, o zaman biz de katılmak istiyoruz" diyorlardı. Azime arkadaşın yaşamdaki duruşu ve halkla olan ilişkisi katılımlarda çok etkiliydi.
Daha sonra Irak sahasına çekildik. Oradan da Uludere'ye eylem yapma amacıyla yola koyulduk, fakat yoğun kar yağışından dolayı geri dönmek zorunda kaldık. Abbas arkadaş Gabar'a gitmek üzere düzenlememizi yaptı ve oradan da III. Kongre için Güneybatı’ya geçti. 1985 Aralığı'nda Gabar'a, Agit arkadaşın yanına geçtik. O zamanlar 32 arkadaştık. O süreci Agit arkadaşın yanında geçirme fırsatım olmuştu, böylece O'nu iyice tanıyabilmiştim.
Agit arkadaş, zamanının hemen hemen tümünü arkadaşlarla geçiriyordu. Onlarla tek tek ilgilenerek eğitmeye çalışıyordu. Dünya devrimleri, halkın mevcut konumu, yapılması gerekenler ve militanın nasıl olması gerektiği konularında her zaman sohbet ortamını yaratıyordu. Oldukça mütevazı ve özerk olmayan bir yaşam biçimi vardı. Hepimizde hayranlık uyandırmıştı. Kendimizi O'nun etrafında olmaktan alıkoyamıyorduk. Bu, bize anlatılamayacak, ancak yaşanılabilecek bir güven duygusu yaşatıyordu. Hiçbir zaman örgütsel tedbirlerini ve arkadaşların güvenliğini başkasına bırakmıyordu. Gittiğimiz her yerde bütün nöbet ve tepe yerlerini kendisi keşfeder, konumlanmayı bizzat kendisi yapardı. Hiçbir zaman düzenlemeyi yapıp; 'gidin, bu işi yapın,' demedi. Her zaman düzenlemeyi yapar ve kendisi de en önde yürürdü.
Köylere gittiğimizde de halka nasıl davranmamız gerektiğini ondan öğrendik. Anlatmadan yaparak ve yaşayarak gösterirdi. Agit arkadaş halk içerisinde de müthiş bir hayranlık uyandırmıştı. Tabii tüm bu yeteneklerden düşman da nasibini almaya başlamıştı.
Sürekli alan değiştiriyorduk. Kaldığımız yer çok genişti, onun için bazen Cudi, bazen Gabar, bazen de Eruh'ta kalıyorduk. Artık halk içerisinde Apocular olarak tanınıp dalga dalga yayılıp büyümüştük. Düşman bizim nerede olduğumuza ilişkin herhangi bir duyum aldığında, o gün varolan bütün gücüyle bize yönelirdi. Her an baskın yiyeceklerinin korkusunu taşıdıkları her hallerinden belliydi. Sağa, sola durmadan ateş ederlerdi.
III. Kongre başlamak üzereydi. Agit arkadaşın kongre için Güneybatı’ya geçmesi gerekiyordu. Bunun için acilen Cudi'ye geçtik. Agit arkadaşı geçireceğimiz zaman kuryemiz şehit düştü. Başka kuryemiz de yoktu, onun için tekrardan Gabar'a geri döndük. Gabar'a ulaşınca Agit arkadaş üç kişiyi ayarlayarak Dicle suyunu botlarla ya da lastiklerle geçerek Mardin'e geçmeyi planladı. Orada kurye bir arkadaş vardı, onu alıp gelmemiz gerekiyordu. Su o kadar yükselmişti ki, hiçbir şekilde geçmemiz mümkün değildi. Tekrardan Gabar'a döndük. Agit arkadaşın kongreye gidemeyeceği artık kesinleşmişti. Agit arkadaş; "madem kongreye gidemedik, o zaman eylemler geliştirerek hem Önderliğe destek vermiş oluruz hem de kongredeki arkadaşlar moral alır" dedi.
Agit arkadaş bir eylem planı hazırlayarak yakınımızdaki çete köyüne eylem yapmaya karar verdi. Fakat kimse ölmeyecekti. Cuma günüydü ve herkes camiye gitmişti. Tabii kimse silahını yanına almamış, evde bırakmıştı. İşte tam herkes camideyken köye baskın düzenledik. Bütün köylüleri toplayıp toplantı yaptık. Sonra da tüm silahları toplayarak yanımıza aldık. İkinci eylem olarak da, Zıvınga Şıkake ismindeki çete köyünü hedefledik. Yine hiç kimsenin ölmemesi gerekiyordu. Baskın için köye gittiğimizde herkes bostanlara gitmişti. Akşama doğru döneceklerdi, biz de o zaman yakalayacaktık. Ve toplantı yaptıktan sonra da köyden çıkacaktık. Köylüler dönmeye başladılar, onlara silahlarını bırakmalarını söyledik. Hiçbiri bizi dinlemedi ve ateş açmaya başladılar. Çatışmak zorunda kaldık. 3-4 kişi öldü. Bazılarını sağ yakaladık, sonradan da bıraktık. Birkaç tane de silah ele geçirdik. Agit arkadaş; "bu eylemden sonra düşman kesin operasyona çıkacak. Onları arazide sıkıştırıp vurmalıyız. Hem Newroz'u kutlamış oluruz hem de Mazlum arkadaşın anısına bir eylem yapmış oluruz" dedi.
19 Mart'ı 20'ye bağlayan geceydi. Eğer düşman operasyona çıkarsa tutabileceği iki boğaz vardı. Agit arkadaş grubu ikiye bölerek yarısını bir boğaza, diğer yarısını da diğer boğaza gönderdi. Kendisi de bizim olduğumuz grubun başındaydı. Boğazlar tutuldu. Sabaha doğruydu. Diğer boğazdan silah sesleri geliyordu. Askerler arkadaşların kurduğu pusuya düşmüştü. Buradan dört silah kaldırmıştık. Birçok da eşya. Agit arkadaş; "çabuk arkadaşların yanına gidelim. Askerler o boğazda darbe yerlerse bu boğaza gelemezler" diyordu. Gittiğimizde düşman geri çekilmişti, Meydan denilen noktada 27 Mart'a kadar bekledik. Alanın hemen hemen her yerinde operasyonlar başlamıştı. 27 Mart günü bir grup arkadaş erzak almak için zomlara indi. Bir çuval un, bir kilo çay, beş kilo yağ, beş altı kilo da şeker getirmişlerdi. Erzakımızı aldıktan sonra Cudi'deki arkadaşlarla ortak eylem planları yapmak için Cudi'ye gidecektik. Agit arkadaş üç arkadaşı öncü grup olarak gönderdi. "Eğer operasyon ve pusu olursa geri geleceksiniz yoksa da siz gelmezsiniz, biz geliriz" demişti.
Dürbünle keşfi yaptık, ortalıkta hiçbir şey yoktu. Hepimiz bir araya geldik. Vadiye doğru inmeye başladık. Henüz karanlık basmamıştı. Her arkadaş arasında 15-20 metre vardı. Tam o sırada baktık ki, askerler tam karşımızdaki yamaçtan sıraya dizilmiş gidiyorlardı. Onlar da bizi görmüştü. Fakat hiçbir tepki göstermeden yürüyüp gittiler. Biz yönümüzü değiştirerek farklı bir yere gittik. Akşam saat altıydı. Ateş yaktık. Agit arkadaş; "saat 12 buçuğa kadar buradayız, 1'de de hareket edeceğiz" dedi. O gece ateş yakıp 1'e kadar bekledikten sonra kalkıp harekete geçtik.
Hava açıktı, gökyüzü yıldız kaynıyordu. Kar ayazdan iyice sertleşmişti. Yürürken kar üzerinde ayak izleri gördük. Bazılarımız eskidir, bazılarımız yenidir, diye tartışıyorduk. Agit arkadaş; "Sessiz olun. Eğer askerse bizi görmüştür zaten" dedi. Ondan sonra ne oldu anlayamadım tam ortamıza bomba atıldı. Bir yandan lav silahı atılıyor, bir yandan da tarama yapılıyordu. Agit arkadaşın sesinden son olarak 'herkes geri çekilsin!' sözünü duydum. Büyük bir hızla geri çekildik. Biraz geriye doğru gittikten sonra grup toplandı. Harun arkadaş grubu saydı. Agit arkadaş yoktu, Metin arkadaş yaralanmıştı. Gece ateş yaktığımız yere gittik, Agit arkadaş orada da yoktu. İlk hareket ettiğimiz yere gittik, orda da yoktu...
28 Mart akşamı TRT radyosunda 'Apo'nun sağ kolu Mahsum Korkmaz vuruldu' diye bir haber geçti. İşte o an herkeste büyük bir dalgalanma oldu. Herkesin morali bozuk ve kimseden tek ses bile çıkmıyordu.
Agit arkadaşın şahadeti ile hareket her anlamda çok ciddi darbeler yedi. Düşman bundan cesaret alarak her yerde muazzam bir özel savaşı yürütmeye başladı. Gerilla içerisinde bazı insanlarda kararsızlık ve isteksizlik ilk o zaman belirdi. Agit arkadaş partinin büyük komutanı ve en büyük manevi değerlerindendir. Agit yoldaş Apocu komutanlığın sembolüdür.
Bir Gerilla
- Ayrıntılar