Aynı zamanda yeni özgür Kürt gerçeği de oluyor bu. Çünkü PKK çağdaş Kürt direnişini temsil ediyor. Kırk yıllık yoğun bir mücadele içinde yeni Kürt bireyini ve toplumunu yaratacak düzeyde bir gelişme ortaya çıkarmış bulunuyor. İşte bu büyük gelişmeyi temsil eden bir olayı izliyoruz TV ekranlarında. PKKnin 11. Kongresini yaptığı haberini veriyor bültenler.
11. Kongre görüntüleri kırk yılın birikimini yansıtacak düzeyde. Divanın arkasında Önder Abdullah Öcalanın büyük boy bir resmi ortada duruyor. Resmin iki yanında on kadın ve on erkek resmi asılı. Hepsi de önemli süreçlerde direniş mücadelesine damga vurmuş şehitlerin resimleri. Haki Karerden Sakine Cansıza kadar bir zincirin halkaları gibi diziliyorlar. Doğal ya da resmi Merkez Komite üyeleri oluyorlar. Önder Abdullah Öcalanla birlikte KCKnin yirmi bir ışınlı güneşini oluşturuyorlar.
Kuşkusuz PKKnin şehit Merkez Komite üyeleri bunlarla sınırlı değil. Salonun sağ ön yanında, hemen konuşmacı kürsüsünün önünde on dokuz resimden oluşan bir pankart asılıyor. Bunlar da şehit Merkez Komite üyelerinin resimleri oluyor. Kongre salonundaki şehit resimleri sadece bunlar mı? Kuşkusuz hayır! Salonda neredeyse iki yüze yakın şehit resmi bulunuyor. Hepsi de şehit gerilla komutanlarının, ERNK ve KCK yöneticilerinin resimleri. Kimi genç kimi yaşlı, kimi kadın kimi erkek! Salon Önder Abdullah Öcalanın ve şehitlerin resimleriyle donanmış. Her yerde Önderlik ve şehitler var. PKK gerçekten bir Önderlik ve Şehitler partisi! Her konuşma Önder Abdullah Öcalanı ve kahraman şehitleri anarak ve selamlayarak başlıyor.
Kongre salonunu 120den fazla kadın erkek dolduruyor. Kimisinin saçı dökülmüş veya bembeyaz olmuş. Burdan bakınca insan Acaba PKK yaşlanmış mı? diyor. Diğer yandan daha henüz yirmisinde olan insanlar var. Kongre bileşimi kırk yıllık mücadelenin birikimini yansıtıyor. İçlerinde 26-27 Kasım 1978de Licenin Fis Köyünde yapılan birinci kuruluş kongresine katılmış olanlar da var, yeni ilk defa bir PKK Kongresine katılmakta olanlar da. Çoğunluğun ilk defa bir PKK Kongresine katılmakta olduğu anlaşılıyor. Fakat hepsinde aynı heyecan ve coşku var. PKK Kongresiyle Kürdistan Özgürlük Hareketinin yeni önemli kararlar alacağını herkes biliyor.
PKK Merkez Komitesinin kongrenin aldığı kararları açıklayan bildirgesi katılanlardaki bu bilincin abartı olmadığını açıkça gösteriyor. PKK Kongrede Kürdistan, Türkiye, Ortadoğu ve dünyaya ilişkin ne varsa hepsini tarihsel bir perspektif içinde tartışmış ve hepsine dair de demokratik modernite çizgisinde yeni ve tarihi kararlar almış bulunuyor. Merkez Komite bildirgesinde sadece Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalanın başlattığı demokratik siyasi çözüm süreci temelinde Kürt sorununu çözmek için AKPye, Kürdistan Ulusal Kongre çalışmalarını başarıya ulaştırmak için başta KDP olmak üzere tüm Kürt partilerine, Rojava halkının özgür iradesinin kabul edilmesi için mevcut çete saldırılarının arkasında olan herkese çağrı ve uyarı bulunmuyor, bunlarla birlikte ideolojik sorunlardan askeri sorunlara, örgütsel sorunlardan ekonomik sorunlara kadar her türlü sorun için önerilen çözüm yolları yer alıyor.
Aslında PKKnin kongrede yaptığı değerlendirmelerin içeriğine ve geliştirdiği çağrıların gücüne de fazla takılmamak gerekiyor. Hiç kuşkusuz bunlar da çok önemli ve PKKnin değerlendirme ve çözüm gücü çok yüksek. Çünkü Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalanın İmralıda geliştirdiği Savunmaların teorik ve felsefik düzeyi çok ilerde. Yirmi birinci yüzyılda başta kadınlar olmak üzere tüm ezilenlere kurtuluş yolunu gösterecek bir düzeyde. Tüm ezilenler için yeni bir özgürlük bilinci ve eylem kılavuzu olmayı ifade ediyor. Dolayısıyla PKKnin teorik ve ideolojik düzeyi tarihinin en ileri noktasına ulaşmış bulunuyor.
Bu nedenle elbette PKK Kongresinin içeriği ve verdiği mesajlar çok önemli. Ama bununla birlikte PKKnin 11. Kongresini de başarıyla yapabilmiş olması çok daha önemli. Herhalde şimdiye kadar 11 kongre yapabilmiş ilk Kürt partisi PKK! Kırk yıldır büyük zorluklar yaşanmış olsa da yenilip ezilmeden mücadele yürüten ve zafer iddiasını hala çok güçlü bir biçimde koruyan tek ve ilk parti PKK! Esas olarak bunları hiç küçümsememek ve büyük bir ciddiyetle ele alıp önemle değerlendirmek gerekir. Çünkü bu durum, PKKnin kırk yıldır özgürlük mücadelesinde sürekliliği kesintisiz olarak sağlayabilmiş olması her bakımdan Kürt toplumu için etkisi yüzyıllara yayılacak olan büyük birikimler ortaya çıkartmıştır.
PKK fiili doğuşunun kırk birinci, resmen kuruluşunun ise otuz beşinci yılında bulunmaktadır. Resmen PKK Kongresi olarak tam 11 kongre gerçekleştirilmiştir. Oysa daha 1977 yılında kültürel soykırım rejimi tarafından PKK oluşumunun imhasına karar verilmişti. 12 Eylül 1980 faşist-askeri darbesi tarafından en çok PKKnin imha ve tasfiyesi öngörülmüştü. Cunta şefi Kenan Evren Kürdistan üzerinde uçarken darbeye karar verdiklerini açıkça itiraf etmişti. O zaman NATOnun hararetle desteklediği Ergenekoncu yönetim PKKye altıncı kongre yaptırmayacağını iddia etmişti. 9 Ekim 1998den itibaren harekete geçirilen uluslararası komplo Önder Abdullah Öcalanın imhasına dayalı olarak PKKyi tasfiye etmeyi hedeflemişti.
Oysa PKK ideolojik, örgütsel ve pratik bakımdan tarihinin en güçlü dönemini yaşıyor. Kendi adıyla 11.Kongresini de başarıyla gerçekleştirmiş bulunuyor. Bunun dışında PKK adıyla yapılmış olan altı genel konferans var. PKK Hareketi içinde kadın, gençlik, emekçi, basın, kültür örgütlerinin düzenlediği onlarca kongre ve konferans söz konusu. 2003 yılından bu yana Kongra Gel Genel Kurulu hemen hemen her yıl toplanıyor. Elbette bütün bunlar PKKnin gücünü ve ulaştığı düzeyi gösteriyor. Kürt toplumunun nasıl örgütlü ve demokratik bir toplum, bir demokratik ulus haline geldiğini ifade ediyor.
İşte PKK 11.Kongresi tüm bu gelişmelerin hem çok açık bir ifadesi, hem de başarıyla taçlanmasıdır. PKKnin kırk yıllık mücadele içinde yarattığı bu gerçekliği görmek ve artık kabul etmek gerekir. PKK ile Kürtler artık yeni bir toplum, yeni bir ulus haline gelmiştir. Kürt bireyi ve toplumu yeniden doğmuş, yeni bir ruh ve bilinç kazanmış, her bakımdan örgütlenip kendi özgür iradesini ortaya çıkarmış, ne pahasına olursa olsun var olma ve özgür yaşama kararlılığına ulaşmıştır. Gelinen bu noktayı ve ortaya çıkan Kürt gerçeğini artık kabul etmek zorunludur. Hala Kürdü inkar etmeye çalışmak anlamsız, bu temelde kan dökmek cinayetten de öteye en büyük insanlık suçudur.
Artık gerçekleşen PKK hakikatini ve onun netleştirip özgür kıldığı Kürt gerçeğini görmek ve kabul etmek gerekir. Bu temelde Kürt sorununu barışçıl ve demokratik yöntemlerle çözmek gerekir. Kürt halk varlığını artık inkar etmek mümkün değildir. Benzer bir biçimde PKK ile Kürt gerçeğini birbirinden ayırmak da mümkün değildir. PKK 11.Kongre gerçeği ortadayken, hala inkarcı bir zihniyeti ve politikayı sürdürmeye çalışmak anlamsızdır. Aklı olan bu gerçeği görür ve PKK ile özgür Kürt gerçeğini kabul ederek demokratik ve halkların kardeşçe birliğine ulaşır.
11.Kongre ile PKK gücünü bir kez daha ortaya koymuş ve ciddi bir atak yapmıştır. Bu hamle Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalanın özgürlüğüne kilitlenmiş bir ataktır. Çünkü Kürt Halk Önderinin özgürlüğü Kürt halkının, Kürdistanın, Kürt kadınının ve gençliğinin özgürlüğüdür. Dolayısıyla güçlenen PKK, güçlenen Kürt halkı ve Kürt demokratik uluslaşmasıdır. Önümüzdeki süreç bu gerçeği çok daha net bir biçimde herkese gösterecektir. Merkez Komite bildirgesinde ifade edildiği gibi, Kürt sorununun çözümünde 11.Kongre zaferi yaratan bir final olacaktır.
Selahattin Erdem
Yeni Özgürpolitika
- Ayrıntılar
Demokrasi kavram olarak halkın yönetimi anlamına geldiğini herkes söyler. Yada klasik anlamda halkın iktidarı sözcüğü de çokça kullanılır.
Devrimlerin alt üst oluşları ifade ettiği de bir gerçek. Eskinin yıkıldığı, yeninin ise doğmaya aday olduğu da bir o kadar gerçek.
Geçmişlerde alt üst oluşları sadece negatif anlamda bir yıkma olarak anlaşıldığı da bilinmektedir. Yani yıkmanın, sözün tam manasıyla yıkmak olarak algılandığı gerçekliği göz önüne getirildiğinde neredeyse negatif anlamlarla yüklendiği de bir gerçektir.
Devrimlerin ise halkların tarihlerinde ne anlama geldiğini ise en çok halklar bilir. Çünkü devrim anları sözün tam manasıyla halkın demokrasinin yaşandığı anlardır. Sistemlerin yıkıldığı ya da yıkılmaya yüz tuttuğu ancak yeninin de henüz ortaya çıkmadığı anlarda -kimisi buna geçiş anları, kimisi kaos anları demekte-demokrasini en yalın ve derin hali yaşanır.
Boşuna tarihin böyle anları tüm renklerin ve ustaların “yüz çiçek açsın, yüz fikir birbiriyle tartışsın” manasında söylediği gibi kendisini açığa vurduğu anlar olmamışlardır. Böyle anlarda toplumun tüm kesimleri istemlerini en yalın bir şekilde kendilerini açığa vururlar.
Demokrasiyi bir yönüyle halkın kendi kendine yönetmesi olarak ele almıştık, ancak bir başka daha çarpıcı tanım ise yetkilerinin paylaşımıdır. Yani yetkilerin mümkün mertebe çok ele yayılması ve dağılmasıdır. Devrim anları işte tam da böyle anlardır.
İktidar güçleri artık yapmak istediklerini yapamaz durumdaysalar ve iktidar güçleri tüm yönetim güçlerini yitirmişler ise ya da yitirmeye başlamışlar ise, sistemleri param parça olmaya doğru gitmiş ise orada sözün tam manasıyla artık devrim anları yaşanıyordur demektir.
Şimdi Rojava’da yaşananlar, yukarıda dile gelenler ışığında tamamen bir devrimdir. Sömürgeci güçlerin iktidarı sarsılmıştır. Rojava’da Kürtler ve diğer halklar yan yana Baas rejiminin denetimi dışında yaşamaktadırlar. Kendi yönetimlerini parça parça inşa etmektedirler. Yıllardır söyleyemediklerini, yapamadıklarını özgürce her ortamda, tüm platformlarda haykırmaktadırlar. Bir adım daha ileriye götürecek olursak, sözün gerçek anlamında kendi demokrasilerini hürce yaşamaktadırlar.
Devrim anları dediğimiz anlar işte böylesine inşa anlarıdır. Bugün Rojava’da büyük bir inşa çalışması yaşanmaktadır. Kimin ne yeteneği varsa, kimin ne düşüncesi varsa, kimin nasıl bir projesi varsa bu anlarda gerçekleştirme zemini tüm zamanlarda daha fazladır.
Kim hayallerini gerçekleştirmek istiyor?
Kim tüm potansiyelini açığa çıkarmak istiyor?
Kim halkının ve halklarının yüreğinde ebediyen yerini almak istiyor?
Kim tarihin bu en nazik anında tarihe ismini altın harflerle yazmak istiyor?
Kim bugüne kadar bir türlü yapamadıklarını tüm yüreğiyle gerçekleştirmek istiyor?
Gerçekten de böyle onlarca soruyu peş peşe dizmek mümkündür. Çünkü süreç bir devrim anıdır. Süreç en ileri düzeyde demokrasiyi yaşama ve yaşatma anıdır. Süreç böyle hızlı akan tarihi bir anda akma anıdır.
Bunun için diyoruz ki kendisini gerçekleştirmek isteyenler yönünü Rojava Kürdistan’ına vermelidir. “Rojava’yı destekliyoruz” sözleri yerine bizatihi Rojava’ya yüzümüzü dönerek devrim anlarının tüm sıcaklığını yaşamaya gidelim.
Devrim anları hem böyle bireyin kendi hayallerini gerçekleştirdiği anlar iken, hem de yeteneklerini zirveye çıkardığı anlardır. Yani sevinçli ve coşkulu olma anları tamamen en iyi bir şekilde böylesi anlarda yaşandığı için birde yüreğimizi coşku seli ile çağlama anıdır bu an.
Sözü uzatmadan, bugün Rojava’da yaşanan böylesine coşkulu devrim anlarına katılmak, kendine gerçekleştirmek her Kürdistanlı gencin temel bir görevidir.
Yeniden belirtelim, yüzümüzü Rojava’ya çevirelim.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Vekâlet kelimesini vekillik olarak ele almıştık. Vekilliği ise: “Birinin, işini görmesi için kendi yerine bıraktığı veya yetki verdiği kimse” diye tanımlamıştık. Vekâlet etmeyi ise: “Birinin yerine, bakmak, görevini üstlenmek” diye kullanmıştık.
Bu durumda Vekâlet Savaş’ını “başkalarının yerine, bir savaşı yürütmek” olarak ele alınabileceğini dile getirmiştik.
Bir önceki yazımızda Vekalet Savaşlarının yerine sorunları kendi içinde çözme anlamına gelecek yaklaşımımızı dile getirerek: “Bu ise gerçekten artık başkalarının savaşlarını sürdürmekten vazgeçmekten geçer” demiştik. Yine, “Bu ise gerçekten var olan sorunları, başkalarını araya koymadan dolaysız çözmekten geçiyor” demiştik.
Kürdistan’ın 1800’lerden bu yana tümden savaş altına ya da içine alındığını hemen belirtelim. Bu savaş altına alma sadece Kuzey Kürdistan’da yaşanan bir gerçeklik olmadığını da hemen belirtelim. Kürdistan’ın dört parçasında başta Osmanlılar olmak üzere, İranlılar ve özelde de İngilizlerin çok kirli bir şekilde Kürtlere karşı savaş içerisinde yer aldıklarını da belirtelim.
İngilizlerin kendileri için her zaman birilerini savaşa sürdüklerini belirtmiştik. İngilizlerin o meşhur olan: “Böl, parçala ve yönet” politikaları gerçek manada tamda Vekâlet Savaşlarını dile getirir. Bölerek, parçalayarak sonrada yöneterek politika yapmak demek esasta başkalarını kendi maşası haline getirerek, kendi yerine savaşa sürmek demektir. Başkalarını kendi yerine savaşa sürmek demek gerçekten de ciddi maharet ve yetenek sahibi olmak demektir. Ve bu ciddi zeka ve yeteneğin İngilizlerden bulunduğu, Afrika’nın köleleştirme tarihini bilen herkes iyi bilir. Afrika’da insanların nasıl insanlık dışı uygulamalarla adeta insanlıktan çıkarıldığını tarih bize yazar.
Afrika’yı biliriz ancak biz Amerika’da nelerin yapıldığını da biliriz. Halkların nasıl soykırımdan geçirildiklerini de bilmeyenler yok gibidir. Eğer bugün ABD dünyanın her tarafında cirit atıyorsa bunun akıl hocalığını kesinlikle İngiliz siyasetinin yaptığını bilmeyen de yoktur.
Özcesi Kürdistan 1800 yıllarında boydan boya savaşa sürüklenmiş ve yüz yıl boyunca da onlarca katliamlarla yüz yüze gelmiştir. Kürtlerin tüm yenilgilerinin altında İngilizlerin bulunduğunu da tarih bize yazıyor. Asurlarla Kürtlerin, Ermenilerle Kürtlerin, Yezidilerle Müslümanların derken birçok farklı rengin birbirine karşı kırdırılmasının altında da kesinlikle İngilizlerin olduğunu da tarih yazıyor. Bu kadar kirlilik sadece ve sadece Ortadoğu’da kirli emellerini yürütebilmek içindi. Yine Basra Körfezi’nin Rusların eline geçmemesi içindi. Çıkarları zedelenmemesi için on binlerce insanı birbirine karşı kullanarak, kırdırarak savaştırmak sadece ve sadece kendi adına savaştırmaktı ki buna da biz Vekalet Savaşı ya da Vekalet Savaşları diyoruz.
Benzer bir durumu Kürtler bu kez daha ağır bir şekilde 1920’lerin başında yaşadılar. Bu kez Kürtler daha fazla katliamlarla yüz yüze gelmişlerdir. Ancak daha ağır olan durum ise bu kez Kürtlerin uluslararası sistem dışına itilmeleri daha doğrusu atılmaları olmuştur. Yani Kürtler yok sayılmışlardır, inkar edilmişlerdir. Sonrada göreceğiz ki uluslararası hukukun dışında tutulan Kürtler bu inkardan dolayı birçok İngiltere destekli ulus devleti tarafından imhaya tabi tutulacaklar, ancak dünyanın hiçbir ülkesinde- devletinde demek daha doğru olur- bu soykırımlara karşı tek bir itiraz ve refleks bile gelişmemiştir. Bırakalım sömürgeci devletlere karşı duruşu, uluslararası güçler birde Kürtleri gerici, şaki ve günümüzde ise terörist diye damgalayarak soykırımcılara arka çıkmışlardır. Bunları yaparlarken de her zaman birilerini kendileri için kullanarak yaptıklarını da belirtmemiz gerekir.
Sözü çok uzatmadan, bugünde İngilizler-buna siz ABD’de diyebilirsiniz-birilerini kendileri için savaştırıyor. Yani Vekaleten kendilerini için Savaşanları bularak, parasını vererek savaşa sürüklüyorlar.
Örneğin bugün Rojava Kürdistan’ında Kürt halkı ilk kez kendi öz yönetimini oluşturmak için kollarını sıvamıştır. 19 Temmuz 2012 yılında ilan edilen devrim esasta kendi yolunu çizme devrimidir. Kürtler kendi yolunu daha güçlü bir şekilde çizmek isterlerken bu kez yeniden ama daha kirli ve sinsi bir şekilde Vekalet Savaşçıları devreye girmiştir.
ABD ve İngiltere Suriye’de kendi sistemlerini kurmak istiyorlar ancak bir türlü bugüne kadar istediklerini gerçekleştiremediler. Bu hengamede Kürtler kendi devrimlerini ilan ederek bir adım ileriye atıldılar. Kürtlerin Rojava Devrimi bunların beklemediği bir adım olmuştur. ABD’nin bölgede jandarması olan AKP hükümeti Rojava Devrimi’ne en sert karşı çıkan olmuştur. Bunun için bölgede taşeron rolünü oynayan AKP birçok paralı çeteleri devreye koyarak Rojava Devrimi’nin üstüne salmaya başladı. Tüm bu planlar tutmayınca bu kez Rojava Devrimi’ne karşı Güney Kürdistan’da ilişkileri en üst seviyede olan güçleri Türkiye’nin eliyle ABD harekete geçirdi. Yani Türkiye’nin harekete geçirdikleri Güney Güçleri Rojava Devrimi’ne karşı şimdilik açıkta olmasa da, fiilen bir savaş başlatmışlardır. Sınırın kapatılması, El Parti adındaki çete bir örgütün silahlandırılması gibi birçok fiili karşıtlığını içerisinde bizatihi KDP vardır. KDP’nin bir kısmı vardır.
Dikkat edilirse Suriye’de yürütülen savaş bir nevi ABD’nin bölgede hegemonyasını daha fazla geliştirme savaşıdır. Ancak şimdiye kadar ABD devreye girmemiştir. İngiltere devreye girmemiştir. Lakin savaş da durmamıştır. Başka bir deyişle, ABD’nin yerine savaşan başka güçler vardır. Yani birileri ABD ve İngiltere’nin savaşını Vekaleten alarak yürütmektedir. Bu durumda Vekâleten Savaşı yürüten güçlerin başında birisi Türkiye iken diğer önemli Vekalet Savaş gücü ise KDP’dir.
Maalesef bu kez Vekaleten devralınan Savaşı emperyalist devletler ve Türkiye adına KDP, Rojava Kürtlerine karşı yürütmektedir. Bunun ise Kürtlerin iç ilişkileri açısından çok hayırlı bir savaş biçimi olmadığı ileride tarihin bize göstereceği açıktır.
Devam edecek
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Bagok dağında bulunan Agit Suruç Şehitliğine Türk sömürgeci güçlerine bağlı faşist ordu birlikleri saldırı düzenlemiştir. Saldırıda şehitlik tahrip edilmiş, şehitler ebedi istirahatgahlarından alınarak kaçırılmışlardır. Halen de nerede ve nasıl bir durumda bulunduklarına dair bir bilgi yoktur.
Olay sıradan bir olay değildir. Sıradan bir askerin, polisin ve hatta mülki amirin emir vererek yaptırdığı bir saldırı değildir. Olayın tümüyle AKP hükümetinin ve onun başbakanı T. Erdoğan’ın görüş, telkin ve emriyle olduğundan kuşku yoktur. Olay öyle “provakasyon”, “süreci sabote etmek isteyen güçlerin işi” vb açıklamalarla geçiştirilecek bir gelişme değildir.
Hiçbir ahlak, kültür ve inançta veya felsefe, ideoloji ve siyasette mezarlara ve mezarlıklara saldırı yoktur. Mezarlıklar veya ülkenin şehitliği o ülke ve halkın en kutsal yerleridir. Bir yerde her halk ve ülke yönünü şehitlerine döner. Çünkü her halk ve ülke şehitleri ile kendisini var etmiştir. Şehidi olmayan hiç bir halk ve ülke yoktur. Onun içinde şehitler ve şehitlikler her halk için en kutsal değerle olmuştur ve olmaya devam edecektir.
PKK hareketi bir şehitler hareketidir, şehitler partisidir. Kürdistan halkı şehitleriyle varoldu ve kendisini bugünlere getirdi. Sayıları binleri bulan bu ülkenin en yiğid, en kahraman ve en güzel evladları yaşamlarını, mensubu olduğu Kürt ulusu kendi anavatanı Kürdistan’da Farsın, Arabın, Türkün, İngilizin ve Fransızın kölesi ve uşağı olmasın diye feda ettiler. Köle ve uşak olarak yaşamaktansa özgürlük ve onurlu bir yaşam için hayatlarını ortaya koydular. Ve biz geride kalanlara da onurlu ve özgür yaşamın yolunu gösterdiler.
Şimdi sömürgeci Akp hükümeti Kürt ulusu için en kutsal mekânlara, şehitliklere saldırmaktadır.
Savaşın en kızgın olduğu dönemde Çemço, Haftanin ve Xakurkê şehitliklerine saldırmış ve zarar vermişlerdir. Şimdi ise 1 Eylül Dünya Barış gününden sonra Kürt halkının ve dostlarının onurlu bir barış için iradelerini ortaya koydukları günlerin hemen arkasından onlarda şehitliklerimize, şehitlerimize saldırarak, en kutsal varlıklarımıza saldırarak cevap vermiş oluyorlar. Saldırı bizi biz eden, var eden, koruyan ve büyüten değerlerimizedir. Şehitler dünümüz, bugünümüz ve yarınımız ise saldırı hem geçmişimize, hem bugünümüze hem de geleceğimizedir. Şimdi geçmişimize, bugünümüze ve geleceğimize saldıran bir alçak düşmanla karşı karşıyayız. İnsanlarımızı mezarlarında bile rahat bırakmamayı esas alan dünyanın en ahlaksız düşmanıyla karşı karşıyayız. Ölülerimize tahammülü olmayanların dirilerimize tahammülü olacağını beklemek yada düşünmek kendini yanıltmaktır. Hala bu dünyanın en düşkün insanlarından, bu halk ve ülkeyi tanıyan adımlar atmasını beklemek sadece ve sadece kendini aldatmaktır.
Bir ordu olarak Türk ordusu bir gerilla birimine saldırabilir, birçok gerillanın şehit olmasına yol açabilirdi. Ya da bir gerilla birliği ateşkes koşullarında da olsa sömürgeci işgal birliklerine saldırı düzenleyebilirdi. Bunlar askeri mantık ve politik mücadelede yeri olan normal durumlardır. Yani bir izahı yapılacak durumlardır. Savaş tarihinde birçok kez ateşkes konumunda da olsa taraflar birbirlerine kayıp verdirmişlerdir. Ama en kızgın döneminde bile birbirlerinin ölü, yaralı ve esirlerine saygıda kusur etmemişlerdir. Bunun da sayısız örnekleri vardır.
Şimdi sömürgeci Türk ordusu ateşkes konumunda, hele hele geri çekilme konumunda olan gerillaların mezarlarına saldırıyor, tahrip ediyor. Bu Kürt halkına ve onu var eden tüm değerlerine en büyük hakarettir.
Şimdi Kürtler bu hakareti kabul edecekler mi etmeyecekler mi? Bir iki basın açıklamasıyla olayı geçiştirecekler mi geçiştirmeyecekler mi? Başta T. Erdoğan, A. Gül, N. Özel, M. Gülerolmak üzere tüm sorumlular Kürt halkından özür dileyinceye kadar kıyameti koparırcasına serhıldan yapacaklar mı yapmayacaklar mı? Şimdi Kürtler böyle bir durumla karşı karşıyadırlar.
Hepimiz ya bizzat şehitlerimizi son yolculuklarına uğurlarken yanlarında olduk, henüz soğumamış bedenlerini kucakladık. Yada tabutlarını omuzlayarak son görevimizi yapmaya koyulduk. Veya anavatan toprağından bir avuç toprak avuçlayarak mezarlarına septik. Bazen şehidin annesi, babası bazen kız kardeşi veya kardeşi şöyle hakırmadı mı? “Oğlum veya kızım tüm Kürtlerin şehididir. Serok Apo’nun ve tüm Kürtlerin başı sağ olsun” demediler mi? Şehitleri biz Kürtlere emanet etmediler mi? Peki şimdi barbar ve soykırımcı Türk ordusu onlara yani bize emanet edilen bu kutsal emanetlere saldırmıyorlar mı? Bu saldırıyı herkes duymadı mı? Şayet duymuşsa o zaman daha ne duruyoruz. Serhıldana kalkmak için daha ne yapılması gerekiyor? Bundan daha büyük hakaret olur mu? En büyük onun abidesi şehitlerimize saldırmaktan daha büyük hakaret var mı? Eğer şehitlerimize bugün sahip çıkamayacaksak o zaman nasıl kendimizi onurlu ve şerefli welatparêzler olarak kabul edebiliriz. Sadece Nusaybin, Kızıltepe ve Mardin yetmez. Tüm Kürtler ve Kürdistan ayağa kalkmalı, kıyameti koparmalıdır.
Ya özgürlük ve onurlu bir yaşam ya ölüm.
Faşist Türk sömürgecilerine haddini bildirmenin zamanıdır. Yanı başımızda Rojava halkı kendi topraklarını korumak ve onurlarına sahip çıkmak için ayağa kalmış durumdadırlar. Ha El- Nusra çeteleri “Allahu Ekber” diyerek Rojava Kürtlerine saldırmış, kadın ve çocuk demeden herkesi katletmiş, ha T. Erdoğan’ın ordu sürüleri Türklük ve İslam adına Kürtlerin en kutsal değerleri olan şehitlerine saldırmış. Ne fark ediyor? O zaman Kuzey Kürdistan’lılar da en az Rojava Kürtleri kadar kendi değerlerine sahip çıkmak için ayağa kalmalıdır. Şehitlerimizin gözleri üzerimizde ve ruhları aramızdadır. Onlar bizden rahat uyuyabilecekleri bir ebedi özgür toprak parçası istiyorlar.Şehitlerimize verdiğimiz söze sadık kalalım. Onlara uzanan elleri bir daha saldıramayacak duruma getirmek üzere kıralım.
Ya şimdi ŞEHİTLERİMİZE sahip çıkalım ya hiçbir zaman!
Ya şimdi SERHILDAN ya hiçbir zaman!
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığı,yaptığı son açıklamayla Rojava Kürdistan halkını “Ülkede kalmaya,topraklarını terk etmemeye” çağırdı.Çünkü çok yoğun bir göç var,hatta ülkeden kaçış var.Rojava Kürdistan toprakları boşalıyor.Daha doğrusu bilinçli bir politikayla boşaltılıyor.Savaş Rojava’ya taşırılarak,kuralsız bir savaş yürütülerek ve de propaganda edilerek Rojava Kürdistan boşaltılmaya,insansızlaştırılmaya çalışılıyor.
KCK bu durumun bir oyun olduğunu belirtiyor.Aslında oyun içinde oyun oynanıyor.Önce çeşitli çete grupları oluşturularak,desteklenerek,beslenerek Rojava Devrimine ve halkına saldırtıldı.Giderek bu saldırılar Cephetül Nusra örgütünün saldırıları haline getirildi.Bir yandan El Nusra çeteleri sivil-asker ayrımı yapmadan tüm halka saldırırken,sivil yerlerde intihar eylemleri düzenlerken,diğer yandan da AKP ve KDP ticaret kapılarını kapattı.Böylece saldırılarla korkutulan ve ambargo ile zorlanan halk ülkeden kaçmaya yöneltildi.
Şimdi her gün oluk oluk insanlar Güney ve Kuzey Kürdistan’a kaçıyorlar.Kaçarak savaştan ve ambargodan kurtulmaya çalışıyorlar.AKP ve KDP bu kaçışı teşvik ediyor.Güney Kürdistan’a geçenleri ziyaret eden Mesut Barzani “Burası sizin eviniz,istediğiniz gibi kalabilirsiniz” diyerek Rojava’dan kaçışlara çağrı yapıyor.Tamda bu ortamda “Şam’da kimyasal silah kullanıldığı” haberleri yayılarak kaçışlar daha da hızlandırılmaya çalışılıyor.
KCK işte bunlara oyun diyor.Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığı,bu nedenle halkı sabırlı olmaya ve yerini-yurdunu terk etmemeye çağırıyor.Gerçekten de biraz yakından bakıldığında bir dizi oyunun iç içe oynandığı açıkça görülebiliyor.En başta KDP’nin tutumunda oyun var.Bir yandan sınır kapısını ticarete kapatarak halkın aç kalmasına yol açıyor,Rojava toplumunu savaşta desteklemiyor.Diğer yandan sınır kapısını sivil geçişlere açarak ve “Gelin,burası sizin ülkeniz” diyerek halkı Güney Kürdistan’a çağırıyor.Yani açıkça Rojava’yı boşaltmak istiyor.Peki bu oyun değil de nedir?
AKP’nin tutumu daha da derin ve kapsamlı bir oyunu içermektedir.En başta Rojava’ya saldıran çeteleri AKP örgütleyip silahlandırdı.Başta Ceylanpınar olmak üzere sınır kapılarından rahatça gidiş-dönüşlerini sağladı.Rojava’ya saldıran örgütler Antep’te,İstanbul’da toplantılar yaptılar.Kısaca Rojava’ya dönük saldırılar en çok Türkiye’den besleniyor.Diğer yandan baştan beri Rojava Devrimine karşı AKP ambargo uyguluyor. Tüm sınır kapılarını Rojava Devrimine kapalı tutuyor.
Bunlarla birlikte,aynı AKP Rojava halkının Türkiye’ye geçmesi için özel çaba harcıyor.İmkan yaratıyor,kolaylık sağlıyor,teşvik ediyor.Kuzeyli ailelerle akrabalık ilişkilerini kullanıyor.Bunlarla da yetinmiyor,Güney Kürdistan’a geçmiş olanları da Türkiye’ye geçmeleri için teşvik ediyor.Türkiye’de İstanbul’a kadar her tarafa bu insanları yayıyor.Dikkat edilirse,mülteci Arap toplumu için özel kamp kuruyor,ama Türkiye’ye kaçan Kürtler için kurmuyor.
AKP’nin buradaki amacı net ve açık.Birincisi,Rojava Devrimini tasfiye etmek istiyor.Rojava’da Kürtlerin bir siyasal statü kazanmalarına kesinlikle karşı.Bunu başka yollarla engelliyemiyorsa,o zaman Rojava’yı boşaltarak,insansızlaştırarak gerçekleştirmek istiyor.İkincisi,Rojavalı halkı Türkiye’ye yayarak asimile etmek,eritmek istiyor.Yani Rojava Kürtlerine de kültürel soykırım dayatıyor.O kadar obur ki,Kuzey Kürdistan toplumunu asimile etmesi yetmemiş,şimdi de Rojava Kürtlerini asimile etmeye,yutmaya çalışıyor.
Bunun en başta TC Devletinin yürüttüğü klasik inkar ve imha politikası olduğu açık.Belliki Suriye’deki savaş koşullarında da Türkiye yönetimi Rojava Kürtlerine bu politikayı dayatıyor,onları kültürel soykırıma tabi tutmak istiyor.Rojava’daki tüm oyunların da TC Devleti ve AKH hükümeti tarafından oynandığı açığa çıkıyor,bu konuda bir AKP-KDP ortaklığının var olduğu görülüyor.
Hatırlanırsa Rojava’daki 19 Temmuz 2012 Devriminden sonra Dışişleri Bakanlığı tarafından Hewler Konsolosluğuna gönderilen bir yazılı talimat geç en kış basına yansımıştı.Aslında şimdi yaşanan her şey o yazılı talimatta vardı.Demekki şimdi yaşanan olaylar,yani savaş ve göç daha o zamandan planlanmıştı.Suriye’deki Kürtlerin bir statü eldi etmemeleri için çalışılması,bu amaçla KDP’nin uyarılması,Rojava’da karışıklı4k çıkarılması,Rojava halkının göçe teşvik edilmesi,bu konuda Güney Kürdistan’ın “Özgür Kürdistan toprakları” denerek çekici kılınması,Güney Kürdistan’a geçen Kürtlerle ilişki kurularak Türkiye’ye geçişin teşvik edilmesi,bunların hepsi Türk Dışişleri Bakanmığının talimatında yazılıydı.
Şimdi aslında bütünüyle bu plan uygulanıyor.Satırı satırına Türk Dışişleri Bakanlığının Hewler Konsolosluğuna verdiği talimatın gerekleri yerine getiriliyor.Demekki her şeyin,tüm yaşananların arkasında TC ve AKP var.Her şey önceden planlanmış olarak yürütülüyor.Rojava’ya kültürel soykırım rejimi uygulanıyor.Başta KDP olmak üzere bazı Kürt grupları da bu oyuna alet oluyor.Hepsi bu kadar!
Tabi bu durumun bir de PYD boyutu var.Rojava Demokratik Toplum Hareketi(TEV-DEM) tüm bu politikalara ve saldırılara karşı yiğitçe direniyor.Rojava gençliğinin direnişi gerçekten kahramanca.YPG tam bir fedai hareketi haline geldi.Rojava halkı saldırılar karşısında da,ambargo uygulamaları karşısında da yılmıyor.Evet,tüm bunların hepsi doğru ve çok değerli.Hiç bir biçimde küçük görülemez.
Fakat her şey bu kadarla mı sınırlı? Yapılması gerekenler sadece bunlar mı? Mevcut durum karşısında başka şeyler yapılamaz mı? Bizce PYD’nin ve tüm Kürtlerin yaşananları bu sonuçlar temelinde de sorgulaması lazım.Dar ve tek yanlı duruş ve mücadelelerle sonuç alınamaz.Dahası zarar görme,kazanımları kaybetme bile yaşanabilir.Bu açıdan dikkatli olmak ve olayları çok yönlü ele almak gerekir.
Dikkat edelim,19 Temmuz Devrimi savaşla kazanılmadı,kansız bir devrimdi ve doğru siyasetin başarısı oldu.Bu siyasetin merkezinde de Rojava’yı çatışma alanı haline getirmemek ve herkesle taktik ilişki içinde olmak vardı.Fakat şimdi Rojava Özgürlük Hareketi bu tutumda görünmüyor.Her şeyden önce,çok savaşçı kesilmiş durumda ve her şeyi savaşla halletmek istiyor.Halbuki önce siyasal yaklaşım gerekli,siyasette derin ve geniş olmak gerekli.Ama sanki siyaset unutulmuş gibi. Herkesle ilişki içinde olmayı öngören bir hareket,şimdi neredeyse herkesle savaşır hale gelmiş durumda.Belliki bunun düzeltilmesi gerekiyor.
Diğer yandan düşmanı iyice tanımak ve doğru tarif etmek lazım.Karşıt olan herkese “Çete” deyip geçmek fazla sonuç vermez.Deniyor ki,bu çete denenler El Nusra örgütüne aitler.Yine El Nusra örgütü de El Kaide’nin bir kolu.Bu durumda Rojava Kürtleri ve dolayısıyla tüm Kürtler El Kaide ile savaşa tutuşmuş oluyorlar.Hem de seferberlik düzeyinde! Halbuki bizim bildiğimize göre hiçbir parçada Kürtlerin El Kaide ile savaş yapma kararı yok.El Kaide’ye “Çete” de demiyorlar.Ayrıca Rojava da dahil hiçbir yerde şu koşullarda Kürtlerin El Kaide ile savaştan kazançlı çıkması mümkün değil.
El Kaide’nin Kürtlerle savaşma ve Rojava Devrimini yıkma kararı varmı,bilmiyoruz.Normalde olmaması gerekiyor.El Kaide’nin Kürtlerle,PKK ile savaştan kazanacağı fazla bir şey olamaz.Kaldı ki El Kaide ya da onun kolları böyle bir şey yapmak istese bile,bu durum Kürtlerin hemen savaşmasını getirmez. “Oldu bittiye geldik”demek de politik duyarlılık ve tedbirden uzak olunduğunu gösterir.
O halde Kürtlerin Rojava Devrimini yıkma amaçlı saldırılara karşı kesin bir tutumla ve sonuna kadar direnirken,aynı zamanda siyasetin çözümleyiciliğini kullanmaları da önemlidir.Aynı zamanda KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığının ç ağrısına da kulak vermeli ve asla ülkeyi,Rojava’yı terk etmemelidir.Rojava halkı için şimdi şunlar lazım.Direniş,siyaset ve ülkede kalmak! Bu üç silahı iyi kullanırsa Rojava Devrimi yine kazanır ve her zaman kazanır!..
Selahattin ERDEM
Yeni Özgürpolitika
- Ayrıntılar
Kürdistan yüz yıllardır adeta çorak topraklara çevirtilmek için inanılmaz ölçüde katliamlarla yüz yüze getirilmiştir. Gelen vurmuş giden vurmuştur. Özelde ise 20. Yüz yılda bu katliamlar tavan yapmıştır. Kürdistan’ın bir bölgesinde deyimin tam manasıyla soykırımlar yapılmıştır. Kürdistan’da soykırımlar yapılırken kendilerini sözde medeniyetin temsilcileri ilan edenler gözlerini kapatmışlar, kulaklarını duymaz kılmışlar ve dillerini bantlayarak lal olmuşlar.
Özcesi Kürdistan’da Kürt halkı ve bu topraklarda yaşayan diğer halklar fiziki ve kültürel soykırımlara tabi tutulurken görmezden, duymazdan gelmişler. Yürekleri ziftli olanlar bırakalım görmemezlikten ve duymamazlıktan gelmeyi, üstelik sömürgeci devletlerin uygulamalarına arka çıkmışlar, desteklemişler ve yer yer de bizatihi yol yöntemler göstererek sömürgecilerin yaptıklarını daha da derinleştirmişlerdir.
Bu gidişat hiç şüphe yoktur ki iyi bir gidişat olmamıştır. Bu gidişata dur diyenler Kürdistan’ın birçok yerinde ortaya çıkmışlardır. Başkaldırmışlardır. Karşı durmuşlardır. Direnç göstermişlerdir. Yani birçok yerde Kürtler ve bu topraklarda yaşayan halkların gençleri Direnişe geçmişlerdir. Bundandır ki bugüne kadar Kürtlere gelebilmişlerdir.
Ne var ki tarih yeniden tekerrür ettirilmek isteniyor. Yeniden Kürtler bu topraklarda baskılanmaya, sindirilmeye çalışılıyor. Kürtlerin on yıllardır büyük mücadelelerle elde ettiklerini kimileri kirli oyunlarla yeniden ayakaltına almak istiyorlar. Bunu Türkiye yapıyor, bunu İran yapıyor, bunu Rojava’da yapmaya çalışıyorlar. Dört taraftan yapılıyor demeyeceğiz ancak Kürdistan’da en az 3 taraftan yeniden tehlike çanları çalıyor.
Tarihte ne zaman tehlike çanları çalmış ise ve bu halkın genç evlatları bu çanları duymamışlar ise orada kesinlikle yaşanmış olan felaketler olmuştur. Gençler yüreklerini avuçlarının içine almayıp yollara daha doğrusu yönlerini dağlara vermemişlerse orada yaşananlar kesinlikle trajediler olmuştur.
Evet, yeniden tarihi bir momentin eşiğindeyiz. Eski bir yoldaşımızın sıkça kullandığı bir deyim vardır, “ÇÖLE SU OLMAK” diye, tam da Çöle Su olma zamanı.
Çöle Su Olmak için önce su bulmak gerekiyor. Suyu bulmak için toprağı eşmek, toprağın bağrına girerek açığa çıkarmak gerekiyor. Su Kürdistan gençliğidir diyelim. Kürdistan gençlerini bulduk peki bu gençleri dağlara, özgürlük kavgasına nasıl ulaştıracağız? Bu gençleri kültürel soykırım gibi kırımlara karşı nasıl hareketlendireceğiz? Gençleri hem kendilerini korumasını, hem toplumu korumasını ve hem de dağa çıkmalarının yolunu nasıl göstereceğiz?
Evet, Kürdistan Çöl diyelim, gençliği de Su diyelim. Gençler her yerde var. Hem Kürdistan’da hem de Kürdistan dışında çok sayıda var. Su’yu bulduk dedik. Eğer Su’yun akacağı bir yol göstermezsek bu Su-derinden çıkarılmış olan Su-adım adım etrafını ıslatacak, hatta zamanla o Su oraları bataklığa çevirecek kadar çoğalacaktır. Ancak biz bataklık istemiyoruz. Biz gürül gürül akan bir Su istiyoruz. Biz birilerinin bu bataklıkta boğulmasını da istemiyoruz. Tersine biz bu Su’yun çorak olmuş Çölü yeşertmesi için açığa çıkartmışız, uğraşmışız hatta kazma küreklerle gün yüzüne çıkarmışız.
Evet, Çölün Su alması için, Çölün yeşermesi için Su’yu çıkardığımız yerlere kanallar işleyeceğiz, arklar yapacağız ve bir yolunu bulup o Su’yu oradan alıp Çölü Su’layacağız. Çölü yeşerteceğiz.
Peki, Su’yu kanallara akıtacak olanlar kimlerdir? Ya da buradaki Su kanalları kimlerdir diye sorulabilir?
Verilecek tek bir cevap vardır: gençlerin kendileri, yani örgütlenmiş olan gençler. Çöl var mı var. Su var mı var. O zaman bu Su’yu Çöle aktaracak olanlar peki nerede? Nerede bu kadar açığa çıkarılmış olan Su’yu buralara aktaracak kanallar ve arkları?
ÇÖLE SU OLMAK derken söylenmek istenen özcesi kanal ve ark olmaktır. Kanal ve ark olarak binlerce Kürdistanlı genç dağların doruklarına, öz savunma çalışmalarına, Rojava Devrimi’ne, Kürdistan’ın inşasına derken her tarafa akabilecek, oralarda yapılacak binlerce İş’e akabilmektir.
Evet, Çöle Su Olmak için bugün her zamankinden daha fazla Kürdistanlı gençlere ihtiyaç vardır.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Kürdistan yüz yıllardır adeta çorak topraklara çevirtilmek için inanılmaz ölçüde katliamlarla yüz yüze getirilmiştir. Gelen vurmuş giden vurmuştur. Özelde ise 20. Yüz yılda bu katliamlar tavan yapmıştır. Kürdistan’ın bir bölgesinde deyimin tam manasıyla soykırımlar yapılmıştır. Kürdistan’da soykırımlar yapılırken kendilerini sözde medeniyetin temsilcileri ilan edenler gözlerini kapatmışlar, kulaklarını duymaz kılmışlar ve dillerini bantlayarak lal olmuşlar.
Özcesi Kürdistan’da Kürt halkı ve bu topraklarda yaşayan diğer halklar fiziki ve kültürel soykırımlara tabi tutulurken görmezden, duymazdan gelmişler. Yürekleri ziftli olanlar bırakalım görmemezlikten ve duymamazlıktan gelmeyi, üstelik sömürgeci devletlerin uygulamalarına arka çıkmışlar, desteklemişler ve yer yer de bizatihi yol yöntemler göstererek sömürgecilerin yaptıklarını daha da derinleştirmişlerdir.
Bu gidişat hiç şüphe yoktur ki iyi bir gidişat olmamıştır. Bu gidişata dur diyenler Kürdistan’ın birçok yerinde ortaya çıkmışlardır. Başkaldırmışlardır. Karşı durmuşlardır. Direnç göstermişlerdir. Yani birçok yerde Kürtler ve bu topraklarda yaşayan halkların gençleri Direnişe geçmişlerdir. Bundandır ki bugüne kadar Kürtlere gelebilmişlerdir.
Ne var ki tarih yeniden tekerrür ettirilmek isteniyor. Yeniden Kürtler bu topraklarda baskılanmaya, sindirilmeye çalışılıyor. Kürtlerin on yıllardır büyük mücadelelerle elde ettiklerini kimileri kirli oyunlarla yeniden ayakaltına almak istiyorlar. Bunu Türkiye yapıyor, bunu İran yapıyor, bunu Rojava’da yapmaya çalışıyorlar. Dört taraftan yapılıyor demeyeceğiz ancak Kürdistan’da en az 3 taraftan yeniden tehlike çanları çalıyor.
Tarihte ne zaman tehlike çanları çalmış ise ve bu halkın genç evlatları bu çanları duymamışlar ise orada kesinlikle yaşanmış olan felaketler olmuştur. Gençler yüreklerini avuçlarının içine almayıp yollara daha doğrusu yönlerini dağlara vermemişlerse orada yaşananlar kesinlikle trajediler olmuştur.
Evet, yeniden tarihi bir momentin eşiğindeyiz. Eski bir yoldaşımızın sıkça kullandığı bir deyim vardır, “ÇÖLE SU OLMAK” diye, tam da Çöle Su olma zamanı.
Çöle Su Olmak için önce su bulmak gerekiyor. Suyu bulmak için toprağı eşmek, toprağın bağrına girerek açığa çıkarmak gerekiyor. Su Kürdistan gençliğidir diyelim. Kürdistan gençlerini bulduk peki bu gençleri dağlara, özgürlük kavgasına nasıl ulaştıracağız? Bu gençleri kültürel soykırım gibi kırımlara karşı nasıl hareketlendireceğiz? Gençleri hem kendilerini korumasını, hem toplumu korumasını ve hem de dağa çıkmalarının yolunu nasıl göstereceğiz?
Evet, Kürdistan Çöl diyelim, gençliği de Su diyelim. Gençler her yerde var. Hem Kürdistan’da hem de Kürdistan dışında çok sayıda var. Su’yu bulduk dedik. Eğer Su’yun akacağı bir yol göstermezsek bu Su-derinden çıkarılmış olan Su-adım adım etrafını ıslatacak, hatta zamanla o Su oraları bataklığa çevirecek kadar çoğalacaktır. Ancak biz bataklık istemiyoruz. Biz gürül gürül akan bir Su istiyoruz. Biz birilerinin bu bataklıkta boğulmasını da istemiyoruz. Tersine biz bu Su’yun çorak olmuş Çölü yeşertmesi için açığa çıkartmışız, uğraşmışız hatta kazma küreklerle gün yüzüne çıkarmışız.
Evet, Çölün Su alması için, Çölün yeşermesi için Su’yu çıkardığımız yerlere kanallar işleyeceğiz, arklar yapacağız ve bir yolunu bulup o Su’yu oradan alıp Çölü Su’layacağız. Çölü yeşerteceğiz.
Peki, Su’yu kanallara akıtacak olanlar kimlerdir? Ya da buradaki Su kanalları kimlerdir diye sorulabilir?
Verilecek tek bir cevap vardır: gençlerin kendileri, yani örgütlenmiş olan gençler. Çöl var mı var. Su var mı var. O zaman bu Su’yu Çöle aktaracak olanlar peki nerede? Nerede bu kadar açığa çıkarılmış olan Su’yu buralara aktaracak kanallar ve arkları?
ÇÖLE SU OLMAK derken söylenmek istenen özcesi kanal ve ark olmaktır. Kanal ve ark olarak binlerce Kürdistanlı genç dağların doruklarına, öz savunma çalışmalarına, Rojava Devrimi’ne, Kürdistan’ın inşasına derken her tarafa akabilecek, oralarda yapılacak binlerce İş’e akabilmektir.
Evet, Çöle Su Olmak için bugün her zamankinden daha fazla Kürdistanlı gençlere ihtiyaç vardır.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Vekâlet kelimesini vekillik olarak çevirebiliriz. Vekilliği ise: “Birinin, işini görmesi için kendi yerine bıraktığı veya yetki verdiği kimse” olarak tanımlayabiliriz. Vekâlet etmeyi ise: “Birinin yerine, bakmak, görevini üstlenmek” diye tanımlayabiliriz.
Bu durumda Vekâlet Savaş’ını “başkalarının yerine, bir savaşı yürütmek” olarak tanımlamak mümkündür.
Dünyada kendileri için başkalarının savaşmasını en iyi sağlayan güçlerin başında İngiltere gelir. O çokça bilinen İngiliz politikasının özü budur. O meşhur olan; “böl, parçala ve yönet” politikasının özü tamamen başkalarına vekil tutarak, ya da vekâletini vererek savaştırma işidir.
Bugün Ortadoğu’ya bakalım; neredeyse hiçbir yılı savaşsız geçmemiştir. Yüzlerce yıldır Ortadoğu gerçekten durulmamıştır. Ancak 1800’li yıllardan sonra bu durum daha da vahim bir hale getirilmiştir. Ve 1800’li yıllarla birlikte İngiltere’nin Ortadoğu’ya adım adım sızarak buralarda kendi “böl, parçala ve yönet” politikasını yaşama geçirmek için hep birilerini birilerine karşı kullanmıştır. Daha doğrusu İngiltere kendi çıkarlarını hayata geçirmek için hep birilerini kendi yerine savaşa sokmuştur. Birilerini tasfiye etmek için başka birilerini kullanmıştır. Çoğu zaman sadece devletleri kullanmamış, bireyleri, aileleri, tarikatları, aşiretleri, beylikleri derken kullanabileceği ne kadar böyle toplum ya da topluluk varsa çok kötü bir tarzda kullanmıştır.
Dikkat edilirse İngiltere öncülüğünde Ortadoğu’nun tüm coğrafyası adeta cetvellerle çizilirken hep birilerini birilerine karşı maşa olarak kullanmıştır. İngiltere çıkarlarını, başkalarını bir birine karşı kırdırtarak savunmuştur, korumuştur ve çoğu zamanda bu çıkarlarını elde etmeye vakıf da olmuştur.
İngiltere bu politikalarını 1800’li yıllardan beri birçok halka ya da birçok halk üzerinde uygulamıştır. Özelde biz Kürtler bu politikaların sonuçlarının ne kadar yıkıcı olduğunu herkesten daha iyi biliriz. Çünkü biz Kürtler birinci paylaşım ya da daha tanınmış adıyla birinci dünya savaşında yok sayıldık. Bırakalım yok sayılmayı param parça edildik. Dört parçaya bölündük. Her parçada ayrı bir şekilde cendere altına alındık. Bu yok sayılmanın bedelleri biz Kürtler için çok ağır oldu. Yüz binlerce insanımızın katledilmesi, yüz binlercesinin sürgün edilmesi derken dünyada eşine ender rastlanılacak olan bir sömürgeciliğin cenderesine alındık.
Sömürgeciler Kürtleri baskı altına, zulme ve yer yer soykırımlara tabi tutarlarken zannettiler ki emperyalist güçler onların bellerini sıvazlıyorlar. Halbuki bunlar emperyalist, namı diyar İngiliz politikalarıyla buralarda at koşturuyorlar. Yani bölüyorlar, parçalıyorlar ve de sonrada yönetiyorlar.
Söz konusu Kürtleri yok saymakla, sömürge altına almakla, bir kere Kürtler dıştalanmış oluyorlar, baskılanıyorlar. Bu duruma tahammül edemeyen Kürtler ise dört parçada her zaman bir fırsatını bulduklarında başkaldırıyorlar, direniyorlar. Sözde kendilerini bağımsız devlet diye bilen sömürgeci devletler ise bu kez Kürtlere saldırıyorlar, daha fazla baskılıyorlar. Özcesi Kürtler bu emperyalistlerin yarattığı duruma direniyorlar, emperyalistlerin destekledikleri sömürgeciler ise bastırıyorlar. Sonuç sürgit bir savaş Kürtler ve Kürtleri baskılayan sömürgeci devletler arasında bugüne kadar geldi.
Peki, bu durumda kazananlar kimler? Belki yer yer kazananlar sömürgeci devletlerdir. Ve yine belki yer yer kazananlar Kürtlerdir. Ancak bu kazanmalar hep biraz şaibelidir. Bu çatışmaların, savaşmaların hep bir kazananı kesindir, o da; Emperyalist devletlerdir.
Tekrar başlığımıza dönersek emperyalistlerin bu şekilde kazandıkları savaşlara biz Vekâlet Savaşı ya da Savaşları diyelim.
Peki, neden bizler başkalarının çıkarlarının savaşını ya da savaşlarını verelim? Neden hep bu aymaz politikanın kurbanı olalım? Neden ısrarla birilerinin güttüğü sürü olalım? Ve neden bu “böl, parçala ve yönet” politikasının kurbanı olmaya devam edelim?
Özcesi, artık bu kirli politikalarının kurbanı olmaktan çıkmanın zamanı. Bu kirli politikalarının kurbanı olmakta çıkabilmek ve çözebilmek için ise var olan sorunları kendi aramızda çözme iradesini göstermenin zamanı. Yani birilerinin maşası olmaktan çıkmanın zamanı.
Örneğin Kürtlerin ve Türklerin tam bin yıldır birlikte yaşadıkları söylenir. Şimdiye kadar tam üç kez en kritik anlarda, tehlikeli eşiklerden geçerek her iki halkta kazanmıştır. Birlikte kaderlerini çizmişlerdir. Kardeş halklar olmuşlardır.
Tarihi gerçekler böyle iken neden benzer bir şekilde tarihi yeniden güncellemeyelim? Yeniden kritik tarihi süreçlerden geçerken neden tarihte yaratılan kardeşleşmenin bir benzerini ortaya çıkarmayalım?
İçinde geçilen bu tarih süreçlerden başarıyla çıkabilmek için öncelikli olarak kardeşleşmeye inanarak, kardeşleşmenin tüm gereklerini yerine getirmemiz gerekir. Bu kardeşleşmenin yolu ise başkalarının çıkarları için savaşmaktan vazgeçilmekten geçiyor. Yani Vekâlet Savaşını ya da Savaşlarını terk etmekten geçiyor.
1920’lerde emperyalistlerin Ali Cengiz Oyunlarıyla Kürtleri dıştalayan politikaları bir an önce, hemen terk ederek, kendi halklarımızın ve de bu coğrafyada yaşayan tüm halkların çıkarlarını esas alan politikalara yeniden dönmemiz gerekiyor.
Bu ise gerçekten artık başkalarının savaşlarını sürdürmekten vazgeçmekten geçer. Bu ise gerçekten var olan sorunları, başkalarını araya koymadan dolaysız çözmekten geçiyor.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Kültürel soykırım, soykırımların en tehlikesi ve en kirli olanıdır. Tehlikeli ve kirli olması, soykırıma uğrayanların yaşadıkları durumu fark edememeleri ya da kültürel soykırıma tabi tutulmuş olanların bu soykırımı bilmeden içselleştirerek yaşamalarıdır.
Anlatılması ya da sade anlatılması hiç şüphe yoktur ki zordur bu soykırım türünün. Kültürel yok edilme altına alınmıştır, ancak bu yok olma tehdidini yaşayan bunun farkında bile değildir. Örneğin TC devleti Türkiye sınırları içerisinde yaşayan tüm halkları-özelde de Kürtleri-kendisi için tümden bir yayılma alanı olarak değerlendirmiş bunun için de ulus devlet politikaları gereği tek bir ulus yaratmak için diğer farklı kimlikler yok saymış, en iyisinden kendisine benzetmek için inanılmaz ölçüde bir kültürel soykırım politikası uygulamıştır. Öyle ki bu soykırım altına alınanlar çoğu zaman bunun farkında olmadıkları gibi tamamen bir oto asimilasyonla adeta devletin yapmak istediklerini bu kez kendileri yapmaya başlamışlardır.
Türk değildir Türk olduğunu söyler, kendi dilini konuşmaz Türkçe konuşur, kendi ulusal ya da etnik değerlere sahip çıkmaz tam tersine Türk devletinin çizdiklerine sahip çıkar. Yani ulus devlet denilen aygıtın yapmak istediklerini-bir kere içselleştirmiş ise-kendi kendine yapar. Farkına varmamak işte budur.
Kültürel soykırımı Önder Apo sade bir şekilde: “Temel mekanizma olarak hakim elit ve ulus-devletin dil ve kültürü içinde tümüyle tasfiye olmaya amaçlayan başta eğitim olmak üzere her türlü toplumsal kurumların cenderesi içine alınıp varlıkları sona erdirilmeye çalışılır. Fiziki imhaya göre daha sancılı ve uzun sürece yayılmış bir soykırım türüdür. Yarattığı sonuçlar fiziki soykırımdan daha felaketlidir” diye değerlendirir.
Bu durumu TC devleti Kürt halkına peki nasıl uygulamıştır? Ya da Kürtlerin bu hale gelmesi için sömürgeci devletler neler yapmışlardır diye sorulabilir?
Kürtleri dejenere ve eritmek için Kürdistan’a gönderilmiş olan bir Türk kadın öğretmenin anılarında birkaç örnek vererek söylenmek istenenler daha iyi anlatılabilir.
“Atatürk'ün genç misyoner kıza parmağını uzatıp - Git... Dağ köylerine git... Bir cemiyet kadın ve ana yoluyla fethedilir. Oradan alacağın kızları yetiştir... Sonra onları tekrar yerlerine gönder. Senin öğrettiklerini beraberlerinde götürecek, Öğreteceklerdir” der Atatürk.
Dikkat edilirse bir halkın kültürünü yok etmek için kızları özel hedef seçerek, Türk Kemalist sistem içerisinde eğiterek, Türk kılarak yeniden geldiği toplum içerisine göndererek tam bir tohumluk rolünü oynattırma hedeflenmiştir. Bir kere zehir zemberekle beyinler doldurulmuş ise gerisi bu zehir zembereği tüm Kürdistan’a yaymak kalıyor.
Peki, bu nasıl yapılacak?
Çok basit, özenle bu çocuklarla uğraşacaksın. Bir misyonar gibi, bir akıncı gibi. Ve bu akıncılar Dersim katliamı ardından adeta tüm Kürdistan’a birer mantar kolonisi gibi yayılmış ve gittikleri yerlere de zehir zembereklerini götürmüşlerdir.
Gidenlere Kemalist rejim:
“Örf, adet, düşünüş, görüş bakımından değişik bir grubu özümsemek zorundayız. Bu günkü mefkureyi aşılayabilmek ve şahsımızda Türklüğü sevdirme savaşım yüklü olduğumuzu bilerek çalışmak ve her tepkiyi iyi niyetle kabul etmek mecburiyeti ile karşı karşıyayız, Uğraştığımız camia, bizi iyi niyetle karşılamayan, bizi daima şüphe ile tereddütle görenlerin evlatlarına; günün terbiyesini ve Türk mefkuresini aşılama gibi çetin bir vazife ile vazifeli olduğumuzu idrak etmemiz icap eder. Bu yatılı çocuklarımız sade ders saatlerinde değil, asıl hariç zamanlarda uğraşmamız icap eden gruptur. Enstitü öğrencisi değildirler, şehir çocuğu değildirler. Her köy çocuğu gibi de değildirler. Çünkü dil dahîl bilmeden gelirler. Bu kadar değişik bir muhite düşen çocuğun şüpheci, aksi, yadırgan halini hoş karşılayarak garipliklerine, yalnızlıklarına, dertlerine derman olmak gerektir” ki ikna edilsinler, Türklüğü ve onların sundukları zehir zembereğe kansınlar.
Bu kadar mı? Elbette hayır daha fazlası yapılmalı ki kültürel yayılma tamamlansın ve Kürtler başta olmak üzere diğer kültürler yok olsun, yaşayamaz hale, kendi kültürlerini icra edemez hale gelsinler ki tükensinler, dirençleri kırılsın.
Sadece bu da değil, öyle ki kendi kültürüne karşı tepeden bakar hale gelsin. Aşağıdaki bir paragraf söylenenleri daha iyi özetliyor:
“Yukarı Mahalle'de bizi askerden yeni dönmüş iki genç karşıladı. Evleri beraber dolaştık. Onlar da kızların okumaya gönderilmesini istiyorlardı. Biz askere gidende okuma - yazma örgenirik, dünya görürük. Askerden dönende canımız istemez ki bu kızlarla evlenek. Bu köyde ne göriler ki örgeneler Hepi eşek, Biz de eskere gidende örgendik her şeyi. İnsan dünya göri, gözü acili” diyerek kabuklarına ne kadar yabancılaştığını gösteren bu sözcükler bir askere gitmeyle kültürel soykırımın bireyleri ne hale getirdiğine iyi görüyoruz.
Sözü uzatmayalım; herkesin, adım adım yok edilen, kültürel soykırımın en dehşetini yaşayan bu toprakların bir yoldaşımızın tabiriyle, Sessiz Çığlığını artık duyabilmesi gerekiyor. Bu topraklar henüz ölmemiş olupta mezara gömülen bir insanın durumunu yaşatıyor bize.
Düşünün ölmemiş bir insan, ancak ölü gibi duruyor. Gözleri kapalı, refleksleri ölü, hareketsiz. Ama şuuru yerinde, yaşadığını biliyor. Etrafta söylenen: “ölmüş, gömelim” sözlerini duyan ama bir şey yapamayan bu insanın SESSİZ ÇIĞLIĞINI DUYABİLMEK için biraz da olsa uyanma zamanıdır. Boşuna Buda hep Uyanık Ol dememiştir. Artık Uyanmanın ve Uyanık Ol’manın zamanı.
Diri diri mezara gömülmek üzere olan bu insan tıpkı biz Kürtlerin durumuna benziyor. Kürtler de diri diri gömülüyor. Kültürleri yok ediliyor. Bizler bırakalım sömürgeci devletin yok etme, inkar ve imha politikalarını, biz Kürtler kendimiz oto asimilasyonla kendi kendimizi eritiyoruz. Dilimizi kullanmıyoruz, kültürümüze sahip çıkmıyoruz, giyim kuşamını sarılmıyoruz, yemeklerini tercih etmiyoruz, derken yazıp çizmiyoruz. Evimizin içerisinde KURDÎ olmuyoruz.
İşte diyoruz ki artık ölüme yatırılmış olan kürdün yaşama direncinin belirtisi olan SESSİZ ÇIĞLIĞI DUYALIM. Kendimizde başlayarak oto asimilasyona son verelim, bulunduğumuz her yerde bu kültürel soykırıma karşı duralım.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Dağlar Kürdistan coğrafyasıyla neredeyse eş anlamlı olarak ele alınan birer gerçekliktirler. Kürdistan’da dağ ve dağlar denildiğinde her zaman özgür yaşama arayışı ile başkaldırış akıllara gelir. Öyle ki kürdün özgürce nefes alıp verdiği coğrafik parçaların başında dağlar gelir.
Nedeni açıktır; Kürtler bugünlere gelmişlerse, gelebilmişlerse borçlu oldukları en temel dayanakları dağlar olmuşlardır. Kürdistan tarihin fi döneminden beri sürekli işgalleri yaşamışlar. Kürtler sadece son yüz yılda param parça edilmemişlerdir, Kürtler dediğimiz gibi tarihin çok gerilerinden başlayarak her zaman her türlü işgali ve talanı yaşamış bir halktır. İşgal edilme belki direk Kürtlerle bağlantılı değildir de. Orası bilinmez. Ancak gerçeklik, Kürtlerin bu coğrafyalarda hep vurulmuş olmalarıdır. Bu vuruşmalarda Kürtler iki duruşla karşılık vermişlerdir; bir dağlara sığınarak direnerek, ikinci bir seçenek olarak ise özelde ovalık alanlarda sessini çıkarmayarak, var olanı kabul ederek. Ve yer yerde Kürtlerin egemenleri durumunda olanların ise teslim olarak ihanet yolunu seçerek.
Bu iki çizgi bugüne kadar çok köklü bir şekilde yaşayabilmiştir. Bir çizgi direnişi esas almış ve bir çizgide teslimiyete kendisini yatırmıştır. Çok uzaklara gitmeden etrafımıza baktığımızda direniş çizgisiyle teslimiyet çizgisini şimdi de net görebiliriz. Birileri devlet kapılarında yağdanlıklar olarak-çoğu zaman da kendi halkına karşı-kullanılırken, birileri dağların doruklara çıkanların arkasında her türden işkenceyi, zorluğu ve ölümü de göze alarak yaşamaya onurlu yaşamaya çalışıyor.
Evet, bu iki çizgi çok net bir şekilde bugünde devrededir. İhanet ve direniş ya da işbirlikçilik ve kahramanlık…
PKK öncülüğünde Kürdistan devrimcileri tam 30 yıldır sert hem de silahlı bir mücadele içerisinde oldular. Her mücadelenin bir barışının ya da uzlaşmasının da olacağı bilinciyle Kürdistan gerillası hep var olan sorunları çözmek, çatışkıya bir son vererek Kürt halkının doğuştan gelen haklarını yeniden elden etmek için bir duruş sahibi olmuştur. En son Kürt halk önderliği 21 Mart Amed Newroz’unda tarihi bir açıklamada bulundu. Kürdistan halkları bu açıklamayı bir manifesto olarak karşıladı ve ona göre de pozisyon aldılar. Kürdistan halkları gibi Kürdistan gerillası da benzer bir pozisyon aldı. Hatta daha ileri giderek Kürt halk önderliğinin yaptığı açıklamaya sonuna kadar bağlı kalacaklarını açıkladılar ve ona göre de Güney Kürdistan’a çekilme sürecine girdiler.
Evet, Kürdistan gerillası var olan sorunları onurlu bir şekilde çözüm yoluna girmesi için her türden fedakârlığı yaparak bugüne kadar bu sürece katkısını sundu. Ne var ki sömürgecilik muhtemelen sömürgecilerin ruh haliyle bağlantılı olarak, Kürtlerin, Kürt halk önderliğinin, Kürdistan halklarının, dostlarının, demokratlarının, aydınlarının derken özelde de gerillanın sarf ettiği çabaları görmemezlikten gelerek, “duymadım, görmedim, söylemedim” üçlüsünü oynuyor. Hem böyle bir üçlüyü oynuyor hem de korkunç derecede şişirilmiş bir ego ile Megaloman bir tarzda “dediğim dedik, çaldığım düdük” diyerek herkesi aşağılıyor.
Özcesi tarihi manifestoya ters bir şekilde söylem ve eylemlerde bulunuyor. Ve öyle görülüyor ki bu ters söylem ve eylemleri söylemeye ve yapmaya devam edecekler. Şişirilmiş egolarından vazgeçmeyecekler.
Sözü çok uzatmadan, bizler bugünlere kimsenin sayesinde gelmedik. Bizler bugünlere öncelikli olarak halkımıza dayandık, dağlarımıza dayandık ve tabii birde bin kere haklı ve doğru olan ideolojimize dayanarak mücadelenin en sertine atıldık. Ve eğer Türkiye’de az da olsa kimi demokratik gelişmeler ve açılımlar olmuş ise bunlarda yine bu mücadele sayesinde ortaya çıkarılmıştır. Eğer 12 Eylül faşist rejimi alaşağı edilmiş ve yerine bugün her zaman devlet içerisinde dıştalananlar iktidara gelmiş ise yine bu mücadelenin sayesinde olmuştur. Ve tabii eğer bugün burnundan kıl aldırılmayan maço generaller zindanlara atılabiliyorlar ise yine bu mücadelenin ortaya çıkardığı direniştendir.
Hulasa, özgürlük çığlıklarımızı, özgürlük arayışlarımızı, kimseye boyun eğmeden yaşama arzumuzun en yalın bir şekilde yaşandığı ve haykırıldığı yerlerin başında yine Dağlar gelmektedir. Halkımızın ve gerillamızın Özgürlük dağları gelmektedir.
Bunun için diyoruz ki, birilerinin inadına tasfiye etme çabalarına karşı yeniden daha güçlü bir şekilde TEK YOL YİNE DAĞLAR diyerek dağların yolunu tutmaya çağırıyoruz…
Hayri Engin
- Ayrıntılar