Rojava devrimi, onun yol açtığı ve açacağı sonuçlar politik düzlemde çokça tartışıldı. Belli ki bu tartışmalar sürecek. Bu hem gerekli hem de kaçınılmaz. Ancak gerçek şu ki devrim sosyolojik bir olgu olarak daha derin anlamlar taşıyor. Her devrim kendi iç devinimleri temelinde büyük bir devrimler zincirini ifade ediyor. Toplumsal alana nüfus eden ‘yeni’ olgusu siyasi, politik, ekonomik, ideolojik, kültürel, sosyal, sanatsal, felsefik vs. vs. her bağlamda gerçekleşme imkanı bularak, tüm bu alanlarda eşi görülmemiş ve toplum adına cesur deneyimler açığa çıkıyor. Toplumsal sorunlar yaralarını bir bir kaparken tarihsel bakımdan toplumsal gelişim gerçek rotasına bir adım daha yakınlaşıyor.
Rojava’daki ‘yeni’ duruma bir ad koyma arayışı kapitalist modernitenin ulus devletçi zihniyetlerinin bildik verileriyle “statü” tartışmalarına esir düşüyor. Haliyle toplum içinde sonuçları belki yüzyılları etkileyebilecek ‘devrimler’ silsilesi perdelenip hep büyük fotoğraf öne çıkıyor. Ulus devlet zihniyetinin o yapay, politik ve siyasi zemininde yürütülen statü tartışmaları süredursun toplumda yaşanan o devrimler silsilesi bu yapaylıktan uzak kendi statüsünü yaratıyor.
Rojava’da yaşananların en iyi izahı ancak tarihe dayanan bir sosyolojik bakışla izah edilebilir. Toplumun insanlığın gelişimine beşiklik ettiği o kadim topraklarda yeniden öz değerleriyle buluşmasına yol açan gelişmeler aslında dünya insanlığına bir oh çektirecek düzeydedir. Toplumun hakikate ulaşması anlamında karşısına çıkan kapitalist modernite tuzaklarının aşılmasında en etkili şey modernitenin azgın organizasyonu olan ‘büyük devlet’in ‘olmaz’larının yıkılması ve ‘olur’un bir türlü zihinlerde cisimleştirilemeyen şeklinin deneyim kazanmasıdır. Rojava’yı Ortadoğu için olduğu kadar tüm dünya için önemli kılan husus Rojava’nın demokratik modernitenin deneyim sahası haline gelmesidir. Başka bir dünya mümkün mü sorusuna cevap pratikte Rojava’da verilmektedir. Cevap herkesin ‘olmaz’ gördüklerinin 19 Temmuz’dan bu yana Rojava’da ‘olur’ kılınmasıyla verilmeye başlanmıştır. Geçmişte ‘olmaz’ diyenlerin bu gün herkesten daha çok devrime odaklanması uykudan uyanmanın, aydınlığa çıkmanın şaşkınlığı ve heyecanı nedeniyledir.
Toplumsal gelişimin -ki başta da ifade ettiğim gibi bu gelişim birbiriyle içiçe devrimler yumağı biçimindedir- fitili ateşlenmiştir. Bin yılların barajlamasına karşı toplumsal hafızanın ve tarihin gösterdiği direnişle engeller aşılmıştır. Şimdi devrim coşkulu bir nehir misali akmaktadır. Bu nehir hem kendi ana yatağına koşmakta hem de gerçek yatağını temizleyerek tüm kollarını kendine çağırmaktadır.
Rojava’daki yeni durum sadece yeni statü değildir. Bu statüyü gerçek anlamını veren yeniden insanlaşma ve toplumsallaşma mücadelesidir. Toplumun zihninde yeni bir anlayış yaratmak, toplumu her ferdiyle belli bir felsefik bakış açısı temelinde yaşamın gerçek anlamına doğru yöneltmek, dolayısıyla doğru yaşamanın sınırlarında gezinmek en büyük devrimlerden yalnızca biridir. Zihinlerde yıkılan azgın ve korkunç devlet ve onsuz olunamayacağı safsatası, tanrı krallar çağındaki ‘Ve tanrı yaralı…’ derecesinde bir aydınlanma yaratmıştır. Bu bir başka devrimdir. Toplumsal gelişimin toplum mühendisliği çabalarından uzak kendi rotasında, kendini inşa etmesi Rojava devrimini özgün kılan bir başka devrimsel değerdeki gelişmedir. Rojava’da, milliyetçiliğin ve ulus devlet faşizminin gelişebilmesinin her türlü imkanı ve tahrik ediciliğine rağmen tüm toplumsal kesim ve halkların ortak yaşama arzusu, bunun gittikçe gelişim göstermesi ve kurumlaşması, ancak ve ancak çok yeni ve kendine has sevgi ve değer yargılarının yaratılmasını gerektirir ki bu, parçalanarak küçülen, her geçen gün kanayan toplumsallığa yapılabilecek en büyük pansumandır. Yeni bir ulus anlayışının demokratik ulus paradigması temelinde yeni toplumsallığın kavramsallaşması olarak ortaya çıkması bin yılların hastalığına bulunmuş bir ilaç gibidir. Toplum için ilk kez kendine ait olma fırsatı ortaya çıkmıştır. Kendini gerçekleştirmeyi deneyimleyen bir toplum her türlü baskıcı, egemen, iktidarcı, tekelci gücün varlığını daha köktenci sorgulayabilecekken, bunun toplumun fertlerine nüfus eden yaşama biçimi ölçü ve değerleri daha cesur reddedilecektir. Her ne kadar daha uzun bir döneme ihtiyaç olsa da toplumu aslında parçalayarak bir arada tutan her türlü kapitalist modernist organizasyon ve kurumsal yapıların yerini gittikçe politik ve ahlaki güç alacaktır. Politik ahlaki toplum biraradalığın temel tutkalı olacak, kapitalizmin korkunçlaştırdığı ‘çokluk’ daha çok baskı, daha çok tekel, daha çok iktidar değil daha çok demokrasi doğuracak, farklılık ve karmaşa güce dönüşecektir. Biraz mistik, doğal olarak otantik ve elbette ki doğal toplum orjinli, yaşamın anlamına en uygun yeni yaşam anlayışıyla toplum ve doğa arasındaki hem maddi hem manevi, hem düşünsel hem fiziki olarak iktidarcı ve tekelci ilişkinin ve anlayışın kalkması mümkündür. Söz konusu Kürt toplumu Ortadoğu halkları olduğundan yaşanılan durum zaten çok da uzak değildir. Bu konuda doğal toplumun yol göstericiliği Kürt halkı için büyük bir şanstır.
Ekonomik bakımdan da Rojava’da yeni belki alışılmamış deneyimlerin ortaya çıkmasını beklemek gerekmektedir. Tüketen toplum ve dolayısıyla tükenen toplum devrimin yaratıcı ve üretici dinamizmi içinde üreten ve yaratan topluma doğru bir ivme kazanmış durumdadır. Üretim araçlarının ve sahalarının toplumsal örgütlenmelerin elinde ihtiyaçlara göre düzenlenmesi, azgın kar hırsı yerine emeğe dayalı optimal kazanç, tıpkı doğal toplum süreçlerinde dayanışma ve takasın hakim olduğu pazarları andıran yeni pazarlar yaratacaktır. Ayrıca toplumsal ve örgütsel yapıların kapitalist ulus devletçi ve tekelci karakterden arınması ekonominin iktidar aracı konumundan çıkarılıp toplumsal yaşamın idame ettirilmesi anlamına uygun dev bir dayanışma sistemine dönüşmesine yardımcı olacaktır.
Bir başka ve en önemli devrim aslında Rojava devriminin en büyük iç dinamiği olan kadın devrimidir. Kadının kendi dirilişini gerçekleştirmiş olması toplumun yeniden dirilişinde öncülük konuma ulaşmasını sağlamıştır. Aslında Rojava’da toplum kadınla dirilmektedir. Kadının ve temsil ettiği demokratik komünal değerlerin yeni topluma rengini vermesi ‘erkek’lik temelinde toplumda kendini inşa etmiş olan iktidarın ve devletçi anlayışın aşılması hem özgür yaşamın gerektirdiği demokratik ilişkinin doğuşuna imkan sunacak hem de günümüzden doğal topluma doğru uzanan sağlam köprülerin oluşumuna yol açacaktır.
Tüm bunlar ve sayılabilecek daha onlarca devrimsel gelişme rojava devriminin bağrında devinim halinde olan, her geçen gün gerçekleşen devrimler yumağıdır. Tüm bunların komünler, ocaklar, kooperatifler, özerk otonom topluluklar, demokratik yönetimler, özgürlükçü eğitim kurumlaşmaları, vs. biçiminde vücut bulması demokratik modernitenin doğuşunun işaretleridir. Deneyimler bu güne dek eskinin aşılmasının mümkün olduğunu, Önder APO’nun yeni paradigmasının 21. yüzyılın kurtarılmasına en uygun model olacağını göstermektedir. Tüm bunlar insanlığın Rojava devrimine daha fazla odaklanmasına yol açacak, yine her deneyim ve başarıdan insanlık ışık, feyz ve cesaret alacak, Ortadoğu zihniyet ve vicdan temellerine dayalı demokratik devrimi için ayaklanacaktır.
Rojava devrimi deneyimlediği ve ezberleri bozan bir diğer devrimsel gelişmesini de savunma alanında yaşamaktadır. Savaş, iktidar ve devlet üçlemesi temelinde dumura uğrayan toplumun kendini savunması ve devrim olgusu Meşru savunma çizgisi ve modern gerillacılık temelinde yeniden canlanmakta ve ezilen halkların özgürlük mücadelesindeki büyük açmazlara cevap vermektedir. Bu konu ayrıca üzerinde durulması gereken çarpıcı bir konudur.
Harun DOĞAN
- Ayrıntılar
Rojava devrimi, onun yol açtığı ve açacağı sonuçlar politik düzlemde çokça tartışıldı. Belli ki bu tartışmalar sürecek. Bu hem gerekli hem de kaçınılmaz. Ancak gerçek şu ki devrim sosyolojik bir olgu olarak daha derin anlamlar taşıyor. Her devrim kendi iç devinimleri temelinde büyük bir devrimler zincirini ifade ediyor. Toplumsal alana nüfus eden ‘yeni’ olgusu siyasi, politik, ekonomik, ideolojik, kültürel, sosyal, sanatsal, felsefik vs. vs. her bağlamda gerçekleşme imkanı bularak, tüm bu alanlarda eşi görülmemiş ve toplum adına cesur deneyimler açığa çıkıyor. Toplumsal sorunlar yaralarını bir bir kaparken tarihsel bakımdan toplumsal gelişim gerçek rotasına bir adım daha yakınlaşıyor.
Rojava’daki ‘yeni’ duruma bir ad koyma arayışı kapitalist modernitenin ulus devletçi zihniyetlerinin bildik verileriyle “statü” tartışmalarına esir düşüyor. Haliyle toplum içinde sonuçları belki yüzyılları etkileyebilecek ‘devrimler’ silsilesi perdelenip hep büyük fotoğraf öne çıkıyor. Ulus devlet zihniyetinin o yapay, politik ve siyasi zemininde yürütülen statü tartışmaları süredursun toplumda yaşanan o devrimler silsilesi bu yapaylıktan uzak kendi statüsünü yaratıyor.
Rojava’da yaşananların en iyi izahı ancak tarihe dayanan bir sosyolojik bakışla izah edilebilir. Toplumun insanlığın gelişimine beşiklik ettiği o kadim topraklarda yeniden öz değerleriyle buluşmasına yol açan gelişmeler aslında dünya insanlığına bir oh çektirecek düzeydedir. Toplumun hakikate ulaşması anlamında karşısına çıkan kapitalist modernite tuzaklarının aşılmasında en etkili şey modernitenin azgın organizasyonu olan ‘büyük devlet’in ‘olmaz’larının yıkılması ve ‘olur’un bir türlü zihinlerde cisimleştirilemeyen şeklinin deneyim kazanmasıdır. Rojava’yı Ortadoğu için olduğu kadar tüm dünya için önemli kılan husus Rojava’nın demokratik modernitenin deneyim sahası haline gelmesidir. Başka bir dünya mümkün mü sorusuna cevap pratikte Rojava’da verilmektedir. Cevap herkesin ‘olmaz’ gördüklerinin 19 Temmuz’dan bu yana Rojava’da ‘olur’ kılınmasıyla verilmeye başlanmıştır. Geçmişte ‘olmaz’ diyenlerin bu gün herkesten daha çok devrime odaklanması uykudan uyanmanın, aydınlığa çıkmanın şaşkınlığı ve heyecanı nedeniyledir.
Toplumsal gelişimin -ki başta da ifade ettiğim gibi bu gelişim birbiriyle içiçe devrimler yumağı biçimindedir- fitili ateşlenmiştir. Bin yılların barajlamasına karşı toplumsal hafızanın ve tarihin gösterdiği direnişle engeller aşılmıştır. Şimdi devrim coşkulu bir nehir misali akmaktadır. Bu nehir hem kendi ana yatağına koşmakta hem de gerçek yatağını temizleyerek tüm kollarını kendine çağırmaktadır.
Rojava’daki yeni durum sadece yeni statü değildir. Bu statüyü gerçek anlamını veren yeniden insanlaşma ve toplumsallaşma mücadelesidir. Toplumun zihninde yeni bir anlayış yaratmak, toplumu her ferdiyle belli bir felsefik bakış açısı temelinde yaşamın gerçek anlamına doğru yöneltmek, dolayısıyla doğru yaşamanın sınırlarında gezinmek en büyük devrimlerden yalnızca biridir. Zihinlerde yıkılan azgın ve korkunç devlet ve onsuz olunamayacağı safsatası, tanrı krallar çağındaki ‘Ve tanrı yaralı…’ derecesinde bir aydınlanma yaratmıştır. Bu bir başka devrimdir. Toplumsal gelişimin toplum mühendisliği çabalarından uzak kendi rotasında, kendini inşa etmesi Rojava devrimini özgün kılan bir başka devrimsel değerdeki gelişmedir. Rojava’da, milliyetçiliğin ve ulus devlet faşizminin gelişebilmesinin her türlü imkanı ve tahrik ediciliğine rağmen tüm toplumsal kesim ve halkların ortak yaşama arzusu, bunun gittikçe gelişim göstermesi ve kurumlaşması, ancak ve ancak çok yeni ve kendine has sevgi ve değer yargılarının yaratılmasını gerektirir ki bu, parçalanarak küçülen, her geçen gün kanayan toplumsallığa yapılabilecek en büyük pansumandır. Yeni bir ulus anlayışının demokratik ulus paradigması temelinde yeni toplumsallığın kavramsallaşması olarak ortaya çıkması bin yılların hastalığına bulunmuş bir ilaç gibidir. Toplum için ilk kez kendine ait olma fırsatı ortaya çıkmıştır. Kendini gerçekleştirmeyi deneyimleyen bir toplum her türlü baskıcı, egemen, iktidarcı, tekelci gücün varlığını daha köktenci sorgulayabilecekken, bunun toplumun fertlerine nüfus eden yaşama biçimi ölçü ve değerleri daha cesur reddedilecektir. Her ne kadar daha uzun bir döneme ihtiyaç olsa da toplumu aslında parçalayarak bir arada tutan her türlü kapitalist modernist organizasyon ve kurumsal yapıların yerini gittikçe politik ve ahlaki güç alacaktır. Politik ahlaki toplum biraradalığın temel tutkalı olacak, kapitalizmin korkunçlaştırdığı ‘çokluk’ daha çok baskı, daha çok tekel, daha çok iktidar değil daha çok demokrasi doğuracak, farklılık ve karmaşa güce dönüşecektir. Biraz mistik, doğal olarak otantik ve elbette ki doğal toplum orjinli, yaşamın anlamına en uygun yeni yaşam anlayışıyla toplum ve doğa arasındaki hem maddi hem manevi, hem düşünsel hem fiziki olarak iktidarcı ve tekelci ilişkinin ve anlayışın kalkması mümkündür. Söz konusu Kürt toplumu Ortadoğu halkları olduğundan yaşanılan durum zaten çok da uzak değildir. Bu konuda doğal toplumun yol göstericiliği Kürt halkı için büyük bir şanstır.
Ekonomik bakımdan da Rojava’da yeni belki alışılmamış deneyimlerin ortaya çıkmasını beklemek gerekmektedir. Tüketen toplum ve dolayısıyla tükenen toplum devrimin yaratıcı ve üretici dinamizmi içinde üreten ve yaratan topluma doğru bir ivme kazanmış durumdadır. Üretim araçlarının ve sahalarının toplumsal örgütlenmelerin elinde ihtiyaçlara göre düzenlenmesi, azgın kar hırsı yerine emeğe dayalı optimal kazanç, tıpkı doğal toplum süreçlerinde dayanışma ve takasın hakim olduğu pazarları andıran yeni pazarlar yaratacaktır. Ayrıca toplumsal ve örgütsel yapıların kapitalist ulus devletçi ve tekelci karakterden arınması ekonominin iktidar aracı konumundan çıkarılıp toplumsal yaşamın idame ettirilmesi anlamına uygun dev bir dayanışma sistemine dönüşmesine yardımcı olacaktır.
Bir başka ve en önemli devrim aslında Rojava devriminin en büyük iç dinamiği olan kadın devrimidir. Kadının kendi dirilişini gerçekleştirmiş olması toplumun yeniden dirilişinde öncülük konuma ulaşmasını sağlamıştır. Aslında Rojava’da toplum kadınla dirilmektedir. Kadının ve temsil ettiği demokratik komünal değerlerin yeni topluma rengini vermesi ‘erkek’lik temelinde toplumda kendini inşa etmiş olan iktidarın ve devletçi anlayışın aşılması hem özgür yaşamın gerektirdiği demokratik ilişkinin doğuşuna imkan sunacak hem de günümüzden doğal topluma doğru uzanan sağlam köprülerin oluşumuna yol açacaktır.
Tüm bunlar ve sayılabilecek daha onlarca devrimsel gelişme rojava devriminin bağrında devinim halinde olan, her geçen gün gerçekleşen devrimler yumağıdır. Tüm bunların komünler, ocaklar, kooperatifler, özerk otonom topluluklar, demokratik yönetimler, özgürlükçü eğitim kurumlaşmaları, vs. biçiminde vücut bulması demokratik modernitenin doğuşunun işaretleridir. Deneyimler bu güne dek eskinin aşılmasının mümkün olduğunu, Önder APO’nun yeni paradigmasının 21. yüzyılın kurtarılmasına en uygun model olacağını göstermektedir. Tüm bunlar insanlığın Rojava devrimine daha fazla odaklanmasına yol açacak, yine her deneyim ve başarıdan insanlık ışık, feyz ve cesaret alacak, Ortadoğu zihniyet ve vicdan temellerine dayalı demokratik devrimi için ayaklanacaktır.
Rojava devrimi deneyimlediği ve ezberleri bozan bir diğer devrimsel gelişmesini de savunma alanında yaşamaktadır. Savaş, iktidar ve devlet üçlemesi temelinde dumura uğrayan toplumun kendini savunması ve devrim olgusu Meşru savunma çizgisi ve modern gerillacılık temelinde yeniden canlanmakta ve ezilen halkların özgürlük mücadelesindeki büyük açmazlara cevap vermektedir. Bu konu ayrıca üzerinde durulması gereken çarpıcı bir konudur.
Harun DOĞAN
- Ayrıntılar
Cenevre-2 diye tanımlanan konferans tahmin edildiği gibi boşa kürek sallanılan bir arena oluyor, katılanlar havanda su dövmeyi sürdürüyor.
Dünyanın dört bir yanından gelmiş güçler Suriye sorununu çözmeye çalışadursunlar Rojava halkı Suriye sorununu kendi bölgelerinde çözmenin önemli bir adımını attılar. Rojava’nın üç önemli bölgesi de özerk yönetimlerini ve meclislerini ilan ettiler. Böylelikle gerek Kürdistan gerekse de dünyanın dört bir yanındaki ezilen halklara, mazlumlara ümit verdiler. Esin kaynağı oldular.
Bu durum halkların ancak uluslararası güçlere dayanarak statü kazanabileceği fikrini alt üst etti, öz gücün, öz örgütlülüğün önemini bir kez daha ortaya çıkardı. Bırakalım uluslararası güçlerin desteğini, dünyanın en azılı çete gruplarının saldırılarına karşı hem kendini savunup hem de kendi öz yönetiminin kurulabileceğini Rojava ispatladı.
Bu durum yüz yıllık statüleri, planları alt üst etti. Yoksayılan Kürt, Ortadoğu’nun alternatif sisteminin öncü, kurucu gücü oldu.
Rojava’da yaşananlar pek çok yeri çok etkilese de iki yeri daha çok etkilemektedir. En çok etkilenen TC devletidir. Buradaki gelişmelerin kendisine yansıyacağını bilmektedir.
Rojava’da yaşanan gelişmelerin en çok etkileyeceği ve yaşanan devrimi tamamlayacak nitelikte gelişmelere yol açacak ikinci yer Kuzey Kürdistan’dır. Rojava’da yaşananlar, yerel seçimler öncesinde Kuzey Kürdistan’da büyük sevinç yaratmıştır. Bununla birlikte yol gösterici olmuştur.Kuzey Kürdistan halkı artık o katil, adaletsiz, paralel yapılardan oluşmuş devletten bir şey beklemiyor. Örgütlülüğüyle, mücadelesiyle hem Türkiye’yi hem de tüm Ortadoğu’yu değiştireceğini biliyor.Söylenenlere karnım tok diyor ve kendi işine bakıyor.
Şimdi Kuzey Kürdistan’ın pek çok ilinde zaferin garanti olduğu seçimler öncesinde yapılan seçim çalışması değil, yeni kantonları inşa çalışmasıdır.
Her köyün, her mahallenin, her sokağın meclisleri yoluyla kentin yönetimine katılmasının sisteminin örüldüğü çalışmalar yapılmaktadır. Belediye başkanlığı seçimi için değil milyonlarca insanın, farklı etnik grupların, inanç gruplarının demokratik bir şekilde kentin yönetimini ele alacağı bir sistem kurmak için çalışılıyor. Nasıl Rojava’da yirmiyi aşkın bakanlıklar yoluyla toplum kendi ihtiyaçlarını giderecekse Kuzey Kürdistan’da da sağlıktan, ekonomiye, hukuka, kültüre, ekonomiye pek çok alanda kendi öz örgütlülüğüyle ihtiyaçlarını gidermek için örgütlenme çalışması yürütülüyor.
Rojava’da yaşanan bu tarihi adım Kuzey Kürdistan’ında kaderini belirliyor. Demokratik Özerklik diye tanımlanan sistem Kuzey Kürdistan’da da kent kantonları olarak somutlaşıyor. Kuzey Kürdistan halkı Kuzey’de de kurulacak özerkliğin, kantonların, Rojava devrimine en büyük destek olacağı bilinciyle coşkuyla yükleniyor inşa çalışmasına.
Büyük bir yarış devam ediyor. Yarış AKP ile değildir.Tüm bölgeler, iller bir diğeriyle yarışıyor. En güçlü örgütlenmeyi, en derin örgütlenmeyi, en kapsamlı örgütlenmeyi yapmak için yarışılıyor.
Evet, ufukta yirmi yeni kanton görünüyor. Bakalım! Dördüncü kanton ilanı hangi ile nasip olacak?
Haydi hayırlısı!
G. Suat Tekin
- Ayrıntılar
Nihayet beklenen Rojava Kürdistan Demokratik Özerk Yönetimi ilan edildi. Hem de bu İkinci Cenevre Konferansının hemen öngününde yapıldı. Televizyon ekranlarına yansıyan görüntülere göre, Rojava halkı Demokratik Özerklik ilanını çok büyük bir coşkuyla karşıladı ve kutladı. Sadece Rojava halkı da değil, dört parçadaki ve yurtdışındaki Kürt halkı büyük çoğunlukla aynı coşkuyu yaşadı. Tüm Kürt kurumları Demokratik Özerkliki kutlayan mesajlar yayınladı. Aynı coşkuyu biz de paylaşıyor ve Demokratik Özerk Rojavanın tüm Kürt halkına ve insanlığa kutlu olmasını diliyoruz.
Rojavada 21 Ocakta Demokratik Özerklik ilan edilmesinin, İkinci Dünya Savaşı ardından ilan edilen Mahabat Kürt Cumhuriyeti ile aynı günde olması tüm Kürtler açısından ayrı bir coşku ve heyecan yarattı. Kürdistanın Doğu parçasında altmış sekiz yıl önce atılan adımın bir benzerinin şimdi Batı parçasında da atılması halkın umut ve iradesini daha da biledi. Tabi benzerlik yanında her iki ilanın farklı yanları da çok fazlaydı. Rojavanın Demokratik Özerk Yönetimi tarihten ders çıkartarak Mahabat Kürt Cumhuriyetinin yaşadığı akıbete düşmemek için gereken duyarlılık ve tedbiri daha şimdiden alacak bilince elbette sahiptir.
Bu noktada 19 Temmuz 2012 Rojava Özgürlük Devrimini çok iyi anlamak gerekir. Kuşkusuz bu devrim Suriyede yaşanan iç çatışmanın yarattığı elverişli konjonktürden yararlanmıştır. Yani devrimin başarısının elverişli konjonktüre bağlı olma gibi bir boyutu vardır. Fakat her şeyin elverişli konjonktür olduğunu söylemek doğru değildir. Kaldı ki böyle bir konjonktürün oluşmasında da Kürdistanda yürütülen özgürlük ve demokrasi mücadelesinin çok büyük bir payı vardır. 19 Temmuz Devriminin esas olarak 1979dan günümüze yürütülen devrimci-demokratik çalışmanın ortaya çıkardığı birikime dayanarak başarıya ulaştığı ise tartışmasız bir gerçektir. Bu nedenle ilan edilen Demokratik Özerk Yönetimin temelleri çok sağlamdır.
Dahası 19 Temmuz 2012den 21 Ocak 2014e kadar geçen bir buçuk yıllık süreçte devrimin kökleştirilmesi ve demokratik toplum örgütlülüğünün geliştirilmesi için çok yoğun bir çalışma yürütülmüştür. Aynı zamanda arkasında dünya ve bölge gericiliğinin olduğu çete saldırılarına karşı kahramanca bir direnişle devrim savunulmuştur. Yani Demokratik Özerk Yönetim ilanı bir anda ortaya çıkan veya başka güçlere dayanan bir adım değil, tamamen Rojava halkının kahramanca mücadelesinin birikimine dayalı olarak atılan bir adım olmuştur.
Rojava Kürdistanda Demokratik Özerklik ilanının, çözüm bulunamayan Suriye için uygulanabilir bir çözüm modeli olduğu açıktır. Hele hele Esad rejimi dışında Suriye içinde bulunmayan güçlerin katılımıyla toplanan İkinci Cenevre Konferansının ölü doğum yaptığı bir ortamda Rojava halkının gündemleştirdiği Demokratik Özerklik çözümü çok daha büyük bir anlam ve önem taşımıştır. Özellikle çok toplumlu, çok kimlikli, çok dinli ve çok kültürlü bir ülke olan Suriye için Demokratik Özerklik çözümü dışında başka kalıcı bir model bulmak da imkansız gibidir.
Çünkü Demokratik Özerklik modeli her toplumsal kimliğin, dilin, kültürün, dinin, mezhebin ve kesimin özgürce örgütlenerek demokratik birlik temelinde katılım gösterdiği bir sistemdir. Suriye sınırları içerisindeki toplumsal yapının da bu tür özellikler taşıdığı dikkate alınırsa, sorunların çözümüne dayalı demokratik ve birlik içinde yeni bir Suriyenin yaratılması ancak Demokratik Özerklik modeliyle mümkündür.
Nitekim 21 Ocakta ilan edilen Rojava Kürdistan Demokratik Özerk yönetimi çok dilli ve çok toplumlu yapısıyla böyle bir modelin ilk adımını atmış durumdadır. Giderek demokratik ulus inşası temelinde tam bir özgürlükler toplumuna ulaşılacağı açıktır. Daha şimdiden Kürtlerin, Arapların ve Süryanilerin örgütlenerek özgürce katıldığı bir sistem ortaya çıkarılmıştır. Bu temelde mevcut toplumlar dışında tüm dil, kültür ve kimliklerin, nüfus olarak azlığına veya çokluğuna bakılmadan özgürce örgütlenerek sisteme katılım gösterecekleri kesindir.
Kuşkusuz Demokratik Özerk yönetim sadece farklı diller, dinler, mezhepler ve kültürler açısından özgürce örgütlenme ve katılma rejimi değildir. Aynı zamanda başta kadınlar ve gençler olmak üzere tüm sosyal kesimlerin özgürce örgütlenerek kendi iradesiyle katılım gösterdiği bir sistemdir. Zaten Özgürlük Devrimi kadın ve gençlik öncülüğünde gerçekleşen bir devrim olmuştur. Bu temelde Demokratik Özerklike dayalı Demokratik Konfederalizm inşası da kadın ve gençlik öncülüğünde gerçekleşecektir.
Bu sistem yediden yetmişe örgütlü bir topluma ve özgür bireye dayalı olarak gerçekleşecektir. Toplumsal örgütlülük tüm sosyal kesimleri kapsadığı gibi, toplum yaşamının tüm alanlarını da içerecektir. Yani ekonomik yaşam, eğitim, sağlık, kültür, siyaset, öz savunma gibi her alan örgütlü kılınacaktır. Demokratik konfederalizm sistemi, devlet gibi şiddet kurumlarının baskı ve sömürüsüne dayalı olarak değil, örgütlü toplumun özgür ve iradeli katılımına dayalı olarak şekillenecektir.
Baskı, sömürü ve çıkar çevreleri 22 Ocakta Cenevrede toplanıp, Suriye üzerinde pazarlıklar yaparak, yeni bir tahakküm sistemi üzerinde anlaşmaya çalışırken, Rojavada Kürt, Arap ve Süryani halkları baskı ve sömürüye son veren Demokratik Özerklik sisteminin inşasında anlayış ve karar birliği yaratmış durumdadır. Böylece yeni demokratik Suriyenin önü açılmıştır. Bu, aynı zamanda baskısız ve sömürüsüz yeni bir dünya yaratmaya doğru adım atış demektir.
Kürt, Arap ve Süryani halkları böyle bir anlayış ve karar birliği yaratmışken, Rojava Kürdistanda inşa etmeye başladıkları özgürlük ve demokrasi sistemini diğer halkları da katarak tüm Suriyeye yaymayı başarmaları mümkünken, Cenevrede toplananların Suriyeyi paylaşmaya çalışmalarının ciddi bir değer ifade etmeyeceği açıktır. Cenevre 2 toplantısının ölü doğmuş olduğu ortadadır. BM ve ABD tarafından toplanıyor olmasına rağmen, bu iki gücün meşru kabul etmediği Esad yönetimi dışında Suriye toplumunu temsil eden hiçbir gücün toplantıya katılmamış olması bu gerçeği açıkça ifade etmektedir.
Cenevre Konferansı, Suriye toplumuyla ilişkisi olmayan bazı kesimlerle bölgenin ve dünyanın bir kısım devletlerinin bir araya geldiği bir toplantı olmuştur. Kürt, Arap, Süryani, Ermeni ve Dürzi halkların temsilcileri toplantıya katılmadığı gibi, Suriye içinde savaşan örgütlerin temsilcileri de konferansa katılmamıştır. Peki, bu durumda Cenevre 2nin kararlarını kim uygulayacaktır? Toplantıya katılmayan tüm kesimler, içinde yer almayacakları bir toplantının kararlarını kabul etmeyeceklerini ve uygulamayacaklarını açıkça ilan etmişlerdir. Bu durumda Cenevre 2nin hükümsüz kalacağı ortadadır.
21 ve 22 Ocakta yaşananlar gösteriyor ki, yeni Suriyenin şekillenmesini toplumdan kopuk bazı sömürücü güçlerin bir araya geldiği Cenevre 2 değil, örgütlenmiş Kürt, Arap ve Süryani halklarının özgür birliğinden oluşan Rojava Demokratik Özerklik Yönetimi belirleyecektir. Bu nedenle Cenevre 2yi haddinden fazla önemsemek ve öne çıkarmak fazla anlamlı olmamaktadır. Yine Kürtler açısından Cenevre 2ye katılamamış olmak çok fazla önemsenmemelidir. Çünkü önemli olan ölü doğmuş Cenevre 2ye katılmak değil, yeni özgür ve demokratik toplumu yaratacak olan Demokratik Özerklik adımını atabilmektir. Bu adım da tam bir başarı içinde ve kararlılıkla atılmıştır. Yeni demokratik Suriyenin ve Ortadoğunun temellerini atmayı ifade eden bu tarihi özgürlük adımı bir kez daha herkese kutlu olsun!
Selahattin ERDEM
Yeni Özgür Politika
- Ayrıntılar
Yaza benzer bir kış vaktinde kulak kabartmış etraftaki tartışmaları dinliyorum:
- Neden bu kadar körüz?
- Ben kör değilim ama!
- Kör olmadığını nereden biliyorsun?
- Gözlerim görüyor.
- Gözlerin çalışması görmek için yeterli midir? Etrafındakilere bakıyor olmak gördüğün anlamına gelir mi ki?
- Neden bahsediyorsun? Anlamıyorum!
- İşte tüm mesele burada bakıp da görmemek de! Duyup da, yaşayıp da anlamamakta!
- Neyi anlamamak?
- Hakikati!
- Ne hakikatini?
- Çevrende olup bitenlerin, tartışılanların hakikatini!
- Hangi tartışma, hangi olup bitenden bahsediyorsun?
- Son dönemlerin en çok tartışılan meselesinden!
- Paralel devlet mi?
- Evet!
- Neyi anlaşılmaz ki?
- Şimdi sen ve senin gibi pek çok kişi devletin iyi, paralel devletin kötü olduğunu düşünüyorsunuz değil mi?
- Evet.
- Ve diyorsunuz ki bu paralel devlet denilen şey devlette arada sırada ortaya çıkan bir sapma!
- Evet!
- Bu arada-sıradalık bir istisna diyorsunuz değil mi? bu istisnalarda kaideyi bozmaz yani. Devletin iyiliği kaidesini!
- Evet!
- İşte buna karşı çıkıyorum ben.Devletin başından beri sorunları çözen olduğuna karşı çıkıyorum. Devlet sorun çözen değil, sorun yaratan, sorunları kangrene çeviren olmuştur. Bu kadar çok paralel devlet üzerinde tartışmak bile devletin bekasını ve imajını korumak için yapılıyor şimdi. Sanki sonradan çıkmış gibi bir yaklaşım sergiliyorlar. Binlerce yıllık devlet tarihinde, yüzlerce devlette olan bir gerçeği getirip 17 aralık operasyonuna ve Gülen cemaatine sıkıştırmaya çalışıyorlar.
- Daha fazlası da mı var?
- Tabi!
- Devletin mayasında paralellikler mevcuttur.
- Ne mayası?
- Mayanın ne olduğunu anlamak için ilk başta devleti iyi tanımak gerekir.
- Devlet nedir?
- Devlet mi? babamızdır, koruyucumuzdur, her şeyimizdir! Güvenliğimizi sağlar, toplumun düzenini kurar. Ulusun, dinimizin, namusumuzun koruyucusudur!
- Söylediklerin sadece propagandadır.
- Somut konuşalım. Devlet dediğin en tepedekilerin yaptıklarına baksana! Güvenliği sağlıyoruz, düzeni, vatanı milleti koruyoruz adı altında Karun’ları geçtiler. Kasalar yetmiyor, ayakkabı kutuları bile para dolmuş. O korudukları vatanın, ulusun bir üyesi olan vatandaşa bak.
- Devletin hakikati nedir o zaman!
- Devleti dar anlamda artık-ürün ve artık-değer üzerine kurulu ekonomik tekel olarak tanımlamak daha doğru olur. Artık-ürün ve değeri toplumdan sızdırmak isteyen devlet, kendini toplum üzerinde ideolojik araçlardan zor araçlarına kadar bir üstyapı kurumu olarak örgütleyip tekelleştirir. Devletin, bu dar tanımı ışığında bakarsak, siyasetin, devlet politikacılığının son tahlilde artık-ürün ve değerleri gerçekleştirmeyi koordine eden bir yönetim sanatı olduğunu görürüz. En kaba bir formülleştirmeye bağlarsak, DEVLET = ARTIK ÜRÜN-DEĞER + İDEOLOJİK ARAÇLAR + ZOR AYGITLARI + YÖNETİM SANATI diyebiliriz.
- Artık ürün nedir?
- Senin ömrün boyunca çalışman sonucu biriken şimdi bilmem kimin ayakkabı kutularının içinde olanlar!
- Peki ideolojik araçlar?
- Medyada, okullarda, camilerde devleti, iktidarı meşrulaştırmak için söylenen, yapılan her şey!
- Zor aygıtları nedir?
- Ordu, polis ve toplumları demokrasi idealinden uzaklaştırıp köleleştirmek isteyen kültür endüstrisi!
- Yönetim sanatı ne?
- İşte tüm bu olanları kabul edilebilir kılıflara sığdırma sanatı! Ekonomiyi, hukuku, eğitimi, sağlığı kordine etme aslında tekeline, kontrolüne alma sanatıdır. İşte bu sanat ve ideolojik araçlar, başından beri devlet içinde var olan paralel yapıları gizlemekteler.
- Hangi paralellikler?
- Devlet içindeki paralellikler! İlk devlet hangisidir?
- Uruk şehir devleti yada Sümerleri!
- Onlara bir baksana, hangi güçler kurulmasında etkindirler.
- Hangileri?
- Asker-Rahip-politikacı!Bu üç sınıf bir olup ana tanrıça düzenini yıkmış, kendi düzenlerini kurmuşlardır. Toplumu yönetmek içinde hep birlikte çalışmışlardır. Devleti ekonomik tekel olarak dile getiriyoruz ya, bu tekeller çeşitli alt ekonomik kolların birleşmesinden oluşur. Bu kollar, bu güçler bazen iktidar için uzlaşır, bazen de çatışırlar. Devletin mayasında bu vardır. Tarih boyunca da bu maya hep varlığını korumuştur.
- Yani?
- Günümüze de bir bakalım. Ergenekon, Gülen, CHP, MHP, ordu vs. hepsi bazıları, bazen legal, bazıları illegal güçlerdir. Bazen tüm bu güçler uzlaşırlar, bazen çatışırlar. Hepsi devleti var eden bir paralel güçtür aslında. Bu güçler her zaman daha fazla iktidar, daha fazla kar için mücadele ederler.
- Bunlara karşı çözüm nedir?
- Demokrasi mücadelesi!
- Nasıl?
- O mayasında hileyi, kurnazlığı, hırsızlığı barındıran devletin dışında halkın kendi kendine yetecek şekilde örgütlenmesi ve bu hırsızlıklara dur diyebilecek güce, örgütlülüğe kavuşması!
- Peki, bunu nasıl yapacak?
- Tabi bunu devletin, sistemin düşünce kalıplarının dışına çıkarak yapacak!
- Önceliklisi nedir sence?
- Paralel yapıların devletin mayasında olma gerçeği!
…. Susuyorlar. Ben de susuyorum.
G. Suat Tekin
- Ayrıntılar
Kim ağzını açsa paralel devletten bahsediyor. Tartışmaları dinledikçe devletin hakikatinin, sosyolojik, politik tahlilinin yetersizliğini hissediyoruz. Bu ya bilinçsizlikten, bilgisizlikten oluyor ya da bilerek, saptırmak için yapılıyor.
Saptırma amacı taşıyanlarla bilinçsizlik ve bilgisizlikten kaynaklı yorum yapanların ana eksende buluştuklarını görüyoruz. Her iki kesimin de yaptıkları yorumların aynı eksende buluşmasının farklı nedenleri olsa da asıl neden paradigmasal yaklaşım sorunlarıdır.
Yürütülen tartışmalarda temel amaç durum analizi olsa da sonuçta yapılan devletin aklanması oluyor. Devletin başına “paralel” kelimesini getirince asıl devlet iyi, paraleli kötü oluyor. Sanki tarihte ve günümüzde devlet başından sonuna kadar bir iyilik timsaliymiş havası yaratılıyor. Tarihte ve günümüzde olmuş ve olmaya devam eden eşitsizlik, hırsızlık ve katliamların nedeninin devlet olduğu unutturulmaya çalışılıyor. Devletçigüçlerin, devletlilerin bu yalanlara sarılması, bu üslubu kullanması anlaşılır da demokrasi güçleri neden bu dili bu kadar yoğun kullanıyor anlaşılır gibi değil. Yürütülen demokrasi mücadelesinde devletin hakikati bir kez daha gün gibi ortaya çıkmışken ana akım devlet savunucuları gibi durmadan paralel devletten bahsetmek, devleti meşru kılıyor, gerçekleri çarpıtıyor. Buna dikkat edilmezse şöyle tartışmaları duymak çok zor olmayacak;
Aslında Hiroşima’ya ABD’deki paralel devlete bağlı bir güç atom bombası attı.
Halepçe katliamını yapan ve Halepçe’de kullanılan Fransız ve Hollanda’ya ait kimyasal silahları Irak’a veren güçler bilmem hangi güç odağına bağlı paralel yapılarmış.
Ermeni katliamını, Yahudi katliamını paralel yapılar yapmış, o dönem egemen olan paralel yapılarmış.
Bu söylediklerimin doğru olma ihtimalleri yüksektir. Çünkü devlet idaresinde çok çeşitli güçlerin farklı çıkarları ve farklı amaçları vardır. Geçmişte de bu böyledir. Günümüzde de böyledir. Sadece Türkiye’de değil. Güney Kürdistan’da, Irak’ta, ABD’de, İsviçre’de ve tüm devletlerde.
Tarihin bildiği ilk devletin kurulduğu yıllara gidelim. Çıkışında Sümer Rahibi, ordu komutanı ve şehir yöneticilerinin hem işbirliği hem de çatışmaları vardır. Roma’da senatörlerle ordunun çelişkileri günümüzde filmlere bile konu olmaktadır. Osmanlı imparatorluğunda padişahların en güçlü olduklarının söylendiği dönemlerde devlet yönetiminde her zaman farklı güçlerin etkileri ve çatışmaları vardır.
Yedisinde neyse yetmişinde de odur diye bir söz vardır ya. Normalde bu söz insanlar için söylenir.Bu, insanların yaratmış olduğu, kurmuş olduğu devletler içinde hakeza böyledir. Devlet başlangıçta ne amaçla, nasıl var olduysa halende aynı amacı ve yöntemi korumaktadır. Olan amaç ve yöntemin daha kökleşmesi, yaygınlaşmasıdır.
Sümer rahibinin yarattığı mitolojiyle, günümüz akademik merkezlerde üretilen bilim aynı amacı taşımaktadır; İktidarı meşrulaştırmak! Sümer ordularının kullandıkları silahlar dışında günümüz ABD güçlerinden farkları yok gibidir. Onlar da “fethettikleri” yerleri yağmalıyorlardı, günümüzdeki ABD’liler de yağmalıyor, sömürüyorlar. Eski dönemlerin tecrübeli ihtiyarları kent yaşamını kendi çıkarlarına göre düzenliyorlardı, günümüz politikacıları da aynısını yapıyor. Eskisinin sanılanın aksine günümüzdekilerinden çok daha insaflı olduğu kesindir. Devletin ilk oluşumundaki Rahip-Asker-şehir yöneticisi(politikacı) ortaklığı devleti var eden temeldir. Bu güçlerin hepsi devleti oluşturmak için bir araya gelmişler uzlaşmışlardır.Ancak bu uzlaşmanın altında güçler arasındaki iktidar savaşı da hep varolmuştur. Yani ilk devletin oluşumunda üç paralel güç vardır. Günümüz devletlerinde bunların isimleri, sayıları ve şekilleri değişmektedir. Bazen bu çatışmalar su yüzüne çıkmaktadır, bazense gizli şekilde yürütülmektedir. Yani devlet varoluşsal olarak paralel yapılardan oluşmaktadır. Hatta varlığını da, yıkılışını da pek çok kere bu varoluşsal duruma borçludur.
Devletteki bu paralel yapıları bir vücudun uzuvlarına benzetebiliriz. Bir paralel güç ayakken, diğeri koldur, bir diğeri göz. Birisine tokat attığınızda ne oluyor diye soran kişiye “ben tokat atmadım, elim vurdu” demek ne kadar mantıksızsa günümüzde yürütülen tartışmalarda devlet içindeki paralel yapıların vukuatlarının dile gelmesi de aynı mantıki çerçeveye sahiptir.
Bu durumu devlet gerçeğini teşhir etmek, demokratik örgütlenmemizi güçlendirmek için fırsat olarak görmek güncel görevlerimizdendir. Tersi durum ortamı devletlilere bırakmaktır.Bu da farklı bir paralel yapının hizmetine girmek anlamına gelir.
K.Kato
- Ayrıntılar
Özel savaşı anladıkta bu “Derin Özel Savaş” nedir diye soranlar olacaktır.
Örneğin klasik sömürge zamanlarında halklara karşı kullanılan savaş türü açık olan zordu. Yani işgal edilmek istenen ülkeler ya da topraklar zor gücüyle işgal edilir ve zor gücüyle işgal edilen topraklarda sömürgeciler güçleri yettikçe her şeyi yapardı.
Ancak ikinci dünya savaşından sonra bu savaş biçimi sonuç almaz olmuştu. Çünkü bu savaş biçimi halkların tepkisini topladığı için halklar karşı direnç gösterdiler. Nitekim bunun için birçok halk emperyalizme ve açık sömürgeciliğe karşı büyük direnişlerle meydana çıkarak bu işgalci güçleri ciddi zorlamışlardı. Bu gerçeği analiz eden sömürge merkezleri artık açık askeri sömürü zor’un yerine, halklar tarafından görülmeyecek olan, gizlenmiş, arkadan yürütülen bir savaş biçimini icat ettiler. Bu yeni icat edilen savaş tarzına Özel Savaş denildi. Özel savaş bu bağlamda siyasi literatüre yeni sömürgeciliğin geliştirildiği ya da geliştirilmek istendiği yerlerde uygulandı. Ve o gündür bugündür dünyanın her yerinde hamaratla uygulanmaktadır.
“Özel savaş olarak ele aldığımız olgu, sınıflı uygarlıklar boyunca geliştirilen baskı ve egemenlik aracı olarak başvurulan savaşın bir biçimidir. Değişen koşullara göre sürdürülen bir savaş biçimi oluyor. “Kuralsız savaş” tarzında bir savaştır. Kuralsız savaş tanımı, özel savaşı anlatmaya yeter mi? Kuralsızlığı genel bir çerçeve olarak değerlendirip içine her şey sığdırılırsa olabilir...
Özel savaş denen savaşta, salt askeri olarak hasmı alt ederek ona iradeyi kabul ettirme söz konusu değildir. Özel savaş, siyasetin şiddet araçlarıyla sürdürülmesi değildir, ama şiddet araçlarının kullanılmasını da içeriyor. Onun için özel savaş egemenler ve sömürücüler tarafından topluma karşı her alanda sürdürülüp, ilan edilmiş olan bir savaşı simgeler. Özel savaş kapsamına sadece ekonomik, siyasal, askeri, kültürel alanlar değil, bir bütün olarak insana ve topluma karşı savaş da giriyor. Kısacası toplumla ilgili ne varsa bunlar özel savaş kapsamına giriyor.”
Hiç şüphe yoktur ki bu kirli savaş türünün kendine has yol ve yöntemleri de vardı ve halen de vardır. Burada derinliğine girmeyeceğiz. Hatırlayalım 1970’lerde Şili’de halkçı olan Salvatore Allende’yi iktidarda almak için o yıllar çok etkili olan “yirmi yalan bir doğru eder” prensibiyle hareket etmiş ve Allende’yi halkın gözünün önünde bu yalana dayalı savaş biçimiyle alt etmişlerdir.
Ancak bu özel savaş’ı aşan başka savaş tarzlarının üzerinde çok yoğun bir şekilde çalışıldığını siyasetle uğraşan her insan az çok bilir. Yeni sömürgecilik birçok ülkede uygulanmaya konuldu. Ancak dünyada gelişen bilim teknik artık bu tarz bir sömürgeciliğin de aşılmasını gerekli kıldı. Çünkü bileşim tekniği her eve istenilen saatte girebildi. Her ne kadar emperyalist güçler bu tekniği öncelikli olarak kendileri için kullandıysalar da yine de zamanla tüm dünyaya yayıldı. Bugün dünya bir köy kadar küçülmüştür. Unutmayalım ki bir köyde ahlaki değerler çok gelişkindir. Bir köyde herkes kimin ne yaptığını bilir. Herkes herkesi tanır. Doğrudan ilişki esastır. Başka bir deyişle bir köyde sömürünün çarkları ayrı dönmek zorundadır. Çark daha inceltilmek zorundadır. Göz boyama daha güçlü olmalıdır. Daha etkili kandırma yöntemleri bulunmalıdır. Öyle ki birinin cebine eğer elini atacaksan o zaman o birinin ruhuna daha fazla hem de kimsenin çakmayacağı tarzda nüfus etmenin yolunu bulmalısın.
İşte bu yeni yol yöntem bulmaya biz Derin Özel Savaş diyoruz.
Örneğin Türkiye devleti Kürtleri kültürel olarak soykırıma tabii tutabilmesi için 24 Eylül 1925 yılında Şark Islahat Planı diye bir plan geliştirdi. Bu planın özü Kürtleri yok etmekti. Fiziki olarak yok etmek. Kültürel olarak yok etmek. Siyasal olarak yok etmek. Sosyal olarak yok etmek. Psikolojik olarak yok etmek. Derken Kürtleri Kürt olmaktan çıkararak başkalarının uzuv’u haline getirmek için ne kadarda çok plan ve program geliştirdiler. Dersim’de örneğin o 7 meşhur T’ler vardı. Tedib, Tenkil, Tasfiye vs…
Örneğin Kürtlerin yaşadıkları mekanlaraTürk okulları açarak Türkleştirmek istediler. Kürtlerin yaşadıkları yerlere zindanlar inşa ederek, Kürtleri bu zindanlarla terbiye etmeyi esas aldılar. Kışlalara alarak kişilikleriyle oynamaya çalıştılar. Sporu getirerek Kürtleri kendilerine eklemlemeye çalıştılar. Sanatı ancak kendi sanatlarını Kürtlere götürerek Kürt sanatını yok etmeyi, yine Kürtlerin sanatlarını kendilerine alarak içini boşaltmaya çalıştılar. Ve tabii Kürt gençlerine diğer S’yi de götürerek toplumu ahlaki dokusundan boşaltmaya çalıştılar.
Evet, Şark Islahat Planı ile Kürtler tümden hedeflendiler.
Ancak dikkat edersek bu Şark Islahat Planı neredeyse 90 yıllıktır. Bu plan bugünkü dünya da söker mi? Herhalde sökmez. Örneğin bu Planı’nın ilk üç maddesi şöyledir:
“1. madde: Kürdistan’a idare i örfiye dedikleri sıkıyönetimin ilan edilmesi.
2. madde: Kürdistan, 5 umumi müfettişlik mıntıkasına düzenlenir ya da bölünür.
3. madde: Mahakim-i nizamiye ve divan-ı harb-i örfilerde yani sivil ve askeri mahkemelerde sivil hakim bulunmayacaktır.”
5. madde ise bugünkü Türkçeyle ele alacak olursak:
“Ermenilerin ve Kürtlerin yerlerine balkanlarda getirilecek olan Arnavutlar, Bulgarlar ve Kafkasya ile Azerbaycan’dan getirilecek olan Türk kökenliler yerleştirileceklerdir. Öyle ki getirilenlerin tüm masrafları devlet karşılayacak, bura yerlileri mal ve mülklerini satamayacaklardır.”
Şimdi bu maddeler dediğimiz gibi bugünkü dünyada söker mi? Sökmez dedik. O zaman Kürt halkının kültürel soykırımını farklı yol ve yöntemlerle yürütülmesi gerekiyor.
İşte bu farklı yol ve yöntemlerle Kürtlere karşı sürdürülen üstü örtülü savaşa biz Derin Özel Savaş diyoruz.
Elimize birkaç yıl önce TC devletinin gizli odakları tarafından daha doğrusu “Derin Özel Savaş Merkezi” tarafından hazırlanan bir belge geçti. Bu belgenin başlığı: “Türkiye’de Düşük Yoğunluklu Çatışma ve Psikolojik Harekât Dâhilinde Terör Örgütüne Karşı Alınması Gereken Tedbirler”dir.
Bu belgenin bazı maddelerini sıralarsak Derin Özel Savaş’ın ne demek olduğunu daha iyi görmüş olacağız.
Belgenin girişi çok ilginçtir. Belgenin girişinde şöyle denilmektedir:
“PKK’nın başarısı, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana sürdürülen “Milli Bütünleşme Projesi” çerçevesinde henüz ulusal bütünlüğe tam olarak eklemlenememiş yurttaşlarımız ile ulusal bütünleşmeyi sağlamış olan yurttaşlarımızın bir kısmını ulusal bütünlük sürecinden kopararak, Kürt “etnik gruplaşması” sürecine sokmuş olmasıdır. Bölge insanının kafasında kendisine Kürt oluşundan ötürü farklı davranıldığı tezi oluşmuş olması, etnikleşmeyi güçlendirmektedir. Esasen milli bütünleşme projesi 1980’lerde GAP projesinin devreye girmesi ile dev adımlarla hızla sonuca doğru gidecek Türkiye Cumhuriyeti’nin milli bütünlüğü sosyolojik olarak tamamlanacaktı. PKK’nın bu dönemde ortaya çıkması “Milli Bütünleşme Projesini” sekteye uğratmış ve toplumu “Milli Bütünleşme Projesine” karşı harekete geçirmiştir.
Dikkat edelim: PKK güya “Milli Bütünleşme Projesini” sekteye uğratmıştır. Peki, nedir bu “Milli Bütünleşme Projesi” dedikleri proje?
Tek kelimeyle söyleyecek olursak: Kültürel Soykırımdır. Kültürel Soykırım ise: “Temel mekanizma olarak hakim elit ve ulus-devletin dil ve kültürü içinde tümüyle tasfiye olmaya amaçlayan başta eğitim olmak üzere her türlü toplumsal kurumların cenderesi içine alınıp varlıkları sona erdirilmeye çalışılır. Fiziki imhaya göre daha sancılı ve uzun sürece yayılmış bir soykırım türüdür. Yarattığı sonuçlar fiziki soykırımdan daha felaketlidir. Bir halk veya herhangi bir topluluk için yaşamda karşılaşabileceği en büyük felaket niteliğindedir.Varlığını, kimliğini toplum doğasının tüm maddi ve manevi kültürel unsurlarını terk etmeye zorlanmak, uzun sürece yayılmış kitlesel çarmıha gerilmekle özdeştir.”
PKK Kürt halkının çarmıha kitlesel olarak gerilmesini önlediği için:“PKK’nın bu dönemde ortaya çıkması “Milli Bütünleşme Projesini” sekteye uğratmış ve toplumu “Milli Bütünleşme Projesine” karşı harekete geçirmiştir” denilmesi boşuna değildir.
Devamla:
“Yapılması gereken, bölücü ideolojinin ulaştığı bütün başarıları ortadan kaldıracak bir politikayı bilimsel esaslara dayandırmaktır ve kendisini Kürt olarak tanımlayan bölge halkının eritilerek “Milli Bütünleşme Projesine” dahil edilmesidir. Özetle, örgütün etnik tarih inşası engellenmeli, sosyolojik ve psikolojik bölünmeyi tamir edici, toplumsal bütünleşmeyi geliştirici politikalar geliştirilmelidir” denilmektedir.
Peki, nedir bu politikalar?
“1. Bölgede mağduriyetin ortadan kaldırılması için; psikolog, psikiyatrist ve sosyal psikologların öncülüğünde birçok kapsamlı araştırmanın yapılması şarttır. PKK’nın kurduğu psikolojik tuzak ve mekanizmalar iyi tespit edilmelidir. Toplumsal rehabilitasyon önlemleri için;
a. Bölgede rehabilitasyon
b. Bölge dışında göç neticesinde oluşan gettolarda rehabilitasyon, olmak üzere iki genel çerçeve oluşturmak gerekmektedir.”
Peki, bu nasıl yürütülecektir?
Başka bir paragrafı olduğu gibi alıyoruz. İçindekiler çarpıcıdır.
“2. Başta öldürülen PKK’lıların aileleri olmak üzere yakın çevrelerine yönelik olarak kapsamlı rehabilitasyon çalışmaları başlatılmalıdır. Bu insanlar düşman oldukları halde, düşman olarak görülmemeli kendilerine öyle davranılmamalıdır. Terör ile mücadelede terör sürecinin yaşandığı coğrafyanın insanlarının büyük çoğunluğu potansiyel suçlu olmakla birlikte, bunların potansiyel suçlu olarak görülmesi ve bunun onlara yansıtılması tepkilere yol açabilir. Özellikle PKK’lı gençlerin anneleri ve babaları kazanılmalı, çocuklarını PKK’dan geri almak üzere yönlendirilmelidirler. Bu çerçevede özellikle “Cumartesi anneleri” gibi örgütün politikleştirerek istismar ettiği gruplar tahlil edilerek terör örgütünden koparılmalıdır.”
“Bu insanlar düşman oldukları halde,” cümlesi Derin Özel Savaş merkezlerinin Kürt halkına yaklaşımını açıkça dile getirmektedir. “Bunlar düşman ama düşman gibi yaklaşmayalım aksi taktirde kazanamayız.” Yani kandıramayız yaklaşımı belirgindir. Dikkat edelim “düşmandırlar ama düşman olduklarını bilerek, ancak düşman olduklarını hissettirmeden yaklaşalım” denilmektedir.
Başka ilginç bir bölüm ise: “Devlet ile Halk Arasında Sıcak İlişkiler” adı altında toplanmıştır.
Bir maddesi şöyledir:
“Bölge halkı ile güvenlik güçleri arasında güçlü bir organik bağ oluşturmak gerekmektedir. Bunun için uygulanabilecek birçok yol vardır. Bunun için yapılması gerekenlerden biriside dini bağın vurgulanmasıdır. Bir askeri birliğin bir köye girdiği zaman camide namaz kılması, Ramazan ayında komutanların iftar vermesi, Cuma namazlarına subayların katılması bu alanda olumlu bir örnek teşkil edecektir. Radikal dinciliğe karşı TSK tarafından zaman zaman sergilenen radikal laikçi uygulamalar sadece ve sadece radikal dincilerin zeminini güçlendirmekte, Türk ordusunu olduğundan farklı göstermektedir.”
Bu yukarıda yazılanları okuduğumuzda TSK’nin yine birçok emniyet biriminin özelde bunların üst düzey yetkililerinin Kürdistan’da dini değerlere gösterdikleri hassasiyetin hiçte dine karşı gösterilen saygıdan geçmediğini görmek herhalde zor olmayacaktır. Yapılan sadece ve sadece Kürt halkını kendi özgürlük değerlerinden uzaklaştırma plan ve programları olduğu gözler önündedir.
Başka önemli bir madde ise şöyledir:
“Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatına da toplumsal rehabilitasyon sürecinde çok önemli görevler düşmektedir. Ancak Başkanlığın mevcut yapısı ve klasik görev zihniyeti ile böyle bir görevin üstesinden gelmesi mümkün değildir. Başkanlığın bu noktada devletin ilgili kurumları ile daha etkili bir dayanışma içinde olunması gerekmektedir. Özel olarak yetiştirilmiş imamların bölgeye gönderilmesi ve bu imamların örgütün anti-propagandasını yapacak şekilde donatılması, bölgedeki istihbarat güçlerimizle birlikte çalışmaları gerekmektedir.”
İlginç değil mi? Şimdi TC’nin Kürdistan’a Diyanet Başkanlığının eliyle imam gönderdiği daha iyi anlaşılmaktadır. Tüm bu imamların Derin Özel Savaş’ın projesi temelinde Kürdistan’a gönderildiği, bu temelde çalışma yürüttüklerini:“Görmeyen gözler sadece ve sadece kördür. Duymayan kulaklar sadece ve sadece sağırdır. Bilmeyen beyinlerin ise sadece ve sadece örümcek ağıyla beyinleri örüldükleri için bilinçten yoksundurlar,” diyelim. Diyelim ama peşini de bırakmayalım.
Derin Özel Savaş’a ilişkin yazı devam edecektir.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Günlerdir yolsuzluklar, katliamlar, hukuksuzluklar gündemden düşmüyor.
Tabi bunlarla birlikte gündeme gelen bir diğer konu ise karşı mücadele…
Katliamlar, yolsuzluklar, komplolar, darbeler…
Aslında TC hatta devletli sistemler var olduğundan bu güne katliamlar, komplolar, yolsuzluklar, darbelerhep var oldular.
Tabi yoğunlukları değişti, şekilleri değişti, bazen devletler içindeki güçlerin pazarlıkları sonucu gizlendiler, bazen de açığa çıktılar.
Ama şu nettir.
Hep vardılar!
Ve devletli sistem ve demokrasi güçleri bu halde oldukları müddetçe de hep var olacaklar.
Neden mi?
İki yılını doldurmuş Roboski katliamının ardından askeri savcı ve politikacıların“gereken yapıldı” diye açıklamaları ardından durup bir daha düşünüyoruz.
Roboski’de katledilen 34 insan için herkesin yüreklerinin yandığını, bu duruma herkesin isyan ettiğini biliyoruz. Hatta binlerce kişi bu durumu sürekli protesto da ediyor.
Peki, ne oluyor? Neden böyle oluyor?
Nerede yanlış yada eksik yapıyoruz?
Demokrasi güçleri olarak kameralar önünde adalet istemekten, protesto etmekten başka ne yaptık?
Roboskili çocuklar, kardeşlerini, arkadaşlarını katleden devletin okuluna gitmeyi bıraktılar mı?
O köyden yada çevre köylerden yüzlerce genç, kardeşlerini, aynı aşiretten akranlarını katleden orduya asker olmak için askere gitmiyorlar mı?
Her gün, o devletin, o 34 genci katleden sistemin televizyonlarını izlemiyor muyuz?
Peki, bu nasıl oluyor, neden oluyor?
Çünkü bu katliamları yapan gücü yanlış tanımlıyoruz! Bu olayların hepsini münferit olaylar olarak ele alıyoruz. Sanki a iktidarı yada b iktidarı dönemine has bir uygulamaymış olarak ele alıyoruz. Ya da bilmem hangi yetkili iyiymiş de hangisi kötüymüş üzerine haddinden fazla değerlendirme yapıyoruz. Bu yaptığımız değerlendirmeler bir gerçeği görmediğimizi gösteriyor yada bunlar üzerine fazla yorum yapmak aslında tarihten günümüze beynimizin bir yanında bulunan devletli sisteme olan şüpheyi, öfkeyi gizliyor, dağıtıyor. Bunu biraz biz; biraz da sistemin farklı politikaları yaratıyor.
Bu mücadelede odaklanmamayı da beraberinde getiriyor. Yani asıl hedef ve amaç çok netken bilmem hangi gücün niyeti, politikası üzerinden yoğunlaşmaya girişmek asıl yapılması gereken şeylerinde önüne geçiyor.
Asıl yapılması gerekenler ne diye soracak olursanız:
Devletin dışında bir yaşam örgütleyebilmek.
Bu nasıl olacak?
Öncelikle bu sistemin bir bütünen hırsız ve katil olduğunu bilip, bu gerçeği herkese anlatacağız. Sonra bu gerçekten kurtulmak için, yani bu iğrenç sistemin dışında bir yaşam inşa edeceğiz.
Yani Roboski’den, Şırnak’tan, Botan’dan, Kürdistan’dan başlayarak tümüyle sistemi reddederek sömürülen emeğimizi, örgütleyerek devletin dışında, devletten ve iktidarlardan bir şey beklemeden, kendi kendimizi yöneteceğimiz, kendi kendimize yeteceğimiz, birbirimizden güç alıp-verdiğimiz bir yaşam yaratarak!
Katil ve hırsız bir sistemi reddetmek, okuluna gitmemek, vergi vermemek, askeri, polisi ve memuruyla tüm sosyal, siyasi ilişkiyi kesmekle başlamalıyız.
Bunu birinci yıl dönümünü yaşadığımız Paris katliamı için de söyleyebiliriz. Tamam, protesto ediyoruz da protesto ettiğimiz katil sisteme vergi veriyor, onun daha fazla katliam yapabilmesi için fabrikalarında, işyerlerinde işçilik yapıyor, ticaret yapıyoruz. Yani katliamcı sistemi emeğimizle besliyoruz.
Hem protesto et hem de varlığını sürdürmesi için tüm ömrünü ver.
Peki, bu ne kadar doğru ve ahlaklı?
Şimdiye kadar ki tutumumuzla bu katil ve hırsız sistemin bir çarkı rolü olduğumuzun ne kadar farkındayız?
Mücadele ettiğimiz zamanlarla bu sisteme hizmet ettiğimiz, bu sistemi duygusu ve düşüncesiyle yaşadığımız zaman dilimini bir karşılaştıralım:
Şunu göreceğiz.
Biz bu sisteme karşı mücadeleden çok bu sistemin işlemesi için çalışıyoruz.
Bu durumu aşmadıkça daha çok katliam ve daha çok yolsuzluk ve hırsızlık göreceğiz.
Artık yeter deme zamanıdır.
Kopma vakti gelmiştir. Bu kendi devletini kurma çağrısı değildir.
Kürtlere özel bir çağrı da değildir. Tüm Anadolu halkları içindir bu çağrı.
Sadece Türkiye’dekiler için de değil tüm dünyadaki halklar içindir.
Evet, günler geçiyor, katliamlar artıyor, hırsızlıklar sürüyor. Ve biz bu sistemin içinde yaşamaya devam ediyoruz.
Peki, katliamları, hırsızlıkları yapan mı daha fazla suçludur, bu sistemin içinde yaşayarak bu sistemin çarklarının dönmesine yardım edenler mi?
Evet, durum sandığımızdan farklıdır!
Suçlu biziz. Bu sistemi kabul eden, bu sistemin bir çarkı olmuş hepimiz suçluyuz.
Çözüm nedir?
Çark olmamak, kendi sistemini kendin yaratabilmek!
Andok Kelaşin
- Ayrıntılar
9 Ocak 2013 tarihinde gerçekleştirilen Paris Katliamı üzerinden tam bir yıl geçti. Dünyanın sayılı merkezlerinden biri olan Paris’in göbeğinde gerçekleşen tarihin bu en vahşi katliamı hala tam aydınlatılmış değil. Tam aydınlatılmamış diyoruz, çünkü Kürtlere göre katliamı yaptıranlar genel olarak belli. Zaten katliamı gerçekleştiren başkişi de tutuklanmış durumda. Fakat her nedense Fransa yönetimi katliamı kimlerin yaptığını ve de yaptırdığını tümüyle açıklamıyor. Henüz yeterince çözemediğini ve çözdüğü zaman gereken açıklamaları yapacağını belirtiyor.
Tabi söz konusu açıklamalar olayla ilgili olanların çoğunu ikna etmiyor. Özellikle katledilen üç kadın devrimcinin aileleri ile Kürdistan halkı ve dostları Fransa yönetiminin tutumunu hiç kabul etmiyor. Çünkü bir yıldır Kürtler ayakta, söz konusu vahşi katliamı kınıyor. Özellikle Kürt kadınları bir yıldır katliamın aydınlatılması için gece-gündüz demeden eylem yapıyor. Olayı aydınlatabilmek için her türlü bilgi kırıntısını bile değerlendirmeye tabi tutuyor. Şehit devrimciler Sara(Sakine Cansız), Rojbîn(Fidan Doğan) ve Ronahî(Leyla Şaylemez)’nin anısına böyle sahip çıkmaya çalışıyor.
Kuşkusuz 9 Ocak 2013 Paris Katliamı çok profesyonelce işlenmiş bir cinayet durumundadır. Dolayısıyla yapanlarla birlikte yaptıranların da olduğu bir katliam oluyor. Belli ki uzun süren bir hazırlığa dayalı ve çok planlı bir biçimde gerçekleştirilmiş bulunuyor. Yani basit ve üstünkörü yapılmış bir iş değil. Fakat Fransa Devleti de öyle zayıf ve çaresiz bir devlet değil. Yine geçen bir yıllık süre de hiç kısa bir süre değil. Üstelik katliamı yapan bir kişi de elde tutuklu bulunuyor. Bütün bunların sonucunda Fransa Devletinin katliamı aydınlatamamış olması mümkün mü?
Elbette mümkün değil. Bu nedenle Fransa’nın sosyalist yönetiminin tutumu inandırıcı bulunmuyor. Kürtlerdeki genel kanı şu: Ya Fransa Devleti de katliam olayının içinde, ya da katliam olayı üzerinden çıkar sağlamaya çalışıyor. Tabi bunların her ikisi de sonuç olarak aynı kapıya çıkıyor. Yani Fransa yönetimi katliamı yapanları da, yaptıranları da biliyor. Çünkü bu bilgilere sahip olmazsa katliam olayı üzerinden çıkar sağlayıcı çalışmalar (yani pazarlıklar) yapamaz. Zaten olayın içindeyse, o durumda da her şeyi bilir.
Fransa yönetiminin olayı aydınlatmaması çok yönlü tartışmalara yol açtığı gibi, Kürt sorununun çözümü ve Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından da fazlasıyla zarar verici olmaktadır. Çünkü katliam olayı bu konularla doğrudan bağlı ve iç içe bulunmaktadır. Kürtlerdeki genel kanaate göre, Paris Katliamı Kürt sorununun çözümünü istemeyen güçler tarafından ve çözümü engellemek için tezgahlanmıştır. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan da “Paris Katliamı’nı yapanlarla uluslar arası komployu tezgahlayanların aynı güçler olduğunu” ifade etmiştir. Böylece olaydan Kürt sorununu yaratanları ve çözümünü istemeyenleri sorumlu tutmuştur.
KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığı, katliamın birinci yıl dönümü üzerine yaptığı açıklamada olaydan “Devlet içindeki paralel devleti” sorumlu tutmuştur. Bununla Fethullahçı hareketi kastettiğini de açıkça belli etmiştir. Bu temelde Toroslar’da helikopteri düşürülerek öldürülen Muhsin Yazıcıoğlu’nun kurduğu parti olan “Büyük Birlik Partisi”nin militanlarının kullanıldığını belirtmiştir. Paris Katliamı‘nı gerçekleştirmekten tutuklu bulunan Ömer Güney’in aile çevresinin BBP’li olması bu görüşü doğrular niteliktedir. Yine Avrupa-Türkiye arasında sık sık gidip gelmesi de bu görüşü güçlendirmektedir. Eğer bu görüş doğrulanırsa, o zaman geçmişte MHP’nin “Ülkü Ocakları” isimli derneğinde yer alan militanların yaptıklarını şimdi BBP’li militanların yaptıkları ortaya çıkacaktır. Bu da Muhsin Yazıcıoğlu olayının aydınlatılması açısından da önem taşıyacaktır.
Paris Katliamı konusunda AKP yöneticilerinin açıklama ve tutumları da oldukça dikkat çekici olmuştu. Daha olay basında bile yeterince duyulmadan açıklama yaptıkları gibi, bir de sanki olayı biliyormuşçasına sözler sarf etmişlerdi. Öyle ki, M.Ali Şahin “Benzer olaylar Almanya’da da olabilir” diyecek kadar ileri gitmişti. Hüseyin Çelik olayı PKK içi çatışma olarak gösterebilmek için epeyce çaba harcamıştı. Bu nedenle de haklı olarak AKP yönetiminden kuşku duyulmuş, katliamın arkasında AKP’nin olduğu yönünde açıklamalar yapılmıştı.
Şimdi AKP yönetimi, benzer başka olaylarda yaptığı gibi, Paris Katliamı‘nda da fail olarak “Paralel Devlete” dikkat çekmektedir. Yani katliamın arkasında kendilerinin değil, Fethullahçı hareketin bulunduğunu işaret etmektedir. Acaba bu görüş ve iddia doğru olabilir mi? Farklı ve birçok kesimin katliam olayından paralel devleti sorumlu tutuyor olması, kuşkusuz bu görüşün ciddiye alınmasını ve dikkatle değerlendirilmesini gerektiriyor. KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığı’nın ifade ettiği görüşlerin doğruya en yakın olduğu anlaşılıyor.
Fethullahçı hareketin böyle bir şey yapmış olması mümkün mü? Elbette bizzat yapan olarak değil, fakat yaptıran olarak mümkündür. BBP’li militanların da tetikçi olmaları mümkündür. Zaten AKP-Fethullahçı kavgasından çıkan sonuçlar, benzer birçok şeyin yapıldığını göstermektedir. Örneğin Ergenekon ve Balyoz gibi birçok yargılamanın Fethullahçıların işi olduğu ortaya çıkmaktadır. Zaten KCK Davaları ile Kürt sorununun çözümünü engelleyen birçok uygulamanın Fethullahçıların işi olduğu biliniyordu. AKP ile ortak iktidar oldukları dönemde Fethullahçıların oldukça etkili oldukları gerçeği açığa çıktı.
Elbette bütün bunlar doğru olabilir. Fethullahçılar da AKP yönetimi gibi son derece kirli olabilir. Fethullahçıların devlet içinde devlet gibi hareket ettikleri zaten bilinen bir gerçektir. Fakat bütün bunlar doğru diye, AKP iktidarı sürecinde yapılanların hepsinden “Paralel devleti” sorumlu tutmak kuşkusuz doğru olmaz. Bütün kötülükler, faşist baskı ve sömürü, Kürt sorununun çözümünün engellenmesi gibi olayların hepsinden sadece Fethullahçı hareket sorumlu tutulamaz. Bu konuda yanlış yapmamak, AKP’nin sorumluluğunu gizleyici bir tutuma girmemek çok önemlidir.
Kuşkusuz geçen süreçte yaşananlardan birinci planda sorumlu olan AKP’dir. Kürt sorununun çözülmemesinden de, Türkiye’nin demokratikleştirilmemesinden de AKP iktidarı sorumludur. Kürtlere karşı yürütülen savaşın, yüzlerce Kürt gencinin ve çocuklarının katledilmesinin, Roboskî katliamının sorumlusu AKP’dir. Paris Katliamı gibi olayların gerçekleştirilmesinden bizzat sorumlu olmasa bile, yine de suç ortağı konumundadır. Yani hem suçlunun arkadaşıdır, hem de olup bitenlerin siyasi sorumlusudur.
Bunlar birinci yıldönümünde Paris Katliamı’nın düşündürdükleridir. Elbette olayın tam olarak aydınlatılamamış olması en önemli durumdur. Bundan en çok Fransa yönetimi sorumlu olsa da, bu durum bizlerin sorumluluğunu ortadan kaldırmamaktadır. Nitekim katliamın hem vahşeti, hem de siyasal derinliği hepimizin sorumluluğunu ağırlaştırmaktadır. Paris’in merkezinde alçakça bir kadın kırımı gerçekleştirilmiştir. Hem bu durum, hem de bir yıl geçmiş olmasına rağmen olayın tam aydınlatılmamış olması insanlık için adeta bir yüzkarasıdır.
Bu noktada katillerin üzerine kararlılıkla yürüyen ve Paris şehitlerine sahip çıkan Kürt halkının ve kadınlarının tutumu insana biraz güç ve moral vermektedir. Geçen bir yılda yürütülen çalışma ve mücadele ile Paris şehitleri tüm insanlığa tanıtıldığı gibi, Kürdistan’da özgürlük mücadelesi geliştirilerek ve kadın özgürlük mücadelesi güçlendirilerek katliama devrimci cevap verilmiştir. Böylece üç kadın devrimciye sahip çıkılarak birer özgürlük sembolü haline getirilmişlerdir.
Kuşkusuz yapılanlar önemli olsa da yetersizdir. Mevcut düzeyle yetinmemek, ikinci yılda katliamı tümüyle aydınlatarak katillerden gereken hesabı sormak hepimizin boyun borcudur. Bu borç yerine getirilerek Paris şehitlerinin rahat uyumaları sağlanacaktır. Bu temelde Kürt halkının ve kadınının üç yiğit evladı ve önderi Sara, Rojbîn ve Ronahî’yi şehadetlerinin birinci yıldönümünde saygıyla ve minnetle anıyoruz!
Selahattin Erdem
YENİ ÖZGÜR POLİTİKA
- Ayrıntılar
Dinler her zaman çıkışlarında anti kapitalisttirlerdir.
Başkan Apo yıllar önce: “Din, insanlık kadar eskidir. İnsanlığın oluşumundan ayrılmaz bir parçadır.
İnsanın varlığı dinsel bir varlıktır. Dini tanımayan hiçbir toplum yoktur. Hepsinin yaşamında din vardır. Din, insanlığın oluşumunda vazgeçilmez bir evre olarak değerlendirilmelidir. İlk insan türünün kendi zayıflıklarım gidermesinde, kendini ruhen doyurmasında, kendini güçlü, kuvvetli hissetmesinde önemli bir role sahiptir.”
“Bugün zorlu düşünceye sığınarak en güçlü eylemlere yöneliyorsunuz; demek ki, din manevi bir kuvvet olarak başlangıçta insanlar için vazgeçilmez bir öneme haizdir.” demiş ve dinin yaşamın tüm alanlarında etkili bir düşünce biçimi olduğunu çok genişçe ele alarak, toplumlara sanal bir şekilde empoze edilmeye çalışılan dinin ağırlıklı olarak: “Doğaüstü tasarımlar ve işlemler bütünü olarak tanımlandığı gibi, fizik olayların fizikötesi yöntemlerle açıklanması” tespitinin yetersiz ve eksik bularak eleştirmiştir. Ya da: “En genel anlamda bir yaratıcı güç ve bu yaratıcı gücün kadir-i mutlak iradesi temelinde evren, doğa, toplum ve insanın; bu dünya ve ölüm sonrası yaşama ilişkin sistematize edilmiş, derli-toplu düşünceler” demenin de yetmediği açıktır.
Yukarıda dile gelenlerin içerisinde doğruluk payı elbette bulunmaktadır. Ancak din gibi insan toplumsallığının ve yaşamının her yerinde bin yıllarca sirayet etmiş ve bugünde tüm yönelimlere karşın ayakta duruyorsa orada biraz durup düşünmek gerekmektedir.
Din her şeyden önce toplumsallığı esas alan, hatta geliştiren bir düşünce biçimidir. Çoğu zaman ya da çıkış koşullarında her zaman toplumsallığı dağıtmak isteyen, toplumsallığı baskılayan savaş ve iktidar güçlerine karşı büyük bedeller pahasına direnmiştir. Karşı çıkmıştır. Nerede toplumu düşürmeye dönük el uzatanlar çıkmış ise orada din devreye girerek karşı çıkmıştır. Bir nevi din toplumun binlerce yıl oluşmuş olan ahlaki değer yargılarını sahiplenen bir düşünce ve yaşam biçimi olmuştur.
Bu konuda: “Ahlakla dinin ilişkisi çözümlenmesi gereken önemli bir sorundur. Nasıl ki ahlakla doğrudan demokrasi arasında bir özdeşlik kurmak mümkünse (uygarlık dışı ve karşıtı toplumlar için), benzer bir özdeşlik din ve ahlak arasında da kurulabilir. Dinin henüz uygarlık damgasını yemediği koşullarda ahlak, din ve doğrudan demokrasi iç içe yaşanır. Ahlak dine göre daha öncelikli oluşan bir kurumdur. Din öyle anlaşılıyor ki, ahlakın daha çok tabu, kutsallık, büyüleyicilik, anlam vermekte güçlük çekicilik, doğa güçlerini kontrol edemezlik duygu ve düşüncesi boyutlarıyla ilgilidir. Toplumun kendi doğası dışında doğayı da tanıyıp kabullenmeyi idrak etmesi, hem korku hem merhamet duygusu uyandırıyor. Yaşamlarının çok bağlı olduğunu fark ettiği bu doğa ve güçlerinin olumsuzluklarından sakınma, olumluluklarından da yararlanma düşüncesi ilkel, orijinal din kurumu ve geleneğinin kaynağı gibi görünmektedir” tespitinden de görüldüğü gibi öncelikli olarak topluma ölçü verme, toplumu belli değerler etrafında tutma gücüdür de. Doğaya hoyratça yaklaşmanın önünü de alıyor.
Tarihin şafak vaktinden bugüne kadar her zaman dinler dediğimiz gibi ilk çıkış koşullarında toplumları baskılayan baskıcı güçlere karşı direnmesini ve direnmeyi öğütmesini bilmişlerdir. Bugünde bu böyledir.
Birçok dini öğreti vardır. Ancak hepsinin ortak yönleri neredeyse aynıdır. Hepsinin ortak yönü yeniden belirtecek olursak toplumsallığı korumaya dönük olan hassasiyetleridir. Toplumsallık ise bire bir ahlakla ilgili bir durumdur. “Demokratik kapsamı içinde din ve ahlak arasında özdeşlik vardır. Dolayısıyla ibadet yerleri en çok toplumsal ahlakın işlendiği kurumlar olmak durumundadır. Başta kilise ve camiler olmak üzere, ibadethaneleri birer pratik ahlaki kurum olarak değerlendirip, ahlaki toplumun inşasında kullanmak en doğrusudur. Özellikle camileri Hz. Muhammed dönemindeki yaygın ahlaki merkezler olarak icra edilen işlevlerine yeniden kavuşturmak önemlidir. Demokratik modernitenin, ahlaki ve politik toplumun yeniden inşa edildiği ahlaki kurumlardır.”
Dikkat edersek, dinin buradaki rolü toplumun sorunlarını çözen bir roldür. Toplumsallığın dağılmasının önünü alan temel bir güçtür. Dinler toplumsallığı esas alırlarken, bugün ya da tarihin derinliklerine kadar uzanan süreçlere kadar iktidar güçlerinintopluma dönükneyi esas aldıklarını sormak yerinde bir soru olabilir. Ve tabi bu sorunun yanına birde bugünün iktidar güçlerinin nasıl bir toplumsallığı esas aldıklarını da sormamız gerekir.
Özcesi iktidar güçlerinin kendi iktidar alanlarını geliştirebilmeleri için, yine insanları istedikleri gibi yürütebilmeleri için nasıl bir toplumsallığı kendilerine esas almaktadırlar?
Öncelikli olarak toplumu parçalamaları gerekiyor. Bunu yapmak için ise bireyi rapt u zapt altına almaları gerekiyor. Bununda en iyi yolu ahlak yani toplumun doğal tarihi süreç içerisinde süzülerek gelen değer yargılarını aşındırmaları gerekiyor. Biz buna toplumu param parça etmeleri gerekiyor diyelim. Toplumu parçalara bölerek sadece ve sadece bireyler haline getirmeleri gerekiyor. Peki, bir toplumu parçalara bölerek nasıl sadece bireyler haline getirilir diye de sorabiliriz. Egemenler toplumun sürekli parçalı kalabilmesi için özel olarak hukuk kurumunu oluşturmuşlardır. Toplumun öz savunma mekanizmasının rolünü oynayan ahlakı aşındırarak-ki ahlak toplumsallıktır-darbeleyerek bunun yerine bireye indirgeye bilmeleri için dediğimiz gibi hukukun yoluyla bir güce,-bu güç devlet olur, her hangi bir iktidar odağı olur- bağlamaları gerekiyor. Aksi taktirde toplumu bölemezler. Hukuk iktidar güçlerinin katı bir kurumsallaşmasıdır. “Hukuk devletin siyasi güç eyleminin kalıcı kuralı ve kurumlu bir biçim almış hali olarak değerlendirilebilir. Bir nevi donmuş, sakin istikrar kazanmış devlettir” demek yanlış olmadığına göre, hukukun yoluyla toplumu egemenlerin rapt u zapt altına aldıkları kendiliğinden anlaşılır.
Devleti daha çokta ulus devletini zamanında Almanların en meşhur olan filozofu ola Hegel: “Tanrının yeryüzüne inmiş hali” diye tanımlamıştı. İlginç gelebilir ama yine aynı Hegel ulus devletin en ileri savunucusu ve bir nevi ulus devletin en ileri düzeydeki savaşçısı olan Napolyon’u ise: “Yeryüzünde yürüyen tanrı” olarak tanımlamıştı.
Dikkat edelim, “devlet artık değeri, ideolojik araçları, zor aygıtları içine alan yönetim sanatıdır.” Yani “iktidarın hukuklaşmış biçimlerinin tümüne devlet demek” gerekiyor. Bu ise: “Çerçeveyealınmış, kuralları belirlenmiş kurumlar bütünlüğü içinde yoğunlaşmış iktidar devleti ifade etmektedir.”
Yoğunlaşmış iktidar ise yüzde yüz hırsızlıktır, gasptır, talandır, savaştır, vurmadır, kırmadır, talandır, soygundur. Yani ahlaksızlıktır. Boşuna başka büyük bir alman filozofu olan Nietzsche: “Tanrılaşan devlet karıncalaşan emekçiler ve bireyler, karılaşan iğdiş edilen toplum”dur dememektedir. Çünkü topuma yüzde yüz hakim olmuş bir yapı yüzde yüz onun ruhsal, düşünsel ve yaşamsal sahasına müdahale edecek olan bir güç demektir ki, bu ise kesinlikle karıncalaşan bir insan ve insan topluluğu demektir.
Ancak unutmayalım ki tüm dinler insanın karıncalaşmasına karşı durmuşlardır.
Hz. İbrahim kendilerini zulmün sahibi gören Nemrutlara karşı çıkarak çıkış yapmıştır.
Hz. Musa kendisini tanrı gören Firavunlara karşı çıkarak çıkış yapmıştır.
Hz. Zerdüşt zamanın zalimleri olan Asur imparatorluklarına ve kendilerini tanrı katına çıkaran bu merkezlere karşı çıkarak kendi ahlak öğretisini geliştirmiştir.
Hz. İsa ise kendilerini yeryüzünün tek sözcüleri olarak gören Romalılara ve tüm yerli işbirlikçilerine karşı çıkarak çıkış yapmıştır.
Hz. Muhammed ise Mekke’de önce tanrı katına çıkartılan putları kırarak yola çıkmıştır.
Tabi Budha, Sokrates, Mani, Mazdek, Hallac, Babek, Cavidan, Şeyh Bedreddin, Thomas Münzer, Pir Sultan ve niceleri toplumu toplum olarak korumak için canlarını vermekten geri durmayarak çıkışlarını görkemli zulüm merkezlerine karşı yapmışlardır.
Büyük ahlakçı Adorno’da: “Yanlış hayat doğru yaşanmaz” demiş ve yanlış örülmüş olanın doğru olamayacağını ve doğru yaşanamayacağını dile getirmiştir.
Yanlış hayat denilen gerçeklik özünde toplumsal gerçekliğinde kopartılmış bireydir. Ya da toplumundan kopartılmaya çalışılan bireydir diyelim.
Kapitalitisti nasıl tanımlayacağız? Herhalde kapitalistin en hafif tanımı, hırsızdır. Boşuna: “Tüccar malın en iyi kokusunu alan kişidir. Ya da Tüccar nerede en iyi hırsızlığı yapılabileceğini en iyi bilen kişidir” denilmemiş ki!
Peki, kapitalist ya da kapitalizm hırsızlık sistemini nasıl kurur ya da kurabilir? Kapitalizm, hırsızlığı meşru hale getirebilirse orada hırsızlığını da hırsızlık sistemini kurabilir hale gelebilir.
Peki, hırsızlığı bir kapitalist nasıl meşru hale getirebilir, ya da getirir? Verilecek tek bir cevap vardır, o da bireyi toplumdan kopartarak. Toplumu toplum olmaktan çıkartarak. Bireyin birey olmaktan çıkarılması için ya da toplumun toplum olmaktan çıkması için ise yapılması gerekli olan ahlaki değerleri ayakaltına almaktır. Bunun da yolu dinin tarihte oynadığı tersine çevirerek dinin insana ve toplumlara verdiği ahlaki değerleri tersyüz etmektir. Başka bir deyimle tarihte dinlerin çıkış nedenlerini sulandırarak, dinlerin geçmişte oynadıkları rollerin içini boşaltarak bunu yapabilir. Bunu da yapabilmesi için dini özünden boşaltması gerekiyor.
Yukarıda sıraladıklarımız toplumu gösteri toplumu haline getiremedikçe istediklerini yapamazlar. Bir kez gösteri haline getirilmek için ise önce tüm toplumsal değer yargıların içini boşaltmak gerekiyor. Ki bu da yozlaştırmaktır. Bitirmektir. Dinler ise yozlaştırmaya karşı her zaman duyarlı olmuşlardır.
İşte, kapitalistler ya da kapitalizm dini özünde boşaltamadıkça dinler her zaman anti devletçi, anti iktidarcı, anti tekelci ve antikapitalisttirler.
Dikkat edelim, devletlerde, iktidarlarda, tekellerde ve tabi bunları pratikleştiren kapitalist ve kapitalistlerde tümü toplumların ellerindeki birikimleri soyma dayalı örgütlenmeler ve yapılardır.
Bunun için diyoruz ki “DİNLER, HER ZAMAN ANTİ KAPİTALİSTTİR”dirler. Dinlerin ilk çıkış günlerinde de böyle olduklarını tüm kutsal kitaplar bize söylüyor. Boşuna tüm dinler artırmaya hep şüpheyle bakmamışlardır. Hatta artırmayı yani hırsızlığı, mal biriktirmeyi günah saymamışlardır. Bu gerçekliği bilerek toplumsal ahlakı ve vicdanı her zaman, her yerde koruma ve geliştirme temelinde toplumsallığı hem de komünlerde yaşama biçiminde esas almayı kendimize şiar edinelim. Aksi taktirde kapitalistler gibi hırsız ve vurguncu olanların cenderesinde kurtulmak herkes için zor olacaktır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar