Toplumumuzda Duygu Sömürüsü bolca kullanılan bir deyimdir. Anlamı bir insanın ya da toplumun duygu dünyasını, iyi niyetini, hassasiyetlerini, duyarlılıklarını güzel sözlerle, vaatlerle, övgülerle, kandırmalarla suiistimal etme olayıdır. Bunun içindir ki toplumumuz toplumlarımız duygu sömürüsüne karşı genelde tepki gösterir. Bir kandırmanın, kandırılmışlığın söz konusu olduğunu bildiği için, karşı refleks de gösterir.
Egemenler bizlerin bu duygu dünyasını bilirler. Ne de olsa onların en önemli görevleri ya da kendilerine biçtikleri bu misyon bizi gütme üzerine kuruludur. Onlar ne de olsa egemendiler. Onlar bu dünyayı yürütmek için gelmişlerdir. Bu onlara “tanrı buyruğu” ve “bahşedilişidir.”
Egemenler toplumları yönlendirebilmek için birçok yol yöntem denerler. Ne de olsa onlar tarihi yazanlar olarak insanlığın özgür bir duruştan nasıl bir köle statüsüne çevrildiğinin hikâyesini iyi bilirler. Bilmenin de ötesinde bu durumu yaratanlar olarak buna dönük özel çalışma yürütür hatta eğitilirler. Bunun içindir ki hangi toplum nasıl yönlendirilir, hangi insan hangi refleksi verir, neyi kabul eder, neyi kabul etmez, kabul etmezse hangi kabul ettirici yol yöntemlere ihtiyaç duyulur tüm bunları bir bir bilirler. Sözün yetmediği yerde şiddet, şiddetin yetmediği yerde maddiyat, maddiyatın yetmediği yerde, komplo, komplonun yetmediği yerde ise yanına çekme derken bir yolunu bulmak bunların temel görevlerindendir.
Evet, egemenler bu dünyayı yönetmek için görevlendirildikleri için özel eğitilirler. Ancak buna rağmen yönetilenler her zamanda bu özel eğitilmiş olan egemenlere göre hareket etmezler. Ara sıra onların sinir uçlarına dokunarak asaplarını bile bozabilirler. Nitekim dünya tarihi böylesine binlerce örnekle doludur. Ne de olsa insan sosyolojisi egemenlerin aldıkları eğitimlere benzemeyecek kadar renkli bir sahayı ifade ediyor. İnsan ruh dünyası öyle renklidir ki kendine has çizgiler içerir. Bunun içindir ki her zaman egemenlerin istediği gibi bir seyir izlemez.
Türkiye’de 9 yıldır iş başına getirilen yeni yetme Rus Mafya tipi karakterli olan Yeşil Türki Faşistler insan karakterinin bu yönünü iyi etüt etmişlerdir. Özelde de sömürülmüş, ezilmiş olan insanların ruh dünyasını iyi bilince çıkarmışlardır. Yani sadece egemenlerde aldıklarıyla yetinmiyorlar. Daha ileriye giderek insanın tüm inceliklerini bilince çıkararak insanla ilişkileniyorlar. İnsanın ruh dünyasını bilerek ilişkileniyorlar. Özelde de umudu yıkılmış, bitirilmiş, Aziz Nesin’in deyimiyle aptallaştırılmış bir toplumun tüm ruhsal genetiğini DNA’larını ilmik ilmik çözerek ilişkileniyorlar.
Böyle umudu yıkılmış, bitirilmiş, aptallaştırılmış, milliyetçiliğin şerbetinde boğulmuş olan insanları yönlendirmen en iyi yolu olarak insanlara gelecek vaat etmek, umut yaratmak, umut vermek, ne kadar başarılı olduklarının hissiyatını yaratmak, onların ne kadar seçkin ve farklı olduklarını hissettirmek gibi oldukça insan duygularını okşayan sözlerle, yer yer hareketlerle, yaklaşımlarla insanları yönetmeyi kendilerine meslek seçmişlerdir.
İnsanlara umut vermek, umut yaratmak, ne kadar önemli olduklarının hissini vermek elbette değerli bir şeydir. Hele hele “bizde bir şeyiz” duygusunu insanlara hatta tüm insanlara aşılamak oldukça önemli bir motivasyon ve kişilik yaratma yöntemidir. Ne var ki Yeşil Türki Faşistler bu duyguyu sadece ve sadece söz ile dile getiriyorlar. Hep umutlar yağdırıyor, umut yaratıyorlar. Hep güzel sözlerle insanları idare etmeyi esas alıyorlar.
Öyle ki insanlar açlık içerisinde boğuşurken dünyanın en hızlı gelişen ekonomisine sahip olduklarını onlara söyleyerek onlarda bir duygu kabarmasına yol açabiliyorlar.
Öyle ki insanlar diz boyu adaletsizlikler yaşanırken adaletli olmanın erdemlerinde söz ediyorlar.
Öyle ki bir avuç yandaşın cebini şişirirlerken işçilerin emekçilerin ne kadar yanında olduklarını söylüyorlar.
Öyle ki Dersim katliamından söz açıyorlar ancak dönemin katliamcılarından daha fazla katliam gerçekleştiriyorlar.
Öyle ki cennet anaların ayakların altındadır diyorlar ancak anaları günlük olarak polislerin coplarıyla linç ediyorlar.
Öyle ki analar ağlamasın sözlerini ağızlarından eksik etmezlerken her gün Kürdistan evlerine cenazeler göndererek anaların gözyaşlarını sel haline getiriyorlar.
Öyle ki Kürtlerin tüm haklarını vereceklerini çünkü bu onların hakları olduğunu söylüyorlar ancak entegre konseptlerle Kürt katliamını ve inkârı sistematik olarak yürütmeyi alenen uyguluyorlar.
Ve tabii ki bir de biz kardeşiz, aynı topraklardanız, kader ortaklarız diye söylüyorlar ama köklerini kurut fetvalarıyla da Kürtlerin köklerini kurutmak için her gün yeni Ali Cengiz oyunları sergilemekten geri durmuyorlar.
Evet, insanların duygularını güzel sözlerle okşayarak, sırtlarını sıvazlayarak, sömürerek insanları uygulanan faşizme karşı duyarsız kılmayı bir özel savaş politikası olarak günlük olarak uyguluyor ve maalesef kendilerince sonuçta alıyorlar.
Bunun için Yeşil Türki Faşistlerin bu insan duygularını suiistimal eden, sömüren, emen, manipüle eden kirli politikalarına karşı çıkmalı ve her sözün pratikte karşılığı nedir gerçekliğine bakarak sözlerin sadece duygu sömürüsü için kullanılan sözler olup olmadığına bakarak tavır alınmalıdır. Bunun en iyi yolu ise söz ile eylem birliğine bakmalıdır. Söz eğer eyleme geçmiyorsa orada mutlaka ama mutlaka -eğer bir çapsızlık yok ise -kesinlikle insanın duygularıyla oynama vardır. Onurlu olmanın bir yolu ise kesinlikle duygularımızla oynamaya izin vermemekten geçiyor. Bu bilinçle Yeşil Türki Faşistlerin duygu sömürüsüne karşı güçlü duralım.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
Seçenek ya da seçeneği: “Seçme durumunda, birinin yerine seçebilecek bir başka yol, yöntem, tutum, alternatif” diye tanımlamak yanlış olmayacaktır herhalde.
Özgürlük gerillaları olarak yaklaşık 30 yıldır kesintisiz silahlı bir mücadele yürütüyoruz. Bunun öncesi de var. özgürlük hareketi olarak yaklaşık kırk yıldır zulüm kalesi ve cephesine karşı direniş seferberliğini ilan etmişiz. Günahıyla sevabıyla özgürlük hareketi olarak halkımızla bir yerlere kadar geldik. Sıfırın altında olan bir gerçeklikten var olan, kabul edilen, tartışılan, siyaset konusu yapılan bir gerçeklik olmak öyle sanıldığı gibi bedelsiz olmamıştır. Kürt halkının bugünkü direniş gerçeğini ortaya çıkarmak için yaklaşık 20.000 gerilla şehit ve yaklaşık bir o kadar da halkımızın en değerli varlıklarından faili meçhullerle yitirdiklerimiz oldu. Yakılan köylerden, milyonlarca sürgünden söz bile açmıyoruz. Çekilen acılar, işkencelerin hepsini de bir kenara bırakarak diyoruz ki bu halk bugünkü gerçekliği ortaya çıkarmak için büyük bedellerle çok büyük direnişler göstermiştir.
Söylenmek istenen bu halkın çok büyük, ağır ve paha biçilmez değerler ödeyerek özgürlüğe yakınlaştığıdır. Bunun içindir ki 1993 yılından bu yana tam 8 kez irili ufaklı ateşkesler ilan ederek barışçıl yollarla sorunu bu hareket çözmeye çalıştı. Ancak her barış girişimi ve talebi sanki bilinçli olarak özenle sabote edildi. Bizden kaynaklı olanlara karşı nasıl yöneldiğimiz ortadadır. Ancak devlet tarafından sabote edilen hiçbir ateşkes girişimimiz yaptırıma tabii tutulmadığı gibi her yeni gelen kurmay başkanı adeta ağzında çıkanı kulağı duymazcasına çaylakça konuşmuş ve sonuçta barış siyasetin önü giderek tıkanmıştır.
Son yıllarda özelde de 2009 yılından bu yana da yeni bir plan devrededir. Kürtler olarak girdiğimiz üç seçimi kesinlikle büyük zaferlerle kazandık. İstedikleri gibi kamufle etsinler. Gerçekler çıplak olmayı sever derler. Gerçeklerin üstü istenildiği kadar örtülsün, saklansın, manipüle edilsin ancak gerçek o dur ki bu süreçte girilen üç seçimde de Kürtler kazanmışlardır. Üç seçimde referandum maiyetinde olmuştur. Ve bu referandumları Kürtler kazanmıştır.
Ne var ki faşist rejim daha doğrusu Yeşil Türkî Faşistler alem kulem ederek ne kadar başarılı olduklarını herkese söylemeye çalışıyorlar. Ve öyle görülüyor ki bu yalan furyasını daha fazla da sürdüreceklerdir. Kendi yalanları onların olsun. Ancak halkımız yaptıklarını iyi biliyor. Az bir şey vicdan sahibi olanlarda olup biteni biliyor.
2011 yılı Yeşil Türkî Faşistlerin artık yalanlarının dikkate alınmadığı bir yıl olmuştur. 2011 yılı artık safların keskinleştiği bir yıl olmuştur. kendi cephemizde TC yeşil Türki faşistlerin günlük oyunlarına artık son diyerek özelde de barış çabalarımızı, tek taraflı ateşkes girişimlerimizi, o seçim bu seçim diyerek her yeni süreçte yeni oyunlarla bekletme politikalarına bir son vermek için yeni bir direniş hamlesini başlattık.
Öyle kiminin söylediği gibi bu direniş durduk yerde geliştirilmemiştir. Tam gaz inkar ve imha devredeyken, önderliğimize, halkımıza ve de gerillamıza inanılmaz ölçüde saldırı konseptleri devredeyken direnişsiz kalmak tek kelimeyle alçaklık olacaktı. Tek kelimeyle onursuzluk olacaktı. Tek kelimeyle kendinden uzaklaşmak olacaktı. Evet, böyle olmamak için bu faşizme karşı direniş içerisine girilmiştir. Ama öyle görülüyor ki TC’nin yeni yetme Rus Mafyaları gibi sonrada görme Yeşil Türkî Faşistleri bizim sürekli barışı dile getirmemizi, kardeşlikten söz etmemizi, birlikte yaşamakta ısrar eden sözlerimizi bizim TC’ye hem de giderek faşistleşen ve beyaz Türkçülükten farkı kalmayan Yeşil Türkîlere muhtaçmışız gibi bir mana çıkarmaya başladılar. Öyle görülüyor ki halinasyonları gören bu Yeşil Türkî Faşistler bizim başka seçeneklerimizin olmadığını düşünmeye başladılar. Bizim sonuna kadar sadece ve sadece birlikte yaşamak için onlara taviz vereceğimizi düşünmeye ve bu saplantıyı köklü yaşamaya başladılar.
Şunu açıkça belirtelim: son bir seçeneğe doğru hızla gidiyoruz. Bugüne kadar çokta düşünmediğimiz özelde de 1993 yılından bu yana düşünmediğimiz bir yola doğru gidiyoruz. Ve bu yola girmemiz için teşvik eden çok fazla güç bulunuyor. Uluslar arası konjonktür de buna son derece elverişlidir. Giderek “Haçlıların” Ortadoğu’da Truva atı olmaya doğru tam gaz ilerleyen Yeşil Türkî Faşistlerin lideri Erdoğan dediğimiz gibi bize Ortadoğu’da geçmişte Salladdin Eyübi’nin bu “Haçlılara” karşı geliştirdiği büyük ve kutsal direnişe doğru götürüyor.
Evet, çok köklü ve radikal kararlar almaya doğru gidiyoruz. Faşizm bu kadar pervasızca üzerimize gelmişken artık uzun yıllardır düşünmediğimiz, aklımıza çokta getirmediğimiz, bu son seçeneğin olmaması için başta gerillamız olmak üzere tüm halkımıza büyük sabır aşılamanın sonuna doğru da geliyoruz. Gerillamızın önünü açmaya, halkımızın derinden yaşadığı ve hissettiği asıl istemlerine tam cevap olabilmek için radikal ve kökten seçenekleri tartışmaya yavaş yavaş başlıyoruz.
Yarın tarih sayfaları çevirilerken hiç kimse ama hiç kimse başka seçenekler varken, daha az kan akıtılmanın yolu varken bu kadar sert bir yola girilmiş olmanın hesabını bizden soramaz. Soramaz çünkü özgürlük hareketi olarak dünyanın hiçbir yerinde gösterilmeyen hoşgörü, duyarlılık, mütevazilik ve makul çözüm yaklaşımlarını gösterdik. Çokça dillendirdikleri Bask modeli için bile onlara tanınan haklarının sadece bir kısmını halkımıza tanısınalar silahları devrede çıkaralım sözünü bile sarf ettik. Öyle ki anayasaya anayasal vatandaşlık eklensin kelimelerini bile yeterli gördük. Hatta en son şiddetle değil barışçıl yollarla sorunu çözeceğiz sözü sarf edilsin silahları durdururuz sözünü bile verdik. Özcesi bu kadar makul önerilerinin hepsini sunduk. Bunların belki de daha da ilerisini de sunduk. Ancak dediğimiz gibi TC devletine özelde de onun Yeşil Türkilerine çok fazladan çözümü geliştirmeleri için fırsatlar sunduk. Altın tepsinden imkanlar sunduk. Ancak nafile. Yeşil Türkî Faşistler bu şansı değerlendirmeyerek topyekûn kökümüzü kurutmanın fetvalarını vermeyle kendi kararlarını vererek bizim başka seçeneklere başvurmamızın da yoluna girmemize zorladılar.
Evet, yeni tarihi bir sürece doğru gidiyoruz. Bunun sorumlusunun bizim olmadığımız kesindir. Tarihte elbette bunu böyle yazacaktır.
K. Nurhak
- Ayrıntılar
Maraş katliamının üzerinden 33 yıl geçti, 34. yılına giriyoruz. Bilindiği gibi Kürdistan’da sömürgeci Türk devleti tarafından yapılan büyük katliamlardan birisi de Maraş katliamıdır. Katliamın yıldönümü vesilesiyle bir kez daha katliamda yaşamını kaybeden insanları anıyoruz. Büyük ve ısrarlı bir mücadele ile Kürdistan’da meydana gelen katliamlara son vereceğimizin sözünü veriyoruz. Hareket olarak bu konuda kararlıyız. Kürdistan artık sahipsiz değildir.
Bir Kürt genci olan Fırat İzgi arkadaş Önderlik üzerinde acımasız bir tecride karşı, yine Kürdistan üzerinde siyasi, askeri, toplumsal anlamda yürütülen soykırıma karşı bir cevap oldu. Bir Kürt genci, bir Kürt kahramanı, küçük bir general olarak büyük bir cesaretle, fedai bir ruhla kendini Kürdistan halkı için feda etti. Önder APO’ya bağlılığını, Kürdistan toprağına bağlılığını, Kürdistan’ın özgürlüğüne olan inancını bu eylemi ile gerçekleştirdi. Bu eylem bir çağrıdır, bir çığlıktır. Duyarsız, istenen düzeyde mücadele etmeyen, değerlerine sahip çıkmayan kesimlere ve bizim için bir çığlıktır, çağrıdır. Bu münasebetle bu kahramanca eylemin sahibi olan Fırat İzgi arkadaşın önünde saygı ile eğiliyorum ve şehitlere karşı sözümü yineliyorum.
Tabi ki bu her iki olay birbirinden bağımsız değildir. Kürdistan’da sömürgeci Türk siyaseti hangi esaslar üzerinden oldu, hangi esaslar üzerinde kuruldu? Sömürgeci Türk siyasetinin oluşturulma sebebi bir tane dahi Kürt bırakmamak içindi. Fiziki olarak bitirdiklerini bitirecek, soykırım yapacak Dersim, Ağrı, Palu, Genç, Zilan, Sason gibi katledecek, diğer yandan dilini, kültürünü bitirerek Kürtleri asimile edip bitirecekti. Bu bir insanlık suçudur? Birleşmiş milletler yasalarına göre soykırım ve katliamlar birer insanlık suçudur. Ama Türk sömürgeciliği bunun üzerine kuruldu ve hâlâ da bunu devam ettiriyor. Maraş katliamı üzerinde derince durulmalı ve derin bir anlam verilmeli. Bazıları yüzeysel bir şekilde “mezhep kavgasıdır” diyordu, “Alevi ve Sünniler arasında bir tartışmaydı ve böyle sonuçlandı” diyorlardı. Ya da bir provokasyondu olarak değerlendirildi. Hâlâ da böyle değerlendirenler var. Bu olay olduğu zaman ben Adıyaman’a bağlı……ilçesinde öğretmen okulunda okuyordum. Ailesi Maraş’ta olan birçok arkadaşım vardı. O süreç yanımıza gidip geliyorlardı ve bize söyledikleri bazı şeyler vardı. O süreçten kalan ve şu anda mücadelemiz içinde yaşayan arkadaşlarımız da var. Maraş katliamı olduğunda bu katliam içinde mücadele yürüten arkadaşlar var, şehit düşen arkadaşlar var. Bu olay hakkında dergilerde, gazetelerde konuşmalar çıktı. Sonradan mahkemeler oldu. Yayımlanmayan raporlar ortaya çıktı. Bir şey ortaya çıkıyor burada; Maraş’ta yapılan katliam ne sıradan bir provokasyon, ne de iki mezhep arasında bir çatışmaydı. Bu bir siyasetti, Kürdistan toprakları üzerinde Kürtleri fiziki olarak katliamlarla bitirip, göç ettirmek ve bu temelde bir boşluk yaratıp çıkan boşluğu Türklerle doldurmak, azınlıklarla doldurmak Kürdistan’ı Türkleşme için bir saha yapmaktı. Eğer bu şekilde anlaşılmazsa, genel toplum, Kürtler, Alevi halkımız bu şekilde anlamazsa bu eksik kalır. Bu eksiklik de mücadelede zayıflığa yol açacaktır.
Maraş katliamı Kürdistan’da meydana gelen katliam zincirinin bir parçasıdır. Yapıldığı süreç ilginçtir. Kürdistan işgal edildikten sonra birçok katliam yapıldı, birçok sürgün oldu. Kürt sayısı ile oynandı, Kürt nüfusu azaltıldı, bunun yanında okullarda asimilasyon gerçekleştirildi, Kürt kültürü üzerinde baskı oluşturuldu. Kürdistan işgal edildi ve direnecek kimse bırakılmadı. Bu ne zamana kadar böyle devam etti? 70’lere kadar bu böyle devam etti. 73’ten sonra Önder APO öncülüğünde PKK hareketi çıktı. Türk sömürgeciliğinin “buralar artık Kürdistan değil” dediği, “Fırat’ın batı yakası” dediği yerler yani Maraş, Adıyaman, Antep, Kilis gibi yerler sömürgecilik tarafından Kürtlükten uzaklaştırılan, zafer kazanılan yerler olarak görülüyordu. PKK de özgür yaşamın ilk tohumlarını, özgür yaşam kararını buralarda aldı. Haki Karer ve Kemal Pir başta olmak üzere birçok PKK öncüsü çalışmalarını Antep, Adıyaman ve Maraş’ta yürüttüler. Buralardan ciddi bir katılım oldu. Maraş’ta özellikle de Pazarcık’ta ve diğer yerlerde yüzlerce PKK şehidi var. Bese Anuş, Battal Ersen, Abbas …. Gibi şahsiyetler var, aynı zamanda Antep’de öyleydi. Sömürgecilik baktı ki buralarda Kürt halkı uyanıyor, o yüzden Türk sömürgeciliği Kürtlüğü ve Aleviliği birbirinden koparmak istedi. Bunlar Türk devleti belgelerinde var, bizzat Türk generalleri buna el atmış “Kürtlüğü ve Aleviliği birbirinde koparmalıyız” demişlerdi. Bu temelde buralarda böyle bir siyaset yapmak istediler. Önemli olan ise özgürlük hareketi buralarda gelişti ve buralarda en çok katılım sağlayanlar da Alevi gençlerdi. Bu bölgenin birçok şehidi var. Mücadele yükseldi, gelişti, güçlendi, halk uyandı, bir örgütlenme gelişti, bir irade ortaya çıktı ve PKK’nin ilanı mücadelede büyük bir adım oldu. 27 Kasım’da PKK ilan edildi, 24 Aralık’ta ise bu katliam gerçekleşti. 18’inde, 19’unda başladı, 24’ünde ise bitti. O yüzden 24 Aralık Maraş katliamı olarak adlandırıldı. Bu PKK’nin kuruluşuna, Alevi halkımızın uyanışına, özellikle de Güney Batı Kürdistan’a karşı bir cevaptı. Uyanan, mücadeleye katılan halkımızı korkutmak istediler, yine öldürdüklerini öldürüp geri kalanını da korkutup, mücadeleyi boşa çıkarmak istediler. Maraş bölgesi, ilçeleri birçok yol-yöntemle boşaltıldı. Maraş katliamının sebebi aslında budur.
Katliam derin Türk devleti, MİT, MHP tarafından geliştirildi. Şimdi Erdoğan’ının yardımcısı olan Abdülkadir Aksu o zaman emniyet müdür idi. İçlerinde Avrupa Gladiosu da vardı. Yani bu siyaset burada PKK’ye bir cevap vermek, Kürt halkının uyanışına ve mücadelesine karşı Kürt halkını bitirmek ve Kürdistan’ı boşaltmak için yapıldı. Burada birkaç münafık kutsal dini, İslam dinini kullandı. Bizzat Maraş müftüsü, yine vicdanını satan birkaç münafık imam o zaman yaptıkları anonslarda bunu kullandılar. Bunlar belgeler ile ortaya çıktı. “Hacca gitmek isteyen biri bir Alevi öldürmeli. Siz tuttuğunuz oruç ile kıldığınız namaz ile cennete gidemezsiniz. Ancak bir alevi öldürerek cennete gidersiniz” dediler. Şimdi de Fettullah Gülen bunun fetvasını veriyor, bunun birbirinden hiçbir farkı yok. Yani zihniyet ve dil aynı. Zihniyet aynı olduğu için dil de aynı.
İlk başta iki tane öğretmen öldürüldü. Daha sonra solcu olan kesimler onların cenazesini kaldırmak istedi. O sırada camilerde “komünistler, solcular camilere saldıracak” dendi, bu temelde cenaze merasimine saldırıldı. Daha sonra Alevilerin oturduğu mahallelere saldırıldı. Kadınlara tecavüz edildi, hamile kadınların karınları kesildi, bazılarını yaktılar, bazılarının başları kesildi. Tam bir vahşetti, bunların görüntüleri, belgeleri var. Bu olayı canlı canlı yaşayan insanlar var. Türkleşmeye yer açılması için bu yapıldı. Bugün de bunun üzerine siyaset yapılıyor. Sözde CHP kendini Alevi halkımızın sözcüsü olarak görüyor, aslında Kürdistan halkının birliğini parçalamak istiyor. Hem batıda hem de Dersim’de bunu yapmak istiyor. Bu siyasetle Kürtleri parçalamak istiyor. Zaten bu süreçte bazıları bazı tezler atıyor ortaya “Kürt ayrı, Zaza ayrı, alevi ayrı” diyorlar. Özellikle de Seyfi Cengiz gibi kişiler 78’lerde, 79’larda bu hareketi bölmek için çok çalıştılar, bu tezin sözcüleriydiler. 60’lardan önce Türk generalleri bu şeyi yapıyorlardı. Bugün bir yandan CHP bu konuda çalışıyor, Kürt halkının birliğini bozmak istiyor, diğer yandan ise AKP ve Fettullah Gülen aynı siyaseti yürütüyor. Bunlar da Sünniliği esas alıyorlar, amaçları Kürt halkını parçalamaktır. Kendi Kürdünü, işbirlikçisini yaratmak istiyorlar. Amaçları Sünniliği, Aleviliği korumak değildir.
Tayyip Erdoğan Kürt katillerinden biridir, “özür dilemek lazım” dedi. Bazıları da bunu çok önemli ve büyük bir adım olarak tanımladı. Bu kendini kandırmadır. Bir yandan tek bayrak, tek devlet, tek dil, tek kültür, tek bayrak deniliyor, diğer yandan ise “özür dilenmeli” diyor. “Kimi kandırıyorsun” denmeli. Tek devletten geri adım atıyor musun, tek bayraktan geri adım atıyor musun, tek dilden geri adım atıyor musun, tek vatandan geri adım atıyor musun, hayır. Bu zihniyet Kürdistan’da Dersim, Maraş gibi katliamların olmasına neden oldu. Burada adım atılmıyor. Anayasa tartışmaları yapılıyor ama bazı kırmızıçizgiler var. Nedir bunlar? Tek devlet, tek dil, tek ülkedir. Maraş ve Dersim katliamları bu temelde oldu. Ağrı, Zilan bu yüzden oldu. Bugün de Fettullah Gülen bu temelde fetva veriyor. Bu yüzden genel halkımız ama özellikle de Alevi halkımız, Güney Batı halkımız yani Maraş, Adıyaman, Antep, Malatya, Kilis halkımız uyanmalı ve bu oyunlara gelmemelidir. Kendilerini güçlendirmeli, birliklerini güçlendirmeli, demokratik özerkliği geliştirmeli, ittihat kültürünü devam ettiren, Mustafa Kemal’den kalan ve şimdi İslam yolu ilen devam ettirilen yani AKP ve Fettullah Gülen cemaatinin siyasetini kırmalılar. Doğu Fırat’a geçmesine izin verilmemeli, batıda kırılmalı.
Maraş katliamı münasebeti ile bir kez daha hem bu katliamda yaşamını yitiren kişiler için hem de Güney Batı’da özellikle de Maraş’ta Kürt özgürlük hareketine katılıp şehit düşen kişileri bir kez daha anıyoruz. Bu katliamda rol oynayan, planlayan, parmağı olan kişileri nefretimiz ile lanetliyoruz. Halkımız birliğinin güçlendirip özgürlüğünü elde ederek, hem soykırımların hem de katliamların önünü almalılar. Yine ülke dışında yaşan halkımız ise kendi topraklarına geri dönmelidirler. Ulusal değerlere ve Önder APO’ya bu tarz bir ruhla sahip çıkılmalıdır. Önder APO’ya yapılan tecrit katliamda ısrardır, soykırımda ısrardır. Bu bilinçle bir kez daha halkımızı Önder APO üzerinde yürütülün tecride karşı, yine yürütülen soykırım operasyonlarına ve Türk işgalciliğine karşı serhildana çağırıyoruz.
Bozan Tekin
- Ayrıntılar
"Öncelikle Sayın Abdullah Öcalan ve bütün Kürdistan halkından izin alarak bu eylemi gerçekleştiriyorum. Ben şimdi bedenimi ateşe veriyorum ama unutulmasın ki bunu halkım için yapıyorum. Barışın sesi olmak istiyorum. Bedenlerini ateşe veren arkadaşlarımız gibi…
Hiç kimsenin üzülmesini istemiyorum. Mezarımı Kürdistan bayrağıyla süsleyin. Bütün Kürdistan halkını ve gerillaları sevgi ve saygı ile kucaklıyorum."
Yeniden bir Kürdistanlı genç bedenini ateşe verdi. Bu yıl Mustafa Malçok bedenini ateşe vermişti ardından da bir müddet sonra Evrim Demir. Şimdi ise Fırat İzgin. Ve her bedenini ateşe verenle bizlerin bedeni ateşe verilmiş oluyor. Bu kadar acıyı göze alanlarla bizler acının en ağırını yaşıyoruz. Nasıl ki vurulan yoldaşlarımızla biz vuruluyorsak, nasıl ki cenazeleri yerlerden süründürülen yoldaşlarımızla biz süründürülüyorsak öyle her Kürt gencine kalkan elle biz vuruluyoruz. Biz yaralanıyoruz, bizlerin kolları kırılıyor, bizlerin başları yaralanıyor, bizlerin kafaları dipçiklerle param parça ediliyor, bizler linç ediliyoruz, bizler bıçaklanıyoruz.
Evet, o nazik, nazik olduğu kadar da güzel körpecik canlar bedenlerini ateşe verirlerken bizler cayır cayır yanıyoruz. Çünkü her kendisini ateşe veren gençten bize bırakılan mesajlar var. Fırat İzgin bizim için “Bütün Kürdistan halkını ve gerillaları sevgi ve sayı ile kucaklıyorum" diyor ve bize mesajını bırakıyor.
Daha önce bedenini ateşe 14 Temmuz sıcaklığında veren Evrim Demir ise: “AKP hükümeti bir kanal vererek bizi kandıracağını sanıyor. Artık öyle Kürtçe söyleyip oynamak falan yok. Bir statü istiyoruz. Biz kendi kendimizi yönetme hakkı istiyoruz. Biz var olduğumuzun ve PKK hareketiyle bir bütün olarak kabul edilmiş istiyoruz. Bu da böyle bilinsin. Artık “PKK hareketini imha ederiz, tasfiye ederiz” deyimiyle 30 yıl daha savaşa hizmet ederler. Ben ve benden sonrakiler bunu kabul etmez. Tekrar ayaklanırız 70 yıl sonra bile olsa” diyerek bize gitmemiz gereken yolu göstermişti. Bize meşale oldu.
Evrim Demir’den önce Kürtlerin miladı olan 15 Şubat günü hemen Dicle nehrinin kıyısında “15 Şubat karanlığını yanık bedenlerin aydınlatmasıyla” yazan Mustafa Malçok ise komploları nasıl karşılamamız gerektiğin en açık ve berrak bir şekilde dile getirmişti.
Ve birde 15 Şubat 2010 yılında Adıyaman’da bedenini ateşe veren Müslüm Doğan’ın: “Adı bile yasak olan bir halkın, küllerinden tek tek dirilten Reber Apo'ya her Kürt genci gibi ben de binlerce kez minnettarım ve anlasınlar ki Kürt halkı bir daha asla ihanete uğramayacaktır ve bedenlerin tutuşacağı bugün de özümüz olan özgürlüğe gideceğimizi, gittiğim yoldan asla dönemeyeceğimizi tüm mutlak inançla belirtmek isterim. Beritanlaşmak, Semalarda yücelmek, Mazlumlaşmak, Viyanlara ulaşmaktır” diyerek bizim yol göstericilerimiz olan Beritan, Sema, Mazlum ve Viyan yoldaşlara nasıl bağlı yaşamamız gerektiğinin ışıklı yolunu büyük bir özveriyle göstermişti.
Evet, bu kadar güzel bedenler canlarını Yeşil Türkî Faşizm’e karşı ateşe vererek karşı duruyorlarken ve gitmeden önce bıraktıkları son mektuplarında hep bize özel selamlarını ve bağlılıklarını göndermişlerken bizlerin onların insan aklı ve iradesinin zor dayanacağı bu eylemlerine ölümüne bağlı kalacağımız açıktır. Onları, o gencecik bedenleri, bizleri Yeşil Türkî Faşizm’e karşı dimdik ayakta tutacak yegâne güç kaynaklarımız olarak hep minnetle anacağız. Onları sadece anmayacağız, onları kendimize göklerde yol gösteren en değerli yıldızlar olarak esas alarak zorlu mücadelemizde yol gösteren yapacağız.
Evet, bununla da sınırlı tutmayacağız bedenlerini ateşe veren ateşe verirken hiç tereddüt göstermeden gerillasına inanarak dünyanın en zor olan eylemini ortaya koyan bu gencecik körpecik bedenleri her zaman tüm zamanlarda yüreğimize alarak onların sıcaklıklarıyla kendimizi ısıtacağız. Onların bize verdiği bu ısı ve enerjiyle onların özlemleri olan daha adaletli ve eşit, daha paylaşımcı bir dünyayı yaratmak için hiçbir bedelden geri durmadan mücadelemizi bu faşizm ortadan kalkana kadar devam edeceğiz.
O körpecik bedenlerini ateşe vererek şahadet tacını giyen kahramanların önünde saygıyla eğiliyoruz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Halk ve ülke olarak özgürlük mücadelesinin tarihi, zorlu dönemecine girdik. Final dönemeci olarak da adlandırılan bu süreçte sömürgeci saldırıların, çatışmaların, zirvede süreceği açıktır. Aynı şekilde genel olarak mücadelemizde daha büyük direnişlerin, kahramanlıkların, fedailiklerin de zirvede seyredeceği açıktır. İşte son günlerde Midyatlı bir gencimizin, sömürgeci Türk devletinin Kürt halk Önderi Abdullah Öcalan üzerinde ağırlaştırdığı ve giderek büyük, ağır bir işkenceye dönüşen tecritini ve artan baskı-işkenceleri protesto etmek için gencecik bedenini ateşe verdi. Çocuk yüreğinde, kendi ulusal Önderine karşı ve kendi ulusuna yabancı bir gücün, sömürgeci Türk devletinin yaptığı zulmü, haksızlığı, adaletsizliği çok derinden ancak büyük yaşadı. Derinden hissetti. Ve bedenini ateşe verdi.
Amed zindanında Ferhat Kurtaylarla birlikte başlayan sömürgeci Türk devletini protesto etmek için bedenini ateşe vermeler, Kürt halk Önderi Abdullah Öcalan’ın uluslar arası komplo ile esaret altına alınmasıyla birlikte “Güneşimizi karartamazsınız” şiarıyla başladı. Altmış kadar PKK militanı esaret koşullarında böyle bir eylemi gerçekleştirdi. Daha sonra Önderlik üzerinde uygulanan tecrit ve uygulamaları ise protesto etmek ve dikkatleri İmralı’ya çekmek için PKK’nin militan Önderlerinden birisi olan Viyan Soran yoldaş aynı tarzda bir eylem gerçekleştirdi. Evelki yıl Diyar Xoy Kandil’de, geçen yıl da dört gencimiz, sonra Müslüm Doğan, Mustafa Malçok, Evrim Demir ve şimdi de Fıratımız… henüz 15 yaşında bir çocuk, bir genç…
Bu ülkenin çocukları, gençleri, oğulları, kızları hala canlarını cayır cayır ateşe atmaktadırlar. Bir genç, daha çocuk denecek yaşta nasıl olur da, henüz yaşama doymamışken, o yaşama doymamış bedenini ateşe verir? Bununla ne anlatmak istiyorlar? Düşmana ne mesaj verilmek isteniyor, Kürt halkına, Kürdistanlılara ne söylenmek isteniyor? Anlamadığımız bir şey mi var ortada, yapmamız gerekip de yapmadığımız, yeterince yapamadığımız görevler mi var? Eğer durum anlaşılır, görevler yapılsa, işler yolunda gitse, kim, ne için farklı bir mesaj vermek istesin, hem de gencecik bedenini ateşe versin?
Fırat Kürdistan’ın en büyük nehridir. Engel tanımıyor. Kürdistan’ın bağrından çıkıp kendisine akacak bir yatak açarak akıyor. Engellerle karşılaşınca kabarıyor, köpürüyor, haykırıyor. Adeta dünya-aleme bana engel olmayın diyor. Engeller, barajlar, bentler karşısındaki isyanıdır bu. Adı Fırat İzgin. 15 yaşında. Onun çağrısı ne peki? Neden bir yazıyla, açıklamayla, pankartla, molotofla değil de mesajını böyle verdi? Neden kendisini yaktı? Neden böyle bir mektup bıraktı? Ve bizler halk olarak, yurtseverler olarak, ne kadar anladık? Demek ki ortada anlaşılmayan, yolunda gitmeyen, görülmeyen, hissedilmeyen, yapılması gerekip de yapılmayan bir şeyler var! Bir yetersizlik, duyarsızlık var!
Bir çocuğun hayallerinden, duygularından daha temiz, çıkarsız, riyasız, açık, dürüst, saf ne olabilir?
Yıllar önce Zilan ( Zeynep Kınacı) yoldaş, Dersim’de sömürgecilere karşı fedai eylemini koymadan önce Kürt halk Önderi için, keşke canımdan başka bir şeyim olsaydı ve onu de verseydim, diye yazmıştı. Zilan bir büyük mesajdı. Kürt halkı için Önderliğin ne demek olduğunu en iyi, zirvesel düzeyde kavrayan bir kişilikti. Irkçı-faşist, soykırımcı Tansu Çiller ve ekibinin Kürt halk Önderine karşı yaptığı suikaste karşı bir cevap olarak böyle bir eylemi gerçekleştirmişti.
O zaman direkt Kürt halk Önderliğini tasfiye etmek, katletmek vardı sömürgeci Türk devletinin hedefinde. Bugün ise ırkçı-faşist AKP ve Gülen cemaatinin hedefinde de, Kürt halk Önderini tasfiye etmek vardır. Birisi tonluk bombayla bunu yapmak istemiş, Tayyip Erdoğan denilen bölge halklarının kutsal dinini bile ırkçı-faşist emelleri için kullanmaktan çekinmeyecek kadar ahlaksız, ikiyüzlü bu şahıs, Önder Apo’yu tecrit işkencesiyle imha etmek istiyor. Ya da tecritle delirtmek istiyor. Yıllar Önce Kürt halk Önderi bana “Rudolf Hes modelini uygulamak istiyorlar” dememiş miydi? Sömürgeci AKP sisteminin üç asından birisi olan Bülent Arınç, Önderlik üzerindeki tecrit ve avukatlarınında rehin alınmasından sonra, baş gövdeden koparılmış, diyerek zaferini ilan etmiştir. Demek ki sıra gövdenin parçasına gelmiştir! Öyle planlıyorlar. Yeşil Ergenekon vasıtasıyla her alanda yurtseverlerin ulusal birliğini, örgütsel birliğini bozmak, parçalamak, çelişkiler yaratmak, sonra bu çelişkileri işleyerek, yönlendirerek hedefine ulaşmak. Hedef budur.
Bu tabi ki büyük bir tehlike! Genç Fıratımız, bu tehlikeye dikkat çekmiştir. Şüphesiz halk direniyor. Mücadele ediyor, yapılan saldırılar, soykırım operasyonları karşısında kendisini yeniden örgütlemek, güçlendirmek istiyor. Bu durum AKP-Gülen cemaatinin stratejisini, taktik uygulamalarını boşa çıkarıyor. Bir dalga kıran görevini görüyor. Ancak bütün bunlar yetersiz kalıyor.
İşte en son Amed’den başlayıp Kuzey Kürdistan’ın dört biryanına dalga dalga yayılan, Batman, Kızıltepe, Şırnak, Nusaybin’deki mitingler, yürüyüşler…bu mitingler Kürdistan halkının Önder Apo’ya, PKK’ye, BDP’ye, KCK sistemine, kendi özgürlüğüne, ülkesine, toprağına, ulusal değerlerine her koşul altında bağlı kalacağını ortaya koymuştur. Bu soykırım saldırıları, bu ırkçı-faşist yönelimler ortamında yüzbinlerle ortaya çıkmak elbette önemli bir özgürlük iradesini ortaya koymaktır. Anlamlıdır ve anlamı büyüktür. Ancak yetmiyor! Peki, yetmeyen taraf nedir? Yolunda gitmeyen taraf nedir? Bize ölümüne bunu kavratmak, göstermek isteyen, bunu canını ateşe vererek yapmak isteyen gencimize göre yapılmayan, görülmeyen, hissedilmeyen nedir?
Yurtsever Batman halkı son yılların en görkemli kitlesel gücünü, Ez lıvırım, İrademe dokunma, mitinginde sömürgeci uygulamalara karşı ortaya koydu. Şırnak’ta öyleydi. Gerçekten muhteşem bir irade gösterisiydi! Fakat sömürgeci AKP-Gülen faşist çeteleri ertesi gün Batman belediyesi başta olmak üzere, birçok yurtsever kurum-kuruluşa saldırdı. Botan’ın kalbi Şırnak’ta rehin almalar oldu. Bu Agitlerin, Edip Solmazların, Medeni Gürgenlerin şehri Batman’da, Adillerin, Çiçeklerin şehri Şırnak’ta bu kendi iradelerinin temsilini ifade eden Belediye ve diğer kurumların işgal edilmelerine, öfkeli, tepkili ancak bunu eylemiyle ortaya koyacak, belediyesini, kurumlarını savunacak bir pratik sergilenmedi. Herkesin gözlerinin içinde onlarca insan gözaltına alınmakta, fakat ciddi bir tepki yok! Ama daha dün onbinlerce kişi alanlarda büyük bir kararlılıkla irade ortaya konulmuştu, “irademe dokunma” denilmişti! Ama sömürgeci AKP’nin polis çeteleri sadece dokunmuyor, saldırıyor, ortadan kaldırmaya çalışıyor. Demek ki uyarılarınız dikkate alınmıyor. Onlar, sömürgeciler, Kürdistan’ın Türk işgalcileri bu uyarıları hiç duymazdan geldiler. Bildiklerini okumaya devam ediyorlar. Onlar, Kürdistan halkının düşmanları o kadar kindar ve öfkelidirler ki, değil Kürdistan halkının iradesine ve sesine saygılı olmak, onlar, Kürdü Türkleştirmek suretiyle yok etmek ve Kürdistan’ı belleklerden silmek istemeyi Türk olarak varoluşlarının esası haline getirmişlerdir.
Benzer saldırılar birçok yerde ortaya konuldu. Halkın seçilmiş temsilcilerine, iradelerine saldırıldı. Kurumları yağma edildi, kırıp-döküldü.
Ey Kürdistan halkı, Ey Batman halkı, bu toprakların ve ülkenin gerçek sahibi Kürt kadınları, gençleri, emekçileri çok mu zor, gidip Belediye binasının önünde onbinlerle toplanıp barikat kurmak, kurumların önüne binleri toplamak… Gerçekten çok mu zor?
Yoksa yapılan mitingler, çağrılar yeterli mi görülüyor? Eğer yetseydi, anlaşılsaydı hemen arkasından bu soykırım saldırısı olur muydu? Bu kadar pervasız olurmuydu? Demek ki yetmiyor! Demek ki onların anladığı dilden henüz konuşmuyoruz! Ama konuşamaz mıyız?
İşte Fırat’ın ve genç kızlarımızın, oğullarımızın yüreklerimize, beyinlerimize mesajı, sömürgecilerin, işgalcilerin anladığı dilden konuşmaktır!
O gençti, çocuktu ama cesareti, bilinci büyüktü! Çünkü Fırat’tı. Fırat gibi büyük, asi, engel tanımaz, her engel karşısında onu aşmanın sesi ve bir isyan çağrısıydı.
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
2011 yılının sonuna doğru geliyoruz. Yıl değerlendirmeleri daha şimdiden başladı bile. Herkes kendi penceresinden 2011 yılını analiz etmeye çalışıyor. Herhalde bütün bu analizler genel planda şu noktada birleşecek: Büyük mücadele ve değişim yılı!
Gerçektende 2011 yılı tarihin en büyük mücadele yıllarından biri oldu. Mücadele ekonomik, siyasi ve askeri olmak üzere çok boyutluydu. Amerika’dan Avrupa’ya, ordan da Ortadoğu’ya olmak üzere bütün alanlara yayıldı. Değişim konusunda ise hem Avrupa’da hem de Ortadoğu’da ciddi iktidar değişiklikleri yaşandı. Bunlar arasında ikisi vardı ki, her biri bir düzine başa bedeldi: Roma’nın arlanmaz imparatoru Berlisconi ile Mısır’ın son firavunu Mübarek!
Ben kendimi bildim bileli sonu 1’li olan yıllar felâket geçiyor. İlki 1971 yılıydı. Dünyada olduğu gibi ülkemizde de gençlik devrimi temelinde gelişen büyük demokrasi hareketi, 12 Mart askeri darbesinin balyoz vuruşları altında ezildi. Biz daha yeni gençliğe adım atan nesil tamı tamına ne olduğunu bile anlayamadık.
İkincisi 1981 yılıydı. 12 Eylül 1980 faşist-askeri darbesinin vahşi baskı ve işkenceleri altında bizim nesil de ezildi. 1971’in ne demek olduğunu ancak 1981’de anlayabildik. Demokrasi adına Türkiye ve Kürdistan’da gelişen ne varsa hepsini ezen ve yok eden faşist-askeri rejimin saldırıları altından ancak PKK kısmen kendini kurtarabildi.
Üçüncüsü 1991 yılıydı. Sovyetler Birliği’nin çöktüğünü gösteren ABD-Irak Körfez Savaşı, her bakımdan yeni bir sürecin başlamış olduğunu ilân ediyordu. Buna Üçüncü Dünya Savaşının başlangıcı da denildi. Kürtler Kuzey’de ve Güney’de serhildanlar geliştirerek bu yeni sürecin yıkıcı etkilerinden korunmaya çalıştılar.
Dördüncüsü 2001 yılıydı. Amerika’da 11 Eylül İkiz kule saldırısıyla Üçüncü Dünya Savaşında yeni bir aşama başladı. 1991 Körfez Savaşı ile Ortadoğu’ya askeri bakımdan yerleşmiş olan ABD için Ortadoğu savaşının önü açıldı. Hem Afganistan hem de Irak savaşıyla ABD, Güney Asya ve Ortadoğu bölgelerini merkezden yardı. Kürtler bu ağır çelişki ve çatışma ortamında kendilerini korumaya ve statü kazanmaya çalıştılar.
Beşincisi de 2011 yılı oluyor. Bu yıl hem dünya, hem bölge ve hem de Kürdistan açısından büyük mücadele ve değişim yılı oldu. Dünya 1929 kapitalizmin büyük bunalımıyla kıyaslanan ağır bir ekonomik krizin pençesinde kıvranırken, kapitalist sistemin umudu ve kurtarıcısı sayılan Avrupa Birliği’nin gelecği bile tartışılır hale geldi. Tunus ve Mısır isyanlarıyla başlayan “Arap baharı” ise, Afganistan ve Irak savaşları ardından Ortadoğu’nun yeniden yapılanmak zorunda olduğunu herkese gösterdi. Aynı zamanda yaklaşık kırk yıldır süren Kürdistan üzerindeki mücadelenin artık bir sonuca bağlanması gereği netçe ortaya çıktı.
Şimdi kapitalist sistemin yaşadığı ağır ekonomik ve mali krizden nasıl çıkılacağı konusu ilgili çevreler tarafından yoğunca tartışılıyor ve araştırılıyor. Doğal olarak kriz, sistemin merkezi olan Avrupa’yı vuruyor. 2011 yılında krize karşı yürütülen ekonomik ve mali mücadele kesin ve kalıcı bir sonuç vermemiş görünüyor. Bir yandan krizi yaşayan sistemin ezdiği kitleler Amerika’dan Avrupa’ya kadar her alanda krizin merkezi olan borsaları işgal etmeye yürürken, diğer yandan sistem kendi içinde ağır kemer sıkma programlarını devreye koyuyor. Bu da Yunanistan’dan İtalya ve İspanya’ya kadar birçok Avrupa ülkesinde daha şimdiden hükümet değişikliklerinin yaşanmasını gerçekleştirmiş bulunuyor.
Burada özellikle Papandreu ve Berlisconi hükümetlerinin düşüşü önemli ve anlamlı görünüyor. Bunlar sadece Avrupa’nın iki şımarık hükümetinin devrilişi değildir. Aynı zamanda krizi kitlelere yüklemek için yeni ekonomik programların devreye konmasını da ifade ediyor. Peki, bu programlar sonuç verecek midir? Kapitalist sistem bu temelde yaşadığı krizden kurtulabilecek midir? Bu soruların cevabı henüz net ve kesin değildir. Umut olduğu kadar tersi de geçerliliğini korumaktadır. Bu temelde sürecek kriz durumu sistem içindeki ekonomik ve siyasi mücadeleyi derinleştirirken, krizin sonuçları üzerine yüklenen kitlelerin daha yaygın ve şiddetli halde sisteme karşı mücadeleye yönelmeleri de en güçlü olasılık durumundadır.
2011 yılının mücadele ve değişim gerçeği, Ortadoğu bölgesinde çok daha belirgin ve şiddetli yaşanmaktadır. Avrupa’da ekonomik-mali krizle bulaşık bir siyasal mücadele yaşanırken, Ortadoğu’da siyaset, savaş ve halk isyanlarıyla iç içedir. Bu temelde yılın ilk ayında Tunus’ta başlayan ve kısa bir sürede Binali yönetimini değiştirmeyi başaran halk isyanı, hızla Mısır’a ve diğer Arap ülkelerine yayılmıştır. Mısır’da çok güçlü görünen otuz yıllık Hüsnü Mübarek yönetimden düşerken, yaşanan isyan Yemen’de ve giderek Libya’da içsavaş konumu kazanmışır. Yemen’de muhalefete karşı ABD desteğine sahip olan Ali Abdullah Salih yönetimi zorda olsa kendini ayakta tutarken, ordu ve hükümet içinden örgütlenen bir darbeyle sarsılan Kaddafi yönetimi ise, çok çalışmasına rağmen NATO saldırıları karşısında ayakta kalamamış ve 2012 yılını görememiştir.
Hiç kuşkusuz bir yıl içinde Arap aleminde yaşanan bu siyasal değişim asla küçümsenemez. Otuz yıllık Mübarek, kırk iki yıllık Kaddafi iktidarlarının bu tarz devrilişi 2010 yılında tasavvur bile edilemiyordu. Hatta bu tarz düşünce ileri sürenlere “Deli” olarak bile bakılabilirdi. Ancak hayal bile edilemeyen bir siyasal mücadele ve değişim Arap aleminde yaşandı. Ve bu sürecin devam edeceği de anlaşılıyor.
Kuşkusuz 2011 yılında Arap aleminde yaşananlar Üçüncü Dünya Savaşı denen sürecin yeni bir aşaması ve belki de sona doğru gidişi oluyor. Başlangıç 1991 Körfez Savaşıydı. Bu savaşla Saddam yönetimi daraltıldı ve ABD askeri olarak Ortadoğu’ya yerleşti. İkinci aşama 11 Eylül 2001 İkizkule saldırısı ardından gelişen Afganistan ve Irak savaşlarıydı. Taliban ve Saddam yönetimlerinin yıkılışıyla Güney Asya ve Ortadoğu’daki ulus-devlet statükoları merkezlerinden yarılmış oldu.
Şimdi 2011 Ocağından itibaren başlayan Tunus ve Mısır isyanlarıyla gelişen Arap baharı üçüncü aşama oluyor. Bu aşamada Arap aleminde ulus-devleti temsil eden bireysel yönetimler yıkılıyor. Bu üçüncü aşamanın yirminci yüzyıl yönetimlerinin yıkıldığı aşama olacağı anlaşılıyor. Ancak eskinin yıkımıyla yeninin inşası içiçemi olacak, yoksa yıkımdan sonra yeninin inşası yeni (dördüncü) bir aşama olarakmı yaşanacak, bu durum henüz pek belli görünmüyor. Her iki olasılık da mevcuttur. Hangi olasılığın yaşanacağını ise Suriye etrafında yaşanacak mücadele gösterecektir.
Mevcut haliyle hem halktan ve hem de ABD’den gelen baskıya karşı direnen tek Arap rejimi Suriye’deki Esat yönetimidir. Eğer Esat yönetimi yıkılırsa yirminci yüzyıl Arap yönetimlerinin tümü yıkılmış olacaktır. Çünkü Ürdün, Kuveyt, Suudi gibi krallıkların ciddi bir varlık göstermeleri mümkün değildir. Kapitalist sistem nasıl isterse onlar ona göre şekil alacaklardır. O nedenle Arap aleminin yeniden yapılanışının nasıl olacağını Suriye üzerindeki mücadelenin sonuçları belirleyecektir.
Sadece Arap aleminin nasıl yapılanacağını mı? Belli ki hayır. Suriye üzerindeki mücadelenin sonuçları tüm Ortadoğu’nun nasıl yapılanacağını belirleyecektir. Yani Suriye üzerindeki mücadele bir bölgesel mücadeledir ve herkes tarafından da böyle ele alınmaktadır. Şimdi Ortadoğu’daki değişim ve mücadele gelip Suriye üzerinde odaklanmıştır. Bu büyük mücadele 2012 yılına devredilmektedir ve belki de 2013’e bile sarkabilir. Demek ki 2012’de de mücadele ve değişim devam edecektir.
Ortadoğu’daki Kürtleri inkâr ve imha eden statükonun böyle parçalanması Kürtler açısından çok önemli ve de iyidir. 2011 yılı Kürtlerin umutlarının daha da arttığı ve varlıklarının güçlendiği bir yıl olmuştur. Özellikle de Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Ortadoğu’dan çıkarılmasının birinci dereceden sorumlusu Hüsnü Mübarek ile Roma’dan çıkarılmasının sorumlusu Berlisconi’nin bu yıl iktidardan düşmeleri Kürtleri çok, ama çok sevindirmiştir. Derler ya, alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste!..
Selahattin ERDEM
Özgür Politika
- Ayrıntılar
Türkiye devleti yetkilileri özelde de Yeşil Türki Faşizmin temsilcileri tarihe yeni bir yöntem kazandırdılar. O yeni yöntemin özü insan duygularını yanıltmadır. Birileri diyecek ki bu yöntemi daha önce de kullananlar olmuş ve halende kullananlar vardır. Ve birileri diyecek ki bu sizin bahsettiğiniz yöntemin ismi özel savaş ya da özel psikolojik savaştır. Ve birileri de diyecek ki çok büyük bir tespit yapmış olmuyorsunuz bildiğimiz bir şeyi bize yeni bir şeymiş gibi sunuyorsunuz.
Söylenenler doğru olabilir. Bu yöntemi daha önce başkaları kullanmış olabilir. Hatta dünyanın farklı alanlarında bu yöntemi kullananlarda muhtemelen vardır. Ve bu insan duygularını manipüle eden yönetme biçimine özel savaş ya da özel psikolojik savaş denildiği de doğrudur. Bu söylenenler ışığında yola çıkarsak elbette yeni bir şey söylenmiş olmuyor. Lakin bizim söylediğimiz daha farklı bir şeydir.
Söylediğimiz nedir?
Yeşil Türkî Faşizm kendisini insan duyguları üzerinde şekillendiriyor. Daha doğrusu insan duygularını en derinlikli olarak nasıl yönlendiririm, manipüle ederim, yanıltırım, kendi tarafıma çekerim, kandırırım, etkilerim ve tabii ki gözlerini boyarım hedefini gözetliyor.
Biz Şili’de yirmi yalanın nasıl bir doğru ettiğini iyi biliyoruz. Ancak Yeşil Türkî Faşizm sadece “bin yalan bir doğru etse de” bu bin yalanı söylemiyle sınırlı değildir. Böyle olsa birilerinin söylediği tespitler ya da eleştiriler yerinde olurdu. Ne var ki Yeşil Türkî Faşizm ya da Faşistler (YTF) sadece bu yöntemi kullanmıyorlar. Yani sadece kuru bir psikolojik savaş yürütmüyorlar. Tersine psikolojik savaşı da yanlarına alarak insan denilen varlığın ne kadar kutsal değerleri varsa bunlara el atarak, bunları sahiplenerek, bunları kullanarak bu güzel varlığı dolandırıyor.
İnsan varlığının iç dünyasında aradığı ve onsuz yaşamak istemediği en önemli arayışı özgürlüktür, adalettir, eşitliktir, şefkattir, ortakçılıktır, toplumculuktur derken dini inançlarıdır, emektir ve daha nice böyle güzel erdemlerdir. İşte YTF’ler bu değerlere el atarak, ters yüz ederek insan dünyasına girmeye çalışıyorlar. Bu değerlerle tüm bir insanlığı kandırmayı ve refleksiz kılmayı hedefliyorlar.
Söylemek istediklerimizin daha iyi anlaşılması açısından: YTF’ler örneğin hepsi ticaretçidir. Muhafazakârdır. Milliyetçidir. Devletçidir. Otoriterdir. Askercidir. Güççüdür. Ama bu YTF’lere dikkat edersek söylemlerinde işçidir, emekçidir. Demokrattır. Sosyal demokrattır. Sosyal adaletçidir. Halkların kardeşliğini dilinden düşürmezler. Toplumcudurlar. Çoğulcudurlar. Savaşa ve şiddete karşıdırlar. Tanrının verdiği canı bir tanrı alabilir derler. Ve alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste demeyi de ihmal etmezler. Böyle onlarca olayı sıralamak mümkündür. Ahmet kaya’yı ülkeden atarlar ama onun için gözyaşı dökerler. Kürdistan’ın her yerini zindana çevirirler ama Amed zindanı için gözyaşı dökerler. Faili Meçhullerin açığa çıkmaması için onlarca takla atarlar ancak Berfo ananın öyküsünde yine gencecik fidanların asılmasını dile getirerek gözyaşı dökerler. Dersim katliamı derler ama bugün Kürtler Dersim gibi yaşamak istedikleri için ölümden ölümler yaşatmaktadırlar.
Lafı uzatmadan YTF’ler demokratların, solcuların, sosyalistlerin, feministlerin, özgürlükçülerin, gençlerin, sanatçıların, devrimcilerin, inançlıların tüm değerlerini azlarına dolayarak öyle olmadıkları halde kendilerine mal ederek insanın ruh dünyası manipüle etmeyi bir yöntem olarak benimsemişlerdir. Yani söylemde ret ederek değil, tersine söylemde sahiplenerek kendine eklemleyerek yapan bir yöntemi seçmişlerdir. Bu yöntem dünyada tektir.
İnsan sonuçta duygulu duygu yüklü bir varlık olduğu için içinde kabul etmediklerini hal hareketlerine, mimiklerine, gestiklerine, ses tonuna, göz kaşına derken mutlaka bir şekilde yansıtır. Ancak bu YTF’ler kendilerinin inanmadıklarını, kendilerine uyumlu olmayanları bile sanki inanıyormuş gibi sanki kendilerine uyumluymuş gibi kendilerini gösterebiliyor ve renk atmıyorlar. Ses tonlarını değiştirmiyorlar. Gözlerini kaçırmıyorlar. Tersine bu kadar büyük yalanlara rağmen insanın gözlerinin içine baka baka söylüyorlar, gözyaşı döküyorlar.
İşte bu yeni geliştirilmiş bir yöntemdir. Hiçbir insanın kolay kolay etkisinde kurtulamayacağı bir yöntemdir. Hele siz bu duruma insanın ruh dünyasındaki temizliği, saflığı ve tabii birde güzel insan arayışını da eklerseniz insanın bu kadar renk atmayan yalana inanmaması mümkün değildir. Tarihin o en meşhur bukalemun, ikiyüzlü hatta yüzsüz olan Fouche’si bile bunların eline su dökemez.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da İnsan hakları haftası kutlanmaktadır. Ancak Türk devletinin oluşum mantığı, zihniyeti, felsefesi ve özellikle Kürt ulusunu yok etme, soykırıma uğratma ve Kürdistan’ı Türk uluslaşmasının doğal genişleme alanı görme zihniyeti yeterince tartışılmadan, anlaşılır kılınmadan yapılan insan hakları ihlalleri gündemleştirilmeye çalışılmaktadır. Bunun da ciddi yetersizlikler taşıdığı çok açıktır. Hatta sanki Kürdistan’da gerçekten insanın, insan olmaktan kaynaklı, tartışılamayan, kısıtlanamayan, gasp edilemeyen, baskı altına alınamayan hakları varmışta, ancak bunun yanı sıra, bazı ihlaller yaşanıyormuş gibi bir yanılsamaya veya böyle bir algının oluşmasına da götürebilir. Kaldı ki, böyle bir yanlış yaklaşım ve algı da, sömürgeci Türk devletinin algı yapıcıları ve Gülen’in faşist Cemaati tarafından da kendi medyaları aracılığıyla yeterince oluşturulmuştur.
Sömürgeci Türk devletinin soykırım zihniyeti, politikası ve uygulamaları en çok Kürt Önderlerine karşı yaklaşımlarında kendilerini ele vermektedirler. Kürt halkı, ulusunun varlığı, hakları kabul edilmediği için, Önderlikleri de kabul edilmemiş, sömürgeci cumhuriyet tarihi boyunca sürekli idamlarla imha edilmişlerdir ya da suikastlerle ortadan kaldırılmışlardır. Önder Apo’ya karşı daha önce geliştirilen suikast girişimi, ardından idam cezası ve sonra geliştirilen ağırlaştırılmış müebbet ve son beş aydan bu yana uygulanan işkenceye dönüşen tecrit bu zihniyetin güncel ifadesidir. Sömürgeci AKP siyasetinin önemli isimlerinden birisi olan Bülent Arıncın, Kürt halk Önderi üzerindeki tecritin ağırlaştırılmasından ve avukatlarının tutuklanmasından sonra, “ gövdeyi baştan ayırdık” demesinin anlamı açıktır. Baş gövdeden neden ayrılmaktadır? Gövdeyi parçalamak için değil mi? Parçalanmak istenen gövde ise Kürt halkıdır, onun örgütlü mücadelesidir. Tüm bu nedenlerden dolayı Kürdistanlı kadınlarının başlattığı, “ Önderliğimizi Özgürleştirelim, soykırıma son verelim” hamle yerinde bir çıkış olmaktadır.
Kürt halk Önderi Abdullah Öcalan, son olarak kaleme aldığı kitabının adını, soykırım kıskacında Kürtler olarak belirlemiştir. Gerçekten de tüm verilere bakıldığında, Kürt ulusu kelimenin gerçek anlamıyla bir soykırıma tabi tutulmaktadır. Hem fiziki olarak, hem kültürel olarak bir soykırıma tabi tutulmaktadır. Ekonomi, eğitim, siyaset, istihbarat, kültür, sanat, hukuk, idare vb. her şey bu amaçla düzenlenmişlerdir.
1925’te, şeyh Sait isyanından sonra yapılan fiziki Kürt soykırımından sonra, yürürlüğe giren Şark Islahat planının kendisi aslında bir soykırım suçunun belgesidir. Tam bir sömürge politikasını ifade etmektedir. Bu amaçla da eritme-yok etme planı yürürlüktedir. Özel bir devlet mekanizması, özel bir hukuk sistemi kurumlaştırılmıştır. Oradaki maddelere bakıldığında, Türk ulus devletini oluşturmak için Kürdün yok edilmesi hedeflenmiştir. Kürdü Türkleştirme amacıyla, Kürdistan’dan Kürtleri zorla göçertme, Türklerin yoğun olarak yaşadığı şehirlerde Türkleşmelerini sağlama, Kürt dilini yasaklama, kültürünü yasaklama, konuşanları cezalandırma, Kürt çocuklarını, oğullarını-kızlarını ailelerinden uzaklaştırarak Türkleştirmek amacıyla okullara yerleştirme, ticaretin, ekonominin Kürtlerin elinde yoğunlaşmasına izin vermeme, demografyayı bozma da dahil hemen hemen BM de kabul edilen soykırım ölçülerine birebir uymaktadır.
Aslında İttihat terakki döneminden başlatılan bu soykırım süreci, 25 ten sonra kapsamlı bir planlama dahilinde, daha sistematik bir biçimde yürürlüğe girmiştir. Şark Islahat planının hazırlanma sürecinde ve sonrasında hazırlanan öyle belgeler vardır ki, insanın tüylerini diken diken eden cinsten belgelerdir. Örneğin bir belgede, yatılı okullara alınacak çocukların, evlerinde yapılan yemeklerden uzak tutulmaları gerektiğini bile maddeleştiren bir zihniyet vardır. Çerçiliğin yasaklanmasını savunan maddeler bile vardır. Öylesine ince ince bir soykırım planlanmış ki… eğer Kürtlerden çerçilik yapan olursa, Kürtçe konuşur ve elinde sermaye birikir, denilmektedir. Adeta işi şansa bırakmama, Kürtlüğün nefes alabileceği tüm delikleri tıkayarak mutlaka Kürtlüğü bitirmeyi amaçlayan cinsinden bir uygulama… Hitlerin gaz odalarının amacı neydi ki? O da işi şansa bırakmamak ve kestirmeden sonuca gitmek için gaz odalarını tercih etmemiş miydi? Türk devletinin bir suç devleti, bir soykırım suçunu işlemiş devlet olarak kurulduğunu belirtmemizin anlamı da böylelikle yerine oturmaktadır.
Bir tür mankurtlaştırma veya yeniçerileştirme gibi canavarca bir uygulamayı Kürt birey ve toplumuna dayatarak, belleklerini silerek, kendi anne-babalarından, kardeşlerinden, kendi tarihlerinden, uluslarından, kültürlerinden, dillerinden, topraklarından kopararak, köle bir birey-toplum yaratmak amaçlanmıştır. Zaten dönemin Adalet bakanı Mahmut Esat Bozkurt, bu topraklarda sadece Türkler yaşar, başkaları ancak onlara hizmetçi olabilir demesi boşuna değildir. Ve rastgele söylenmiş bir söz değildir. Soykırımı amaçlayan, pratikleştiren bir soykırımcının gönül rahatlığı ve kendisine olan güven duygusu içinde bu sözleri sarf etmiştir.
Peki Atatürk’ün dışişleri bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın söylediği şu sözlere ne demeli? “Geri Kürtler, yaşam kavgasında kendisinden daha üstün Türklerin altında kalmıştır. Bu nedenle de, ya ülkeyi terk etmeli, ya da yaşam kavgasında işe yaramaz unsur olarak yok edilmesi gerekir” bu bir soykırımı açıkça itiraf etmek değil mi? Bu kadar soğukkanlı celatlık!…
Zaten İsmet İnönü’nün hazırladığı rapor tam anlamıyla şark ıslahat planının uygulanmasında ortaya çıkan sorunları giderme ve tümüyle Kürtlüğü ortadan kaldırmayı hedefleyen bir rapor niteliğindedir. Dersimin “yitik kızları”nın durumu bilinebilen en acı soykırım örneklerinden birisidir.
Kendisine Kürdüm diyenin suratına tükürmeyi pankart yapacak kadar, ırkçı-faşist ve soykırımcı bir cumhurbaşkanının olduğu bir devlettir Türkiye cumhuriyeti devleti.
Son günlerde 1996 yılında MGK’nin Kürtlerin nüfus olarak artmaması için, hazırladıkları bir rapora dikkat çekilmektedir. Burada Kürt soyunu kurutmaya yönelik bir hazırlığın olduğu anlaşılmaktadır.
Soykırım politikası bitti mi? Hayır! Aksine daha da derinleştirilerek sürdürülmektedir. Sömürgeci Türk devletinin Başbakanı Tayyip Erdoğan, 2006 yılında, halkımızın yükselen serhıldanları karşısında aynen şunu söylemişti: “kadında olsa çocukta olsa güvenlik kuvvetleri gerekenleri yapacaktır” demiş ve ardından Amed serhıldanında 14 Kürt katledilmiş ve bunun yarısından çoğu çocuktur. Asimilasyon politikasına devam edilmiştir. İnkar politikası sürdürülmüştür. Tek devlet, tek ulus, tek vatan, tek dil, tek bayrak tekerlemesini sürdürmüş, bunu kabul etmeyenlerin çekip gitmeleri gerektiğini söylemiştir. 2009 yerel yönetim seçimlerinden sonra başlatılan siyasi soykırım operasyonları sonucu binlerce Kürdün rehin alınması böyle bir soykırım politikasının devamıdır.
AKP-F.Gülen faşizminin diğer bir uygulaması da, özel valiler, polis amirleri, özel ordu, özel öğretmenler, imamlar, doktorlar vb. uygulamalar gündemdedir.
Ancak en açık soykırım talimatını Fethullah Gülen hem de, müritlerinin amin nidaları eşliğinde vermiştir. Ancak bu açık fiziki katliam, soykırım fetvasına kimse bir şey dememiştir. Savcılar, hakimler bir şey dememiştir. Uluslar arası mahkemeler, insan hakları kuruluşları bir şey deme gereğini duymamıştır. Demelerini de beklemiyoruz zaten.
“30 senedir, ayıptır yani ardır bu. Dağdaki bir avuç mevcudiyetleri ne kadar onların? Diyorlar ki dağda her zaman 500-600 tane insan var. Haydi, o kadar olmasın, beş bin tane olsun, hayır 50 bin tane olsun. Canım, bir milyona yakın şeyiniz var sizin. Bu kadar da Emniyet teşkilatınız var yani. İstihbaratınız var. Ayrı ayrı birbirinden farklı üç dört tane İstihbarat var Türkiye’de. İsimlerini söylemeyeceğim ben onların. Sonra dünya istihbaratı ile müşterek şeyleriniz oluyor sizin, projeleriniz oluyor. Bunları yerli yerinde tespit edin, o projeleri. O bir avuç eşkıyanın hakkından gelin. Kuşatın onları, lokalize edin... Allah’ım birliğimizi sağla. Lütfeyle, aramızı telif buyur, bizi ittifaka muvaffak kıl. O hakkı kötektir olan bunlar. Allah’ım onların da altlarını üstlerine getir, birliklerini boz (Amin!), evlerine ateş sal (Amin!), feryatlarını figan sar (Amin!), köklerini kes (Amin!), kurut ve işlerini bitir (Amin!).”
Tabi Fethullah Gülen böyle bir soykırım fetvası verdikten sonra, Diyarbakır Valisinin, Adana valisinin Kürt çocuklarını mankurtlaştırmak üzere, el koymak emrini vermekten daha doğal ne olabilir.
BM genel kurulunda 9 aralık 1948 de kabul edilip 12 ocak 1951 de yürürlüğe giren soykırım sözleşmesine göre, “bir başka grubun mensuplarını katletmek, grubun mensuplarına ciddi bedensel ve psikolojik zararlar vermek, grubun bedensel varlığını kısmen veya tamamen yokalmasına yol açacak hayat şartlarına kasten tabi tutmak, grup içinde doğumları önlemek kastıyla önlemler almak, grubun çocuklarını bir başka gruba nakletmek”
Tüm burada belirtilenler, birebir belki de daha ağır bir biçimde Kürdistan da uygulanmış ve halen de uygulanmaktadır. Bunları tek tek verileriyle ortaya koymak ayrı bir değerlendirme konusudur ve bu yazı kapsamını aşmaktadır.
Kürdistan öyle bir ülke ve Kürt ulusu öyle bir ulus ki, varlığı inkar edilmekte, onuru çiğnenmekte, insan olma hakkı bile elinden zorla alınmış bir ulustur.
İnsan toplumuyla insandır. Toplumsuz, ulussuz birey yoktur. Düşünülemez de. Eğer ulusun hakları, yani varolma, kendi iradesiyle özgür geleceğini belirleme hakkı yoksa tek tek insan haklarının olduğunu iddia etmek, tam bir aldatma politikasıdır. Birey hakkı ve toplum hakkı birbirinden ayırt edilemez bir gerçekliktir. Onun için Kürt ulusu ve bireyleri başta Türk sömürgecileri tarafından Ulusu inkar edilen, ülkesi sömürgeleştirilen Kürdistan’da, soykırım kıskacındaki Kürt gerçeğini görerek, idam sehpasına çıkarılmış ve altından sandalyesi cellat tarafından çekilmekle yüzyüze olan bir gerçeklik temelinde ulusal varlık ve onun diri reflekslerini göstererek özgürlük çığlığını serhıldan temelinde haykırmalıdır.
Bunun için de sıkı örgütlenmeli, ulusal-demokratik birliğini güçlendirmelidir. Serhıldan soykırımcı Türk sömürgeciliğinin tüm saldırılarına karşı direnebilen, ayakta kalabilen bir sıkı örgütlenme işidir. Bunun için bu halkın ve ülkenin karşı karşıya kaldığı soykırım tehlikesi ve gerçeğini görme, hissetme ve bunu halkımıza en iyi bir biçimde anlatmak gerekmektedir. Gece gündüz, yaz-kış demeden yapılması gereken bir kutsal var olma ve özgür olma savaşıdır bu. En önemlisi bunun başarılmasıdır. Gerisi daha derli-toplu pratikleşmedir.
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
Kürdistan’daki Direnişlere kısa bir bakış
Direnişler devam edecektir, çünkü Osmanlının Kürdistan’a saldırısı devam etmektedir. Batıda toprak kaybı yaşayan Osmanlı ortaya çıkan zararların telafisini Kürdistan mirliklerinden almaya çalışmaktadır. Sadece ekonomik olarak yaşanan kayıpların telafisi hedeflenmiyor bizatihi üç yüzyıl önce oluşturulan özerk Kürdistan beylikleri ya da mirlikleri bir bir hedeflenerek merkezi imparatorluğa bağlanmaya çalışılıyor. Bu ise resmen Kabul görmüş olan Kürt beyliklerinin iç içlerine müdahale anlamına geliyor. Buna karşı ortaya çıkacak direnç ya da karşı koyuş sadece ve sadece bir direnişi ifade ediyor.
Daha somut olarak Rewanduz Direnişine göz atarak bu durumu irdelemek mümkündür.
Mir Muhammed, 1788'de Rewanduz'da doğmuştur. Mir Muhammed o dönemde Kürdistan’da yegâne eğitim yeri olan medresede eğitim görmüş, dindar bir kişidir. Mir, topraklarının savunma gücünün sağlamlaştırılmasına büyük dikkat gösterir. Mir, Osmanlı ve İran'ın aralarındaki çelişki ve savaş durumundan yararlanmayı bilir ve etrafta bulunan birçok Kürt bölgesini kendi mirliğine dahil eder. Hatta Osmanlı devleti, onunla karşılaşmamak için en büyük unvanlardan biri olan "Mir-ê Miran (Mirlerin Miri)" unvanını kendisine verir. İran da emirliğin bağımsızlığını kabul etmiştir.
30'lu yılların başında Mir'in iktidarı artık Musul’dan, İran sınırına değin uzanan geniş bir bölgeye yayılmıştır. Daha fazla güçlenmesini önleyerek, egemenliğine son vermeyi politik çıkarlarına uygun bulurlar.
Ayrıca İngilizlerde Soran emirliğinin gelişmesinden endişeleniyor ve bir an önce yok edilmesini istiyorlardı. Çünkü bu bölgede oluşacak bir Kürt devleti, İngilizlerin Basra körfezindeki ve Hindistan’da ki menfaatlerine ters olup, bu menfaatlere büyük ve güçlü bir Kürt beyliğinin zarar vereceklerini düşünmektedirler. Rusların kuzeyden saldırıları da buna eklenince, İngilizlerin bölgedeki çıkarları tamamen tehlikeye düşmüş olacaktı. İngilizler, zayıf yönetime sahip ve kendilerine bağlı Osmanlı yönetiminin bölgede yaşamasını, kendileri açısından daha faydalı göreceklerdir. Sırada Soran emirliği vardı. İngilizlerin yeni görevi bu emirliğin yok edilmesi için Osmanlıya yardım etmekti.
İlginçtir değil mi! Kürtlerin ezilmesinde yine İngiliz parmağı! Son iki yüzyılda nerede bir Kürt yenilgisi varsa, nerede Kürtlere bir haksızlık var ise ve nerede bir komplo var ise, bunun altından hep İngiliz parmağının çıkması derince ele alınarak, irdelenmesi gereken ayrı bir mevzudur.
Soran'ı yıkma görevi Sivas valisi eski Sadrazam Reşit Paşaya verilir. 1834 yılının yaz aylarında kırk bin kişilik bir ordu Sorana doğru ilerlemeye başlar. Reşit Paşa komutasındaki Osmanlı askerleri, Kürdistan’da ilerleyerek birkaç ay içinde Rewanduz yakınlarına ulaşırlar. Geçtikleri yerleri talan ve yağma etmeyi de ihmal etmezler. Reşit Paşa, kendine boyun eğmeyen Kürt yerleşim yerlerini ezip geçer. Musul ve Bağdat valileri tarafından komuta edilen iki kuvvetle de buluşup, Soran'a doğru ilerlemeye devam edecektir. Kaldı ki Soran’ı ezmek için yola çıkıp gelmiştir.
Mir Muhammed, Reşit Paşa onun üzerine doğru gelirken-bundan habersizdir. 1837'de Osmanlı ordusu Rewanduz'u kuşatır. ve Harir'e kadar ilerlerler. Dağlık kesime çekilen Kürt güçleri, geçitleri tutarak geniş bir alanı kontrol ederler. 40 bin kişilik Kürt ordusu direnişiyle Osmanlıları geriletir. Bu başarısızlık karşısında kurnazlığa başvuran Reşit Paşa, barış önerisinde bulunur. Reşit Paşa, Mir Muhammed’in bağışlanacağı ve yine yönetimin başında kalacağına dair teminat verir. Ona ‘gerçek’ bir Müslüman olarak hitap eder ve Müslüman kanı dökmemeye davet eder. Reşit Paşa, özellikle Melle'leri devreye sokar. Melleler, Mir'i ikna etmek için yoğun bir çaba harcarlar. Ayrıca halka da İslam halifesiyle çarpışmanın haram olacağını, halife ordusuna karşı silah taşıyanların kâfir olacağına ve karısıyla boşanmış olacağına dair fetvalar vererek, halkı etkilemeyi başarırlar. Mir, verilen sözlere de kanarak Reşit Paşa'ya gidip halifeye bağlı olduğunu bildirerek barışı kabul eder. Kaldı ki gerçekten de Mir’in Osmanlıyla bir sorunu bu bağlamda yoktur. Mir’in, Osmanlılarla ideolojik bir sorunu yoktur. Mir’in tek sorunu kendi beyliğinin bağımsız kalabilmesi ve kendisinin Mir olarak tanınmasıdır. Osmanlı karşıtlığı yoktur. Kürtlük söz düzeyinde söylenmiş olabilir, ancak özü itibariyle her an Osmanlıyla ya da İran’la olunabileceğini zaten pratikleriyle göstermektedir. Mir Muhammed, İstanbul'a gönderilir. Kendisi hakkında idam kararı çıkartılmıştır ancak karar gizli tutulmuştur. Bu sırada bağışlandığını ve ülkesine döneceğini sanan Mir, 1837 yılında yolda-kimi rivayetlere göre Sivas'ta, kimisine göre Trabzon'da-öldürülür.
Seyit Rıza içinde aynısını yapmamışlar mıydı işgalciler? Erzincan’a çağırmışlar Seyit Rıza’yla görüşmek için. o yaşıyla yollara düşmüştür ancak Kemalist rejim onu tutuklayacak ve 15 kasım 1937’de oğlu ile kimi arkadaşıyla idam edilecektir.
Kör Muhammed Paşa'dan sonra Mirliğin başına kardeşi geçmiştir, daha doğrusu geçirilmiştir. 1847'ye kadar yeni Mir Soran beyliğini yönetir. Osmanlılar duruma hakim olduktan sonra bu kez de Mir Muhammed’in kardeşini sürgüne gönderirler. Bu beyliğin başına bir Osmanlı valisi atayarak Soran emirliğine tamamen son vermiş olurlar. Genel olarakta ayaklanma bastırıldıktan sonra Kürdistan büyük bir katliama maruz kalır. İrili ufaklı birçok beylik tasfiye edilerek ortadan kaldırılır.
Bedirxanların Botan Direnişi: Sıra Bedirxanlara gelmiştir. En güçlü direnişlerden biri olan Bedirxan direnişi, 1842 yıllarında patlak vererek, 1847-48'lere kadar sürer. Osmanlılar Rewanduz hizaya getirdikten sonra bu kez sıra Bedirxan beye gelmiştir. Bu durumu fark eden Bedirxan direnişe geçecektir. 1842 yılında direnişini ilan eder. Cizre, Amediye, Van’a kadar açılım sağlar. Yer yer diğer beylerle ilişkilenir. İddialı bir çıkış gibi görünen bu çıkış, ayrı din ve azınlıklara öncelleri hoşgörülü yaklaşır. Bedirxan'ın kimi komutanı Ermeni'dir. Kimisi Asurî’dir. Bedirxan Bey güç elde edip iyice sınırlarını genişletince-İngiliz ve ABD misyonerleri ve ajanlarının da-kışkırtmasıyla Süryaniler, Bedirxan Bey’e karşı isyana teşvik edilirler. Önceleri farklı halk ve dini inanç gruplarına saygılı yaklaşan Bedirxan, İngilizlerin oyununa gelerek halklara karşı katliama varan eylemlere girişir.
Osmanlılarla çatışmalar başlayacaktır. Yukarıda söylenen bölgelerde, isyanlar gelişecek ve Osmanlı zor durumda bırakılacaktır. Osmanlıların büyük bir ordusu Bitlis ve Van’dan, Cizre üzerine yürüyecektir. Bedirxan Miks yakınlarında Osmanlı ordusunu karşılamak için tüm gücünü toplayarak karşı hamle yapmaya çalışacaktır.
Bedirxan Bey'in asıl güçlerinin olduğu Hakkâri, Botan, Van üçgenindeki dağlık bölgeye yönelir. Osmanlı ordusu bu bölgede güçlü bir direnişle karşılaşırken, kanlı geçen çatışmalarda iki kez geri çekilmek zorunda kalır. Daha sonra yedek kuvvetlerle, özellikle toplarla desteklenen Osmanlı ordusu yine saldırıya geçer. Ancak yine sonuç alamazlar. Topal Osman, Bedirxan'ın direnişini görerek savaşa devam etmekle beraber, asırlık Osmanlı hilekârlığına başvurur; rüşvet ve sınırsız rütbe vaatleriyle Bedirxan Bey'in yeğeni ve aynı zamanda merkez olan Botan askeri gücünün komutanı Yezdan Şer’i kandırır.
Bedirxan’ın kendi yerinde bir nevi Cizre komutanı olarak bıraktığı yeğeni Yezdanşêr'e Osmanlılar taht ya da bey olma sözü vererek yanlarına çekerler. Geri cephenin düşmesinden öteye, geri cephe de Bedirxan’a karşı bir cephe olmuştur. Bu durumu öğrenen birçok Kürt beyi, Bedirxan’a yardımlarını çekeceklerdir. Bedirxan yenilerek geri çekilecek, en sonunda Kor Kandil denen alanda Osmanlılara teslim olacaktır.
Ancak Bedirxan beyin ne kadar Osmanlıya karşı olduğunu biraz açalım. Osmanlılarla ideolojik bir çelişkisi olmadığını yukarıda değinmiştik. Asıl çelişkisi giderek sınırlandırılan beylikleri ve iktidarlarıdır. Teslim alındıktan sonra Bedirxan ailesi Kürdistan’dan, İstanbul’a sürülecektir. Bunu bildiğimiz sürgün olarak anlamamak önemlidir. Bedirxan ailesinin çocukları okutulacak ve Osmanlının önemli mevkilerinde görevler alacaklardır. Örneğin Mir Emin İstanbul’da polis şefi gibi bir göreve gelebiliyor. Girit’te yaşayan Mir Bedirxan ise Yunanlar isyana kalktıklarından Makedonya ve Girit’teki isyanları Osmanlı paşa rütbesiyle, görevli olmadığı halde bastırmasında ve ezilmesinde görüyoruz. Başka bir söylemle direnişe kalkan Bedirxan, Osmanlının bir komutanı olarak başka halkları bastırmakla görevlendirilmiştir. Bu da Bedirxanların Osmanlarla bir çelişkilerinin olmadığına işarettir. 1868 yılında vefat eder. Öldükten sonra da maaşı, ailesi için bir kuşak daha devam etmiştir. Oğullarından yedi tanesi, paşa rütbesiyle Osmanlı ordusuna girmiştir. Bedirxan Beyin Girit’teki direnişi bastırmasından dolayı İstanbul’a gelmesine izin verilmiştir. Bu arada Bedirxan'ın, Osmanlı vezirine maaşının arttırılması için verdiği dilekçe ise Bedirxan’ın bir isyan gerçekleştirmediğinin işareti olduğu kesindir . Dilekçe bir yandan yenilmiş bir sultanın kendi mülkü üzerinde hak talebini yansıtan bir içeriğe sahipken, diğer taraftan Osmanlının emektar, eski bir yöneticisinin -kulunun- isteklerini yansıtmaktadır. Dilekçede maaşının artırılmasını ya da Kürdistan’da kullanılmasına izin verilmeyen toprakları için kullanım hakkı ister. Bunun yanında devlette memur olarak çalışan yakınlarının kıdemlerinin artırılmasını talep eder. Ardından şöyle der; “Sözün kısası aciz kulunuzun, padişahımızın merhametinden başka sığınacak yeri yoktur. Dertlerimi kabul ve lütuf ile dinleyecek olan zatı devletlerinden başka sığınacak yerim yoktur.” (Malmisanij)
Bundan çıkan sonuç; direniş önderlerinin görünüşte gevşek siyasi bağlarla da olsa, tabii oldukları egemen devletin geleneksel yapısına, tarihsel bağlarla bağlı olduklarıdır. Direnmiş olanlar, egemen devlet tarafından tekrar kendisinden sayılmıştır. Bazen affedilerek tekrar görevlendirilmişlerdir. Kuşkusuz bu yaklaşımın başka birçok nedeni de vardır. En başta direniş önderlerinin içinden çıktıkları toplumdaki etkilerinden dolayı devletin bilinçli bir politika yürütmesidir. Ama bununla beraber bu kişilere sahip çıkması, daha çok da bu ailelerin sonraki kuşaklarını da devletin hizmetine sokmasının bir sebebi de, bu kesimi sürekli olarak kendisinden bir parça olarak kabul etmesinden kaynaklanmaktadır.
Söylenmek istenen işgalcilerin hep isyan diye dile getirdikleri sadece ve sadece haklı olan direnişler olmasıdır. Bu direnişlerin başarılı olmaması bu direnişlerin haklı olmadıklarını elbette ifade etmez.
---
KILIÇDAROĞLULARINI, KAMER GENÇLERİ VE ÇELİKLERİ ANLAMAK İÇİN
Kürdistan’da yaşanan direnişlere devam edelim.
Yezdanşer Osmanlıya bağlıdır. Daha doğrusu Kürdistan’daki beylerin ağırlıklı bir bölümü, belki de tümünün Osmanlıyla bir sorunları yoktur. Osmanlıyla tek sorunları, Osmanlının yüz yıllar önce imzalamış oldukları antlaşmayı ayaklar altına alarak Kürdistan’a sefer yapmalarıdır. Bunun içindir ki Kürtler, daha doğrusu Kürtlerin mirleri Osmanlının bu antlaşmalara sadık kalması için Osmanlının saldırılarına karşı direnmişlerdir. Ve bundandır ki Kürt mirleri Osmanlının en küçük uzlaşma emare gösterisinde hemen Osmanlıya yaklaşmışlardır.
Buna iyi bir örnek Yezdanşer'dir. Bedirxan’ın direnişinde Osmanlının yanına geçerek Botan Miri olan Yezdanşer, Osmanlının Kürtlerin özerkliğine karşı olmadıklarına inanmıştır. Ve bundandır ki amcası olan Bedirxan’a sırt çevirmiştir. Ne var ki Yezdanşer üç yıl sonra görecektir ki Osmanlının asıl amacı Kürdistan’ı işgal etmektir. Yani Kürt mirliklerini artık kabul etmemektedir. Ve bunun sonucudur ki Yezdanşer Osmanlıya karşı direnişe geçecektir. Burada gördüğümüz yine isyan değildir. Ayaklanma değildir. Yani bir devlet yapılanmasını tanımama değildir. Ya da bu devlet yapılanmasının yerine başka bir devlet yapılanmasını kurma değildir. Burada yapılan sadece ve sadece direniştir. İncitilmiş gururun, gururların yeniden tesisidir. Yeniden geçmiş antlaşmalara sadık kalması için Osmanlıya bir çağrıdır.
Yeniden dile getirecek olursak: Yezdanşêr, Bedirxan Bey'in kıyımında yaptığı ihanet karşısında, Bedirxan Bey'in yerine Cizre beyi olarak atanmıştır. Ancak Osmanlıların Cizre beyliğini yeniden canlandırmaya niyetleri yoktur, olaylar bastırılıp tehlike atlatılınca, Yezdanşêr'e de gerek kalmayacaktır. Onu uzaklaştırmak, yerine bir Osmanlı paşası atamak ve bölgedeki Kürt beyliklerinin tümünü ortadan kaldırmak için yeni düzenlemelere girişirler. Umduğunu bulamayan Yezdanşêr, Osmanlıya karşı iç cephe açmak için, onun Kırım Savaşı'nın elverişsiz konumundan yararlanmak isterler. Direniş, hızla genişler. Direniş alanı içinde yaşayan farklı ulusal azınlıklar; Süryaniler, Ermeniler, Rumlar da katılmışlardır. Bu dönemde insanlar bir kurtarıcı arayışı içindeydiler ve bu rolü bu kez Yezdanşêr oynar.
İngilizlerin Musul konsolosu, Kürt aşiretlerin arasına ikilik sokar ve Yezdanşêr'in Osmanlıyla uzlaşması için yoğun çaba gösterir. Yezdanşêr, politik tutarsızlığı ve verilen vaatlere hemen kanması nedeniyle Osmanlıyla görüşmeyi kabul eder. Musul’daki İngiliz konsolosunun sözde kişisel güvencesiyle, sözde görüşme vaatleriyle, tuzağa düşürülerek İstanbul'a gönderilir ve orada tutuklanır. Lidersiz kalan direniş kısa sürede dağılır.
Hep aynı dokuyla karşı karşıya kaldığımızı burada yine görüyoruz. Direnen, daha birkaç yıl önce o dönemin en büyük direnişini kendi yetki, mevkii ve bireysel menfaatleri için satan, pazarlayan Yezdanşêr’dir. Bu kez de o direnişe geçecektir. Çünkü bireysel çıkarların zamanı geçmiştir. Osmanlı kendisini yeterince güçlü hale getirmiştir. Bir işbirlikçiye ihtiyacı yoktur. Özcesi kullanım değeri kalmayan bir Yezdanşêr'i ne yapacaktır ki? Bu bir. İkinci bir dipnot da İngilizlerin oyununa yeniden yeniden düşülmesidir. İngilizlerin ipiyle kuyuya inmek, herhalde her zaman kuyunun dibini boylamakla sonuçlanmaktan öteye bir sonuç doğurmuyor.
Osmanlıya karşı bu ve benzer direnişler 1800’lerin sonlarına kadar sürecektir. Tüm direnişlerde aynı doku vardır. Osmanlıya karşı rahatsızlık vardır. Bunun için önce uzlaşma arayışı olmayınca daha doğrusu Osmanlı bu uzlaşmayı kabul etmeyince direniş, direnişler yenilgiyle sonuçlanınca bu kez yeniden Osmanlıyla uzlaşma.
Kürtlerin direnişlerin bir yönü budur. Bir diğer yönü ise direnenleri ve ailelerini sürgüne göndermeleridir. Başka bir yönü ise kendi hakim sistemleri içine alarak eritme politikalarına tabi tutmalarıdır. Bu yönün hiç şüphe yoktur ki çok trajik bir yüzü de vardır. O da yenilgiye uğratılanların, ailelerinin ve onların cümle cemaatinin çocuklarına el koyarak, kendi okullarına alarak, kendi zihniyet yapılanmasında geçirerek kendi adamı, yani ajanı yapmalarıdır.
Evet, 19. yüzyılda bastırılan isyanların ardından, isyana katılan, kimi zaman ailenin tüm fertleri Bedirxan isyanında görüldüğü gibi sürgün ediliyorlardı. Kimi zaman da çocukları alınarak İstanbul’da Babıâli okullarında yetiştiriliyorlardı. Ne de olsa geleceğe yatırım gerekiyordu. İstanbul’da aşiret okulları bu nedenle açılıyordu. İşbirlikçi aşiret reislerinin ve işbirlikçi ailelerin çocukları, bu okullarda eğitim altına alınıyordu. Tabii direnenlerin çocukları da ıslah edilmek amacı yanında emniyet sübabı olarak bu okullar da rehin olarak yetiştiriliyorlardı. Yetişenlerden bazıları Hamidiye alaylarında görevlendiriliyordu, diğerleri Babıâli bürokrasisi içerisinde görevlendiriliyordu. Şeyh Ubeydullah Nehri'nin sonradan idam edilecek olan oğlu Şeyh Abdulkadir, Senato Başkanı olabiliyordu. Bedirxan’nın oğlu Emin Bedirxan, askeri istihbarat şefi olabiliyordu.
Bu çocuklar okullarda esasen içine doğdukları topluma yabancılaştırılma eğitimi alacaklardır. Bununla yetinmeyerek, burada yetişenlerin eliyle bir toplum ıslah edilmek istenir. Ne de olsa bunlar tanınmış ailelerin evlatlarıdırlar. Bunların kazanılmaları halinde, bir toplumu kendisinden uzaklaştırmak için iyi bir göstermelik yakalamış olacaklardır. Bir de bu kendilerinden uzaklaşmış olanlar dil bilirler. Yazı bilirler. Kalemleri iyi yazar. Giyim kuşamları yetiştirenlere benzer. Böylelikle bu yetiştirmeler, bir toplumu belleksizleştirmek için bürokrasilerde, gerektiğinde etkili yerlerde görevlendirilirler. Yazıp-çizdikleri için öne çıkabilirler. Düşünme ve konuşma güçleri olduğu için bunlar-yetiştirme de olsa-gittikleri yerlerde, geçmişin saygınlığından dolayı yer edinirler. Halk değer verir. Bağrına basar. Ne de olsa geçmişte direnişlerde yer almış olan ailelerin soyağacıdırlar. Evlatlarıdırlar. Bunların çok azı-ki istisnalar kaideyi bozmaz derler-halka yönünü vererek, halk için bir şey yapar. Ancak büyük bir çoğunluğu kendi toplumundan uzaklaştığı için Mangurtlaşmayı yaşar.
Bugünün tablosuna ne kadar da uyuyor…
Kılıçdaroğlu gibiler böyle yetiştirilmişken nasıl Dersimli olabilirler ki? Ya da Kamer Genç’in Türklüğü böyle daha iyi anlaşılmış olmuyor mu? Yine Akepe’li olan Hüseyin Çelik’in neden kraldan daha kralcı olduğuna başka eklenecek bir şey var mı?
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Türkiye’de Yeşil Türkî Faşizm Kürtlere karşı giderek çok ileri düzeyde bir soykırım politikası uyguluyor. Tarihte bildiğimiz, okuduğumuz, duyduğumuz soykırımların aksine yeşil Türkî faşizm çok sinsice, plan dahilinde belirledikleri bir yol haritasıyla, uzun vadeye yayılmış bu soykırımı tüm insanlığın gözlerinin içine baka baka uyguluyorlar. Ve bu insanlık suçunu işlerken de geçmişte işlenmiş olan soykırım girişimlerini, katliamları ve bilumum bu minvalde ele alınacak olan insanlık suçlarını eleştirerek, hatta kendince gündemleştirerek karşı çıkıyorlar. Böyle olunca bir tarafta günümüzde, daha doğru yaşadığımız an’da soykırım işlerken geçmişte yaşanmış olan insanlık trajedilerine güya sahiplenerek ne kadar hümanist ve ne kadar demokrat olduklarını söylemiş ve göstermiş oluyorlar.
Evet, Yeşil Türkî Faşizm tam gaz Kürtlere karşı bir soykırım uyguluyor. Bu soykırımı uygularken ilk elden yaptığı ve uygulamaya koyduğu asimilasyondur. Yani eritmedir. Kendi özünde çıkartarak kendine benzetmektir.
Kürt halk Önderliği asimilasyon hakkında şöyle der; “Asimilasyon kavramı uygarlık toplumlarında iktidar ve sermaye tekellerinin kölelik statüsü altına aldıkları toplumsal grupların üzerine uyguladıkları ve kendi eki, uzantısı durumuna indirgemek için tek taraflı ilişki ve eylemini ifade eder.
Asimilasyonda esas olan iktidar ve sömürü mekanizmasına en az maliyetle köle oluşturmaktır. Asimile edilen grubun öz kimliği ve direnci dağıtılıp kırılarak hakim elit içinde hizmetlerine en uygun kölelerin derlendiği konuma düşülür. Burada asimile edilen köleye düşen temel işlev efendisine mutlak benzeşme, eki, uzantısı olma uğruna her tür çabayı göstererek kendini kanıtlamak ve böylelikle sistemde kendine yer yapmaktır.”
Dediğimiz gibi Yeşil Türkî Faşistler soykırımı Kürt halkına karşı asimilasyonla at başı götürmektedirler.
Nedir soykırım ya da jenosit:
“Asimilasyon yöntemleriyle üstesinden gelinemeyen halkın, azınlıkların, her türlü farklı din, mezhep, etnik grupların fiziki ve kültürel olarak tamamen tasfiyesini amaçlar. Fiziki soykırım yöntemi genellikle hakim elit kültürüne, ulus-devlet kültürüne göre üstün konumda olan kültürel gruplara uygulanır. Bunun tipik örneği Yahudi kültürüne ve halkına uygulanan jenositlerdir. Tarih boyunca Yahudiler hem maddi hem manevi kültür alanında en güçlü kesimleri oluşturduğundan karşıt kültürlerin fiziki darbe ve imhalarına maruz kalıp sık sık pogrom denilen soykırımlara da uğratılmışlardır.
İkinci soykırım yöntemi olan kültürel soykırım denemeleri ise daha çok hakim elit ve ulus-devlet kültürüne göre zayıf ve gelişmemiş durumda bulunan halk, etnik ve inanç gruplarının üzerinde uygulanır. Temel mekanizma olarak hakim elit ve ulus-devletin dil ve kültürü içinde tümüyle tasfiye olmaya amaçlayan başta eğitim olmak üzere her türlü toplumsal kurumların cenderesi içine alınıp varlıkları sona erdirilmeye çalışılır. Fiziki imhaya göre daha sancılı ve uzun sürece yayılmış bir soykırım türüdür” diyor Kürt Halk Önderliği.
Yeşil Türkî faşistler bugün Kürdistan’da sadece asimilasyona dayalı olarak bir soykırımı uygulamaya koymuyorlar. 21. Yüzyılda çağ atladıklarını söyleyen bu Yeşil Türkî Faşistlerin marifetiyle halen mahkemelerde insanlar Kürtçe konuşuyorlar diye yargılamalık olabiliyorlar. Yine 21. Yüzyılın parlayan güneşi olduklarını iddia eden bu zatlar halen Kürtlerin anadillerinde eğitim görme hakkı için “asla olamaz” diyorlar. Yine Kürtlerin kendilerini yönetebilme haklarına “katiyen hayır” diyorlar.
Evet, 21. Yüzyılda yaşıyoruz ancak Kürtlere sistematik olarak Kunta Kintalara 200 yıl önce uygulananlar halen uygulanıyor ve bu anti insani durum reva da görülüyor.
Yukarıda kültürel soykırımda: “Temel mekanizma olarak hakim elit ve ulus-devletin dil ve kültürü içinde tümüyle tasfiye olmaya amaçlayan başta eğitim olmak üzere her türlü toplumsal kurumların cenderesi içine alınıp varlıkları sona erdirilmeye çalışılır” deniliyordu.
Evet, 21. Yüzyılda Kürtlere yapılan tam da budur. Kürtleri eritmek, kendilerine benzetmek, olmazsa kendisi olmaktan çıkartılarak başka birisi yapılması için sistematik olarak özel bir çalışmanın yürütüldüğü her geçen gün daha fazla gün yüzüne çıkıyor. Eskilerde Kızılelmacı İttihatçı ya da Kemalist Türkî Faşistler bu kendi olmaktan çıkarmayı çok açık ve kabaca yaparlardı. Bunu yaparlarken Kürt denen bir şeyin olmadığını söylerlerdi. Hatta kart kurt teorileri vardı. Özünde Türk olupta kendi gerçekliğini unutan bu insanlara ders verilmesi gerektiğini söylerlerdi. Ve doğrusu bunu yaparlarken yaptıklarını gizlemezlerdi. Çünkü Kürt demek zaten isimsiz olmaktı. Tarihsiz olmaktı. Kimliksiz olmaktı. Evet, Kızılelmacı Türkî Faşistler asimilasyonu da, soykırımı da harbi yaparlardı, aleni yaparlardı halk deyimiyle “mertçe” yaparlardı. Ve biz Kürtler bu faşizmi bilirdik. Buna göre de kendimizi konumlandırırdık. Ya direnişi seçerdik ya da devletin ajanı olmayı. Ya direnişçi ya da ihanetçi, hain olmayı.
Şimdiler de Yeşil Türkî Faşistler bu asimilasyonu ve soykırımı; bir, dini yani İslami kisve adı altında saklıyorlar. (Bu başka bir makalenin konusudur.)
İki, Kürtleri tanıdıkların söyleyerek, kardeşlik adı altında yapıyorlar. Haklarınızı tanıyoruz diyerek yapıyorlar.
Ve bir de dört, hukuk yani yargının yoluyla yapıyorlar.
Örneğin: Adana valisi Molotof atmayı silah kapsamına alacağını söyledi ve Molotof bomba kapsamına alındı.
Batman valisi trene taş atan çocukların ailelerini trene bindirerek çocuklara taş attıracak.
Diyarbakır valisi ise taş atan çocukların önce ailelerine yüklü parasal ceza verecek, eğer bir değişiklik olmazsa çocukları ailelerden yani Kürt ailelerden alarak Fetullah’ın Sevgi evlerine verecek.
Tabii daha önce Akepe’li olan Rize belediye başkanının “herkesin kendisine ikinci bir Kürt kadını getirmesi” cümleleri kamuoyuna yansımıştı.
Birkaç gün önce Mir Dengir Fırat’ın TRT-6’da Kürtçe çocuk programlarının yasak olduğunu söylediğini de Neşel Düzel’le yaptığı röportajda öğrendik.
Yukarıda sıralanan bu birkaç olaydan yola çıksak bile Yeşil Türkî Faşistlerin tam gaz Kürt halkını, onların gençlerini, çocuklarını eritmek ve adım adım kültürel olarak da soykırımda geçirerek tam da Kürt halk önderliğinin belirttiği “varlıklarını sona erdirme” politikasının ne kadar insanlık dışı yöntemlerle pratikleştiğini rahat görebilirsiniz.
Özcesi: Kürtlere karşı dediğimiz gibi tam gaz bir kültürel soykırım uygulanıyor. Bu tür asimilasyonist soykırımcı Hukuk Faşizmine karşı: Başta Kürtler olmak üzere, Kürtlerin dostlarını, Kürtlerle birlikte yaşayan komşu halkları ve tabii ki tüm demokratları, liberalleri, sanatçıları, feministleri, solcuları, anarşistleri cümle cemaat kendisine insanım diyen herkesi bu asimilasyonist, soykırımcı hukuk faşizmine karşı durmaya çağırıyoruz.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar