Yirmibirinci yüzyılın başında kendisini yenilese de, PKK’nin bir yirminci yüzyıl hareketi olduğu açıktır. Rus Ekim Devriminden ve reel sosyalizmin bağımsızlık, özgürlük, eşitlik ve demokrasi ilkelerinden derinden etkilenmiştir. Özellikle bir yirminci yüzyıl gerçeği olan ulusal kurtuluş hareketlerinin etkisi derinden olmuştur.
Ortaya çıkış koşullarında PKK üzerinde etkide bulunan üç moral dış kaynağın bulunduğu söylenebilir. Muzaffer olan Vietnam ulusal kurtuluş devrimi, Küba devrimi ve Afrika halklarının ulusal kurtuluş hareketleri! Yine PKK gerillacılığı üzerinde de üç gücün etkisi vardır: Türkiye devrimci gençlik hareketi, yani Dev-Genç direnişi, yani Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya ve arkadaşlarının gerillacılığı, Filistin gerillacılığı ve KDP pêşmergeciliği!
Sıkça ifade ettiği gibi, PKK Kürdistan’ın aydın-gençliğinin yarattığı bir hareket olarak doğmuştur. Yani Kürt gençliğini PKK örgütlememiştir, tersine Kürt aydın gençliği bilinçlenip örgütlenerek PKK’yi yaratmıştır. Bu örgütsel ve kimliksel açıdan da böyledir. “Apocular” hareketi, ya da kendisine “Kürdistan Devrimcileri” diyen hareket, PKK olmadan önce, daha 1977 yılında “Kirdistan Devrimci Gençlik Birliği” adıyla örgütlenmiştir. Pek bu isim duyulmamış olsa da, gerçek budur. “Apocu hareket” daha sonra kendisini “Partiya Karkerên Kurdîstan-PKK” olarak adlandırmıştır.
Parti, gerilla ve halk cephesi haline gelirken, diğer sınıf ve tabakalar gibi gençliği de özgün olarak örgütleme ihtiyacı duymuştur. 1987 yazında Avrupa’da “Kürdistan Yurtsever Devrimci Gençlik Birliği” kurulmuştur. Kürdistan’a çeşitli yollarla yansımaya çalışsa da, bu örgütlenme esas olarak Avrupa ile sınırlı kalmıştır.
Parti-gerilla içiçeliği temelinde gelişen devrimci hareket, 1990’ların başında Kuzey Kürdistan serhildanını ortaya çıkarmıştır. Serhildan esas itibariyle bir kadın ve gençlik hareketi olmuştur. Buna kadın ve gençlik devrimleri de denebilir. Kürt kadınının ve gençliğinin kitlesel bilinçlenmesi ve örgütlenmesi bu hareket içinde gerçekleşmiştir. Daha önceki tecrübelerden de ders çıkartılarak Kuzey Kürdistan’da 1990’ların ortalarında şekillenen gençlik örgütü “Yekîtiya Ciwanên Kurdîstan-YCK” olmuştur.
YCK, her ne kadar 1990’lı yıllardaki serhildanın yürütücüsü olsa da, esas rolünü 1998-1999’da uluslararası komplo karşısında oynamıştır. “Güneşimizi karartamazsınız!” şiarı temelinde uluslararası komploya karşı Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ı sahiplenme ve savunma direnişini esas itibariyle YCK yürütmüştür. Direniş tüm halkın katıldığı bir halk direnişi olsa da, örgütlü öncülük YCK olmuştur. YCK adı yıllarca Türk polisinin ve komplocuların yüreğine korku salmıştır.
1998’in 99’un YCK’lileri şimdi gerilla komutanlığı yapıyorlar. Büyük çoğunluğu 1999’dan itibaren gerillaya katıldılar. Bir kısmı da gençlik örgütlenmesindeki değişim ve dönüşümü yöneterek gerilla saflarında yer aldılar. 1999’da “Güneşimizi karartamazsınız!” yürüttükleri Kürt Halk Önderini savunma mücadelesini gerilla saflarında yürütür hale geldiler. Bugün de İmralı sistemine, ağırlaştırılmış tecrit ve işkencesine karşı Önder Apo’yu savunma ve özgürleştirme mücadelesini en ön safta yürütüyorlar. “Demokratik özerkliği inşa ve Önder Apo’ya özgürlük” hamlesine en ön safta katılıyorlar.
Kürt gençliğinde bir kuşak yetiştirdi YCK! Önder Apo’yu sahiplenmenin ve direnişin bir kimliği oldu. Saflarında çok büyük kahramanlar, yaman direnişçiler çıktı. Birçoğu bu uzun süreli mücadelede gerilla saflarında kahramanca savaşarak şehit düştü. 2008’de Zap’ta şehit düşen Botan Hakkari ve Erdal (İlyas Aydın) bunlardan ikisiydi. Hem YCK’nin yiğit militanları olmuşlar, hem de YCK’den Komalên Ciwan’a gelen yolda gençlik hareketini yönetmişlerdi. Sonunda da gerillaya katılıp HPG’nin yenilmez savaşçı ve komutanları haline gelmişlerdi. Yine Kelareş’te şehit Hakî Şiyar (Senar Mete)’da bu kuşaktandı.
Bu yıl “Demokratik özerliği inşa ve Önder Apo’ya özgürlük” hamlesi içinde de iki seçkin YCK’liyi şehit verdik. Botan gerilla direnişinin en ön safında yer aldılar ve direnişe büyük güç kattılar. Birisi Ağustos ayında Pervari eyleminde şehit düşen Zerdeşt Dersîm’di. Diğeri ise Kato Marînos savaşında kahramanca direnip 12 Ekim’de şehit düşen Baz Mordem (Emrah Bayer)’di. Katillerine bizzat Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ödül verdiği Baz Mordem! Düşmanını ne kadar korkutmuş olduğu bu olayla da açıkça görülmüştü.
Baz Mordem, Van’ın sınır kasabası Başkale (Elbak)’de doğup büyüdü. Çocukluğu 12 Eylül faşizmine karşı direniş içinde geçti. Üniversiteye gidince gerçekleri daha iyi görüp bir YCK militanı haline geldi. Uluslararası komploya karşı direnen seçkin YCK’lilerden birisi oldu. Ardından da 1999 yılında Önder Abdullah Öcalan’ı savunan fedai militanlar içinde yer almak üzere gerillaya katıldı.
Fakat süreç değişim-dönüşüm süreciydi ve öncü örgütçülere ihtiyaç vardı. Baz Mordem işte bunlardan birisi oldu. Gençlik hareketinin değişip dönüşmesine ve Komalên Ciwan örgütlülüğüne kavuşmasına öncülük etti. Kürt Gençlik Hareketinin koordinatörlüğünü yaptı. İki dönem Konra Gel Genel Kurul üyesi oldu ve KCK Yürütme Konseyi içinde yer aldı. Çok genç yaşına rağmen parlak zekâsı ve bitmez tükenmez enerjisiyle bu görevleri başarıyla yerine getirmeyi bildi.
Baz Mordem 2007 yılından itibaren bir HPG savaşçısı olarak gerilla saflarında mücadele etmeye yöneldi. Mahsum Korkmaz Askeri Akademisi’nde eğitim gördü. Ardından da doğup büyüdüğü alanlarda, Botan’ın doğusunda gerilla mücadelesine katıldı. Büyük yönetim tecrübesine rağmen, gerilla saflarında tim komutanlığından başlayarak çekirdekten yetişmeyi esas aldı. Takım ve bölük komutanlığı görevlerini yürütüp Kato bölgesinin komutanı oldu. 12 Ekim’de Türk ordu güçleriyle girdiği savaşta kahramanca direnip şehit düşene kadar HPG’nin güleç yüzlü, atak ve mücadeleci bir komutanı olmayı bildi.
Ekim ayının ikinci haftasında Zap’ın batısında, Kato Marinos’ta Baz Mordem’i katledince Türk ordusu çok büyük bir zafer kazandığını sandı. O kadar ki, yapılan zafer şölenlerine Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bile katıldı. Nereden bileceklerdi ki, ardından fırtına gelecek! Nitekim Baz Mordem’in arkadaşları, daha şahadeti üzerinden bir hafta geçmeden intikamını aldı. Bu kez Zap’ın doğusunda, Çele mıntıkasında 19-20 Ekim günleri gerillanın vurduğu ezici darbe, Türk ordusunu da AKP hükümetini de şaşkına çevirdi. Bu darbeyle Kimyasal Necdet’in de, Başkomutan Gül’ün de, Tayyip Paşa’nın da karizmaları çok fena halde çizildi.
Baz Mordem, Kürt gençliğinin yarattığı sayısız kahraman önderlerden biridir. Kıvrak zekâsı ve bitmeyen enerjisiyle gençlik hareketine de, özgürlük mücadelemize de çok büyük değerler katmıştır. Kürt gençliği ve halkı, bu kahraman evladını ve yol gösterici komutanını her zaman anacak ve izinden başarıyla yürümeyi bilecektir! Kürt gençleri Bazlaşarak bu yiğit önderinin anısını yaşatacaktır!
Bu çerçevede Baz Mordem’in tüm YCK şehitlerini saygıyla anıyoruz!..
Selahattin ERDEM
- Ayrıntılar
Türk devleti yetkilileri bol keseden asker edebiyatı yapıyorlar. Bu asker edebiyatına basın kelli felli bir şekilde eşlik etmekte. Öyle ki savaş davullarını daha hızlı çalmak için Kürdistan’a teftişe gelen Başkomutan olarak isimlendirdikleri Abdullah Gül’ün gezisini askeriyenin üst düzey komutasının da içinde yer aldığı bu savaş hazırlığını manşetlerden verdiler. TC işgalci devletinin savaş hazırlıkları bir yana, savaş ganimetleri üzerinde şekillenen bir imparatorluğun devamcısı olan bu devletin temel beslenme gıdası savaştır.
TC devleti yürütülen savaşın hazırlıklarını daha güçlü yürütme planları yaparken İsrail devleti ile Filistinliler arasında esir değiş tokuşu yapıldı. Bir askere karşı tam 1027 Filistinlinin serbest bırakılacağı söylendi. Yani, Galid Şalit’e karşın 1027 Filistinli direnişçi!
İsrail devletinin geçmişte de kendi esir askerlerini almak için yoğun arayış içerisinde olduğunu biliyoruz. Hatta bir esir askerini kurtarmak için insan aklının alamayacağı girişimlerde bulunduklarını da biliyoruz. Lübnan’a saldırılarının bir gerekçesi olarak Galid Şalit’in özgürlüğünü göstermişlerdi. Bu ne kadar doğrudur bu tartışılabilir ama İsrail devletinin savaşa sürdüğü askerlerini ortada bırakmadığı görülüyor. İsrail siyonizmini beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz ancak “yiğidin” hakkını yememek gerekir. Ne de olsa bizler Ortadoğuluyuz ve biz Ortadoğulularda esas olan bir karakter de mertliktir. Namertlik bu toprakların özünden esasta hep uzak durmuştur. Daha sonraları bu topraklara namertlik ekilmiş ise farklı yerlerden taşırıldığı da bir o kadar aşikârdır.
Evet, siyonizmi beğenmeye bilirsiniz hatta bunun karşısında ciddi durarak mücadelede edebilirsiniz. Nitekim Kürt özgürlük hareketi olarak 1982 yıllarında mazlum Filistin halkının yanında, İsrail siyonizmine karşı bugün olduğu gibi o yıllarda da ön cephede hep karşı durduk. Bunun için on’un üzerinde yoldaşımız şehit düşerken, Önderliğimiz bizatihi Siyonist rejiminin yoğun istihbarat paylaşımının yanı sıra bir fiilen TC devletine sunduğu katkılardan dolayı, TC devletine esir verilmiştir. Özcesi, biz kendi cephemizde insanlığa karşı büyük suçlar işlemiş Siyonist rejime karşı kendi cevabımızı her zaman net olarak vermişizdir.
Şimdi bu Siyonist rejim Filistinlilere esir düşmüş bir askeri için binin üzerinde Filistinliyi bırakarak kendi askerine sahip çıkıyor. Bunun karşısında İsrail askerinin bırakılacağı tartışmaları henüz medyaya yansımadan önce özgürlük hareketinin elinde esir bulunan iki askerle bir kaymakam adayı televizyonlara mesajlar gönderdiler. Serbest bırakılmalarını bekliyorlar. Hatta direk ve dolaylı olarak Türk devletinden yardım talep ettiler. Ne var ki esir askerlerin görüntüleri ekranlara geçerken devlet yetkililerinin yanı sıra tek bir TC devleti basını ve medyası bu durumu haber geçmedi. Ama ne zaman ki Galid Şalit meselesi gündeme geldi onlarca televizyon canlı olarak bu meseleyi haber konusu yaptı. Hatta TC devletinin yetkili ağızları birinci elden açıklamalarda bulundular. Dediğimiz gibi kendi esir askerlerine ilişkin ise tek bir açıklama, tek bir haber, tek bir tartışma yürütmediler.
Özgürlük hareketinin elindeki esir askerlere ilişkin tek bir söz etmemeleri hatta geçmişte bir meclis başkanının esir olarak özgürlük hareketinin eline düşenlere dönük “keşke ölselerdi” demeden de edememişti.
Özcesi bu devlet yani TC devleti kendisinin bizatihi savaşa gönderdiği askerlere sahip çıkma onurunu göstermiyor. Tersine savaş meydanlarında askerlerini terk edip kaçıyor. Hatta imkan bulursa esir düşecek askerlerini bizatihi kendileri esir düşmemeleri için katlediyor. Vuruyor.
Bu durumda: TC askerliğine niçin gidilsin ki? Bu durumda vicdani retçiler başta olmak üzere kendi askerini koruma sorumluluğu duymayan bir devletin askerliğini neden yapsınlar ki?
Evet, kendi askerini koruyamayan, esir düştüklerinde sahiplenmeyen, bu saygın, onurlu duruşu göstermeyen bir devletin askerliğini yapma. Askerlik yapıyorsan biran evvel kaç. Terk et. Ve vicdani retçiysen devletin bu onursuzluk durumunu kendinin haklı davası için daha güçlü bir gerekçe yap.
Rojhat Bluzeri
- Ayrıntılar
Sömürgeci Türk devletinin oluşumu ve ilanı Kürt soykırımı üzerine gerçekleşmiştir. Türk ulus devlet oluşumu, esas felsefesi ve temel ilkesi “tek vatan, tek millet, tek devlet, tek dil, tek kültür” esasına dayanmaktadır. Bu nedenle Kürdistani ve Kürt olan her şey yasaklanmış, yok edilerek tarihten silinmek istenmiştir. Bu çerçevede fiziki katliamların yanı sıra toplumu Kürtlüğünden, Kürdistani bilinçten yoksun kılmak için tam bir soykırım ve asimilasyon sistemi oluşturulmuştur. Sömürgeci AKP hükümeti, bu siyasete kutsal İslam dinini alet etmek istemektedir. Bununla Kürt ulusal uyanışını, bilinçlenmesini ve örgütlü gücünü yok etmek istemektedir.
AKP TRT 6, Kürtçe kurs gibi uygulamalarla Kürt sorununu çözmüş olarak kabul etmektedir. Köklü bir tarihe, kültüre sahip Kürt halkını bir iki televizyonla veya kursla kandırmaya, oyalamaya çalışmaktadır. Hiçbir biçimde Kürt halkının sorunları bir televizyon ve Kürtçe kursa indirgenerek çözülemez. Bu, olsa olsa o halkla alay etmek anlamına gelir. Kürt sorunu, ulusal ve toplumsal bir sorundur. Bir halkın var oluşsal haklarından kaynaklı tüm haklarının tanınması gerekir. Tayyip Erdoğan, Yaşar Büyükanıt ve İlker Başbuğla uzlaştıktan sonra “bireysel haklar” kapsamında ve yerel yönetimler seçimi öncesi TRT 6’nın açılması, bir halkı parçalamayı, yok saymayı amaçlayan bir uygulama olmuştur. Bir ulusun hiçbir hakkını tanımamak ama sözüm ona bireysel haklarını tanımak, yeni bir inkâr etme tarzıdır. Kürt halkının özgürlük mücadelesini tasfiye etme amacından başka bir şey değildir. Dolayısıyla AKP’nin bir Kürt sorunu çözümü niyeti ve hedefi yoktur. Zihniyeti gereği olamaz da!
Bu zihniyetin bir numaralı temsilcisi Tayyip Erdogan denilen ağzı salyalı sömürgeci itin, Kürtlere din konusunda yaptığı son saldırı karşısında, tüm yurtsever Müslüman Kürtlerin Cuma namazlarında gerekli cevap vereceği kesindir. Biz Türk egemenlerinin kutsal İslam dinini nasıl kendi sömürgeci egemenliği için kullandıklarını da biliyoruz. Ama şu tarihi bir kesinliktir. Kürtler, Türk egemenlerinin kutsal islamı tanımadan önce, bu İslam dininde alimler yetiştirdiğini de biliyoruz.
En son Botan’da geliştirilen siyasi soykırım operasyonları başta olmak üzere Amed, İstanbul, İzmir, Batman vb yerlerde yapılan operasyonlar artık her Kürdü uyandırmalıdır. PKK sempatisi olsun olmasın, BDP ile ilişkisi olsun olmasın hâlâ kendini Kürt sayan, Kürt hisseden herkes artık bu AKP oyununa bir an önce son vermelidir. Çünkü bununla amaçlanan, özgür iradeli, boyun eğmeyen, kendi toprakları üzerinde her halk gibi kendi yaşamı ve geleceği hakkında karar vermek ve bunu uygulamak isteyen Kürt halkını stratejik olarak yok etme istenmesidir. Hâlâ kışla düzeninde Kürt çocuklarını Türkleştirme merkezi okullarda eritilmeye çalışılması en ufak bir özgür gelişmeye izin vermemesinin anlamı budur.
Bugüne kadar siyasi soykırım operasyonları kapsamında Kürt halkının kendi özgür iradesiyle seçtiği milletvekilleri hâlâ esaret altındadır. Belediye başkanları esaret altına alınmış ve en son Botan’a Şırnak, Cizre, İdil, Silopi’de belediye başkanları, belediye meclis üyeleri, BDP’nin il ve ilçe yöneticileri sudan gerekçelerle esaret altına alınmışlardır. Uludere belediye başkanı henüz esaret altına alınmamasına rağmen, ancak o da görevinden uzaklaştırmışlardır. Özellikle Botan’daki bu esaretten sonra alel acele bir tarzda belediye başkanları ve belediye meclis üyelerinin, il genel meclis üyelerinin görevlerine son vermiştir. “Esaret altına al ardından görevinden düşür.” Bu ne anlama gelmektedir?
AKP hükümeti 2009 Mart yerel yönetim seçimlerinden hemen sonra yaptığı siyasi soykırım operasyonlarıyla, Kürdistan halkının özgür iradesi karşısındaki tahammülsüzlüğünü ve bunu kabul etmeyeceğini ortaya koymuştur. Bu bir politikadır. Bir sömürgeci refleks, duyuş ve hissediştir. Şimdi de, artık esaret altına alarak boşalan yerlere kendi işbirlikçi hain AKP’lileri yerleştirmeye çalışmaktadır.
Bugüne kadar siyasi soykırım operasyonlarında önemli sayıda belediye başkanı, belediye meclis ve il genel meclis üyesi, Kürt siyasetçisi esaret altına alınmıştır. Bunun karşısında gösterilen tepkiler ve protestolar başlangıçta belli bir düzeyde olmakla birlikte giderek rutinleşen, perşembe günleri belediye başkanı tutuklanan belediyelerin önünde küçük gruplara daha çok da belediye çalışanlarıyla sınırlı arada bir çeşitli demokratik kitle örgütlerinin desteği ile süren açıklamalar yapmakla yetinilmektedir. Belki bugüne kadar dikkatleri çekmek, toplumsal bellek oluşturmak ve direnişi canlı tutmak için bu eylemliliklerin bir anlamı vardı. Hele hele halkın kitlesel olarak bu eylemliliklere katılmaması yönünde ciddi bir çabanın harcanmamasını anlamak mümkün değildir. Botan’da yapılan soykırım operasyonları ve ardında da hepsinin görevden düşürülmesi biraz da bu konuda yaşanan yetersizliğin sonucudur. Sömürgeciler, bundan cesaret almıştır. Seçilmişlere yönelik bu saldırılar görünüşte seçilmişlere dönü olsa da aslında onları kendi milletvekili, belediye başkanı, belediye meclis üyesi, parti yöneticisi olarak seçen halka saldırıdır. O halkın seçimine, tercihine, kararına ve iradesine bir saldırıdır. “Ey Kürtler siz kim seçim yapmak kim? Siz, seçseniz de bunun bizim açımızda bir değeri, kıymeti har biyesi yoktur.” Bundan daha büyük bir saldırı, hakaret, aşağılama olabilir mi? Sömürgeci AKP hükümetine, bu hakaretlerine daha ne kadar dayanılabilinir? Bu hakaretler daha ne kadar sineye çekilebilir? Amed’te Kürtlerin seçtiği milletvekillerine açıkça çok ahlaksız ve alçakça küfür ettikten sonra İdris Balukan’a “ben devletim” demesinin anlamı yeterince açık değil mi? Bunu diyen o polis onu anlık öfke ve tepki ile söylememiştir ya da ağzından kaçırılmış bir söz değildir. Sürç-i lisan hiç değildir. Bir polis bunu Türkiye’de söyleyemez. Bir Türk milletvekiline hiç söyleyemez ama bunu Kürde milletvekili de olsa söyler. Çünkü O, Kürdistan’da kendisini Kürt toplumunun üstünde ve onun efendisi olarak görmektedir. Milletvekili ya da belediye başkanı olmuş bu, onun için fazla bir anlam ifade etmez. Çünkü 30’lu yıllarda Türk sömürgeci sisteminin adalet bakanı Mahmut Esad Bozkurt da “Türkler efendidir. Başkaları onlara ancak hizmetçilik ve kölelik yapabilir” demiştir. Türk sömürgecilerinde ve onun şu ya da bu bürokratik aygıtında görev yapan herkes bu sömürgeci terbiyeyi doğuşundan itibaren alır, içselleştirir. Başta Botan’da belediye başkanı, belediye meclis üyesi, il genel meclis üyesi ve diğer seçilmişleri esaret altında bulunan tüm iller, ilçeler, beldeler, kendi seçtiklerini sahiplenmelidirler. Kişisel olarak bir belediye başkanını, milletvekilinin, belediye meclis üyesini beğenip beğenmemek, sevip sevmemek veya eksiklikleri yetersizlikleri olmuş olmamış çok da önemli değildir. Varsa ki mutlaka vardır, bu, Kürt toplumunun kendi demokratik işleyiş ve platformlarında eleştiri ve özeleştiri ile üzerinde durulacak şeylerdir. Türk sömürgecileri yani kürdü tarih boyunca katliamlarla korkutmak, sindirmek ve yok etmek için bu kadar çalışan bir düşman herhangi bir Kürde, kendi seçilmişlerine yönelttiği eleştiri veya bu seçilmişlere Kürt halkına hizmette gösterdikleri yetersizliklerden dolayı esaret altına almıyor; esaret altına almasının amacı, bu seçilmişlerin şahsında özgür Kürdü kabul etmemek ve onun seçilmiş iradesini tanımamak ve ona kendi topraklarında hayat hakkını tanımamaktır.
Bu nedenle Kürtler, artık seçilmişlerinin esaret altına alınmasını küçük gruplar halinde protesto etmeyi, sadece belediye çalışanları veya küçük grupların işi olarak görmemelidirler. Daha kitlesel bir biçimde kendi seçtikleri iradelerine sahip çıkmalı, savunmalı ve onların özgürlüğü için mücadele edilmelidir. Kürt Halk Önderliğine uygulanan tecride karşı direnişiyle birleştirilmeli ve güçlü bir halk hareketine dönüşebilmelidir.
Ortadoğu’daki halkların baharından sonra ABD’de ve Avrupa’da da halklar, emekçiler kapitalist modernitenin sömürü sistemine karşı bir başkaldırı sürecini yaşamaktadırlar. Bölgemizde ve dünyada yeni bir sistem, yeni bir yaşam arayışı mücadelesi giderek radikalleşerek yükselmektedir. Böyle bir dönemde bu kadar direniş tecrübesine sahip bu direnişte ortaya koyduğu duruşla bölgedeki halk hareketlerini tetikleyen halkımızdan beklenen bu döneme güçlü direnişleriyle öncülük etmesidir.
Sömürgeci Türk devletinin, AKP’nin, Önderliğimize ülkemize, halkımıza, seçilmiş temsilcilerimize yönelik saldırı ve gösterdikleri sömürgeci refleks, karşısında halkımızın da, yurtseverlik refleksleri, duyarlılığı gelişmeli, pratikleşmeli ve serhıldanlaşmalıdır.
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
TC devleti Kürt halkına karşı mücadele ederken hep birilerine dayanmadan edemiyor. Bir; dış güçlere endeksli hareket etmeleri, iki; hep bana karşı komplo var teorileri, üç; “birliğim ve bütünlüğüm” hedefleniyor farazileri, dört; Kürtlere karşı mücadele etmek için ne kadar yeni teknik varsa onun peşine takılma hastalıkları, beş; Kürtlerin nerede olursa olsun bir araya gelmelerinde kendisine karşı bir karşıt cephenin örgütlenmesini oluşturuyorlar kompleksleri. Ve tabii ki bu hastalıklı durumları daha fazla sıralamak mümkündür. Ama yukarıda dile getirilenler herhalde en önemli olanlarıdır.
Evet, uzun yıllardır gerilla mücadelesinde yer alan biri olarak TC devletinin, askerlerinin, siyasetçisinin ve aslında bir bütünen insanının kendine güvensiz duruşu üzerinde epeyce kafa yormaya çalışıyoruz. Bir devlet ki hem de cihan imparatorluğunu yapmış, bir devlet ki NATO’nun ikinci en büyük ve güçlü ordusu, bir devlet ki dünyanın bilmem kaçıncısı büyük ekonomisi, bir devlet ki kaç tane Türkî Cumhuriyeti kardeşi ve kendisini de bunların abisi gören, bir devlet ki burnundan kıl aldırmayarak, “bir türk dünyaya bedeldir” sözünden geri atmayan, bir devlet ki çok gururlu ve kibirli olarak her gün, her sabah her akşam, “ne mutlu türküm diyene” tekerlemesini tekrar eder dursun.
Ama işte böyle kocaman bir devlet birkaç ya da birkaç bin gerillaa karşı neden insan aklının alamayacağı ilişkilere girer, pazarlamadığı bir yerini bırakmaz, gece gündüz bu birkaç gerillayı ortada kaldırmak için her şeyini ortaya serer ve ilginç ama bir milyonluk ordusuyla ve namı diyar askerlik geçmişiyle övünen bu devlet neden bu kadar tekno manyak olur? Neden dünyanın neresinde bir öldürücü teknik varsa peşine takılarak getirterek, bu birkaç gerillaya karşı kullanmak ister?
Özcesi bu kocaman devlet ve karar veren pozisyonda bulunan siyasetçileri ve askerleri hatta daha fazlaları neden bu kadar kendisine karşı güven eksikliği yaşar? Sahiden özgüven eksikli nedir?
İnsan toplumuyla vardır. Toplumuyla güç olur. Toplumuyla benlik kazanır. Kişiliği toplumuyla oluşur. Toplumun dışında yaşayan insanlar yukarıda dile gelenlerden mahrum kalırlar. Ürkek olurlar, çekingen olurlar, lafın tam manasıyla hassas olur ve dikenlerin üstünde yaşarlar.
İnsan toplumuyla vardır dedik. Ne var ki bizler dünyaya doğduğumuzda insanlığın oluşumundaki topluma doğmuyoruz. Verili olan bir topluma doğuyoruz. Bu ise bizim dışımızda olupta gelişen verili bir toplum oluyor. Toplumun inşa edildiği gerçekliğini bilirsek insanın da inşa edileceğini biliriz. Yani insanlara doğdukları toplumlar şekil verirler. Hani o ünlü Fransız feministi Simon Beavoir’ın dediği gibi “Kadın doğulmaz, kadın yapılır” cümlesi esasta bu inşa edilmeyi iyi ifade eden bir cümle oluyor.
Bizim içine doğduğumuz verili dünya ise hiyerarşik ve tahakkümcü bir dünyadır. Sınıfların, tabakaların, adaletsizliğin, korkuların, vurdum kırdımların dünyasıdır. Baskıcı güçler olarak devlet, bunu yürüten ve ayakta tutan vurucu güç olarak asker, polis derken bu çarkı ayakta tutan onlarca böyle tahakkümcü ve hiyerarşik yapı söz konusudur.
İşte biz böylesine çokta mahsum ve temiz olmayan bir dünyaya doğarız. Bu mahsum ve temiz olmayan dünyada ilk günden başlayarak hep birileri için hazırlanırız. Bu birileri sadece bir kişiye hazırlanma anlamında değildir. Daha geniş manada birileri için hazırlanmadır. Evde anaya, babaya göre, dışarıda mahalledekilere göre, okulda öğretmenlere göre, biraz ötede resmi makamlara, erkek iseniz askerliğe, kadınsanız kadınlığa ve tabii erkekse kadına kadınsa bir erkeğe, paraya, mala, mülkü derken hep bir şeyler için birileri için hazırlanırız.
Böyle bir verili dünyanın içine doğan insanın en belirgin karakteri dediğimiz gibi birileri için hazırlandığı için hep birilerine endeksli büyütülür. Adeta bu verili topluma doğan bu birileri kendine güvensiz yetişir. Hele siz bu güvensizliğe bir de öte dünyaları eklerseniz, bizim büyüdüğümüz toplumdaki gibi in cinleri de katarsanız, vampir hikayeleri derken devlerin masalları, mantığın alamayacağı ama insanın ruh dünyasının alabileceği bir sürü korkutucu şeyi de eklerseniz bu güvensizliğin insanı nasıl dışa dönük ikircikli, korkak, içine kapalı, çekingen, kuşkulu, inançsız, birilerine bağlanmadan yaşayamayan, duygu dünyasında tereddütlü, insanlara karşı güvensiz derken tümden var olan bu verili dünyaya karşı kaygılarla yetişir ve yaşarsınız.
Devam edecektir
Kasım Engin
- Ayrıntılar
İnsana düşman bir devlet ve bir rejim var.
Hayvana düşman bir devlet ve bir rejim var.
Bitkiye düşman bir devlet ve bir rejim var.
Bütün canlı alemine düşman bir devlet ve bir rejim var.
Kürdistan, Anadolu ile Trakya halklarına düşman olan bu rejim T.C dir.
Bu devlet ve bu rejim ne Türkün ne de Kürdündür.
Ne de Süryani, Ermeni, Çerkez, Arap, Laz, Terekeme, Boşnak ve diğer halklara dosttur.
Bu devlet ve bu rejim devşirmelerin rejimidir.
Bu devleti kuranların külliyeti devşirmedir.
Bu devleti kuranların külliyeti, makam, mevki ile para-pul uğruna Türk ırkçılığını geliştirenlerdir.
Bu devleti kuranların külliyeti, Batı, ABD ile Siyonizme jandarma olma misyonunu yerine getirmek için yanıp tutuşanlardır.
Bu devleti kuranların külliyeti, Türklük maskesiyle hem ruhi olarak hem de ta damardan batıdan daha batıcıdır. Siyonizmden daha fazla siyonizme hizmet edenlerdir.
Bu devleti kuranların külliyetinden hiç biri Türk değildir.
Bu devleti kuranların külliyeti ile devletinin şimdiki sahibi AKP’liler gibi kökü başka, üstü Türk gözüken virus kişiliklerdir.
Dolayısıyla ne bu devlet meşrudur ne de bu rejim.
Bu devlet Ortadoğu’nun içine uzanan bir Batı hançeridir.
Bu devlet Kürdün, Arabın, Farsın ve Türkün kalbine saplanan bir Batı hançeridir.
Dolayısıyla bu devletin ordusuda bir Batı hançeridir.
Çünkü bu devleti kuranlar devşirme olup, kendini inkar ederek Türkleşerek iktidara gelmeyi amaçladıkları için, ilkin kendi kendine düşman olmuşlardır.
Bunu yaptıkları için tüm insanlığın düşmanıdırlar.
Bundan daha öte olduğunu ruhbilimci psikologlar şöyle tanımlıyorlar.
“Bir insan kendi ırkını inkar edip başka bir ırkın kimliğini kabul ederse, o artık bir insan değildir.
O artık hayvan bile olamaz.
Çünkü kendini inkar eden insan ilkin kendi halkına ve kendine düşman olur.
Halkına ve kendine düşman olan biri tüm insanlığın düşmanı olur. Halkına ve kendine karşı düşmanlaştığı için insanlıktan çıkmıştır. Canavarlaştığı için O, artık bir canavardır
Halkını ve kendini inkar ettiği için herkesin kendini inkar etmesini şart koşar.
Bunu kabul etmeyenlere karşı canavarca, canice katliamlar planlar.
Bunun için her türlü soykırım yöntemine başvurmaktan geri durmaz.
Bu nedenle devşirme kişiler ile onların kurduğu devletlerin varlığının ortadan kaldırılması gerekmektedir”.
Ruh bilimcilerin bu söyleminden şu sonuç çıkıyor mu?
Gürcü Erdoğan devşirmesinin başında olduğu Yeşil Türk Irkçı iktidarı insanlık düşmanı bir iktidardır. Bu iktidar ABD’nin hançeridir.
ABD Başkanı Obama, AKP, Erdoğan ile Gül’ün misyonu için deme di “Erdoğan her şeyi bizim adımıza konuşuyor, bizim adımıza yapıyor, O bizi temsil ediyor”.
Devşirme Türk Ordusu’da, ABD’nin, Ortadoğu’daki ileri karakoludur.
Bu nedenledir ki, Botan’a sefer eyleyen Sebatayist Başkomutan Abdullah Gül’ün başında olduğu bir ordu devşirme ordudur.
Bu orduda askerlik yapmak batının hançeri olmaktır.
Batının hançeri olan bu devşirme orduda askerlik yapmak, her gün birer birer öldürülmek demektir. Ardından intihar etti yalanına inandırılarak pisi pisine ölmektir.
Batının hançeri olan bu devşirme orduda askerlik yapmak, Uğur Kantar gibi disko adlı işkenceyle katledilmektir.
Batının hançeri olan bu devşirme orduda askerlik yapmak, bir Kürd için kendi vatanını düşmanına teslim etmek, kendi kardeşine karşı canilik yapmak demektir.
Batının hançeri olan bu devşirme orduda askerlik yapmak, bir Türk, bir Çerkez veya başka bir halka mensup bir genç için hem Kürtlere düşman olmak hem de Kürdistan’da işgalci bir ordunun elemanı olarak ölmekten başka hiçbir anlam taşımaz.
Hele başta Kürd gençleri için halkının özgürlük gerillası olmak dururken, devşirme ordusunda yer almanın ne anlam taşıdığını yazmak bile insanı utandırıyor.
Ben tüm Kürd gençlerine soruyorum, dünyanın hiç bir yerinde başka bir ulusa ait bir genç vatanını işgal eden bir orduda yer alıyor mu?
Bunu herkes araştırsın.
İsrail ordusunda tek bir Filistin genci var mı?
Bir araştırın tek bir Filistin gencini İsrail ordusunda bulamazsınız.
O zaman sizler niye Türk ordusuna askerlik yapıyor ve üstüne üstlük öldürülüyorsunuz?
Yine hiç düşünmediniz mi Devşirme Türk Ordusu niye 27 yıldır gerilla karşısında kepaze oluyor?
Hele bu yılki direnişte ise kendi eski komutanları Sebatayist Koşaner dediği gibi tam kepazelik bir durumu yaşıyor.
Eğer elinde dünyanın en gelişkin teknolojik silahları olmazsa değil dağda, ova da yürüyecek yürek kalmamıştır Devşrime Türk Ordusu’unda.
Aslında Devşirme Türk Ordusu, HPG’nin bu son vuruşları karşısında ruhen bir çöküşü yaşıyor. Cesareti kırılmış, korkunun esiri olmuş durumda.
Kürdistan’ın yalçın dağlarından bir şahin gibi süzülüp şehirlerdeki Fetullahçı Polis Çetelerini tarumar eden Kürdistan gerillası dururken, Devşrime Türk Ordusu’nda yer almak bir utanç değil mi?
İnsanlığa düşman olmak değil mi?
Düşün ve kararına ver.
Özgür Bilge
- Ayrıntılar
12 Eylül karanlığından bu sözün pratikleştirilmesiyle çıktık. Varlığı inkar edilen bir halkın dirilişini sağlamak amacıyla başlatılan tarihi yürüyüş bu söz etrafında kilitlenmiş militanların, yiğit Kürt gençlerinin inanç ve iradeleriyle bugüne dek geldi. Karanlık duvarlar, kalın sisler bu küçük ışıktan alınan güçle ve sadece insanın kendisine inanmasıyla aşılabildi.
Bu karanlık dönemler belli oranda aşıldı. 12 Eylül’ün faşist askeri yönetimi gerilla atılımıyla yenilgiye uğratılmış, yaşadığımız coğrafyada belli bir özgürlük düzeyi yaratılmış olsa da liberalizmin yeni plan, proje ve konseptleriyle çok daha fazla iddialı bir biçimde saldırılarının devam ettiği kesindir. Bu saldırılarda düşünceye yönelim, bilinç karartması çok daha fazla. Kavramlara biçilen anlamlarla çokça oynandığından doğru/yanlış, iyi/kötü ayrımı içinden çıkılmaz bir düzeye getirilmiş bulunuyor.
Bu gerçeklik karşısında Önderliğimiz İmralı’da tüm insanlık tarihinin en ağırlaştırılmış tecrit ve izolasyon politikalarına rağmen yaratılan bu çarpıtmaları aydınlatmak adına değeri her geçen gün daha fazla anlaşılan bir külliyat oluşturdu. Sırf insanların kendine inancını yükseltmek, tarihin çarpıtmalarını düzeltmek, Kürt kimliğine anlam kazandırmak adına kendi düşünce ve duygularına yüklenerek bir şaheser yarattı.
Ciltleri bulan savunmalar yaşadığımız dünyanın gerçeklerini anlamak için de oldukça önemli. Hakikat yolunda yürümek isteyen her birey, dürüst ve onurlu her insan evladı bu savunmalarda kendi mücadelesi için çok değerli bir düşünce sistemini edinebilir, yürüteceği mücadelede güçlü bir moral desteği sağlayabilir.
Yapılan tespitlere doğru anlamlar yüklemek şartıyla tabii.
Bir Halkı Savunmak adlı eserde Önderlik “her kavrama kutsallık düzeyinde önem vererek yeniden ele almalıyız” diyerek liberalizmin demagoji sanatı karşısında bize güçlü bir silah vermişti. Şu anda yaşanan karmaşa buradan ileri geliyor. Barış derken kimin ne kastettiği, demokrasi, özgürlük denildiğinde sistemin neden söz ettiğini iyi anlamamız gerektiğini belirtmişti. Yine Kapitalist Moderniteyi tüm yönleriyle çözümlediği son savunmalarında “sistemin her yerinden ona karşı durarak” mücadelenin yükseltilebileceğini belirtmiş, sistem karşısında zaferin de bu şekilde elde edilebileceğini söylemişti.
Günümüzde mücadelemizin geldiği aşama göz önüne getirildiğinde yaptığı ciddi uyarıyı tekrardan hatırlamakta fayda var. “neoliberalizmin yeni dalgalarında kaybolmamak” adına neler yapılabileceğini herkesin sorgulaması gerekiyor.
2002’den beri Türkiye’de iktidarda bulunan AKP hükümetinin duruş ve politikalarını bu perspektifler ışığında yeniden değerlendirmek gerekiyor. Şüphesiz Kürtler üzerinde yürütülen soykırım politikaları salt bu hükümet tarafından uygulanmıyor. Çok geniş bir batı dünyası ve bölge gericiliğiyle işbirliği halinde böylesi bir yönelim sahibi olabiliyor. Fakat hakkını yememek, AKP hükümetinin liberalizmin demagoji sanatındaki üstünlüğünü de görmek gerekiyor. Bu denli rahat yalan söyleyerek, gerçekleri tersyüz ederek, ilke ve değerleri ayaklar altına alarak, ahlaktan yoksun bir politika yapabilmek Ortadoğu coğrafyasında çok mümkün değildir. Batı dünyasının ahlaktan boşaltılmış bireycilik stratejisi olmadan, hileci, yalancı kapitalist modernite mirası olmadan Ortadoğu toplumları üzerinde böylesi bir politika uygulanamaz.
Bu anlamıyla AKP hükümetinin ideolojik, paradigmasal kökenini iyi görmek gerekir. AKP Ortadoğu geleneğinin değil, kapitalizmin yaratıcısı batı dünyasının bir piçi durumundadır. Ortadoğulu halkların değerler sistemini onlara karşı kullanan, dini kendi emellerine alet eden faydacı, ilkesiz, ahlaksız bir harekettir.
Bu gerçekliğinin yanında AKP’nin politik uygulama alanları ve bunun yarattığı algı dünyasının da ciddi bir çözümlemeden geçirilmesi gerekir. Ortaya konulan pratikler ve değerlendirmeler bu konuda özellikle Kürtler arasında ciddi yanılgılar yaşandığını gösteriyor.
Örneğin siyaset, demokrasi çarpıtması ve savaş/barış kavramlarına yüklediği anlamlar herkes tarafından doğru değerlendirilebilmeli. Buyurun siyaset yapın diyen, ardından herkesi zindanlara tıkan bu zihniyet doğru çözümlenmedikçe sistem karşısında ciddi bir mücadele yürütülmeyeceği anlaşılmalıdır. Buyurun siyaset yapın demek, gelin teslim olun demekle aynı kefede ele alınabilir.
Bu düşünceyi dillendiren iyi niyetli insan ve gruplar olsa da sistem içinde bunu denemenin kesinlikle bir şekilde sistemle işbirliği içinde olmaktan geçtiğini iyi biliyoruz. Nitekim BDP üzerinden yürütülen politikalar, meclise gidişi ve ardından siyasi partilerin, devlet erkanının yaklaşımları bunu çok açık bir şekilde göstermiştir.
Daha da önemlisi bunun karşısında gelişen reflekssizlik bu durumun ne kadar içselleştirildiğini göstermesi açısından oldukça önemlidir. Soğuk suya atılarak yavaş yavaş arttırılan ısıyla kendinden geçen ve en sonunda kaynar su içinde ölen kurbağa örneğini yeniden hatırlamakta fayda var. Şu anda Türkiye devlet ve hükümetinin yarattığı siyaset alanı içinde yer alan her bireyin böylesi bir sonu öngörmesi yerinde olur. Buna karşı direniş adına kimi girişim ve yaklaşımlar söz konusu olsa da beş bin yılık bir devlet geleneği karşısında yer alındığı çokça hatırda tutulmadığından bunu aşacak politik duruşlara ulaşılamamakta, dolap beygiri gibi dönülmektedir.
(Ayrıca bunun bir hakaret olmadığını bir sistem gerçeği olduğunu hatırlatmak isterim)
En son üç seçilmiş milletvekili için açılan davalara da bakıldığında teslim alma politikalarının ne kadar yürürlükte olduğu, devlet sistemi içinde muhalif politika yapılmasının ne kadar zor olduğu rahatlıkla görülebilir.
Böylesi bir durumu çok yoğun hissetmek gerekir. Sadece görmek değil, bu teslim alma zihniyetini, teslim alma yöntemlerini, taktik ve planlarını, konseptlerini çok yönlü değerlendirmek gerekir. Bunun dışında eğer gerçekten politika yapılmak isteniyorsa güçlü bir dayanak bulunmalıdır. Halktan desteğini aldığını iddia eden birçok hareket tarih içerisinde kısır düşünce dünyaları, bulanık zihniyet nedeniyle yenilmiştir. Kürt Özgürlük Hareketi’nin bu sistem karşısında bunca uzun yılları alan bir mücadele yürütebilmesinin altında yatan da aynı destektir. Ama tek bir farkla.
PKK ve etrafında oluşan sistem halkı temel dayanak, destek merkezi olarak ele almakla birlikte asla sistem içinde olmamayı da ilkesel bir duruş olarak kabul etmiştir. Hem sistemin suyundan içip, hem de ona karşı mücadele etmeye kalkmamıştır. Sistem dışında olmayı, ona karşı mücadeleyi de her zaman dağa, özgürlük mekanlarına dayanarak yürütmüştür. Günümüzde yaşanan gerçeklerden de anlaşılacağı üzere ovada siyaset yapmanın tüm yolları tıkanmıştır. Ama halen mecliste, seçilmiş olmanın verdiği avantajlarla siyaset yapılabileceği düşünülmektedir.
Durum ortadadır. Daha seçimlerden çok önce, yine geçmiş yıllarda legal siyasetin gelişimini sürekli desteklemiş olsak da var olan Kürt karşıtı konseptin yönelimlerinin ancak halkın yürüteceği direniş ile yenilgiye uğratılabileceğini belirtmiştik. Bunun karşısında birçok neoliberal tutum ve etrafında şekillenen yarım yamalak sözde demokrat kesim bizi savaş çığırtkanlığı yapmakla, legal siyasetin iradesine ipotek koymakla suçlamıştı. Bu kesimlerin durumu tekrardan değerlendirmesini öneriyoruz.
Yine siyaset yapmak, halkın mücadelesine destek sunmak isteyen kesimleri de mücadele yöntem ve araçlarını gözden geçirmeye davet ediyorum. Kürt halkının 12 Eylül karanlığından çıkışında ne denli rolü olduğu ortada olan Teslimiyet ihanete, direniş zafere sözünü yeniden mücadelenin merkezine yerleştirerek Kürt halkının dirilişini sağlayan mücadelenin pratiklerinden dersler çıkarmasını öneriyorum.
Anlamak lazım. Eğer doğru mücadele yürütülmek isteniyorsa dağa dayanmak zorundasınız. Bunu yapmadığınız müddetçe tutuklanacak, hakarete uğrayacak, işkencelerden geçecek, onursuzluk dayatmalarıyla yüz yüze kalacaksınız. Legalin de, illegalin de yolu dağdır. Bunu görmeyenin mücadelesi, bunu kabul etmeyenin istemleri asla hedefine ulaşmayacaktır. Eğer TC devletine, bölge gericiliğine ve batı dünyasının özgürlük adına geliştirdiği kölecilik dayatmalarına karşı PKK hareketi bugünlere gelmişse ve zaferi elde etmeye ramak kalmış bir eksende dimdik ayakta ise dağa dayanarak bunu başardığını anlamak lazım. Yoksa emekler, çabalar, bedeller boşa çıkacak, tarih bir kez daha tekerrür edecektir.
Bunu sadece Kürtler değil, Kürtlerin haklı davasına yakınlık duyan Türkiyeli demokrat kesimler ve tüm sistem muhalifleri de anlamalıdır. Sistem karşısında yer almak mekan olarak da ondan soyutlanmayı gerektirir. Bunu bir kez kabul ettiğinizde, dağın özgürleştirici gücünü hissettiğinizde içinizdeki gücün kudretine kendiniz bile şaşıracaksınız…
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Kaldığımız yerde devam edelim.
Böyle tuhaf bir dünyaya doğanlar öncelikli olarak kendilerine dayanak noktaları ararlar. Böyle bir dünyaya doğanlar yardım eli uzatılmadan yaşayamazlar. Hele hele çocukluk gelişimimizin ne kadar sürdüğünü de buna eklerseniz ne kadar biçare bu dünyaya doğduğumuz daha iyi anlaşılır.
Yukarıda insanın toplumuyla var olduğunu söylemiştik. Toplumsuz insanın zayıf olduğunu da eklemiştik. Böyle zayıflıklarla bir ortama doğanlar toplumuyla güç olmaya çalışırlar. Toplumlarıyla zayıflıklarını aşmaya çalışırlar. Bu belki de en doğal olan, en olması gereken kendini yaratma yöntemi oluyor. İçine doğduğun toplumla kendini var etme…
Ne var ki yukarıda da belirttiğimiz gibi içine doğduğumuz toplum ise bize şekil vermeye çalışan bir toplumdur. Daha doğrusu bugün içine doğduğumuz verili toplum esasta hiyerarşik, tahakkümcü ve sınıflı bir iktidar toplumudur. Ya da baskın olanın bu olduğunu söyleyelim. Geçmişin komünalcı toplumunu bin yıllarca gerilerle iteleye iteleye bu baskıcı, tahakkümcü toplum kendisini çok daha fazla egemen kılmaya çalışmış ve önemli oranda da başarmıştır.
Böyle bir toplumda insanlar sağlıklı yetişemezler. Çünkü her zaman var olan bir tahakküm vardır. Baskı vardır. İktidar vardır. Hiyerarşi vardı. Özcesi her zaman doğal olmayan çok ama çok şey vardır. Bu durumda bu topluma doğanlar ilk elden temiz duygularıyla adım atsalar da giderek temiz adımların sınırları onlara çizilir. Ve bir müddet sonra bu sınıflı toplum kendisini var edebilmesi için kendisine benzeyecek insanları şekillendirmek için el atar. Aslında doğumla birlikte buna başlasalar da belirgin olarak birkaç yaşına insan basar basmaz buna başlar. Ve birinin yapacaklarıyla yapmaması gerekenleri iyice öğretirler. Yasaklar yani tabular devreye girer. Devlet denen zor aygıtı zaten esasta tabularla sınırlanmış bir yapıdır. Tahakkümcü yapıların kurumlaşmış hali biraz da devlet oluyor. Bu yapılarda bireylerin iç durumlarıyla dış durumları çelişik olur. Yani iç dünyayla dış dünyaları çoğu zaman karşıtlıklar gösterir. Psikoloji biliminde bu duruma alt benlik ile üst benlik deniliyor. Ya da şuur altıyla şuur üstü de diyebiliriz.
Bir bireyin şuur altıyla şuur üstü bir değilse ya da şuur altıyla şuur üstü birbirine yakın değilse orada anormal bir durum var demektir. Yani orada hastalıklı bir durum söz konusudur. İnsanın yapmak istedikleriyle yapmasına izin verilmeyenler oldukça insan gerçekten hasta demektir. Ve hiyerarşik tahakkümcü yapılar böyle bir insanı yaratmaya hep özen gösterirler. Bir kere böyle bir insan yaratıldıktan sonra bu insanı korkuları üzerinde yönlendirmek herhalde dünyanın en rahat işi olmaktadır. Nitekim tarihte o bilinen meşhur rahipler, şamanlar cümle cemaat insanı yönlendirmek üzere kurulu yapıların hedefledikleri tiplerde bu tiplerdir. Yani yönlendirmeye açık bireyler.
İçiyle dışı bir olmayan bireyler, şuur altlarıyla şuur üstleri bir olmayanların korkuları çok fazla olur. Böyleleri içten içe korkularla yaşarlar. Böyleleri kendilerine güvensizdirler. Ne de olsa onları içten içe kemiren korkuları vardır. Böylelerinin ayakta kalabilmesi için dayanaklara ihtiyaçları hep vardır. Böyleleri hep dışarıdan gelecek desteklere muhtaç hissederler kendilerini. Ve doğrusu bu durumu aşmayanlar, bu bağımlılık durumuna isyan etmeyenler, bu korkulu ruh halini gideremeyenler, şuur altlarıyla şuur üstlerini birbirine yakınlaştırmayanlar hatta güçleri varsa ortada kaldıramayanlar, hep birilerine bakarlar. Hep birilerinin elline bakarlar. Hep birilerinden medet umarlar. Ve böyleleri doğaldır ki bağımlı olurlar, bağımlı yaşarlar.
Çok uzatmadan böyleleri çok fazla öbür dünyalara bağlı yaşarlar, böyleleri çok fazla yalana dayalı yaşarlar, böyleleri çok fazla başkalarında yardım beklerler, böyleleri çok fazla tekniğe dayalı ya da çok fazla tekno manyak olarak yaşarlar, böyleleri çok fazla komplo teorileriyle yaşarlar.
Devam edecek
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Kürt halk Önderi Abdullah Öcalan’a karşı geliştirilen 9 Ekim uluslar arası komplo’nun 13. Yıldönümünde, Kürdistan halkı bir kez daha, hem Kuzey Kürdistan’da hem de Türk metropollerinde uluslar arası komplocuları, sömürgeci AKP hükümetini lanetlemiş ve Önder Apo’yu büyük bir kitlesellikle ve kararlılıkla sahiplenmiş, Özgürlüğünü haykırmıştır. Halkımız, Türk sömürgeci devletini, onun soykırım üzerinde kurgulanmış sistemini, siyasal yapılanmasını, hukukunu, askeri işgal ve polis yapılanmasını, ekonomik sömürü çarklarını kabul etmediğini ortaya koymuş, demokratik özerk ve özgür Kürdistan’ı sahiplenmiştir.
AKP Hükümetinin yoğun bir psikolojik savaş eşliğinde, Gemlik yürüyüşünü engelleme, yoğunlaştırılmış soykırım operasyonlarına, askeri imha saldırılarına ve sokaklarda estirdiği sömürgeci devlet terörüne ve ABD-AB’nin TC. sömürgeciliğine sunduğu tüm desteklere rağmen halkımızın uluslar arası komplocu güçleri ve AKP hükümetini lanetleme, Önder Apo’yu sahiplenme eylemliliklerinin yakaladığı düzey daha bir anlam kazanmıştır.
Bu yıl özellikle Güneybatı Kürdistan’da halkımızın, Önderliğini, gerillasını sahiplenmede yakalanan düzey, yine Güney Kürdistan’da geçmiş katılımları çok çok aşan kitleselleşme ve Doğu Kürdistan’da İran sömürgeciliğine karşı gerilla cephesinde yükselen destansı direniş başta komplocu güçler olmak üzere tüm sömürgeci güçlere büyük bir ders olmuştur. En önemlisi de Avrupa’da, kapitalist modernitenin her türlü eritme-sindirme politikalarına ve PKK’yi Avrupa’da marjinalleştirme çabalarına rağmen halkımızın ve özellikle Kürdistanlı gençlerin tüm riskleri göze alarak gösterdikleri eylemlilik ve direniş değerlendirilmesi gereken başarılardır.
Tüm Kürdistan alanlarında ve yurtdışında ortaya konulan eylemlilikler şüphesiz ki, önemlidir. Selamlanması gereken halk direnişleridir. En zor koşullarda gerçekleştirdiği bu eylemlilikler, AKP hükümetini bir kez daha derinden sarsmıştır. Ulusal ve uluslar arası alanda önemli yankılar yaratmıştır.
Ancak bu ve son dört-beş yıldan bu yana gösterilen eylemliliklerin üzerinde önemle durulması gereken yönler vardır.
Kürdistan halkı yurt içinde, yurtdışında ve metropollerde, bilinçlilik, örgütlülük, eylemlilik ve kitlesellik bakımından önemli ve küçümsenmemesi gereken bir düzeyi yakalamıştır. Denilebilir ki, tüm uluslar arası ve bölgesel sömürgeci güçlerin varını-yoğunu ortaya koyarak sergiledikleri saldırılara, parçalanma, komplo ve her türlü akıl almaz yöntemlere rağmen halkımız Önderliğiyle, partisiyle, legal- yasal kurumlaşmaları ve gerillasıyla Kürdistan’ın kutsal toprakları üzerinde özgürce yaşamaya, kendi kaderini eline almaya, geleceğini belirlemeye, her halk gibi yaşamı hakkında kendisi karar verme düzeyine gelmiştir. Tek devlet, tek vatan, tek millet, tek dil stratejini boşa çıkarmış, halk olarak Kürdistan topraklarında özgür yaşamını kurma kararlılığına ulaşmıştır.
Büyük bedeller verilerek, fedakarlıklar yapılarak yakalanan bu düzeye rağmen, eylemselliklerde önemli düzeyde tekrarlar vardır. Hep bir sınır-çerçeve içerisinde gelip-gitme vardır. Bunun görülmesi ve üzerinde mutlaka durularak aşılması gerekir.
Bir dönem Kürt halkının yaşadığı sorunları dile getirmek, sorunun çözümünü talep etmek, dikkatleri çekmek, propaganda yapmak, protesto etmek, kamuoyu yaratmak amacıyla yapılan eylemlilikler önemliydi. Aynı şey Önder Apo’ya karşı geliştirilen uluslar arası komplo karşısında, komploya dikkat çekmek, tecrit ve saldırılar karşısında protesto etmek, bağlılığımızı ortaya koymak için yapılan eylemlilikler de belli bir rol de oynamıştır. Bugün üzerinde eylemliliklerin, örgütlülüğün geliştiği zemin bu eylemler temelinde yaratılmıştır. Ancak bu eylemlilikler sorunu sadece gündemleştirmeye yetebiliyordu. Fakat bu eylemliliklerle daha fazla ileriye gitmek mümkün değildir.
Çünkü işgalci-sömürgeci Türk devleti, Kürdistan’ı kendi toprakları, burada efendi olmayı de kendi doğal hakkı olarak görmekte, Kürdistan’ın varlığını, halkımızın özgür yaşamını, demokratik özerklik temelinde kurma ilanını, sömürgeci faşist Erdoğan “ bu ülke toprakları üzerinde kimseye operasyon yaptırmam” diyebilecek kadar ileri gitmektedir. Zorla, hileyle girdikleri, işgal ettikleri ülkemizi kendi toprakları, halkımızı da kendi milleti görecek kadar inkarcı-imhacı bir zihniyeti taşımaktadır. Kürdistan’ı bırakmamak, halkımızın özgürleşmemesi için, ulus-devlet stratejisini sürdürmek için daha fazla saldırganlaşacağı açıktır. Soykırım operasyonlarının ulaştığı düzey, özellikle Gemlik eyleminin engellenmesinden sonra, gemlik başta olmak üzere birçok yerde sivil faşist sürülerinin sokaklara salınması, gerilla cenazelerine karşı sergilenen insanlık dışı vahşi uygulamalar, çocuklarımıza, kadınlarımıza yönelik saldırılar, AKP’nin izlediği politikaları gösterdiği gibi, önümüzdeki süreçte halk olarak neler ile karşı karşıya kalacağımızı göstermektedir.
Halk olarak kendi ana topraklarımızda, Önderliğimizle, kimliğimizle özgürce yaşamak istiyoruz. Ve halkımız sömürgecilere, “ sen bu ülkeye, zorla, katliamla girdin, artık buradan çık! Çekil!” demelidir. Bu bizim en doğal hakkımızdır. Çünkü halk olarak doğal haklarımızın talebini Önderliğimiz ve hareketimiz yıllarca dile getirdi. Karşılığında aldığımız cevap, üç binin üzerinde soykırım operasyonlarıyla esaret altına alınan Kürt legal-demokratik siyasetçileri, belediye başkanları, milletvekilleri, insan hakları temsilcileri, sanatçıları, askeri imha operasyonları, ormanlarımızın, köylerimizin yakılması, milyonlarca köylünün göçertilerek Türk ulus devleti içinde eritilmeyle karşı karşıya bırakılması, hala asimlasyon politikasında ısrar ve binlerce faili meçhul cinayet… Açıktır ki, sömürgeci Türk devleti, faşist, katliamcı, inkarcı kuruluş felsefesini terk etmek niyetinde değildir. Kürdü yok etmek, Kürdistanı tarihten silmek için geliştirilen Şark Islahat planını yeniden güncellemek istemektedirler.
Önderlik ve hareketimizin yönetimiyle yaptıkları diyalogların hangi niyetle yapıldığı da ortaya çıkmıştır. Oyalama… çünkü bu soykırım operasyonlarının hepsi bu sözüm ona diyaloglar döneminde yapılmıştır.
Tüm bunlar şunu önümüze koymaktadır. Artık halk olarak ne yapacaksak, kendimiz yapacağız. Özgücümüze dayanarak, kendimize, mücadele deneyimimize güvenerek, Önderliğimizi, halkımızı ve ülkemizi sahiplenip savunacağız. Çünkü talep ederek, yapılacak fazla bir şeyin olmadığı ortaya çıkmıştır. Bunun için yapılan eylemliliklerle de ancak buraya kadar gelebildik. Daha ötesine, demokratik özerkliği inşa etmek, savunmak ve geliştirmek için eylemlilik ve örgütlülüğümüzü daha ileriye taşımak gerekmektedir.
Halkımızın mücadele tarihi boyunca yarattığı tüm kurumlaşmalar aslında demokratik özerkliğin zeminini oluşturmaktadır. Fakat sömürgeci AKP hükümeti haberi, polis-istihbarat güçleriyle şehirlerde, kasabalarda, köylerde inşa edilmeye çalışılan demokratik özerklik örgütlülüklerini dağıtmaya çalışmaktadır. Halkımız habire deyim yerindeyse demokratik özerklik için, taş üstüne taş koyuyor. Ama sömürgeci AKP hükümeti gelip vuruyor ve taşları yıkıyor. Tıpkı sömürgeci ataları gibi, “ taş üstüne taş, omuz üzerine baş koymayın” prensibiyle, zihniyetiyle hareket etmektedir. Varlığımızı, irademizi dağıtmaya, geleceğimizi bir kez daha köleci bir karanlığa mahkum etmek istemektedir. O zaman, “dur, yaptıklarımı yıkamazsın” demek lazım ve ısrarı halinde de, yıkamayacağını göstermek gerekir. Bunun için de, buna denk düşecek bir örgütlülüğü geliştirmek önem kazanmaktadır.
38 yıllık mücadele ve direnişle, kan-can, emekle yaptıklarımız bu soy kırım operasyonlarıyla yok edilmeye çalışılmaktadır. Bu sömürgeci güçler defalarca ama defalarca uyarıldı. Diyaloglarda bu söylendi, açıklamalarda söylendi. Halkımız söyledi, şehirlimiz, köylümüz, emekçimiz, çocuklarımız, gençlerimiz, kadınlarımız, ihtiyarlarımız, sanatçılarımız söyledi. Gazilerimiz söyledi. Sokakta söylendi, gazetede, televizyonda, radyoda, mahkemelerde söylendi, TBMM’de söylendi. Masada söylendi. Türk sömürgeciliği ve onun temsilcisi AKP ilettiğimiz her türlü taleplerimizi duymakta, yıllardır sokaklarda yürüyen halkımızı görmekte. Ama bu taleplerimize karşı verilen cevap: Teslim olun! Yeni bir anayasa gündemdedir. Bu anayasada, Kürdün-Kürdistan’ın inkarının ifadesi olan sömürgeci Türk devletinin anayasasının 1.2. ve 3. Maddelerinin korunacağına dair AKP-CHP-MHP ulusal antlarını içmişlerdir. Gerisi Kürdü aldatma, Kürdistan’ın inkarı!
Demek oluyor ki, AKP sömürgeciliğinin duyma, görme ve anlama sorunu yok. İnkar-imhada diretme vardır.
O zaman artık bilineni tekrarlamanın anlamı yoktur! Artık eylemde kendimizi tekrarlamanın anlamı yoktur. Bilineni söyleme, yapılanı yapma konumundan vazgeçilmeli, geçmiş döneme ilişkin eylem alışkanlıklarımızı tekrarlamamalıyız.
Ortadoğu’da halklar ayaktadır. Baharlarını yaşamaktadırlar. Kürtlerin, Kürdistan’ın baharını yaşamaya hakkı yok mudur? Kürtlerin, Kürdistanlıların ayağa kalkma gerekçeleri, hangi ülkenin halkından daha azdır? Hiçbir halkın soykırımla karşı karşıya kaldığı bir durum yok. Ancak halklara dayatılan zulme bir başkaldırı vardır. Biz halk olarak hem zulüm altında hem de soykırımla karşı karşıyayız. Dil-kültür asimlasyonu tüm hızıyla okullarda sürdürülmektedir. O halde ayağa kalkma gerekçelerimiz tüm ayağa kalkan Arap haklarının iki katıdır! Hatta daha fazladır. Halk olarak el atılmadık, saldırılmadık hangi değerimiz kaldı? Tehdit ve soykırım tehlikesi altında olmayan neyimiz var?
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
9 Ekim 1998’de başlayan tarihi uluslararası komplonun ondördüncü yılına giriliyor. ABD öncülüğündeki küresel kapitalist sistemin Kürt halkına ve Önderine yönelik uluslararası komplo çerçevesindeki planlı saldırıları tam onüç yıldır devam ediyor. Ondördüncü yıla girilirken de uluslararası komplo saldırılarının yaygınlaştırılarak ve derinleştirilerek devam ettirilmeye çalışıldığı görülüyor.
Ondördüncü yıla girilirken uluslararası komplo saldırılarının bir ‘AKP Komplosu’ olarak devam ettiği gözleniyor. Fakat arkada esas kararlaştıran ve yöneten güç aynı: ABD ya da küresel kapitalist sistem. Komplonun başlangıcını Bay Clinton yönetmişti, şimdi bu işi Bayan Clinton devam ettiriyor. Komplo başlangıçta Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ı hedeflemişti. Kürt Halk Önderi’nin etkisizleştirilmesi üzerinden PKK’nin tasfiyesini ve Kürt soykırımının tamamlanmasını öngörmüştü. Şimdi AKP’nin yürüttüğü komplo hepsini birden hedefliyor. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’dan ikibuçuk aydır hiçbir haber alınamıyor. Tamamen etkisizleştirilmiş durumda. Kürt halkına ve demokratik siyasete yönelik 14 Nisan 2009’da başlatılan siyasal soykırım operasyonları artarak devam ediyor. Her gün neredeyse 20-30 kişi tutuklanıyor. Böyle giderse Kürt aydınları, siyasetçileri, yurtseverleri, yani bilinçlenmiş tüm Kürtler zindanlara doldurulacak. Gerillaya yönelik imha operasyonları da sürüyor. Her gün dağlardan çatışma haberleri ve cenazeler geliyor. Meclis “Sınır ötesi operasyon tezkeresi”ni bir yıl daha uzattı. Belliki gerillaya yönelik imha operasyonları Türkiye sınırları içinde yürütüldüğü gibi, dışında da sürecek!
Bunlara bakarak AKP’nin uluslararası komployla ilişkisinin bu kadar olduğunu da düşünmemek lazım. O, bir uluslararası komplo türetmesidir. Bilindiği gibi, Necmettin Erbakan öncülüğündeki İslami Harekete yönelik 28 Şubat 1997 postmodern darbesiyle temelleri atılmıştır. Bu postmodern darbeyi yapan Ergenekoncuları yöneten de ABD yada küresel kapitalist sistemdi. Aynı güçler 9 Ekim 1998’de de Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a yönelik uluslararası komployu harekete geçirdiler. Bir postmodern darbe çocuğu olan AKP 2002 sonundan itibaren de iktidar yapılarak uluslararası komployu yönetmekle memur edildi.
Hakkını yememek lazım, dokuz yıldır da kesintisiz olarak komployu yönetiyor. Komplo içinde komplolar yaratarak bu işi kesintisiz yürütüyor. Bugün 9 Ekim uluslar arası komplosunun onuncu yıldönümünde Başbakan Tayyip Erdoğan Hatay’a gidiyor. Sizler bu yazılanları okurken Tayyip Erdoğan Hatay’a gitmiş ve söyleyeceklerini söylemiş olacak. Peki Hatay’a 9 Ekim’de gidiş bir tesadüf müdür? Hayır, kesinlikle değildir. Bununla onüç yıl önce yaşanan olaylarla bağ kuruluyor ve AKP artık uluslararası komployu yürüten güç olduğunu açıkça göstermekten çekinmiyor.
Bilindiği gibi 1998 Eylülünde dönemin iktidarı, adına Kara Kuvvetleri Komutanı Atilla Ateş Hatay’a gitmiş ve Suriye yönetimini tehdit etmişti. Şimdi 9 Ekim 2011’de Başbakan Tayyip Erdoğan Hatay’a gidiyor ve yine Suriye yönetimini tehdit ediyor. O zaman Ergenekoncu iktidarın temsilcisi Atilla Paşa, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkarılmasını istemişti. Şimdi ise başbakandan öteye ‘Tek Şef’ olan Tayyip Paşa, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın Suriye’den çıkmasını veya çıkarılmasını istiyor.
Kürt Halk Önderi’nin Suriye’den çıkarılmasını istemeyi anladık da, Suriye Devlet Başkanı’nın Şam’dan çıkarılmasını istemeyi elbette anlayamadık! Bunun mantıksızlığı bir yana, her türlü uluslararası hukuku bir yana iten düzeyde bir cüret işi olduğu ortada. Arkasında sağlam dayanakları olmasa, AKP hükümeti ve Tayyip Erdoğan bunu yapabilir mi? Belki yapamaz. O halde Hatay’da konuşana değil, konuşturana bakmak lazım. burada BM üzerinden istediğini yapamayan ABD yönetiminin, AKP üzerinden istediğini yapmaya çalıştığını görmek lazım. peki neyin karşılığı olarak? Çok açıkki PKK’ye ve esasta Kürtlere karşı ortak savaşın karşılığı olarak!
Uluslararası komplo gerçeği ve yükü altında Türkiye’nin ve AKP’nin geldiği nokta işte bu! Kürt sorununu çözemeyen Türkiye’nin ve AKP’nin geldiği nokta işte bu! Yani ABD jandarmalığı! Her şeyiyle kendini ABD’ye ve NATO’ya bağlamak! Türkiye toplumunun geleceğini dış güçlere ipotek etmek! “Komşularla sıfır sorun” diyerek başlayıp bölgede herkesle savaşır hale gelmek! “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesini “Yurtta savaş, cihanda savaş” haline getirmek!
Bu durumu Türkiye toplumu, aydın ve siyasetçileri daha ne kadar görmezlikten gelecek? Toplum bu ağır yükü daha ne kadar taşıyacak? Teorik olarak bakınca taşımaması gerekiyor. Fakat pratik de gözler önünde! 12 Haziran seçim sonuçları ortada. Bunlara bakınca insan Aziz Nesin’in sözlerini anımsamaktan geçemiyor. Fakat Türkiye toplumu bilmeli ki, AKP’yi bu kadar pervasız davranışa, verdiği destek götürüyor. CHP ve MHP karşısında AKP’yi ehveni şer olarak gören yaklaşımın Türkiye’yi batıracağı anlaşılıyor.
Türkiye toplumu nasıl yaparsa yapsın Kürtlerin ondördüncü yılda uluslararası komploya ve onu yürüten AKP iktidarına karşı topyekûn direneceği görülüyor. Kürtler zaten komployu hiç kabul etmediler ve komplo karşısında boyun eğmediler. Komplo gerçeğini duydukları 15 Ekim 1998’den itibaren uluslararası komploya karşı büyük direniş içine girdiler. “Güneşimizi Karartamazsınız!” şiyarı ile Önder Abdullah Öcalan’ı sahiplendiler ve savundular. Onüç yıl boyunca da bu onur savaşı gelişerek sürdü. Uluslararası komplo gerçeğini parçalayarak Kürt özgürlük Hareketini büyük bir güç haline getirdi.
Şimdi ondördüncü komplo yılına girilirken AKP’nin çok daha tehlikeli oynadığı, topyekûn imha ve tasfiye planı temelinde Kürtlere karşı azgın bir saldırı yürüttüğü açık bir gerçek. Kürtler de bu planlı saldırının farkında ve bilincinde. Bu saldırı kırılmazsa nasıl tehlikeli bir sonucun ortaya çıkacağının, yeni bir soykırım rejiminin şekillendirileceğinin de bilincinde. Şimdiye kadar bu bilinçle yoğun bir uyarı mücadelesi içinde oldular. AKP saldırılarına göğüs gerek, hükümeti ve toplumu bundan uzak durulması için uyardılar. Eyüp Peygamber misali bir sabır mücadelesi yürüttüler.
Ama sabrın da bir sınırı vardır. Kürtler açısından bu sınır artık aşılmış, sabır taşı çatlamıştır. Kürt halkı AKP komplosuna karşı ondördüncü yılda topyekûn bir direniş içine girmeye başlamıştır. AKP saldırıları sürdükçe de, Kürt halkının, kadın ve gençlerinin topyekûn direniş içinde olacağı açığa çıkmıştır. Artık Kürtler “Topyekûn Boykot” veya “Sistemden tümden kopma” durumunu tartışmaktadır. Başka ne yapsınlar ki! AKP önünde kurbanlık koyun olacak ve diz çökecek halleri yok ya! Kürtler onuruna ve özgür yaşama bağlı bir toplumdur. Tarih boyunca hiçbir zalim, onları onur ve özgürlükten yoksun kılamamıştır. Dolayısıyla AKP zulmü de Kürtlere boyun eğdirmeyecektir! Hepsi zindana girecek, hepsi katledilecek, ama asla teslim alınamayacaklardır.
Milletvekillerinin meclise dönüşü, BDP’nin tutumu hiç kimseyi yanıltmamalıdır. Bunlar barışa bir şans vermek için sabrı zorlama durumudur. Topyekûn ayağa kalkış için bir hazırlık durumu olarak da anlam bulabilir. ABD’ye bağlanarak ve güvenerek Kürt düşmanlığı yapmak Türkiye toplumu ve devletine hiçbir şey kazandırmayacaktır. Tersine, bu tutumda ısrar edilirse, o zaman yaşanacak olan Kürt direnişinin daha da büyümesi olacaktır. Herkesin bu gerçeği görüp anlaması hayati öneme sahiptir.
Uluslararası komplonun ondördüncü yılı, bir sonuç yılı olacağa benzemektedir. Eğer AKP komplodan vazgeçmez ve Kürt sorununu çözmezse, o zaman gelişecek olan topyekûn Kürt direnişidir. Topyekûn Kürt direnişi uluslararası komployu çözecek ve Türkiye’nin demokratikleşmesi ile Kürt sorununun çözümünün önünü açacaktır!..
Selahattin ERDEM
Özgür Politika
- Ayrıntılar
Adım adım yükseliyor savaş. Beklendiği gibi bir anda tüm ülkeyi kapsamıyor ve şiddetinin alevi herkesi yakmıyorsa da ilerliyor savaş. Bir bakıyorsun Kürdistan’ın yüksek bir dağında, bir bakıyorsun bir şehrin merkezinde iniyor düşmanın başına yumruk. Şiddetiyle şok oluyor bazen, bazen de göremiyor darbenin geldiği yeri…
Gerillayla, onun savaş kabiliyetiyle çok fazla uğraşıldı. Savaşamaz, zayıftır, örgütsüzdür, hakim değildir, sınırlı güç sahibidir, olursa eskisi gibi dağlarda yürür salt, sadece askerle çatışır diyerek savaş teorisyenliğine soyundu çoğu. Hem de dağın, gerillanın ne olduğunu bilmeden, anlamadan. Bilmediler yürürlüktekinin sınırlı ve kontrollü bir savaş olduğunu. Hele bir de sabrın tükendiği andakini görseler…
Yine, gerillanın saldırarak, büyük operasyonlarla, teknik bombardımanla tüketilebileceğini söylediler, yazdılar, propaganda ettiler. Hoş, halen devam ediyor asalım, bitirelim havası ama millet de tam inanmıyor artık buna. Gerillanın bu yöntemlerle bitirilebilme ihtimali olsaydı zaten 90’larda biterdi çoktan. Bazı operasyonlara 150.000 askerin katıldığı, sabah akşam dağların bombalandığı, Kürdistan’daki her ağacın bomba parçalarıyla yaralandığı, söylendiği üzere ‘taş üstünde taş’ bırakılmayan bir anlayışla yönelim sahibi olunduğu zamanlarda biterdi gerilla.
Ama olmadı. Olamazdı da.
Peki, bu savaş kışkırtıcılığı, kazanılmayacak bir savaşın propagandası neden yapılır? Neden böylesi bir yönteme başvurulur?
Tabii ki tüm toplumun pohpohladığı; kulluk düzeninin, kahramanlık özentililiğinin bir ürünü olan asker ve orduyu motive etmek için! “Haydi aslanım, sen yaparsın!”, “senden büyük yok!”, “şanlı ordumuz, kahraman askerimiz!”, “ez, geç, kurtul!” nidalarıyla savaştan yenilgiyle çıkmış orduyu ve askeri yeni bir sefere hazır etmeye çalışıyorlar.
Askerin kendisi 84’ten beri aktif olarak savaştığı bir gücün karşısında yenilgiyi kabul etti. Ordu yapısı bu yenilgi nedeniyle cezalandırılıp, yeni bir biçim ve vizyon ile yeniden yapılandırılmaya çalışılıyor. İşte bu yeni yapılanma sürecindeki ordunun moral ve motivesini sağlama adına ordunun daha öncesi saldırıları, harekatları öne sürülerek savaş kabiliyeti hatırlatılmaya çalışılıyor. Boğaya kırmızı şal gösteriyorlar anlayacağınız.
Ama nafile. Yine de yaratamıyorlar bu motiveyi.
Çünkü ordunun eğitim sistemi ve genel kültür yapısı artık gerilla ile mücadeleyi kaldıramıyor. Gerilla ile mücadele içinde kendine yabancılaşan, ne idüğü belli olmayan ucube bir yapıya dönüştü ordu. Bir heyula, bir bilinmez, kocaman bir muamma oldu gerilla bu ordu için. Korkunun kaynağını tüketemeyen ordu bir gerillanın başı için yapmadığın bırakmadı. Öldürdüğünü daha da öldürmek için cenazesine işkence yaptı. Korku ve çaresizlik karmaşası ilginç bir psikolojiyle kâbuslarda yaşamaya başladı ordu. Kimyası bozuldu, ölçüsü kaçtı, ilkesi kalmadı ordunun.
Bir ordunun düzeyi, savaş kapasitesi, moral ve motivesi, teknik ve taktik hakimiyet ve yaratıcılığı bir nevi o orduyu komuta eden baş ile ölçülür. Savaşan askeri gücün komutası o gücün neler yapabileceğini, gücünün nereye kadar yetebileceğini, ne kadar başarılı bir savaş vereceğini de gösterir. Boşuna “Komutan birliğinin aynasıdır” dememişler.
Buna göre gelin de siz yenilmiş TC ordusunun gelip geçen komutanlarına ve duruşlarına bir bakın. Hangi genelkurmay başkanı gerçekten bir askeri zafer havası estirebiliyor sizde? Hangi komutan gücüyle gerilla karşısında mücadele edebilecek irade sahibi biri gibi görünüyor?
Alın size bir liste; Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hayri Kıvrıkoğlu, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Murat Bilgel, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Mehmet Erten ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Bekir Kalyoncu. Şimdiki ordunun en üst yönetimi bunlar. Mümkünse bir de fotoğraflarını alın bir yerden de bakın (Daha iyi yorumlayabilmeniz, bu tespitin haklılığının ölçmeniz için). Bakın, bakın da ne kadar acizler görün. Hepsi toplu olarak kalkıp bir operasyonun nasıl gittiğine ilişkin aynı yerde brifing alıyorlar. Yani anlayacağınız artık tek başlarına gezecek cesaret, tek başına gücünü yürütecek yetenek de kalmamış.
Ne moral, ne motive, ne ilke, ne onur, ne de kalite kalmamış anlayacağınız. Ama boş sözler değil bunlar. Uzun yılların tecrübesi, çok komutan görmüş olmanın yarattığı izlenimdir bu sözleri söyleten. Boş LAW silahı ile hava atanı mı dersin, tüm arkadaşlarını ve gücünü sattıktan sonra pişkince Erdoğan’ın emir erliğine soyunanı mı dersin, arabaya tav olanı mı dersin, soyadına dayananı mı dersin, bir sürü kuru gürültü işte. Kimyevi dediler diye kendini bir şey zanneden Özel çıktı şimdi de karşımıza. Asker olarak bile kabul etmediğimiz, komutanlığının altındaki nedenleri ve onu oraya getiren pratikleri yaşayarak gördüğümüz Özel’in hiç de özel olmadığını biliyoruz.
Velhasıl, ordunun savaş kabiliyeti yok diyorduk. Oraya dönelim.
Boğayı kırmızı şal ile kandıramıyorlar ya, bu sefer farklı yöntemlere başvuruyorlar. Medyada takip etmişsinizdir. Her gün neredeyse yandaş-candaş medya el ele ordunun teknik donanımının ne kadar arttığından, askerin biricik, akıllı, zehir gibi yardımcılarının PKK’yi nasıl sonlandıracağından söz ediyorlar. Nöbetçiye gerek kalmayacak erken uyarı robotları, altı bilmem kaç cm kalınlığında zırhlı araçlar, termal kameralar, hareketli uzaktan kumandalı silahlar, sinyal bozucu son teknolojiyle donatılmış araçlar, bomba yüklü insansız keşif uçakları, kirpiler, akrepler, çıyanlar, bilmem daha neler…
Buna da biraz akıl izan sahibi insanların inanmaması gerekir ama nedense kanan çok. Her eylemimiz ardından gerilla karşısında teknik bir donanımsızlığın, teknik desteğin azlığının yattığını bu nedenle öne çıkarıyorlar. Gerillayı tanıyan, bilen bilir. Gerilla her teknik gelişim karşısında kendisi de yeni teknik ve taktik hamleyle cevap verdiğinden aslında bu gerekçelerin hiçbirinin kıymeti harbiyesi yoktur. Yok heron gördü de neden kobra gelmedi, yok jamer vardı da neden sinyali kesemedi, yok F16’nın vuruş gücü teknik modernizasyonu nasıl yapılmazmış da, vay ABD bize predatörleri neden vermezmiş’e kadar binbir türlü yalan, zırva dolanıp duruyor.
Çocuklara oyuncak vaat etmek gibi bir şey aslında. “Bak oğlum sınıfını geç söz sana bisiklet alacağım” v.b çocukları işe sevk etmek için kullanılan yöntemler şimdilerde orduyu motive etmekte kullanılıyor. Sana patik alacam, sana uçan insan alacam. Oldu olacak hazır ABD ile model ortaklığını bu kadar zirveye ulaştırmış, yek vücut olmuşken birkaç süper kahraman da ayarlayın, bu iş bitsin. Bir Süpermen, bir örümcek adam, bir hulk ile bir haftada PKK’nin işini bitirirsiniz. Mavi, kırmızı, beyaz renklerinden oluşan süper kahraman kıyafetleriyle Kürdistan dağlarında taşeronluğu tam zirveye taşımış olursunuz. Cidden! ABD’den yarın bunları isteyen de çıkarsa şaşırmayın.
Gelelim sadede!
Şimdi gel de bu orduyu adam yerine koy. O kadar yalana bulaşmış ki artık ne diyeceğini bilemiyor insan. Zaten namertlik olmasa on kilometre yüksekten bombayı bırakıp kaçmaz adamlar. Zaten karadan gelip gerilla karşısında savaşma gücü yok, teknik kullanımında bile artık eski cesareti sergileyemiyorlar. Eskiden savaş uçakları dalış yapar bombalarını bırakırlardı. Bu daha iyi bir vuruş gücü için neredeyse bir mecburiyettir. Ama şimdilerde doçkalarımızdan korktuklarından gözle görülemeyecek denli havadan bırakıp gidiyorlar bombalarını. Bunu da “pilotlarımız o kadar usta ki artık istedikleri mesafeden bırakabiliyorlar bombaları” diyerek kamufle etmeye çalışıyorlar. Hadi canım…
Yani anlayacağınız gerilla karşısında yenilgi almış bir ordu ve bu orduyu yeniden bir savaşa sevk etmeye çalışan bir medya ordusu var karşımızda. Kraldan kralcılar kışkırtsa da, yeniden saldırmaya ikna etse de, en büyük teknik donanımı yükleseler de, en şahane planı yapsalar da nafile, gerilla karşısında zafer kazanamazlar. Yıllardır Kürdistan dağlarında kelle koltukta gezen, açlığa, soğuğa, imkansızlığa, vahşi yönelimlere karşı sadece iradesi ve yoldaşıyla, yoldaşına ve inancına duyduğu sevgiyle, aşkla ayakta kalan gerilla karşısında bunların hiçbiri işe yaramaz.
Tek emir ve tek vücut altındaki ordu yapamadı, AKP’nin elinde emir eri pozisyonuna getirilen orduyla hiç yapamaz. İnanmıyorsanız deneyin, çağrı yapın da gelsin. Kandil’in, Medya Savunma Alanları’nın yerini herkes biliyor, buyursun gelsinler… Çok gördük çok geçirdik, isterse Kimyevi de denesin kendini. Bakalım kimyevinin kimyası nasıl bozuluyormuş…
Pir Kemal
- Ayrıntılar