Sonuç alıcı bir savaş yürütebilmenin en öncelikli şartlarından bir tanesi de savaşın sıcak yüzü olan çarpışma ve vuruşma öncesinde yürütülen hazırlıklardır. Tüm savaş stratejilerinde “savaşı savaştan önce kazanmak” olarak adlandırılan bu hazırlık süreci kader belirleyici niteliktedir.
Savaşın gerilla açısından ele alınması durumunda bu, düşmanla karşılaşma anı öncesinde yapılacaklar olarak tanımlanır. Bunlar iyi bir keşif, güçlü istihbarat, düşmanı takip, zayıflıklarını görme ve buna göre bir planlamaya gitmedir. Bu konularda yürütülecek ön çalışmalar gerçekleştirilecek eylemin sonuç alıcılığı üzerinde direkt etkide bulunur. Eğer iyi bir keşif çalışması yoksa üzerine gidilecek hedef iyi tanınmazsa planlamada açıklar oluşacağından beklenmeyen durumlarla karşılaşılabilir. Darbe vurmak isterken darbe yemek kaçınılmaz olur.
Bu, Devrimci Halk Savaşı’nın tüm alanları için de geçerlidir. Yaşanılan çevre içinde düşmana ait merkezler, savaşı yürüten güçler, buna lojistik destek sağlayan geri cepheler konusunda istihbarat edinmek daha kolay olabilmektedir. Kürdistan’ın her yerleşim yerine konumlanmış bulunan düşman güçleri halkın yakın bölgelerinde yer aldığından biraz da göz önündedir. Yine bu merkezlerde yer alan kişiler, düşmanlık yapan kesimler halkla aynı yaşam ortamlarını kullanmaktadır. Bu anlamıyla biraz da iç içe bir durum söz konusudur.
Hem bu merkezlerin tanınması, hem de bu merkezlerde yer alan kişilerin tespiti etkili eylem yapabilme noktasında önemli olmaktadır. Devrimci Halk Savaşı, düşmanın etkinliğini kırarak, Kürtlerin yaşam mekanlarında rahatça dolaşmalarına ve halk üzerinde baskı yapmalarına engel olmak, bunun yerine demokratik konfederalizmin öz savunma güçlerinin yerleştirilmesini içerir. Bu anlamıyla düşman güçlerinin etkisi kırıldıkça, merkezleri işlemez kılındıkça kendi öz örgütlülüklerimize yer açabiliriz. Bu anlamıyla düşman merkezleri ve içinde yer alan kişiler iyi ve yeterli tanındığı oranda onlar üzerinde daha rahat ve az riskli eylemler gerçekleştirilebilecektir. Böylelikle zamanla bu düşman merkezlerinde yer alan kişiler buralarda kalma noktasında istekli olmayacağı gibi, yerlerine getirilmesi gerekenlere karşı da bir gözdağı verilmiş olacaktır.
Bu anlamıyla düşman merkezlerinin güçlü ve yeterli keşfi, burada çalışanların kimlikleri, yaşadıkları yerler, uyguladıkları pratikler iyi tespit edilebilmelidir. Bir yandan halka yönelik saldırıları örgütleyen güçler tespit edilip doğru hedef tespiti yapılırken bir yandan da özünde Kürt halkına yönelik saldırılarda gönülsüz yer alan, içinde bulunduğu görev gereği orada bulunmak zorunda kalanlar da ayrıştırılabilinmelidir. Bir yandan yeminli düşmanlar etkili darbeler vurulurken, diğer yandan bu konuda gönülsüz yaklaşanlar kazanılabilecektir.
Çünkü bizim yürüttüğümüz savaş insan karşıtı bir savaş değildir. İyi ve kötüyü birbirinden ayırt edebilmek oldukça önemlidir. Bu düşman bile olsa böyledir. Düşman içinde de çözüm yöntemleri açısından birbirinden farklı insanlar mevcuttur. Kimileri inatla inkar ve imhayı, tasfiyeyi dayatırken, kimileri ise şiddet dışı yöntemleri ön görmekteler. Bizim de amacımız demokratik barışçıl bir ortamda halkımızın haklarını savunmak olduğuna göre böylesi bir mücadele ortamını yaratmada yardımcı olacak, düşman gücünü sınırlandıracak kesimlere yönelmemek olumlu olacaktır.
Yine düşman merkezlerinde yer alan kişilerin bir kısmı halkımızın çocuklarıdır. Bilinçsizlik ya da mecburiyet nedeniyle orada bulunmaktalar. Merkezlerde bulunan ve daha çok görünür düşman olan üniformalılara yönelmekten önce bulunulan bölgede savaşı kızıştıran, halkımız üzerinde katliam emelleri güden kesimlerin temel hedef olarak belirlenmesi de önemlidir. Bunların tespiti, bu savaşın yönlendiricisi konumunda bulunan komutan, yönetici, öncüleri tespit etmek çok önemlidir. Ne de olsa bir savaşta temel hedef baştır. Başsız bir topluluğun etkili bir savaş yürütemeyeceği, savaş gücü ve motivesini kaybedeceği göz önüne getirilerek bu tür kesimlerin belirlenmesi oldukça önemli olmaktadır.
Bunun yanında lojistik destek kanallarının, takviye ve sevkiyat yolları ve kanallarının tespiti de önemli olmaktadır. Ön cephelerde, Kürt halkının yaşam alanlarında bulunan grup ve kesimlerin varlığı ancak bağlı oldukları merkezlerden alacakları destekle mümkün olmaktadır. Bu anlamıyla ön cephede bulunan kesimler, görünür durumda olan düşman merkezleriyle esas savaş karargahları, merkezleri arasındaki hatları denetim altına almak önemli bir iş durumundadır. Keşif ve istihbaratın önemli bir şartıdır.
Fiziki koşullar ve savaşın maddi koşulları bunlar olurken manevi destek merkezleri de tespit edilebilmelidir. Savaşın en temel yürütücüsü moraldir, kazanma umudu ve motivesidir. Düşmanın bu moral kaynakları şüphesiz köklerine, kültürüne bağlı halkımızın değerleriyle aynı değildir. Kapitalist modernitenin düşkün yaşamı geliştirme amacıyla bağlı kimi merkezlerdir. Bunlara yönelmek, düşman merkezlerinde yer alanların kendilerini stres altında bitirecek, mücadele azmini düşürecek, güçten düşürecek bir savaş yürütebilmek için onların bu merkezlerinin de iyi tespit edilip Kürdistan’dan tümden sökülmesi gerekmektedir. Bunların da iyi tespit edilmesi, kesin istihbarata dayandırılarak mümkün olan her dönemde bunlar yönelmek oldukça önemli olmaktadır.
Genel olarak birkaç başlık olarak tanımladığımız keşif edilecek, istihbaratı toplanacaklar hakkında bunlar söylenebilir. Fakat bunlar sadece genel çerçevedir. Her düşman merkezinin istihbaratının ve keşfinin toplanmasının orada bulunan Devrimci Halk Savaşı militanının görevi olduğunu belirtmeliyiz. Yoksa üstten, merkezden, savaşın ön cephesinden kopuk hedef tespitleri, keşif ve istihbarat örgütlemesi mümkün değildir.
Fakat kesin olarak unutulmaması gereken nokta doğru ve sonuç alıcı bir savaş yürütülmek isteniyorsa her şeyden önce doğru keşif ve istihbarat sahibi olunması gerektiğidir. Bu yapıldığı sürece eylem sıkıntısı çekilmeyeceği gibi düşman merkezlerine yönelik yıldırıcı bir mücadele yürütülerek Kürdistan’dan kovulması, kovulamıyorsa bile ininden çıkamayacak duruma getirilmesi mümkün olacaktır.
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Mevsim bahara doğru yol alıyor yavaş yavaş. Uzun kış geceleri gün uzamına evriliyor. Kardelenler büyük bir dirençle karı eşiyor, tüm güzellikleriyle karşımızdalar. Hüznün ve kederin kapladığı yüzümüzü bir anlık bir bahar sevinci sarıyor onlarla. Ve “nihayet, toprağa cemre düştü. Newroz ateşleri zülüm kalelerine karşı özgürlüğü bekleyen halkımın elindeki meşalelerle yine tutuşacak” diyoruz.
Karlar bir mevsim boyu toprağın üstünü örttü. Toprağa düşenlerimizle aramıza sadece mevsim girdi. Düşlerimize, hatıralarımıza yağdı kar. Beyaz bir örtünün altına alıp boğmak, bizi her şeyden uzaklaştırmak istedi. Çok direndik, o esareti yırtmak ve toprağın altına düşenlerimize dokunmak istedik. Düştükleri toprağı avuçlamak, onlarmış gibi sarmak ve koklamak istedik. Yüz sürmek istedik onların bastığı yere. Çünkü onların bastığı yerler bizim için kutsal. Onların izinden ayrılamazdık. Yarım kalan hayallerinden uzaklaşamazdık.
Onlara sırtımızı dönüp hiçbir şey olmamış gibi ve yaşanmamış gibi çekip gidemezdik. Onları büyük bir kavganın içinde bırakıp terk edemezdik. Namluların ucu ısınmışken ve kavganın tam ortasında durmuşken, kaybetmeyi ve pes etmeyi düşünebilir miydik? Hem biz “özgürlüğe dek” deyip büyük yeminler içmedik mi? Tüm yaşanmamışlıkları ve yarım kalanları özgür bir ülkede tamamlamaya bıraktık. Hiçbir zaman bir daha görüşmeyecekmişiz gibi vedalaşmadık. Ayrılığın hükmüne razı olmadık. Ona karşı başkaldırdık. Kırdık çelikten de yaman ayrılık adına takılan kelepçeleri. Sınırların ötesine kadar uzandık hep. Eleleydik yol arkadaşlarımızla. Onlarla nefes alıp verdik. Onlarla yürüdük, mola verip birlikte demledik tüm yorgunluğumuzu üstümüzden atacak gerilla çayını. Ve yine güzel düşler kurduk birbirimizin gözlerinin içine bakarak. Hiç konuşmadan aklımızdan ve yüreğimizden geçenleri birbirimize aktardık. Kendimize (gerillaya) has bir ifade biçimi kazandık. Sadece bizden olanlar anlayabilir bizi.
Affetmeyi bekleyecek ve yadırganacak hiçbir suç işlemedik. Suçlarımız masumcaydı ve haklıydı. Hiçbir mahkemenin adalet terazisinde tartılmayacak kadar haklı…
O yüzden yaptıklarımızdan ve yaşadıklarımızdan hiçbir zaman pişmanlık duymadık ve duymayacağız.
Bizler (gerilla) işte, süslü kelimelerle ve sözcüklerle işlenmeye gerek kalmayacak kadar sade ve anlaşılırdık. İçine doğduğumuz çağın kirlerinden, günahlarından arınmak için başkaldırdık. Kutsal mabetlere, ocaklara doğru yol aldık. Kıblegahlarımız dağların zirvesine kurulmuş APOCU ocaklar. O ocaklarda tanıdık kendimizi. Varlığımıza değer biçtik ve yaşama yeni anlamlar yüklemeyi öğrendik. Hiç yorulmadık kendimizi her gün yeniden yeniden keşfetmekten. Hiç yazılmayan ve kimsenin yazmaya cesaret etmediği kaybolan bir tarihin içine kadar gittik. Adalet, eşitlik, özgür bir yaşam ve toplumsallık için büyük kavgalara giren Tanrıçalar tanıdık. Diz çöktük kutsallıkları karşısında. Tanrıların dünyamıza hükmetmelerine ve egemenlik tahtlarına hiçbir zaman boyun eğmediklerini anlattılar bize. Komplolarla kuruldukları tahtlardan İştar’ın kızları ve oğulları tarafından bir gün alınacaklarını ve dünyamıza, insanlığa özgürlüğün, eşitliğin, adaletin hakim olması gerektiğini vasiyetleri olarak bıraktılar.
Altın Hilal’in görkemli güzelliğine, bereketli topraklarına yerleştik. Tanrıçalar diyarı olan Zagroslarda egemenliğe karşı bir kavga başlattık. Bu toprakların gerçek sahipleri olarak ve Tanrıça kültürünün çağdaş temsilcileri olarak kavgamızı büyüttük. Önder APO’nun yaşam felsefesiyle yetişen kızlar büyük bir aşkla yaşama sarıldılar. Bedenlerine bombalar sararak zülüm kalelerinde kendilerini patlattılar. Bedenlerini ateşle tutuşturup ateşle arındırmak istediler erkek egemenlikli gericiliğin hüküm sürdüğü dünyayı ve tanrıların çağını…
Ve başardık. Tanrıların maskelerini çektik, maskeler ardına saklanan gerçek ve kirli yüzlerini artık saklayamıyorlar. Özgürlüğe doğru daha büyük umutlar yüklendik. Direnmeye devam edeceğiz. Ta ki GÜNEŞ özgür bir ülkeye doğana dek.
Kaybettiğimiz tüm özgürlük şehitlerimize ve yol arkadaşlarıma atfen ve onlara özgürlük sözüm olsun.
Rojbin Golav
- Ayrıntılar
Gerillada her anın duygusu, düşüncesi, ruh hali bir başka ama dağ patikalarında yürümek bir başka anlam ve coşku veriyor insana, hem de saatlerce hiç durmadan yürünen patikalarda…
Hani derler ya “yolculuklar biter, yollar bitmez” diye. Herkesin yaşamında yollar ve yolculuklar çok farklı duygular yaşatır insana. Ayrılıkların, buluşmaların, arayışların yaşandığı anın başlangıcı olur. Belki bir daha görüşemeyeceğin gibi, bir daha da ayrılmayacağın buluşmaları yaşatan anlar. Ya da büyük arayışlara açılan yeni zamanların başlangıcına…
Gerillada “yola çıkacağım denildiğinde” tabiî ki patika gelir akla. Özgürlük sevdalıların düştüğü yollardır patikalar. Özlemlerin, umutların, özgürlük aşkının, hasretin, hakikat arayışının yaşandığı yolculuklar. Omuzlardaki devrim yükü ile çıkılan yolculuklar...
Her anın yürüyüşü bir başka olur. Karda, yağmurda, fırtınada, ay ışığında ve gün batımına doğru alınan yollarda. Esen rüzgarın sesine karışan coşkun derelerin sesleriyle birlikte bin bir çeşit kuş sesleri büyük bir huzur verir insana. Öyle bir atmosferdir ki kendini cennette yürüyor sanırsın. Ve zamanın nasıl geçtiğini anlamasın bile. Hele bir de yanında bir yoldaşın varsa ve onunla da dalmışsan koyu bir gerilla sohbetine o zaman hiç hissetmesin yürüdüğün yolu ve geçen zamanı. Zaman nasıl geçer anlamasın ve bir anda geriye dönüp baktığında dağları aştığını fark edersin o rüya gibi yürüyüşte.
Dağları aşan, derin vadileri geçen nice patika vardır bu sevdalıları gidecekleri yerlere götüren. Aynı damarlardaki kana benzer dağların patikaları. Sürekli birileri bir yerlere hareket eder o dağdan o dağa. Her hareket yürek atışını daha da hızlandırır. Yaşam daha canlı ve daha coşkulu olur bu yollarda ve yolcularında.
Her dağın kendine has patikası vardır. Kimisi derin uçurum kenarında, kimisi de ağaçların ve taşların arasında. Her birinin de kendine has bir rengi ve dili vardır. İyi tanımazsan yürütmekte zorlanırsın. Seni kabul etmez ve sendelersin. Ne zaman düşeceğini bilemezsin hele de o karanlık gecelerde hiç bilemezsin. Yok, eğer tanıyorsan ve tuttuğun yolun dilini anlıyorsan gözün kapalı da olsa o seni istediğin yere götürür. Yeter ki ondan korkma ve kendini ona bırakmasını bil. En amansız derinliklerde ve uçurumlarda bile yol seni alır götürür…
Hele kışın beyaz örtü altında kalan o patikaları hiçbir göz kestiremez. İşte o anda hiç kimsenin bilemediğini gerilla yaşar. Gözlerin göremediğini adeta ayaklar görür. Ve dağların esrarengiz, mekaplı ayakları sahibini alır, o kar altında kalan yollarda götürür.
Bazı derin uçurum kenarlarında geçen ve insan eliyle yapılmış patikaların ne zaman yapıldığını kimse bilemez. Ama bilinen bir gerçek, kendinden gizlediği tarih ile nice yolcusunu taşımış o arşınlanan taşlar. O kadar çok insan yürümüş ki üzerinde yosun tutmaya bile vakti olmamış. Her yolcusuyla birlikte ve ona yoldaşlık etmiş hiç yorulmadan. Onlarla sohbet etmiş, onların yüreklerinde geçenleri dinlemiş…
Bazı patikalar eski yerleşim yerlerinin yanında geçer. Bazen boş bir köy, bazen bir çeşme, bazen de bir han veya bir değirmenin yanında. O zaman anlıyorsun ki senden önce çok insan arşınlamış bu yolları. Dolaştıkça tarih ile karşılaşıyorsun her gördüğün yapıda, harabede, taş yığınlarında veya bakımsız bahçelerde geçmişin izlerini görüyorsun.
Meyve ağacını görmeyen patika yoktur bu dağlarda. Sanki nerede meyve ağacı varsa, yol sahipleri de o güzelim meyvelerin tadına bakmak için yolunu oradan geçirmişler. Her dağın, bölgenin kendine has meyvesi var bu coğrafyada. Hangisini anlatayım bilmem ki. Üzümünden cevizine, elmasından eriğine ve daha da sayamayacağın kadar çok meyve ismi. Kısacası bu yollar yolcularını aç bırakmamış. Konuklarının kadrini bilmiş ve onları en cömert bir şekilde ağırlamış.
Kim bilir ne kervanlar görmüş bu yollar. Her tarihin kendi yolcuları ona ait olmuş. Ne sultanlar ne krallıklar görmüş bilinmez ama bir gerçek var ki bu patikalar tüm savaşlara şahitlik etmişler. Hem de en amansız savaşlara ve savaşların kahramanlarına.
Sınırları yoktur bu dağların tüm işgalcilere inat. Kendi yollarını bulmuşlar zorla ayrılmışların sahipleri. Onlar için geniş yollar gerekmemiş. Kürdistan dağlarında inceden inceye süzülen bir patika bile yetmiş bir birlerini bulmaya. Ve parçalanmış coğrafyalarında dört parçadan gelerek tek yürek olmasını bilmişler.
Her yolculuğun yaşattığı derin duygular vardır insana. Her birinde anılar saklıdır. Her patikanın bulunduğu mekanlar kendisiyle birlikte anıları da gizler o dağ koyuklarında. Ne çatışmalar, ne savaşlar görmüştür Kürt özgürlük savaşında. Ne acılar, sevinçler, zafer çığlıkları işitmiştir. Kimi zaman da ölüm ile yaşam arsındaki çizgi olmuş hiç beklenmeyen bir anda. Yolunu kaybetmişlere iz, rehber olmuş en zor anlarda…
Bugün bu yollar kendine has yolcularını taşımaya devam ediyor. Her günü bir destan gibi olan yolcularını. Dünyanın tüm egemenlerine inat. Bu günü geleceğe taşımak için yollara düşmüş olan isyan yürekli insanları. Hem de dünyanın en güzel duygusunu yaşayan Kürt gerillasını…
Hüseyin Boran
- Ayrıntılar
“Faşizm kötü adamların aniden gelip iyi adamları dövmesi değildir” diyor Ece Temelkuran.
Faşizm’in çok tanımı vardır. Sol ve sosyalistlerin en fazla kullandıkları tanım burjuva diktatörlüğünün geldiği en son, baskıcı, katliamcı rejim. Özcesi burjuvazinin kendi yönetim aygıtını ayakta tutmak için kullandığı en son aşama. Başka bir deyimle faşizm özünde kurumsal, yani bilinçlice geliştirilmiş ve örgütlenmiş bir yapıdır. Buna ister rejim deyin isterse sistem deyin. Niteliğine dönük bir şey değiştirmez.
Faşizmin bu karakterinden dolayı çoğu zaman bu sisteme lakayt kalan bireylerin rolleri unutuluveriliyor. Faşizmi kendi vurdumduymazlıklarından dolayı desteklediklerini hatta faşizm eğilimi taşıyan zihniyetleri teşvik ettiklerini unutuveriyorlar.
Söylemek ve anlatmak istediğimiz durumu en iyi ifade eden Alman ilahiyatçı Martin Niemöller’dir.
Martin Niemöller:
“Naziler komünistler için geldiğinde sesimi çıkarmadım;
çünkü komünist değildim.
Sosyal demokratları içeri atıklarında sesimi çıkarmadım;
çünkü sosyal demokrat değildim.
Sonra sendikacılar için geldiler, bir şey söylemedim;
çünkü sendikacı değildim.
Benim için geldiklerinde,
sesini çıkartacak kimse kalmamıştı”
diyerek pişmanlığını yukarıdaki satırlarda dile getirmişti. Bu satırları yazdığı zaman, 1946’da, dünyanın ikinci paylaşım savaşı sona ermişti. Önceleri inanmış bir Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi seçmeni olan, Yahudi soykırımını destekleyen Niemöller, daha sonra kiliseler arası kavgalarda kendisini geliştirerek bu ırkçı fikirlerin karşıtı bir direnişçi olmuştu. Konuşma yasağına rağmen verdiği vaazlarla Nazilerin tepkisini çekti ve tutuklandı. 1937’de tutuklanarak o da toplama kamplarını gönderildi. Yerini direnişçilerin içerisinde almaya aldı ancak Hitler faşizminin 6 milyon Yahudi’yi katletmesini, ikinci dünya savaşında 50 milyon insanın öldürülmesini, yıllarca onarılmayacak tahribatlara yol açmasına destek sunmuştu. Destek sunmayı salt bilfiil işin içerisinde yer almak olarak almamak gerekir. Muhtemeldir ki Niemöller tek bir insanın kanına girmemiştir. Bir insanı belki de incitmemiştir. Onu savaş sonrasında da kiliseye dönerek bu kez de Almanya'nın silahlanmasına karşı mücadele veren önemli isimlerden olduğunu bildiğimiz için bunu inanarak belirtiyoruz. Lakin Niemöller ve onun gibi yapanlar netice de Hitler faşizminin önünü stabilize eden güçler olduğunu unutmamak gerekir. Sessiz kalarak, ortada durarak, tarafsız pozisyon takınarak, yer yer destekleyerek, korkarak, bireysel kaygıları yaşayarak bunu yapmışlardır. Boşuna “Benim için geldiklerinde, sesini çıkartacak kimse kalmamıştı” dememiştir. Ne zaman sıra ona gelmişse bir şeyler yapmaya çalışmıştır ancak iş işten geçmiştir. Hani diyorlar ya “Geçtiği Bor’un pazarı, sür eşeğini git Niğde’ye” diye, o mesele gibi.
Faşizme karşı tavır, tutum zamanında gereklidir. Zamanında takınılmayan tutum, tutum değildir. Hatta takınılmayan tutum en çokta faşizmin yararlandığı ve kendisini güçlendirdiği zemindir. İşte tam da burada Ece Temelkuran’ın: “Faşizm, kötü adamların aniden gelip iyi adamları dövmesi değildir” sözü çok anlamlı, anlamlı olduğu kadar da birçok gerçeği ifade eden doğrunun kendisi oluyor.
Türkiye’de eski Ergenekoncu, JİTEM’ci yapının yerine Yeşil Türki Faşizm kendisini inşa ederken çok az sayıda aydın karşı durmuş, bunlarda neredeyse aforoz edilmişlerdir. Ergenekoncu, JİTEM’ci yapıya yani askeri vesayetin son verilmesine karşı verilecek her türlü mücadele elbette anlamlı ve belki de anlamlı olmanın da ötesinde bir değeri vardı, halen de vardır. Lakin dediğimiz gibi yıllardır bas bas bağırarak Ergenekon ve JİTEM gibi yapıların yerine Yeşil Türki renkten bir Ergenekon’un ve JİTEM’in inşa edildiğini söyleye söyleye dillimizde tüy bitti. Her defasında bu tespitlerimize karşı “ama bakın bunlar askeri vesayeti yıkıyorlar, ama bakın bunlar demokrasiyi oturtuyorlar, ama bakın güzel şeyler oluyor, ama ayıp oluyor siz bunların bu faşizan vesayeti yıkmak isteyen yapılara sorun çıkartıyor ve işlerini ağırlaştırıyorsunuz” diye onlarca hakaret, yanlış değerlendirme, yargısız infazlarla karşı karşıya kaldık.
Şimdi gelinen noktada NUR TOPU GİBİ BİR FAŞİZM, hem de YEŞİL TÜRKİ FAŞİZM Türkiye’yi bir ahtapot gibi kuşatmıştır. Musallat olmuştur. Musallat olmanın, kuşatmanın da ötesinde kendisini kurumsallaştırdığı için karşısına gıkını çıkartacak kimse kalmamıştır. Gıkını çıkartanı da hesabını fazla zaman almadan dürdüklerini hepimiz birlikte görüyoruz.
Örneğin en son duayen yazar Mehmet Altan’ı Star’da attılar. Attılar mı kendisi mi çıktı belki çok önemi olmayacaktır. Önemli olan öyle bir yere getirtip ya o bireyin teslim olması bir seçenek olarak bırakılmıştır, ya da pılını pırtını toplayıp bu diyardan gitmesidir.
Mehmet Altan:
“Bana ne yazacağımı, ne söyleyeceğimi öğretmeye kalkan küstahlığa ilk kez bu dönemde rastladım. İnce ince yapılan ayak oyunlarını görmezden geliyordum ama her şeyin de bir sınırı var.
Küstahlık, kimin nereye nasıl yazıp çizmesinin dışında, ne yazacağı ne konuşacağı noktasına geliyorsa durum gerçekten vahim. Devletin halka ayar vermeyeceği, mağdur yaratmayacağı özgür bir toplum istiyoruz. Siyasal iktidar ise mevcudu ele geçirip 12 Eylül'ün totaliter anlayışını kullanıyor.
Geçenlerde bakanlardan biri Türkiye'ye yarı başkanlık sisteminin çok yakışacağını söylüyordu. Yarı başkanlık denilen şey 12 Eylül anayasasında Kenan Evren için öngörülen bir sistem” diye yakınıyor. Ama Mehmet Altan unutmamalıdır ki; .”İnce ince yapılan ayak oyunlarını görmezden geliyordum” yaklaşımı, tutumu, zihniyeti NUR TOPU GİBİ BİR FAŞİZM’in doğum yapmasına olanak sunmuştur. Şimdi dönüp “vay bunlar 12 Eylül 1980 darbesinin totaliter anlayışını kullanıyor” demenin bir kıymeti harbiyesi yoktur. 12 Eylül 1980 totaliter anlayışını-siz buna faşizm deyin-kullanan bir yapının en kısa zamanda bu faşizan sistemi kendisi içinde kurumsallaştıracağına şaşmayın. Böyle olduktan sonra tabi ki adama ne yazacağını da, ne söyleyeceğini de, ne konuşacağını da öğretmeye kalkarlar.
Yeniden: “Faşizm, kötü adamların aniden gelip iyi adamları dövmesi değildir” sözüne dönecek olursak, hakikaten Faşizm, birkaç kötü adamın aniden gelip iyi adamları dövmesi elbette değildir. Faşizm adım adım, milim milim, insanın gözünün içine baka baka, birçok aydının, sanatçının, demokratın, feministin, sivil toplumcunun, solcunun, ilkeli muhafazakârın, duyarlı insanın, bağımsızlıkçı ve onurlu insanın sessiz kalmasının da bir ürünü olduğunu unutmayalım. Belki bu sessiz kalanlar epey geç kalmışlardır, şimdi bu sessiz kalmalar giderilirse, belki eskide yapılması gerekli olan etkiyi yaratamayacaktır. Ama yine de Niemöller gibi, Ece Temelkuran gibi bir yerden başlamakta şarttır.
Erdal Sincer
- Ayrıntılar
“Bin yalan sadece bir doğru etse bile, yalana devam” diye yazıyor bir yoldaşımız. Yeşil Türki Faşistler bu şiara yüklenerek kendileri kamufle edebileceklerini sanıyorlar. “Dünyanın en gelişen ülkesi, demokrasinin kök saldığı ülke, askeri vesayetin son bulduğu ülke, özgürlükler ülkesi, yüz çiçek açsın, yüz düşünce birbiriyle yarışsın sistemi, insan haklarında çağ atlayan ülke” ve böyle ne kadar yalan varsa hepsini peş peşe dizseniz de yine de faşizmin birinciliğine oynadığınızı ve bu uğurda epey de mesafe kat ettiğinizi herkes görüyor. Artık size verilen primler, bonuslar, senetlerin zamanı geçmiştir. Artık sizin tek destekçiniz kalmıştır onlarda emperyalizm tam kökündeki para babalarıdır. ABD’dir, İngiltere’dir birde alttan alta İsrail’dir. Ve biraz da utanaraktan gizliden bu desteği sunan AB ülkeleridir. Artık bu ülkenin aydınlarını, sanatçılarını, yazarçizerlerini, onurlu insanlarını kandıramayacaksınız. Boşuna Mehmet Altan: “Bana ne yazacağımı, ne söyleyeceğimi öğretmeye kalkan küstahlığa ilk kez bu dönemde rastladım. İnce ince yapılan ayak oyunlarını görmezden geliyordum ama her şeyin de bir sınırı var. Küstahlık, kimin nereye nasıl yazıp çizmesinin dışında, ne yazacağı ne konuşacağı noktasına geliyorsa durum gerçekten vahim. Devletin halka ayar vermeyeceği, mağdur yaratmayacağı özgür bir toplum istiyoruz. Siyasal iktidar ise mevcudu ele geçirip 12 Eylül'ün totaliter anlayışını kullanıyor. Geçenlerde bakanlardan biri Türkiye'ye yarı başkanlık sisteminin çok yakışacağını söylüyordu. Yarı başkanlık denilen şey 12 Eylül anayasasında Kenan Evren için öngörülen bir sistem” demiyor.
“Bin yalan sadece bir doğru etse bile, yalana devam” artık tutmayacaktır. İstediğiniz kadar o sahte imam hatip dilinize güvenin, istediğiniz kadar insanların sadece güdülmek için dünyaya geldiklerine inanın, istediğiniz kadar insanların yönlendirilmeye açık yapılar olduğunu düşünün, istediğiniz kadar dünyanın tek numaralı patron olan ABD’nin arkanızda olduğunu düşünün. Artık size bonus yok. Artık size prim yok. Artık size senet yok. Artık size açık çek yok. Yok, çünkü sicillinizin kirliliği her geçen gün daha fazla gün yüzüne çıkıyor.
Örneğin:
Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu, Hapisteki gazeteci sayısı 105 diye açıkladı. Bu 135 basın emekçisinin 94'ü Kürt medyasından.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin raporu: Türkiye 2011’de 159 mahkûmiyet kararıyla birinci sırada dedi.
Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütünün Basın Özgürlüğü Endeksi: Türkiye’yi 179 ülke içinde 2011’de 148. sıraya gerilemiş olduğunu söyleyerek 10 sıra birden gerilediğini söyledi.
Ve daha önce birkaç kez dile getirildiği gibi dünya da 35 bine yakın insanı terörist olmakla yargılanıyor, bunların 12 binden fazlası Türkiye’de. Dünyanın hiç bir yerinde seçilmiş bu kadar insanı zindanlarda yok. Dünyanın hiç bir yerinde siyasal bir partinin bu kadar üyesi kodeslere tıkanmış değildir.
Evet, artık size inanacak kimse yok. Olmayacaktır da. Veriler ortada. Sayılar ortada. Her birinizin en büyük cambazlığı sayılarla oynamaktır. Ama yukarıda dile getirilen sayılarla oynama cambazlığını yapamazsın. Bunlar başkaları tarafından kaleme alınmış ve resmi kayıtlara geçen belgelerdir.
Saygın bir yazar; “Bu sistem suç üreten bir sistemdir” demişti. Gerçekten de öyle. Bu sistem sadece ve sadece suç üretiyor. Bu sistem sadece ve sadece insanlık karşıtı suç işliyor. Boşuna Erdoğan, “sarı basın kartlı, cebi silahlı” demiyor hatta hızını alamayarak “katiler” demiyor. Bunları yıllar önce Demirel’in sarf ettiğini Hasan Cemal’den okuduğumuz, “gazeteci kılığındaki militanlar” demesinin arkasından nelerin yaşandığını hepimiz biliyoruz. Yüzlerce gazetecinin katledilişi ve tabii birde 17.000’ üstünde faili meçhul.
Neşel Düzel’in İstanbul Medipol Üniversitesi’nde hukuk dersleri veren Prof. Dr. Yücel Sayman’la yaptığı mülakatta Yücel Sayman: “Siyasi iktidar şimdi ne diyor? “Biz vesayet sisteminin belini kırdık” diyor. Vesayet dediğiniz, asker ve sivil bürokrasinin sadece AK Parti üzerinde kurduğu vesayet değildir ki! O, vesayet sisteminin sadece bir parçasıdır. Asıl vesayet, halkın üzerinde kurulan vesayettir. Bu ülkede halkın üzerindeki vesayet kaldırılmadı!...
Eskiden kimin tehlike ve tehdit olduğu kararını, Milli Güvenlik Kurulu’nda askerler verirdi. Şimdi bu kararı hükümet veriyor ve yargıya nelerin bertaraf edilmesi gerektiğini, nelerin tehdit ve tehlikeler olduğunu o söylüyor.
Mesela KCK davasında Başbakan veya İçişleri Bakanı çıkıyor, “bunlar büyük bir tehlike, bunlar teröristlerdir” diyor.
Siyasi iktidar, yargıya hedef ve tehlikeyi gösteriyor. Yargı da bildiği hukuk sistemini işletiyor ve kendisine gösterilen tehlikeye karşı devleti koruyor. Bu yüzden bizim esas sorunumuz bu despotik sistemledir! Çünkü despotizmde kararı kimin aldığı önemli olmuyor… Görevinin devleti korumak olduğuna inanan o yargıç kültürü, gene insanları tutuklayacak. Hiçbir şey değişmeyecek.”
Prof. Dr. Yücel Sayman görüşlerini dile getirmeye devam ediyor ve ekliyor: “Ceza Mahkemesi yeni bir karar verdi. Birinin evini ararken 19 boş çakmak bulmuşlar. Mahkeme, “19 boş çakmak bulundurmak hayatın doğal akışına aykırıdır” dedi ve bu kişiyi molotofkokteyli yapmak üzere çakmak bulundurmaya ve örgüte soktu. Bir ceza mahkemesi düşünün ki!... Davranışlarınızı da tanımlıyor. Hayatın akışına neyin uygun olup olmadığına mahkeme karar veriyor. İnsanlar o mahkemede mahkûm oldular. Bu karar beni dehşete düşürdü. Benim evimde de 40 boş çakmak var. Hatta beş-on liraya aldığım yüz de saat var. Ayrıca hukukçu olarak bana danıştıkları için evimde KCK dâhil her davayla ilgili dosya da var. Bu yargı kültürü ve zihniyeti, bu tür yorumlarla herkesi mahkûm edebilir. Yargı suç işliyor…
KCK davasıyla ilgili avukatların büroları arandı ve bütün dosyalar götürüldü. Bu suçtur. Bir avukatın bürosunda sadece isnat ettiniz suçla ilgili belge arayabilirsiniz. Avukatın bürosundaki diğer dosyaları alamazsınız. Dosyaları, mahkeme kararıyla bile alamazsınız. Şimdi bu avukatların dosyaları alınan müvekkilleri ne olacak? Bunu yapan mahkeme hakkında soruşturma açılması lazım. Polis de, savcı da suç işledi burada!...” diye de ekliyor.
Yukarıda alıntıladığımız birçok yazarın birleştiği ortak nokta bu sistemin sadece ve sadece suç ürettiğidir. Suç üreten bu sistem, özelde de düşünce özgürlüğünü, demokratik kültürü, insan haklarını, basın özgürlüğünü çiğnemekte sınır tanımıyor. Burada Kürt halkına karşı yapılanları anlatma ihtiyacı bile duymuyoruz. Kendi toplumuna bu kadar faşizanca yakalaşın bir sistemin Kürtlere neler yapacağını siz düşünün.
Ancak görülen o dur ki Akepe bir kaç emperyalist ve işbirlikçi para babası dışında yaslanacağı kimse kalmamıştır. Küçük küçük ama emin adımlarla giderek oluşturulan bu yeni suç sistemine karşı herkesin ama herkesi sesi yükselmeye başlayacaktır.
İlk sözümüz geri dönersek: “bin yalan sadece bir doğru etse bile, yalana devam” stratejiniz çökmüştür. Halklar nezdinde iflas etmiştir.
K. NUDA
- Ayrıntılar
Gerillacılığı anlatmak ancak ona anlam vermek, hislerle bağlı olmayı gerektirir. Gerillacılığın öne çıkan ve çekici yönlerini sorarken, bu soruya birçok anlam, birçok yorum ve yaklaşım ortaya çıkar.
Çünkü Apocu gerilla yeni yaşamın doğuşunun yaşandığı sahadır. Dağlar bu özgürlüğe kucak açan üslenme alanlarıdır. Özgürlük arayışı sürekliliğin ve kesintisizliğin arayışıdır. Bu bir devrimci arayıştır. Çünkü devrimcilik, PKK’lilik her an, her saniye, her gün kendinde yeni başlangıçları yaratma eylemidir. Özgürlük bu ruhun gıdasıdır. Bu özgürlük bilinci ve iradesinin gelişimi dağlarda sağlandığı için, gerillanın dağlarla olan bütünleşmesi, birleşmesi tarihsel- toplumsal derinliklerde kalan katılımsal mirastan gelir.
Doğal toplumun ve özgürlüğün toprak ile özdeşleştiği, bunun da üretim ile yaşamsallaşarak emeğin sergilendiği o zemindir dağlar. Bu doğa ile iç içeliğin, saflığın, sadeliğin, güzelliğin, insan erdeminin gerçeğini ve hakikat arayışını temsil eder. Hakikate ulaşma istemi elbette özgürlük temelinde olur. Özgürlük ise sürekli bir gelişme arayışı içinde olmayı gerektirir. Apocu özgürlük mücadelesi böylesi bir fırsatı tüm halklara sunarak, insanlık tarihinin soylu özgürlük arayışçılığının devamını yaratmıştır. 20. Yüzyıl sonlarında reel sosyalizmin ifadesi ile “komünizm, sosyalizm bitti” denildiği süreçte, “Sosyalizmde ısrar, insan olmakta ısrardır” diyerek, yüce emek ve özgürlük değerlerine bağlılık ile bunun arayışçılığını Apoizm yapmıştır.
Apocu felsefe gerçeği, insani erdemlere ulaşmanın soyluluk, yücelik ve özgürlük arayışçılığını zihin, vicdan, maneviyat, ahlak sentezine bağlı olarak yeni yaşamın perspektifini vermiştir. Kapitalist modernitenin bitişin eşiğine getirdiği insanlık ve onun değerlerinin, umutlarının kirlendiği, tarih, günümüz ve gelecek imgelerinin bile yok edilmeye çalışılarak her şeyi sanallaştırarak, karmaşalar içinde kaoslar, krizler ve hakikatten kopardığı, tekniğin körleştirildiği ve esaretine alıp “niçin yaşamalıyım, neden ve nasıl yaşamışım” sorgulamasının unutturulan robotlaşmış, medeniyetten koparılmış, toplumsal özgürlük idealleri olmayan, kapitalist modernite ile ahlaki çöküntülerin, yozlaşmaların, çürümelerin reva görüldüğü 21. Yüzyıl insanlık alemi için kurtuluşu müjdeleyen APOİZM’dir. Tarihin ender tanık olduğu; kahramanlıklara Mezopotamya’nın kalbinde, tanrıçaların, tanrıların özgürlük arayışçılığına tanıklık ediyor.
Böyle amaçlar için; insanlık özgürlük ideallerini yerine getirmek için evrenselliği ve enternasyonalizmi içinde barındıran APOCU HAREKET VE PKK ile onun gerillasına, tüm halkların evlatları da ırk, cins, din, sınıf vb. ayrımı yapmadan katılmışlardır. Böylesi büyük ve yüce bir hareketin Önderliğinin eşsiz çabaları ve direnişi ile yarım asırdır devam ettiği tüm dünyaca kabul görmüş, sağır sultanlar bile işitmiştir.
İşte böylesi bir hareketle arayış içinde olmakla özgürlük kazanacak, Önderlik kazanacaktır. Önderliğin, özgürlük gerillası olmak, fedaisi olma en yüce ve en soylu bir görev olsa gerek. Dağlarımızda özgürlük gerillası olmak; görmediğimiz belki de hayallerde bile göremeyeceğimiz cennet misali dağlarımızda doğanın kalbinde yaşamak. Yaşamak ama sürekli özgürlük arayışı içinde, durmadan hep dolu dolu ülkenin bir başından bir başına. Bazen Güney Kürdistan’da, bazen Küzey’de, bazen Güney Batı’da, hatta Akdeniz sahillerinde, Karadeniz sahillerinde tarihi gizem dolu sırlara ulaşmanın istemi. İşte bu hisler özgürlüğün arayışçılığıdır. Özgürce yaşanılabilecek tek mekanın kaldığı dağlarımızda Cudi’den Gabar’a, Herekol’a, Mereto’ya, Çiyaye Spi’ye, Şerefdin’lere, Munzur’lara, Tendürek’e, Şaho’ya, Hewreman’a, Zağros’ların tüm görkemi içinde Çiyaye Spi’ye, Gare’ye, Zap’a, Şekif’e, Kandil’e, Çarçella’ya, Cilo’ya, Amanos’lara, Toros’lara, Engizek’lere, Nurhak’lara, Yaman’lara ve daha ismini yazamadığımız, belki de göremediğimiz nice özgürlük dağlarında nefes nefese yaşamak bambaşka dünyalara gider gibi; hep yeni serüvenlerde, yeni coğrafyalarda tarihle yüzleşmeye, gelecek arayışçılığımızı, kaybedilmiş özgürlük hazinelerini aramaya… Ama yorulmadan, bıkmadan, büyük umut ve heyecanla, kavga ve dövüşle, kanla-gözyaşı ile yoğrulan emeğin, bilinç ve iradeyle keskinleştiği yüce ve soylu insanlığın özgürlük arayışında yer almak.
Doğanın ve insanın uyumunu, bütünselliğini veya Önderlikte üçüncü doğa olarak tanımlanan haliyle bu varoluş hareketinin yaşadığı mekan dağlar ve burada bunu yaşayanlar ise elbette Apocu gerillalar. İşte gerillacılık doğayla içiçeliği, paylaşımı, farklılıkların, çeşitliliklerin iç içe ormanlarıyla, ağaçlarıyla, taşıyla, toprağıyla, suyuyla, böcekleri, hayvanlar aleminin her türlüsünün içiçeliğini yaşatan bir zemin. Doğayla paylaşım içinde doğal dengeyi bozmadan, karşılıklı etkileşim içinde uyum ile yaşamak. Bazen bir ağaçtan meyve toplarken, bazen çeşitli otları toplarken, bazen ihtiyaç temelinde hayvan besinlerinden faydalanırken, yaşamın ve savaşın zorunlulukları ile (etçilliği, sapma olarak Önderlik tarafından değerlendirildiği için) yoklukları nedeniyle paylaşılan, doğa hazinelerinin nimetlerinden gerilla nasibini alır. Doğayı, ağaçları, ormanı, hayvanı vs. koruyan zevk için avcılıklara izin vermeyen, doğa koruyucusu yine gerilladır. İnsan maneviyatının huzur bulduğu, kendisiyle, karşısındakiyle, ötekinin, çevrenin, var olanın veya var olma olgusu içinde tanımlanan veya izafiyet nedeniyle bilinemeyeni arama mekanı ıssız dağlarımızdır. Huzur ve mutluluğu, nirvanaya ulaşmayı, özgürlüğü yaşamak özgürlük dağlarımızda. İnsan maneviyatının, anlam ve his dünyasının alabildiğine genişlediği bir damla zerreciğinden bir böceğe, yaprağın sesinden bir kuş, rüzgar sesine anlam verilen mekan dağlarımız ve gerillacılıktaki gizem dolu özgürlük arayışçılığıdır. Her şey, canlı- cansız var oluşun tümü; yaşama anlam veriş ve hissedişin en çok geliştiği alan dağlar ve burayı mekan etmiş özgürlük militanı, Apocu gerilladır.
Gerillacılık böylesi farklı, doğa harikalarının her tür ağacın tanındığı, bitkilerin, böceklerin, hayvanların, toprağın, taşların, suların sadelik ve saflığın, doğallığın, öze dönüşün, toprakla bütünleşmenin, canlılığın özgürlük amaç ve idealleri, ideolojiyle ve felsefeyle temelde vicdan ve zihniyet devriminin geliştiği dervişler, peygamberler, havariler, tanrı ve tanrıçaların mekanlarıdır. Gerillanın böylesi mekanlarda yeniliğe, gelişmeye, değişim diyalektiğine açık olacağı da aşikardır. Bu mekanlar doğru bağlar kurulursa maneviyatın, duygusal ve analitik zekanın eş değer bütünleştiği (ahlaki ve politik toplum) temellere oturtularak, hakikate ulaşmanın en güzel mekanlarıdır. Yaşadığın yere anlam vererek, değer biçerek, neden ve niçin yaşadığını, nasıl yaşaman gerektiğine verilecek en güzel yaşamın Apocu gerillalıkta olduğu açıktır. Seçkinlerin, yiğitlerin mekanıdır dağlar. Özgürlük idealine baş koyanların güzel yarınlara, özgür geleceğe ulaşacak olanların, Ortadoğu ve Kürdistan gerçeğinde tek yeri dağlardır.
Koşullara göre yaratıcılığın gerillanın temel yaşam ve eylem tarzı olduğu açıktır. Çünkü Apocu militan kendi irade ve yeteneği ile imkansızlıklardan yaratabilen, var olanı en iyi bir şekilde program ve planlamasını yapan ve yaşatandır.
Hem gezen hem okuyan! İşte yeni dönem gerillacılığı ve onun özgürlük arayışçılığı böyle iç içeliği, ülkeyi baştan başa dolaşmak. Her köyü, her dağı tüm halkımızın en ücra yerlerindekinin mezrasından, zozanlara, farklı lehçelerden çeşitli dinsel, mezhepsel, kültürel zenginlikleri görmek yaşamak. Acılarına, sevinçlerine ortak olmak! Özgürlük mücadelesinde verilen nice bedellerin, yoldaşların anılarına bağlılığın gereği olarak onların temsilinin derin bilinci, maneviyatı ile yüzlerce şehit ailesine; köyleri boşaltılan, faili meçhullerde katledilen, zindanda ya da gerillada olanların yakınları, aileleri elindeki avucundakileri her koşulda fedakarca gerillasına, partisine veren kahraman halkımızı bölge bölge dolaşmak, il il dolaşmak, Botan’daki bir çok aşiretten insanların mertliğine, Garzan’daki yurtseverliğin enginliğine, Amed’deki sürekli direngenliği isyanı, Piran’ı, Şex Sait’i, Bingöl’deki acıları gurbet elleri, Dersim’in darağacındaki Seyit Rıza’ların torunlarını, Serhat’ın acılı ama yürekli haykırışını, Güneybatı’nın göçertilen, gurbetçileştirilen, yurtsuzlaştırılan ama buna inat Şehit Sabri ve Şehit Erdallarının, Şehit Ronahi ve Şehit Nucanların, Nurhak ve Engizek özlemlerini anlamak ve hissetmek. Koçgîrî’nin Alîşêr ve Zarife’lerinin ardılları Şehit Rohatın, Şehit Caferlerin asi bakışlı Yamanlar’daki direnişine, Karadeniz’de şehit Hüseyin’in, şehit Munzur’un kahramanlıklarını, Amanoslar’da Şehit Dıjwar’ın görkemli yürüyüşünü, Antalya’da Serik’te Şehit Erdal’ın Toroslar’daki yürüyüşünü hissetmek. Binboğalar’da Şehit Partizanların sevda türkülerini, özgürlük haykırışlarını işitmek, Şehit İbrahim’in Dicleden Fırata, Ceyhan’a uzanan tüm Mezopotamya ve Anadolu’nun gizemli, sırlarla dolu Nemrutta Güneşin batışını görmeden-hissetmeden, Cudi’de Nuhun efsanesini paylaşmadan, Gabar’da Agit’in ve Adılların kutsal abidelerini yaşamadan, Besta’da Kurtay’ımı, Ferhat’ımı, şehit Nuda’yı, Gülbahar’ı anmadan, yaşamadan hissetmek olur mu hiç? Serhat’ta bekliyor Şehit Sidarlar, Şehit Dicle de soruyor yoldaşlarını bu kutsal Tendürek, Ağrı topraklarında nice anlam, nice özgürlük tohumlarını ektiler. Bugün yeşeren özgürlük tohumları fideleşti, çiçeklendi. Ve meyvesini vererek, cennet ülkeme dönüşüyor, zerre zerre, taş taş…
Bu cenneti paylaşmak bir ayrıcalıktır. Gerilla işte böyle bir ayrıcalığı yakalayabilen her yerde ama hiçbir yerde ilkesiyle, her zaman her yerde var olacak ve sonsuz özgürlüklerde süzülecektir.
Sefkan Dersîm
- Ayrıntılar
Kışkırtma kelimesini; “bir kimseyi kötü bir iş yapması için ileri sürme, kışkırtma” olarak tanımlıyor sözlükler. Ancak kendi kendini kışkırtan kişilik için biraz daha açımlamak gerekecektir.
Kişilik kavramını psikoloji dalı: “Kişilik kavramından, bir insanı başkalarından ayıran duyuş, tutum, davranış örüntülerini içeren tüm ruhsal özellikler anlaşılır. Çok çeşitli toplumsal ve kişisel ortamlarda sergilenen, bireyin kendisini ve çevresini algılaması, ilişki kurma biçimi ve düşünceleri ile ilgili süre giden bir örüntüdür” diye açıyor.
Böyle olunca herhalde “kendi kendini kışkırtan kişilik”i, bir bireyin ama sadece o bireyin kötü bir iş yapması için kendisini tahrik etmesi diye tanımlamak gerekecektir.
Daha iyi anlaşılması için biraz daha açalım.
Bu cümleyi yıllar önce bir yoldaşımın ağzından duyduğumda çok anlam vermemiştim. Ancak yapılan tespiti de es geçmek olmazdı. Hatırlıyorum o zaman bu cümleyi kuran yoldaşla epey tartışmıştım. Doğrusu ‘kendi kendini kışkırtan kişilik’ tespitini bu tartışma ardından paylaştığımı ve ona katıldığımı da söylemeliyim.
Bu yoldaşımız bu tespitini sürekli gerili olan, bu gerili durumda adeta haz duyan, rahat olamayan, bırakalım rahat olmayı adeta rahat olmamak için envai türden yol yönteme başvuran, sürekli kavga arayan, egosunu tatmin etmek için bile olsa sürtüşme yaratmak için her türlü fırsatı kollayan, birileriyle çatışmak için neredeyse takla atan, ama her halükarda bir yolunu bulup kendisini gündemde tutan kişiler için kullanıyordu. Özcesi böyle kişilikleri biraz da hastalıklı bulduğunu, ne de olsa bu kişiliklerin bu kişilik bozukluklarından dolayı çokta zarar gördüklerini de eklemeden geçemiyordu. Bu kişilikler kendileriyle barışık olamazlar, bir şey mutlaka onlara batar, onlara rahat dürter ve bunun sonucunda da onlar bulundukları ortamları kendi bu bozuk davranış özellikleriyle rahatsız ederler. Bu tür kişilikleri eğitmenin zor olduğunu, dönüştürmenin ise daha da güç olduğunu belirtiyordu. Çünkü sorun bir bilmeme meselesinin ötesinde ciddi davranış bozuklukları içeren bir durumdu. Bu ise uzun vadeli bir uğraşı gerektiriyordu.
Şimdi bu yukarıda söylenenlerin neredeyse tümünü Türkiye siyasetine uyarlarsak, daha doğrusu Türkiye siyasetçilerine uyarlarsak yukarıda dile getirdiğimiz “kendi kendini kışkırtan kişilik” tespitini en çok herhalde Erdoğan, Kamer Genç, Mehmet Metiner ve Baykal’da görebiliriz. Baykal sahnede çekildiği için fazla ele almayalım. Metiner’e ilişkin sonraları bir şeyler söyleriz. Her ne kadar diğer iki kişilik birbirine zıt özellikler göstermiş gibi yapsalar da özünde her iki kişilik bir birine çok yakın kişiliklerdir. Her iki kişilik daha doğrusu tip kendi kendini kışkırtmadan yerinde durmaları, yaşamaları mümkün olamaz.
Erdoğan’ın sadece bir gün için bile olsa birilerine çatmadığını, hakaret yağdırmadığını, küfür etmediğini, lümpence saldırmadığını düşünün, gerçekten Erdoğan yaşayabilir mi? Tabii aynısını Kamer Genç için de sorabilirsiniz. Her iki tipi yakında tanıyanlar bunun mümkün olamayacağını paylaşacaklardır.
Peki, neden bu kişilikler böyle davranış bozukluklarına sahiptirler dersiniz? Tekrar psikoloji başvurursak: “Kişilik bozukluğu: Her insan çevresiyle sürekli etkileşim halindedir ve çevresine uyum sağlamaya çalışır. Kendi yararına olan, ama çevresine de ters düşmeyen çözümler geliştirir. Kendi dürtüleriyle çevre istemlerini bağdaştırmaya çalışır. Bu amaca genellikle egonun düzenleyici, uzlaştırıcı ve bütünleyici işlevleri ile ulaşır. Kişilik bozukluklarında uyumsuzluk ego ile çevre arasındadır. Kişilik bozukluğu kendini insanlar arası ilişkilerde gösterir. Kısaca kişilik bozukluğu, kişinin kültürüne göre beklenenden önemli ölçüde sapmalar gösteren, süre giden bir iç yaşantı ve davranış örüntüsüdür, yaygındır ve esnekliği yoktur, ergenlik veya genç erişkinlik yıllarında başlar, zamanla kalıcı olur, sıkıntı ve işlevsellikte bozulmaya yol açar” demektedir. Biraz daha açarsak bu duruma psikolojik biliminde Antisosyal Kişilik Bozukluğu da deniliyor, “Başlıca özelliği başkalarının haklarını saymama, başkalarının haklarına saldırma ile giden yaygın bir örüntü olmasıdır” diyerekte bir ekleme yapılıyor. Böyle tiplerin ortak bir noktasının da Narsizm olduğu söyleniyor. Yani kendi kendine aşık olma olayı. Psikoloji bilimi Narsisistik Kişilik Bozukluğunu ise: “Üstünlük duygusu, beğenilme gereksinimi ve empati yapamama temel özellikleridir. Benlik saygıları kolay zedelenebilir” olan bu kişilikler bu durumu dengelemek için sürekli birilerle itiş kakış, kavga, bilek güreşi, diş bileme, hakaret, vuruş, hesaplaşma içerisinde olurlar ya da öyle olmak zorunda olduklarının hissini yaşarlar. Böyle olunca çevresiyle, farklı düşünenlerle, ayrı inançta olanlarla, başka halklarla, ayrı cinsten olanlarla böyle bir tipin ya da tiplerin her daim kavga içerisinde olacağı aşikardır.
Ne var ki böyle bir tip toplumda yaşayabilir, belki bir toplumu ciddi rahatsız da edebilir, lakin böyle bir tip bir siyasal örgütün başında ise, yine bir devletin en tepesinde, siyasal kararların alındığı en kilit merciinde yerini alıyorsa ise o zaman tanrının o ülkenin, devletin ve halkın yardımcısı olmasını dilemekten başka söyleyeceğimiz bir şey yoktur herhalde…
Başka yazılarımızda Türkiye cumhuriyeti devletinin başbakanı ve de Akepe’nin genel başkanı olan zata ilişkin bu yönlü psikolojik analizlerimize devam edeceğiz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
TC devlet yetkilileri ve yetkisizleri el ve ağız birliği yaparak artık gerillanın eylem yapamayacağını söyleyip duruyorlar. Ne de olsa gerilla artık bitmiştir, belli kırılmıştır, yapacakları kalmamıştır. Böyle yetkili yetkisiz bol keseden konuşan TC devleti büyüklerine birde koro halinde eklemlenen ihanetçi işbirlikçi çeteler var. Çeteler çoktur. Çeteler de bu yetkili yetkisiz devlet elemanları gibi tehlikeli. Ne de olsa çeteyi: “Ordu birliklerinden olmayan silâhli küçük birlik” olarak öğrenmiştik. Ama gerilla da biz çeteleri birde insan vücuduna yapışıp, kan emmen, emdikçe de insanı çileden çıkaran bitler olarak öğrendik.
Evet, TC devleti daha doğrusu Akepe devleti ile çeteler elbirliği ağızbirliği ederek gerillanın ne kadar etkisizleştiğini, KCK’nin halkı sokaklara dökemediğini, eylem güçlerinin ve kapasitelerinin kalmadığını söyledikçe söylüyorlar, bu Yeşil Türki Faşistlerin kalemşorları da yazdıkça yazıyorlar.
Öyle ki çamur at izi kalır misali diyeceğiz ama çamur at meselesinden çok ileri düzeyde iftiralarla vıcıklıkla bu yapılıyor. Böyle olunca aklımıza Şili’de emperyalistlerin özenle geliştirdikleri “yirmi yalan bir doğru eder” özel savaş yöntemleri geliyor. Tabii buralarda yani Yeşil Türki Faşistlerde bu “bin yalan sadece bir doğru etse bile, yalana devam” a dönüşmüş farkını görerek.
“Bin yalan sadece bir doğru etse bile, yalana devam” korusuna Akepelerin yanında en çok Kürtlere musallat olmuş çeteler katılıyor. Televizyon televizyon gezdirilerek yalanlarına kılıf arıyorlar. PKK’nin ve önderliğinin ne kadar devlet güdümünde olduğunu, -devlet demişken TC devletini kastettiklerini unutmayın-utanmadan, ar perdeleri çatlamadan, kızarmadan, morarmadan söylüyorlar. Söylemeye söylüyorlar “devletin güdümünde” olan PKK ve önderliğine müstahak görülen bombalar hem de kimyasal bombalar ve de insan aklının almayacağı tecrit iken, “devletin güdümünde olmayan” bu çeteler ise televizyon televizyon, gazete gazete, radyo radyo, yayın evi yayın evi dolaştırılarak konuşturtuluyor, yazdırtılıyor, söylettiriliyor ve de kitapları bastırtılıyor.
“devletin güdümünde” olanlar devletçe katlediliyorlar ve yok edilmek için her şey yapılıyor, diğerleri ise “devletin güdümünde olmayanlar” devletçe el üstünde tutuluyorlar. Devlet koruması sağlanıyor. Maddi imkanlarla önleri açılıyor.
Evet, böyle bir ortamda birileri “bin yalanın sadece bir doğru etse bile yalana devam” stratejisine çok içten bir şekilde inandığını görüyoruz. Doğrusu bu naifliğe, hatta ahmaklığa bir sürü yandaş canhıraş aydını, basıncıyı da ikna ettiklerini gördüğümüzde gülmeden edemiyoruz.
Bir bahar geliyor hem de çok sıcak geçecek bir bahar. Baharlar bizim için artık 21 Martla başlamıyor. Baharlar bizim için şubat’ın ilk günlerinde başlayarak Nisan’a, oradan 1 Mayıslara, 1 Haziran’dan 30 Haziranlara ve de 14 Temmuzlara, 15 ağustoslara ve de… kadar uzanır.
“Benim her bahara gerçekten vereceğim anlam, önce kendi baharımdır. Kendi içimde baharı yakalayamazsam, bu dıştaki baharlar benim için fazla anlaşılmaz. Yine, bir halk de için bahar olmazsa, baharın gerçekten diriltici etkisini de duyamaz. Bunu gördük bu arada. Görüyorsunuz, şimdi bahar çok güzel. Hem kişi baharıdır, hem halkın baharıdır; hem siyasi bahardır ve hep yeni yaşam gözenekleri olarak ortaya çıkar. Biz bu baharda gözlerimizi çok özgürce, bağımsızca açıyoruz. Yaşamı yine bütün yönleriyle bağımsızca, özgürce yakalayıp yaşamaya çalışıyoruz. Ama tabii bu bir başlangıçtır. Yani bağımsız, özgür yaşamak; tam bir bağımsızlık ve özgürlük savaşı vermekle mümkündür. Ne kadar düşürülmüşsek, ne kadar baharlarımız kavrulmuşsa, o kadar yüceltme ve kasıp kavrulan baharlarımızı kendimizde, savaşla yeşertmeye ihtiyacımız vardır” diyor Kürt halk Önderliği.
Evet, bu baharı, kasıp kavrulan baharlarımızı kendimizde, inanılmaz ölçüde dirilmiş bir halkın savaşımıyla yeşerterek, Ortadoğu’da ihanetin, işbirlikçiliğe karşı tarihte bir daha kök salmaması üzerine vereceğimizi herkes bilsin. Özelde Yeşil Türki Faşistler ve yine bu Yeşil Türki Faşistlere yamanan, yağdancılık yapan Mangurtlar, ihanetçi ve işbirlikçiler bunu iyi bilsinler. Bu yıl baharımız büyük mücadele baharı olacaktır.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Viyan yoldaş, 1981 yılında Süleymaniye’nin Xebat mahallesinde dünyaya gelir. Güneyde aşiret olarak en sert ve feodal yapılanmaya sahip bir aile gerçekliği içinde büyür. Okul çağına geldiğinde Süleymaniye’deki Hewreman İlkokulu ve Peyman ortaokuluna gider. Viyan yoldaş okuldaki başarılarından dolayı her zaman örnek bir öğrenci olarak gösterilir. Başarılarından dolayı okuldaki sene sonu sınavlarına katılmaz. Öğretmenleri ve arkadaşları tarafından sevilen birisidir. Okumayı çok seven Viyan yoldaş, çalışkan ve duyarlı bir arkadaştır. O, okul ve ev arası gidip gelen yaşıtlarından farklı bir duruşa sahiptir.
O yıllarda, çok ağır toplumsal sorunların yaşandığı ve kadına rol biçmeyen bir yapılanma içinde arayışlar olsa da kadının cevap bulması zordur. Şehir yaşamının kendi içerisindeki karmaşası ve yalnızlığı içinde yaşama anlam biçmek de bir o kadar zor olmaktadır. Tüm bunlara karşı Viyan yoldaş, zulüm ve toplumun baskılarını derinden hissetmektedir. Toplumun kadını köleliğe çeken yaklaşımlarına kısa bir süre sonra karşı çıkmış, hiçbir zaman kadına karşı geliştirilen bu yaklaşımları kabul etmemiştir. Küçük yaşta olmasına rağmen yaşadığı bu çelişkiler, kendisinde başarıya kilitlenmeyi de getirmiştir. Soruları cevap buldukça özgürlük arayışı daha da gelişmiştir. On beş yaşında oldukça sakin, oldukça az konuşan, ama anlamlı sorularla yeni ve özgür bir yaşamın derin arayışı içerisine girmiştir. Bu dönemler, Kuzey’de gelişen özgürlük mücadelesinin Güney’i oldukça etkilediği bir süreçtir. Viyan yoldaş, özgürlük mücadelesiyle 97 yılının baharında ilişkilenir. Sorularına cevap buldukça katılma istemi gelişir. Güneydeki aşiretler içerisinde kadına ait olabilecek hiçbir şeyin olmaması, Güney’de kadının adeta tamamıyla silinmiş olması Viyan arkadaşın bu isteğini daha da güçlendirir. Güney’deki kadının bu durumunu çocukluğundan beri sindirememiş, tahakkümü kabullenememiş olan Viyan yoldaş, böylelikle aşiret olgusuna bir tepki olarak ablasıyla birlikte örgüte katılır. Fakat aşiretin yoğun ısrarları üzerine Viyan arkadaş geri gönderilir. Ama Viyan arkadaş geri gönderildiği halde, gerilla saflarına tekrar geri döner.
İçinden geldiği toplumsal sistemi kabullenememekte ve buna karşı mücadele yeteneğini kullanmaktadır. Ancak engellerle dolu olan toplum ve aşiret yapısını aşmak, başlı başına bir mücadeleyi ve kararlılığı gerektirmektedir. Katılımından hemen sonra aşiretinin tepkisini alacağını, çok yönlü bir sınavla karşı karşıya kalacağını bilmektedir. Tüm bunların bilinciyle, ilk geldiği andan itibaren en ufak bir tereddüt geçirmemiş ve büyük bir kararlılık sergilemiştir.
Katılımı Süleymaniye’de çok büyük bir etki yaratır. Aşiret yapısı, Kürdistan için mücadele etmeyi ve yurtseverlik görevlerini yerine getirme bilincini taşımasına rağmen, kadının özgürlük mücadelesine katılımını kabul etmeyerek aşiret kanunlarını öne çıkarırlar. Aşireti, Viyan Yoldaş’la katılımından sonra görüşüp kararından vazgeçirmek ve ikna etmek için her tür yol ve yöntemi denese de, Viyan Yoldaş’ı özgürlük arayışından, yürüyüşünden alıkoyamaz.
Dağlara ve özgürlük mekânlarına doğru yol alırken, toplumun kadına biçtiği değer yargılarına isyan ederek, yeni bir yaşam okuluna kaydını yaptırmıştır artık. Kendi deyimiyle “karanlık gecelerin aydınlığı Başkan APO’nun” felsefesini okur, okudukça aydınlanır. Kürt ve kadın olmanın acılarını derinden hissederek, özgürlüğe olan susamışlığını daha derinde duyarak yaşama anlam biçer. Bu anlamda denilebilir ki, özgür olunmadıkça yaşamın çekilmez olduğunu kısa yaşam kesitinde en derin yaşayanlardan olmayı başardı.
Geçmiş yaşamında okulda başarılı olan Viyan Yoldaş, devrim okulunda da başarılı bir öğrenci olmuştu. Güne çok planlı başlar ve bireysel eğitimine önem verirdi. Kitapları ve defterini elinden düşürmediği gibi, sürekli hem okur hem de yazardı. Yaşına göre çok olgun ve çevresini etkileyen bir duruşla, paylaşımcı, yoldaşlarını düşünen konumunu hep korudu. Gözleri ışıl ışıl, ama sakin duruşuyla, çevresine güven veren bir duruşla hep gelecek vaat etti. Öyle sıradan bir yaşam ve katılımı kabul etmezdi. Oldukça mütevazi, gösterişten uzak ama güvenle yürüyen, disiplini esas alan bir tarzda özgürlüğü amaçlamıştı.
Küçük yaşta örgüte katılmasına rağmen çok dinamik ve güçlü bir potansiyele sahipti. Var olan potansiyelini daha güçlü bir şekilde işletebilme temelinde sorumluluklar üstleniyordu. İddiası büyük olduğundan dolayı, güney gençliğine de örnek oluyordu. Kendisini sürekli eğitmeyi esas alıyor, yaşı küçük olmasına rağmen düşüncede büyümeyi yaşıyor, kendisine bir öncülük misyonu veriyordu. Önüne düşen her görevi en layıkıyla yerine getirme mücadelesini yürütüyordu. Sorumluluktan kaçmaktan ziyade, üstleniyor, yerine getirme çabasını veriyordu. Militanlığın esas ilkelerinden birinin hizmet etmek olduğunu biliyor, ona göre bu sorumluluğu üstleniyor, daha iyi hizmet etme temelinde yaklaşım sergiliyordu.
Güney gerçekliği içerisinde gençlerin beyinlerinin yıkanmasına karşı, güney gençliğin kendi özüyle öncülük misyonunu ve sorumluluk misyonunu doğru temelde nasıl sahip çıkması gerektiğini aldığı sorumlulukla ortaya koyuyordu.
Viyan yoldaşın yoldaşlığı samimi ve çıkarsızdı. Yoldaşlık için ne gerekiyorsa yapıyordu. Özellikle yeni arkadaşlar için “hamur gibiler, nasıl şekillendirirsen öyle gelişir ve iradeli olmaları gerekiyor” diyordu. Kendini hep sorumlu görür ve Güneyli katılımlar üzerinde durarak her bir arkadaşla diyalog içinde olurdu. İnkarcı ve kendisi olmayan, güvensiz ve iradesiz duruşlara, bu tür anlayış ve yaklaşımlara karşı özgüven ve irade sahibi olmayı dayatmaktaydı. Arkadaşlarının gönlünde yer edinmek için müthiş bir çaba harcarken, aynı zamanda bölgeciliği aşan bir kişilikti. Viyan yoldaş sıcak sohbetleriyle insanlar arasına hiçbir fark koymadan, ilişki tarzındaki mütevaziliği ve sempatik güler yüzlülüğü ile bir çekim merkeziydi.
Yaşam renginde kendisini tek bir şeye kilitlemiyordu. Yaşamın bütün alanlarına, yani askerliğe, siyasete, sosyaliteye göre bir öz katılımı vardı. Onun cesareti, kendine güvenen serbest, özgür bir duruşu vardı. Yaşama tutku derecesinde bağlılığı, coşkusu, etrafına sürekli umut vermekteydi.
Viyan yoldaş arkadaşlarıyla yaptığı güneye ilişkin diyaloglarından birinde tartıştığı arkadaşlardan birisinin; “Kaldı ki güney gerçekliği çok farklıdır. Bir kuzey gibi değil. Kuzeyde 30 yıllık bir mücadele geleneği var. Türkiye’nin de realitesinden kaynaklı yaşanan çelişki ve çatışmalar daha keskindir” şeklinde bir görüşü belirtmesi üzerine; ‘‘Tamam öyle fakat sanırım güneyde kölelik çok derin’’ der ve ‘‘tabii bunda güneyde öncülüğe soyunan örgütlerin güdümlü ve uşaklık pozisyonları çok belirleyici. Halkın ve kadının bu durumundan, duruşundan onlar sorumlu. Ne zaman hakim güçlerin uşağı olmaktan vazgeçtiler ki? Hiçbir zaman bu realiteyi aşamadılar. Biliyor musun, kendilerini ve halkı kullandırtmaları insanları kendisine çok yabancılaştırdı. Kişiliğini çok parçaladı. Öz güvenlerini ve öz saygılarını çok zedeledi. Doğarken hayallerine ihanet eden bir insan topluluğu özgürlüğe ne kadar aşık olabilir ki?’’ biçiminde Güney’e ilişkin görüşlerini koymuştu. Dış güçlerce dayatılan tecrit ve inkara, içte dar ailesel-aşiretsel çıkarları gereği onların birer piyonu durumuna gelen güçlere öfkelenerek, ulusal birliğin gelişmesinin önemini her zaman dile getirir, parçalanmış bir halk ve ülke gerçekliğini ret ederdi.
Viyan yoldaş, halaya durur gibi atılmıştı yaşam kavgasına. Özgürlük mücadelesinde, bilinçle donanmakta ve insan sevgisiyle dolu dolu yaşamaktaydı. Parçalanan ülke ve halk gerçekliğini yüreğine beynine sığdıramayan Viyan Yoldaş, onlarca yıl açılan mesafeyi kapatmak, halkı bir bütünlük içinde görmek için tüm gücüyle çalışır, didinirdi. Umutluydu ve başaracağımıza inanmaktaydı. Çünkü o’nun inandığı, Başkan Apo’ydu. Onun ideolojisi ve felsefesinin başta Kürt halkı olmak üzere, bölge halklarının kardeşliğini yaratacağına inanırdı. Yine bir gün bir diyalogunda;
“Baksana Önderlik kitabın adını, ‘Özgür Yaşamla Diyaloglar’ koymuş. Bakma bana öyle! Önderliği anlamak istiyorum. Biliyor musun, görmediğim halde çoğu zaman rüyalarıma giriyor Önderlik. Tam dokunmak üzereyken uyanıyorum. Lanet olsun, tam da dokunmak üzereyim. Dokunsam hemen başımı omzuna koyup derin bir nefes alacağım. Neden bu kadar çok istiyorum başımı omzuna koyup derin bir nefes çekmeyi? Tuhaf değil mi? Bana da bazen tuhaf geliyor. Ama nedense bu istem, bende bir tutkuya dönüşmüş. Başımı Önderliğin omzuna koyup derin bir nefes aldığımda, sanki o an yeniden doğacağım. Özgürleşeceğim… ne bileyim işte, sanki gerçek yaşam o an başlayacakmış gibi geliyor bana.’’ ve devam ediyor, “Başkan Apo, 30 yıldır Kürt özgürlük hareketiyle bu duruma müdahale etmiştir ve Kürt halkının mücadele etmeye ulaştırmış, öldürme ve parçalanmayı bir kader olmaktan çıkarmıştır” diyerek Güney Kürdistan’daki sessizliği bozmak istemekte ve toplumsal devrimin bir kadın devrimiyle gelişeceğine olan inançla hep o çağrısını yenilemekteydi.
Eylemi, Kürt halkı arasında birlikteliği yaratma ve yaşanan duyarsızlığı, sessizliği bozmaya yönelik bir çağrıyı da içermekteydi. Ulusal birliğin önemini vurgularken, Güney Kürdistan’da yaşanan trajediyi hep anlatır, ulusal ve siyasal birliği engelleyen zihniyeti sorgular, kişilikte dönüşümün zorunluluğu üzerinde dururdu. Güney Kürdistan toplumsal yapısından kaynaklı kendine güvensizliğin kaynağını irdeler ve bunu tartışır, aşmanın yol yöntemlerini sıralardı. Ne diyordu Viyan? ‘‘Başkanım! Bir tek kişi kalsak bile senin ideolojik çizginin ve felsefenin başarıya ulaşacağına dair iddialı ve inançlıyım. Birçok kişi senin şahsında ideolojik hattı yok edeceklerini düşünüp, söylemektedirler. Ancak ben bunu çok ciddiye almıyor boş bir iddia olarak görüyorum. Çünkü sen artık milyonlarca insanın ve özellikle de kadınların yüreğinde, beyninde ve tüm hücrelerinde yer edinmişsin. Sen tarihe ve topluma mal oldun. Sen her zaman kadının bağlılığını ve dürüst oluşunu bize tanıttın. Bugün tüm yetersizliklerim ve zayıflıklarıma rağmen özeleştirimi vermek, demokratik ve bilimsel sosyalizme ve yeni paradigmaya yönelik kararlılığımı göstermek istiyorum. Azda olsa iç gericilik ve dış saldırılara bir mesaj vermek istiyorum. Çoğu zaman şehit arkadaşlar gibi keşke canımdan daha değerli bir şey olsaydı ve Başkan Apo’nun, halkımın ve ezilen kadınların yoluna feda edebilseydim diyordum.’’
O, özgürlüğe sevdalı, bilinçle donanmış, nerede, ne zaman eylem yapacağını bilendi. Ve son sözlerinde “volkan da nerede, ne zaman ve nasıl patlayıp öfkesini göstereceğini, Ehrimanlar ve vefasız insanların cezasını nasıl vereceğini bilir” dedi. Leyla Qasım”ın adıyla yaşama gözünü açan, Mazlumların, Zekiyelerin ateş hattıyla oluşturdukları özgürlüğe ulaşmanın bedelinin ağır olduğunu iyi bilenlerdendi. On yılı kapsayan mücadele yaşamına çok şey sığdıran ve yoğun yaşayan Viyan yoldaş, sevgi ve sorumluluk duygusuyla dopdoluydu. Bir çocuk saflığındaki yüreği hep çevresine güven-sevgi aşılardı. Hep güzellikleri paylaşan ve pozitif düşünen bir duruştu. Öncülük vasıflarını taşıyan ve bunu üstlendiği görevler kapsamında yerine getirmesini bilendi.
Genç, bir o kadar da olgun olan Viyan yoldaş, özgürlük mücadelesi içinde önemli görevler üstlendi. PJA meclis üyeliği ve PKK yeniden yapılanma çalışmalarında ve en son da HPG komutanlığı görevlerinde yer aldı. En büyük özlemi Önderlikle buluşmak, ona yakın olmaktı. Ki, bunu mücadele yaşamı içerisinde yoldaşlarıyla paylaşarak, görev-sorumluluk anlayışıyla yaşayarak karşıladı. Yine Önder APO‘nun “Güney devrimi kadın devrimidir” belirlemesi üzerinde yoğunlaşıp kadının ideolojik kimliğinde derinleşerek, Güney toplumsal devriminin gerçekleşmesi için çalıştı. PÇDK’nin kuruluşunda büyük bir rol oynayarak, program ve tüzük çalışmalarında yer aldı. Kadınla kaybedilen tarihin yazılması için, Önderliğin kadın kurtuluş ideolojisi ekseninde, Güney’de kadın bakış açısıyla kadın eksenli bir örgütlenmenin gelişmesi için çalıştı. Mücadele yaşamı içinde zamanla yarışır tarzda öğrenmek ve öğretmek, öğrendiğini pratikleştirerek sonuç almak istedi. Güneydeki kazanımlara anlam biçerken, bunun kalıcılaşması için demokratik bir tarzda toplumsal sorunlara cevap olunması ve bu temelde örgütlenmenin gelişmesi gereğini vurgulamakta ve bu inançla çalışmaktaydı.
Özgürlük hareketimizin en zorlu süreçlerinde kararlı ve iradeli duruşuyla en sade, en mütevazi, en özgürlükçü bir militan olmasını bildi. Gençti, heyecan doluydu, yaşama bir coşku seli gibi akardı. Duruşunda Mezopotamyalı bir tanrıçanın duygu yüklü zekâsını, özgürlükçü doğalitesini, bilgeliğini, yaşama saygısını ve anlam yüklü dünyasını taşırdı. Böyle bir eylemi yaşamsallaştırmanın gücünü, bu kahramanca direnişlerin mirasından aldığının bilinciyle hedefinin üzerine yürüdü. Elde edilen tüm kazanımlara ve başarılara rağmen, Kürt halkı ve bölge halklarının kapitalizmin tuzağından kurtulamadığını, yeni Halepçeler korkusunun aşılamadığını ve Önderliğimizin durumuna ilişkin pozitif bir yaklaşım sergilenmediğinin bilinciyle, mücadelesini bunları aşma ve Önderliğe doğru yürüyüşü yükseltmenin gerekçesi haline getirdi. Dolayısıyla böyle bir eylem, Türkiye devleti için de bir uyarı oldu ve devlet sadece kuzey değil, diğer parçalardaki özgürlükçü gençleri de karşısında buldu. Kuzeydeki anaların yüreğindeki ışığı, Güneydeki anaların ve babaların yüreğine göndererek vicdanlarını uyandırmak istedi. Sokaklardaki sloganları ve Kürdistan’ın tüm parçalarındaki direnişi, Güneydeki ilkel milliyetçi ve gerici partizan yaklaşımlara karşı bir kamçı haline getirdi.
‘‘Ya heval Mazlum! Ferhatlar!.. Kemaller!… Katıldığımdan beri bu arkadaşların eylem biçimleri sürekli beynimi meşgul etti!… Benim için hepsi bir gizem. Bu gizemi çözsem sanki asıl gerçeğe ulaşacakmışım gibi bir duygu yaşıyorum. Baksana, hepsi de çok kritik süreçlerde bu sıra dışı çıkışları gerçekleştirdiler. Çıkışları, hep de üzerimize çöken karanlığı yırtan çıkışlar oldu. Dikkat edersen hepsi de gecenin çok uzadığı anda, geceden gündüzü doğurdular. Anlıyor musun, geceye hükmederek gündüzü doğurttular. Ne müthiş bir inanç ve irade değil mi? Her insan yapabilir mi bunu? Sıradan insanlar karanlığın içinde saklı olan gündüzü göremezler. Daha da ötesi yüreğindeki ateşle karanlığı tutuşturup gündüzü ortaya çıkaramazlar. İşte bu güç, bu tutku beni büyülüyor. Aslında hepsinin eylemi de komploya karşı bir başkaldırıdır. Mücadelenin zindandan başlanarak boğdurulmak istendiği bir süreçte Mazlumlar, Ferhatlar, Kemaller o görkemli direnişi geliştirdiler. 1996’da komplocu güçler Önderliği hedefleyerek sonuca gitmek istedikleri zaman Zilan, komplocu sistemin en çok uygulama alanı bulduğu Dersim’de kendisini bomba yapıp komplocuların beyninde ve yüreğinde patlattı. İhanetin eliyle komplocular esaret duvarları arasında kol gezdiğinde, Sema, aşılmaz denilen duvarları aşarak kendisini koca bir ateş topu yaptı. Dikkatli okursak bu yoldaşlar hep de gizlenmek istenen tarihi, direnişe dönüşen bilinçleriyle, iradeleriyle yazdılar. Yazılması istenmeyen tarihin yazıcıları oldular. Gerçek oldular!… gerçek olarak gerçeği haykırdılar! Ve gerçeklere yeni sayfalar eklediler!...’’
Her eylem, öz anlamın veya öz dinamiğin kendini dışa vurumunun ifadesidir. Ateşle bütünleşen eylem ise özdeki özgürlük aşkının, anlamının artık hiçbir şekilde yerinde duramaz, kabına sığamaz biçimde dışa vurumudur. Viyan arkadaş da kabına sığamayan bir özgürlük ateşiydi. Kişiliğiyle, duruşuyla, mücadeleciliğiyle yaşarken zaten bir ateşti, eylemi, bu iç ateşin, Önderliğimiz, örgütümüz ve bunlarla bağlantılı Ortadoğu üzerinde yoğunlaşan tehlike çanlarına karşı bir tavra dönüşmesiydi. Kadın kahramanlığı onda, sürecin tüm tehlikelerini ve hassasiyetlerini büyük bir yürekle hisseden, büyük bir beyinle yorumlayan ve ikisini bütünleştiren cesaret ve kararlılıkta temsilini buldu. Bu, özgürlüğe, Önderliğe, Kürt halkı ve yine tüm Ortadoğu ve dünya halklarına, topraklarına, emeğe, insana, kadınlara, çocuklara duyulan büyük bir aşkın eseri olabilir ancak. Ateşten bir yürek ve ateşten bir beyin, ateşten bir eylemi yaratabilir. İşte Viyan arkadaş egemen tarihin halklar, kadınlar, çocuklar üzerinde yarattığı tahribatın yükünü çok genç yaşta fedakârca omuzladı, bu tarihe karşı duyduğu öfke ve intikamla fedaice savaştı. Yaşarken de, şahadete giderken de fedaice savaştı. Viyan arkadaş genç yaşta büyük sorumluluklar yüklendi, ama kendini adayarak yüklendi. Hiçbir zaman, yüzeysel, geçiştirmeci, hesapçı vb. yaklaşımlar içerisine girmedi. Kendini yürekten adadı, her zaman için beynini çalışmasına ve amacına kilitledi. Belki de bu nedenle hep bir ışıltı vardı gözlerinde, çevresine yaydığı bir parıltı. Güzelliği; zekasında, sadeliğinde, mütevaziliğinde, mücadeleciliğinde, arayışçılığında, Önderliğe, örgüte, halka ve kadına bağlılığında, yürek büyüklüğündeydi. Bu nedenle insan sıcaklığına, yoldaşlığına-dostluğuna, gülüşüne doyum olmazdı. İnsan sevgisi öyle derin ve etkileyiciydi ki, karşıdakinin yürek toprağına bir tohum gibi derinden gömülür ve yeşerirdi. Eylemi de böyle oldu. Hepimizin, gerillanın, halkın, tanıyan-tanımayan herkesin yüreğinde O’nun gibi bir yoldaşı kaybetmenin acısını yaşattı, ama aynı zamanda böyle soylu bir kadın direnişçiliğine saygıyı, sevgiyi, düşmana karşı inadı, direniş azmini çok daha güçlendirdi, biledi. Kürt halkının, özelde de Büyük Güney halkının bu yiğit ve soylu evladı, tarihe ve yüreklerimize ateşten harflerle özgürlük aşkını, Önderlik aşkını, mücadele aşkını silinmezcesine yazdı. Cesaretin tanrıçalaştığı kişiliğinde Viyan arkadaş, yaratılmak istenen karanlığa bir ateş, yok edilmek istenen özgür Kürt, özgür insan kimliğine büyük bir yaşam gücü oldu.
Viyan arkadaş her zaman genel çalışmalarda yer alıyor olmasına rağmen, mücadelesi sürekli Kadın Kurtuluş İdeolojisi temelinde olmaktaydı. Kendi kurtuluşunu da bunda görmekteydi. Genel çalışmalara aktif katıldığı gibi, aynı zamanda kadın kurtuluş mücadelesinde de aktif yer almaktaydı. Sürekli egemen sisteme karşı bir mücadele içerisindeydi. Bu anlamda eylemi de, egemen sistem gerçekliğine olduğu kadar, geleneksel aşiret mantığına ve kadına reva görülen haksızlık ve baskılara da bir darbedir. Güney gerçekliğinde kadını özünden boşaltıp, metalaştıran, şekilde-biçimde özgür; özdeyse, özgürlükle hiçbir bağı olmayan bir gerçeklik söz konusudur ve bununla bağlantılı olarak, Viyan yoldaşın eylemi sınıflı toplumun dondurduğu beyinlere bir darbedir. Aynı zamanda Güney Kürdistan’da yaşanılan sessizliğe bir darbe olup, baskı altında tutulup umutsuzlaştırılan kadına da umut olmuştur.
Ortadoğu’da kadın çektiği acıları, Ortadoğu gerçekliğinden kopuk ele almamakta, “Ortadoğu’da kadının da özgürlük arayışı var”, demekteydi. Keşfedilmemiş bu özgürlük arayışı, ancak Önderliğin kadınlara yönelik perspektifi yaşamsallaşırsa karşılık bulur şeklinde yaklaşıyordu. Viyan yoldaş; “kadının özünde eşitlik, güzellik, insanlık sevgisi var. Bu potansiyeli, özgürlüğe yatkınlığını gösteriyor. Güney kadını ise şekilde özgürlüğü arayanlar var, kendini küçük burjuva gösterip, şekilde açılmayı yeterli görüyor Güney kadını. Tüm parçalara oranla güneyde kadın daha çok hırpalanıyor ve kendini kandırıyor.
Aile olgusu da çok hakim, okul dışında kız çocukları aileden kopamaz. Bu da irade gelişmesini önlüyor. Kızlar özgürlüklerini ya da kurtuluşlarını evlilikte görüyor. Kaderci, mantık hakimdir” diyordu. Mevcut örgütleri ise rantçı ve işbirlikçi görmekte, kendilerini “Kürt sorununun merkezine koyup, az olsun benim olsun mantığı ile çözümsüzlüğü derinleştiriyorlar” demekteydi. Viyan yoldaş “Güney’deki öncü kadınlar kendi iradelerine sahip çıkmışlardır, ama koşullar onların yaşamlarına son vermiştir” derdi. Leyla Qasımı çok sever; “Leyla Qasim, Kürt kadının özüdür, Xanzada Miri Soran için; “özünde intikam almak için mücadele etmiştir” derdi. Margiret (Hepsexani Neqip) için ise; “insanlığı sevmenin özüdür, erkek sistemine teslim olmadığı için erkek ona komplo yaptı” diye anlatırdı. Viyan yoldaşın özgürlüğe olan tutkusu, Önderliğin ideolojisi ile bütünleşmesini sağlıyordu. Kürt halkının çektiği acıları hissediyor, toprağa ve insanlığa olan bağlılığı, en temel eylem gerçeklerini oluşturuyordu. Kürdistan parçaları arasında ayrım yapmazdı, bu da sevilmesini ve kabullenmesini de beraberinde getiriyordu. Viyan yoldaş da, bu yoldaşlarını sevdiği için elinden geleni yapıyor ve müthiş bir emek sarf ediyordu. Diğer parçalardaki arkadaşlarla rahat ilişkilenebilme yönünden, Türkçeyi öğrenmek için büyük çaba sarf etmişti.
Özünde Viyan yoldaşın eylemi, hem iç geriliciliğe, hem de dıştaki saldırıların Önderlik şahsında Kürt halkına olan pervasız saldırılara bir yanıttır. Viyan yoldaş eylemi ile güneyi ve kuzeyi birleştirme köprüsü oldu. Önderliksiz dayatılan çözümü, Güney’li bir Kürt kadını olarak kabul etmemiş ve eylemi ile tavrını ortaya koymuştur. Viyan yoldaşın diğer tarihsel eylemlerden farkı, diğer eylemlerin zindanlarda ve kitle içinde gerçekleşmesi, bu eylemin ise dağda gerçekleştirilmiş olmasıdır. Bu eylemin dağda gerçekleşmesi, bir taraftan iç çeteciliğin saldırılarına da cevap olmasının yanı sıra, Önderlikle yapılan yetersiz yoldaşlığa, döneme ve Önderliğe cevap olmamaya, tasarrufçu yaklaşımlara ve yaşanılan büyük gaflete bir darbedir. Bu eylem aynı zamanda dış saldırılara cevap olma, Önderliğin çizgisine layık olma, yine direniş kültürünü koruma, direniş halkasına bir halka daha ekleme anlamına gelmekte ve Kürt halkına karşı gelişen imha saldırılarını, soykırım ve asimilasyonu kabul etmemedir. Mesajında en çok dikkat çeken yönlerden birisi, Önderliğin özgürlüğü ve savunmasını ele almasıydı. Bir de sözün bitip, sıranın eyleme geldiğini söylemesi. En büyük özlemi önderliği görmekti, hep “Önderliği gören arkadaşlar çok şanslılar, keşke birkaç saniyeliğine de olsa Önderliği bir defa görebilseydim” derdi. Viyan Yoldaş’la yaşayan ve onu tanıyan her arkadaş; eyleminin büyüklüğü karşısında saygıyla eğilirken, aramızda erken ayrılışını kabullenmedi. İçinde acıyı derinden duyarak, erken olduğunu söyledi.
Özgürlük yolunu almamız için her zaman bedel gerekiyor mu? Bedelsiz olmaz mıydı? Ama maalesef yaşadığımız çağda insanlık özünden boşaltılmış, başkalaşmış. Sözün anlamı kalmadığı yerde, her kritik süreçte böyle çıkışlar gerekiyor. Evet, Viyan yoldaş, senin kongrelerde parlak, net, özgür düşüncelerini ve halaylarda başı çekmeni belerken, sen gökyüzünün sonsuz maviliğinin geceye büründüğü zamanlarda parlak yıldız olma yolunu tuttun. Şubatın zahmetli karı kışına inat, kardelen çiçeği gibi açtın. Buz tutan yüreklerimizi özgürlüğün ateş dansıyla ısıttın. Ay ışığının sudaki yansıması kadar güzel yoldaşım! Yüzünde çiçek canlılığı, gülüşmeyişini taşıyan yoldaşım… Kadın gelenekselliği, köleliği ve erkek egemenliğine, içimizdeki kaçışlarla aşkı bitiren karasevdalara, kendi bedeninle darbe vurdun. Önderliğin yeni paradigmasını kendi kişiliğine özümsetmiş ve tutkuyla bağlı, bunun verdiği inanç ve güçle bir melek saflığında hizmet anlayışı, temizliğiyle, etrafa pozitif enerjiyi yayan, yansıtandın.
Vicdan ve zihniyet devriminin gerçekleşmesinin diğer adıydın. Köleliği kabullenemeyişin sürekli özgürlüğün peşinden koşmanı getirmişti ve mücadele azmin ve iddian, ilkelerinden taviz vermeyen gerçek bir kadın militanlığının ifadesiydi. Duraksız bir şekilde özgürlük ilkelerine koşandın. Viyan yoldaşın Önderliğe bağlılığı ve özlemi, yazdığı her kelimede anlam bulurken, bir Şubat’ı daha Önderliksiz yaşamanın zor olduğu duygusu kadar, “Önderliksiz-PKK’siz” çözüm konseptinin Kürt halkı için taşıdığı tehlikeleri görerek, eylemine anlam biçti. Ve eylemiyle bu tehlikeye dur demenin çıkışını gerçekleştirdi. Bir yıl önce bunu gören Viyan Yoldaş, derin bir öngörüye sahip olduğunu da ortaya koydu. Başkan APO’nun şahsında Kürt halkına yönelik izlenen politikaları ve konseptleri değerlendirerek, başta kadrolara ve kadın yoldaşlarına olmak üzere, halka çağrı yaparak sorumlu bir devrimcinin duyarlılığıyla hareket etti. Tabii gelinen aşamada çağrısının ve yazdıklarının içeriğini insan daha iyi anlayabiliyor. Dünya’yı ellerinde tutan finans güçleri, küresel bir dünya gerçeğini kendi çıkarları için düzenlemek isterken, her an Kürde biçilen misyon ve izlenen politikalarla, inkar- imha gündeme gelebilir.
İşte Viyan Yoldaş bütün bu tehlikelere dikkat çekerek, eyleminde uyarıcı olduğu gerçeği, bugün daha iyi anlaşılmaktadır. Bu açıdan Kürt halkı her zamankinden daha fazla günümüz koşullarında bu tehlikeleri görerek, ulusal ve siyasal birliğini yaratarak Viyan Yoldaşın vasiyetini yerine getirmelidir.
E. Rêheval Sozda
- Ayrıntılar
Ölü bedenler üzerinde yürümek günahtır. İnançlarımızın en kutsallığı ve saygıya müteşekkür bir erdemlilik. Küçük yaşlarda birçoğumuzun yol üzerinde uyuyan bir bedenin yattığı mezara, saygıyla dua okumak ve anmanın işlenilen en büyük sevap olduğuna ilişkin nasihat sözler işittik. Şehir ve köy mezarlıklarında yürürken üzerine basılmaması için atılan özverili adımlar. Biraz korkakça, pişmanlık duyguların inceliğin önemsendiği o anlarda öyle bir tedirginlik var ki...
Büyüklerimizin mitolojik-hikayesel anlatımlarında hakikati bugün yaşayacağımızı bilmeden bizlerde büyüdük. Şimdi nasıl anlatayım küçük çocukların büyük yüreklerine. Bir hikaye de bir mezara basmanın, utanç ve pişmanlık tedirginliğini ve günahını. Anlatamıyorum. Çünkü anlatacak bir mezar gerekli. Toplu ve gizliden olmayan. Ülkemin birçok köyünde bulunmaz mermerden süslenmiş bir mezar. Ama bir yer vardır. Köyün girişinde ve yükseklikte. Hiç ayrılığın lafı bile edilmez böylece. Çünkü bilinir; orada olduğu ve öylece derin bir uykuda sadece ayrılmaz ruhun varlığına. Ölüm son olmadığı için ölümden korkulmaz. Yeni bir başlangıç için olur. Kimi uzun yaşar, kimi ise kısa. Bu dile gelmez ve getirilmez. Buna gerek olmadığı için. Doğmak, büyümek ve ölmek. Bir tek acı yaşatır büyümeden, konuşmadan...öldüğünü görmek. Başka acı yaşatmaz. Hiç ayrılmadığı topraklarda süslü bir mermer taşı olmasa da inanç görevleri yapılır. Büyük beden insanı omuzlarda, küçük ise kucakta taşınır. Hatırlanır yaşanılanlar, yine de özlem duyulur yaşanabileceklere. Gözlere bakarak sevdikleriyle yaşamanın anlamı farklı olur diye düşünerek. Her sofrada yıllarca fazladan konulan tabak, kaşık vardır hatıralarda, duvara asılı bir fotoğrafın canlılığına inanarak. Hiç görmeden dünyaya gelen akrabalarının meraklı sorularıyla, cevap bekleyen, dinlemekten bıkıp usanılmayan büyüklerinin anlatımlarında yaşatırlar. İşte o küçük ama yürekleri büyük çocuklar. Ölümü bilmezler ama ölüme inanılır; bir mezar taşı olduğu için. Ama büyüklerinin birgün gelecektir sözüne inanmıştır bir defa.
Ülkemin insanları sevdiklerinden ayrıldığı o mekan ve zaman dilimini hep saklar ve itinayla korur. Bu sefer ne yaşadığına ne de öldüğüne dair bir iz olmadığı sadece umut vardır. Sakladığı ve itinayla koruduğu o mekan ve zamanda geleceğine olan inanç yerini almıştır. Yıllarca bekleyenler oldu. Sevindirici veya acı haberi bilmek istiyorlardı. Kimi bilemedi, acılı haberi bilmek istemeyen hatta acılı habere bile razı olan insanların özlemleri gerçekleşmeden ölenler de oldu. Ölümlerine dek son bir kez görmenin özlemi vardı yine de. Bilmiyorlardı. Çünkü acımasızca adı konulmasına -ölüm yani- izin vermeyen zalimler vardı. Bu zalimler tek bir vatanın ve yüce bir ulus olan dünyaya bedel Türklük adına yaptılar. Kim yaptı? Diye soruluyor hani. Cevabını da tıpkı soru kadar bilenler biliyor. Buna faili meçhul kavramı veren ve bir zamanların onurlu subay, asker ve polisleri. Devletin yasa meşruluğuna sığınan ve ahlaki değerlerden saptırılmış iktidar zalimleri olan siyasetçiler. Bunlara somut bir isim verilse, şahıs olarak bulunsa acaba failli meçhul katliamlar son bulur mu? Toplu katliamların mezarları bulunur mu? En önemlisi devam eden bu inkar ve imha soykırımı durdurulur mu?
Sorular ve umut dolu bekleyişle cevap aranıyorsa sanılmasın ülkemin insanları o zalimler gibi kindar olduğu. Yargılamak değil amaç. Amaç; toplu katliamların, açığa çıkmayan mezarlar bulunur mu ve son bulur mu? Diyedir.
Şu nedenledir; ülkemin inançlı insanlarının erdemli yaşamlarında mezarların üzerine basmak günahtır. İnanç görevlerini ve sorumluluklarını getirmemek, omuzda yada kucakta taşımamak olmaz. Çünkü kefensiz yatan sevdiklerini incitmek günahtır. Yoksul halkımın parası yetmez süslü mermerli bir mezara ama kaygımız bu değil; köylerimizde yaşamaktır ölmeyi. Ölülerimizin bedenlerini görmektir. Nerede olduğunu bilip bir mezar taşını koymaktır. Köyün girişinde ve yüksekte. Çünkü mezarların üzerine basmak günahtır.
Zagros Sipan
- Ayrıntılar