Yıl 2000 yılı.
Aylardan ise Mayıs ayı idi.
Ben Cudi Dağında Helena Pir zirvesindeyim.
İlk defa nokta olarak kullandığımız Qijîk noktasındayız.
Karşımda ise bana bakan Bajare Nuh yani Şırnex şehri var.
Kolumda silahım, yanımda küçük bir telsiz ve bir dürbün de var.
Dürbünle Şırnex yolunu ve Cudi arazisini keşfediyorum.
Arasıra küçük telsizden Devşirme Türk Ordusu’nun telefonlarını da dinliyorum.
Ruh halleri nedir?
Subayları ne düşünüyor?
Aileleri ne düşünyor?
Bu yöntemle savaştığımız düşmanı tanımaya çalışıyorum.
Daha 2000 yıl önce Çinli Savaş Stratejisti Sun Tuzi, savaş stratejisi için çok önemli bir belirlemede bulunmuştu. O kitabı da hiç yanımdan ayırmıyordum.
Zaten cep kitabı büyüklüğünde olduğu için ya sırt çantamda ya da cebimde taşır ve devamlı tekrar tekrar okurdum.
O kitapta da Sun Tuzi şöyle diyordu.
“Eğer sadece kendini iyi tanırsan savaşı yüzde eli, eğer düşmanını iyi tanırsa yine savaşı yüzde eli, eğer hem kendini hem de düşmanını iyi tanırsan savaşı yüzde yüz kazanırsın”.
Ben hem bu sözün hem de savaş hakikatinin bir gereği olarak düşmanı çok iyi takip ederdim.
Derdim ki, eğer karşımda savaşan bir düşman varsa onu iyi tanıyıp analiz etmeliyim, ona karşı hem daha kararlı ve keskince savaşıp kendimi savunmalıyım ki, görevimi zaferle yerine getireyim.
Bu amaçla dünyanın en kalleş ve teres ordusu olan Devşirme Türk Ordusu hakkında her türlü veriyi toplardım.
İşte bu nedenlede telsiz frekansından telefonlarına da girerdim.
Türk ordusunun telefonlarını dinleyince nasıl bir ordu olduğunu epeyce aşina oluyordum.
Ben, sadece o telefonlardan birini anlatıp günümüzle bağlantılandıracağım.
Ben, bu amaçla Helena Pîr de ki Qijîk Noktası’nda küçük telsizin telefon frekansları bölümüne girmiş, gerilla için önem arz eden bir telefonu dinlemeye çalıştım.
Şırnex’te askerde olan Ankara’lı bir askerin annesi oğlunu arıyordu.
Oğluna diyordu ki “eee oğlum sakın ola tehlikeli yerde askerlik yapma ha.
Komutanla aranı iyi tut ki cephe gerisinde karargahlarda kal.
Eğer sınıra gönderirlerse çatışma çıktığında kendini geride tut.
Ön cepheden kaç. Oğlum korkuyorum, şimdi diyorum ki keşke askere gitmeseydin. Boş yere ölmenden korkuyorum”.
Asker de annesi verdiği cevapda şöyle diyordu.
“Anne bende ölmekten korkuyorum. Ama anne ben senin oğlunum. Hiç tehlikeli yerde görev yaparmıyım.
Mütahit olan dayım geldi. Benim karargah komutanım olan binbaşıyla görüştü. Ona yüzmilyon lira para verdi. Komutanda bunun karşılığında beni sınıra göndermedi, karargahtaki mutfakta görevlendirdi”.
2000 yılında PKK ateşkes sürecinde iken bu kadar korkan ve gerillanın hakimiyetinde bulunan alanlardan askerlik yapmamak için her türlü hilekarlığa baş vuran asker aileleri ile askerlerin durumu şimdi daha vahim.
Kimse o cenaze törenlerinde bazı asker ailelerinin ve bazı ırkçıların“devletimiz sağolsun”, “Her Türk asker doğar” şeklinde söylediği klişelere kanmasın.Aslında dense ki, “Her Türk askeri korkak doğar ve titreye titreye…” bu slogan Türk ordusunun gerçeğini anlatan yegane slogan olur.
Kürdistan’da askerlik yapan askerler ile Türk ordusunun korkaklık düzeyi en üst seviyede bulunuyor.
Bakın Çele eylemine katılan HPG gerillası Nupelda Engin ne diyor. “Biz eylemde karakolların içine girince Türk askeri kaçacak delik arıyordu. Korkudan titriyorlardı. Köşelere pineklemişlerdi. Türk ordusunun savaşacak cesareti kalmadığı için her türlü ağır tekniği kullanıyorlar. Yenildikleri için kimyasal silah kullanıyorlar. Onların kimyasal silah kullanması bizi daha da biliyor. Şehidlerimizin intikamını alacağız”.
Kimyasal Necdet, Devşirme Erdoğan ile çeteci Yeşil Türk Irkçsısı arkadaşı Naim Şahin afra tafra kesiliyorlar. Ama Nupelda Engin’in anlatımlarıyla açığa çıkıyor ki, Türk ordusunun hali per perişan. Ve HPG gerillası karşısında savaşacak cesaretten yoksundur.
Elleri öyle titriyor ki, o eller tetiği çekemez durumda.
Özgür Bilge
- Ayrıntılar
Bin yalanı ısrarla bir doğru ettirmek için ne kadar da çok yalan söyleniyor. Bu kadar yalan söyleyenleri dünyanın hiçbir yerinde bir araya getiremezsiniz. Getiremezsiniz çünkü bu kadar yalancıyı dünyanın tümünde toplasanız bulamazsınız.
AKP, Fettulah cenahı ve son zamanlarda teslim olmuş, kendilerine yeni liman arayan kimi iradesi zayıf liberaller de bu kesimlerle el birliği yaparak yalanların şampiyonluğuna oynuyorlar.
Mafyayı herkes bilir. Tarihçesine çok girmeden, mafya denildiğinde ilk elden akla uyuşturucu ticaretiyle uğraşan kişiler geliyor. Derinliğine içyapısını bilmesekte, yazılan kimi kitaplarda, yine izlediğimiz filmlerde, belgelere geçmiş kimi soruşturmalarda şunu biliyoruz ki; örneğin İtalyan mafyasının bir işleyiş biçimi vardır. Buna yer altı dünyasında herhalde bir raconu var diyorlar. Evet, mafyacıdır, uyuşturucuyla insanları zehirlemektedirler, bir sürü gizli cinayetler işlemektedirler, birçok yerde gördüğümüz gibi devletlere kafa tutmaktadırlar. Ancak mafyacıların dediğimiz gibi bir raconu vardır. Her şey sadece istedikleri gibi yapılmıyor. Her şeyin bir raconu var, kuralı var, alt üst ilişkileri var, vurma biçimleri var, kaçıracaklarsa insanları, onun da bile bir biçimi var. Örneğin ayaktan vuruyorlar, kimi yerde bu topuktan vurma biçiminde oluyor. Evet, kirli işlerle uğraşıyorlar ancak bu kirli işlerine rağmen bir sistemleri, bir dilleri, bir ahlakları ve de ilkeleri vardır.
Mafya böyledir. Ancak daha sonra 1990’larında Sovyetlerin yıkılışı ardından yeni Rusya’da gelişen bir mafyacılık vardır. Yıllardır piyasalarda olmayan, görmemiş, aç gözlü, görgüsüz, gözü kara ve her şeyden çokta yeni yetme. Hani derler ya dünya görmemiş ya da sonra da görmüş diye. İşte böyle Rusya’da –belki de KGB ya da başka örgütlerde öğrendikleri de vardır-ortaya çıkan mafyacılık ahlaksızca, fütursuzca, hesapsızca, ilkesizce, insani değerlerde kopuk, gözü kara, aç gözlü, adeta susamışçasına paraya yönelmişlerdir. Kendi çıkarları için yapamayacakları kötülük kalmamıştır. Bu durumu daha iyi anlamak isteyenler oralarda olup biten çeteciliğe bir baksınlar. Belgeleri çok fazladır. Böyle bir gözü karalık ya da ahlaksızca, pervasızca kendi çıkarları için insanlık değerlerini hiçe sayarak atağa geçen bu mafyacılık, bu kadar negatif enerjiyi nereden alıyor ya da bu negatif duyguları tetikleyen enerji kaynağı nedir diye sorulacak olursa verilecek tek bir cevap vardır: Yeni yetmelerin açlık güdülerini tatmin etmek için ortaya çıkan yeni fırsatlar diye biliriz. Gözü karaca işin içine girmeleri, ortaya çıkan bu yeni durumdan, bu yeni vurgun imkânından doğar. Yıllardır baskılanmış olanlar, önleri kesilmiş olanlar, kendi egolarını açığa çıkarma imkanları bulamayanlara bir kere kendilerini konuşturtma, kariyer edinme, ekonomik değer vurma olanağına kavuşsunlar ortaya çıkacak olan işte Rusya mafya tipi mafyozolar olacaktır. Şuna inanın: İtalyan, Meksika mafyacıları -ve belki de başka ülkelerdeki mafyacılar da dahildir-Rusların bu aç gözlü, ahlaksız mafya tiplerinden kesinlikle rahatsızdırlar. Ve inanın bu aç gözlü, yeni yetme düşkünleri mafyacı olarak kabul da etmezler de.
Neden bu kadar geniş yeni yetme, gözü dönmüş, hırslı, kariyer peşinde, aç gözlü ve ahlaksızca insan değerlerine saldıran bu Rusya mafyasını anlattık diye soracak olursanız, aynen Rusya’da ortaya çıkan yeni yetme mafya tiplemesi Türkiye’de de vardır da ondan. Türkiye’deki Rus mafya tipi oluşum Erdoğan’ın öncülük ettiği AKP ismindeki örgüttür. Biraz da Fettullahcılıktır.
Dikkat ederseniz bu oluşumun içerisinde yer alanların tümü neredeyse yeni yetmedir. Hepsinin ortak noktası vurguncu olmalarıdır. Hepsinin önüne yeni fırsatlar konulmuştur. Siyasetçiyse siyaset alanında, yazarsa yazı alanında, gazeteciyse gazetecilik alanında, kültürcüyse kültür alanında, şair ise şairlik alanında, bilim adamıysa bilim alanında, ticaretçiyse ticaret alanında, asker ise askerlik alanında, polis ise polis alanında, yargı üyesiyse yargı alanında, sporcuysa spor alanında, öğretim üyesiyse üniversite alanlarında özcesi bu oluşum içerisinde yer alanların en belirgin ortak noktaları önlerinin bu denli ilk kez açılmasıdır. En belirgin olan ortak noktaları yeni yetme, aç gözlü, pervasız, saldırgan, gözü kara olmalarıdır. Hatırlayanlar, YÖK başkanı Yusuf Özcan’ın görevin başına getirildiğinde, Abdullah Gül’e ne söylediğini bilir. Adeta bir ispiyoncu gibi söyledikleri herkesin kulaklarında şimdi de çınlıyor. (Sorun YÖK’ü savunmak değildir. İlk günden beri bu faşizan, anti demokratik kurumun kaldırılması gerektiğini savunduk, bundan böyle de bu yaklaşımımız sürecektir. )
Evet, aynen Rusya tipi yeni yetme mafyozolar gibi bir oluşumdur AKP. Erdoğan ise bu yeni yetmelerin, aç gözlülerin, çıleklerin, saldırganların, pervasızların, gözü karaların en ilerisinde olanıdır.
Bu oluşuma ve onun içerisinde yer alan, ya da yakınında duranları ortak özelliklerine hakikaten yakından bakın, bu oluşumla tanıştıktan önceki konumlarına bakın, mal varlıklarına bakın, ekonomik düzeyleri neydi ona bakın, bir de bu oluşumla ilişkilendikten sonra konumlarına, mal varlıklarına, ekonomik düzeylerine bakın. Bunlar yapılırsa Rusya türü yeni yetme mafyacılarla bu ruhu kara olan insanların özelliklerinin ne kadar birbirine yakın olduğunu göreceksiniz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Sömürgeci Türk devleti napalm ve kimyasal bombalar kullanarak Kürdistan halkının kutsal özgürlük davası ve şerefi için yaşamlarını fedaice ortaya koyan 36 HPG gerillasını, Kürdistan’ın en yiğit, en kahraman oğullarını-kızlarını vahşi bir yöntemle şehit etmiştir. Tüm Kürdistan halkının, ailelerinin ve yakınlarının başı sağolsun.
Türk devleti bir kez daha savaş suçu işlemiştir. Kürdistan özgürlük hareketi Cenevre savaş sözleşmesine her koşul altında uyacağını ifade etmiştir. Bugüne kadar her zaman da bağlı kalmıştır. Fakat Türk sömürgeciliği bir kez daha suçüstü yakalanmıştır. Kullanılması suç sayılan napalm ve kimyasal silahlarla Kürt özgürlük savaşçılarını katletmiştir. Kimyasal silahların kullanılması sömürgeci Türk devletinin ve AKP’nin gücünden değil, gerilla karşısında yaşadığı yenilgi, Kürdistan halkına karşı beslediği büyük kin ve soykırımcı zihniyetinden kaynağını almaktadır.
Tüm dinlerde, kültürlerde ölüye saygı en temel ahlaki ilkedir. Savaşlarda da bu ilke geçerlidir. Ancak Türk sömürgeciliği hiçbir din, kültür ve ahlakta olmayan, mertlikte yeri olmayan, tüm insani özelliklerini yitirmiş, aşağılık korkak ruhlarını tatmin etmek ve bununla korkularını aşmak için Kürt oğullarının ve kızlarının cesetlerini parçalamaktadırlar. Bu kahraman özgürlük gerillası karşısında Türk sömürgecilerinin yenilgisinin itirafıdır. Sağken darbe üstüne darbe aldığı Kürt özgürlük gerillasının cesetlerine hayvani güdülerle saldırmasının başkaca izahı da yoktur. Bu vahşiliğin, korkaklığın, alçaklığın sorumlusu sahte dindar, Kürt halkının düşmanı Fethullah Gülen, sömürgeci Türk devletinin korkak başı Abdullah Gül ve başbakanı Tayyip Erdoğan’dır.
Bu katliam ve insanlık suçu bu zihniyetin bir sonucudur. Failleri de, ABD’nin kucağında oturarak Ortadoğu halklarını ABD siyasetine kazanmak isteyen Fethullah Gülen’in katliam fetvası, Abdullah Gül-Tayyip Erdoğan-Bülent Arınç üçlüsünün emirleri doğrultusunda Türk Genelkurmay başkanıdır. Dolayısıyla failleri belli, kimlikleri ve kirli secereleri somuttur. Bu işin gizlisi-saklısı yoktur.
Sömürgeci TC. Devleti kuruluşunun 88. Yıldönümünü, kuruluş felsefesine uygun olarak Kürt halkının inkarı-imhası temelinde kutlamaktadır. Kürt halkının ve Kürdistan’da yaşayan diğer halkları Türk ulus devleti içinde eritmek temelinde, yani Kürdistan halkının idam fermanı temelinde, bir soykırımcı, katliamcı suç devleti olarak kurulmuştur. 88. Yıldan bu yana, halkımız yok sayılmakta, fiziki ve ulusal-kültürel soykırım temelinde bitirilmeye çalışılmaktadır. İstiklal mahkemeleri, Dar Ağaçları, katliamlar, Şark İslahat Planı, Tunceli Kanunu, Mecburi İskan, Sıkıyönetim, Olağanüstühal yasası, Zindanlar, dört bin köyün yakılıp-yıkılması, milyonlarca Kürdün Kürdistan’dan göçertilmesi… Bu kuruluş felsefesini TC’nin kurucularından devralan AKP-Fethullah faşizmi tarafından sürdürülmek istenmektedir. Siyasi soykırım operasyonları ve Kürdistan özgürlük gerillasına yönelik imha saldırıları kaynağını bu tarihsel temelden almaktadırlar. Bu Özgür, onurlu, kendi ülkesinden, dilinden, kültüründen yana olan her Kürdü yok etmek isteyen bir zihniyettir. Önce fiziki soykırım, ondan sonra da geri kalanlarını da, asimilasyon-Türkleştirme temelinde ulusal-kültürel soykırımla bitirmeyi hedefleyen bir politikadır.
Sosyal Medyada, TV’lerde, Kürdistan halkının Van-Erciş’te karşı karşıya bulunduğu büyük deprem felaketi karşısında sevinç naraları atanlar ile Kürdistan özgürlük hareketini, Deprem ile birlikte gömmek isteyen yazar-çizerler ile Kürtlere karşı linç saldırıları yürüten faşist sürüler bu cesareti tümüyle Fethullah Gülen’in Kürt halkı hakkındaki ölüm fetvasından-AKP’nin faşizminden almaktadırlar. Sözümona ırkçı açıklamaları kınamaları Kürt halkını aldatmaktan başka bir şey değildir.
Dolayısıyla Türk devleti, Kürdü tarihten silmek için soykırım planlaması temelinde kurulmuş bir suç devletidir. Bu suçunu Kürdistan halkının inkar ve imhası anlamına gelen tek devlet, tek millet, tek vatan, tek dil, tek kültür temelinde bugüne kadar da sürdürmüştür. Bu soykırım siyaseti, CHP ile başlamış, DP, AP, ANAP, RP ve AKP ile devam etmiştir. Tüm sömürgeci Partiler Kürdün inkar-imhası ve tarihten silinmesi için bu uğursuz görevi birbirine devretmişlerdir.
Soykırım iki biçimde uygulanmaktadır. Birincisi fiziki soykırım, ikincisi ise, kültürel-ulusal soykırımdır. Sömürgeci Türk devleti kuruluşunun ilanını, 101 top atarak ve kadeh tokuşturarak kutlamıştır. Yani Kürdün tarihten fiziki ve kültürel-ulusal olarak silinmesi kutlanmıştır. Bugün de 88. Kuruluş yıl dönümü Fethullah Gülen denen münafık, sahte İslamcı ve ABD uşağı ile Tayyip Erdoğan-Abdullah Gül-Bülent Arınç faşist yöneticilerinin duaları ile 36 özgürlük savaşçısının kimyasal silahlarla katledilmesi ve siyasi soykırım operasyonları temelinde kutlanmaktadır. Bu siyasi soykırım da, artık Kürtlere yönelik olmayı da aşarak, Kürde “merhaba” diyen herkesi içine alarak gelişmektedir. Profesör Büşra Ersanlı, yazar-yayıncı Ragıp Zarakoğlu’nun da rehine alınması-tutuklanma dememek gerekir- artık AKP’nin sömürgeci faşist zihniyetinin neleri hedeflediğini ortaya koymuştur.
Şimdi ortada bir de tüm bunların yanı sıra, anayasa yapma gibi bir komplo tezgâhlanmaktadır. Sahtekârca herkesi bu oyuna alet etmek için, son derece iyi sarıp-sarmalanmış, makyajlanmış bir komisyon da oluşturulmuştur. Ama AKP-CHP-MHP önceden 12 Eylül anayasasının ilk üç maddesine karışılmaması gerektiği üzerinde anlaşmışlar ve her üç parti de, birer birer bu Kürdün katliam fermanı anlamına gelen ilk üç maddeyi kırmızıçizgileri olarak ilan etmişlerdir. Tüm mesele BDP’yi de bu oyuna ortak etmektir. Bununla Kürtleri de komploya getirmektir. Ama Kürtlere ve onların özgürlükçü kesimine ve dostlarına karşı öylesine kindar ve öfkelidirler ki- ilginçtir, Kürtlerin ve dostlarının Türk devletine o kadar düşmanlıkları yoktur- hızlarını alamayıp, Büşra Ersanlı Hocayı rehin alabilmektedirler. Hem de BDP’nin anayasa komisyonu üyesini… Bu yapılacak anayasanın nemenem bir anayasa olacağını da göstermektedir.
Kürt halkının Önderine sudan-ucuz bahanelerle kaskatı bir tecrit uygulanmaktadır. Kendi kanunlarını çiğneyerek bunu yaptıkları çok açıktır.
Eğer bir devlet bir halkın katliamı-yok sayılması temelinde kurulmuş, anayasası taamüden, yani planlayarak-tasarlayarak katliam-soykırım işleme suçunun esaslarına dayanıyorsa, tüm kanunlar, kurumlar, kuruluşlar bu suçları işlemek temelinde oluşturulmuşsa ve bundan vazgeçileceğine ilişkin ortada hiçbir emare yoksa, Kürt ulusu başta olmak üzere diğer tüm inanç-kültürler neden böyle bir anayasa komplosuna gelsinler ve neden sömürgeci Türk devletinin kanunlarına uysunlar? Kürdistan’daki varlığını, yasallığını katliam, soykırım, baskı, işkence, idam, zindan, asimlasyon vb. temelinde oluşturmuş bir devleti neden tanısınlar, onun kanunlarına neden uysunlar? Sömürgeciliğin anayasası da, kanunları da, kuruluşları da, sömürgeciliği sürdürmek temelinde kurgulanacağı açık değil mi? İşte en son Türk devletinin en yüksek hukuk kurumu yargıtayın bir Kürt kızçocuğu olan NÇ. Hakkında verdiği karar, bu sömürgeci hukuk zihniyetinin ifadesi değil mi? Kürde, Kürt kadınına nelerin reva görüldüğü, Kürt kadının şahsında nelerin reva görüldüğü yeterince açık değil mi?
Bunu anlamak için daha nelerin olması gerekir?
Şimdi bunları neden yazdık. Çünkü hala AKP’den, onun yapacağı anayasadan beklentisi olanlar vardır. AKP’nin Kürt düşmanı olduğunun anlaşılması, soykırım yönteminden vazgeçmediğinin ve Kürt sorununu Kürt halkının halk olmaktan kaynaklı haklarını tanımak temelinde çözmek gibi bir amacının olmadığını anlamak için AKP’nin daha ne yapması gerekir? Ergenekon davasını demokratikleşme değil, bir sistem içi çatışma, AKP’nin, sahte, siyasi İslamcıların kendi hegemonyasını kurmak olduğu, kendi dışında hiç kimseye ne ekonomik, ne siyasi, ne ideolojik ve ne de örgütsel olarak kendini var etme imkanını tanımayacağı, korkutup sindireceği, yanına çekebildiklerini çekeceği, çekemediklerini de imha edeceği, bunun da faşizm olduğunun anlaşılması için AKP’nin daha ne yapması gerekir?
Ey barış… Barış… diyenler, silahlar karşılıklı sussun diyenler! AKP’nin Önder Apo’nun Kürdistan Özgürlük Hareketinin çok somut barış ve çözüm protokollerini nasıl elinin tersiyle bir tarafa attığını görmüyor musunuz? Ya da görmek mi istemiyorsunuz? Kürdistan özgürlük hareketinin legal sahasına, KCK operasyonları adı altında operasyonlarla, Özgürlük gerillasına kimyasal silahlarla saldıran bir düşmanın, tarafın gerçekten çözüm gibi bir düşüncesi, niyeti olabilir mi?
Niyetinin olmadığı çok açık. O halde ne zaman tarihsel bir bilinç, birlik ve öfkeyle AKP faşizmine, Türk sömürgeciliğine karşı, burası Kürdistan’dır, burada sen soykırımınla, katliamlarınla, askeri gücünle varlığını sürdürdün, artık yeter! Biz halk olarak artık senin bu ülkedeki sömürgeci varlığını tanımıyoruz! Halk olarak halk olmaktan kaynaklanan haklarımızı özgürce yaşamak istiyoruz! Biz demokratik özgür, özerk Kürdistan’da demokratik bir ulus olarak diğer inanç ve kültürlerle yaşamak istiyoruz! Demenin zamanı değil mi?
Böyle demek için sömürgeci Türk devletinin kaç bin köyü yakıp-yıkarak boşaltması gerekir? Kaç milyon insanı daha Kürdistan’dan sürgün ederek, Türkleştirmenin hammaddesi yapması gerekir? Kaç bin kişiyi katletmesi gerekir? Daha ne kadar kişiyi siyasi soykırım operasyonlarıyla rehin alması gerekir? Kürt çocuklarını daha ne kadar asimle etmesi gerekir? Daha ne kadar napalm bombası kullanarak Kürt gençlerinin cesetlerini paramparça etmesi gerekir?
Ve Kürdistan halkını yeniden tarih sahnesine çıkaran, ideolojisiyle, politikasıyla, örgütsel çabasıyla iradeleştiren Önder Apo’nun esaret altında, her anı ağır bir işkenceye dönüşen tecrite daha ne kadar dayanmak gerekir?
Artık bütün bunlara Edi Bese demenin zamanıdır! Napalm ve kimyasal bombalarla parçalanarak tanınmaz hale getirilen Kürdistan halkının en seçkin, en soylu oğulları ve kızlarıdır. Malatya’da bizleri, sizleri, vicdan sahibi, kendini Kürt-Kürdistanlı hisseden herkesi bekleyen kahraman şehitlerimizi, dünümüz, bugünümüz, varlığımız ve geleceğimizi serhıldan ruhu-bilinciyle sahiplenerek, kendi sonsuz baharımızı yaratmanın zamanı değil mi?
Yaklaşan kara kışta baharı yaratmak amacıyla harekete geçmek için sömürgeci Türk devleti ve onun temsilcisi AKP faşizminin daha ne yapması gerekir? Tarihte olmayan ve günümüzde halkımıza yapılmayan ne kaldı?
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
İlke ve ahlak çerçevesinde toplumsallığı oluşturan insanlar olarak kendi toplumsallığımızı kutsallaştırmamız, onun için yaşayıp var olmaya çalışmamız bizi biz yapana duyduğumuz şükrandan kaynaklanır.
Ahlaki ve politik toplum olarak yeniden güncellemeye çalıştığımız toplumun var oluş özüne duyulan bu saygı şüphesiz bir yanıyla da insan aklının yüceleştirilmesidir. Çünkü toplumsallığın oluşumu direkt akıl ile bağlantılıdır. Akıl ve aklın yaratımları ile var olup bugüne dek gelebildiğimizi biliyoruz.
Fakat kutsalımız olan toplumsallığı oluşturan akıl bazen zehir de saçar. Nedeni ise insan toplumsallığın ürünü olan aklın, özünden yani toplumsallıktan kopmasıdır. Akıl, toplumdan kopup da salt kendi için, ‘bir’ için yaşamaya adadığında kendini, yolundan sapar. Akıl, kendini var eden, insani özellikler kazandıran toplumsallığı ret ettikçe, ona karşı mücadeleye soyunur. Kendini var etmek için toplumsallığı yok etmeye çalışır.
Günümüz toplumuna yön veren düşüncenin temeli de burada yatar. Bireycilikte yani.
Bunu bilinçsiz bir şekilde, tutku, arzu, şehvet gibi bilinçaltına işlemiş güdü yansıması duygular yoluyla yaşayanların bireycilikleri kendilerin geriletir, toplumsallığın bireye kazandırdığı erdemlerden uzaklaştırır. Bu konuda, yaşanılan sistemin bilinçli yönlendirmeleri, yetiştirme tarzı, eğitim ilkeleri teşvik edici olduğundan büyük çoğunluğun bu yöne kayması da beklenir bir durum olarak kendiliğinden ve itirazsız bir şekilde oluşur.
Ama bir de bu bireyciliği körükleyen düşüncenin sözcüleri, militanları vardır. Kendilerini bütünün, insanlığın büyük çoğunluğunun yanında gösteren fakat insanlığın var oluş nedeni toplumsallığı küçülten, yok sayan, buna düşmanlık sergileyenlerden oluşan koca bir ordu. Toplumu küçük gören, toplumu oluşturan geniş kesimleri cahiller, ehlileştirilmesi gereken vahşiler, yolunu kaybetmiş sebiller olarak adlandıran bilinçli çarpıtıcılar, dilleri tatlı cehennem zebanileri var. Bilinci, bilgiyi, kısacası aklı zehir saçmakta kullanan toplumsallık karşıtı, egoistler takımı.
Buna karşın sistemin teşvikleri sayesinde sisteme zorunlu entegre edilmenin birçok insan açısından kabul edilmeme durumu da sıkça karşılaşılan bir durumdur. Alıklaştıran, kendi zehirli dünyasına hapseden, bilinci karartan, ortaklaşmayı ve paylaşmayı unutturan sistemin uygulamalarına itiraz eder. İçinde, insan olmasını sağlayan duygu ve düşüncelerin farkında olan tüm insanlar bu itiraza dayanarak mücadele yürütür.
Mücadele tarzlarında tabii ki farklılıklar vardır. Kimi tek başına yürütmekte ısrar eder mücadelesini. Bu itirazın salt kendisine ait olduğuna inandığından ve sistemin, itirazlar buluşmasın diye yaptığı perdelemeler sonuç aldığından, düşüncesinden ‘başkalarının’ olabileceği geçmez. Ve de esas aldığı mücadele yöntemleri dışında farklı yöntemler olacağı. Dış dünyaya güvensiz bu mücadelecilerin zamanla kendilerine karşı da güvensiz düşeceği ve hem de ikna olarak insan olmaktan uzaklaştıran sisteme teslim olacağı kesindir.
Belli bir grup içinde mücadele ise en yaygın olarak ortaya çıkan mücadele tarzı oluyor tabii. Birlikten güç doğar diyerek girilen, güvenin ve ilkelerin merkezinde yer aldığı mücadele alanlarında yürütülen itirazlar daha sonuç alıcı oluyor çünkü.
Yöntemler hep farklıdır ama. Bir itiraz grubunun mücadele yöntemi ile diğeri uyuşmaz pek. Zaten uyuşmaması için sistemin ayak oyunları çokken bir de suni çelişkilere dayalı, karşıdakini teşhir etmeye çalışan ithamlarla sistem karşıtı mücadele zayıflatılır çoğu zaman. Ne için? Kendi mücadele yöntemine çekmek, farklılığı yok ederek aynılaştırmak, benzeştirmek için. Dolaylı yoldan mücadelesiz kılmak için kısacası. Aklın zehirli yanını kullanarak ve karşıdakini ‘akılsızlıkla’ suçlayarak eleştirilerini hakarete, düzeysizliğe taşırır.
Günümüzün en güçlü sistem karşıtı hareketlerinden birisi olan PKK’ye yönelik ithamların böylesi bir zemini var. Beş bin yıllık devletçi zor sistemi boyunca yürütülen tüm sistem karşıtı direnişlerin mirasını bağrında toparlayan PKK, bu özelliği nedeniyle oldukça büyük bir cephede mücadele yürütmek zorunda kalıyor. Haliyle mücadele yürüttüğü, rahatına dokunduğu birçok kesim tarafından da ucuz ithamlara maruz kalıyor. Zaten erkek egemenlikli devletçi sistemle ideolojiden siyasete, sosyal alandan askeri alana geniş bir yelpazede mücadele eden PKK, bir de bunlarla uğraşmak zorunda bırakılıyor.
PKK’yi PKK yapan özelliklerin başında gelen mücadeleciliğini dayandırdığı temeller, mücadele yöntemleri kabul edilmeyebilir. Fakat tercih ettiği ve mecbur bırakıldığı yöntemlerin uygulamasında karşısında mücadele ettiği güçlerin etkisini görmek gerekir. Daha kuruluşundan itibaren yerel gericilikle, sosyal şoven örgütlerle, sol-sosyalist kesimlerle ve faşist devlet güçleriyle mücadeleye tutuşan PKK’nin mücadele yöntemini hep savaştığı kesimler belirlemiştir. Buradan PKK’nin iradesiz bir güç olduğu sonucu çıkarılmasın. Sorun mecbur bırakılmasındadır. Tercih ettiği mücadele yöntemlerinin şiddeti ve dozajı karşıdan gelen şiddetle bağlantılı olarak şekillenmiştir hep.
Buna rağmen yani tercihi olmamasına rağmen eğer PKK bir mücadele yöntemini kabul ediyor ve uygulamaya koyuyorsa bu, yöntemin başarısına duyulan kesin inançtan kaynaklanır. Nitekim ilk gününden itibaren yürüttüğü mücadelenin başarısı bu inancın ne kadar yerinde olduğunu da gösteriyor. Diğer yandan PKK’nin uyguladığı yöntemler insanlık ve halklar lehine kesin ve kalıcı sonuçlar yaratabildiğinden bu denli ağır saldırılara göğüs geriyoruz. Var olan ve uyguladığımız yöntemler sonuç alıcı olmasaydı zaten şu anda PKK olarak adlandırılan oluşum da olmazdı. Tıpkı devletçi sistem karşısında beş bin yıl boyunca mücadele yürütmüş, kısmi başarıları olsa da kalıcı dönüşümler yaratamayan sistem karşıtı hareketler gibi silinip giderdi.
Bunun yanında bizler, yani PKK’liler, sistemle mücadeleyi bir yaşam tarzı ve amacı olarak benimsemiş, buna uygun yaşamaya çalışan insanlar topluluğuyuz. Biz PKK’liler, var olan sistem içinde yer alıp, sistemin aklı ve mücadele yöntemleriyle sistemi değiştirebileceğine inananlardan bu nedenle oldukça farklıyız.
Bu farkın kimliği olan PKK’nin yeni bir mücadele yılına daha giriyoruz. Resmi ilanından bu yana 33, grup dönemi ile birlikte 39 yıldır yaşayan, yaşadığı her an’ı değişimin hizmetine koyan ve yeni toplumsallığı kuran PKK’nin yeni bir mücadele yılına adım atıyoruz. Kürtlere ve bölge halklarına, insanlığa yeni ve farklı bir yaşam olabileceğini 33 yıllık mücadelesinin her an’ında ispatlamış olan PKK, otuz dördüncü mücadele yılına her zamankinden daha güçlü ve iradeli bir şekilde giriyor.
Çünkü Önder Apo’nun felsefi, ideolojik çizgisi şimdi her zamankinden daha güçlü. Kürdistan Özgürlük Mücadelesi her zamankinden daha geniş bir kesimi kucaklamakta. Ve düşmana kinimiz, yalanlarına tahammülsüzlüğümüz her zamankinden daha büyük.
Önderliğimizin son savunmasında kendisi için yaptığı tespitlere uygun bir yaşam ve mücadele perspektifiyle yaşayıp savaşacağımız kesindir. Yeni mücadele yılında ve tüm PKK’li mücadele yıllarında amentümüz bu olacaktır…
“O halde olası bir çıkışta her nerede olursam olayım, hangi anda yaşarsam yaşayayım, mensubu olmaya çalıştığım toplumsallık için, bunun en trajik bir gerçeğini yaşayan Kürtler için, onların çözüm ve kurtuluş yolu olan demokratik uluslaşmaları için, parçası oldukları komşu halklar başta olmak üzere tüm Ortadoğu halklarının çözüm ve kurtuluş yolu olan Demokratik Uluslar Birliği için, onların da bir parçası oldukları dünya halklarının çözüm ve kurtuluş yolu olan Demokratik Uluslar Birliği için sonuna kadar gerekli olan her söylem ve eylem tarzıyla sürekli mücadele içinde olacağım doğaldır. Bunun gerekli kıldığı etik, estetik, felsefi ve bilimsel güçle büyük pay kazanan hakikat kişiliğimle yürüyeceğim, yaşamı kazanacağım ve herkesle paylaşacağım.”
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Bu süreçte köşe yazarları birbirilerine yazıyor. Siyasetçi birbirleriyle konuşuyor.
Halkta yalnızlaşıyor. Bir tek özel gün olan seçim sandıklarının ki Türkiye’de artık tabutu andırıyor. Oy vermek için sandığın başına giderken besmele çekiliyor, dualar okunuyor. Dilek ağacı olur kimileri için. Kısacası halk sandıkla konuşuyor.
Yoksul bir ailenin ziyaretine gitmek böyle özel günlerde yüksek oy ediyor. Oy ise daha sonra para getiriyor. Parti yöneticilerinin, dost ve akrabalarına pastadan pay ayırdığını kim bilmez. Her partinin basın ordusu olunca yanında götürmesi çok zor olmuyor. Derinden nefes alan siyasetçi içeri dalıyor. Arkasında gelenlerde belli etmeden siyasetçinin yaptığı gibi bir nefes alıyor. Arkada kalanlar, siyasetçinin ve görüntü çeken kameramanın karesinde değilse çaktırmadan daha içeriye girmeden, dışarıya kaçışı yok mudur? Hemen kısa bir ziyaret olması yüce Allahtan dileyen dileyene. Neden derinden nefes alıyorlar? Tabii, fakirlik kötü kokar burjuvazi alemi için. Sonra geçmişini çok önemli bir sır gibi açıklarken siyasetçi; ‘ben de fakir bir ailenin çocuğu olarak büyüdüm, açlık nedir, bilirim’ sözleri yürek burkuyor. Gözleri dolması ise tam bir manşet haber.
Kim diyor ‘...ananı al da git’, ‘ya sev, ya terk et’,’...kadın da olsa çocuk da olsa ...gereken neyse...’
Affedersiniz ‘düşünce özgürlüğü’ olmayan bir ülkede kimse kimsenin işine karışmasın. Düşününce özgürleşiyorsun. Özgürleşince düşünebiliyorsun. Bu ne anlama gelir TMK. Yani Terörist olursun. Amman Yarabbi bizi TMK’dan koru. Düşünmeyelim, özgürleşmeyelim. Zaten ‘düşünmesen sorun yok’ bu ülkede. Düşünme, düşünme. Düşünmeyince insan olursun. Düşününce terörist olursun. Kim demiş ‘insan düşünen bir canlı’ diye? Hangi bilge ‘düşünüyorsam öyleyse varım’ demişse doğru söylememiş.
Halk politikadan uzaklaşsın. Bunu beğenmeyen yakınlaşsın ama siyasetçiye dokunmasın. Savaş için (devletin refahı ve huzuru için) insanlar aç kalsın, acı çeksin ve ölsün, diye, mecliste ve bir dizi iç-dış toplantılarda kararlar alınsın. Ülke parça parça özelleştirilerek satılsın. Sonra da çek bir nutuk ‘vatan bölünmez’ diye. Doğru bölünmüyor, sadece satılıyor. Ta ki yeni bir sandık zamanı gelene dek buna da şükür mü denilmeli? Tekrar sandığa gel sadece besmeleni çek, duanı oku ve dile. Ama düşünmeyelim.
Yazarlar birbirlerine yazıyor ve konuşuyorsa, siyasetçi nutuk atıyor ve derinden bir ajite çekiyorsa diğer bir siyasetçiye, anla ki; Halk için bütün bunlar.
Artık, hakaret ve küfür de varsa birbirlerine değil, o da halk içindir. Çünkü siyaset- medya- mafya-asker-devlet acısı hatıralarda silinmiş değil. Türkiye ve Kürdistan’da savaş sürdükçe eski yaralar kabuk bir türlü tutmadı. Seçim ve Tezkere yerine bu sefer Barış oylaması yapılacak günler için kime sorumluluk düşüyor? Siyasetçi ve medyaya mı sadece? Ve o günü kim belirleyecek?
Amman sakın ha siyasetçi ve medya şirketlerine dokunma! Onlar yaparsa yapar, yapsa yapmaz. Siyasetçi medyaya, medya ise siyasetçiye dokunabilir. Dokunulmazlığı olanlar sakın dokunma yanarsın mesajı Türkiye’de vermeye gerek duyulmuyor artık. Bazı yazar ve siyasetçiler korkmadıklarını söylüyorlar. Bu önemli. Basın özgürlüğü olmalı, ahlaki ve vicdani sorumluluk sahibi insan olan herkes için düşünce özgürlüğü olmalı. Özgür düşünen kahraman insanları, devletçi iktidarların zülümkar baskıları yıldıramadığı gibi özgür düşünebilecek bir dünyayı bizlere miras bıraktıkları, bugünümüzü var kılan tarihsel gerçekliğimizde yaşamakta ve yaşatmaktadırlar. Korkmadan düşünenleri düşünelim. Korkmadan yazmak ve yazılanları korkmadan yaşamına yer vermek. Yazmak ve hakikati söylemek, aşk işidir. Bilinir, Hz. Muhammed’e oku denildiğinde. Hz. Muhammed okuma yazma bilmediğini söyler. Allahın adıyla oku deyince. Hz. Muhammed başlar okumaya. Hz. Muhammed neden ve neyi okudu? İslamiyet’i. İslamiyet nedir? BARIŞ. Hz. Muhammed nerede duydu bu sesi?
Dağda.
Dağların Sesini dinleyelim.
Tüm türküleri ve efsaneleri güzelleştiren dağları.
Yazılacak ve okunacak bir BARIŞI HALKLARLA YAŞAMAK İÇİN.
DÜŞÜNELİM.
Zagros Sipan
- Ayrıntılar
İktidarda olduğu on yıla aşkın süreden beri sanal bir dünya yaratarak Türkiye’yi tozpembe hayallerde yaşatan AKP, aslında dış politikada Türkiye halklarının her türlü maddi ve manevi değerlerini emperyalist güçlere peşkeş çekerek elde ettiği nakit krediyi içte Türk-İslam faşist zihniyetiyle birleştirerek başta Kürt Özgürlük hareketi ve onun şahsında Kürt halkı olmak üzere tüm halkların kanının emmiştir, emmeye devam etmektedir. Bir yanda başta Kürt halkı olmak üzere yoksul Türk halkı, işçiler, emekçiler, köylüler, kadınlar, öğrenciler, farklı etnik ve inanca sahip halklar kısacası ülkenin büyük çoğunluğu kan kaybederken, diğer tarafta ise başta Erdoğan olmak üzere AKP çevresinin göbekleri ve cepleri bu kanla şişmektedir. Ülke çoğunluğunu sömüren bu azınlığın gözünü çıkar hırsı o kadar bürümüştür ki, Erdoğan adeta kendini Tanrı ilan ederek herkesi “hizaya çekmeye” çalışmaktadır. Yani çılgın sömürgeci egosunu tatmin etmek için devletin tüm imkânlarını arkasına alan Erdoğan, Machavelli’yi aratmamaktadır.
Erdoğan’ın ve AKP çevrelerinin doymak bilmeyen egoları yüzünde Türkiye’nin adım adım bir felakete gittiğini, çatlakların her geçen gün genişlediğini, yıkılmanın an meselesi olduğunu artık herkes biliyor. Öyle ki Türkiye halkları her an yıkılma olasılığı olan AKP enkazının altında ne yapacağını bilememektedir. APO’cu Kürt halkı dışında neredeyse ülkenin çoğu, kesilmeyi bekleyen kurbanlık gibi kendini Tanrı- Kral Erdoğan’ın iki dudağı arasında çıkacakların insafına terk etmiş bulunmaktadır. Açıkça dilendiremezlerse de AKP’nin sanal cilalarının derinleşen çatlakları gizlemeyeceğinin farkındalar. Ülke gerçekliği böyle iken, AKP enkazından ilk nasibini alan insanlık olmaktadır.
Bildiğiniz gibi birkaç gün önce Wan’da meydana gelen şiddetli depremin ardında ortaya çıkan dramatik manzara, AKP enkazında insanlığın nasıl ezildiğini tüm dünya görmek durumunda kaldı: Deprem olmuş, yüzlerce insan göçük altında, binlercesi evsiz kalmış, hava soğuk, insanlar zor durumda ve çaresiz...Fakat derhal orada olup insanlara yardım edecek devlet yani hükümet yani AKP ortalıkta yok. Halkın en ufak demokratik gösterisinde bile oraya binlerce asker, polis, ajan, görevli gönderen Erdoğan, adeta sıra kadem basarak deprem rantını hesaplıyor.
Yaşananları anlatmak o kadar zor ve insanlık için utanç verici ki, insan ne söyleyeceğini bilemiyor…
Erdoğan, makamıyla, hükümetiyle, valisiyle, medyasıyla, faşist zihniyetlileriyle kısacası tüm gücüyle Wan halkı şahsında Kürtlerden intikam alayım derken aslında insanlığı utandırmakta ve öldürmektedir.
Erdoğan, üşüyen elleriyle ıslanan iri siyah gözlerini silmeye çalışan Wanlı Kürt çocuğunun ızdırabından haz alacak kadar aşağılaşmış ve insanlığı da aşağılamaktadır.
Erdoğan, insanın tüylerini diken diken eden Wan soğuğunda Wanlı aileye gelen yardımı çalarak, iktidarının çıkarına saklayacak kadar insanlık hırsızı olmuştur.
Erdoğan, Wan’daki insanlık dramını saklayarak ve yandaş medya ile manipüle ederek, insanlığı diri diri gömmekte ve onun üzerine saltanatını inşa etmektedir.
Erdoğan, dünyanın her yerinde gelen insani yardımları elinin tersiyle iterek, insanlığı kendi sömürgeci ve intikamcı egosuyla ayaklar altına almaktadır.
Erdoğan, tüm Kürt halkını yasa boğan Wan acısına aldırmadan askeri, siyasi, ekonomik savaşına hız vererek, insanlığa savaş açmaktadır.
İnsanlık kiri ve katili olan Erdoğan listesini kitaplarca uzatabiliriz. Fakat kısacası, iktidara geldiği günden Wan depremine kadarki sürede Erdoğan pratiğini yani AKP’yi eleğe vurduğumuz zaman ortaya çıkan yegane sonuç: ERDOĞAN, İNSANLIK İÇİN BİR UTANÇTIR VE ERDOĞAN GİBİLERİNE İNSAN DENDİKÇE HAYVAN OLMAK TERCİHTİR!
Mem AMED
- Ayrıntılar
Nasrettin Hoca’nın “Ördek Ali” hikâyesini bilirmisiniz?
Bilmeyenler için anlatalım. Ayakları eğri-büğrü tıbbi deyimle “x” ayaklara sahip bir Ali varmış. Ali yürüdüğünde ayaklarını x biçiminde attığı için oyun arkadaşları ve toplum ona Ördek Ali demeye başlar. Gel zaman git zaman Ördek Ali büyür, evlenir, çoluk-çocuğa karışır. Ve o artık Ali Efendidir. Herkes de ona öyle hitap eder. Bir gün Ali Efendi bir arkadaşıyla bulutlu bir havada yürürken arkadaşı “Ali Efendi havada bulut var” der. Vay bunu söyleyen senmisin diyerek Ali Efendi arkadaşının boğazına yapışır. “Sen bana ördek Ali dedin” der. “Ya Ali Efendi, el insaf ben nerede Ördek Ali dedim size. Ben sadece havada bulut olduğunu söyledim.” diyerek kendisini savunmaya çalışır. Dedin demedin tartışması ardından. “Söyle bakalım sen ne dedin? Ben havada bulut var dedim. Peki, havada bulut olursa ne olur? Yağmur yağar. Peki, yağmur yağarsa ne olur? Yerde göletler ve göller oluşur. Peki, göletler ve göller oluşursa ne olur? Tabii ki ördekler içinde ve üzerinde yüzerler. Sen bana Ördek Ali demek istedin” diyerek Ali efendi kendisini haklı olduğunu söylemiş olur.
Şimdi gelelim meseleye. Türkiye Cumhuriyeti diye kendisini adlandıran terörist devlet, “Kürt” ve ya “Kürt Sorunu” denildiğinde hemen “eşkıya, bölücü, terörist” eskilerden ise “şaki” deyi veriyordu.
“Ya sen devletsin, bak, bu halkın yani-Kürt halkının-şöyle sıkıntıları var” dendiğinde “terörist görüşler, Türklüğe hakaret, bölücülük yapılıyor” diye tutturuyorlar. Ya kardaş kim sana hakaret ediyor, ya kim ülkeyi bölüyor-kaldı ki bu topraklar ezelden beri atalarımızın, halis ve muhlis Kürt memleketi ve onların yaşadıkları topraklardır-ve senin ne zaman ve nasıl işgal ettiğin ve kana buladığın tarihi belgelerle senin arşivinde. Kimsenin bölelim diye öyle bir görüş ve niyeti de yok. Sadece bu topraklarda yaşayan bu halkın-yani Kürt halkının-yaşadıkları; özgürlük, eşitlik, siyasal, örgütsel, kimlik, dil, ekonomik, sağlık, güvenlik, eğitim ve tabii ki geri bırakılmışlık gibi bir sürü sorunu var. Bunları nedeni sensin, hem yaratan sensin, hem de bunların devam ettirilmesinde ısrar eden sensin. O zaman bu soruna, yani Kürt Sorunu’na bir isim takmak gerekmez mi? Gerekir değil mi? O zaman nedir bu Ördek Ali numaraları? O kadar mı kendinden kuşkulanıyorsun? O kadar mı kirlerin var? O kadar mı güvensizsin kendine? O kadar mı toplum dışısın? Ya da gerçekten çok mu gizlediklerin var? Yani senin bilip de bizim bilmediklerimiz mi var acaba?
Türkiye cumhuriyeti devleti diye bilinen bu terörist devletin de sakladıkları ve yaptıkları vardır. Yani öyle derine işlemiş ki biz “Kürt, Kürt Sorunu, Kürdün hakları” dediğimizde hemen aklına ilk gelen “eşkıya, şaki, bölücü, anarşist” ve yeni moda deyimle de “terörist” deyi veriyor.
Değerli aydın ve Türk kemalistti Baskın Oran “Merhaba 1938” başlıklı makalesinde belgeler sunuyor. Şeyh Sait isyanında o kadar vahşet uygulayan Terörist Devlet, Kürdistan’ın başka sahalarında isyanların çıkmasına afallanıyor. Çünkü o kadar insanlık dışı uygulamalar var ki, aklı olanlar akıllarını başlarına alarak bir daha ayaklanmazlar. Mantık bu.
Şöyle diyor Baskın Oran makalesinde:
Bunlara rağmen eşkıya 1930 Ağrı’da yeniden ayaklandı. Günün basını şöyle anlatıyor: “Tayyarelerimiz şakiler üzerine çok şiddetli bombardıman ediyorlar. Ağrı Dağı daimi olarak infilak ve ateş içinde inlemektedir. Türk’ün demir kartalları asilerin hesabını temizlemektedir. Eşkıyaya iltihak eden köyler tamamen yakılmaktadır. Zilan harekâtında imha edilenlerin sayısı on beş bin kadardır. Zilan Deresi ağzına kadar ceset dolmuştur. Bir hafta içinde Ağrı Dağı tenkil harekâtına başlanacaktır. Kumandan Salih Paşa bizzat Ağrı’da tarama harekâtına başlayacaktır. Bundan kurtulma imkânı tasavvur edilemez.” (Cumhuriyet, 16.07.1930). “
Dikkat edelim yukarıda ki uygulamalar terörizmi en üst boyutta uygulayan bir devlete aittir. Ancak aynı bugünlerdeki gibi asker ve ağzı kanlı basının öncülüğünü yapan Cumhuriyet gazetesine aittir bu yazı. “Zilan Deresi ağzına kadar ceset dolmuştur” derken sevinç çığlıklarını atan bir basın.
Devam edelim:
“Burada da askerî harekâtla yetinmedik, “gayet mahrem ve zata mahsus” bir Türkleştirme genelgesi yayınladık. Yabancı lehçelerle görüşen köyler” den küçük dağınık olanları “civar Türk köylerine” dağıtılacaktır. “Bilhassa kadınlar arasında” Türkçenin yaygınlaştırılmasına çalışılacak, Türkçe bilmeyen köylü kadınları şehirlere celbederek Türk evlerine münasip hizmet ve suretlerle” yerleştirecektir. “
Makalesini sonlandırırken şöyle diyor:
“Fakat hiç anlamıyorum. Bütün bu insanüstü çabalarımıza rağmen bu “eşkıya” meselesi hortladı da hortladı. Tek farkı, 1970 ve 80’lerde “bölücü ve anarşist”, şimdi de “terörist” adını alması...”
Yukarı da dile gelenlerde neden terörist devletin her Kürt ya da Kürdistan denildiğinde hemen “terörist, bölücü, eşkıya” dedikleri şimdi daha iyi anlaşılıyor değil mi? Türk egemen sınıflarının tarihi o kadar kirlidir ki, tek kelimeyle TERÖR VE TERÖRİZM’dir. “Terör, kurbanlar kategorisindeki insanlara karşı yapılan eylemler olarak tanımlanır. Bu, ‘diğer insanların’ gelecekteki davranışlarını değiştirmek amacıyla yapılır.“ bakın aynı bugünlerde ki gibi o zamanlarda da Türk’ün demir kartalları asilerin hesabını temizlemektedir. Eşkıyaya iltihak eden köyler tamamen yakılmaktadır.
İşte, lafı uzatmadan bu terörist devlet ve bugün sözcüleri olan Erdoğan, Kimyasal Necdet, Arınç, Gül ve cümle cemaat diğerlerinin hepsi bu psikolojik terörist tikten dolayı terörist, terörizm diye yatıp kalkıyorlar.
Anlayan anlar ya!
Ördek Ali havada ki bulutta nem kaparak “bana Ördek Ali dedin” derken nedenini biliyorken, TC’nin yöneticileri de her konuda hatta sigara kampanyasında da “terör ve terörist” dediklerinin nedenlerini biliyorlardır.
Hani vardır ya “eşek dokuz çeşit yüzme bilir ve suyun kenarına geldiğinde hepsini unutuverir” diye. “TC’nin saygın yöneticilerinin” durumu da biraz böyle olsa gerek.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Kendisi olamayanların, yani özgüvenden yoksun olanların varacağı yer başkasına dayanarak yaşama arayışları olur. Bir kere insan kendisine güvensizliği yaşasın gelecek olan artık hep kendisine dayanak aramasıdır.
Son yazımızda belirttiğimiz gibi, “Çok uzatmadan böyleleri çok fazla öbür dünyalara bağlı yaşarlar, böyleleri çok fazla yalana dayalı yaşarlar, böyleleri çok fazla başkalarında yardım beklerler, böyleleri çok fazla tekniğe dayalı ya da çok fazla tekno manyak olarak yaşarlar, böyleleri çok fazla komplo teorileriyle yaşarlar” misali hep çarpık yaşarlar.
İnsan niçin tekniğe aşırı güvenerek yaşar, ya da tekniğe neden bu kadar bel bağlar, ya da neden teknik donanım yoksa insanlar kendilerini eksik ve yetersiz hissederler, ya da neden hep en iyi tekniği bulabilmek için olmadık taklalar atılır ya da ne bilelim neden tekno manyak olunur? Soruları böyle sıralamak mümkündür.
TC devlet yetkilileri oldum olası özgürlük hareketi karşısında en iyi teknik donanımla çıkmayı kendilerine en büyük baş arayış saymışlardır. Öyle ki gerillanın güçlülüğünü çoğu zaman gerillanın ellerinde bulunan büyük teknik donanıma bağlayanlarda doğrusu az olmamıştır. Hatırlayanlar bilir, dönemin sarışın faşist ABD ajanı hanım bizlerin Dersim eyaletinde helikopter hatta kobra tipinden kullandığımızı belirtmişti. Ve nice uçak savarlar, füzeler hem de Stinger türünden olanlarına sahip olduğumuzda doğrusu az söylenmedi. Ve güya ABD’liler bize hep en kaliteli olan M-16 silahlarını da bu zihniyet sahiplerine göre de az vermemişlerdir.
Bilemiyoruz ama Kürdistan’da geçmişte yaşanan birçok direnişte aynı söylemler tekrarlanmıştır. Örneğin Ararat direnişinde güya “binlerce Kürt isyancı katılmış da bunun için kahraman Türk askeri zorlanmış ve bunun için Ağrı direnişi geç ezilmiştir.” Onbinlerce Kürt direnişçisinden bahsediliyor tarihi belgelerinde. Ama direnişin lideri olan Nuri İhsan Paşa ise “bırakın on binlerce direnişçiyi keşke 500 savaşçım olsaydı” diye dert yanıyor. Demek istediğimiz şudur: kendine güvenmeyen zihniyetin, -belki de tarihe karşı haksız oluşundan dolayı duyduğu korkudur- ki bu öz güvensizlik oluşmuş olsun-varacağı yer böyle hayal mahsullü senaryolar üretmesidir.
Evet, özgürlük gerillasının ne kadar gelişkin tekniğe sahip olduğunu, bunu söylemeyenler ise ne kadar dağla bir olduklarını, güya ne kadar dağa alıştıkları yine felaket eğitimlerde geçtiklerini, bu konuda hızını alamayanlar hemen dünya da TC devletiyle araları ne kadar kötü devlet varsa hepsinin de gerillaya eğitim veriyordur gibisine hayalli senaryolarda üretiyorlar. Bunun karşısında TC ordusunun tekniğinin ne kadar eski ve gereksiz olduğu, -son zamanlarda bunu polis teçhizatı için söyler oldular,- yine ne kadar eksik ve yetersiz ve eğitim gördükleri, yine ne kadar dağlarda uzak yaşadıkları derken dünyanın en fakir fukara asker tipini bize çizerler.
Tüm bu hikâyelerin varacağı yer nedir peki?
Öncelikli olarak dünyanın neresinde gelişmiş olan bir teknoloji varsa hemen onun peşinden koşulur, bunun için ne kadar gelişmiş ölüm tekniği varsa ne pahasına olursa olsun satın alınmak istenir, hatta bunun için kalas gibi olan adamlar takla bile atarlar. Silah ise silah, izleme teknikleri ise izleme teknikleri, savunma tekniği ise savunma tekniği, ileri teknoloji ise ileri teknoloji, yeter ki yeni marka olsun, yeter ki Ortadoğu’da bulunmasın, yeter ki biçimi güzel olsun, yeter ki başkalarının verdiği veriler göz kamaştırsın. Yeşil faşist olan başbakanın iki de bir predatörlerin, heronların, süper kobraların peşine nasıl takıldığını bilirler. TC’nin Mehmetçik ve polisçik basınına bakanlar ise neredeyse birçok sayfası dünyanın en gelişmiş ölüm tekniklerine ayırdıkları her halde gözlerden kaçmaz.
Evet, işte özgüvensizliğin yarattığı tekno manyakların varacakları sonuçlardan sadece birkaç tanesini sıraladık. Siz bu çökmüş ve dengesiz ruh haline bir de geri bırakılmış, eğitimsiz, donanımsız derken, küçüklük kompleksli durumu da eklerseniz ortaya çıkacak olan tümden kendisini pazara sunan, af buyurun ama kendisine alıcı arayan o maluma benzeyen bir durum ortaya çıkar.
TC devleti, hükümetleri, teknokratları, müsteşarları, cümle cemaat ordusu ve ne varsa hepsinin ortak fobileri; “yetersiziz, eksiğiz, geri kalmışız, tek başımızayız, dostumuz yok, herkes bize düşman, çevrelenmişiz, kuşatılmışız, bizi parçalamak ve bölmek istiyorlar” gibi hastalıklı fikirlere sahip olmalarıdır.
Siz düşünün böyle düşünen, böyle var olan, böyle yaşayan bir zihniyet, ruh halinin yapacağı ilk elden ne olabilir? İlk elden böylelerinin yapacakları ellerini uzatarak yardım aramalarıdır. Ve bu yardımı da tabii ki kimden isteyeceklerdir diye sorarsak, verilecek cevap kesinlikle bu dünyanın en vurucu güçlerinden denilecektir.
İşte tekno manyaklık dediğimiz durumun kendisi de zaten budur. TC devleti ve yetkililerinin kendilerine güvensizliklerinden kaynaklı dünyanın neredeyse her yerine kendilerini pazarlayarak sözde güven tazeliyorlar. Hâlbuki öz güvensizlik teknikle giderilmez. Giderilemez de. Özgüvensizliğin giderilmesinin birinci yolu ruh halini düzelterek vicdanen rahatlamaktan geçer. Öncelikli olarak suçlu durumdan kendini çıkararak rahatlamaktan geçer. Başka halklara karşı işlenen onca suçu itiraf ederek kendisiyle yüzleşmekten geçer. Belki de TC devlet geleneğinde merhamet yoktur. Ama unutulmasın ki bu coğrafyada yaşayan Ermeniler kadar merhametli kimseyi bulamazsınız, Asurîler kadar kimseyi merhametli bulamazsınız, Kürtler kadar kimseyi merhametli bulamazsınız, Yunanlar kadar kimseyi merhametli bulamazsınız, evet Romenler gibi, Araplar gibi, Türkmenler gibi, Lazlar gibi, Çerkezler gibi, Aleviler gibi, Yezidiler gibi ve gerçekten bu toprakların ne kadar renkli kavmi ve dini inanç gurubu varsa hepsinin merhametli olduklarına inanarak kendinizle yüzleşerek, suçlarınızı itiraf ederek kendinize gelirseniz, öz güvensizliği aşacak ve biraz da olsa güven dolu olarak tekno manyak olmaktan kendinizi kurtararak normal insan olmayı başarabileceksiniz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Öncelikle sömürgeci Türk devletinin ABD’den aldıkları keşif uçaklarının verdikleri bilgiye dayalı olarak gerçekleştirdiği alçakça saldırıda şehit düşen KCK Yürütme Konseyi Üyesi Rüstem Cudi, HPG Askeri Konsey Üyesi Çiçek Botan, HPG Askeri Konsey Üyesi Alişer Koçgiri ve HPG’nin değerli militanlarından Rozerin, Nazlıcan, Eşref, Roj Amara ve Dr. Amara arkadaşları saygıyla anıyorum. Her birisi Kürdistan özgürlük mücadelesine büyük emekler katmış, özgürlük mücadelesinin bu aşamasına gelmesinde önemli roller oynamış bu Kürdistan fedailerini, Kürdistan halkı unutmayacaktır. Anıları gerilla için bir intikam yemini, Kürdistan halkı için bir serhıldan gerekçesi olacaktır.
Fedaisi olmayan hiçbir halkın varlığı ve özgürlüğü olamaz! Fedaisi, öncüsü olmayan hiçbir halk, büyük bedeller ödemeksizin varlığını koruyamamış, özgür ve onurlu yaşama kavuşamamıştır. Tarih boyunca tüm sömürgeci, zalim ve haksızların güçlerinin sınırını her zaman zulme, haksızlığa, sömürüye uğrayan ve yok edilmeye çalışılan halkların fedaileri, öncüleri belirlemiştir.
Bugün Kürt halkının idam fermanı anlamına gelen Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923’ün 29 Ekim’deki ilanından bu yana, Kürt halkını Türk ulus devleti içinde eritmek, yok etmek isteyen ve Kürdistan’ı kendi doğal yayılma alanı olarak gören zihniyetine ilk ölümcül darbeleri de PKK ve onun fedaileri vurmuştur. Bu darbeyle kutsal Mezopotamya topraklarında, Kürtlerin yok edilmeyeceğini, halkımızın yüreğinde sakladığı Kürdistan ülkesinin özgürlük özlemlerinin pratikleşmesinin önüne hiçbir gücün geçemeyeceğini ortaya koymuştur.
Önder Apo’nun ışıklı yolunda ilerleyen PKK’nin öncü-fedaileri tarafından yaklaşık 40 yıldır yürütülen mücadelenin sonucunda, Türk sömürgeciliği tarafından yok sayılan, tam bir soykırım zihniyetiyle yok edilmeye çalışılan Kürdistan halkı ulusal-toplumsal olarak varlığını kesinleştirmiş, yok edilemeyeceğini göstermiş, özgür olma iradesini ortaya çıkarmıştır.
HPG gerillaları, Kürdistan Özgürlük mücadele tarihinin en büyük eylemlerinden birini daha Kuzey Kürdistan’ın Colemerg ilinin Çelê ilçe merkezinde çevresinde gerçekleştirmişlerdir. Gerçekleştirilen bu eylemi, HPG şehit düşen, Rüstem, Çiçek, Alişer, Nazlıcan, Dr. Amara, Roj Amara ve Eşref arkadaşların anısına yapmışlardır. Gerilla Komutanlığı devrimci operasyon olarak değerlendirmiştir. Eylem gerçekten de, bir kahramanlık ve intikam eylemi olmuştur. Bu eylem Türk sömürgeciliğine haddini bildiren bir eylem olmuştur. Bu halkın ve ülkenin sahipsiz olmadığını herkese göstermiştir.
Kürdistan halkının fedailerinin gerçekleştirdikleri bu eylem, Önder Apo üzerinde sömürgeci Türk devleti tarafından en hukuksuz, en ahlaksız ve en alçakça bir biçimde estirilen devlet terörüne karşı gerçekleştirilen bir eylem olmuştur. Esaret altına alınan bir insana, hele hele bir halkın Önderine karşı yapılan bu alçakça saldırılar karşısında o halkın evlatlarının, hele hele fedailerinin sessiz-suskun kalacağını ya da rutin eylemliliklerle bunu karşılamayacağını herkesin bilmesi gerekiyordu. Ki bu konuda Kürdistanlı fedailer her zaman AKP hükümetini ve Türk devletini defalarca uyarmışlardır. Ancak yüzyıllardan bu yana sürdürülen sömürgeciliğin kendilerine kazandırdığı genetik büyüklük kompleksinin firavunlaştırdığı Erdoğan-Gül-Bülent-Çiçek dörtlüsü, adeta bu uyarıları duymazdan gelmiştir.
Yine hemen hemen hergün yasal-demokratik mücadele yürüten ve üzerinde tek bir çakı dahi bulunmayan Kürt siyasetçiler, gençler, kadınlar, yaşlılar onar onar esaret altına alınmaktadır. Bu saldırıları protesto etmek için sokaklara çıkaranlar ise AKP’nin ağzı salyalı polis itleri tarafından linç edilmekte, sokaklar tam bir polis işkencehanesine dönüştürülmektedir. Kürt kadınları-kızları yerlerde sürüklenmekte, hakaretlere uğramakta, gençler öldüresiye dövülmekte, Nusaybin’de çocuklar mayınlı tarlalara sürüklenmektedir. Şimdiye kadar kaç çocuk, kaç genç, kaç kadın Tayyip Erdogan’ın talimatıyla bu sokaklarda yaralandı, katledildi? Sayısı belli değil.
Sömürgeci Türk devletinin cumhurbaşkanı Abdullah Gül eylemden birkaç gün önce bir hançer gibi Kürdistan’ın bağrına saplanmış sınır çizgisinde, elleri Kürt halkının ve gençlerinin kanına bulanmış katil ordu birliklerini ziyaret etmiştir. Bu ziyaretinde, Kato dağında Kürdistan özgürlük gerillalarını şehit eden askerlerini kutlamış, kanlı ellerini sıkmış, “iyi iş başardınız” demiş ve hediyeler sunmuştur. Eksik olan davul-zurnaydı. Kürdistan özgürlük gerillasını şehit eden, katleden işgalci ordusunu kutlarken, büyük zafer kazanmış bir komutan edasıyla başı neredeyse göğe değecekti. Bu ziyaretin hemen hemen her karesi sömürgeci-ırkçı Türk medyasında yoğun bir biçimde işlendi. Sömürgeci-işgal ordu birliklerini saldırganlıkta, Kürt katliamında cesaretlendiren Abdullah Gül, nasıl ki sinsi bir tarzda tam bir gizlilik ve korku içinde geldiyse, aynı şekilde de geri döndü. Tıpkı Afganistan ve Irak’a giden Bush-Obama gibi…
HPG gerillalarının Çukurca eyleminden sonra gerek sözümona kendini liberal, aydın gören Türk cenahından, gerekse de bazı uşak ruhlu, sömürgeciliğe yaranmak ve bir aferin almak için günde kırk takla atan bazı Kürt tiplerinden eyleme dönük bir yığın karalama gelmeye başladı. Barışa sıkılmış kurşun, şiddetle sorunlar çözülmez, kurşun haramdır, süreci sabote eden davranış, dış güçlerin parmağı vb. v.b.
Şaşırmıyoruz!
Sanki ortada bir barış varmış! Sanki ortada samimi- içten Kürt sorununu Kürt halkının halk olmaktan kaynaklanan haklarını kayıtsız-şartsız tanımak isteyen, bunu anayasal güvenceye somut bir biçimde koymak isteyen, genellemeler içinde boğuntuya getirmeden, Cumhuriyetin ilanından bugüne Kürt halkına karşı yapılan katliamları, istiklal mahkemelerinde yargılanıp dar ağaçlarına gönderilen yüzlerce Kürt önderi, fedaisini istiklal mahkemelerinde yargılanıp ulusal-kültürel soykırımları itiraf eden, Kürt halkından özür dilemek isteyen birileri var, sanki bir halkın Önderi haksız yere zindanda ve en ağır baskı ve işkence altında değil… Sanki hergün hergün soykırım operasyonları yapılmıyor! Kürt çocukları bağırtıla bağırtıla, kendini inkar eden ve kendi kendisine ağır bir sövgü olan ulusal andı okumuyor…
Beyler bu AKP hükümeti değil midir, KCK davasından tutuklananlara kendi anadiliyle savunma hakkını engelleyen? Bu sömürgeci hükümetin başı Tayyip Erdoğan değimlidir ki, Önder Apo için, “ben olsaydım, asardım” diyen!
Sizin barış dediğiniz, Takriri sükun, Şark-İslahat Planı, İskan Kanun, Tehcir kanunu, yatılı bölge okullarında Kürt bebelerini Türkleştirme süreçleridir. Birer yeniçeri yaratma girişimidir. Tunceli Kanunu’dur. Dersimin derelerinin kan akmasıdır. Kadınlarımıza, kızlarımıza tecavüzdür. İşkencedir. Sıkıyönetimdir. Jandarma zulmüdür. Kürdün, Kürdistan’ın, diline-kültürüne, tüm değer ve sembollerine hakarettir. Aşağılamadır. Yetmedi, Kürde dışkı yedirmedir. PKK hareketi ve gerilla ortaya çıkmadan önceki yıllardır! Kürdün soykırımının-yokoluşuna az bir zaman kaldığı yıllardır! Böyle bir ortamdır! Kürt halkına boyun eğdirmedir! PKK ve Özgürlük gerillası ortaya çıktıktan sonra da, onbini aşkın faili meçhul cinayettir! Dört bin köyün boşaltılmasıdır. Dört milyon Kürdün ülkesinden, toprağından kovulması, sürgün edilmesidir. Annesiz, babasız kalan çocuklardır…Ve tarifi mümkün olmayan acılar acılar….
Ama bütün bunlar ne hakla yapılıyor Kürdistan’da? Neden?
Herkes vicdanlı ve biraz da olsa ahlaklı olmalı. Kimse bilmemezlikten gelmemeli, Kürtleri de aptal yerine koymamalı. Şark İslahat Planı neden çıkarıldı? Anlamı nedir? Haydi şimdi yaptıklarınızı PKK ile açıklıyorsunuz. Anladık. Ama peki şark islahat planını, Tunceli kanununu, İsmet İnönünün Kürt raporunu daha onlarca rapor niçin hazırlandı. Kürdü bitirmek, Kürdistan’ı yok etmek için değilmiydi?
Türk sömürgecileri Kürdistan’ı sömürgeleştirdi. Ve Kürdü de Türk ulus devleti içinde yok etmek istedi. Halen de, bu politika yürürlüktedir. Kimse ne kendisini kandırsın, ne de Kürtleri kandırmaya çalışsın. Kürdistan sömürgeci Türk devleti tarafından işgal edildi. Her sömürgeciliğe karşı direniş hakkı kutsaldır, savunmak doğal bir haktır. Bir varolma, onurlu-şerefli olup-olmama sorunudur. Türk sömürgecileri katil sürüsü ordularıyla, büyük katliamlarla, darağaçlarıyla, yakıp-yıkmayla bu ülkeyi işgal etti. Eğemenliğini gerçekleştirdi. Şimdi Kürtler, Kürdistanlılar kendi topraklarında artık özgür yaşamak istiyor. Ama buna işgalci- sömürgeci efendilerin büyük, stratejik düzeyde itirazı ve korkunç tepkileri vardır! Neden? Vatanımızı-milletimizi bölüyorsunuz! Peki nerden Kürdistan senin vatanın, Kürt ulusu, senin ulusun oluyor? Demek zorunla, katliamınla, asimlasyonunla, soykırımınla yaptın, bitti diyorsun. Yani Kürt kanına bulaşan ellerinizi şimdi temizleyip üstüne beyaz eldiven geçirince her şey tamam diyorsunuz!
Şeyh Sait isyanının bastırılmasından sonra Vatan gazetesinde, Palu-Genç arasındaki bölgeyi işaret eden haritanın üzerine süngüsünü indirmiş bir sömürgeci Türk askerinin karikatürü vardır. Peki bu karikatürü ne yapacaksınız? Yok mu sayacaksınız? Peki 3 Nisan Ülkü gazetesindeki şu yazıya ne diyeceksiniz? “ Artık bütün dünya Türklerin diğer milletlere gerektiğinde süngü ve kılıcın keskin kenarıyla uygarlık ve özgürlük getireceğini biliyor.” Demek Kürtlere özgürlük ve uygarlığı böyle getirdiniz. Bu tam da İngiltere’nin, Fransa ve diğer sömürgeci güçlerin söylemi değil mi? Peki dönemin Türk dış işleri bakanı Tevfik Rüştü Arasın: “ geri Kürtler yaşam kavgasında kendisinden daha üstün olan Türklerin altında kalmıştır. Bu nedenle de ya ülkeyi terk etmeleri ya da yaşam kavgasında işe yaramaz unsur olarak yok edilmeleri gerekir.” Sözünü ne yapacağız? Tayyip Erdoğan’ın tek vatanı, tek dili, tek ulusu, tek bayrağı kabul etmeyen çeksin gitsin sözünün bu sözden farkı nedir?
Daha önce de, Kürt katliamının fermanını imzalayan Mustafa Kemal de, bir Kürt isyan Önderliği olan büyük şehidimiz Şeyh Sait’in öncülüğündeki isyanın bastırılmasına katılan askerlerini “Türk tarihinde ilk kez kendilerine ait bir ideal, soylu bir amaç için savaşmışlardır” diyerek kutlamıştı. Aynı şeyi İsmet İnönü de yapmıştı. Daha sonraki yıllarda Kürdistan’ı tam bir harabeye çeviren Tansu Çiller denilen caniye de benzer şeyler söylemişti. Geçen yıllarda Tayyip Erdoğan da işgalci Türk ordularını Güney Kürdistan seferinden dönerken kutlamıştı.
Çünkü Kürdistan’ın hakim ve egemenleri ve Kürt halkının üzerinde her türlü baskı-sömürü ve yok etme siyasetini kendi hakları olarak gören sömürgeci efendiler, kendi toprağına, ülkesine, diline, kültürüne sahip çıkan, halk olmaktan kaynaklanan en doğal haklarından yana olan herkesi öldürme, işkence etme, hakaret etme, aşağılama hakkını kendinde görmektedirler.
Onlar vurma hakkına sahip, biz sadece vurulma hakkına sahip ve sadece boyun eğmeliydik!
Onlar tanklarıyla, toplarıyla, uçaklarıyla, jop ve potinleriyle ezme, hakkına sahip, biz ezim ezim ezilirken dahi ses çıkarmamalıydık. Hatta “ bize uygarlık, özgürlük” getiriyor demeliydik.
Onlar dilimizi, kültürümüzü-sanatımızı inkar etme ve aşağılama hakkına sahip, biz sadece kendimizi inkar, kendimize yabancı olmak ve onlara özenmek, Türkleşmek zorundaydık.
Onlar, yüce tanrının yarattığı efendi ve soylu Türk ulusuydu.
Biz, ezilmesi, yok edilmesi gereken, Türklere köle ve hizmetçi yapılması gereken kölelerdik.
Onlar vurunca, şakiyi, eşkiyayı, teröristi vuruyor ve helalinden bir iş yapıyor, bu halkın evlatları kendisini vuranları vurunca, haram bir iş yapmış oluyorduk!
Sömürgeci Türk ordusunun kurşunları helal, Kürdistan özgürlük savaşçılarının sömürgeci zalimlere sıktığı kurşunlar ise haramdı!
Onların orduları olurdu, ama Kürtlerin savunma güçleri olmazdı!
Sömürgeci Türk ordusu saldırır, Kürtler ateşkes yapmak zorundaydı!
Kısacası sömürgeci Türk devleti her şey, biz hiçbir şeydik.
Ancak mücadelemiz bu zihniyete ağır darbeler indirmiş, biz halk olarak kendi topraklarımızda, Kürdistan’da özgür yaşama hakkına sahip olduğumuzu ortaya koyduk. Bu eylem bu hakka sahip olduğumuzu ortaya koyan bir eylem olmuştur.
Kürdistan Özgürlük Gerillalarının Çele’de ortaya koydukları kendi toprağını, kendi değerlerini ve kendi halkını savunma eylemi karşısında bizzat eli Kürt kanına bulaşmış işgalci ordu birliklerini kutlayan, selamlayan, kan dökmesinden dolayı kutlayan sömürgeci Türk devletinin cumhurbaşkanı Abdullah Gül intikam çığlıkları atmaktadır. Aynı şeyi başbakan daha yüksek perdeden tekrarlamaktadır. CHP ve MHP ise tam bir savaş narası atmaktadırlar. Bu çerçevede ırkçılıkla, Kürt inkarıyla zihinleri doldurulmuş, eğitilmiş, kandırılmış, soykırımcı faşizan ruhla sokaklara salınmış kesimler gerçeği anlasalar Kürtlere değil, PKK’ye ve ona savaşçılarına değil bizzat cumhuriyet tarihi boyunca büyük bir stratejik yalanla kendilerini kandıran Türk egemenlerine saldıracakları açıktır. Ancak bugün bu yalanla şişirilmiş, harekete geçirilmiş bu kesimler Kürt halkını özellikle Türkiye metropollerinde sindirme, geri adım attırma uğraşı içine girmişlerdir. BDP’nin çeşitli il ve ilçe binalarına saldırmaktadırlar. Her şeyi tam bir Vandal ruhla yakıp yıkmaktadırlar. Ancak Kürt halkı, gençleri, kadınları ve dostları bu saldırılara cevap vermesini bilecektir.
Yine sınır ötesi operasyon adı altında Güney Kürdistan bölge hükümetini tehdit etmekte ve Kürt kazanımlarını Irak Arap yönetimiyle birlikte kıskaç altına alarak sürekli tehdit altında tutmaya çalışmaktadırlar. ABD’ye bölgede yaptığı taşeronluğun karşılığında aferin almanın rahatlığı içerisinde bulunmaktadırlar.
Kılıçla gelen kılıçla gider! Bu halk kendisini, tarihini, topraklarını, değerlerini savunuyor ve savunacaktır. En doğal ve meşru hakkıdır. Bu Kürtlerin halk olmaktan kaynaklı doğal hakkıdır. Sömürgeci ordu ve polis sürülerine karşı Kürdistan özgürlük gerillasının-fedaisinin yaptığı haklı eylemleri kınamayı bırakın da, asıl bu sömürgeci katil ordu-polis sürülerinin bu topraklarda ne hakla bulunduğuna cevap verin! Yoksa Türk devletinin sömürgeciliğini meşrulaştırmaya devam mı edeceksiniz?
Ey Filistin, Cezayir, Vietnam, Nikaragua, Güney Afrika vb. daha birçok özgürlük mücadelesinin özgürlük gerillasına övgüler dizenler, sözkonusu sizin katil, faşist, soykırımcı ve sömürgeci devletinize karşı direnişe geçerek varlıklarını ve özgür geleceklerini savunan Kürdistan özgürlük gerillalarına karşı neden bu kadar öfkelisiniz? Ama eğip-bükmeden! Stratejik tek vatan,tek millet,tek dil, tek kültür yalanını tekrarlamadan.
Ve biraz da Jean Paul Sartre’nin vicdanıyla…
Herdem Serhildan
- Ayrıntılar
Şehit Çiçek Devrimci Harekatının başarısı karşısında tüm düşman güçleri derin ve büyük bir şoka girmiş durumda. Çaresiz, zayıf, sarsılmış ve umutsuz koca adamlar her fırsatını buldu mu ağlamaklı bir tarzda veryansın ediyor. Bu duruma sebep suçunu arayıp duruyor. Suçlayacak dünya dolusu güç ve ülke buldular birkaç günde. ABD’den Rusya’ya, Yunanistan’dan Suriye’ye, İran’dan İsrail’e onlarca gücün bize yardım ettiğini, bunun sonucunda bu harekatı başardığımızı propaganda ediyorlar. Doğrusu kimse de bunca ülke bize yardım ediyorsa o zaman Türkiye’nin şimdiye kadar neden ayakta kalabildiğini düşünmüyorlar. Yoktan bir senaryo, yalan, uydurma peşinde kendi hata ve suçlarını görmezden geliyorlar.
Açıkçası durum şu;
Söylemiştik.
Ve yaptık.
Sabrımızı zorlamayın dedik mi? Dedik. Değerlerimize saldırmayın dedik mi? Dedik. En hassas olduğumuz konuları bir bir sıralayıp uğraşmayın dedik mi? Dedik. Halkımıza saldırmayın, gerillamıza yönelmeyin dedik mi? Dedik. Önderliğimize saygılı olun dedik mi? Dedik.
Bunların olmaması durumunda, saldırıların devam etmesi durumunda yüzde beşini kullandığımız savaş gücümüzü kullanmaktan kaçınmayız dedik mi? Dedik. Bu dünyayı başınıza yıkarız, ortaya çıkacak durumdan kurtulamazsınız dedik mi? Dedik.
Dönüp bakacağına, saldırıyorlar. Esasında daha ortaya çıkan durumun farkında değil hiç kimse. Nasıl bir durumla karşı karşıya olunduğunun, bu andan itibaren nasıl bir duruma doğru adım adım ilerlediklerinin farkında değiller.
Siz o pek kıymetli siyasetçilerinizi, pek muhterem zatıali Erdoğan paşayı dinlemeyi sürdürün. Duygu sömürülerini, demagojilerini kendinize ilham kılıp yaşamaya devam edin.
Bu duruma sebep suçunuzu söyleyeyim. Kayıtsızlık…
Kürtlere kayıtsız kalmayı tercih ettiniz. Ne söylediler, ne yaptılarsa görmezlikten geldiniz. Katledilmesine, suçlanmasına, hakarete uğramasına göz yumdunuz. Önderliğine saldırdınız. Bebeleri, çocukları polis kurşunları, asker patlayıcılarıyla katlettiniz. Kadınlarını direkt ve yarattığınız geleneklerinizle, vurdumduymazlığınızla öldürdünüz. Gerillalarımız binlerce kiloluk bombaların altında parçalanırken ses etmediniz. Ülkemizin her karışına kurduğunuz karakollarınızdan, Kürdistan ananın, aşığı olduğumuz doğanın her tarafını bombaladınız. Ağaçlarımızı yaktınız, ormanlarımızı kül ettiniz. Tarihi zenginliklerimizi suların altında bıraktınız. Kardeşleri birbirine kırdırdınız. Hakaret, küfür, aşağılama, asimilasyonla kimliksizleştirdiniz. Özünden çıkarıp yabancılaştırdınız.
Sömürge, işgal, soykırım ile Kürtleri ehlileştirmeye, teslim almaya çalıştınız.
Yapmayın dedik, etmeyin dedik, savaş değil barış istiyoruz dedik, kimse ölmeden bu işi çözebiliriz dedik. Dinlemediniz.
Önderliğimiz “bir iyi niyet gösterin bir haftada tüm gerillaları çekeyim” dedi yine dinlemediniz.
Kayıtsız kalmanın en iyi intikam yöntemlerinden biri olduğunda ikna olduğunuzdan bunu denediniz.
Ama yanlış hesap ettiniz. Kürtler, yani bu toprakların sahipleri, bu ülkenin kurucuları, bin yıllara dayalı bir tarihe sahip dünyanın en köklü halklarından birine karşı ciddi bir hata yaptınız. Yok olmaya karşı dirençli, aşağılanmaya karşı öfkeli, barışa ve hakikate tutkulu bir halkı görmemeyi tercih ettiniz.
Buyurun, yarattığınız, oluşturduğunuz tablonun altından kalkın şimdi.
Sanmayın bu kadarla da kalacak. Defalarca uyardığımız ve söylediğimiz gibi artık gerilla sabretmeyecek. Gerilla bu kadar haksızlığa ve adaletsizliğe karşı susmayacak. Kürdistan toprağı üzerindeki özgür yaşam hakkımızı alana dek, bu topraklar ve ülke üzerinde egemenliklerini oluşturan tüm lanetli insanları defedene dek kleşlerimiz susmayacak.
Sanmayın ittifaklarınız, teknolojik destekleriniz durdurabilecek bizi. Tüm cümle alem duysun. Gerillanın zamanıdır şimdi. Bir değil, yüz Çele’ye hazır olun. Nereden, ne zaman geleceğimizi göremeyeceksiniz bile.
…
Bir not da düşelim. Bu gördüğünüzü vahşet olarak adlandıranlar dönüp ordunuzun ve polisinizin yaptıklarına bir daha baksın. Katledilen yoldaşlarımızın ayağına zincir takıp sürükleyen, cenazelerini tekmeleyen, büyük bir gururla öldürmeyi kutsallaştıran ordunuzu görün önce. Vahşet sizin ve medyanızın yaptıklarıdır. Gerçeği ve hakikati gizleyen o pis dillerinizdir esas vahşet. Söküp koparana dek ağızlarınızdan devam edecek bu devran.
…
Sıkıysa gelin diyelim bir de. Hani kıyamet koparıyorsunuz ya, vuralım, asalım diyorsunuz ya. Gelin de görelim.
Kürtlerde bir atasözü vardır. Got û kir mêre, ne got û kir şêre, got û nekir kure kere nêre…
Yani söyleyip yapan merttir, söylemeden yapan aslandır, söyleyip de yapmayan erkek eşeğin çocuğudur…
Mesajı aldınız sanırım…
Pir Kemal
- Ayrıntılar