Neresinden başlayacağımı bir türlü bulamadım. Nihayetinde, en vaktinde başlamaya karar verdim. Rüzgârın yaprağı savurduğu gibi bir uçurum aşkıdır yaşam. Böyle nasıl demeli TİN bir sesi vardır insana karsı. Yani insana sonsuz bir acı hiç bitmeyeninden ve ölüme terk edilmiş umut ağızın gerçeği olmuştu yaşam. Tam bu noktandan sonra yeşermeye başladı yaşam. Belki vaktinden çok geç belki de ayetin şiddeti gibi anında terleten silkelenmeydi benim dağ hikâyem. İlk ayetin dağlara inmesi ve ilk ayetin dağlardan insanlığa ulaşması arasında hiçbir fark yoktur. Hakikat kendini hep tamamlar. Yaşamda ki enerjiyi yeşertir can verir renk katar ve kendinden ötesini lanetler ve yeni anlamlar katarak ulaşır sistemin zavallı insanına. Beyninde milyonlarca parçalar milyon tane boşluklar yaratılan O insanlardandım.
Ben yaşamımı iki ye ayırdım
Kitaptan önce ve kitaptan sonra
İlk ayetin sesini dağlardan duyduğumda lisenin son yılıydı: gözlerime bir kitaplığın rafının ikinci sırasında bir roman yansıdı. romana şiire yazıya hiç ilkimde yoktu yani. O şiddetli yaşam ergenliğinin ve dayatılan baskıcı aile gerçekliğinden başka hiç bir şey anlaşılmıyordu. Sadece gençliğin verdiği özgürlük isteminin deliliği vardı. Yaşamın özgürlük anlayışından uzak bir anlayışlar dünyası vardı: kendime göre bir özgürlük aileye göre özgürlük ve bunların anası olan modernite’nin yarattığı virüslü bir özgürlük vardı. Bunların o kocaman görünen baskı ve istekleri karşısında okumanın değerine ulamsak hakikatin tüm gerçeklerinin onunda secde etmesiydi. Yani yaşamımı ikiye ayırmamı sağlayan bir kitaptı. Bir kavalın ezgisiydi ismi. Sadece ismi hoşuma gitmişti: Beni böyle bir kavalın içindeki gizlenmiş hakikatlere ulaştıracağına nerden bilebilirdim. Gözümün o rafa gitmesi o heyecanın nasıl yaratıldığında ki muammayı halen bulamadım. Zaman Sonbaharın insanı ağırlaştıran doğada manalar aramaya sürükleyen yaşama yönelik vicdanına yönelik bir hesap verme mevtsiydi. O zaman kapımı çalıp içeri girmişti…
Aile ve geçmişin korkuları
Kitabı okumaya başladım ilk günden içindekileri bana öğretilenin tersiydi, ailemin bu kadar ters ve korkunç yaklaşımlarının nedeni sistemin yaratığı tahribatlardan kaynaklı olduğunu belirtebilirim. ilk yasamı orda ilk direnmeyi orda ve ilk yalnızlığı orda öğrendim.. Yalnızlaşıyordum çünkü: Aile geleneği toplum geleneği sistemin çarkına hep su taşıyordu. Elâzığ sistemin en korkunç çuvallar geçirilmiş bir Kürdistan şehriydi bir oyuncak hamuru gibi olmuştu. İnsanları sistemin tüm kalıplarına hazır bir asker misali bir durumla karşılaştırıyor seni. Anne baba ilişkisinden ev ortamını sorgulayan ve toplumu irdeleyen gelişmeler oluyordu küçücük beynimde. Yalnızlığın yoldaşlığını ilk orda tanıdım. Kitapla ailede tartışmalar gelişiyordu ama hep bastırılmış dinden öte bir dogmalarla tıpkı manasız bırakılmak istenen kuran ayeti gibi. Düşündüğümün yaşamda ters resmedilmesi bende artık dayanılmaz anlam kaybına, o yaşamdan öteye yönümü çeviriyordu. Erkeğin liderliği Hakim’ken, kadının yaşamın her yerinde olmasına rağmen, hiç yaşamadığı gerçekliğini çözmeye başladık, bir bebeğin o ilk nefesinizdeki mukadderliğe, maaddi prangaların vurulması, bir koruyucunun günlüğü 25 dil olup insanlığı öldürme, gülümsemeleri bir çiçeğin kendi rahminden yarattığı o hakikat kokularının yitirilmesi ve nicelerinin de yitirilmiş yasam deryası yönümü dağların yaşamına çevirmişti…
Artık kıblem dağlar olmuştu..
Kapitalist modernite’nin yarattığı tüm o ezik duyguların sahibiydim. Az veya çoğu önemli değildi bunları artık biliyordum. Dayanılmaz bir yüktür fark etmek ve yaşayamamak. Bir kadının bir erkeğin bir toplumun veya doğanın artık kendi özünü yaşayamaması beni yalnızlıklara dağlara cevirdi. Ve bunun böyle sürmesi delirmekti ölmekti yaşama ihanettin ta kendisiydi. Evet, kimi zaman fikrinden ödün vermemek için adeta tüm sistemin yarattığı o maddi kalıplar o ailevi kalıplar ve toplumun kalıplarına karşı savaşlar veriyordum, kaybetmiyordum ama ani bir hırs ani bir savaşım gururunun sonradan geçici bir yalnızlık olduğunu anlıyordum artık. Beni bir şeylerde güçlü kılıyordu bu savaşımlar hakikat özgürlüğünün peşine düşmeyi değil, Onu yaşamayı dağlara dönmeyi değil Ona doğru yürümenin vakti olduğunun habercisiydi. Bir haber alır koşarsın ya hiç durmadan işte bende bu habere karşı artık yüreğimi beynimi ayaklarımı durduramıyordum... Ve yürüdüm dağlara..
Dağın farkı neydi?
Bir çocuğun ebeveynlerini görüp koşarak kucağına zıplaması ve o an sonsuz gülücüklerin yüzünde yaratılmasından hiçbir farkım yoktu artık. Yeniden bir doğuş yeniden bir yaşam yeniden var olma gülücükleriydi benimkisi. Yeni bir doğuş sancılar yaşatır insana gülücüklerin tek nedeni sancılardır aslında. Dağlar kişiye direnmeyi iradeyi yoldaşlığı ve ahlakı tane tane peygamber ’sel sabırlarda öğretiyor insana. Bir bebeğin ilk adımındaki ölümsüz gülücüklerin nedenini anlıyordum. Dağlarda bir adım atmanın yarattığı serüvenleri duyguları her an geçtikçe aşkın sevincin kişide yarattığı filizlenmeği yazmak bile insanı kendi hakikatine ulaştırıyor… Dağın insanda yarattığı yoldaşlığı neyle anlatmalı? Bir kadının kendini yeniden yaratması kendi gücünün gerçekliğine ulaşmasını neyle tüm dünyaya duyurmalı? Ve insanı sorgulamalara götürmesini neyle yazmalı? Yaşamadan bilebilir misin?
Neden mi dağlara?
İnsan anıları ile yaşayan bir canlıdır. Sistem yaşamını düşünüp yoğunlaştığım vakitler uçurumlardan bakmış gibi oluyorum. Nasıl yaşanılmış böyle diyor insan kendine. Bu kadar kendi zevklerine düşürülmüş bu kadar bencil hazincı bu kadar yıkımları yaratan bir yaşam tarzının sürdürülmesine insan nasıl boyun eğiyordu? Bu kadar yok edeci bir sistemin kuşağı olmanın ürpertisini anlıyor insan.. Neden mi Dağlara? Denince düşünmeye gerek yok yoldaş Sağına soluna bakmak yeterli. Annenin o bastırılmış sesi yüreğine ulaşmaz mı? Doğacak olan çocuğun özgür yasayamayacağınızı düşünmek yetmez mi? Basit bir ölümü kendine yakıştırabilir mi insan? Bunları düşünmeye zaman veriyor mu sistem… Artık yeter demeli insan haykırmalı durmadan yaşama doğru yürümeli ve Vakti geçmeden kendini adamalı dağlara…
Avareş NİRVANA
- Ayrıntılar
Size eskilerden çok eskilerden bir hikaye anlatacağım. Maria Magdellena’nın hikayesi ve sizinde çok iyi bildiğiniz bir hikaye. Yapılan bazı araştırmalar ve bazı araştırmacıların görüşüne göre Hıristiyanlığın yeni yeni yayıldığı ve Hz. İsa’nın bir peygamber olarak tanındığı dönemlerde Maria Magdellena İsa’nın sevdiği kız olarak bilinir. Maria Magdellena o toplumun için de fahişe olarak teşhir edilerek tanrılar katında günahkar bellenerek ölüm fermanı verilen birisidir. Ve bu fermanı uygulamak için bir araya gelen kendilerini “günahsız” sayanlar Maria’yı recmetmek için meydanda toplanırlar. Ceza mutlaka hayata geçilecektir, vakit gelmiştir artık. İlk taşı atmak için hazırlanırlar ve birden bire Hz.İsa çıkagelir; yüzünü halka dönerek “ilk taşı günahsız olan atsın “der ve İsa Mesih bu sözü söyledikten sonra herkes elindeki taşı yere atarak dağılır. Çünkü taşı kaldıran tüm erkekler bu konuda yani zina konusunda günah işlemişlerdir.
Şimdi size bu hikâyeyi niye anlatıyoruz; son zamanlarda gündemde olan Özgecan cinayetinin perde arkasıda budur aslında. Binlerce yıldır kadın üzerine yürütülen erkek egemenlikli zihniyetin sonuçlarının birer devamı ve bu zihniyetten kendisini kurtaramayanların vahşetidir. Bu ülkede bu cinayetler ilk değildir ve sonda olmayacaktır. Daha önce Münevver Karabulut’ta böyle katledilmişti. Sorun belli. Sorun beş bin yıllık erkek egemenlikli zihniyetin çözümlenmesi, bilince çıkarılması ve bunun sonucunda da bu kirlenmiş zihniyetten kopuştadır. Yani zihniyet devrimi sağlamaktan geçmektedir.
Yaşanan bu vahşetin asıl suçlusu AKP hükümetidir ve onun iktidara gelişinden beri çıkardığı yasalardır. Bu cinayetlerin ortağı Tayyip’in kendisidir. İktidara geldiği günden beri kullandığı eril ve baskıcı egemen erkek dilden dolayı bu cinayetlerin sayısı artmıştır. AKP hükümetinin kendisi bu cinayetleri engelleyici yasalar çıkartmadığı gibi bu cinayetlere ortak olmuş ve desteklemiştir.
Daha geçen ay;“kadın ve erkek eşit değildir, bu fıtrata aykırıdır” diyen Tayyip şimdi ise Özgecan'ın katillerine en büyük cezanın verileceğini söylemekte ve timsah gözyaşları dökmektedir. Alacağı tedbirler ise; otobüslere buton koymak, alo şiddet hattı açmak, dijital kelepçe sistemi vb. buna kargalar bile güler.
Peki, sormak lazım bu tür tedbirler Münevver Karabulut cinayetinde işe yaradı mı? Veya Güldünya için, Şemsiye Allak için işe yaradı mı? Yaramadı tabii. Yaramadı çünkü pansuman tedbirlerle sorunlar köklü çözülemez. Çözülemediğini de günlük kadın kıyımlarından görüyoruz. Bunun tek çözümü vardır o da; eril, egemen, baskıcı, tahakkümcü erkek zihniyetinin çözülerek terk edilmesidir.
Friedrich Nietzsche devleti şöyle tanımlamıştı: “Bütün soğuk canavarların en soğuğuna devlet denir.” Devlet, soğuk soğuk yalan söyler ve ağzından; ben halkın ve ulusum devletiyim yalanı hiç düşmez. Unutmayalım ki yalancının mumu ancak yadsıya kadar yanar ve ardından da söner, sönmek zorunda kalır.
Gün geçtikçe şiddet toplumu olduk çıktık. Dışarıda, mecliste, evde bir şiddet güruhu almış başını gidiyor. Bu güzelim insanlar nasıl bu hale geldi veya nasıl bu hale getirildik? Bir kartopu yüzünden bir birini öldüren, mecliste bir yasa tasarısı için tekme tokat birbirine giren bu insanlar, nasıl bu hale geldi cevabı belli. Cevabı: erkek egemenlikli devlet zihniyeti.
Peki, buna karşı ne yapılması gerekiyor? Öncelikli olarak dile getirildiği gibi erkek egemenlikli zihniyetin hızla terk edilerek doğaya, insana ve tüm varlıklara yakın duran kadın zihniyetinin ve aklının tüm insanlığa yayılması gerekiyor. Kadının artık sistemden kopması kendi komünlerini ve öz savunmalarını yaratması ve bu eril zihniyetten kopup yeni bir dünya yaratması gerekiyor. Yani bir zihniyet devriminin yaratılması gerekiyor.
Abdullah Öcalan bu durumu “gül devrimi” olarak tanımladı. Kadının kendi meclislerini, kendi komünlerini, kendi sistemlerini kurup bu devletçi ve eril zihniyetten kopması şart. Kadının güçlenmesinin tek yolu kopuştan geçiyor. Kadının köklü bir biçimde erkek egemen gerçekliğinden sadece cins boyutuyla değil; felsefi, ahlaki, siyasal, toplumsal vb. geriliklerin etkisinden kopması gerekiyor. Çünkü gücü olmayanın özgürlüğü eşitliği olamaz. Bunun için birlik olmalı ve gerektiğinde bu kirlenmiş ve insan vicdanını inciten dünyayı yıkmak için ayağa kalkmalıdır. Kadın güçlendikçe egemen zihniyet daha da vahşileşecektir. Çünkü kendi ölümünü ve yok oluşunu görmektedir bu eril zihniyet.
Kazanan ve özgürleşen kadın; insanlığın doğuşu yani aydınlığın doğuşu ve mutlaka ama mutlaka karanlığın batışıdır. Ve bu mücadelenin kazananı kesinlikle kadınlar olacaktır.
Xemgîn Amed
- Ayrıntılar
Öncelikli olarak belirtelim ki; şiddet kültürü iktidar adacıkların oluşumu ile başlamış ve ne zaman ki kendini kurumsallaştırmış ise bu şiddet savaş halini alarak halkların, tüm insanlığın başına bela olarak bugüne kadar gelmiştir.
Bunun için şiddete karşı köklü duruş bireysel karşı duruş ile giderilemez. Köklü karşı duruş bu bağlamda ideolojik bir duruşu gerektirir.
Nedir bu ideolojik karşı duruş?
Şiddetin köklerine inerek oradan alıp getirmek, çözmek ve karşı çözümü bulmayı gerektirir. Bu bizi doğal toplum diye tabir ettiğimiz, insanlığın ilk şiddetsiz hafızasına kadar götürür. Orada varsa bir şiddet o da birilerini tahakkümüne almaktan ziyade yaşam ihtiyaçlarını aşmayacak bir şiddet olacak ki, buna da ne kadar şiddet denilir, bu da tartışmalıktır. Ancak ne zaman ki doğal toplumda var olan; ortakçı, paylaşımcı, barışçı, eşitlikçi ve de adaletli yaklaşımlar, ana yanlı toplum yerine ataerkin hüküm sürdüğü toplum düzenine yerini bıraktı, oradan başlayarak bugüne kadar bu şiddet ve savaş kültürü adım adım gelişti. Ve unutulmasın ki ata erk denilen erkeğe dayalı sistem kendisini devlet haline getirerek kurumlaştırdıktan sonra ise şiddet tümden kurumsallaşarak, önceleri olmayan, ayıplanan adeta normal hale getirildi. Ve nitekim bugün içerisine doğduğumuz dünya maalesef böyle erkek şiddetine dayalı, kadını dışlayıcı bir dünya haline gelmiş ve getirilmiştir.
Bunun için diyoruz ki kadın şiddetine karşı duruş önce ideolojik bir duruşla mümkündür. Önce erkek egemenlikli zihniyete karşı verilecek mücadele ile bu mümkündür. Önce kendi oluşmuş ya da oluşturulmuş olan egemenlikli zihniyetimize karşı mücadele etmemizle mümkündür.
Bu yapıldıktan sonra yapılacak başka mücadele yöntemlerine geçmek daha yerinde olur. Aksi taktirde ormanı bırakıp ağaçlarla uğraşır ya da çok meşhur olan deyimle, bataklığı bırakıp sivrisinekle uğraşmış oluruz ki bu da sonuç vermez. Ya da sonuçları harcanmış olan emeklere denk düşmez.
Evet, önce eril ve egemen zihniyete karşı bulunduğumuz her yerde cephe açmalı ve mücadele etmeliyiz. Önce iktidar zihniyetine karşı durmalıyız. Önce iktidarın en yoğunlaşmış hali olan devlete ve devlet zihniyetlerine karşı durmalıyız. Önce tahakkümün her türlüsüne karşı durmalıyız.
Bunu yaparken de şiddet uygulayan egemen zihniyetlere karşı da elbette çok ciddi bir duruş ve tavır içerisinde olunması şarttır. Ve bunu yaparken kendimizi bunun dışında tutmadan yapmalıyız ki inandırıcı olsun, sonuç alsın.
Bugün Türkiye’de günlük olarak karşımıza kadına el uzatan, şiddet uygulayan, taciz eden vakalara rastlamaktayız. Günlük olarak ruh sağlığımız bu tür vakalarla bozuluyor. Bozmaya çalışıyorlar. Bu sinir bozucu, insanı insan olmaktan utandıran zihniyet bozukluklarına karşı da yapılması gerekli çok şey vardır ve olmalıdır da.
Birçok toplumda -bizim bile bildiğimiz- toplum normlarına uyulmuyorsa sosyal tecrit cezaları vardır. Toplumlar bunu ahlaki değerlerine dayandırarak yapıyorlar.
Örneğin; bazı toplumlarda, toplumun ahlaki değerlerine uymayanları dıştalıyorlar, içlerinde tutmuyorlar, atıyorlar. Yine bazı yerlerde sosyal tecrit dediğimiz, suç işleyen yani toplumun ahlaki değerlerine riayet etmeyenlerle, toplum konuşmuyor. Söz konusu edilen bireyler kendilerini düzeltene kadar bu durum, yani sosyal tecritlik durumu devam ediyor.
Konumuza dönersek; kadına şiddet uygulayanlara, el kaldıranlara, taciz ve tecavüz edenlere ve hakaret edenlere karşı bir hamle biçiminde sosyal tecrit neden uygulanmasın.
Bir ön adım olarak, önce bu tür kişi ve kişiliklere-tahakkümcü ve egemen iktidarcı zihniyete karşı mücadelemizi yürütürken- selam vermeyelim. Selamımızı keselim. Yüzlerine bakmayalım. Yüzümüzü böylelerinden çevirelim. Ve bu eylemimizi bu tür kişi ve kişilikler kadınlardan özür dileyene kadar sürdürelim. Ve bunu bir kampanya olarak tüm Türkiye ve Kürdistan’a yayalım.
Evet, Kadına kem gözle bakan egemen erkek zihniyetine karşı, her yerde bir kampanya biçiminde, “Selam Verme” kampanyasını geliştirerek, hastalıklı olan bu zihniyete her cepheden savaş açalım.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Kapitalizm özü itibariyle zincerlerinden boşalmış bir bireyciliktir. Bireycilik ise her türlü nefsi düşüştür. Bu bağlamda kapitalist modernist kültüre karşı duruş her şeyden önce bu nefsi düşüşe ya da düşürülüşe karşı duruştur.
Şunu iyi bilelim ki; kapitalizm ideolojisi olan liberalizm her şeyden önce özü itibariyle toplumsal olan insanı toplumsallıktan kopartmadır. Bir bireyi ne kadar toplumda kopartırsa o kadar insan olmaktan, ahlaki olmaktan koparta bilir.
Kapitalist kültür bunu neyle başarıyor, ya da toplumsallığı neyle yıkıyor? Ya da toplumsallığın mezarını nasıl oluşturuyor? Yukarıda ifade ettiğimiz gibi mezar oluşturmayı derin bireycilikle sağlıyor. Kişi birey oldukça toplumsallığa katkılar sağlar, birey olmaktan çıkarsa yani bireycileşirse orada toplumun mezarını kazmaya başlar. İşte mezar kazıcılığın başladığı yer bireyin nefsine yani kişiliğine hakim olup olmamasıyla ilgili bir durumdur.
Kapitalist kültür liberal ideolojisiyle her insanın zayıflığına hitap eden bir kültürdür. Bu bağlamda liberalizm bireyin zayıflıklarını hortlatma ideolojisidir. Bu ise nefstir.
Dikkat edelim kapitalist kültür önce bireylerin güdülerine hitap ediyor. Gösteri bir toplum olarak kendisini şekillendiren bu toplum dışı kültür, bireyi toplumun karşısına dikmek için ya da dike bilmek için elinde ne kadar maddi imkan varsa devreye koyuyor. Maddi imkan her şeyden önce gözle görülenlerdir, elle tutulanlardır, tadılanlardır, kokusu alınanlardır.
Kapitalist modernist kültüre karşı durmak bunun için her şeyden önce kişinin kendisine karşı mücadelesinden geçer. İslami deyimle nefsini terbiye etmekten geçer.
Kapitalist kültür öyle sanıldığı gibi büyük şeylerle insanının terbiyesini bozmuyor. Tam tersine küçük küçük şeylerle insanın terbiyesini bozuyor, insana el atarak kendisine benzetiyor. Öyle ki çoğu zaman içimize sızdırdığı ideolojik bakışını fark etmeden bizi birde bakmışız kendisine benzetmiştir. Bir kere insan kapitalist modernitenin kültürünü edinmiş olsun, ona benzemiş olsun artık orada geri dönüş çok mu ama çok zor oluyor.
Maddi kültür öyle sanıldığı gibi etkisiz bir kültür değildir. Tam tersine insanı zayıf düşüren, etkileyen hatta binlerce kez görüldüğü gibi insanı kendisine karşı çıkara bilecek kudreti olan bir kültürdür.
Tarihteki tüm tasavvufçulara bakalım, peygambersel çıkışlara bakalım hepsinde ortak olan kesinlikle maddi dünyaya karşı uyarıcı olmalarıdır. Çünkü onlarda görmüşlerdir ki maddi kültüre karşı güçlü bir zihinsel duruş olmadı mı, aynen Çernobil vakası gibi insanın içine hem de en derinliklerine kadar sızarak, etkisiz kılabiliyor.
Evet, bunun için her şeyden önce nefs savaşını iyi vermemiz gerekmektedir. Bu ise bir lokma yemekten başlar bir parça elbiseyi giyişe kadar, bir cıncık boncuktan başlar egosunu gösterme zeminini sunmalara kadar, bir kuruş paradan başlar duyguları okşayan maddi değerlere, derken ne kadar böyle insanı sisteme çekebilecek şey varsa oraya kadar götürür.
Sözü uzatmadan belirtelim ki, kapitalist modernist kültüre karşı duruş olmadan gerçek manada sistem içileşmekten kurtulunamaz. Sistemin dışına çıkılamaz. Sisteme karşı alternatif olunamaz.
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar
Kusmuk, kusulan şey anlamındadır. Gerçekten de DAİŞ insanlığın kustuğu tüm kötülüklerdir. Deniliyor ya Pandora’nın kutusu, aynen öyle bir kutuda dışarıya fırlamış ne kadar böyle kötülük varsa hepsinin toplama olan bir kusmuk.
Çok uzun bir süre olmasa bile şimdiden Ortadoğu halklarının ruhsal dengesini bozan bir faşizan yapı hale geldiği her geçen gün daha iyi anlaşılmaktadır. Öyle ki geçmişte insanların kelleriyle kale yapan faşizan ve despot yapılardan daha ileri bir faşizan ve despotluğu günlük olarak sergilemelerinin yanı sıra, insanı katletmenin de en ileri teknolojisini icat etmişe benziyorlar. Koyun‘nun kellesini keser gibi insanların boğazına hiç bir şey olmamış gibi bıçak dayayan ve de kameraların önünde tüm dünyaya göstererek kesen bu yapı sıradan bir insan psikolojisine sahip olamazlar. Yine Ürdünlü pilotu kafese yerleştirildikten sonra benzinle yakan ardından ise kepçelerle üstünden geçerek en sadist bir tarzda katleden bir yapı sağlıklı olamaz. Ya da insan olamaz.
Böyle bir yapı gerçekten de tüm insanlığın başına beladır. Bugün Ortadoğu’da olup bitenler Orta Afrika’da öyle görülüyor ki daha acılı ve sancılı bir şekilde gerçekleştiriliyor. Yüzlerce, binlerce insanın kellesini kesen Boko Haram DAİŞ’in bir benzeri ve hatta kendisidir. Yine Charlie Hebdo’yu yapan zihniyette aynı zihniyette aynı zihniyettir.
Gerçeklik böyle iken o zaman yapılması gerekli olan karşı duruş nasıl olmalıdır? Karşı duruş nasıl alınacaktır?
Dağlarda duyabildiğimiz ve görebildiğimiz kadarıyla DAİŞ’in uyguladığı yöntemin bir benzerini başka ülkelerde uygulamaya kalkışıyorlar. Güya DAİŞ’ten çekinmediklerini ifade etmeye çalışmış oluyorlar. Örneğin Ürdün hunharca katledilen Pilotlarına karşı verdiği cevap hemen idam ve hava saldırıları olmuştur.
Bu ne kadar doğru bir cevabı teşkil edebilir ki? Belki bir pansuman yöntemi olarak bir rol oynayabilir. Lakin pansuman yöntemler asla uzun vadeli olamazlar. Bunlar hep geçici çözümlerdir. Geçici çözümlerin ise insanlığın başına ne kadar büyük belalar yarattığını da bilmem söylememize gerek var mı?
DAİŞ’e karşı mücadele elbette bir kararlılığı gerektirir. Ancak bu kararlılık DAİŞ’in temellerine dinamit koyacak bir zihniyet dünyasıyla mümkündür. Bunun için eğer Arap devletleri DAİŞ’e karşı bir mücadele geliştirmek istiyorlarsa önce kendi içlerinde inanılmaz ölçüde demokrat olacaklardır. Demokrasinin önünü açacaklardır. Halkların renklerini tanıyacaklardır. Kadına öncelik vereceklerdir. Tüm inançlara eşit mesafede aynı saygı temelinde saygı gösterecekleri gibi tüm farklı halk ve etnisiteleri yönetimlere taşıyarak bir nevi kendi iç güvenliklerini sağlama alacaklardır.
Aksi taktirde DAİŞ gibi faşizan yapılar her zaman fitne fesat oyunlarıyla –bugün yaptıkları gibi-içlerine sızarak karşıt mücadeleyi zayıf düşürebileceklerdir. Bunun olmaması için belirttiğimiz gibi önce kendi içimizde Demokratik Ulus modeline yakın bir modeli kabul edeceğiz ve pratikleştirmesi için de çalışacağız.
Bu olursa, o zaman insanlığın kusmuğu olan DAİŞ bir tükürükte dışarıya huruçlanarak atılacak ve hak ettiği yani tarihin çöp sepetine atılacaktır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Öncelikle 15 Şubat uluslararası komployu şiddetle kınıyorum.1999 yılı 15 Şubat gününde Kürt ve ezilmiş halkların öncülüğünü yapan, önderlik şahsında gerçekleşen komplo sadece Kürdistan değil bütün Orta doğu halkının sahsına yapılmış bir komplodur. PKK gerçekliğinin farkına varıp bitirmek isteyen güçler şahsında gerçekleşen ve büyük etki yaratan komplo süreci ağır ve yoğun geçmiştir. Önderliğin İmralı adasına götürülmesiyle, Kürt ve diğer özgürlüğü bekleyen halklar çok ağır süreçlerden geçtiler. Yaşam tıkanmıştı resmen. PKK bitti biz kazandık diyen devletlere Önderliğin hayır! Asıl şimdi başlıyor hamlesi oldu. Önderliğin yetiştirdiği, gerçekleri anlatabildiği militanlarla PKK dimdik ayakta durdu.
İmralı sürecinden bu yana önderlik paradigmasıyla gün geçtikçe hızla büyüyüp güçlenen PKK uluslararası güçlere en iyi cevap olmuştur. Gerilla hareketi gün geçtikçe mucizeliğini ortaya koydu. Her şartta her koşulda halkı için yaşamayı göze aldı ve Kürdistan olduğu gibi biz gençlerde ışık oldu. Önderliğin bizim şahsımıza gerçekleştirmek istediği yaşamı, bizde önderliğe söz vererek hep beraber inşa inandık ve adım attık. Bir PKK militanı olarak 15 Şubat ı yas olarak görmüyorum. Tam tersine benim şahsıma bir diriliştir. Komployu gerçekleştiren güçlerin düşüncesi önderlerini alırsak biter giderler gibiydi ama tam tersi oldu. Süreç ağır geçmiş olabilir fakat bu komplo yeniden dirilişe vesile oldu. Her gün mücadeleme olan sevdam daha da artıyor. Kinim, nefretim, öfkem daha da büyüyor. Önderliğin düşünceleri, perspektifleri, İmralı adasında gösterdiği irade, kadına verdiği değer ve inanç beni daha da güçlendiriyor. Bize gösterdiği çizgide yürümeyi öğretiyor, her gün özgürlüğe bir adım daha yaklaştığımızı gösteriyor.
Militan kişiliği kendimizde yaratmak, halkı için kendini tamamen feda etmek önderlik çizgisinden geçiyor. PKK’ lileşmek PKK kişilik ve ahlakını almak, önderliği azda olsa anlamak demektir. Teori ve pratikte bir olabilmektir ola bilmektir amacım. .Her saniye her dakika önderliği yaşayarak önderliğe yoldaş olabilmektir amacım. Önderliğin İmralı adasında olması biz PKK militanları için çok üzücü olduğunun belirmek isterim. Ancak her gün her saniye bizimle beraber olduğunu da söyleyebilirim. En anlamlı bütünlük ruhsal ve düşünsel, ideolojik bütünlük ve birliktir. Düzen disiplinimiz, askeri duruşumuz, şehitlere bağlılığımız önderliği hissetmekten geliyor.
Önderlik partiyi bugünlere getirebilmek için büyük mücadeleler verdi. Önderlikle beraber bu mücadeleye başlayan birçok arkadaş şahadete ulaştılar. Geçmişten günümüze kadar binlerce halkımız katledildi, onlarca çocuk faili meçhul cinayete kurban gitti, binlerce militan büyük komutanlar şehit düştü. Yani PKK bu günlere gelebilmek için çok ağır bedeller ödedi. Kendi şahsımda bunlar çok ağır şeylerdir, önderliğe cevap olabilmek için büyük sebeplerdir. Bunları görerek katılımın en iyisini sergilemektir amacım. Bunun yanında çocukken 15 Şubat benim için kara gündü, üzüntüydü, isyandı, çaresizlikti, hayal kırıklığıydı, umutsuzluğa düşüştü. Fakat şimdi 15 Şubat benim için düşman gerçekliğidir, vücudumdan iliklerime kadar inen öfkedir, gün geçtikçe militan kişiliğime güçlenmeme etkendir.
Nujiyan SERHAT
- Ayrıntılar
Şubat ayını hep karanlık, deli, belirsizlik ve insanı kasvete sokan, sağuk bir ay olarak değerlendiririz. Halktada bu böyle. Ama bizim için 9 Ekim’den sonra 15 Şubat komplosu ile tam karanlık bir ay olarak ele alındı. Fakat unutmamak gerekir ki, her zaman madalyonunu iki yüzü vardır. Nasıl bakar ya da yorumlarsan, o yön belirgin olur. Şubat ayında, bir halkın umutlarını söndürmek istediler ama şunu hesaba katmadılar. Mevsimsel bir hata yaptılar. Şubatın kara yazgısının ve sağukluğunun ardına gizlenmeye çalıştılar. Oysa, o şubat anlayışı onların yaratımıydı. Çünkü Rêber APO bu anlayışı çoktan tersyüz etmişti. Nasıl ki, Şubat o bembeyaz örtüsünün altında baharı mayalıyorsa, RêberAPO’dahalk düşmanlarının karanlık hesaplarına karşın, barış ve özgürlükte ısrarın özü olan PKK mücadelesinin aydınlık meşalesi oldu. Onlarca sempatizan, yurtsever, militan gerçeği, RêberAPO’ya olan bağlılıklarının özü olarak, Şubat’ın karanlıklarını ve buzlarını bedenlerinden yaktıkları meşaleler ve özgürlük tililileri ile aydınlatıp, eritmişlerdir.İşte düşmanın ummadığı ve planlarını boşa çıkaran bu bütünsellik ve en zor bağlılık gösterme tarzı!
Başkanım, sizden ayrılığımızın 12. yılına giriyoruz. Ama biz bu ayrılığın acısını ilk anki sıcaklığıyla halen yaşıyoruz. Yaşam fırtına ve sarsıntılarla doludur, derdiniz. Ve yaşamdaki acıların da en büyük öğretmen olduğunu yine sizden öğrendik. Egemenlikli uygarlığın kendi çıkarlarından dolayı halklar üzerine uyguladığı yoğun baskı ve acılarda; PKK de, bir kırlangıç fırtınasına tutulmuş gibi savrulmaya çalışıldı. Ama Şubatın kar, soğuk ve donukluğunda bitirilmek istenirken, kardelenler misali tüm nazik, sade ve narinliğiyle, beşbin yıllık kronikleşen iktidar ve onun despotik karakterine bir karşı koyuş ve direngenlik içinde varlığını yaşamsallaştırdı PKK.
Şubat bilseydi, bu karanlık komplo planlamasına tabii olur muydu? Sanmıyorum. Çünkü, ben şubatı, bir ananın hamilelik süresinin en son yoğunlaşmış evresi olarak tanımlıyorum. Bu diyalektik döngü varoluşun her evresinde yeniden doğuş, canlılık ve yaşam olarak hep varola gelmiştir ve varola gitmeye de devam edecektir. Bu sebeple Şubat’a da özünde bir ihanet edilme durumu sözkonusudur. Biz mücadelemizle hem insanlık tarihinin hem de doğanın özgürlükçü deviniminin özüne denk bir akışını gerçekleştirme çabasını veriyoruz. Egemenlikçi zihniyetin karattığı bir ay olmasından dolayı, Şubat da, insanlık doğal toplumun gerçek özüne ulaştığında, kendini aklamış olacaktır.
Başkanım, bu 12 yıl içerisinde yaşadıklarınızı, çaba ve mücadelenizi, herkes ve herşeye rağmen gösterdiğiniz tempo, irade ve binyıllara bedel düşünsel-ideolojik-toplumsal-kültürel eserlerinizi herkes görüyor ve her geçen gün insanlık tarihindeki onurlu yerinizi almanızı görmenin mutluluğunu yaşıyoruz. Hala bu kadar saldırgan ve tahammülsüz olmaları da sizin bu karakterinize galip gelememekten ve dahası her şeye rağmen bu kadar etki alanınızı genişletmenizedir. Yaşamınızda yenilgilerden yengileri yaratmayı hep bildiniz ve yaşam amacınız hep zaferi kişilik sahibi olmak oldu. Düşmanın ve hatta içimizdeki bazı kesimlerinde anlayamadıkları ya da çözümleyemedikleride bu gerçek . Bu karakterinizle, düşmanın halkımız, mücadelemiz ve tarihi değerlerimiz üzerine yürüttüğü bu kadar yoğun saldırı ve komplolara hep engel oldunuz ve onların tüm hamlelerini bir karşı atak olarak tersine çevirmeyi ve boşa çıkarmayı, yengiye dönüştürmeyi, tarihi bilincinizin ışığında hep başardınız.Egemenlikli tarih anlayışının yanılgısı,tarihi bir tekerürden ibaret görmesidir. Oysa tarih eğer doğru okumasını bilirsen hiçbir zaman tekerrür etmez. Belirli koşul, zaman ve mekandandolayı her nekadar bazen benzer sonuçlar gösterse de özde devamlı bir farklılığı içinde barındırır. Egemenlikli sistemin bize uygulamak istediği, tarihte yaşadığımız talihsizlik ve yenilgileri aynı zaman ve dönemlere denk getirerek yenilgi ve boyun eğmeyi bir kadermiş gibi bize özümsetmek ve direncimizi kırmak istem ve planlarından başka bir şey değildir. Sizin de hem kendi şahsınızda ve hem de Kürt halkının özgürlük mücadelesinde yapmak istediğiniz, egemenliğin yarattığı bu verilitarih anlayışının yanılgısını ve amaçlılığının gerçek yüzünü göstermektir. Kayada biten bir çiçek olan PKK’nin ortaya çıkışında ve kısa zamanda halkların özgürlük umudu olmasından başlayarak, bu baş aşağıgidişin halkların kaderi olmadığını, zor ve hilelerle halklara içirilmeye çalışılan bir kandırmaca olduğunu da ispatlamış oldunuz.
15 Şubat 1925, Kürtlerin yakın tarihinde kara bir gün olarak ve halkların umutlarının kırıldığı bir gün olarak,Şex Saîd’in pek çok komplo ve oyunla esir alındığı ve serhildanın bastırıldığı bir tarihtir. Sizinde uluslar arası bir komployla esir alınmanızın bu tarihe denk getirilmesi bir tesadüf olmayıp, oldukça bilinçlice ve planlanarak tasarlanmış ve gerçekleştirilmiştir. Mesaj şudur, her başkaldırdığınızda önderinizin ve halk olarak sizinde sonunuz hep katliam ve soykırım olacaktır. Bu ezilen halkların değişmez bir yazgısıdır. Kısaca “tarih tekerrürden ibarettir” anlayışının bir gereğinden başka bir şey değildir. Ancak artık hiçbir şey eskisi gibi değildir. Kürt halkı ve onun bağrından çıkan özgürlük militanlarıda, Başkanım, sizin bilgeliğinizle açmış olduğunuz bilim yolunda bir tarihi bilinç düzeyine ulaşmış ve bu yolda ilerlemeye devam eden bir gerçekliğe kavuşmuştur. Bu saye de, insanlık, kendi yaratımı olan tarihinde hak ettiği yere sonunda mutlaka ulaşacak ve tanrıçaların öz kızları ve oğulları olarak, okyanusların maviliğine eş özgürlük deryasında birer anlam damlaları olarak varlıklarını yaşayarak devam ettireceklerdir.
Tüm karartılmışlığına rağmen ŞUBAT da bu bilimsel tarihi bilinç ışığında kendi öz varlık anlamına kavuşacak ve gebeliğin son aşaması olan yeniden doğumunu özgürce gerçekleştirecektir. Bu özgürlük doğumunda ebelik rolü, tanrıça ananın öz evladı olmayı başaran, tüm verimliliklerden arınmış olan siz özgür insana bahşedilmiştir. Şubatın koynunda mayalanan bahar özlem ve inancıyla, BAŞKANIM.
Berî DERSİMÎ
- Ayrıntılar
KOBANÊ sadece bir direniş alanı ve direnişin zafere ulaştığı bir alan değildir. Kobanê aynı zamanda bir direniş ve başarma ruhudur. Bu bağlamda Kobanê ruhu her alanda, tüm çalışmalarda en aktif bir şekilde olmaz denilen ortamlarda bile, büyük bir coşku, özveri, irade ile mücadele etmedir de.
Bugün hepimiz Kobanê’de ortaya çıkan destansı direnişi kutluyoruz, yanında olduğumuzu da belirtiyoruz. Lakin her yerin nasıl birer Kobanê haline getirilmesi gerektiğini yeterince dile getirmiyor ya da yaşamımızı ona göre örgütleyemiyoruz.
Unutmayalım ki Kobanê neredeyse dört cephesi kuşatılmış bir haldeyken, imkanların en kıt ve inancın en az olduğu bir ortamda büyük bir inanç ve moral yüksekliği ile ortaya çıkmıştır. Halkımız, halklarımız ve sol-sosyalist güçlerde büyük katkı sunmuşlardır. Lakin Ortadoğu’nun tüm gerici güçleri neredeyse bir cephe haline gelerek-özelde de TC Devleti’nin öncülüğünde –saldırılarını bir dakika durdurmamışlardır. Hatırlayanlar bilir; herkes “Kobanê düştü ha düşecek” diye “çiftetelli” bile atmıştı. “Haydi Kanton’unuzu savunun” diyen seslerde halen kulaklarda yankısı olmalıdır. Ve tabii büyük güçlerin de Kobanê’nin ayakta kalamayacağının söylemeleri de unutulmuş değil. Hele oralarda “devrim mevrim diye bir şey yok, sadece konjonktüreldir” diyen ve direnişin çökeceğini bekleyenlerde az değildi. Yine özelde Kuzey Kürdistan'da faşizan ve gerici DAİŞ yapılarına açıkça arka çıkan ve bu bağlamda da Kobanê’nin düşmesi için dua edenler de az değildi.
Ama görüldü ki tüm bunlar boş hayal ve içi boş ve özü itibariyle de kof böbürlenme ve niyetlerden öteye bir şey değildiler. Bir kere yeter ki insan kendisine güvensin. Yeter ki insan umudunu yitirmesin. Umudun zaferden daha değerli olduğunu hafızalarda silmesin. Ve buna inadına bağlanarak kendini var kılmasını bilsin. O zaman orada azmin ve iradenin yıkamayacağı hiçbir güç ve hiçbir engel olamaz. Olamadığını bize Kobanê gösterdi. Ve bir yoldaşımızın dile getirdiği gibi: “Ve unutma, en güzel göz, toprağına bakan ve ona sevdalanan gözdür” ve yeter ki o göz körelmesin, o yürek kararmasın, o inanç kırılmasın, o sevda tükenmesin. Gerisi denildiği gibi teferruattır, ayrıntıdır. O da dayanma gücü, emek ve çalışmadır, direnmedir. Etini dişine takarak inadına da meydanlarda bu toprakların özüne denk bir şekilde durmaktır ve vuruşmaktır.
Buna biz dağın dünyası diyelim. “Dağ dünyası, Kürdün yitik ruhunun kendi rengini, kendi sesini ve nefesini kalıba döküp, biçim kazandığı dünyanın adıdır. Ruhlar dünyasının yitiklik eşiğine getirilmiş çocuklarının varoluşa tutundukları hayatın bütün bağları dağlar dünyasında kurulur.”
Ya da ne bilelim bir başka yoldaşımızın ifade ettiği gibi: “An. An ol, anda yarat, anda çoğalt, anda gül, anda kuşat, anda gerçekleş, anda anlamlandır. Anlamlı anı yarat. An ile tarih yaz. Devrimcilik an be an yaratmaktır.”
İşte Kobanê an be an yaratmaktır. Bunu ise buna inananlar yapabilir, beyin ve yürek gözlerini açanlar yapabilir ve birde bu açılan yürek ve beyin gözlerini takip edenler yapabilir.
Özcesi; Kobanê sadece bir zaferin adı değil, Kobanê sadece halkların buluşması değil, Kobanê sadece inadına bir direnmekte değildir. Kobanê her yerde, her zamanlarda bağlı kalınması gerektiği ve ona göre tüm yaşamımızı örgütlememiz gerektiği bir ruhtur, özgürlüğe koşan, hiç kimsenin önünde-şartlar ne olursa olsun- diz çökmeyen, şikayet etmeyen, koşulsuzlukları koşula çeviren, umutsuzluğu umuda çeviren, kara kışları sıcak ve yeşil bahar ve yaz aylarına eviren yaşam duruşunun da adıdır.
Ve bunun için Kobanê demek yeniden kendi köklerine giderek, oradan bugünlere, tüm saldırılara inat nasıl gelindiğini bilerek yaşamasını bilmektir. Tarihi bilmektir. Tarihini bilmektir. Özgürlük tutkusunu bilmektir. Ve tabii ki tüm bunları bilerekten var olma meydanında ve meydanlarında büyük bir arzu ve istekle Kobanê’deki kadın gerilla ve militanlar gibi tilililerle, zılgıtlarla faşizmin üstüne ikirciksiz bir şekilde yürüyerek destanlar yaratmasını da bilmektir.
HAYRİ ENGİN
- Ayrıntılar
Uluslararası 15 Şubat komplosunun 16. Yılındayız. 15 Şubat, Partimiz ve halkımız için bir kara gün, insanlık için bir yüzkarası günü olmuştur. Öncelikle tarihte eşine ender rastlanan bu acımasız ve çirkin komployu gerçekleştiren güçleri şiddetle kınıyor ve lanetliyorum. 15 Şubat uluslararası komplosuna karşı başta zindanlar olmak üzere, Kürdistan'ın dört parçasında, Avrupa’da ve Asya’da “ Güneşimizi Karartamazsınız “ nidalarıyla bedenlerini ateş topu yaparak önderlik çizgisini temsil etmenin en yüksek iradesini gösteren bu büyük insanların anısı önünde saygıyla eğiliyor, minnetle anıyorum. Ölümsüz, kahraman şehitlerimizin anısını mücadeleyi her düzeyde yükseltip özgür önderlikle birlikte, özgür Kürdistan'ı gerçekleştirerek yaşatacağımızın sözünü veriyorum.
Böyle günler yönetim olarak bizlerin, tüm kadro yoldaşların, savaşan tüm güçlerimizin ve halkımızın ciddi sorgulama günleri olarak değerlendirilmelidir. Unutmak ihanettir. 15 Şubat kara gününü hiçbir zaman, asla unutamayız. 15 Şubat uluslararası komplonun neden ve niçinlerini bu kirli ve hain komploda yer alan güçlerin rolünü ve Önder APO’nun değimiyle “ sahte dostlar “ ile “ yetmez yoldaşlığı “ sorgulamadan 15 Şubat’ı anlayamayız.
15 Şubat uluslararası komplosunun 16. Yıl dönümünde hareket, halk, yönetim ve kadro yoldaşlar olarak şimdi her zamankinden daha önemli görev ve sorumluluklarla karşı karşıya olduğumuzu unutmayalım. Özgürlük hareketinin tarihine bakıldığında aslında daha başından beri sürekli çeşitli komplolarla karşılaştığımız görülecektir. Gurup döneminde, Ankara’da Pilot vb. kişiliklerin başvurduğu komplo girişimleri olmuştu. Ancak Rêber APO tüm bu komplo girişimlerini sahip olduğu inanılmaz öngörü ve aldığı tedbirler sonucunda her defasında boşa çıkarmasını bilmişti. Sömürgeciler ancak Rêber APO’nun şahsında hareket ve halk geleceğimizi karartabileceklerine inandıkları için Rêber APO’yu imha planlarını her zaman devreye koymuşlardır. Bugüne kadar sayısız tasfiye ve komplo girişiminde bulunmuşlardır. 1996 yılında tonlarca patlayıcı yüklü bir aracı Önder APO’nun kaldığı evin hemen yakınında, Şam’ın göbeğinde patlatmışlardı. Rêber APO’nun almış olduğu tedbirler ve biraz da şans eseri bu komplo da boşa çıkarılmıştı.
Sömürgeciliğin hareketimize karşı sonuç aldığı ilk komplo Beş Parçacılar, Tekoşin denilen bir ajan ve sızma güruhun eliyle Antep’te 1977 yılı 18 Mayıs’ında Haki Karer yoldaşa yönelik gerçekleştirdiği komplo olmuştur. Haki yoldaşın şahadeti bizim için büyük derslerle dolu ve ama çok ağır olmuştu. Haki Yoldaşın şahadetine parti programını hazırlamak ve partileşerek cevap vermiştik. Haki Yoldaşın şahadetiyle gördük ki, sömürgeciliğe karşı mücadele ederken güvenliğimizi almak zorundaydık. Bu da kitleselleşerek örgütü büyütmek ve devletin resmi ve sivil faşist güçlerine karşı silahlı mücadeleyi geliştirmekle mümkün olacaktı. Siyasi, silahlı mücadele diyalektiği bizi bugünlere getirecekti ki, nitekim böyle de oldu.
Türk sömürgeciliğinin, işbirlikçi feodal komprador güçlerin ve ajanlarının önderliğin şahsında hareketimizi tasfiye etme çabaları hep oldu. Fakat önderliğin kadroyu netleştirme, açıklık, eğitim, ideolojik mücadele ve bizim dahi pek bilemediğimiz kendine göre aldığı ve geliştirdiği tedbirler tüm komplo girişimlerini boşa çıkarmaya yetiyordu. 1990’lı yıllara geldiğimizde durum biraz daha farklıydı. Özgürlük mücadelesi muazzam gelişiyordu. Halk serhıldanları süreklilik kazanarak radikalleşiyordu. Gerillaya katılım müthişti. Yani mücadele tamamen halklaşmıştı. Buna karşın TC sömürgeciliği de o sertlikte bir savaş geliştiriyordu. Tarihsel tüm tecrübelerini, çağın en teknik silahlarını kullanıyordu. Karşılıklı topyekun bir savaş ve direniş vardı. TC sömürgeciliği, her türlü savaş hukuku ve ahlakını bir tarafa bırakıp, tam bir özel savaş yöntemiyle üzerimize geliyordu. Bunun için itirafçıları kullanıyordu. Şimdi bazı yönleriyle daha çok açığa çıkan Jitem vb. güçleri harekete geçiriyordu. Hizbullah eliyle cinayetler işliyor, Kürt işbirlikçilerini üzerimize saldırtıyordu. Legal siyaset, Kürt iş adamları, yurtsever basın ve hareketimizle ilişki içinde olan herkese yöneliyor, katlediyor, adeta nefesiz bırakıyordu. Halkı teslim almaya çalışıyordu. Bize karşı özel ve psikolojik savaşın tüm yöntemleri kullanılıyordu. Öyle ki, özgürlük hareketini darbelemek ve halkımızı teslim almak için her şey mubahtı. En önemlisi de biz NATO’yla savaşıyorduk. Türkiye, NATO anlaşmasının 5. Maddesine dayanarak her türlü desteği rahatlıkla alabiliyordu. Yoksa TC’nin bu savaşta bu kadar direnmesi ve direnç göstermesi mümkün olamazdı. Ama böyle de olsa tüm bu zorlu koşullara rağmen özgürlük hareketi ivme kazanarak gelişiyordu. Hareket halklaşıyor, halk da PKK’lileşiyordu. Özgürlük hareketi artık öyle bir düzey kazanmıştı ki, uluslararası politikaları etkiliyor, bölgesel dengeleri ciddi biçimde zorlayan bir düzey kazanıyordu.
Türk sömürgeciliği bu nedenle tüm hışmıyla ve imkanlarıyla yüklenmesine rağmen sonuç alamıyordu. Bu durumu iyi gören zamanın cumhurbaşkanı Turgut Özal 1993 Mart’ın da, sayın Talabani’yi ve başka aracıları da devreye koyarak önderlikle dolaylı görüşmek ve ateşkes sağlamak istemişti. Rêber APO’nun 1993 yılında Suriye’nin Barliyas şehrinde Türkiye ve uluslararası basının katıldığı bir toplantıyla aldığı ateşkes kararı, Özal’ın öldürülmesi ve sonraki gelişmeler bilinmektedir. Daha sonraki yıllarda TC tarafından, yine ateşkes önerileri geldi. Önderliğin zamanın başbakanı Erbakan’la karşılıklı mektuplaşmaları gerçekleşti. Ancak Erbakan’ın ister yeterli irade sahibi olmaması, ister devlet tarafından baskılanıp kuşatmaya alınması sonucu, bu ilişkiyle de her hangi bir adım atılmadığı gibi, Erbakan’ın gücü partisinin kapatılmasına ve kendisinin de başbakanlıktan istifa etmesine yetmemişti. Meşhur 28 Şubat Postmodern darbesinden söz ediyorum….
Türk devleti, 1997 – 98 yılında cezaevinde arkadaşlar üzerinden, yine Avrupa örgütümüz üzerinden tekrar önderliğe mesaj gönderiyordu. Bir ateşkesin sağlanması durumunda Kürt sorununun çözümü için adım atacaklarını, görüşmelere başlayacaklarını söylüyorlardı. Önderliğin, 1998 1 Eylül’ünde MED TV de yaptığı basın toplantısıyla açıkladığı ateşkes kararı bunun üzerinde olmuştu.
Şimdi burada önemli olan şuydu: Türk sömürgeciliği, yükselen mücadelemiz ve Ortadoğu'daki gelişmeler karşısında oldukça zordaydı. Kürt sorununun çözümü artık ertelenemez bir noktaya gelmişti. İnisiyatif Rêber APO da ve hareketimizdeydi. Uluslararası hegemonik güçler ve Türk devleti ya çözüme gelecek, ya da mücadelemiz Kürdistan'da ve Ortadoğu'da yeni ve radikal bir durum ortaya çıkaracaktı; bu kesindi. Kapitalist modernite uluslararası hegemonik çıkarları gereği hareketimizin güçlü olduğu bir pozisyonda, o koşullarda Kürt sorununun çözümünü istemiyordu. İşbirlikçi Kürtler de çözüm istemiyordu. Partimizi uluslararası alanda terörist göstermek için büyük bir gayretkeşlik içindeydiler. Diğer taraftan Kürt sorunu nede olsa TC devletinin bir yumuşak karnıydı, kullanmalıydılar! Türk devleti de kendi içinde sorunluydu. Tüm gelişmeler ya çözüm, ya da halkımız ve hareketimiz için tam bir tufan olan uluslararası komplo gibi yeni bir durumu dayatıyordu. Uluslararası hegemonik güçlerin, TC’nin ve Kürt işbirlikçilerinin tercihi bir uluslararası komploydu. Ve işte 15 Şubat uluslararası komplosu bu temelde planlandı.
Uluslararası komplonun amacı, Rêber APO’nun öncülüğünde partimizin ve halkımızın geliştirdiği özgürlük hareketini yok etmekti. Böylece PKK önderliğinde gelişen son isyan da bastırılmış olacaktı. Dolaysıyla PKK’de daha önceki isyanlarda olduğu gibi bastırılmış, yenilmiş olacaktı. Tarihe, yiğitliği, direnişi ve kahramanlığıyla nostanjik biçimde anılan bir kadere mahkum edilecektik. Uluslararası hegemonik sistemin, TC sömürgeciliğinin, bölge gericiliği ve işbirlikçi kürdün çıkarları burada çakışıyordu. Rêber APO’nun ve PKK’nin yerine başka bir işbirlikçi Kürt kişiliği ve başka bir sahte Kürtçülük öne çıkarılacaktı. Bir halk bir kez daha kaderiyle baş başa bırakılıp üzerinde kirli çıkar hesapları yapılıyordu. Böyle vicdansız, çirkin, her türlü ahlaki ve insani değerlerden yoksun biçimde üzerimize geliyorlardı.
Rêber APO Avrupa’ya çıktığında, Avrupa demokrasisinin neme nem bir demokrasi olduğu daha iyi görülecekti. Modernizemin canavarlaşan yüzü bir kez daha açıkça ortaya çıkacaktı. Zira modernitenin tarihte insanlığa yaşattığı tüm acılar, onun kirli ve vahşi yüzü kapitalist modernite de saklıydı. Kapitalist modernite sistemi tüm insanlık değerlerini ayaklarının altına alarak kendi hukuk ve demokrasisine de ihanet ederek el birliğiyle Rêber APO’yu tanımamak ve kabullenmemek için her şeyi yapıyordu. Cümle iblisler birleşmişti. Başını ABD’nin, büyük ölçüde AB devletlerinin, İsrail ve Yunanistan’ın çektiği uluslararası komploda Türk devletine düşen ise sadece zahmetsiz ve basit bir taşeronluk göreviydi. Zaten bundandır ki, zamanın başbakanı Ecevit “ halen bilmiyorum, bu APO niçin bize teslim edildi “ diyecekti. Plan kirli olduğu kadar, büyüktü. Belirttiğim gibi Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesi bile bu kadar olmamıştı.
Önder APO, Türkiye'ye teslim edildiğinde dünyalarımız yıkıldı. Hiç beklemediğimiz, hazır olmadığımız, tasavvur bile edemediğimiz bir durumla karşılaşmıştık. Bu büyük hainlik, sahte dostlar ve yetmez yoldaşlık nasıl olurda bir arada birleşebilir; Rêber APO Türkiye'ye teslim edilebilinirdi! Şaşkındık! İlk sefer uluslararası komplo karşısında adeta çaresiz kalmıştık. Sahte dostlar, gizli ve saklı düşmanlar, herkes ağız ve duruş birliğiyle kökümüzü kazmaya çalışıyorlardı. Halk ve hareket olarak üç ay sonra ne olacak diye önümüzü dahi göremeyecek kadar zordaydık. Her taraftan büyük bir saldırı ve kuşatma altındaydık. Yani can evimizden vurulmuştuk. Önderliğin değimiyle başsız bir gövde haline getirilmek isteniyorduk. Bu bizim için büyük bir sınavdı. Rêber APO’nun yoldaşları, öğrencileri ve militanları olarak bu tufandan yeni fırsatlar mı yaratacaktık yoksa ruhsuzlaşmış kişiler için olduğu gibi artık her şey bitecek miydi? İnsanlık, sadakat, gerçek APO’culuk sanki tam da bugünler içindi. Rêber APO öyle bir hareket ve halk yaratmıştı ki, dünya da başına kalsa direnmesini bilecek, bağlılık ve sadakatten bir an olsun şaşmayacaktı. Onlarca yurtsever ve yoldaşlarımız bedenlerini cayır cayır ateşe verdiler. Önderlik eksenli geliştirdikleri direnişle hainlere, uluslararası komploya karşı çelikten bariyer oldular. Hepsini bir kez daha minnetle anıyorum.
15 Şubat uluslararası komplosuna karşı tutumumuz tartışmasız ve kesin olarak direnmekti. Her birimiz fedai ruhlu birer canlı bomba olarak düşmanın beyninde patlayacaktık. Fırsatçı ve sahte bazı kişilerin ( ki bunların bugün esamesi bile okunmamaktadır ) dışında, parti ve hareket olarak; kadın, gençlik, hepimizin tutumu buydu. Ama Rêber APO bilindiği gibi her zamanki tarihsel kişiliğini bir kez daha gösterip, kendisinin de üçüncü doğuş dediği yeni paradigmasıyla yeni bir süreç başlatacaktı. Artık bize düşen Rêber APO’yu yeni paradigmasıyla daha çok derinliğine anlayıp pratikleştirmekti. Büyük yetersizliklere rağmen hainlerin ve tasfiyecilerin tasfiyesi gerçekleşmişti.
Peki şimdi geldiğimiz nokta ve uluslararası komplo hangi aşamadadır? Şunu çok rahat ve kesin olarak belirtebilirim ki, uluslararası komplo tüm çıplaklığıyla ortaya çıkarılmış, kaybetmiş ve yenilmiştir. Kazanan ise Rêber APO’nun paradigması, Rêber APO ve onun şahsında hareketimiz, halkımız ve insanlık olmuştur.
Rêber APO’nun İmralı zindanında gösterdiği direniş, verdiği mücadele, gelişmeleri neredeyse günlük yürüten ve denetleyen tarzı bunda kesinlikle belirleyici olmuştur. Bu da Rêber APO’nun önderlik tarzıdır. Tarihte ne 15 Şubat komplosu gibi bir komplo vardır, ne de Rêber APO’nun direnişiyle yol açtığı gelişmelere benzer bir örnek vardır. Hz. Musa’nın Kenan’a yarım kalan hicreti, Hz. İsa’nın çarmıha gerildikten sonra Hıristiyanlığın başına gelenler bilinmektedir. Hz. Muhammed’in daha cenazesi yerdeyken ortaya çıkan iktidar ve halifelik çatışmaları ve sonrası gelişmeler de bilinmektedir. Aynı akıbetten kurtulamayan Marx ve Engels’in hareketini, Lenin sonrası Sovyetleri vs. de örnek gösterebiliriz. Tabii Rêber APO’nun İmralı adasına derdest edilmesiyle PKK’nin dalması, çözülmesi ve tasfiye edilmesi hedeflenmişti. Zalimce bir kuşatmaydı. Uluslararası hegemonik güçler, TC ve Kürt işbirlikçi çizgisi, PKK’nin içine oynamak istiyorlardı. PKK’yi kimliksizleştirip özünden boşaltarak işbirlikçi kürdün, ilkel milliyetçi çizginin öne çıkarılması hedefleniyordu. Bunun için her türlü baskı ve kuşatmanın yanında inancı kalmamış, iradesi kırılmış kişiliklere ve onların zaaflarına hitap eden türlü türlü vaatlerde bulunuyorlardı. Askeri, politik, ideolojik ve yaşamsal anlamda büyük bir saldırı içindeydiler. Özetle saldırılar ne kadar acımasız ve büyük olduysa, direnişle verdiğimiz karşılık da o kadar sert ve kesintisiz oldu. Tutarlı devrimcilik, sadakat ve Rêber APO’ya bağlılık bugünler içindi. Bunda yetersizliklerimiz olduysa bile, kesinlikle taviz verilmedi. Şüphesiz Rêber APO’nun savunmaları, günlük talimat ve perspektifleri çok hayatiydi. Yoksa halimiz ne olurdu, belli değildi. İhanet asla! Ama ne ölçüde başaracağımız tartışmalıydı. Sanıyorum tarihe belki de kahramanca direnen ve fakat kazanamayan bir PKK olarak geçecektik. İşte Rêber APO’nun savunmaları ve müdahaleleri tam da böyle bir noktada sonucu belirleyen gelişmeler ortaya çıkarıyordu. PKK zor zamanlarda, yine zoru yenmeyi başaracaktı. Zaten PKK zoru başaran değil miydi. Başka türlü olamazdı. Kocaman bir dünya sistemiyle savaşım içindeydik. Savaşımız bir zihniyet ve sistem, bir özgürlük ve ahlak savaşıydı. Önderlik bunun savaşımını büyük verdi. Egemen zihniyet uygarlığını 5 bin yıllık sorguladı. Demokratik Sosyalizm ve Demokratik Modernite paradigmasını geliştirdi. Şimdi bu paradigma bütün ezilen halkların ve kültürlerin tek umudu ve güvencesi haline gelmiştir.
Sonuç olarak; uluslararası komplo ilk hamlesinde başarılı olduysa bile, karşısına gerçek kimliğiyle direnebilecek bir PKK bariyeri çıkmıştı, bu önemliydi. Uluslararası komplo günlerinden bugünlere kolay gelmediğimiz bilinmektedir. Bu süreçte büyük bedeller ödendi. Radikal halk serhıldanları gerçekleşti. Binlerce yoldaşımız şehit düştü, yaralandı. Fakat önderlik çizgisinde gösterdiğimiz ısrar ile uluslararası komplodan bu yana verdiğimiz mücadelenin ve geliştirdiğimiz direnişin toplam sonuçları alsında 2014 yılında gözle görülür biçimde ortaya çıktı. Bu anlamda 2014 yılı bizim için gerçekten kazanımlarla dolu bir yıl olmuştur. Özellikle HPG – YJA-STAR, YPG – YPJ ve Şengal Direniş Birliklerinin fedai ruhla geliştirdiği görkemli direniş, Kobani ve Şengal’de gerilla güçlerimizin IŞİD faşizmine karşı verdiği mücadele, hareketimizin Ortadoğu halkları ve insanlık nezdindeki itibar ve saygınlığını daha da artırmıştır. Kadın devrimi niteliğinde bir yıl yaşadık. Kadın kurtuluş çizgisi, dünya ezilen kadınlarına öncülük edebilecek bir düzey kazandı. Özgürlük hareketi, Ortadoğu'daki siyasi ve askeri dengeleri sarstı. Yeni dinamikler ortaya çıkardı. Rêber APO’nun Ortadoğu için öngördüğü Demokratik Ulus ve Demokratik Özerklik projesi halklar ve kültürler tarafından benimsendi ve güçlü bir umuda dönüştü. Partimizin üzerindeki terörizm yaftası yaygın biçimde tartışılır oldu. Özgürlük hareketi için siyasi ve diplomatik alanda birçok imkânlar ortaya çıktı. Hepsinden önemlisi, Rojava devriminin statüsü artık kazanılmış bir mevzi olarak kabul gördü. Rojava devrimi, demokratik Suriye’nin yapılanmasında temel bir unsur haline geldi. İktidarcı, ulus devletçi zihniyet özellikle KDP’nin şahsında iflas etti. Ortadoğu'da, PKK’siz bir statünün oluşturulamayacağı açıkça görüldü. Kürdistan'da halk serhıldanlarının yanında Demokratik Özerkliği inşa çalışmaları ve öz savunma örgütlenmesi gelişti. Rêber APO, AKP devletini baskılayarak çözüme zorladı. Bu minvaldeki mücadele halen de devam etmektedir.
Çok kısaca özetlemeye çalıştığım bütün bu gelişmeler bir de şunu ortaya çıkardı: uluslararası komplo yenilmiştir. Komplo, PKK’nin üzerinde hedeflediği hiçbir amacına ulaşamamıştır. Aksine komplocu güçler arasında çelişki ve sorunlar yaşanmış; önderlik halk ve hareket olarak bütün bu süreçlerden güçlenerek çıkmışızdır.
Fakat şu var; bizim kapitalist moderniteyle mücadelemiz stratejiktir. Zihinsel, ahlaksal, sistemseldir. Bu nedenle bu mücadele Kürdistan halkıyla birlikte Ortadoğu halkları özgürleşip Ortadoğu demokratikleşinceye kadar sürecektir. Yani ideolojik mücadelede ısrar, bağımsız, özgür ve özgün kimliğimizde ısrar hep olacaktır. Aksi durumda rehavet ve atalet kesinlikle kaybettirir. Şunu da belirtmek durumundayım ki, kazanımlarımız da, kayıplarımız da doğrudan önderliği anlama ve uygulama düzeyimizle ilgilidir. Önderliği asgari düzeyde temsil etmekle bile, nelerin başarıldığını Kobani’de ve Şengal’de gördük. Kayıplarımızın temel nedeni de, önderlik tarzıyla mücadele etmeyişimizdir. Öndelik hamleseldir. Var olanla yetinmez; böyle bir diyalektiği vardır. En zor koşullarda daima başarıyı önüne koyar. Plan ve tedbirlerini zamanında alır ve kesin kazanır. Sürekli kendini yenilemek, önderliğin temel özelliğidir. Tüm hayatını kadroların eğitimine adadı dersek yerindedir. Yaşam onun için eğitimin kendisidir. Zamanla adeta yarışır. Durağan değil, akışkandır. Hiçbir sorun ve engel karşısında çaresizliği ve çözümsüzlüğü asla kabul etmez. Bu anlamda olağanüstü yaratıcı bir kişiliktir. Her koşulda mutlaka çözüm gücüdür.
Uluslararası komplonun 16. Yılında, Kürdistan'ın dört parçasında büyük kazanımlarla, kendimize olan büyük güvenle, önderlik çizgisinde, zafer yolunda yürüyen bir hazırlık ve donanımla mücadeleyi daha kararlı biçimde yükselteceğimiz kesindir. Uluslararası komployu 16. Yılında böyle yüksek bir mücadele ruhuyla karşılıyoruz. Böyle tarihi ve ama lanetli günler her birimiz için kendimizi büyük sorgulamanın; hata ve yetmezliklerimizden dersler çıkarmanın, yoğunlaşmanın ve önderlikle tekrar buluşmanın gerekçesi olan günler olmalıdır. Bu temelde 2014 yılı kazanımları ile 2015 yılını önderliğimizle birlikte, halkımızın özgürlüğünün gerçekleştiği bir stratejik zafer yılı yapalım. Bu vesileyle HPG ve YJA,STAR,YPG, YPJ’nin tüm komuta ve savaşan güçlerini, kahraman gerillamızı sevgiyle selamlıyor, üstün başarılar diliyorum.
Cemil Bayık
- Ayrıntılar
Kürtler 15 Şubat’ı "Kara gün" olarak anıyor ve lanetliyor. 15 Şubat 1999 komplosunun her yıldönümünde kendini yenileyerek komploya karşı yeni bir mücadele planı oluşturuyor. Bu durum tam on altı yıldır böyle sürüyor. Fakat komplonun on yedinci yılına giriş biraz daha farklı yaşanıyor. Tıpkı sekizinci yılına giriş gibi. Tıpkı Viyanvari bir ruh ve bilinçle. Yani uluslararası komployla birlikte yaşamayı reddederek ve Önder Abdullah Öcalan’ın özgürlüğünü isteyerek!
Zaten bu nedenle komploya karşı özgürlük yürüyüşleri daha Şubat başından itibaren başlamış bulunuyor. Komploya karşı öfke ve tepkinin çok daha derin olduğu anlaşılıyor. "Öcalan’a Özgürlük" talebini Kürtlerin daha güçlü bir biçimde dile getirdiği gözleniyor. Dolayısıyla dört parça Kürdistan’da bu 15 Şubat süreci daha büyük eylemlerle geçeceğe benziyor. Kürtlerin "Öcalan’a Özgürlük" talebini sürekli ve çok daha güçlü bir biçimde dayatacağı anlaşılıyor.
Bu konuda Avrupa’daki Kürtler her zaman öncü oldular. Komploya karşı mücadelenin sürekli bayraktarlığını yaptılar. Bu yıl da benzer bir durum yaşanıyor. Avrupa’daki Kürtler daha Şubat başından itibaren özgürlük yürüyüşüne başlamış bulunuyor. Belli ki mevcut kararlı yürüyüşlerini geliştirerek sürdürecekler ve mutlaka başarı elde etmek isteyecekler. Bu inançla biz de tüm özgürlük yürüyüşçülerini, üç koldan Strasbourg’a yürüyen ve 15 Şubat komplosunu lanetleyerek Önder Abdullah Öcalan’a özgürlük isteyen herkesi selamlıyor, başarı dileklerimizi ifade ediyoruz. On altı yıldır komploya karşı "Güneşimizi karartamazsınız" şiarıyla fedai direnişi yürüten tüm kahraman şehitlerimizi saygıyla anıyoruz.
Ankara'daki hesap İmralı gerçeğine uymadı
Aslında şimdiye kadar onlarca kez uluslararası komplo boşa çıkartılarak yenilgiye uğratıldı. Unutmayalım ki, uluslararası komplo 9 Ekim 1998 günü harekete geçirildi ve esas amacı kim vurduya getirilerek Önder Abdullah Öcalan’ın imha edilmesiydi. Bizzat ABD Başkanlığı tarafından yürütülen bu plan, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın dikkatli ve duyarlı tarzıyla boşa çıkarıldı. Ardından gelen dört buçuk aylık küresel takip sonuç vermeyince, idam edilir hesabı ve beklentisiyle 15 Şubat korsanlık eylemi planlandı.
Göstermelik İmralı mahkemesinin idam kararını da, yine Önder Abdullah Öcalan’ın barış ve demokratik çözümden yana çok kararlı tavrı ile Kürt halkının ve Özgürlük Hareketinin Önder Abdullah Öcalan etrafında kenetlenmesi boşa çıkardı. Bülent Ecevit başkanlığındaki DSP-ANAP-MHP koalisyon hükümeti, idamı Türkiye’nin yararına görmeyerek, böyle bir durumun Türkiye’yi sonu gelmez bir çatışma içine sokacağını anlayarak, idam yerine İmralı işkence sistemi içinde "çürütme politikası" ile sonuç almayı tercih etti.
Bilindiği gibi, bu temelde İmralı mücadeleleri süreci başladı. 2000-2002 yılları arasında söz konusu Ecevit hükümeti şansını denedi. Ecevit’in sosyal-demokrat çizgisinin başarılı olacağı, bu temelde Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın ideolojik olarak yenilgiye uğratılacağı hesap edildi. Fakat Ankara’daki hesap İmralı’da tutmadı ve en zor koşullarda bile çalışma ve düşünce üretme gücü gösteren Önder Abdullah Öcalan’ın dehası Ecevit sosyal-demokrasisini yenmeyi başardı.
İmralı mücadelesini 2003-2005 yılları arasında AKP hükümeti yürüttü. Bu sefer Tayyip Erdoğan’ın "İslami çizgisi" ile başarılı olunacağı, bu çizginin Kürt halk Önderi Abdullah Öcalan’ı ideolojik yenilgiye uğratacağı hesaplandı. Hem Kürt halkının Müslüman olmasına ve hem de içten tasfiyecilik dayatılarak PKK’nin parçalanmasına dayanılmak istendi. Fakat Ankara’daki hesap bir kez daha İmralı gerçeğine uymadı. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan demokratik konfederalizm çizgisini geliştirerek ve Kürt sorunu için "Demokratik Çözüm Planı" sunarak AKP’nin sahte İslami çözüm çizgisini de yenilgiye uğrattı.
Böylece aslında 2005 Newrozunda Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın KCK sistemini ilan etmesiyle uluslararası komplo tümden yenilgiye uğramış oldu. Nitekim 23 Ağustos 2005 tarihli Milli Güvenlik Kurulu toplantısı yeniden "PKK’ye karşı topyekun savaş konseptini" kabul ederek söz konusu yenilgiyi kabul etmiş oldu.
Kürtler zafer kazanma sürecine girdi
O günden bu yana on yıldır yaşanan aslında öncekinin tekrarından başka bir şey değildir. Uluslararası komplo sistemi yeni bir şey üretememekte ve eski taktikleri daha yoğun güçlerle deneyerek süreci uzatmaya ve ayakta kalmaya çalışmaktadır. AKP’nin on yıldır yaptıkları aslında bir tekrardır. Uluslararası komployu başarıya götürmek ve bu temelde PKK’yi tasfiye etmek için iktidara getirilmiş olması, bu temelde görevlendirilmiş bir memur konumunda bulunması nedeniyle ısrar etmekte ve süreci uzatarak sonuç almayı umut etmektedir.
Fakat AKP’nin umut ve çabalarının da boş olduğu, Türkiye’nin tüm imkanlarını seferber etmesine ve özel savaşı inceltip derinleştirerek sürdürmesine rağmen PKK’yi tasfiye edemediği gibi Kürt özgürlük direnişinin gelişimini de engelleyemediği açıktır. Nitekim 2014 yılında Kürdistan’ın dört parçasında yaşanan gelişmeler bu gerçeği açıkça göstermektedir. Kürt Özgürlük Hareketi gittikçe çok daha fazla kitleselleştiği gibi, özellikle IŞİD faşizmine karşı Şengal ve Kobanê’de kazanılan askeri zafer Kürtleri ve Kürt Özgürlük Hareketi'ni küresel düzeyde demokrasi öncüsü haline getirmiştir.
Uluslararası komplonun on altıncı yıldönümüne işte bu gelişmeler temelinde girilmektedir. On altı yıl öncesine göre Kürtler şimdi çok daha güçlü ve örgütlü bir durumdadır. Kendi kendini savunabilen bir toplum haline geldiği gibi, IŞİD faşizmine karşı mücadelede özgür insanlığı savunan bir güç konumu da kazanmıştır. Dolayısıyla içteki gelişmeler kadar dıştaki gelişmeler de yaşanan zamanı Kürtlerin zamanı haline getirmektedir. Bu da kendini 15 Şubat komplosunu protesto eylemlerinde ortaya koymaktadır.
Belli ki uluslararası komploya karşı on yedinci yıl mücadelesi tamamen "Öcalan’a Özgürlük" hedefi temelinde geçecektir. Kürtler dört parça Kürdistan’da ve yurt dışında yürüteceği mücadeleyi bu hedef doğrultusunda yürütecektir. Önder Abdullah Öcalan’a özgürlük dışında hiçbir sonucu kabul etmeyecek ve bugün Avrupa’da başlattığı özgürlük yürüyüşünü bu hedefe ulaşana kadar sürdürecektir. Kuzey Kürdistan kentlerinde gerçekleştirilen özgürlük mitingleri bunu açıkça göstermektedir. Avrupa’da üç koldan başlatılan özgürlük yürüyüşü bu anlayış ve amaç temelinde olmakta ve kesin zafer kazanma iddiasıyla yürütülmektedir.
Önder Abdullah Öcalan’ın fiziki özgürlüğüne kadar kesintisiz olarak yürütüleceği ifade edilen bu direnişin kararlılıkla sürdürüleceği ve zafer kazanacağı açıktır. Şimdiye kadar mücadele etse de Kürtler zafer kazanamaz hesabı yapılıyordu. Şengal ve Kobanê zaferleri bu hesabın yanlış olduğunu ve Kürtlerin zafer kazanma sürecine girdiğini açıkça ortaya koydu. Bunun 15 Şubat komplosuna karşı da gerçekleşeceği açıktır. Bu temelde komployu bir kez daha lanetliyor, komploya karşı "Öcalan’a Özgürlük" şiarıyla mücadele eden herkesi selamlıyoruz!
- Ayrıntılar