İnsanlar iletişimi sesle sağlıyor. Sesin şifre haline getirilmesi dil olurken, dil ise bu bağlamda insanın en önemli iletişim aracı oluyor.
Dil insanların birbirlerini anlamaları, ilişki geliştirmeleri, anlaşmaları için değerlendirdiğinde bu var olan ve ortaya çıkmış olan sorunlara çözüm gücü olurken, tersi biçiminde kullanılırsa yani başkalarını kırmaya, hakaret etmeye, küçük düşürmeye dönük kullanıldığında ise yaşamı zehir haline getirdiği gibi, insanların ve toplumların birbirine girmesine hatta boğazlaşmasına kadar götürebilir.
Özcesi dil, dilin kullanılması biçimine göre olumlu ve olumsuz bir rol oynayabiliyor. Bu gerçekliğinden dolayı dilin kullanımı, sözün sarf edilmesi üzerine birçok ata ya da ana sözü sarf edilmiştir. Örneğin Hz. Ali’nin: “Söz ağzınızdayken söz sizin köleniz, ağzınızdan söz çıkmış ise artık siz o söz ya da sözlerin kölesisiniz” dediği gibi.
Malum içinizde her şeyi düşünebilir ya da tasarlaya bilirsiniz. Ve bu düşündükleriniz eğer söze ve eyleme dökülmemiş ise size kimse bir şey diyemez, suçlayamaz, karşı yaptırımlarda bulunamaz. Lakin düşündüklerinizi söze döktüğünüz ya da eyleme döktükten sonra sözler ve eylemler artık size ait olduğu için, sizi bağlar. Hz. Ali’nin söylediği gibi söz içinizdeyse söz sizin köleniz, söz ağzınızdan çıkmış ise siz o sözleri kölesisiniz.
Türkiye siyasetinde uzun yıllardır söz değerini yitirmiştir. Çünkü söz ve sözler ulu orta her yerde, peş peşe, her yere çekilebilecek bir biçimde kullanılmaya başlandığı için sözler yozlaşmıştır. Yozlaştırılmıştır. Söz anlamını yitirmiştir.
Ama unutmayalım ki bir yerde söz anlamını yitirmiş ise, söz değer kaybetmiş ise orada değer kaybeden ve yitirilen insanlıktır. Çünkü bu sözleri sarf edenler insanlardır. İnsanların sarf ederek onları kölesi haline gelen insanlardır.
Söz anlam yitimine uğramış ise, orada artık sözden bahsetmek yerine sadece sesten söz etmek daha yerinde olur. Ve gerçek manada Türkiye’de AKP denilen parti başta olmak üzere CHP gibi dikta geleneğinden gelen parti de sözü ayak altına almışlardır. Sözü ayak altına alan bu partiler özü itibariyle kendileri ayak altına alınmışlardır. Bunun için diyoruz ki ağızlarında çıkanlar sözler değildir, ağızlarından çıkanlar seslerdir. Ancak unutmayalım ki çıkardıkları sesler gerçekten de kirleticidir.
Nedeni açıktır; sesleri hep hakaretleri dile getiriyor. Didişme üzerine kuruludur. Küfürlerin dışında neredeyse ses düzenekleri işlemiyor. Bu özü itibariyle bir kirlenmedir, kirletmedir. Ses kirlenmesi ve kirletmesidir.
Sadece şu bir iki ay’ı alıp değerlendirelim. İktidarda bulunan AKP bakanlarının, başbakanlarının ve de cumhurbaşkanlarının sarf ettiklerine bir bakalım. Hep vurma ve kırma üzerinedir. Zaten cumhurbaşkanı olan kişinin dil sorunu dışında bir de terbiye sorunu olduğu için, sarf ettikleri argo, tehdit, ahlak dışı ve toplum dışı sözlerine herkes aldırış etmeyebilir. Ancak bu dil ya da ses kirliliği genel bir hal almış ise orada durmak gerekir. AKP denilen partinin neredeyse tüm önde isimleri aynı dili kullanır olmuşlardır. Ve bu dil belirttiğimiz gibi halklara tek bir faydası yoktur.
Türkçe de bir deyim vardır; “tencere dibin kara senin ki benden kara” diye, AKP ve siyasetinin böyle olduğu kesin ancak onlar kadar belki de onlardan daha da kirli bir dil kullanan başka bir parti ise CHP adındaki sosyal faşist hatta modern sağcı faşist partinin kullandığı dildir. Küfür, hakaret, boş, içeriksiz, anlamsız, çözüm üretmekten uzak.
Sözü uzatmayalım; Türkiye siyasetinde söz ya da dil anlaşmak ya da anlam yüklemek için değil, ses çıkarmak, karışıklık yaratmak, var olan çelişkileri daha da derinleştirmek, sorunları kördüğüm haline getirmek için inadına kullanılıyor.
Denilecek ki herkes sarf ettiği sözün kölesidir. Elbette herkes sarf ettiği sözlerin kölesidir. Ancak sözleri sarf edenler birde iktidar aygıtlarını ellerinde bulunduruyorlarsa orada sözün kölesi olanlar, kendi gerilikleri ve ahlaki dibe vurmuşluklarıyla sizleri de kirletebilir, sizlere ellerinde bulundurdukları güç imkanlarıyla yönelebilir, ezebilirler de.
Daha da ötesi, sizin onca cabanızı kendi dar, ırkçı ve milliyetçi çapsız söz ve ses kirliliklerine kurban edebilirler.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Günümüz Ortadoğu’da ki kaotik ortamda dünyanın irili ufaklı tüm güç ve tarafları olumlu olumsuz görünür adımlar attı, atmaya devam ediyor. Ne ilginçtir Rusya devletinin görülen, kamuoyuna yansıyan bir tavrı, adımı görünmüyor. Atıyor da biz mi göremiyoruz? Ya da görünmesini mi istemiyor? Belki de kültürü olan Matruşka bebekleri gibi, görünen bir yüzü, bir kalıbı ama iç içe geçmiş bebekler serisi sadece sahne lehine olduğun da kabuk kaldırılmaya karar verilir ve kaldırdığın kabuğun altından yeni bir bebek çıkar.
Rusya devletinin gerek Suriye’de gerek genel bölgede son bir yılda yaşananlara karşı tavrı incelenmeye değerdir. Tabi bu inceleme sadece güncelde takınılan tavır ve sonuçlar üzerinden yapılırsa yetersiz kalacaktır. Özellikle son yüz yılda Ortadoğu ve Kürdistan’a gerek Sovyetler Birliğinin ve devamı olan Bağımsız Devletler Topluluğu’nun(özelde Rusya devleti) yaklaşımlarını iyi analiz etmek gerekir. Bu temelde Rus-Devletinin Kürt halkına yönelik yaklaşımlarına bakacak olursak;
Sovyetlerin bir siyasal ve ideolojik güç olarak 1917 Ekim devrimiyle tarih sahnesine çıkarken Ortadoğu’da Osmanlı imparatorluğu dağılmayla yüz yüze kalmış, İttihat Terraki devamı Kemalist hareket öncülüğünde ulusal mücadele biçimlenmiştir. Ermeni halkı İttihat Terraki öncülüğünde geliştirilen soykırımla Anadolu ve Mezopotamya’dan çıkıp Kafkasya’ya sıkışmak, sığınmak zorunda kalmıştır. Bu katliama ne çarlık Rejimi ne de Sovyet sistemi yeterince tepki göstermemiş ve hatta Sovyet sistemi Kemalistlerle stratejik ilişkiler geliştirerek, T C’ nin yeniden inşasında belirleyici rol oynamıştır. Sovyet yönetimi uluslararası konferanslarda, diplomaside Türk tarafının tezlerini desteklemiş ve bir bütün ülke içinde sanayi, yol yapımları vb. birçok noktada TC’nin inşasında maddi ve manevi yardımda bulunmuştur.
1920’lerde başlayan TC’nin tekçi ulus-devlet projesi ekseninde gelişen Kürdistan’ı istila, Türkleştirme saldırılarına karşı Kürt halkının direnme savaşımına karşı kayıtsız kalmıştır. Bununla sınırlı kalmayıp Kürt halkının direnişlerini; Kemalistlerin belirttiği “modernizme karşı gerici, eşkıya, çapulcu vb.” tezlerini gerek sosyalist kamuoyunda ve gerekse dünyada propagandacısı olarak Kürtlere karşı önyargılar oluşturmada olumsuz rol oynadılar. Bu algıdan dolayı dünya sol- sosyalist hareketleri Kürt halkının tüm direnme savaşımlarına mesafeli yaklaşmıştır. Uzak durdular. Buna bağlı gerek Mahmud Berzenci ve gerekse Seyid Rıza’nın tüm yardım çağrı mektuplarını diplomasinin karanlık istihbarat odalarında cevapsız bıraktılar.
Mahabat Cumhuriyet deneyiminde bekli de Kürt halkının bugünkü “parçacı” siyasi eğilimlerinin geliştirilmesinde en önemli faktör Sovyetlerin yaklaşımından kaynağını almaktadır. Çünkü Mahabat’ta Komala Jiyanawa örgütünün çizgisi Kürdistan’a bütünlüklü bakıp, Lozan’da ki çizilen parçalanmış sınırları tanımayan ve ortak mücadeleyi savunan bir çizgidedir. Ama Sovyetler Birliği Qazi Muhammed’e “İKDP’yi kurması ve sadece kendi parçalarına hitap edecek program oluşturmasını ve Komala Jiyanewa’daki radikal unsurlardan kurtarmasını” salık verirler. Bundan sonrası biliniyor, bu parçacı çizgi halada Kürt halkının önünde en önemli engeldir.
Kızıl Kürdistan’ı TC ile yapılan anlaşmalar üzerine dağıtarak Azerliği kabul dedenleri Azerbaycan Cumhuriyetinde, etmeyen Kürt kitlelerini( suni- Müslüman) Orta-Asya Türki Cumhuriyetlere sürgün etmişti. Ezidi Kürtleri de Gürcistan ve Ermenistan’da ikameye tabi tutmuştu.
Sovyetler dağıldı, Sovyetlerdeki irili ufaklı tüm enişteler, halklar birçok hak elde ettiler ama Kürtlere bu zemin verilmedi, dağılma daha da derinleşti, bir buçuk milyon Kürt kitlesi Kafkasya’dan, Orta Asya’ya, Balkanlardan tüm Rusya’ya parçalı, dağınık bir halde asimile olmayla, toplumsal dokularını dil- kültürlerini yitirmeyle yüz yüze kalmışlardır. Birçoğu da asimile olmuş durumda. Örneğin; Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in Celali aşiretinden olması, bağlantılı olarak bugün itibariyle Azerbaycan’da bilinen beş yüz binden fazla Kürt kitlesi kendi dilini bilmiyor.
Sovyetler dağıldı. Matruşka bebeğinden 1999’da Önder Apo’ yu yakalatmada mavi akım projesi çıktı. En son 2012’de 60 yaşında, hasta bir Kürt siyasetçi( hiçbir askeri eyleme katılmadığı bilinen) Rusya devleti tarafından Çeçen militanları karşılığında TC’ye teslim edildi. Uluslararası hukukta “savaşamayacak konumda olanlara karşı dokunulmaması “ kararına karşılık bu çıkarlar temelinde bir kez daha Kürtlere reva görüldü.
Şimdi, bu süreçte, her yerin yangın yerine döndüğü, Ortadoğu’da taşların yerinden oynadığı bu süreçte Rusya’nın Matruşka bebeklerine dikkat etmek gerekir. Batı karşısında son dönemlerde TC ile Rusya’nın doğalgaz anlaşmaları, TC’ nin Ukrayna konusunda sessizliği- tavırsızlığı ve buna karşı Tüm dünyanın DAİŞ konusunda TC’yi işbirliğinden dolayı işlemesine karşın Rusya dan tek bir açıklamanın gelmemesi düşündürücüdür. Yine İran’la, Esad rejimi ile ve Davutoğlu ile son diyalogları hayra alamet değildir. Biz Kürtler konusunda hiç değildir.
Sonuç olarak Rojava devrimi Kürt halkı ve dünya halkları açısından çok önemli değerler yaratı. Hitler faşizmine karşı direnen Rus kızları Tanyaların mirasını şimdi Kobane de Arînler devir almıştır. Rus devlet geleneği de Çarlığı ve Stalin’in devlet pragmatiğini temsil ediyorlar. Bunun için olacak ki; onlar için devletlerde dostluk olmaz, çıkarları esastır. Ama bilmeliler ki, Kürt halkını satmaları karşılığında ne petrolerinin, nede hiçbir çıkarlarının garantisi olmayacaktır. Çünkü Kürtler ve Ortadoğu halkları artık Matruşka bebeklerine yer vermeyecek yetkinliktedir.
Medet Serhad
- Ayrıntılar
Maraş katliamının 36. yıl dönümü vesilesiyle birkaç hususu dile getirmek en temel görevlerimizin başında gelmektedir. 1978 yılının 12 Aralık tarihinde, Türk devlet güçlerinin kontravari güçleri ve mit eliyle bizzat gerçekleşen katliam saldırısı ırkçılığın ve tekçi zihniyetin bir ürünü olarak işletildi, bu insanlık suçudur. Acı verici olduğu kadar, binlerce yüzlerce Kürt insanımızın yaşamını yitirdiği bu katliam tarihin hiçbir döneminde insanların dilinden düşmeyecek ve her zaman Türk Devleti’nin anlında kara bir leke olarak anılacağını söyleyebilirim. İnsanın kanını donduran bu katliam tam olarak 36 yıl önce 21 Aralık 1978'de yaşandı ve yüzlerce kişinin öldürüldüğü, bin beş yüz kişinin yaralandığı Maraş'ta yaşanan katliamın 'devlet sırrı' olarak gizlenen resmi raporlarda yer aldığı her kes tarafından bilinmektedir. Artık açığa çıkan ve her kes tarafından kabul görülen bir gerçek konumuna gelmiştir. Bu resmi rapor uzunca bir süre devletin karanlık kasasında 'devlet sırrı' olarak saklandı. Hata yaşanan birçok katliam gibi devlet bunlara birer uydurma gerekçe yaratmaya çalıştı. Aslında halende bu durumu kendi gerçek hatası olarak göreme ve ahlaki bir sorumluluk gereği olarak kabul etme durumu söz konusu değildir.
1978'de Maraş'ta Alevi halkımıza hunharca katledenler. Bu gün aynı zihniyetin birer yansıması olarak Kürtlere karşı KOBANE ve ŞENGALDA uygulanmaktadır. Yine aynı jenosit; kültürel ve fiziki soykırım ROBOSKİ kasabasında Kürt insanlarımız bir avuç ekmek ve kendi yaşamlarını iddianame etmenin peşindeyken uygulandı. Yaşadığımız tarih boyunca Kürtler olarak maruz kalmadık hiçbir saldırı kalmamıştır. Her türden kimyasal madde ve silahlar üzerimizde denendi, fiziki ve kültürel varlığımızı ortadan kaldırmak için. Daha Halepçe, Geliye Zilan, katliamlarının anıları unutulmamış ve her bir Kürt çocuğunun hafızasında saklı ve babaannelerimizin bize bir hikâye olarak anlatımları, dün gibi zihnimizde yaşanmış gibidir. Bu tarihsel gerçekliğimizi anlamadan ve ondan ders çıkarmadan geleceğimizi özgür bir biçimde inşa etmek mümkün olmayacaktır.
Maraş katliamında hedeflenen neydi ve nasıl uygulandı?
Maraş katliamı en başta CIA ve MİT eliyle yapılması planlandı. Devlet güçleri bu durum karşısında zaten çok önceden hazır bir pozisyon almışlardı ve katliam nasıl ki 1925 Yılında Şeyh Said e dönük bir devlet provokasyonu olarak bilinçli yaratıldı ise aynı yöntem Maraş’ta da uygulandı ve olay öyle iki öğretmenin öldürülmesi meseli ile başlamış değildir. Fettulah Gülen cemaatinin bir uzantısı olan hizbi kontra ve dini geriliklerin yoğun etkisi altına olan bir kesim karanlık güçler eliyle de uygulandı. Esas neden ideolojik ve Kürtlerin özgürlük çıkışlarını bastırmak ve Maraş katliamı şahsında Kürtlerde gelişen direniş ve devrimci çıkışın önünü almaktı. Kürtlere bir kez daha kendi kültürünü ve varlığını inkâr etmeyi dayatmalıydı. Kürtlük yerine Türkleşme ideolojisini en yoğun dayatıldığı bir dönemde uygulandı Maraş katliamı.
Yine nasıl yezidi Kürt halkımız güney kürdistanda İŞİD çete örgütünün birinci hedefi konumunda yer aldıysalar, dini inançlarından dolayı katliamdan geçirildiyseler. 1978 yılında da Türk egemenlerinin ilk hedefleri arasında yer aldı ve insan dışı uygulamalarla karşı karşıya kaldılar Alevi Kürt halkımız. İslam dinin kendi dini dışında başka bir ideoloji ve halk tanımamasının faturası İslamlaşmayan ve kendi Alevi inançlarıyla kendisini temsil etmek isteyen insanımızın başında patlamış bulunmaktadır. Yaşanan asimilasyon ve katliamlardan dolayı halende insanımız gerçek kimliğini gizleyerek yaşamayı tercih ediyor. Çünkü yaşama alanı daraltıldı, birçok İslam’ım denilen toplumsal kesimlerin içinde hor görüldü ve kabul örülmeyen bir halk gerçekliğine sahiptir Alevi halkımız.
Nasıl ki Kürtlerin Ortadoğu coğrafyasında her zaman kimliklerine, öz varlığına kendini inkâr etmek ve resmi ideolojiler tarafından bastırıldığı, hiçe sayıldığı dönemlerden geçirildiyse aynı muamele bu sefer alevi halkımıza dayatıldı. İnsanlar kendi kimlikleri yüzünden yakılıp sesleri bastırılmak istendi.
Ancak bu gerçeklikleri görmek ve ona göre sonuç çıkarmak büyük önem taşır. Maraş katliamının sonuçları üzerinde en çok günümüzde rant ve pay çıkarmak isteyen güçler AKP, CHP ve MHP partileri olmaktadır. Alevi halkımız için bu tutum oldukça tehlikeli ve kabul edilir bir durum olarak ele alınmamalıdır. Binlerce insanımız yaşamını yitirdi, yüzlerce masum insanımız cayır cayır yakıldı bu katliamın hesaplaşmasını öyle bir özür dileme ve ya küçük çaplı göz boyama devlet paketleri, alevi açılım adı altında yapılmak istenilen bu girişimler kanları dökülen insanlarımıza birer hakaret olarak görmemiz gerekir. Ve bu konudaki girişimlere kanmamak, yanılmamak gerektiğine inanmaktayım.
Maraş katliamı aynı zamanda PKK ‘nin daha yeni yeni doğuşu ve özgürlük hareketinin yeşerdiği, doğduğu ilk yıla denk getirilmesi de tesadüfi bir durum olarak ele alınmamalıdır. 1973’ten sonra Önder APO öncülüğünde PKK Hareketi’nin çıkışı gerçekleşti. Türk soykırım sisteminin “buralar artık Kürdistan değil” dediği yerler; Maraş, Adıyaman, Antep, Kilis gibi yerler sömürgecilik tarafından Kürtlükten uzaklaştırılan, kendi egemenliğini kurduğu yerler olarak tanımladığı yerler olarak görülüyordu. Özgürlük hareketi de özgür yaşamın ilk tohumlarını, özgür yaşam kararını buralarda aldığı yerlerdi. Haki Karer ve Kemal Pir başta olmak üzere birçok PKK öncüsü çalışmalarını Antep, Adıyaman ve Maraş’ta parti faaliyetlerini yürüttüler. Buralardan ciddi bir katılım patlaması yaşandı. Ulusal kürtlük bilinci etrafında birçok genç akın akın özgürlük bilinci etrafında toplanmaya başladı. Maraş’tan yüzlerce PKK şehidi var. İlk kadın şehidimiz Bese Anuş gibi değerli şehitlerimiz var, aynı zamanda Antep de öyleydi. Sömürgecilik baktı ki buralarda Kürt halkı uyanıyor, o yüzden Türk sömürgeciliği Kürtlüğü ve Aleviliği birbirinden koparmak istedi. Bunlar Türk devleti belgelerinde var, bizzat Türk generalleri buna el atmış “Kürtlüğü ve Aleviliği birbirinden parçalamalıyız, koparmalıyız” demişlerdir. Bu temelde bölgeye dönük böylesi bir siyaset izlemek ön görüldü. Önemli olan ise özgürlük hareketi buralarda gelişti ve buralarda en çok katılım sağlayanlar da Alevi gençlerdi. Bu bölgenin birçok şehidi var. Mücadele yükseldi, gelişti, güçlendi, halk uyandı, bir örgütlenme gelişti, bir irade ortaya çıktı ve PKK’nin ilanı mücadelede büyük bir adım oldu. 27 Kasım’da PKK ilan edildi, 24 Aralık’ta ise bu katliam gerçekleşti. 18’inde, 19’unda başladı, 24’ünde ise bitti. O yüzden 24 Aralık Maraş katliamı olarak adlandırıldı. Bu PKK’nin kuruluşuna, Alevi halkımızın uyanışına, özellikle de Güney Batı Kürdistan’a karşı bir tehditti. Uyanan, mücadeleye katılan halkımızı korkutmak istediler, yine öldürdüklerini öldürüp geri kalanını da korkutup, mücadeleyi boşa çıkarmak istediler. Maraş bölgesi, ilçeleri birçok yol-yöntemle boşaltıldı. Maraş katliamının sebebi aslında budur.
Sayısız kadın bizzat devlet eliyle katledildi, tecavüze uğratıldı; halen ana karnından doğmamış çocukların, kadınların karnını yararak vahşice katlettikleri kadınları unutmak en büyük ihanettir. Kendi kürtlüğüne ve öz benliğine, ulusuna, toprağına, yurtseverliğine büyük ihanet olacaktır. Biz bunları unutsak tarih bizi lanetler ve asla bu lanet lekesinden kurtulamayız. Bu nedenden dolayı kimse çıkıp kütlerin tarihte yaşadığı soykırım ve katliam üzerinden bize siyaset yapmasın. Ancak bize yaşattıkları acı trajedi dolu bu tarihin gerçekliğinin tek af yolu kendi zihniyetlerinde yaşadıkları tekçi zihniyet ve milliyetçi duygularından kendilerini arındırmaları düşer, onlara. Diğer başka türlü söylem ve boş anlamsız tutumlar, lafazanlıktan öteye gitmez. Uluslar arası güçlerin desteğini kendi arkasına alan ve her zaman kapitalist modernite güçlerinin ideolojisinin temsilyetciliğini yapan AKP, MHP ve CHP partilerine düşen tek rol ve misyon kendi klişeleşmiş politikalarını bir kenara bırakmak ve Kürt özgürlük mücadelesinin özgür irade ve siyaseti önünde engel oluşturmaktan vaz geçmeleri en gerçekçi tutum alacağı konusunda genel bir görüş olarak kabul edildiğinin kanısındayım.
Maraş katliamını salt Alevileri kapsayan ve onların varlığına dönük bir katliam olarak ele almak yanlış ve yetersiz olacaktır. En başta direniş ruhunu ve özgür iradeyi kendisinde koruyan ve var kılan bütün Kürt halkını hedefleyen bir saldırı konsepti olarak ele almak gerekir. Bu anlamda bir kez daha tarihte Kürtlerin kültürel ve fiziki varlık haklarına dönük başka katliamlar yaşamaması için Kürtlerin bu tarihi dönemde yeniden birlik ve bütünlük sağlamasına vesile etmesi gerekiyor Maraş katliamı.
Bu vesileyle bir kez daha 36. Maraş katliamının yıl dönümünü kınarken yaşamını yitiren bütün insanlarımızı anıyorum; özelde Alevi halkımız olmak üzere bütün Kürt halkına baş sağlığı diliyorum.
DİYANA AMANOS
- Ayrıntılar
Egemenler tarihin ilk vurgunundan bu yana her zaman yeni yol ve yöntemlerle, kendi hakimiyetlerini hem sürdürmek, hem sağlama almak hem de kalıcı kılmak için çalışmışlardır. Bunun için her zaman özel ekipler oluşturarak insan ve toplumların ruhsal durumlarını inceleyerek, onlara nüfus etmenin yollarını da aramışlardır.
Bunun için denilebilir ki egemenlerin, iktidar güçlerinin özcesi tüm güç odaklarının ilk hakimiyet kurma sahaları ideolojik saha, yani zihniyet alanı olmuştur. Ne zaman ki zihniyet alanını etkileme güçleri azalmış ya da kendilerini etkili kılamamışlar ise o zaman şiddete, çıplak güce başvurmuşlardır. Bu şiddeti de karşılarında duran gücü etkisiz ve zayıf düşürmek için devreye koydukları da kesindir. İradesizleştirme, kırma ve bunları başaramazlar ise yok etmeye kadar götürülecek bir şiddet uyguladıklarını da, tarih bize söylüyor.
Aksi durumda dediğimiz gibi ilk yaptıkları iş beyinleri, zihinleri ve yürekleri fethetmek daha doğrusu manipüle ederek çalma peşinden koşma olmuştur.
Tarihin hangi safhasından geçersek geçelim, gidersek gidelim, bu durumu hep göreceğiz. Her iktidar odağı içinden çıktığı toplumu zapt etmek için onlara göre yeni metotlar geliştirmiştir. Halkları nasıl uyutacak, nasıl yürütecek daha doğrusu “güdebileceği” üzerinden epey kafa yormuşlardır. Belirttiğimiz gibi bunu yaparken tek kendileri kafa patlatmamış, onlarcasını, yüzlercesini hatta binlercesini bunun için sefer etmişlerdir. Belki de tarihte insanın ruhsal dünyasını fethetmek, manipüle etmek için en çok kapitalist çağda kapitalistler bu işe dört elle koşmuşlardır. Örneğin bugün ABD’de on binlerce insanın sadece Think Thank denilen kurumlarda, bir nevi laboratuvarlardan deney yapar gibi deneyler, tartışmalar, araştırmalar yaparak insanların nasıl yönlendirilecekleri üstüne inceleme üzerine incelemeler yapmaktadırlar.
Özcesi iktidar güçleri en ince yol ve yöntemleri en rafine hale getirerek, toplumları gütmenin yollarını aramaya daha doğrusu sağlamlaştırmaya devam ediyorlar. Öyle görülüyor ki insanın içinde özgürlük hasreti, özlemi, kıvılcımları var oldukça da devam da edeceklerdir. Hem de daha da zengin yöntemler geliştirerek.
İktidar güçlerinin tarihine; halkları hiçleştirme, etkisizleştirme, teslim alma, kandırma, oyalama derken aldatma yöntemlerine ilişkin kesinlikle AKP ve Erdoğan’ın uyguladığı yöntemlerden bir tanesi mutlaka geçecektir.
O yönteme biz, karşısındakini kaale almadan, ruhen, psikolojikmen, manen çökertme yöntemi diyelim. Bu yöntemin ismine ne konulacak onu kestirmek zordur. Ancak hasımlarını kaale almadan hiçleştirdikleri için “yok sayarak hiçleştirme mi” demek gerekiyor?
AKP’nin daha doğrusu Erdoğan ve çevresinin uyguladıkları politikalarına ve taktiklerine bakıla bilir. Elbette AKP ve ekibinin uyguladıkları taktikler çok mu ama çok zengindir. Örneğin inanmadıkları değerlere çok inanıyormuş gibi yapmaları gelişkin bir yöntemleridir. Yine toplumun çok farklı kesimlerinden dile gelen farklı düşünceleri sanki temsil ediyorlarmış gibi farklı çevreler henüz görüş belirtmeden hemen onların adına, hatta sanki kendileri öyleymiş gibi açıklamada bulunabiliyorlar. Hatırlayalım AKP gibi milliyetçi bir parti olmasına rağmen, neredeyse Sosyalist Enternasyonalin bir üyesi olacaktı! Bu gerçek manada bir yetenek isteyen bir iş olduğu da kesindir.
Yine milliyetçiliği de en etkili bir silah olarak kullandıklarını biliyoruz. Halbuki Türkiye’nin satmadıkları neredeyse tek bir yerini bırakmadılar. Türkiye’nin tümünü dünyanın emperyalist devletlerine sattılar ama Davos’ta, “One Minute” diyerek ne kadar çok Ortadoğulu olduklarını ise tüm Müslümanlara bir hamleyle güya göstermiş oldular.
Dahası var; İsrail devletiyle gelmiş geçmiş tüm hükümet ve partilerden en ileri düzeyde İsrail devleti ile ilişkili olan bir parti ve başbakan, neredeyse tüm dünyaya kendisini Anti-Siyonist olarak satabilmiştir. Bilenler bilir ki Davos’ta “One Minute” meselesinden sonra da hiçbir zaman İsrail ve Siyonizm ile ilişkilerini bu parti ve üyeleri kesmemişlerdir.
Evet, bunların böyle çok farklı ve zengin yöntemlerini saydıkça sayabiliriz. Nitekim bu zengin yol ve yöntemleriyle tüm Türkiye toplumunu da etkileyerek tam 13 yıldır aralıksız olarak iktidarda bulunma yeteneğini de göstermişlerdir. Bunun için bu partiyi ve bu partiyi kuran Erdoğan’ı hafife almamak gerekir.
Lakin daha zengin olan ve tarihe geçecek olan yöntemleri belirttiğimiz gibi bireyleri, çevreleri, örgütleri, toplumları, halkları hatta devletleri yok sayarak, yokmuş gibi davranarak, hiçleştirme taktik ve politikalarıdır.
Ne söylemek istediğimizi bir iki örnekle iyi verebiliriz.
Örneğin Kılıçdaroğlu adında CHP’nin bir tane Genel Başkanları var. Bildiğimiz kadarıyla aylardır, yıllardır hep meydan okuyor. Hem de canlı yayına AKP liderliğini ve Erdoğan’ı üst üste davet etmiştir. Halen de etmektedir. En son Davutoğlu’nu düelloya davet ettiği gibi. Ya sonuç ne oldu, sıfır cevap. Erdoğan bir gün bile Kılıçdaroğlu’yla neden canlı yayına çıkmayacağına ilişkin bir şey söylememiştir. Söylemez de. Çünkü taktik olarak belirttiğimiz stratejiyi izliyor. O strateji karşısındakini yani hasım gördüğünü yok sayma stratejisidir.
Hatırlıyorum bir seferinde bir davete hem Bahçeli, hem Kılıçdaroğlu hem de Erdoğan davet edilmişlerdi. Ve bu davete Erdoğan’ın gelip oturacağı yer Kılıçdaroğlu’na yakın olan bir yer olmasına rağmen, sanki salonda Kılıçdaroğlu yokmuş gibi yaparak, Bahçeliyi selamlamış, salonu selamlamış ve gelip yerine oturmuştur.
İşte söylemek istediğimiz, kaale almadan hiçleştirme politikası budur. Erdoğan hem selam vermemiş, hem de sanki Kılıçdaroğlu orada yokmuş gibi ederek, ruhen çökertmişti. Böylesi bir durumda Kılıçdaroğlu’nun yapacağı tek bir şey yoktur. Ya kalkıp çıkacaktır-ki bu siyaseten bir yenilgi olurdu- ya da sap gibi aynen o davette olduğu gibi kıp kırmızı olarak oturmaya devam edecekti. Bu duruma gelen ya da getirilen bir kişi sağlıklı düşünebilir mi? Ya da şöyle diyelim, Kılıçdaroğlu bu davette söylenen acaba kaç sözü ya da cümleyi anlamıştır.
Sözü uzatmayayım, herkes kendisini bir an Kılıçdaroğlu’nun yerine koysun. Biz böyle bir duruma düşsek ne yaparız? Ne yapardık? Ortadoğulu olduğu için müthiş gerilirdik v salonu terk edip giderdik. Ya içimize dönerek saatlerce bu kadar saygısız, pervasız, hor, barbar olan bu kişiliğe kendi içimizde tonlarca küfür ederdik. Etmiyor muyuz?
Benzer bir yaklaşımı yer yer alevi öncülerine, demokratik siyasetle uğraşan Kürt liderlerle, sivil toplumculara derken tüm topluma uyguluyorlar. Hatırlıyorum bir keresinde benzer bir yaklaşımı güya Türkiye’nin en zenginleri olan TUSİAD’lı birine yapmıştı. Ve o kişi muhtemelen halen kendine gelememiştir.
AKP’nin ve Erdoğan’ın yöntemi gerçekten de egemenlerin tarihine yeni bir yöntem zenginliği olarak geçecektir. Hep en çirkin ahlaksızlığı yapacaklar hem de sanki hiçbir şey olmamış gibi yaşamlarını sürdürmeleri, taktik zenginlik açısından örnek alınabilecek bir yöntemdir. Hem de Erdoğan yöntemi.
Erdoğan ve ekibiyle uğraşan ne kadar farklı siyasi eğilim olursa olsun, bunların bu ruhen çökerten psikolojik savaş yöntemi iyi bilinmelidir. Çünkü bu yöntemi tüm AKP’liler uyguluyor. Parlamentoyu bir izleyin. Takip ettikleri yöntemlere bir bakın. Bu yöntemi sık hem de çok fazla sık uyguladıklarını göreceksiniz.
Bunların bu yöntemine karşı etkisiz kalınmak istenmiyorsa, rahmetli Kemal Sunal gibi, “kovulmadım istifa ediyorum” diyerek resti çekmesini bilmek gerekiyor. “Aman niye benimle konuşmadılar, neden bana bakmadılar, görmediler mi, bir şey mi yaptım, bir şey mi oldu” demeden “hadi oradan” diyerek zırnık etki altında kalınmamalıdır. Çünkü bunların stratejileri bireyin psikolojisiyle oynama üzerine kuruludur. Bir kere bir bireyin ya da toplumun ruhsal durumuyla oynamışsanız, etkilemişseniz oraya istediğiniz gibi nüfus edebilir hatta etkileyebilirsiniz. Psikoloji biliminin bu en basit formülünü AKP öyle ustaca kullanıyor ki, neredeyse etkilemediği tek kişiyi bile bırakmamaktadır. Bu etkilemeye AKP’nin karşıtları yani karşı cephesinde yer alanlar da dahildir.
Burada gerçekten de yanında mısınız, karşısında mı duruyorsunuz çok önemli olmamaktadır. Önemli olan size aşıladıkları ruhsal durumdur. Bir kere sizlerde böyle bir durum yaratmış ise orada artık sizin kendinizi savunacak bir mekanizmanız kalmamış demektir.
Bu duruma gelmemek için öncelikli olarak AKP ve Erdoğan’ın tüm yol ve yöntemleri de dahil-özelde de yok sayma politikalarını- bilince çıkarak, bilince çıkarken özelde kendini katmadan, sağlıklı bir şekilde değerlendirerek karşısında durmasını bilmeliyiz.
Böyle yapar isek, yapabilir isek o zaman bu gerçekten de çok kirli bir tarzda yürütülen faşizan yapıya karşı kendimizi korumuş ve kollamış oluruz birde Türkiye toplumlarını da bu çirkin politik biçimine karşı da savunmuş ve korumuş oluruz.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
bir atın sırtında
- Ayrıntılar
Çünkü devlet ve hükümet Kürt halkının varlığını kabul etmemektedir. Kürtleri geçmişte yaşamış, bugün ise Türkleşmiş bir varlık olarak görmektedir. Bu nedenle “Kürt kökenli Türkler” olarak bakmaktadır. Böyle olunca da Kürt halkının özgürlük direnişini “Terörizm” ve “Dış güçlerin oyunu” olarak ele almaktadır. Kürt halkının varlık ve özgürlük eylemlerini “Türk düşmanlığı” olarak değerlendirmektedir. Bu nedenle de devlet ve hükümet “Kürt düşmanlığı” stratejisine oturmuş bulunmaktadır.
Böyle olunca da devlet ve hükümetin süreçten anladığı “terörü bitirmek” olmaktadır. Bu nedenle soruna hep “güvenlikçi” anlayışla ve bir “asayiş sorunu” olarak bakmaktadır. Bu durum aslında tarafların “süreç” kelimesine yükledikleri anlamı birbirinden yüz seksen derece farklı hale getirmektedir. Kürtler süreci “Kürt sorununun çözümü” süreci olarak, yani Kürt halkının ulusal-demokratik haklarına kavuşması süreci olarak anlar ve ele alırken, devlet ve AKP hükümeti ise süreci “terörün bitirilmesi” süreci olarak, yani PKK ve Kürt direnişinin imha ve tasfiye edilmesi süreci olarak anlamakta ve ele almaktadır.
Elbette söz konusu bu görüş farklılığı sürecin ilerlememesinin ve bir çözüm süreci haline gelememesinin esasıdır. Dolayısıyla “süreç” üzerine yaşananlar bir türlü stratejik bir boyut kazanamamakta ve sonunda hep taktik yaklaşımlar olarak kalmaktadır. Sorunun bu tarz farklı anlaşılması ve ele alınması sürdükçe de söz konusu sürecin taktik boyutu aşıp stratejik boyut kazanması imkansızdır. Yani taraflar hep birbirine karşı güvensiz olacaklar ve yine hep birbirinden siyasi kazanç sağlamaya çalışacaklardır.
Kuşkusuz sorunu ele almada anlayış ve yaklaşım farklılıkları aşılıp zihniyet ve politika birliği yaratılabilse, o zaman sorunun çözüm süreci çok hızlı ve kolay gelişir ve dünyanın bu en ağır sorunu çok kolay bir biçimde ve bir anda çözüme kavuşur. Fakat bir türlü buna ulaşılamamakta ve yakın zamanda öyle kolaylıkla ulaşılabilecek bir noktada da gözükmemektedir. İşte böyle bir durumda söz konusu “süreç” tartışmaları gündeme gelmekte ve bir anlamda sorunu çözmekten önce aradaki anlayış ve yaklaşım farklılıklarını gidermeyi hedefleyen bir süreç olmaktadır. Bu durum da söz konusu süreç tartışmaları kapsamında içerikle birlikte “yöntem” ve “zaman” kavramlarını da öne çıkarmakta ve adeta püf noktalar haline getirmektedir.
Aslında Kürt sorununun çözümü ve demokratikleşme tartışmaları çerçevesinde geçmişte de bu durumlar hep var olmuştur. Örneğin “oyalama” ve “erteleme” tartışmaları hep bu noktadan kaynaklanmıştır. Dikkat edilirse, tarafların geçmişe ilişkin birbirlerine yönelttikleri eleştiri veya suçlamalar en fazla bu kavramlar çerçevesindedir. Bu da anlayış ve yaklaşım birliğinin yaratılamadığı bir ortamda çözüm süreci geliştirebilmek için zorunlu olmaktadır.
Şimdi basına yansıyan bilgilere göre, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Müzakere Süreci Taslağı” adı altında geliştirdiği yeni projenin de içerik yanında en önemli bölümlerinin “yöntem” ve “zaman” mefhumları olduğu anlaşılmaktadır. Bir gün söz konusu taslak bütünüyle yayınlanırsa elbette her şeyi tümüyle öğreneceğiz. Ancak mevcut haliyle de taslağın içerdiği püf noktaları esas itibariyle öğrenmiş ve anlamış durumdayız.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın geliştirdiği Barış ve Demokratik Müzakere Süreci Taslağı’nın dokuz bölümden oluşan bir içerik kısmının bulunduğu ve esas olarak müzakere edilerek bunların netleştirilmesinin hedeflendiği ifade edilmektedir. Bunların Kürt sorununun çözümü kadar Türkiye ve Ortadoğu’nun demokratikleşmesini de içerdiği anlaşılmaktadır. Bunlar arasında ekolojik sorunlarla kadın özgürlük sorununun çok önemli yer tuttuğu belirtilmektedir.
Ancak söz konusu boyutlarda gereken müzakerenin yapılıp sonuçlara ulaşılabilmesi için çok önemli iki kavram “yöntem” ve “zaman” olmaktadır. Bu nedenle Kürt Halk Önderi’nin “yöntem” konusunu birinci madde olarak ele aldığı ve tüm ayrıntılarına kadar inceleyip netleştirmeye çalıştığı belirtilmektedir. Öyle ki, bunlar arasında tutanak tutmaktan, sonuçları yazılı hale getirip imzalamaya kadar her şey vardır. Düşünebiliyor musunuz, yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde Kürt sorunu gibi bir halkın varlık-yokluk sorunu olan bir konuda belge ve imza konusu tartışma gündeminin başında gelen bir husus olmaktadır. Elbette bu durumun başka bir örneği yoktur. Çünkü Kürt halkı gibi inkar edilen ve kültürel soykırıma tabi tutulan başka bir halk yoktur. Demek ki bu durum inkar ve imha sisteminden, yani kültürel soykırım rejiminden kaynaklanmaktadır.
Yöntem gibi “zaman” kavramı da son Taslak'ta öne çıkmaktadır. Hatta daha öncekilerden farklı olarak, son Barış ve Demokratik Müzakere Süreci Taslağı’nda “zaman” mefhumu çok daha öne çıkmakta ve neredeyse en önemlisi haline gelmektedir. Kuşkusuz bunun için özel bir bölüm yoktur, fakat “Eylem Planı” bölümünün tümüyle bunu içerdiği de bir gerçektir. Bu çerçevede Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın her şeyi ve tüm zamanı gün gün ve ay ay takvime bağladığı ve sürecin ilerleyip başarıya ulaşılması için bu takvime göre hareket etmeyi gerekli ve zorunlu gördüğü nettir.
Kısaca çok daha açık bir biçimde anlaşılmaktadır ki, Önder Abdullah Öcalan demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümünü hemen şimdi istemekte ve oyalama kabilinden zamana yaymalara karşı çıkmaktadır. Bunun için de Şubat başına kadar müzakere sürecinin tamamlanmasını gerekli görmektedir. Şubat, Mart ve Nisan aylarını ise ulaşılan sonuçların pratikleşeceği dönem olarak öngörmektedir. Nisan sonundan itibaren ise artık normalleşme dönemine geçmeyi hedeflemektedir.
Kuşkusuz bu durum Kürt tarafının samimiyeti, çözümde istekliliği ve kendine güveni olarak görülebilir. Ve bu hususlar da çok önemlidir. Yine karşı tarafa güvensizliği ve oyalamacı yaklaşımlara karşı tedbiri olarak da ele alınabilir. Elbette bu hususlar da önemlidir ve basit ele alınamaz. Kürt sorununun ağırlığı ve 1993’ten beri devam eden sürecin varlığı dikkate alınırsa, Önder Abdullah Öcalan’ın bu denli duyarlı olmasının nedenleri kolayca anlaşılır.
Bütün bunlar ne anlama geliyor? Çok açık ki, söz konusu sürecin özünde etkili bir mücadele süreci olduğu ve başka türlü yaklaşılamayacağı anlamına geliyor. Böyle bir mücadele görevi de kuşkusuz başta gençler ve kadınlar olmak üzere Kürt halkına ve Türkiye toplumuna, onun devrimci-demokratik güçlerine düşüyor. Bu konuda yanlış anlamamak, mücadele yöntemlerinde yaratıcı olmak ve örgütlü-planlı hareket etmek büyük önem taşıyor.
Örneğin söz konusu takvimde bir günlük bir erteleme bile olsa halkın ve demokratik güçlerin kıyameti koparması gerekiyor. Oysa daha şimdiden AKP’nin oyalayıcı ve erteleyici yaklaşımları açıkça görülüyor. Örneğin Önder Abdullah Öcalan, tarafların görüşlerinin on gün içinde kendisine ulaştırılmasını istedi. KCK Yönetimi ayın 9’unda, yani onuncu günde cevabını aracılık yapan HDP Heyeti’ne bildirdiğini açıkladı. Fakat bugün on dördüncü gündür ve hala HDP Heyeti İmralı’ya gidip KCK’nin görüşlerini Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a iletebilmiş değildir. Daha Heyet’in İmralı’ya ne zaman gideceği de belli değildir.
Bu durumun ve dolayısıyla AKP Hükümeti'nin tutumunun sürece ters olduğu ve daha şimdiden oyalama ve erteleme anlamına geldiği açıktır. Tabii bu da tüm halkın ve demokratik güçlerin derhal ve etkili eylemlerle protesto etmesini gerektirir. AKP sürecin ruhuna ve takvimine uygun hareket etmediği gibi, bir de yalan ve demagojiyle HDP’ye saldırmaya çalışmaktadır. İşte bu noktada halkın ve demokratik güçlerin anında harekete geçmesi önemlidir. Süreç AKP’ye karşı demokratik siyasi mücadeleyi yükseltmeyi gerektirmektedir.
- Ayrıntılar
HDP Heyeti’nin 29 Kasım’da İmralı’ya gidip Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile görüşme yapması ardından “çözüm süreci” tartışmaları yeniden yoğunlaştı. Gerçi Hükümet sözcüleri “çözüm süreci” kavramını dillerinden düşürmüyorlardı, fakat pratikleri buna ters olduğu için pek inandırıcı olamıyorlardı. Ama HDP Heyeti İmralı’ya gidip de açık bir uyarı ve somut bir “Çözüm Projesi” ile dönünce herkes sürecin ciddiyetine ve yeni bir çabanın varlığına inandı.
Şimdi artık çözüm sürecinde yeni bir çıkış ve yeni bir proje var. Bu kesin! Fakat bu çıkışın da ne kadar sonuç verici olup olamayacağı pek belli değil. Çünkü AKP Hükümeti bu tür çabaları hep oyalama ve iktidarını güçlendirme tutumuyla karşılıyor. Sürekli iç politikanın ve seçim kazanmanın aracı yapıyor. Aslında şimdi de sürece böyle yaklaşıyor. “çözüm sürecini” aslında bir “seçim süreci” olarak ele alıyor. Ve bu temelde 2015 genel seçimlerini kazanmayı hedefliyor. Bu da ikinci kesinlik oluyor.
30 Ekim tarihli Milli Güvenlik Kurulu toplantısının “imha ve tasfiye” kararı ardından gösterilen sert tutumda biraz yumuşama başlayınca ve AKP sözcüleri HDP Heyeti ile görüşmeleri yeniden gündemleştirince, bu tutum AKP’nin seçim sürecini başlatması olarak yorumlanmıştı. Dolayısıyla AKP “çözüm süreci” deyince, bunun “seçim süreci” olarak anlaşılması gerektiği tespiti yapılmıştı. Aslında Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın bu yeni girişimi söz konusu durumu ortadan kaldırmıyor. Tersine AKP’nin “çözüm sürecini” yeni bir “seçim süreci” olarak ele alma yaklaşımına karşı yeni bir siyasal hamle oluyor. AKP’nin seçim süreci yaklaşımını gerçek bir “çözüm sürecine” dönüştürmeyi hedefliyor. Bakalım başarılı olabilecek mi?
Kuşkusuz başarılı olabilmesi için bazı şartların gerçekleşmesine ihtiyaç var. Peki nedir bu şartlar? Birincisi, bu çabayı tüm demokratik güçlerin sahiplenmesi ve örgütlü bir ortak çalışma içinde olması gerekir. Çünkü AKP’nin hileli ve sadece kendi çıkarını öngören yaklaşımını yalnızca Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın ve bazı çevrelerin çabaları boşa çıkaramaz ve süreci gerçek anlamda bir çözüm süreci haline getiremez. Bunu ancak tüm demokratik güçlerin ortak çabası sağlayabilir.
İkincisi, tüm demokratik güçlerin Kürt Halk Önderi’nin bu “çözüm süreci” çabasını doğru anlaması gerekir. Yani bunu yaklaşan genel seçim öncesinde AKP’ye karşı yöneltilmiş bir siyasal mücadele olarak görmesi ve bu temelde yaklaşıp mücadele görevlerine sahip çıkması gerekir. “Çözüm süreci” çalışmalarını seçim öncesinin yoğunlaşmış bir siyasal mücadelesi olarak ele almayan yaklaşımlar kesinlikle doğru değildir ve demokratik siyasete zarar verir. Bu noktada süreci mücadelesiz ele almak ile onu küçümsemek iki temel yanlış anlayıştır ve ikisi de aynı kapıya çıkar.
Üçüncüsü ve bunların tamamlayanı olarak, tüm demokratik güçlerin kendi görevlerine sahip çıkmaları ve başarıyla yerine getirmeleri gerekir. Nedir bu görevler? Kuşkusuz tüm devrimci-demokratik güçlere düşen, AKP iktidarına karşı çok yoğun bir siyasal mücadele yürütmektir. Başta gençler ve kadınlar olmak üzere tüm halk kesimlerinin hak, adalet, ekmek, özgürlük ve demokrasi mücadelelerini seçim sürecinde en etkili yöntemlerle ve çok güçlü bir biçimde geliştirmeleri zorunludur. Bu öyle olmalıdır ki, AKP’nin tüm kirli çamaşırlarını ortaya dökmeli ve toplumda yeni bir yönetimin gerekli olduğu bilincini ve inancını kesinleştirmelidir.
Bununla birlikte demokratik siyasete düşen diğer bir görev ise, 2015 genel seçiminde barajı aşarak ülke yönetiminde söz sahibi olacak bir meclis grubuna ulaşmaktır. Bunun gerektirdiği propaganda, örgütlenme ve ittifak çalışmasını yürütmektir. Aslında iç ve dış koşullar bunun için son derece uygundur ve büyük imkanlar sunmaktadır. Eğer başta HDP olmak üzere tüm demokratik siyasal güçler gerçekten sorumlu davranır ve yaratıcı yöntemlerle aktif bir çalışma içinde olurlarsa söz konusu görevlerin başarılması kesindir.
Demek ki Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın öngördüğü yeni “çözüm süreci” statik değil, dinamik bir süreçtir, aktif bir siyasal mücadele sürecidir. Öyle masa başında tartışma ve anlaşmalarla gerçekleşen değil, mücadele meydanlarında kazanılacak olan bir süreçtir. 30 Ekim MGK kararı ardından AKP’nin geliştirmeye çalıştığı seçim sürecine karşı geliştirilen bir demokratik seçim mücadelesi olmaktadır. AKP’nin seçim hamlesine karşı demokratik seçim hamlesi olma özelliği taşımaktadır.
Selahattin Erdem
Kaynak: Yeni Özgür Politika Gazetesi
- Ayrıntılar
Sanat doğası gereği incelik isteyen bir iştir. Bunun için sözlükler: “Bir duygunun, tasarının veya güzelliğin anlatımında kullanılan yöntemlerin tamamı veya bu anlatım sonucunda ortaya çıkan üstün yaratıcılık ve bir şey yapmadan gösterilen ustalık” diye de tanımlanabiliyor.
Biz duygu ile ilişkili olan sanattan ziyade “bir şey yapmadan gösterilen ustalık” tanımından yola çıkarak AKP’nin her zaman bir şeyleri yapacak gibi kendisini yansıtma becerisi üzerinde durmak istiyoruz. AKP denilen parti bu konuda gerçekten de tam bir sanat ustalığıyla toplumda yapmadığı halde, ancak yapacak gibi, yapmış gibi bir duygu insanlarda yaratabiliyor. Bunun da dediğimiz gibi gerçekten çok ciddi bir yetenek hem de bezirgan yeteneği istediği açıktır.
Örneğin; AKP, Kürtlerle TC Devleti’nin yaşadığı sorunları çözmek istediğini yıllardır dillendiriyor. Biz bu yazımızda daha çok buna dönük bazı görüşler sunmak istiyoruz. AKP’nin Romen sorununa dönükte böyle bir yaklaşım sergilediğini herkes biliyor. Benzer bir şekilde belki de daha da ilerisini Alevi Sorununa dönük ortaya koyduğu yaklaşımlarıdır. Avrupa Birliğine girme meselesi de benzerdir. Dersim Katliamı’na yaklaşımı da aynı minvaldedir. Ve tabi ekolojiye, sivil topluma, Çerkezlere derken aslında tüm sorunlara yaklaşımı benzerdir.
Yukarıda ifade ettiğimiz gibi biz bu yazıda AKP’nin Kürt Sorununa çözüm yaklaşımına ilişkin birkaç şey belirtmek istiyoruz.
Hatırlayanlar bilir, konuya giriş yaparken Erdoğan henüz 2005 yılında: “Kürt Sorunu benim sorunumdur” dedi. Ardından ise Rusya’da: “Bir şeyi yok sayarsan o şey yoktur” dedi ve Kürt sorunu diye bir sorunun olmadığını ifade etti. Süreçle yine Kürt Sorunu dedi, ardından Kardeşlik Projesi dedi, peşinden ise Milli Birlik Ve Kardeşlik Projesi dedi. Derken en sonunda Çözüm Süreci kavramında şimdilik sabitlenmiş olsalar da, her sıkıştıklarında yine Milli Birlik Projesi, Kardeşlik Projesi, Kürt Kökenli Vatandaşların Sorunu gibi kavramları da sık sık kullandıklarını hepimiz izliyoruz ve görüyoruz.
AKP hükümeti bir sorunu çözecek gibi yapma hususunda oldukça becerikli olduğunu en çok Kürt Sorununa yaklaşımda ortaya koymuştur. Öyle ki neredeyse herkeste, tüm toplum kesimlerinde sanki Kürt sorununu çözecekmiş gibi bir algı yaratabilmiştir. Hatta birçok toplum kesimin de, bırakalım çözecekmiş gibi yapma becerisini sanki Kürt sorununu çözmüş gibi bir algı bile yaratmıştır. Bu inceliği ve kurnazlığı herkes gösteremez. Yani olmamış olan bir durumu olmuş gibi gösterme inceliği ya da sanatı konusunda AKP gerçekten de, tam bir numaradır, birinci sınıftır. AKP’nin üzerine bu konuda yoktur. Ve muhtemeldir ki; dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir parti, hiçbir kuruluş, hiçbir devlet, hiçbir psikolojik savaş merkezi AKP’nin yarattığı bu sanal durumu yaratamaz ve yaratamamıştır. İşte bu bir incelik ve sanattır.
Denilecek ki ama öyle bir şey yok ki! Yok, olmasına yok ama herkeste böyle bir beklenti, umut ve algı yaratmış mı yaratmamış mı? Bırakalım halkımızı ve halkları, sözde aydın geçinen binlerce insanı ne kadar böyle inandırdığını günlük olarak görmüyor muyuz?
Dikkat edelim hangi aydınlar tam da bu konsepte girmiyorlar, AKP’nin bu algı operasyonundan etkilenmiyorlar? Ya gerçekten aydın vasıfları var olanlar yani toplumla ilgilileri olan ve de iktidarın olanaklarına gözlerini dikmemiş kısmi bir kesim ya da AKP ile çalışmış ama AKP onlara yönelerek kapı dışarı etmişler dışında, gerçekten bu yanıltma konseptine girmeyen kaç aydın, sanatçı, sivil toplumcu derken böyle muhalif vardır? Yoktur ya da gerçekten çok mu ama çok sınırlı sayıda, hatta parmakla sayılacak düzeyde böyle insan vardır.
AKP’nin ustalık hatta sanatçı bir tarzda böyle bir durumu yarattığı durum budur. Örneğin Kürt sorununa ilişkin hemen şimdi içerisinde bulunduğumuz duruma bakarak birkaç şey söyleyerek, ne demek istediğimizi daha iyi anlatmış oluruz.
1-AKP her gün neredeyse her saat, “çözüm projesine bağlıyız, kıyamette kopsa bu sorunu kardeşlik temelinde çözeceğiz” diyerek kıyametleri koparıyor.
Bunları söylerken; Kürtlerle görüşüyor, HDP heyetiyle görüşüyor, PKK ile görüşmek istediğini belirtiyor, Başkan Apo’nun yanına heyet gönderiyor, “kendi kendimize çözelim, başkaları araya girmesin” diyor, Afrin’den gelen heyeti karşılıyor, Barzanilerle bir araya geliyor ve böyle daha fazlasını sayabiliriz.
Bunları yaparken ne kadar Kürt Sorunu çözme meselesinde iradeli olduğunu, iddialı olduğunu ve de çözecekmiş gibi bir kararlılık içerisinde olduğunu herkese götürmüş oluyor.
2-Yukarıda dile gelenleri yaparken birde bakıyorsunuz Kobanê’ye kuzeyden Mürşit sınır kapısından DAİŞ çetelerini geçirerek, intihar eylemleri yaptırtıyor.
Bununla da Kobanê’lere, Afrinlere, Qamışlo Kürtlerine dolayısıyla Kürt Özgürlük Hareketine, “ayağınızı denk alın, benim dediklerimi yapmazsanız, yapacağımı bilirim” mesajını veriyor. Bunu hem de Başkan Apo ile bir heyetin görüşeceği gün yaparak Başkan Apo’ya da kendilerince mesaj vermiş oluyorlar.
3-Putin ile hem de Kürt Özgürlük Hareketi dünyanın her yerine açılım yapmışken görüşüyorlar, bir nevi 2. Mavi Akım Projesi gibi bir projeyle Rusların Kürt Özgürlük Hareketine yaklaşmaması ve destek sunmamaları için adeta neleri varsa satıyorlar, peşkeş çekiyorlar.
4-Çözüm projesi diyorlar yukarıda ifade ettiğimiz algıyı yaratıyorlar, ama Kürdistan'da ise boydan boya Heslerle, barajlarla tüm tabiatını, tarihi değerlerini yerle bir ediyorlar. Tarım arazisi bırakmayarak Kürtleri gelecekte aç kalmaya mahkum ediyorlar. Bunlara gerilla az bir şey dokundu mu da, “vay PKK barış istemiyor” diyerek Kürt Halkı nezdinde kendilerince karşı propaganda olarak kullanıyorlar.
5-Bunlar yetmiyor, Kürdistan’ın her yerine Kalekol, karakol inşaatlarına aralıksız devam ediyorlar. Barajlara ve Heslere dönük benzer bir yaklaşımı gerilla bu Kalekol ve karakollara yönelim içerisine girdiğinde sergiliyorlar. Halbuki Kalekol ve karakolların niçin yapıldığını normal şartlarda herkes bilir.
6-Kuzey Kürdistan sınırıyla Güney Kürdistan sınırı adeta karakollarla yeniden işgal edilmiş durumdadır. Yaz ve kış demeden, gece demeden gündüz demeden inşaat çalışmaları içerisinde oldukları halde, “bunları dış güvenliğimiz için yapıyoruz” diyerek başka bir kandırmacayı herkese yutturuyorlar.
7-Hepsinden en önemlisi de 30 Ekim günü MGK’da hükümet ve devlet Kürtlere karşı resmi olarak savaş kararı almıştır.
Hatırlayanlar bilir 6-8 Ekim serhıldanı sürecinde neredeyse tüm hükümet yetkililerinin ağızlarından çıkan sadece ve sadece savaş naralarıydı. Sonra modu değiştirseler de özü savaş tamtamlarıydı.
Sözü uzatmadan belirtelim ki, AKP gerçekten de savaş kararı aldığı halde, neden sanki Kürt sorununu çözecekmiş gibi bir algıyı sürdürmede ısrarındadır? Buna verilecek tek bir cevap vardır, o da: 2015 Seçimleridir.
8-AKP 2015 seçimlerini kazandıktan sonra Kürt Sorunu diye bir sorunu olmadığını, zaten Kürt sorununu çözdüğünü, böyle bir sorunun geçmişten kaldığını belirterek tamamen Kürtlere sert bir yönelim içerisinde olacağı kesin gibi görünmektedir.
Daha da ileriye götürelim söyleyeceklerimizi, AKP eğer seçimi kazanırsa-ki birkaç yıl hiçbir seçim olmayacaktır-sadece Kürtlere yönelmeyecek, Alevilere de, Romenlere de, ekolojistlere de, gezi direnişçilerine de, özgürlükçü kadınlara da, sivil toplumculara da derken ne kadar böyle muhalif varsa hepsini önüne katarak, kendilerine dün dost olan Fetullahçılara yaptıklarını gibi herkese yöneleceklerdir. Bunun böyle bilinmesi gerekiyor.
İşte AKP bu durumu seçimlere kadar saklamak ve gizlemek için bir cambaz misali her ipten oynamakta ya da tüm iplere oynamaktadır diyelim. Adeta tüm sahaları doldurarak, hiçbir yerde boşluk bırakmayarak dans etmekte ve bir jonglörün ustalığını göstermektedir. Böyle sanatkârane bir biçimde samimiyetsizliğini, sahtekârlığını, ikiyüzlülüğünü, riyakârlığını, dolandırıcılığını, dalavereciliğini, bukalemunluğunu bir saniye bile gizleyemezse ayakta duramaz, silinip götürülür.
AKP tüm bunlara rağmen halen ayakta duruyorsa, meydanlarda halen gür haykırabiliyorsa güvendiği tek silahı, sanatkârane bir tarzla tüm toplum kesimlerinde var olan herhangi bir sorunu sanki çözüyormuş ya da çözecekmiş gibi algıyı yaratmasına ve manipüle etme yeteneğine borçlu olduğunu bilelim.
Bilelim ki AKP gibi gerçekten sadece kandırma ve aldatma sanatı üzerine kendisini kurmuş ve inşa etmiş bir partinin oyunlarına gelmeyelim ve aldanmayalım.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
“Şehide, şehidine hakkını vermeyenler, onların anısını esas alıp yaşamını düzenlemeyenler, parti gerçeğimizin de sağlıklı bir militanı haline gelemezler.”
Batman-Gercüş doğumlu olan Ronahi arkadaş, daha küçük yaşlardayken, devletin baskıları ve ekonomik nedenlerden kaynaklı ailesiyle Türkiye’nin büyük metropollerin’den olan İzmir’e göç etmek zorunda kalmışlardır. Yaşadıkları göç ve sonrasındaki sıkıntılar nedeniyle Ronahi arkadaş ve ailesi kendi gerçekliklerinden uzaklaşmak ve kendilerini unutmak yerine, daha çok kendi gerçeklilerine sarılmışlardır. Kürdistan-i değerler temel yaşam gerekçeleri olmuş ve Kürt olmanın gereklerini yerine getirmişlerdir. Bir yandan ekonomik anlamda yaşamlarını kurma çabası sürmüş, diğer yandan ülkelerinden uzaklaştırılmalarının acısı ve topraklarının hasretiyle yurtsever bilinci geliştirme çalışmalarında yer almışlardır. Düşmanın göçerterek, ekonomik anlamda kendine bağlamak istediği onurlu Kürt halkı, Ronahi arkadaşın ailesi şahsında devleti ve politikalarını boşa çıkarmıştır.
Ronahi arkadaş da yaşananlardan etkilenip arayışların içerisine girmiştir. İzmir’in kalabalık sokaklarında sistemin tüketen çarkına şahitlik eden Ronahi arkadaş, her geçen gün yüreğinde büyüyen ülke özlemini anlama kavuşturma yoluna girmiştir.
Yaşananlar daha en başından dayanılmaz boyuttaydı. Kendi topraklarından, insanlarından uzak, dilinin, renklerinin, özlemlerinin yasaklandığı bir ortamda yaşamanın derin acısıydı bu dayanılmazlığı besleyen. Ama doğru zamanın geldiğini bilecek kadar bilinçliydi Ronahi arkadaş. Kürt özgürlük hareketinin hem içten hem de dıştan çok yoğun saldırıların hedefi olduğu, Kürt halkının hakaretlerle, yok saymalarla, inkârlarla teslim alınmak istendiği, Kürt halk önderi Önder Apo’nun vahşi işkence ve uygulamalara maruz kaldığı bir süreçte özgür yaşam mekânlarına yönelmesi bunu net göstermiştir. Sistemin tüm ‘bitirdik, kalmadılar, dağlar boşaltıldı vb.’ gibi politika ve propagandalarına kanmayıp, özel savaş politikalarını boşa çıkararak özgürlükten yana tavır koyması bunun göstergesidir. Ronahi arkadaş şahsında dönemin Kürt gençliğinin, kapitalist moderniteye, Türk devletine, özel savaş politikalarına karşı takındığı duruş özgür yaşam duruşudur. Özgürlüğü dağlarda, mücadeleyi gerillada aramanın temelinde yatan gerçeklik budur.
Büyük insanlar büyük çıkışlara sahip olanlardır. En kötü, çıkış yapılamaz denilen zamanlarda bile gözünü kırpmadan mücadele alanını çığlığıyla ve yaşamıyla doldurandır. Büyük insanlar büyük başarmada ısrar edendir. İddiasını büyük tutarak büyük başarıp, büyük yaşayandır. Ronahi arkadaşta büyük bir insandı. Çünkü Ronahi arkadaşın iddia düzeyi, başarı istemi, özgür yaşamı geliştirme kararlılığı hep büyüktü. Büyük yozlaşmaların özgürlük hareketine ve Kürt halkına dayatıldığı 2004 sürecinde çıkış sahibi olmak tamamıyla bunun göstergesiydi. Çünkü böylesi süreçler büyük çıkışları gerektiren süreçlerdir. Ronahi arkadaş dağlara yönelerek, gerilla saflarında mücadele halayına tutuşarak büyük çıkışını yaptı.
2004 yılında, hem hareket hem de düşman açısından bir hareketlenmenin olduğu süreçte gerilla saflarına yönelerek özgürlük dağlarıyla olan buluşmasını sağlamıştır. Yeni şervan devresinden sonra düzenlemesi HRK alanına olan Ronahi arkadaş, özgür yaşam dağlarına adım attığı ilk andan itibaren eğitimine özel önem göstermiştir. Çünkü Ronahi arkadaş, bilinç gelişmedikçe mücadelenin anlam itibariyle yetersiz kalacağının farkındalığını kendisinde oluşturmuştur. Bu temelde önderlik çözümlemeleri ve kitapları başta olmak üzere ne kadar örgütsel materyal ve mücadeleye ilişkin belge bulursa okur ve arkadaşlarla tartışarak anlama çabasında olmuştur. Önderlik ideolojisini, özelde kadın kurtuluş ideolojisini derinlikli bir şekilde tanıyıp, özümseyerek kendi yaşamında sergileme çabası hep en üst düzeyde olmuştur. Yaşam içerisinde örgütselliği esas alan duruşuyla tüm arkadaşların saygı ve sevgisini kazanan Ronahi arkadaş, kadın-erkek ayrımına gitmeden anladığı her şeyi herkesle paylaşmayı kendisine esas almıştır. Anlamak istediğini de çekinmeden herkese sorar, ortamı bir yoğunlaşma içine sürüklerdi. Birilerinin söylemine gerek duymadan, kendi kendine yetmenin, iradeli ve inisiyatifli olmanın en güzel resmi olmuştur Ronahi arkadaş.
Ronahi arkadaş örgütsel ve ideolojik duruşuyla yaşam içerisinde gelişen yanlışlıklara, kişilikte açığa çıkan sorunlara karşı içerisine girdiği tavırla da arkadaşların sevgi ve saygısını kazanmıştır. Her şeyden önemlisi farkındalığı yaratmak ve ona göre harekete geçmek en temel yöntemi olmuştur. Ronahi arkadaş sırf konuşma olsun, laf olsun diye konuşmazdı. Ne diyeceğini, ne için dediğini iyi bilirdi. Bundan kaynaklı yaşam içerisindeki refleksleri de arkadaşları tarafından doğal karşılanırdı. Örneğin, ihanete giden bir şahıs için bir kişinin ‘önerisi vardı, örgüt neden kabul etmedi’ söylemini kullanması üzerine; sakin, anlaşılır, kendinden emin bir edayla, örgütsel duruşundan ve devrimci kararlılığından taviz vermeden şu cevabı verdi:
“Bizler bu örgütün birer militanı olarak, özgürlükten yana tavrımızı koyup öz irademizle dağların yolunu tutarak özgür yaşam arayışına koyulduk. İlk geldiğimizde biz neydik, şimdi neyiz? Bu örgüt bizi biz yaptı, toplumsal gerçekliğimizi, insanlığımızı açığa çıkarttı. Ancak Önderliğin ve örgütün tüm çabalarına karşılık, sistem içinden beraberimizde getirdiğimiz hastalıkları da hep yanı başımızda tuttuk. Hem örgütle, hem de bu hastalıklarla beraber yaşayabileceğimizi sandık. Oysaki gerçeklik böyle değildi. İradesini özgür yaşamla güçlendirmeyen böylesi kişilikler ne yapılırsa yapılsın, eninde sonunda düşmanın uzatacağı kırıntılara koşacağı aşikârdır. Bundan kaynaklı kimse bu temelde kalkıp da örgütü, bu yaşamı ve yoldaşlığı küçük düşürmeye kalkmasın. Böylesi bir tutum ve duruşun sahibi olanlar, ihaneti en derinden içinde yaşayanlardır.”
Bu kararlı, istikrarlı, örgütsel ve devrimci duruşundan kaynaklı birçok arkadaşı O’na ‘Yaşamımın Komutanı’ unvanını layık görmüştü. Ronahi arkadaş yaşam duruşu ve sevinciyle bunu hak etmişti. Yaşama karşılıksız ve hesapsız katılımıyla, güler yüzlülüğü ve sempatikliğiyle tüm gözleri üzerine çekiyordu. Ronahi arkadaşın badem içi rengindeki gözleri her an bir tebessüm halindeydi. Çok nadir bir şekilde arkadaşları onu tek başına ya da hüzünlü görürdü. Ronahi arkadaşın en büyük moral ve yoğunlaşma kaynağı yoldaşlarıydı. Yoldaşlarından büyük güç alırdı. Yoldaşlarıyla olduğu sürece hiçbir şeyin kendisini mutsuzluğa itemeyeceğini, çünkü yoldaşlarıyla tüm sorunları, mutsuzlukları sevince dönüştüreceğine inanıyordu. Bu inançla yoldaşlarıyla yaşama sarılırdı.
Cevap olamadığı, üstesinden gelemediği, güç getiremediği durumlar karşısında kendini bir köşeye kapatma, yalnız kalma, içine kapanma gibi alışkanlıkları yoktu. Böylesi kişiliklerle mücadelesi keskindi. Kimsenin bu sistem içi duruşuyla bu yaşama katılamayacağı, bunun kabul edilemeyeceğini ve bir şekilde yoldaşlarıyla bir paylaşım içerisinde olunması gerektiğini sürekli dile getirirdi. Sadece dile getirmez aynı zamanda gördüğü böylesi arkadaşlarla diyalog içerisinde olarak anlamaya ve bildiklerini anlatmaya çalışırdı.
Ancak Ronahi arkadaş çok tıkandığında, düşünsel anlamda zorlanmalar yaşadığında arkadaşlarıyla tartışır bu tıkanıklığı aşmaya çalışırdı. Böylesi durumlarda en çok önderliğe başvururdu. Önderliğin düşünce ve felsefesine yönelerek kendi kişiliğinde yaşanan yetersizlikleri ve çözümsüzlükleri aşmaya çalışırdı. Nitekim bu yöntemi başarılı olur ve önderlikten anladıklarını yoldaşlarıyla paylaşmayı bir sorumluluk olarak bilirdi.
Ronahi arkadaş partiye adım attığı ilk günden, yönetim olup şehit düşünceye kadar hep sorumlu davranmayı bildi. Sorun varsa birilerine atmak, başkasında, kendi dışında görmek yerine öncelikli olarak kendisiyle yüzleşme cesareti gösterirdi. Çünkü bilirdi ki kendisiyle yüzleşmeden, kendi kişiliğindeki hastalıklarla mücadele etmeden dışarıda yaşanan sorunlara, bir başkasının hastalıklarına müdahale edemezdi. Bu temelde kendine karşı acımasız ve ilkelerden taviz vermezdi. Bir arkadaşa gelen en ufak eleştiriyi bile kendisine gelmiş gibi hareket eder, hemen o gelen eleştirinin özeleştirisini yaşamıyla pratikleştirirdi.
Faşist İran devletinin 2007-2008 yıllarında yoğunlaşan saldırıları özgürlük hareketini de daha fazla mücadele etmeye yöneltti. Yıl içerisinde gelişen birçok gerilla hamlesi arkadaşların içerisinde büyük bir heyecan oluşturdu. Faşist İran rejiminin zindanlardaki saldırıları var olan heyecanı öfkeye dönüştürdü ve daha geniş eylemsellikleri beraberinde getirdi. Ronahi arkadaş da, yaşanan bu süreç karşısında kayıtsız kalamayacağını, bir şeyler yapması gerektiğini her seferinde dile getirdi. Bu temelde kaldığı alandaki bir karakola eylem hazırlıklarına Ronahi arkadaş da katılır. Yönetim düzeyinde eyleme katılan Ronahi arkadaş saldırı gurubunda yer alır.
Ronahi arkadaş ilk eylemi olmaması nedeniyle, arkadaşlarına büyük moral ve destek olurdu. İlk kez böylesi bir eyleme katılacak olan arkadaşları motive ederek, onlara tecrübelerini aktarırdı. Bazen güzel sesiyle bir şarkı dillendirerek gecede biriken zifiriliği dağıttı. Bazen bir halayın başına geçerek yoldaşlarının sevincine ortak oldu. Bazen de, eylemin daha iyi başarıya ulaşması için planlama üzerinde yoğunlaşıp, arkadaşlarına görüşlerini sundu.
Eyleme gitmeden önce, arkadaşlarıyla vedalaşmayan Ronahi arkadaş, arkadaşlarına ‘tüm vedaları literatüründen çıkardığını’ belirtmişti. Ronahi arkadaşın tek korkusu bir gün gelir de yalnız kalma ihtimaliydi. Ama Ronahi arkadaş bu ihtimali aklına getirmemeye, sürekli yoldaşlarıyla olacağı inancıyla mücadeleye girişirdi. Ronahi bir şeyler hissetmiş gibi, eylem alanına gideceği zaman geride kalan arkadaşlarına sıkıca sarılmış, tebessümler içerisinde bademiçi rengindeki gözlerinden birkaç damla yaş inmiş. Her ne kadar arkadaşları buna anlam veremeseler de, onlar da sıkıca büyük bir sevgi ve saygıyla Ronahi arkadaşa sarılmışlar ve gidişini selamlamışlar.
Ronahi arkadaş bu son sarılmadan sonra, üzerine gittiği karakoldan, eylem başarılı olmasına rağmen, ağır yaralı olduğundan çıkamaz. Büyük kayıplar veren düşman güçleri yaşadıkları bu yenikliğin acısını Ronahi arkadaşın cansız bedeninden çıkarmak istercesine yerlerde sürüklerler. Ama Ronahi arkadaş ölümsüzler kervanına katılmıştır. Ronahi arkadaşı tekrar tekrar öldürmek isteyen düşman güçleri, Ronahi arkadaşın milyonların yüreğinde ve mücadelesinde yaşadığını bilemeyecek kadar gözü kara ve saldırgandılar.
Ronahi arkadaş son görevini de başarılı bir şekilde yerine getirerek, aydınlattığı yolda on binlerin yürümesini sağladı. Eylemdeki duruşuyla nasıl ‘yaşamın komutanı’ olunacağını tekrar gösterdi. Şimdi Ronahi arkadaşın birer savaşçısı olarak, oluşturmak istediği yaşamı önder Apo’nun ideoloji ve felsefesiyle donatarak inşa ediyoruz. Önder Apo’nun büyük emek ve çabaları sonucunda, geri dönülemez bir boyuta gelen mücadelemiz şimdi şehide bağlılığın gereği olarak tüm dönemlerden daha çok zafere yaklaşmış durumdadır.
Bugün gelinen aşamada şehit gerçekliği ve yaşamımızdaki yeri daha belirgin bir şekilde kendisini göstermektedir. Yaşanan sürecin yaratıcısı şehitlerimizi anmak, onların, mücadeleleriyle aydınlattığı yolda doğru pratik ve yaşamın sahibi olmak gerekir. Bunu sağladığımız derece onlara, özlemlerine ve hayallerine doğru cevabı vermiş oluruz. Uğruna canlarını, umutlarını adadıkları bu yolun onurlu birer sürdürücüsü olabiliriz. Bu temelde tüm şehitlerimizin mücadele gerekçesi olan özgür ve onurlu bir yaşamın oluşturulması ve geliştirilmesi sorumluluğunu herkesin en derinden hissederek, bu temelde döneme cevap olması gerekir. Bu da varolan sürecin doğru bir temelde bilince çıkarılması, ihtiyaçlarının belirlenmesi ve zaman-mekân birlikteliğini yakalayarak yaşamda sergilemesiyle
Gerillanın kaleminden
- Ayrıntılar
Maraş katliamı 24 Aralık 1978 tarihinde gerçekleşti. Tabii bir günün işi değildi. Birkaç gün hatta haftalarca sürdü. Bir dönemecin başlangıcı da oldu. Katliam sırasında Ecevit başkanlığından CHP hükümeti vardı. Ve bu hükümete dayalı olarak sonu 12E eylül 1980 faşist askeri darbesine kadar giden bir süreç başladı. Yani askeri yönetimin ilk adımları atıldı. Sıkıyönetim ilanı bu katliam ardından başladı. Katliamın şimdi 33.yıldönümü yaşanıyor. Otuz dördüncü yılına giriyoruz. Bu vesileyle ben katledilen tüm demokrasi şehitlerini saygıyla anıyorum. Otuz üç yıldır PKK öncülüğünde bu katliamı yürüten güçlere karşı Kürt halkının özgür ve demokratik yaşamını öngören Türkiye’nin demokratikleştirilmesi için çaba harcayan büyük bir mücadele verildi. Onbinlerce şehit kanıyla sulandı bu büyük mücadele. Dolayısıyla hepsini bu vesileyle saygı ve minnetle anıyorum. Maraş katliamının şehitlerinin ve ardından süren mücadelenin şehitlerinin kanlarının yerde kalmadığını, anılarına doğru sahip çıkıldığını, katliamcılardan hesap sormak üzere özgürlük ve demokrasi mücadelesinin kesintisiz sürdürüldüğünü rahatlıkla söyleyebilirim. Bu bakımdan bir nebze tabii rahatız. Şehitlerimizin anılarına bağlı kaldığımız için belli bir vicdan rahatlığı, huzuru içindeyiz diyebilirim. Fakat kuşkusuz sona gitmeyen bir mücadele. Henüz devam ediyor tüm boyutlarıyla. Katliamcılar hala devredeler. Fırsat buldukça yeni yeni katliamlar tezgahlamak için harekete geçmekten geri durmuyorlar. Dolayısıyla bunlara karşı hep uyanık olmamız gerekiyor. Tehlike gerici saldırılar henüz ortadan kalkmış değil. Demokratik bir Türkiye, bu temelde özgür bir Kürdistan henüz tam yaratılmış bulunmuyor. Bu bakımdan da mücadelemiz otuz üç yıl olduğu gibi bugün de kanla, şiddetle, büyük fedakarlık ve cesaret gösterme temelinde sürüyor. Otuz üç yıldır devam eden bir çarpışma bu. Bugün de birçok boyutuyla sürüyor. Bunları insan ilk elden belirtebilir.
Tabii Maraş katliamı olduğunda biz henüz PKK’nin kuruluş kongresini yeni tamamlamıştık. Daha bir ay bile geçmemişti. Öyle ki Önder Apo tarafından tüm yoldaşlar tarafından bu katliam PKK’ye karşı bir saldırıymış gibi, PKK’nin kuruluşuna inkar ve imha sisteminin, faşist gericiliğin bir cevap vermesi gibi algılandı. Bu, yanlış bir algılama da değildi tabii. Tarihsel süreç, gerçeklerinin bir boyutunun da böyle olduğunu netçe ortaya koydu. Şunu insan rahatlıkla belirtebilir. Tabii bu katliamı Türk kontrgerillası düzenledi. Bundan hiçbir kuşku yok. Zaten dönemin başbakanı Bülent Ecevit de ilk defa o zaman işte bir kontrgerillanın, gladionun devlet içerisinde, hatta ordu içerisinde yuvalanmış olduğundan söz etti. Seferberlik Tetkik Kurulu diye bir kurulun varlığından, bunun Türk hükümetinden değil de Amerika’dan maaş aldığından söz etti. Büyük bir telaşa kapılmıştı. Kamuoyu önünde. O telaşını yaptığı açıklama sürecinde netçe gösterdi. İçine girdiği şaşkınlığı gizleyemiyordu da. Düşünün, bu kadar toplum ve devlet gerçeğiyle ilgili bir kişi 1960’dan sonra hemen bakan olabilmiş, hükümette, devlette bu kadar yer almış bir kişi bile devlet içinde bu tür örgütlenmelerin olduğunu bilemiyormuş. İlk defa karşılaşmanın şaşkınlığını o zaman yaşıyordu. Ne kadar gizli ve sinsi bir faaliyetin var olduğunu anlamak bu bakımdan zor değil. Bunun için şunları bu otuz üçüncü yıl vesilesiyle net ifade edebiliriz. Maraş katliamı bir boyutuyla PKK’nin kuruluşuna karşı inkar ve imha sisteminin sömürgeci gericiliğin verdiği bir cevaptı, bir saldırıydı. Maraş katliamını Türk kontrgerillası örgütledi, düzenledi, yönetti. Katliamdan kontrgerillanın, şimdi Ergenekon diye yargılanan oluşumun siyah bölümü kullanıldı. Aslında siyah Ergenekoncular, kara Ergenekoncular bu katliamın kullanılan, katliamı gerçekleştiren güçler oldular. Yani MHP’liler kullanıldı. Bu da bilinen bir gerçek. Katliamın hedefi Kürtler ve Alevilerdi. Aleviliği ve Kürtlüğü kendi şahsında birleştiren kişiler ve topluluklar ise bu katliamın doğrudan hedefiydiler. Mazlumlar, katledilenler Kürtler ve Aleviler oldular. Kürt Aleviler oldular. Aslında bir yerde Torosların, güneydoğu Torosların Kürtlükten ve Alevilikten temizlenmesi hedefini güden bir girişimdi, katliamdı bu.
Şimdi Dersim tartışmaları yürütülüyor mesela. Dersim katliamının nedenleri, amaçları, yürüten güçler, hedefleri belirlenmeye çalışılıyor. Temel amaç olarak ne çıkıyor ortaya? Belli bir coğrafyada Kürt ve Alevi nüfusu azaltma, yok etme hedefinin güdüldüğü ortaya çıkıyor. Katliamla, bir kısmı yok edilirken geri kalanlar da büyük bir korku ve panik içine sokularak sürgün edilmeleri hedefleniyor. Dolayısıyla fiziki katliamla sürgün birbirini tamamlayan, iç içe geçen olgular olarak gerçekleşiyor. Bu Osmanlı döneminde de böyle, cumhuriyet tarihinin çok değişik dönemlerinde de böyledir. Fiziki yok etme ve tehcire, yani sürgüne dayanarak belli coğrafyalar ya insansılaştırılıyor, ya da belli kesimlerden temizleniyor. Etnik temizlik yapılıyor, mezhepsel temizlik yapılıyor. Dersim katliamının bu amaçla yapıldığını herkes biliyor. Şimdi bir kere daha tartışmalar bu gerçeği net olarak ortaya çıkarıyor.
Maraş katliamının temel hedefi de buydu. Aslında güneydoğu Torosları Kürtlerden ve Alevilerden temizlemek. Kürtsüzleştirmek, Alevisizleştirmek amacıyla yapılıyordu, hedef buydu. Aslında arkasından da bu devam ettirildi. Yani bu katliam sadece 24 Aralık 1978’de bir gün, ya da birkaç gün yaşanan bir olay olmadı. Arkasından sıkıyönetim olarak devam etti, arkasından da 12 Eylül faşist askeri yönetimi olarak devam etti. Sonuç, Maraş ve çevresinde büyük bir boşaltma hareketi yaşatıldı. O coğrafya Kürtsüzleştirildi, Alevisizleştirildi. Belli sayıda bir insan çok vahşi yöntemlerle katledildi. Ama geri kalanlar da korku, panik içine sokularak dünyanın dört bir yanına savruldu. Avrupa’nın varoşları, ta Amerika’ya, Kanada’ya, şuraya buraya kadar uzanan bütün alanlar Maraş’ın içinden, ilçelerinden, çevresinden böyle bir süreçte kaçan, sığınan insanlarla doldu. Hala nereye, ne kadar insanın gittiği, bu insanların ne yaptığı, nasıl yaşadığı bilinmiyor. Otuz üç yıldır dünyanın dört bir yanında çok zayıf, perişan durumda yaşayanlar var. Bu anlamda aslında nasıl ki 1937-38’de Dersim katliamıyla Dersim alanında Kürtlük ve Alevilik zayıflatılmaya, buralar Türkleştirilmeye ve Sünnileştirilmeye çalışıldıysa, 1978 Maraş katliamı ardından da güneydoğu Toroslar benzer bir biçimde Kürtsüzleştirilmeye ve Alevisizleştirilmeye çalışıldı. Bu konuda da önemli bir sonuç alındığı söylenebilir. Gerçekten de geriye dönüp bakmak lazım. Ne kaldı Dersim’den, Dersim kimliğinden, Kürtlük kimliğinden, Alevi kimliğinden? Bırak kimliği, nüfus olarak, demografi olarak ne kaldı? Tarihin en kadim toplumu, en eski halkı dünyanın dört bir yanına savrulmuş, perperişan olarak yaşamaya çalışıyor. Dersim ise hala yeni soykırım ve katliamlarla insan toplum katliamı yetmemiş, şimdi coğrafyanın katliamı, doğanın katliamıyla da yaşanmaz hale getirilmeye çalışılıyor. Aynı şey Maraş katliamı için de geçerli. Toroslar açısından da geçerli. Burası da gerçekten de Kürtlere ve onlarla birlikte tüm etnik topluluklara, mezhepsel topluluklara 1925’ten itibaren Türkiye Cumhuriyeti tarafından dayatılan soykırıma, asimilasyona karşı yeni bir direniş PKK ile PKK öncülüğüyle Önder Apo tarafından örgütlendirilip geliştirilmeye başlandığı andan itibaren, bu direnişi anında boğmak, yok etmek, soykırım rejimini işler kılıp başarıya götürmek amacıyla bu katliamlar gerçekleştirildi ve hala devam eden bir süreçtir. Şimdi var olan karşılıkla bir mücadele oluyor ama şunu da herkes görüyor; PKK doğuşunu aslında o coğrafyalarda yaptı. Antep’te, Maraş’ta, Adıyaman’da, Dersim’de en büyük çıkışını gerçekleştirdi. İdeolojik doğuşunu, gençlik hareketi oluşunu, Kürdistan’a yerleşme, kökleşme, bir gençlik hareketi olmaktan halk hareketi haline gelmeyi bu coğrafyalarda yürüttüğü mücadeleyle, buralardaki insanların katılımıyla sürdürdü. Fakat şimdi dönüp bakalım ortada özgürlük mücadelesinin diğer yerlere göre çok zayıf yaşadığı gerçeği var. Bırak özgürlük mücadelesinin zayıflığını, ortada bir toplum yok, nüfus yok. Neredeyse boş, insan yaşamaz bir coğrafya ortaya çıkartılmış durumda. Şimdi bunlar önemli gerçekler, bunları görmemiz gerekiyor.
Diğer boyutuyla tabii güncel siyaset açısından da bütün bu hedefleri gerçekleştirmek üzere Maraş katliamının yeni bir sürecin başlangıcı olduğunu ifade ettik. Gerçekten de devlet, devlet içerisindeki derin devlet, Ergenekon ya da kontrgerilla yeni bir süreci geliştirmeye karar kılmıştı. Bir dönemeci ifade etti Maraş katliamı. Maraş katliamını doğru değerlendirenler daha sonraki süreci başarıyla karşıladılar. Doğru değerlendiremeyenler tabii gelişmeleri doğru öngöremediler, kendilerini hazırlıklı kılamadılar, dolayısıyla da yaşanan mücadelede başarıla olamadılar. Bu noktada ben şunu söyleyebilirim. Maraş katliamı üzerine en doğru, kapsamlı, gerçekçi tespiti, değerlendirmeleri Önder Abdullah Öcalan yaptı. Bir broşürü vardır, “Maraş Katliamı Üzerine Değerlendirme” başlığı altında kitapçık olarak da yayımlanmıştır. Bu aslında katliam üzerine PKK’nin önde gelen kadrolarıyla yapılan bir toplantıdaki bir değerlendirmeydi. Bu da gösteriyor ki katliamı derinden hisseden, deyim yerindeyse iliklerine kadar hisseden, anlayan ve buna göre de ciddi yaklaşım gösteren bir bilince, duyarlılığa Önder Apo sahipti. Tarihsel olarak da, güncel siyaset açısından da katliamın nedenlerini, katliamı yapan güçleri, bu katliamın hedeflerini gerçeğe en yakın bir biçimde ve en kapsamlı olarak değerlendirmeyi bildi. Bunun için de PKK soykırım rejimi karşısında bir özgür ve demokratik yaşam duruşu, bir direniş gerçeği olarak gelişmeyi bildi. Bu katliamın da tıpkı 18 Mayıs 1977 tarihinde Antep’te Haki Karer yoldaşın katledilmesinin PKK’nin gelişimi üzerindeki etkisi kadar PKK gelişimi üzerinde etkisi vardır. Maraş katliamının da bu düzeyde etkisinin olduğu tartışma götürmüyor. Her şeyden önce yakın siyaset açısından şu değerlendirmeyi netçe yapmıştı Önder Apo o zaman. Devlet yeni bir sürece girmiştir. Bu öyle sıradan, tesadüfen yapılan bir eylem değil, girişim değil. Yeni bir sürecin başlangıcıdır, bu sürecin adı da yeni bir askeri darbe sürecidir. Dolayısıyla gidiş askeri darbeyedir. Yakın zamanda askeri darbe olacaktır, o halde bütün ideolojik, siyasi, örgütsel duruş, hazırlık ve çalışmaları olası bir askeri darbenin gelişimine göre hazırlamak, ayarlamak gerekir” değerlendirmesinde, tespitinde bulundu. PKK daha sonraki süreçte bütün çalışmalarını, hazırlıklarını buna göre yaptı. Yurtdışına çıkış, bu değerlendirme sonucunda oldu. Giderek daha fazla direnişe yönelme, hatta direniş içine silahı katma eğilimi bundan ortaya çıktı. Şehirdeki direnişi dağa taşırma, kıra çekilme, gerillalaşma anlayışı, girişimi, çabası bu değerlendirmeye dayalı olarak devletin derin devletin Maraş katliamıyla verdiği mesajlara bir cevap olarak ortaya çıktı. Pratikte yeterli oldu, yetersiz oldu, hata ve eksiklikler yaşandı ayrı bir mesele ama dikkat edilirse 12 Eylül faşist askeri darbesinin olacağını önceden bilen, darbeyi en hazırlıklı, bilinçli karşılayan, dolayısıyla darbe tarafından ezilmediği gibi 12 Eylül faşizmine karşı da siyasi, silahlı, her türlü direniş içine girme gücünü gösteren tek hareket Türkiye çapında PKK oldu. PKK’nin böyle bir tarihsel gelişme kaydedebilmesi, böyle bir mücadele içine girebilmiş olması işte Önder Apo’nun Maraş katliamı üzerine yaptığı doğru gerçekçi tespitler analizler temelinde gerçekleşti. O tespitlere dayanarak PKK kendisini daha şiddetli bir gerici faşist saldırganlığa, katliamcılığa karşı hazırlamayı öngördü. Bunun için bir yandan Siverek direnişi üzerinden Kürdistan’da gerillalaşmaya adım atarken diğer yandan Lübnan, Filistin alanında direnişçi güçlerle devrimci demokratik güçlerle ilişki kurarak Ortadoğu direnişiyle ittifak içine girme, birlik olma adımını attı. İşte bu adımlar PKK’yi bu Maraş katliamıyla başlayan sıkıyönetimler, askeri yönetimler karşısında ayakta tuttuğu gibi ardından gelen 12 Eylül 1980 faşist askeri darbesi karşısında da ayakta tuttu. Darbeye karşı da zindanda direndi PKK, yurtdışında Lübnan, Filistin alanında direndi. Mevcut eğitim ve örgütlülük düzeyinin yetmediğini görünce kendisini ideolojik ve askeri olarak daha güçlü kılabilmek için yoğun bir eğitimden geçirdi, gerillalaştırdı. 15 Ağustos 1984 devrimci atılımına, direnişine bu temelde ulaştı. 12 Eylül faşizmine verilen en temel cevap 15 Ağustos direnişi oldu. Bir yerde PKK hamlesine karşı Maraş katliamıyla inkar ve imha sisteminin Türk faşizminin başlattığı saldırganlığın 12 Eylül faşist askeri darbesi biçimindeki sürmesine karşı PKK’nin hamlesi de 15 Ağustos silahlı direniş hamlesi olarak ortaya çıktı tabii. O zamana kadar zindan direnişi olarak geri faşizme karşı direndi, yurt dışı direnişi olarak faşizme karşı direndi, Filistin halkıyla omuz omuza bölge ve dünya gericiliğine karşı emperyalizme karşı savaş yürüttü. Bütün bunlar PKK’yi hem gerçekleri daha iyi görür, uluslar arası, bölgesel gerçekleri, Türkiye ve Kürdistan gerçeğini daha derinden görür, anlar hale getirdi hem de her türlü faşist gerici saldırganlığa, katliamlara karşı daha güçlü, daha etkili direnir hale getirdi. İşte otuzüç yıldır Maraş katliamının intikamını almak üzere PKK de bir direniş yürütüyor. Aslında PKK’nin bir boyutu da Maraş katliamının intikamını alma hareketi olması. Maraş katliamıyla amaçlanan Kürt’ü yok etme, Alevi’yi yok etme, ezileni yok etme, kim baskı sömürü altındaysa azınlıklar mıdır, köleleştirilen kadın mıdır, Türkiye sınırları içinde kim ötekileştiriliyor, baskı, işkence altına alınıyor, köleleştiriliyor, yok edilmek isteniliyorsa, üzerinde katliam uygulanıyorsa onları sahiplenme, onları bilinçlendirip hareket geçirerek bütün bu baskı ve katliama karşı direnerek, ona karşı durarak onların intikamını alma hareketi olarak ortaya çıktı. Bu geçen otuz üç yılın hikayesi böyledir. Dolayısıyla büyük bir direniş dönemidir bu dönem. Büyük özgür duruş dönemidir. İnsanlığın, ezilenlerin hem etnik hem mezhepsel olarak hem cins olarak büyük bir direnme iradesi gösterdiği dönemdir. PKK ile yaşanan direniş, PKK ile ortaya çıkan gerçekleşen olgu bu.
Şimdi bu çerçevede tabii ki bu direniş bir de devlet gerçeğini, egemenlik gerçeğini, onun kendi egemenliğini sürdürmede uyguladığı yol yöntem olayını daha çok açığa çıkardı. Bir yandan gericiliğe karşı katliama karşı direnme, intikam alma hareketi olurken diğer yandan büyük bir aydınlanma hareketi oldu. Tarihsel gerçeklikleri bir bir aydınlattı. Tarihin ne olduğunu, neyin doğru neyin yalan olduğunu netçe ortaya çıkardı. Gerçek anlamda da devlet diye egemenlik sistemi diye oluşturulan mekanizmanın büyük bir katliam olayını olduğunu ortaya çıkardı. Netçe gösterdi. Öncesi ve sonrasıyla aslında Maraş katliamının da böyle bir katliam silsilesinin bir önemli parçası, bir devam olduğu netçe görüldü. Dolayısıyla Maraş katliamını Türk devlet gerçeğinin önemli bir açığa çıkartılması, netleştirilmesi olarak görmek lazım. Tesadüfi bir olay değil. Kontrgerilla derken, bu kontrgerilla devletin özünden ayrı değil. MHP’liler kullanılırken, bunlar bir parti olarak kullanılmamışlardır. Derin devletin, kontrgerillacılığın, onun yönlendirdiği işte faşist milliyetçi zihniyetin, ideolojinin, siyasetin bir pratikleşmesi olarak bunlar gerçekleşmiştir. Bu durumları iyi görmek gerekli.
Diğer yandan tabii bu mevcut devletin TC olarak şekillenen sistemin nasıl bir faşist diktatöryal bir egemenlik sistemi olduğunu, kendi egemenliğini nasıl vahşi katliamlarla gerçekleştirdiğini ortaya çıkarttı. Dolayısıyla da tarih olarak TC sınırları içindeki insanlara öğretilenin büyük bir yalandan başka bir şey olmadığını netleştirdi. İşte bilmem gericiliğe karşı direnildi. Bilmem vahşilere karşı direnildi. Haydutlara karşı direnildi. Mücadele edildi denen şeyin aslında büyük bir katliam hareketi olduğunu, ezme, yok etme ve tek tipleştirme temelinde gerçekleşen bir saldırganlık olduğunu, bunun da Türk ulus devlet gerçeği olarak ortaya çıktığını herkese gösterdi. Şimdi bu gerçeği daha iyi görüyoruz, anlıyoruz. Sadece biz anlamıyoruz, PKK bunları ifade etmiyor. Artık bu aydınlama herkese yayıldı. Herkes görüyor. Sağı da, solu da, İslamcısı da, değişik toplumsal kesimler de bunu görüyorlar. Basın her gün bu tür tartışmalarla doludur. Bu devlet gerçeğinin nasıl bir karabasan olduğunu, faşizm, katliam diktatöryal duruş tekçilik olduğunu, kendi dışında Türkçü ve egemen dinci yapı dışında var olan bütün dilleri, kültürleri, uygarlıkları, duruşları, yaşamları yok etmeyi, katletmeyi hedeflediğini herkes görüyor artık. Bunu tartışıyorlar. Bu bakımdan da Maraş katliamı öncesindeki çok sayıda katliamı bu temelde gerçekleştiğini şimdi daha iyi anlıyoruz, değerlendiriyoruz. 1925’te Amed’te, Bingöl’de yaşanan katliam, Şex Said isyanı adı altında gerçekleştirilen Kürt kırımı, katliamı. Daha sonra Ağrı’da, Zilan’da 1929’larda, 1930-31’lerde gerçekleştirilen Kürt kırımı, katliamı, 1937-38’de Dersim’de hem Kürt hem Alevi kırımı, katliamı bunların belli başlıları oluyor. Ama böyle değildir. Diyorlar ki 28 Kürt isyanı oldu. Bu şu anlama geliyor. 28 kez Cumhuriyet yönetimi altında Kürt katliamı gerçekleşmiştir. Ne kadar Alevi gerçekleşmiştir? Alevilerin bunu araştırıp ortaya çıkartmaları gerekiyor aslında. Henüz bu gerçek tam bilinmiyor. Öyle bir sefer, iki sefer değildir. Yine kaç kez azınlıklara, Hıristiyan topluluklara, Ermenilere, Süryanilere, Asurîlere karşı katliamlar gerçekleştirilmiş? Tabii bir de bunun içerisinde sınıf ve cins baskısı, katliamı var. Kadın üzerindeki tecavüz ne kadar yapılmış? Her gün televizyonlar ballandıra ballandıra anlatıyorlar. Şurada da kadın katledildi, şurada da kadın katledildi. Öyle ki kadına karşı bir katliam savaşı günlük olarak yürütülüyor. Bu net bir şey. Bunun AKP hükümeti ile bağı var tabii. AKP’nin Türkçü, Sünni ve erkek egemen karakteriyle bağı var. Ezilenler üzerinde, en çok ezilen olarak da kadın üzerindeki katliamı, kat be kat arttırmıştır ama bu tabii şimdi ortaya çıkmadı. Dün de vardı. Önceki gün de vardı. Onlarca yıl öncesinde de yaşanan bir durumdu. Aynı zamanda sınıf baskısı, sınıf katliamı, işçiler üzerinde, emekçiler üzerinde, köylüler üzerindeki ağır baskı, katliamlar, sömürüler böyle bir rejim altında yaşatıldı.
Bu temelde tabii ki en çok katliamı yaşatıldığı coğrafya Kürdistan coğrafyası oluyor. En çok Kürt toplumuna, Alevi toplumuna, azınlıklara ve kadına katliam dayatılmış bulunuyor. Bu gerçekler şimdi netçe açığa çıkarılmıştır. Bunu herkes biliyor. Değerlendiriyor artık. Şimdi PKK direnişi ile aydınlatılan bu gerçeklik içerisinde herkes şu veya bu düzeyde bu katliam gerçeğini görüyor ve dillendiriyor. Bol bol tartışıyorlar, yazıyorlar, çiziyorlar, konuşuyorlar. PKK herkesin ağzını açtı. Herkese dil oldu, herkese bilinç oldu, irade oldu. Bunu görmek istemeyenler var. Tersine bu gerçeği teslim etmek istemeyenler var. Sağa sola çekiştirip sanki bu gerçekleri, gelişmeleri kendisi yaratmış gibi görenler, göstermeye çalışanlar var ama olsun. Ne yaparlarsa yapsınlar da fakat bu duruma birilerinin sayesinde geldiklerini bilselerdi iyi olurdu. İster kabul etsin, ister etmesinler ama dilleri PKK ile çözüldü. Bilinçleri PKK ile oluştu. İradeleri PKK ile gelişti. Bu katliam rejimi karşısında bir çift söz söyleyebiliyorlarsa bunu PKK’nin direnmesi sayesinde yapıyorlar. Bunu her kes iyi bilmek durumunda. Bunu bilemeyenler gaflet içindedirler. Büyük yanılgı içindedirler. Bunu da net olarak görmek gerekli.
Maraş katliamı döneminde de katliam sadece Maraş sınırlı değildi. Hemen Maraş öncesinde de katliamlar oldu. Bilmem Çorum katliamı, değişik yerlerde işte Malatya’da, Adıyaman’da benzeri şeyler vardı. Yani Türk-Kürt, Alevi-Sünni toplumların iç içe yaşadığı bu çelişkilerin yoğun olduğu hassas coğrafyada toplumsal kargaşayı, çatışmayı yaratabilmek için devleti ele geçirmek isteyen faşist gericilik saldırıya geçmiştir. Kolay katliam yaratma, olay çıkartma dolayısıyla işte terör vardır diyerek darbe yapıp iktidarı ele geçirme imkanı buralarda vardı. Kenan Evren yönetiminin bunu yaptığı biliniyor. Kenan Evren’in kendisi de itiraf etti defalarca. Birçok çevre de bunu artık yazdı, çizdi, değerlendirdi, gördü. Herkes çok iyi biliyor ki 12 Eylül 1980 askeri darbesi bir anda olmadı. Kenan Evren genelkurmay başkanı olduktan hemen sonra başlamış bir süreçtir. Ve bu Kenan Evren’in iddia ettiği gibi başkalarının yarattığı terör nedeniyle olmadı. Terörü en çok Kenan Evren’in başında olduğu Özel Harp Dairesi kışkırttı, örgütledi, yürüttü. Tabii bu kontrgerilla güçlerinin geliştirdiği çeşitli saldırganlığa karşı halk kesimlerinin direnci de vardı. Gençlik direndi, Kürtler direndi, Aleviler direndiler. Sol demokrat devrimci akım direndi. Özgürlük için, demokrasi için, insan hakları için. Ama iyi bilelim ki bir de bunun içinde gerçekten de çok bilinçli planlı bir biçimde geliştirilen kontrgerilla saldırısı, terörü vardı. Bunlar daha çok kendisini bu katliamlarda gösterdi. Maraş katliamı bu kontrgerilla marifetlerinden bir tanesiydi. Onun gibi birçok marifet de o kontrgerilla bulundu. Daha sonrasında da bu katliamcı gerçek sürdü. Yani Maraş katliamı ardından gerçekleşen 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra da bu sistemin katliamcı gerçeği sona ermedi. Günlük yaşam bir katliamdır ezilenler için. Tecavüzkârdır. Bu gerçeği görmemiz, itiraf etmemiz, doğru anlamamız gerekli.
Diğer yandan bu olağanlaşmış günlük yaşam ötesinde bir de dönem dönem gerçekleşen ezilenler, emekçiler üzerinde yaşanan katliamlar var, işçilere dönük katliamlar var. Mesela birçok kez yaşandı. Kürdistan’da zaten yaşanan gerçekten de insanlık dışı bir katliam oldu. Bir soykırım oldu 12 Eylül 1980 askeri rejimi saldırıları altında. Nelerin yapıldığını Amed zindanından tutalım da günümüze kadar daha da ne tür kirli işlerin çevrildiğini şimdi hala açığa çıkartamıyor devlet. Geçmişe dönüp bakamıyor. Geçmişle yüzleş diye birçok çağrı geliyor, yüzleşemiyor. Dönüp bakamıyor. Neden? Çünkü çok kirli çok kara geçmiş. İnsanlık dışıdır. Öyle az buz bir katliam, saldırganlık yaşanmamıştır. İşkence, katliam devlet eliyle çok ileri düzeyde yaşatılmıştır. İşkencehanelerde sorgu odalarında zindanlarda yapıldığı gibi bu daha da savaş adı altında gerillaya karşı, köyde halka karşı yapıldı. Kürdistan’da 4 bin köy yakıldı. Milyonlarca insan yerinden, yurdundan sürüldü. Binlercesi faili meçhul denilen saldırılar altında katledildi. Bu bir Kürt katliamıydı. Aslında 12 Eylül darbesi altında Kürdistan’da yaşanan Şex Said dönemindeki katliamla, 1937-38 Dersim katliamıyla hiç farkı bulunmayan onların bir devamı niteliğinde olan bir katliam gerçeğidir, katliam sürecidir. Bunu hiç unutmamak gerekiyor. Bu katliam sadece tabii Kürtlerle de sınırlı kalmamıştır. Kadın üzerindeki baskı katmerli olarak sürdü, bugün günlük bir cinayet şebekesi, sistemi olarak devam ediyor. Azınlıklar gerçekten de bu dönemde ülkeden sürüldüler. Türkiye’de adeta yaşayamaz hale geldiler. Kürtlerle birlikte toplu olarak en çok katledilen kesim Aleviler oldu tabii. Alevilik üzerindeki baskı hiç durmadığı gibi darbeden on üç yıl sonra yaşanan Sivas katliamını unutmayalım. Maraş katliamı, Aralık 1978, bir de Temmuz 1993 Sivas katliamı var. O da Alevi katliamı. Demokratik insanlığın katliamı. Aslında bir tür Kürt katliamı da oluyor. Dikkat edilirse Kürdistan’da özgürlük için direnişin en çok geliştiği yoğunlaştığı dönemlerden biriydi. Dolayısıyla nasıl ki Maraş katliamı PKK’nin gelişimine karşı bir saldırıydıysa soykırım rejiminin bir cevabı idiyse Sivas katliamı da aslında PKK’nin silahlı direnişinin, Kürdistan’da etkinlik kazanmasına karşı bir tehdit, bir soykırım saldırısı idi. Tabii bu Kürtlüğü ve Aleviliği birlikte hedefledi. Çünkü etnik olarak en çok ezilen, katliamdan geçirilen, baskı altında tutulan iki kesim oluyor. Kürtlük ve Aleviliğin kaderi bu anlamda çok iç içe geçmiş, çok birleşmiş bulunuyor. Bu gerçeği iyi görmemiz, doğru anlamamız gerekli. Ne yapıldığı Madımak otelinde ülkenin aydınları, sanatçıları, düşünen insanları, demokratik güçleri cayır cayır yakıldılar. Bugün o katliamı yapanların önemli bir kesimi AKP sıralarında mecliste milletvekili olarak oturuyorlar. Maraş katliamı yapanlar ardından Sivas katliamını yapanlar bu katliamlarla bir şeyi araladılar, bir şeye yol açtılar. AKP iktidarının yolunun böyle açıldığını herhalde net görüyoruz. Öyle bu katliamlar demek ki amaçsız değildir, boşa gitmemiş. Birilerine kapıları açmıştır. Egemenlik iktidar olma şansı vermiş. Bir de işin bu boyutu var. Bu gerçeği var.
Son olarak ben şu hususa da değinmek isterim. Bu katliamlar çerçevesinde. Katliamları sadece bir şiddet, nefret, bir fiziki yok etme olayı olarak görmemek lazım. Tabii büyük bir dehşet, korkutma, ürkütme hareketi. Belli kesimleri fiziki olarak yok ediyor da. Önce ifade ettim, katliam sürgünle, tehcirle birlikte oluyor. Bazı alanları belli topluluklardan boşaltmayı hedefliyor. Fakat daha önemlisi bu katliamın bir soykırım hareketi olduğudur. Bu gerçeği görmek gerekli. Bir kültürel soykırımı hareketi olarak gerçekleştirildi. Bir kısmı fiziki katliam oluyor, sürgün oluyor ama esas olarak da onun yarattığı dehşetle, korkuyla daha büyük bir katliam beyaz katliam gerçekleştiriliyor, kültürel soykırım gerçekleştiriliyor. Bu asimilasyona dönüştürülüyor. Diller yok ediliyor, kültürler yok ediliyor, iradeler kırılıyor, yok ediliyor, insanlık yok ediliyor. Bir derin asimilasyon, soykırım yaşanıyor. Bununla işte Kürtlük yok ediliyor, Türkleştiriliyor. Gerçekten de bilinci, belleği yok edilen bir Kürt duruşu, toplumu, insanı ortaya çıkartılıyor. Öyle ki kraldan daha kralcı, Türk’ten daha Türkçü, topluluklar ortaya çıkartılıyor. Aleviliğin durumu öyle. Bütün ezilenlerin, mevcut soykırım rejimi altında yaşadıkları gerçek bu. Sonuçta celladına koşan bir durum ortaya çıkıyor. Derin bir asimilasyon yaşanıyor. Zaten bunun için yapılıyor. Türkleştirmek, Sünnileştirmek, erkekleştirmek için yapılıyor. Sonuçta bütün bu katliamların belli ölçüde amacına ulaştığını, amaçladığı doğrultuda gelişmeyi yarattığını görüyoruz. Gerçekten de kraldan daha kral, Türk’ten daha Türkçü olan Kürtleri, Sünni’den daha Sünnici olan Alevileri, erkekleşmiş bazı kadınları görüyoruz. Gerçek anlamda üzerlerinde uygulanan soykırımın başarıldığını görüyoruz. Asimilasyonun gerçekleştiğini görüyoruz. Amaç asimile etmek. Çoğulculuğu, dilleri, kültürleri, renkleri, cinsleri yok ederek asimile etmekle, tekleştirmektir. Faşizm tekleştirmek demektir. Teklik, faşizmin işidir, diktatörlüğün işidir. İşte bu tekçilik ulus devlet tekçiliğinin özü esası faşizmdir. Türkiye cumhuriyeti devleti olarak karşımıza çıkartılan bugün ulus devlettir, iyidir diye bazılarının allayıp pullayıp savunmaya çalıştığı başbakan Tayyip Erdoğan’ın bile tek millet, tek devlet, tek dil, tek bilmem bayrak diye tek tek edebiyatı yaptığı şeyin altında aslında büyük bir faşizm var. Bu tekçilik Hitler’ciliktir, Mussolini'ciliktir, faşizmdir. Faşizmin de tek renk vardır. Renklerin hepsine karşıdır ve her şeyi karartmayı öngörür. İşte bu karartma ortaya çıkıyor. Bu karartma da diğer renklerin hepsinin yok edilmesini ifade ediyor. Bu yok edilme fiziki katliam değildir yalnız başına. Fiziki katliam bir bölümü olurken daha büyük katliam beyaz katliam olarak yani asimilasyon olarak yaşanıyor, kültürel katliam olarak yaşanıyor. Sonuçta tam bir belleksizlik, ruhsuzluk, iradesizlik, kimliksizlik, kişiliksizlik ortaya çıkıyor. Cellâdını bilmeyen, dost düşman tanımayan, cellâdına koşan bir gerçeklik ortaya çıkıyor. Kedinin fareyle oynaması gibi bir şeydir bu durum. Kedi fare oyununa çok iyi benziyor. Kedi nasıl şamarı vurunca beyni dağılan fare kediye doğru koşmak zorunda kalıyorsa işte bu faşizmin saldırıları karşısında ezilen insanlar da belleği, ruhu, beyni dağılınca cellâdına koşuyor. Kendi üzerinde yaşanan katliamı görmüyor, soykırımı görmüyor, bu soykırımın hedefini kabul eder hale geliyor, içselleştiriyor, asimile oluyor, eriyor. Bu yönlü bir insanlık katliamının Anadolu ve Mezopotamya’da yaşandığını görüyoruz. Mevcut devlet gerçeğinin böyle bir insanlık katliamı gerçeği olduğu artık netçe açığa çıkıyor. Herkes bunu görmeli, itiraf etmeli. Öyle dil ucuyla, kenardan, köşeden eğip bükerek geçiştirmeye kimse çalışmasın. Net olalım, açık koyalım. Neye hizmet etmiştir? Bu coğrafyada yaşayan insanlara bu devlet denen olgu nelerini sağlamıştır? Ekmek mi verdi, su mu verdi, özgürlük mü verdi, güvenlik mi verdi? En büyük tehdidi, en büyük katliamı, en büyük zulmü kendisi yaşattı. Her türlü katliamı gerçekleştirdi. Yok etti ve kendine benzetmeye çalıştı. Onun için de eğip bükmeden gerçek yüzüyle ortaya koymak gerekli. Bir insanlık katliamı. Bir etnik katliam. Bir sınıf, sömürü katliamı. Bir cins katliamı. Bu rejim altında yaşanmıştır. Şimdi açığa çıkan bu netçe görülüyor. Herkes biraz uykudan uyanır gibi ayılıyor PKK direnişi sayesinde, Kürt halkının direnişi sayesinde, kadın uyanıyor uykudan, alevi uyanıyor, Ermeni’si, Süryani’si uyanıyor, işçisi, köylüsü, emekçisi, memuru uyanıyor. Herkes uyanıyor, özgürlük istiyor. Adalet istiyor, hakkını istiyor, eşitlik istiyor. Kısaca demokrasi istiyor. Maraş katliamı demokrasiyi katleden, faşist diktatöryal baskı sürecinin ortasında gerçekleşen bir olguyken şimdi Maraş katliamına karşı cevap olarak da gelişen PKK direnişinin otuz üçüncü yıldönümünde ortaya çıkardığı bütün ezilenlerin, katledilenlerin biraz kendine gelmesi, bilinçlenmesi bu katliamları anlaması, tanıması ve onların hesabını sorma temelinde özgür demokratik yaşam için arayışa girmesidir, hak istemesidir, mücadele etmesidir, bir araya gelmesidir. Bu da özgürlük mücadelesinde, demokrasi mücadelesinde oluşuyor. Otuz üçüncü yıl dönümünde Maraş katliamını hem Kürt halkı olarak hem de Türkiye demokrasi hareketi olarak böyle karşılıyoruz. Bu bakımdan da katliam gerçeğini biraz aydınlatmış ve katliamın belli bir hesabını sormuş durumdayız. Bundan sonra yürütülecek mücadeleyle de katliamcılığı tümden yok ederek katliamda şehit düşenlerin anılarını daha çok sahip çıkacağız. Bu katliama Kürdistan’ı özgürleştirerek, Türkiye’yi demokratikleştirerek, Türkiye cumhuriyeti sınırları içindeki herkesi özgür, eşit, adaletli bir yaşamı demokratik çerçevede sürdürür hale getirerek anılarını yaşatacağız. Maraş katliamının şehitlerinin anılarına vereceğimiz cevap şimdiye kadar böyle bir demokratikleşme oldu, bundan sonra da demokrasinin zaferi olacak.
DURAN KALKAN
- Ayrıntılar