PKK’nin otuz yedinci yılına girişi, Kürdistan’ın dört bir yanında ve Kürtlerin yaşadığı tüm dünya ülkelerinde görkemli ve coşkulu törenlerle kutlandı. Günlere ve haftalara yayılan bu kutlamalar hala da devam ediyor. Bu yıldönümünün daha öncekilerden farkı var ve en heyecanlı kutlamaların yaşandığı kesin. Elbette bu durumu IŞİD faşizmine karşı başta Şengal ve Kobanê olmak üzere tüm cephelerde gerillanın ortaya koyduğu kahramanca direniş yaratıyor. Bu temelde gerilla Kürt halkının ve Kürdistan’ın esas savunma gücü haline gelmiş bulunuyor.
Bununla birlikte, otuz altı yıllık mücadele içinde tarihi öneme sahip gelişmeler ortaya çıkartılmış durumda. Otuz yedinci yıla girerken şu hususlar bir kez daha doğrulandı: Son otuz altı yılda Kürdistan’da özgürlük, Kürtlük ve insanlık adına yaşanan tüm gelişmeler PKK’nin doğrudan veya dolaylı etkisi altında olmuştur. Geçmişte dolaylı etkisi altında gerçekleşenler de otuz altıncı yılda doğrudan etkiyle sağlananlar haline gelmiştir. Güney Kürdistan’daki mevcut yönetimin ve toplumun IŞİD saldırıları karşısında korunması gibi!
Diğer yandan otuz altıncı yıl mücadelesinin PKK’yi küreselleştirdiği biliniyor. Dolayısıyla PKK’nin otuz yedinci yıla girişi küresel düzeyde kutlanıyor. Bu durumun küresel düzeyde Kürdü inkar eden sistemin kırılmaya başladığını gösterdiği açık. Yine tüm ezilenlere hitap eden Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın teorik-ideolojik çizgisinin hedef kitleye güçlü bir biçimde ulaşmaya başladığı ortada. Kuşkusuz bunlar gerçekleşmiş olan tarihsel gelişmelerdir.
Ama daha önemlisi, Birinci Dünya Savaşı ardından yok sayılan ve yok edilmesi için üzerinde soykırım uygulanan Kürt toplumunun, PKK’nin otuz altı yıllık mücadelesi sonucunda kendisini yok sayan dünyanın umudu ve öncü gücü haline gelmiş olmasıdır. Bu gerçek başta kadınlar ve gençler olmak üzere tüm ezilenler ve halklar açısından böyle olduğu gibi, IŞİD faşizmi karşısında direnemeyen tüm devletler açısından da böyledir.
Herhalde küresel düzeyde son kırk yılda yaşanan en önemli olay budur. Antifaşist dünya, kırk yıl önce dünyanın yok saydığı bir halkın varlık ve özgürlük mücadelesi etrafında birleşmiş ve kendi varlığını burada görür hale gelmiştir. Bu durum reel sosyalizmin çözülüşünden de, Körfez Savaşı'ndan da, ABD müdahalelerinden de çok daha önemlidir. Aslında son yarım yüzyılın mucizesi olarak tanımlanabilir. İşte PKK’nin otuz yedinci yıla girişinin bu kadar yaygın ve görkemli kutlanmasını yaratan temel gerçeklik budur. Her yerde Kürt halkı, “PKK halktır, halk burada” demiştir. PKK’yi kendi kimliği olarak gördüğünü açıkça ifade etmiştir.
Sürece yön veren esas gerçeklik bu olmasına rağmen, MHP Lideri Devlet Bahçeli 28 Kasım günü, yani PKK’nin yeni yıla girişi kutlamalarının yoğun olarak yaşandığı bir günde Dersim’e, yani söz konusu kutlamaları en çok yaşayan Kürt illerinden birisine gitmiştir. Tabi bu hareket durduk yere ciddi bir gerginliğe ve çatışmaya vesile olmuştur. Aslında yaşananlardan çok daha fazla ve sert olaylar da olabilirdi. Eğer bunlar olmadıysa, bu durumu Dersim halkının ve Kürt Özgürlük Hareketi'nin sağduyusuna bağlamak gerekir.
Şimdi MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin bu tutumunun tam bir provokasyon olduğu tartışmasızdır. Başta Dersimliler olmak üzere tüm Kürt toplumu üzerinde çok ağır bir tahrik etkisi yapmıştır. Fakat MHP Lideri Devlet Bahçeli’yi bu davranışa tahrik edenin de Başbakan Ahmet Davutoğlu olduğu açıktır. Birkaç gün önce Dersim’de yaptığı bir konuşmada, “Yüreği yetiyorsa Bahçeli Dersim’e gelsin” diyerek çok açık bir tahrikte bulunmuştur. Yine Bahçeli’nin Dersim’e gitmesi üzerine de “Önemli olan biz söylemeden önce gitmesiydi” diyerek söz konusu tahriki sürdürmüştür.
Ahmet Davutoğlu’nun bu sözlerinin son derece gayriciddi olduğu açıktır. Geçmişte benzer sözleri Tayyip Erdoğan da zaman zaman söylüyordu. Fakat asıl güç olan Tayyip Erdoğan yine de bazı hususlara dikkat ediyordu. Tayyip Erdoğan’ın kopya kağıdı olan Ahmet Davutoğlu bu kadar da yapamıyor. Aslında oturduğu koltuğun ehli olamadığını ortaya koyuyor. Daha birkaç ay geçmeden su kaynatmaya başlamış bulunuyor.
AKP Genel Başkanı ve Başbakan Ahmet Davutoğlu MHP Lideri Bahçeli’yi niçin tahrik ediyor ve bunu niçin Dersim üzerinden yapıyor? Bunun AKP ile MHP arasındaki bir seçim kavgası olduğu söylenebilir. Zira her iki partinin de hitap ettiği ortak bir kitle var ve 2015 genel seçiminde bu kitlenin tutumu önemli olacak. Bu anlamda AKP yönetiminin MHP’nin üzerine gitmesi anlaşılırdır. Fakat bunun PKK’nin otuz altıncı kuruluş yıldönümünde olması ve Dersim üzerinden yapılması anlaşılmazdır. Çünkü her iki durumda çok ciddi bir çatışma etkenidir. O halde AKP Yönetimi Dersim’de çatışmaların olmasını ve PKK ile MHP’nin çatışmasını istemektedir. Ahmet Davutoğlu’nun söz ve davranışlarının başka bir izahı yoktur.
Fakat AKP yönetiminin Dersim yaklaşımları bununla sınırlı da değildir. İster Cumhurbaşkanı ister Başbakan olsun, bir bakıyorsunuz ortada hiçbir neden yokken cırt-bırt Dersim üzerine bir şeyler söyleyiveriyorlar. Yani Ahmet Davutoğlu’nun en son Devlet Bahçeli’yi tahriki tesadüf ve tekil bir olay değil. AKP yönetimi CHP’yi sıkıştırmak istedi mi, en kolay yöntem olarak Dersim üzerine konuşmayı buluyor ve tarihi Dersim soykırımını böylesi ucuz bir polemiğe ve oy kavgasına alet ediyor.
Bunu çok uzun bir süredir bilinçli ve planlı olarak Tayyip Erdoğan yapıyordu ve şimdi de yapıyor. Şimdi bir de çömezi Ahmet Davutoğlu aynı şeyi yapmak istiyor. Ama tabi Tayyip Erdoğan gibi usta olmadığı için yüzüne gözüne bulaştırıyor. Öyle anlaşılıyor ki, AKP yöneticileri Dersim soykırımı üzerinden, Dersim halkının derin acıları üzerinden siyasi karşıtlarına karşı mücadele yürütmeyi planlamış bulunuyor. Çünkü sadece CHP’ye dönük yaklaşım böyle değil, aynı zamanda HDP ve MHP’ye dönük yaklaşım da böyledir.
Bu biçimde AKP, Dersim soykırımı nedeniyle sözde “Özür dilemiş” oluyor. AKP yağdanlığı basın bu durumu böyle gösteriyor. Halbuki AKP Yönetimi Dersim soykırımı üzerinde oynuyor, Dersim halkının acılarını oy avcılığında kullanmaya çalışıyor. Bu kadar ciddiyetsizliğe ve vahşete de pes doğrusu! Şimdiye kadar hiçbir parti böylesi acılı olaylarla böyle alay etmedi, tarihi acılara böyle ucuz yaklaşmadı. CHP soykırımı uygulayan parti oldu, fakat sonuçlarına karşı bu tür ciddiyetsiz bir yaklaşım içinde olmadı.
Açıkça görülüyor ki, AKP Yönetimi Dersim Soykırımı'nı tanıma ve özür dileme gibi ciddi bir tutum göstermiyor. Tersine Dersim halkının acılarıyla oynuyor, bu acılar üzerinde oy avcılığı yapıyor. Bu tutum Dersim halkına da tüm Kürt halkına da ciddi bir saldırı ve hakarettir. Burada Dersim Kürt gerçeğini de, Alevi gerçeğini de tanıma diye bir şey yoktur. Tersine bunlara hakaret etme ve alaya alma, gayriciddi bir tutumla bunlardan yararlanma çabası vardır.
Peki Dersim halkı ve tüm Kürt halkı AKP’nin bu tür hakaretlerine karşı daha ne kadar sessiz kalacaktır? AKP’nin at oynatmasına daha ne kadar fırsat verilecektir? Bu noktada artık kesin tutumlu olmak ve AKP’ye hak ettiği dersi gecikmeden vermek gerekiyor. Dersim halkının ve Kürt toplumunun acılarına bu tür ciddiyetsiz ve çıkarcı yaklaşımlara asla fırsat vermemek gerekiyor. AKP gerçeğini iyi tanımak, karşıtlarını çatıştırma oyununa gelmemek ve ağzının payını vermek önem taşıyor. Dersim halkının da Kürtlerin de, tüm demokratik güçlerin de en temel görevidir bu.
Dersim gerçeği tarihin derinliklerinden gelen büyük bir özgür toplumsallık gerçeğidir. Bu gerçeğe dayatılan 1937-38 katliamları tamı tamına bir soykırımdır ve en ağır bir insanlık suçudur. Dolayısıyla Dersim halkının yaşadıkları ciddidir ve ciddiyetle ele almayı gerektirir. Yani AKP cıvıklığıyla ele almayı kaldırmaz. Dersim soykırımına çok ciddi yaklaşmak gerekir ve suçlularının mutlaka hesabını vermesi zorunludur. AKP yaklaşımı da, CHP ve MHP yaklaşımı da özünde soykırıma sahip çıkma yaklaşımıdır ve birbirinden pek farklı değildir. Bu yaklaşımın hesabını sormak demokratik güçlerin en temel görevlerinden birisidir.
Bu temelde Dersim Soykırımı'nı lanetliyor, katledilişlerinin yetmiş yedinci yıldönümünde Dersim direnişçileri Seyit Rıza ve arkadaşlarını saygıyla anıyoruz!
Selahattin Erdem
Kaynak: Yeni Özgür Politika
- Ayrıntılar
Kürdistan, tarihinin en kritik dönemeçlerinde birinde yine geçmektedir. Öyle ki hem dostları hem de düşmanları alabildiğinde net çizgilerle taraflarını belli etmektedirler. Dostları Kürtlerin de artık bu dünyada özgürce bir yaşam sürdürmelerini isterlerken, düşmanları ise inadına Kürtleri alışıla geldikleri köleci sistemin içerisinde, kölece bir yaşama reva görmektedirler. Birinci gerçeklik budur.
Diğer önemli bir gerçeklik ise, Birinci Dünya Paylaşım Savaşı’ndan sonra Kürtlere biçilmiş olan statü daha doğrusu statüsüzlüktü. Öyle ki Sykes-Picot denilen antlaşmayla esasta Kürtler yok sayılmaya başlanmış ve Lozan Antlaşmasıyla da bu yok sayılma tescillenmişti. İşte bu yok sayılmışlık ilk kez adım adım aşılmaktadır. Tarihi bilenler bilirler ki, emperyalistler Kürdistan’ı dörde bölmüş, parçalamış ve bu şekilde de yönetmeyi kendilerine daha uygun görmüşlerdi. Birde öyle bir statü oluşturmuşlardı ki, kimse dokunamasın, değiştiremesin ve yıllarca sürsündü. Bu dokunamamaya sömürgeci devletler de dahildi. Yani bölge güçleri bile yaratılan statüye karışamayacak, dokunamaycaklardı. Bölgede az da olsa Kürtlerle barışmak ve uzlaşmak isteyen biri çıkmış olsaydı, buna da emperyalistler izin vermeyeceklerdi. Nitekim vermemişlerdi.
Unutmayalım ki 1958 yılında Irak’ta krallığı kaldırarak yerine cumhuriyeti getiren Abdulkerim Kasım biraz da olsa Kürtlerle ilişki geliştirdiğinde hemen götürülmüştü. Neden Abdulkerim Kasım götürülmüştü? Abdulkerim Kasım Kürtlere karşı ortak oluşturmuş olan CENTO’dan çekilerek fiilen bu Kürt karşıtı Pakt’ı sonlandırmıştı. Sen misin bizim oluşturduğumuz statüyü sıfırlayan ve değiştiren diyerek birkaç yıl sonra Abdulkerim Kasım’ı devirmişler, ardından ise BAAS’cıların elliyle idam ettirmişlerdi.
İşte bu kadar Kürt karşıtlığı temelinde oluşturulmuş olan Ortadoğu’daki sistem ve statü ilk kez değişmeye yüz tutuyor. Bu çok önemli bir durumdur. Hem de Kürdistan'da on yıllarca verilmiş olan özgürlük mücadelesinin kaderini tayin edebilecek bir değişim ve dönüşümdür.
Yenilersek; hem Kürtler müthiş bir kalkışı yaşıyorlar, hem dostları ilk kez Kobane etrafında ciddi destek ve dayanışma göstermektedirler. Hem de düşmanları dünyanın ve bölgenin tüm gerici ahlak ve ölçüleriyle Kürtlerin adım adım geliştirmek istedikleri demokratik özerk yapılarına karşı saldırıya geçiyorlar. Geçmişlerdir. Ve birde belirttiğimiz gibi uluslararası güçler ilk kez Kürtlere yakınlaşma ya da az da olsa onları tanımaya dönük adımlar atmaktadırlar. En azından eski düşmanlıklarını yapmayacaklarına dönük mesajlar vermekte ve adımlar da atmaktadırlar.
Bu iki durum Kürtler için özelde de özgürlükçü Kürtler için yeni imkanlar ve kapılar aralayacağı açıktır. Bu bir yönüdür, ama bu durum doğru değerlendirilmez ise Kürtlerin büyük tehlikelerle karşı karşıya kalacakları da açıktır. Çünkü faşizm diz boyu Kürtlere yönelmektedir. Hem de bölgesel ayaklarıyla birlikte, tamda Kürtlere karşı fiziki soykırım ve fiziki olarak sürgünler temelinde bu gelişmektedir.
İşte tarihin bu çok kritik anında, Kürtlerin hem özgürlüğe yakın oldukları hem de büyük yok olma tehlikeleriyle yüz yüze oldukları bu anda, Kürt gençlerine düşecek, gerçek manada tarihi görevler vardır. O da: SEL YÜRÜYÜŞÜ temelinde an’a ve sürece yüklenmeleridir.
Tarih halklara her zaman böyle keskin ve net pozisyonlar sunmaz. Tarihin böyle keskin ve net anlarında, yürümesini bilenler, gitmek istedikleri duraklara daha rahat ve daha erken vara bilirler. Ama unutmayalım ki; halkları bu salimen duraklara götürecekler gerçek manada gençler olacaklardır. Hem de büyük SEL YÜRÜYÜŞÜNE sahip gençler.
Sel Yürüyüşüne Sahip Gençlik Olmak demek her şeyden önce tarihin bu an’ını hissederek, yaşayarak kendi üzerlerine düşeni yapmaya aday olmaktan geçiyor. Aday olmak da elbette yetmez. Bizatihi bu Sel Yürüyüşünün içerisinde yer alarak önüne düşecek tüm görevleri önüne katarak götürmesini bilmekte gerekir.
Tarihi her zaman biraz da gençler yazmıştır. Tarihin defter ve kitaplarında belki onların isimlerine rast gelinmez ama gerçek manada tarihin çarklarını her zaman gençler çevirmişlerdir. Sosyalist hareketler tarihe damgasını vuran gençlerin hakkını teslim etmek için her zaman gençlerin rollerine değinmiş ve onlara devrim anlarında aktif rol alma görevlerini atfetmişlerdir. Ancak Kürdistan özgürlük mücadelesinde gençler sadece önemli rol alacak bir kesim değildirler. Kürdistan özgürlük mücadelesinde gençler en önemli öncü güçlerin başında gelmektedirler. Kadınlarla birlikte Kürdistan Devrimi’nin öncü ve sürükleyici güçleri oldukları açıktır. Kürdistan Devrimi bir kadın devrimi olmasından dolayı, doğalında kadın en önde hem de en ön cephede yerini alırken, birde tahakküme, iktidara ve de devletçi yapılara karşı ideolojik bir duruşu olan özgürlük mücadelesinin -doğalında en önde yürüyen diğer gücü ise -gençlik olacaktır.
Gerçekler ve görevler böyle olduğuna göre o zaman Kürdistan gençliği- hiç olmadığı kadar bu -tarihin devrim an’ına yüklenerek kendi görevlerine sahiplenmesi gerekir. Ancak yukarıda ifade edildiği gibi; bu görevler ne sıradan görevlerdir, ne de sıradan görev yaklaşımlarıyla altında kalkılabilecek görevler ve sorumluluklardır. Tarihin bizlere yükledikleri görevler çok hızlı, ivmeli bir yürüyüşle yerine getirilebilir. İşte biz bu hızlı ve ivmeli yürüyüşe Sel Yürüyüşü diyoruz. Bir nevi her şeyi önüne katıp götürecek bir Sel akışı.
Seller doğaları gereği çok gür akarlar, hızlı akarlar, silip süpürürler, yeni yataklar oluşturarak başkalarının arkalarında daha rahat akmalarını sağlarlar, olanak sunarlar. Ancak böyle güçlü yatakları açabilmek için gerçekten güçlü akmasını bilmek gerekiyor, aksi taktirde Sel olup akış olmaz, olsa olsa bir çay biçimindeki bir akış olur ki, bu da bir şeyi değiştirmez.
Evet, tarihin bu an’ında, devrim momentumda Kürt Gençleri tamamen gür akmasını bilmelidirler. Kiminin aklı almaya bilir de, ancak kim demiş ki dünyanın büyük değişimleri sadece akılla yapılmıştır. Değişim ve dönüşümler için her şeyden önce büyük duygular gerektirir. Büyük yürek atışları gerektirir. Büyük heyecan ve coşku gerektirir. Bu büyük duygu, yürek atışı, heyecan ve coşku ise Kürdistan gençliğinde fazlasıyla vardır.
Gerçekler böyle ise-ki öyledir- o zaman büyük SEL YÜRÜYÜŞÜNE SAHİP GENÇLİK OLMAK için bir an önce harekete geçmeli, ellerimizde bulunan mevziileri daha da genişleterek derinleştirmeliyiz. Bunları sağlarken de sürekli dağlara olan akışımızı ise ivmeli bir yürüyüşle de hızlandırarak, güçlendirerek sağlamasını bilmeliyiz.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
15 Eylül’de faşist IŞİD çetelerinin saldırısıyla başlayan Kobanê Savaşı üçüncü ayına girdi. İki ayı aşkın bir süredir Kobanê halkı ve Rojava Devriminin özgürlük ve savunma gücü YPG-YPJ kuvvetleri söz konusu faşist ve soykırımcı saldırıya karşı direniyor. Bu direnişe tüm Kürt halkı ve demokratik güçler de çok önemli bir destek veriyor. Direniş kendi etrafında küresel düzeyde faşizme karşı bir Demokrasi Cephesi yaratmış bulunuyor. YPG-YPJ güçleri ile Güney Kürdistan Pêşmergeleri ve ÖSO birlikleri arasındaki ittifak da bu temelde gerçekleşmiş oluyor. ABD öncülüğündeki koalisyonun direnişe desteği de bu temelde gerçekleşiyor.
Kobanê direnişinin atmış günü aşarak üçüncü ayına girmiş olması mucize gibi bir şey. Neden? Çünkü, gerçeği söylemek gerekirse içinde olanlar da dahil hiç kimse direnişin bu kadar uzun süreceğine inanmıyordu. Saldırıyı başlatanlarsa iki günde, bilemedin bir hafta içinde Kobanê’yi düşürüp tümden ele geçireceklerini hesap ve umut ediyorlardı. Fakat yanıldılar. Küçük gördükleri ve yeteneklerine inanmadıkları Kürtler, onlara tarihin en büyük dersini verdi. Küresel insanlık da başta uzun süre seyirci kalsa da, Kürt direnişinin özgür insanlığa katkılarını görünce giderek destek verme eğilimine girdi.
Şimdi yaşanan direniş Kütler açısından da, insanlık açısından da kıvanç verici bir temelde ilerliyor. Direnişte yeni ve önemli siyasal ve askeri gelişmeler ortaya çıkıyor. Denebilir ki, “1 Kasım Dünya Kobanê Günü” ile birlikte bölgedeki her şey değişmiş durumda. Çünkü, bu durum Kürtler üzerindeki küresel inkarı ortadan kaldırdı. Dünya genelinde yeni bir cepheleşme ve ittifak düzeni ortaya çıkardı. Artık bölgedeki hiçbir şey Kobanê direnişinden önceki gibi değildir ve böyle bir dönüş de olamaz. Bölgedeki ilişki ve ittifaklar yeniden karılıyor ve bu durum yeni bir Ortadoğu’nun oluşmasına doğru yol alıyor.
Kürtler açısından şu söylenebilir: Artık yeni ve demokratik bir Ortadoğu Kürtsüz asla var olamaz. Böylece yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde yok oluş sürecine alınan Kürtler, yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde insanlığın yükselen güneşi oluyor. Yeni ve demokratik Ortadoğu’nun öncü kurucu öğesi haline geliyor. Kürt Ulusal Kongresi temelinde Kürtlerin demokratik birliğinin zemini sağlamca döşenmiş bulunuyor. Kürtler için küresel ilişki ve ittifakların önü ardına kadar açılmış hale geliyor.
Küresel inkar kırılıp Kürt birliği ve uluslar arası ilişkilerinin önü tamamen açılırken, bölgenin kültürel soykırımcı ve sömürgeci güçlerinin Kürt inkarını devam ettirmekteki ısrarları sürüyor. Bu noktada İran Devleti fazla ses çıkarmaz ve büyük olasılıkla gelişmeleri anlamaya çalışırken, Türk Devleti ve AKP Hükümeti adeta yavuz hırsız misali Kürtleri suçlayarak onlardan geri adım atmalarını istiyor. Belli ki AKP Hükümetinin bu tutumu nafile ve tehlikelidir. Çünkü demokratik Kürt yükselişi karşısında durmak hiç kimseye yarar getirmez. Dolayısıyla bunda ısrar edenler çok geçmeden kendi kendilerine ne kadar tehlikeli bir kuyu kazmış olduklarını görürler.
Kobanê direnişi öyle bir noktaya geldi ki, karşısında hiçbir güç duramıyor. Karşısında duranlar hemen insanlık vicdanında lanetleniyor. Dolayısıyla özünde karşıt olanlar bile görünüşte direniş yanında durarak ondan faydalanmaya çalışıyor. Herkes Kobanê direnişinin yarattığı olumlu etkiden biraz pay kapmaya çalışıyor. Bu nedenle AKP’nin karşı durmaya çalışması sadece kendini bitirir. Kürtlerle demokrasi ve kardeşlik temelinde birlik oluşturamayan bir Türkiye’nin bu dünyada hiçbir geleceği olamaz.
Böyle önemli siyasal gelişmeler yaratmış olan Kobanê direnişi askeri bakımdan da önemli gelişmeler yaratıyor. Faşist IŞİD saldırıları durdurulup kırılmış durumda. Artık IŞİD çeteleri ilerleyemiyor. Şimdi taktik saldırı ve ilerleme sırası direniş güçlerinin eline geçmiş bulunuyor. Kobanê’den gelen haberler YPG-YPJ güçlerinin artık daha aktif olduğunu ve şehrin önemli bir kısmını IŞİD’den geri aldığını gösteriyor. Dolayısıyla direniş güçleri şimdi daha umutlu ve güvenli hareket ediyor. YPG Karargahından yapılan açıklamalar direniş güçlerinin hızla ilerleyeceğini gösteriyor.
Daha da önemlisi, YPG Karargahı artık gerilla taktikleri uygulayabilecek bir konuma ulaştıklarını ifade ediyor. Bu durumda şimdi artık savaş sadece Kobanê içinde ve savunma mevzilerinde sürmüyor. Bir yandan Kobanê içindeki savunma savaşı etkin olarak sürdürülürken, diğer yandan YPG-YPJ birlikleri kırsal alanda gerilla harekatları düzenliyor. Halep- Til Ebyad yolunu YPG güçleri kesip denetime alırken, Til Ebyad- Kobanê yolunu da sık sık işlemez kılıyor. Kırsalda birçok alanın YPG-YPJ güçlerinin kontrolünde olduğu belirtiliyor.
Kuşkusuz bu durum önemlidir ve YPG’nin gerilla yapar hale gelmesi savaşın gidişatını değiştirecektir. Bu konuda AKP Hükümetinin çetelere desteği de ciddi bir sonuç vermeyecektir. Kaldı ki IŞİD ile ittifak AKP için gittikçe astarı yüzünden pahalı hale gelmiş bulunuyor. Çünkü, gün geçmiyor ki bu konuda yeni bir bilgi ortaya çıkmasın. Eskiden Musul’da kalan elçilik personelinin operasyon gücü olduğu söylenirdi. Şimdi ise Kobanê’ye dönük IŞİD saldırılarını Süleyman Şah Türbesindeki Türk özel kuvvetlerinin planladığı ve yönettiği söyleniyor. AKP mevcut politikalarını sürdürüp Kürt düşmanlığı yaptıkça hep bu tarzda ifadelere maruz kalacaktır.
Elbette Kürdistan, Bölge ve dünyada bu kadar tarihi gelişmelere yol açın bir direniş bedelsiz yürütülmemektedir. Kobanê ve Rojava direnişi güç eşitsizliği de değil, her türlü teknik güce karşı Kürt yurtseverliğinin göğüs germesi temelinde yürütülmektedir. Bu da büyük kahramanlıkları ve tarihsel destan yazmaları ortaya çıkarmaktadır. Kürtler her gün onlarca şehit ve yaralı vererek bu zorlu direnişi geliştirmektedir.
Kimler kahramanca savaşıp şehit düşmedi ki geçen iki ay içinde!? YPG-YPJ’nin yüzlerce şehidi ve yaralısı var. Bunların her biri diğerinden kahraman! Gerçekten tarihin en büyük fedailik ve kahramanlık hareketi yaşanıyor. Büyük Zindan Direnişçiliği gerillada doruğa ulaşmış bulunuyor. Tarihin şen çocukları en büyük özgürlük destanını yazıyor. Arîn fedailiği ve Diyar kahramanlığına her gün yenileri ekleniyor. Bunlardan biri de Ekim ayının son haftasında şehit düşen Destîna Gulaber adlı takım komutanı oluyor.
Destîna Gulaber adlı Kandil’in tombul kızı, Kobanê’nin tarih yazan büyük kahramanlarının en sonuncuları arasında yer alıyor. Kandil’de başlayan mütevazi yaşam, Kobanê’de ölümsüzlük mertebesine ulaşıyor. Daha küçük yaşta olmasına rağmen, 2000 yılında Kandil’in gerilla güçlerinin eline geçmesinden heyecan duyarak gerillaya katılan o günün Gulaber’i, Kobanê’nin IŞİD faşistlerine geçit vermeyen Komutan Destîna’sı oluyor. Destîna komutasındaki bir takım kadın gerilla gücü, IŞİD’in gün boyunca her türlü tekniği kullanma temelinde saldırı sürdürmesine rağmen savunduğu binayı terk ve teslim etmiyor. Çaresiz ve başarısız kalan faşist IŞİD çeteleri, çareyi tüm binayı havaya uçurarak direnişçileri katletmekte buluyor. Böylece özgür kadın iradesi karşısında küçüldükçe küçülüyor.
Destîna, Kürdistan özgürlük gerillasının fedailik ve kahramanlık özünü ifade ediyor. Kürt kadınının özgür yaşam tutkusunun ve yenilmez iradesinin sembolü oluyor. Kadın gerillacılığının ulaştığı kahramanlık ve direngenlik düzeyini gösteriyor. Tüm Kürt kızlarına ve özelde de Kandil ve Başur kızlarına özgürlük için direnme çağrısı yapıyor. Biz inanıyoruz ki, cefakar ve kahraman Kürt kadınları Destîna’nın silahını yerde bırakmayacak! Özgür Kürdistan ve özgür yaşam amacını başararak Destîna’nın rahat uyumasını sağlayacak! Kandil’in afacan kızı Destîna Gulaber şahsında tüm Kobanê direniş şehitlerini bir kez daha saygı ve minnetle anıyoruz!
Selahattin ERDEM
Kaynak: Yeni Özgür Politika Gazetesi
- Ayrıntılar
1970’li yılların devrimci militanlarından ve Devrimci Yol Hareketinin önderlerinden Nasuh Mitap yaşamını yitirdi. Kendisini saygıyla anıyoruz ve her zaman da anacağız. Tüm devrimci-demokratik güçlere de baş sağlığı diliyoruz. Nasuh Mitap’ın büyük emekler verdiği özgürlük ve demokrasi mücadelesinin daha çok büyüyerek zafere ulaşacağına inanıyoruz. Yine Kobani sınırında Türk askerinin kurşunları ile katledilen yürekli kadın Kadriye Ortakaya’yı da saygı ve minnetle anıyoruz. Büyük emek verdiği ve iman edercesine inandığı Kobani direnişinin mutlaka zafere ulaşacağını belirtiyoruz.
Nasuh Mitap, 12 Mart 1971 faşist-askeri darbesine karşı direnen genç militanlardan biri oluyor. Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C Hareketinin gençlik kesiminde yer alıyor. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 faşist askeri darbelerinin ağır işkencelerini yaşıyor. Belli ki ölümüne yol açan kanser hastalığı uzun yılları kapsayan bu işkence ve hapishane sürecinde oluşmuş bulunuyor. Tabi kolay değil 12 Mart ve 12 Eylül işkencelerine dayanmak.
Nasuh Mitap’ın 1974-1980 arasında devrimci gençlik mücadelesine önderlik eden militanlardan olduğu biliniyor. O mücadele ki, Özel Harp Dairesi’nin paramiliter faşist güç olarak MHP gençlik kollarını donatıp devrimci gençliğe ve emekçilere saldırttığı ortamda her gün onlarca çatışma yaşanarak verilmiş bulunuyor. Bu dönem mücadelesinin yüzlerce şehidi var. Yine faşist MHP saldırılarına dayanarak darbe yapan 12 Eylül cuntasının da idam ve işkence ile katlettiği yüzlerce şehit var. Bu vesileyle tüm özgürlük ve demokrasi mücadelesi şehitlerini saygıyla anıyoruz.
Nasuh Mitap’ı 12 Mart faşizminin aşılmasında önemli yeri olan Ankara Demokratik Yüksek Öğrenim Derneği-ADYÖD sürecinden tanıyoruz. Bizden bir önceki devrimci kuşaktan oluyor. Kendisi 1971 direnişinin genci olurken, bizim kuşak da ADYÖD direniş sürecinin genci oluyor. Dolayısıyla dikkatle izlediğimiz ve her şeyi öğrenmeye çalıştığımız devrimci ağabeylerimiz içinde yer alıyor. MHP faşizmine karşı devrimci gençlik mücadelesinde önemli bir yere ve role sahip bulunuyor.
Hem bir devrimci gençlik mücadelesi olması ve hem de sosyalist hareketin yeniden toparlanmasını ifade etmesi bakımından ADYÖD pratiğinin çok önemli ve öğretici dersleri var. Çok kısa bir süreyi kapsamış olsa da, bu gerçek değişmiyor. Zaten daha bir yılını bile doldurmadan kapatılması da bu gerçeği ifade ediyor. Eğer kökleştirilmek istenen faşist sisteme ciddi zararlar vermeseydi, hemen kapatmazlardı. Daha birkaç aylık bir mücadele gücüyken kapatılmış olması, faşist düzene ne kadar karşıt olduğunu ve zarar verdiğini gösteriyor.
Devrimci Gençlik Hareketinin ADYÖD çatısı altında yürütülen bölümünün öğrettiği iki temel olgu var: Birlik ve mücadelecilik! Bunun sağlanmasında da Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile Nasuh Mitap’ın tutumu ve çabaları belirleyici role sahip. Bir yerde bu iki genç devrimcinin tutumu, çabaları ve tartışmaları ADYÖD pratiğini yarattı diyebiliriz. 1974 baharında ADYÖD’ü oluşturabilmek için bu iki devrimcinin haftalara yayılan tartışmaları daha taptaze belleğimizde duruyor.
Demek ki ADYÖD pratiği öyle kolay ve çabasız gerçekleşmedi. Yine bilinçsiz ve ilkesiz gerçekleşen bir hareket olmadı. Tersine haftalarca süren tartışmalar ve aylarca harcanan çabalar sonucunda ilkelere dayanan bir devrimci-demokratik birlik olarak ortaya çıktı. Demek ki doğru yaklaşılır ve çaba harcanırsa devrimci-demokratik güçler bir örgütsel çatı altında birleşebiliyorlar. Faşizme ve oligarşiye karşı birlik içinde demokrasi mücadelesi verebiliyorlar.
Nasuh Mitap’ın cenaze törenini tv’den izliyoruz. Devrimci-demokratik güçlerin çok büyük bir bölümü 1970’li yılların devrimci gençlik önderi Nasuh Mitap’ın tabutu başında bir araya gelmiş bulunuyor. 1974 baharında ADYÖD çatısı altında tüm devrimci-demokratik güçlerin birleştirilmesinde en önemli rollerden birini oynayan Nasuh Mitap, tam kırk yıl sonra cenaze töreninde de tüm devrimci-demokratik güçleri birleştirmeyi başarıyor. Cenaze töreni gibi kısa süreliğine bile olsa söz konusu bir araya gelişi önemsememiz gerekiyor.
Eğer devrimci-demokratik güçlerin yeni bir birliğine vesile olursa, herhalde o zaman Nasuh Mitap mezarında daha rahat uyuyacak. Eğer tüm devrimci-demokratik güçler bir çatı altında birleştirilirse, işte o zaman Nasuh Mitap’ın anısına doğru sahip çıkılmış olacak. Bu nedenle de tüm devrimci-demokratik güçlere büyük görev ve sorumluluklar düşüyor. Neredeyse Ortadoğu’nun her yerinde devrimci durumun yaşandığı bir süreçte Türkiye’deki devrimci-demokratik güçlerin birliği bölgesel düzeyde hayati önem taşıyor.
Hem Türkiye, hem de Ortadoğu tarihi öneme sahip çok kritik bir süreçten geçiyor. Körfez Savaşı ile başlayan ve adına Üçüncü Dünya Savaşı denen süreç bölgemizi böyle bir noktaya getirmiş bulunuyor. Yine 2011 başından itibaren gelişen ve adına “Arap Baharı” denen süreç Suriye ve Irak çatışmalarına sahne olarak Kobani pratiğinde Kürdistan’a kilitlenmiş bir konumu yaşıyor. Bu da Kürdistan üzerindeki sömürgeci egemenliği birinci dereceden yürüten Türkiye’nin söz konusu siyasi-askeri mücadelenin merkezi haline gelmiş olması gerçeğini ifade ediyor.
Peki böyle bir süreçte Kürt karşıtı stratejide ısrar eden ve IŞİD faşizmi ile birlikte olan AKP iktidarıyla Türkiye nereye gidecek? Bu soruyu kendine sormayana, sorup da doğru ve yeterli cevap vermeyene değil devrimci-demokrat, yurtsever ve aydın bir insan bile denemez. Böylesi kişi ve hareketler tarihin acımasız yargısından ve suçlamasından kurtulamaz. Eğer 2015 genel seçiminden de başarıyla çıkarsa AKP’nin yeni bir Kürt savaşı temelinde Türkiye’yi felakete götüreceği açık. 30 Ekim Milli Güvenlik Kurulu toplantısının böyle bir karar aldığı tartışmasız.
Peki 2015 seçiminde AKP’yi kim yenilgiye uğratacak ve Türkiye’yi söz konusu felakete yuvarlanmaktan kim kurtaracak? Herhalde aklı başında olan hiç kimse bunu MHP’nin yapabileceğini düşünmez. O halde geriye CHP kalıyor. Peki bugünün CHP’si bunu yapabilir mi? Yapamayacağı çok açık. Hem siyasal ve stratejik yaklaşımı, hem de örgütsel durumu bunu açıkça gösteriyor. Günümüz CHP’si AKP’yi aşan hiçbir şey söyleyemiyor. O halde Türkiye’yi AKP’den kurtarma görevini CHP’nin yerine getireceğini beklemek, MHP’den beklemekten pek farklı değil. Dolayısıyla CHP’den beklentili olarak destekleyici konuma düşmek tarihin en hatalı demokratik siyaseti olur.
O halde geriye kim ya da kimler kalıyor? Çok açık ki, tüm eğilimlerden demokratik güçler, tüm demokratik güçlerin birliği. Türkiye’yi böyle bir süreçte AKP felaketinden ancak demokratik siyaset kurtarabilir. Bunu tek başına başaracak bir demokratik hareket olmadığına göre, o halde tüm demokratik güçlerin birliği zorunlu. Yani HDP, ÖDP, EMEP başta olmak üzere tüm demokratik güçlerin seçim ve eylem birliği yapmaları 2015 seçiminde Türkiye’yi yeni bir alternatif çıkışa götürebilir. Yoksa karşı karşıya kalınacak felaketten demokratik güçler de sorumlu olur.
Biz bunu söyleyince, bazı partiler “Biz devrimciyiz, devrimci birlik yaratırız” diyorlar. Nasuh Mitap’ın da içinde yer aldığı Mahir Çayan hareketinin devrimci olduğunu belirtiyorlar. Böylece “Demokratik birliği” güya geri görüyorlar. Halbuki söz konusu devrimciler hep demokratik halk devriminden söz ediyorlardı. Dolayısıyla başarı için “Demokratik birlik” şarttır. Kaldı ki istedikleri kadar devrimci birlik yapsınlar, kimse kendilerine bir şey demiyor. Yine en geniş demokratik birlik, devrimciler arası birliği dışlamıyor ve engellemiyor.
Bu nedenle böylesi kritik bir tarihi süreçte herkesin konumunu gözden geçirmesi ve 2015 seçiminde AKP’yi gerileterek demokratik siyaseti yönetim alternatifi yapacak bir birlik tutumu içine girmesi büyük önem taşıyor. Bu temelde Kadriye Ortakaya ile Nasuh Mitap’ı bir kez daha saygıyla anıyoruz. Anılarının tüm demokratik güçlerin birliğini yaratmaya vesile olmasını diliyoruz! Yüksek bir sorumlulukla bunun başarılacağına dair inancımızı bir kez daha ifade ediyoruz.
Selahattin ERDEM
Kaynak: Yeni Özgür Politika Gazetesi
- Ayrıntılar
TC Devleti insanlık tarihin en karanlık güçlerinden biri olan DAİŞ ile sıkı fıkı ilişki içerisindedir. Hatta yer yer DAİŞ ile ilişkilerinin organik bağlar taşıdığını da çokça söylemiştik.
Yine daha önceleri DAİŞ denen uluslararası toplama çete örgütünün uluslararası güçler tarafından nasıl kullanıldığını ve yönlendirildiğini de belirtmiştik. Kendilerince Ortadoğu’da yürümeyen planlarını gerçekleştirmek için bir müdahale de bulundular. Ve ne zaman ki yapacaklarını yaptırdılar ve Ortadoğu’da birçok gücün burnunu sürterek istedikleri yere getirdiler. Plan dahilinde yürüyen birçok saldırı ardından, aşırı güçlenen DAİŞ’in eskiden planlanmış olanlara göre hareket etmemesi, uluslararası güçleri DAİŞ’e yönelmelerine götürdü. DAİŞ ise daha önce flörtlü olduğu uluslararası güçlerle arasına mesafe açarak, ancak kapitalist modernitenin bir yaratımı olan ulus devletçi hastalığı olan milliyetçilikle, bölgede tam faşizan bir politik yönelim içerisine girerek, bölgede yaşayan birçok halka ve inanç gurubuna temsil ettiği faşizan değerler temelinde büyük insanlık suçları işleyerek yönelimlerini sürdürdü.
Irak ve Güney Kürdistan'da Şebek Kürtlerine, Kakai Kürtlerine, Êzîdî Kürtlerine, Hristiyanlara, Asurilere, Şii Araplarına, Şii Türkmenlere ve Rojava’da tüm Kürtlere, Alevilere ve daha farklı Ortadoğu renklerine karşı nasıl bir kırım içerisine girdiğini, tecavüz, kaçırmalar, gasp, kafa kesmeler, insanlığın hafızasında ne kadar çok kötülük varsa hepsini bir arada temsil ve uygulamasıyla DAİŞ’in yaptıklarını hepimiz birlikte gördük.
İnsanlık tarihinin belki de en karanlık sayfalarından biri olan böylesine faşizan bir yapıyla TC devleti özelde de AKP en ileri düzeyde organik olarak ilişkidedir.
DAİŞ belirttiğimiz gibi birçok halka ve renge yöneldiği bir gerçektir. Ancak en çok yöneldiği yapı Kürtlerdir. Kürtlerin birçok farklı rengine sadece yönelinmiyor. Daha da ileri giderek Kürtlerin en kadim renklerini topraklarından sürüyor. Şebekleri, Êzîdîler, Kakaileri sürmek için neler yaptıkları ortadadır. Yaklaşık 500 binin üzerinde Êzîdî yurtlarında sökülüp atıldı. Benzer durum Şebekler içinde geçerlidir. Yine Rojava’da bir Halep’te Kürtlerin sürülmesi, en son olarkta da Kobane’de 160 bin insanın Kuzey Kürdistan’a nasıl geçtiği de ortadadır.
Daha acı ve trajedik durum ise yarın belki de yarından daha yakın bir zaman içerisinde DAİŞ Güney Kürdistan’ın birçok farklı yerinde Kürtleri sürmeye dönük saldırılar içerisinde olacağıdır. Bir Xaneqin’in, bir Mendeli’ne DAİŞ’in saldırmamasını kim söyle bilir? Yine farklı yerlerde yaşayan Şii Fehlilere yönelmemesini kim söyle bilir? Kerkük’e saldırmamasını kim söyleyebilir? Şengal’de yaşananların orada yaşanmayacağını kim söyle bilir?
Bu söylediklerimize dediğimiz gibi yine Rojava’nın tümünü eklersek, yaşanacakların boydan boya bir Toplum Kırım olacağı açıktır. Kaldı ki bugüne kadar yapılanların tümü bir Kırım’dır. Soykırım’dır. Sürmedir. Göçertmedir.
Kürtler tarihleri boyunca birçok kez böyle köklü kırımlarla yüz yüze geldiğini hepimiz biliyoruz. Kürtlerin ağıtlarını dinlerken, bu kırımların ne kadar köklü yaşandığını görmek mümkündür. Ya da yakın tarihte Kuzey Kürdistan'da boşaltılan 4000 köyü dile getirebiliriz. Yine Güney Kürdistan'da Saddam tarafından Enfal’de yakılan binlerce köyü ve buralarda göçertilen yüzbinlerce Kürdistanlıyı da ifade edebiliriz. Rojava’da Arap Kemeri adı altında uygulanan politikayla ne kadar çok insanın sürüldüğü zaten ortadadır. Ve tabi birde 1981-82 yılında İran’da katledilen binlerce Kürt ve boşaltılan köy ve sürgün edilen yüzbinlerce Kürt’ü de dile getirebiliriz.
Benzer bir anlatımı ise yine 70-80 yıl önce Kuzey Kürdistan'da, Güney Kürdistan'da ve Doğu Kürdistan'da yaşananları da anlatabiliriz. Dersim’in ve diğer Kürdistan şehirlerinin nasıl boşaltıldığını herkes biliyor. Toplu kıyımları, jenositleri ise dediğimiz gibi herkes biliyor.
Özcesi Kürtler hep sürüldüler. Hep göçertildiler. Kıyımlara uğradılar. Şimdi yeni bir tehlikeyle karşı karşıyadır Kürtler. Tehlikeleri yukarıda ifade ettik. Hem Güney Kürdistan'da hem de Rojava’da Kürtlerin sürülme tehlikesi vardır. Ancak yarın aynı tehlikenin Doğu Kürdistan'da ve de Kuzey Kürdistan'da yaşanmayacağını kim söyle bilir ki?
Kürtler bu büyük tehlikeyi yaşarken, bu büyük kıyımlarla yüz yüze gelme ihtimali var iken, Kürtleri böyle büyük bir Kıyıma uğratmak isteyen DAİŞ adındaki toplama çete örgütüyle TC Devleti’nin ve de AKP Hükümeti’nin ilişkilerinin organik olduğu ne anlama gelir? Kürtler Kıyımla karşı karşıya, AKP ise Kürtlerin DAİŞ’e karşı sürdürdükleri sert mücadelelerine karşı ellerinde ne geliyorsa onu yapacak. Yine DAİŞ’e karşı protesto eylemleri içerisinde olan Kürtlerin onlarcasını aynı biçimde AKP ve onlara yakın duranlar katledecek.
Bir yandan Kürtler büyük Fiziki Kırım ve Sürülme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar, diğer yandan ise bu Kırım ve Sürülmeyi gerçekleştiren faşizan yapıya tamamen destek sunan bir AKP ve Devleti var iken Kürtler ne yapacaklardır?
Bir kere önce Kürtler çok acilen ulusal birliklerini sağlamaları gerekiyor. Bunun yolu Ulusal Kongre’dir. Geçmişte ileri sürülen içi boş birçok gerekçeyi bir köşeye atarak bu Ulusal yapıya gitmek gerekiyor. Kürtler yine daha önce Başkan Apo’nun dile getirdiği ortak bir Diplomasi Kurumu oluşturmaları gerekiyor. Ortaya çıktı ki askeri güçlerini ortaklaştırabilirler, yine ortak bir Askeri Komutanlık oluşturmaları gerekiyor. Ve yine bir yönetim mekanizmalarını oluşturmaları da gereke bilir.
Bunlar yeter mi? Yetmez.
Niçin yetmez? Kürtler büyük bir Kıyım ve Sürülmeyle yüz yüzedirler. Onun için öncelikli olarak Kürtler tamamen, tüm parçalarda, Savaşan Halk Gerçekliği ’ne göre kendilerini örgütlemeleri gerekiyor.
Dikkat edelim, DAİŞ Maxmur’a yöneldiği zaman eğer HPG’nin gerillaları yetişmeselerdi, halka güçlü bir moral ve motivasyon sağlamasalardı, Hewler’in boşaltılacağı bile tartışılır hale gelmişti.
Evet, böyle olmaması için tüm Kürtler, hatta Kürdistan'da yaşayan tüm halklar ve hatta Ortadoğu’da yaşayan tüm renkler, inançlar, halklar ve ne kadar böyle azınlık yapılar varsa, bu Savaşan Halk Gerçekliği stratejisiyle örgütlenmeli ve Ortadoğu tarihinde yaşanmış tüm kötülüklerin bir nevi bileşkesi olan DAİŞ faşizan çete yapısına karşı oluşturacakları Öz Savunma’larıyla kendilerini korumaları gerekmektedir. Elbette özelde Kürtler ve Kürdistan'da yaşayan herkes bu olağanüstü duruma göre kendilerini örgütlemeleri daha fazla gerekmektedir.
Bunu yaparken de DAİŞ ile yan yana, kol kola yürüyen, bir AKP’nin ve TC Devleti’nin politikalarına karşı da ortak bir duruş içerisinde olmaları gerektiği de zaten açıktır. AKP’nin Kürtlere karşı Soykırım Politikalarını ısrarla sürdürdüğü gerçeği de dikkate alındığında, Kürtlerin hangi soykırım tehlikesi ve tehdidi altında olacağını da bilerek, olağanüstü bir katılımla, her yerde, hızla, kendimizi örgütlemeli DAİŞ ve AKP faşizmine karşı ortak bir duruş içerisinde olmalıyız.
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar
İttihat-ı Terakki’nin en tanınmış simalarından biri, Balkanlarda görevliyken çeteci tarzın geliştirilmesinde en çok fazla rol alan Enver Paşa ismindeki kişidir. Süreçle hızla İttihat-ı Terakki içerisinde yükselerek Genel Kurmay Başkanlığı’na kadar terfi etmiştir. Irkçılığın, milliyetçiliğin, önceleri Pan İslamizm ardından ise Pan Turanizmin de yetkin bir temsilcisi ve de Osmanlıyı Birinci Paylaşım Savaşına süren kişidir de.
İttihat-ı Terakki halklara karşı işlediği suçlarla biliniyor ve anılıyor. Yine hukuk dışı-Demirel’in deyimiyle ifade edecek olursak-rutinin dışına en fazla çıkan bir örgütünün de adıdır İttihat-ı Terakki. Önceleri güya halkların ortaklaşmasını, Osmanlıyı kurtarma temelinde yaklaşım sergileme imajı verse de, süreçle bunun böyle olmadığını, tam tersi bir istikamette hareket ederek halklara Hitler Faşizmi’ne örnek olacak kadar bir vahşet pratiği sergileyen bir faşist örgüttür İttihat-ı Terakki.
İttihat-ı Terakki’nin öncüleriyle AKP’nin lider kadro arasında ilginç benzerlikler bulunmaktadır. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi kurulurken Osmanlı’nın kurtarılması için yola çıkmış ancak 1906 yılında-özelde Balkanlar’da-çark ederek tamamen bir milliyetçi, ırkçı çizgiye girilmiş ve adım adım Mezopotamya’nın birçok rengini acımasızca katletmekten geri durmamışlardır.
Dikkat edelim aynı durumunu bizler bugün AKP’nin lider kadrosu için de görüyoruz. Kürt Halkı’nın Türk Halkı’yla kardeş olduğunu söyleyen bir Davutoğlu’ndan, Kürtlere ölüm fermanı veren bir Davutoğlu’na gelmiş bulunuyoruz. “Kobane ile çözüm sürecinin ne alakası var” dan, “Kobane bizim iç işimiz değil” den, “PKK ile IŞİD bizim için aynıdır” söylemlerine gelinmiştir.
İttihatçıların beyin takımında yerini alan Üçlü’ye, yani Üçlü Triumvira denmektedir. Bunlar Enver, Talat ve Cemal ismindeki sözde paşalardır. Bunlardan Dahiliye Nazırı Talat Paşa Ermeni Halkı’nın katliamıyla görevlidir. Cemal Paşa Arapların katliamıyla görevlidir. Ve Enver ise Kürtlerin katledilmesinde görevlidir.
Dahiliye Nazırı Talat Paşa’nın Halep Valisi’ne gönderdiği telgraf metni şöyledir: “Türkiye de yaşamakta olan Ermenilerin ortadan kaldırılması için Cemiyet talimatları uyarınca nihayet alınan karar daha önce size bildirilmişti. Bu karara aykırı bir tutum içinde olanların görevlerinin başında tutulmamaları gerekir. Atacağınız adımlar Ermenilerin sonunu getirici nitelikte kesin ve keskin olmalıdır. Hiçbir şekilde yaşa, vicdana ya da kadın, erkek ayrımına bakmayın” diyerek katledilmelerinin talimatını vermiştir.
Cemal Paşa dediğimiz gibi Arapları katletmekle görevlendirilmiştir. 6 Mayıs 1916 Yılı’nda onlarca Arap Aydın’ı bizatihi Cemal Paşa tarafından idam edilmişlerdir. Halen bugün bile bu gün Araplar içerisinde Şehitler Günü olarak anılmaktadır. Bu planlamanın çok önceleri planlandığını gösteren belgelerin bulunduğunu ve bu belgelerden birinde: “Bazı Arapça kaynaklarda bir grup Arap Subay’nın 1912’de önemli bir belgeyi ele geçirdiği belirtilmektedir. İttihatçı bir liderin üst düzey bir subaya gönderdiği bu mektupta şunlar denmektedir. “Arapları düşman ateşine maruz bırakın ve onlardan kurtulmaya bakın; çünkü onları öldürmek çıkarımızadır. Kürtler ise sağ tutulmalıdır. Çünkü Ermeni Toprakları’nda onlara ihtiyacımız var.” denilmektedir.
Kürt Kıyımı’nda ise dediğimiz gibi Enver Paşa görevlidir. Osmanlı Birinci Dünya Savaşı’nda giderek zayıfladığında,1916 Yılı’nın 1917 Yılı’na bağlayan kışında yüz binlerce Kürt, Kürdistan’dan batıya zoraki sürülmektedir. Bu sürgünlerde kimi belgeye göre 700.000 Kürt yaşamını yitirmiştir. Bunu uygulayan Enver Paşa’dır. Bilindiği gibi Ermeni Kıyımı daha doğrusu Soykırımına İttihatçılar çok erkenden geçmişlerdi. Gerekçeleri ise “savaş esnasında düşmanlarla işbirliği yapma” suçlamasını öne sürerek, 1,5 milyon Ermeni katledilmişti. Ermenilerden sonra sıra Kürtlere gelecekti. 1916 yılında Anadolu’ya sürülen Kürtlere-önceden hazırlanmış bir plan gereğince-, nüfusları yüzde beşten fazla olmayacak, ana dilleri yasak edilecek, aydınları ve büyükleri çocuklarından kopartılacak ve Türkçe öğrenme zorunlu kılınacaktır. O meşhur “Zo gitti, lo kaldı” sözü bu dönemlerden kalma olan bir söz olduğunu unutmayalım. Yani ‘Ermeniler katledildi sıra Kürtlere gelmiştir!’ anlamındaki bu sözün gereklerini daha sonra İttihatçılar yerine getirmişlerdi.
90 bin askerin korkunç kış şartlarında öldüğü Sarıkamış Seferi’nden, yaşananlar tam bir felaketti. 90.000 askerden10.000’in sağ kalabildiği, özellikle de donmaktan ve açlıktan kurtulabildiği bu sefer, sonuçları açısından korkunçtu. Enver Paşa buna rağmen yok yere şu sözleri sarf etmemiştir: “Sarıkamış Çarpışması’na dıştan bakarsak yenildik sayılır. Fakat gerçekten muzafferiz. Çünkü Sarıkamış Ormanlarından Erzurum’a kadar uzanan yollar üzerinde on binlerce Kürt Genci’nin cesedini bıraktık” diyebilecek kadar Kürt Soykırımı’na angaje olmuştur.
Aynı Enver Paşa Sarıkamış Seferi’ne çıkmadan önce: “Planım, Ruslara, hemen iki misli faik iki Kolordu ile arkalarına düşerek ricata mecbur etmek ve bu suretle XI. Kolordu ve Süvari Fırkasıyla takip olunan düşmanı karşılayıp, tamamıyla mahvetmekti. IX. Ve X. Kolordu ve Süvari Fırkasını bekliyorum. Gelir de yetişirse, düşmanı bozacağım. Fakat gelmeden düşman zayıflamış kıtaatımıza taarruz eder ve taarruzda muvaffak olursa o vakit Ordu mahvolmuş demektir” diye yazdığı bilinmektedir.
Davutoğlu’nun halleri tam da Enver Halleri olduğu açıktır. Davutoğlu’nun serzenişleri ile dönemin Enver Paşa serzenişleri benzerdir. Enver büyük bir Turan sevdasıyla, Turan’a yönelmeden önce bu coğrafyada yaşayan –sayısal olarak-en büyük halkı yok etmek için elinden geleni yaparken, bugünde benzer bir şekilde Davutoğlu Kürtleri hedeflemektedir. Hem de tüm Kürtleri. Öyle ki “bir Toma yerine beş Toma alacağız” diyerek bu hedefine ulaşmak istediği dile getirmektedir.
Sözü uzatmadan belirtelim ki yeniden bir İttihatçı zihniyetle karşı karşıyayız. Tarihte nasıl ki Triumvira iş bölümü temelinde halkların kırımına girişmiş ise bugün de benzer bir şekilde bir yönelimin planlamasını yaptıklarını görülüyor. Erdoğan, Akdoğan ve Davutoğlu üçlüsü kendince bir plan dahilinde halklara yönelmektedirler. Bu planda öyle görülüyor ki Kürtler, Davut Enver’e verilmiştir. Enver’in neme nem bir hayalci ve Türk milliyetçisi olduğunu tüm tarihçeler yazıyor. Bunun için, Büyük Turan Ülkesi için Orta Asya’nın Pamir eteklerinde, Çegan tepesinde, Sovyet Kızıl Ordusu’na karşı bir çarpışmada öldüğünü de herkes biliyor.
Şimdi de Davutoğlu ve üçlüsü benzer bir Türkçülük ve Turancılık sevdasıyla yola çıkmışlardır. Bunun için Kürt Halkı’na, Rojava’ya, PKK’ye, Kürt Gençleri’ne derken herkesi hedef tahtasına koyarak saldırmaktadır.
Doğası gereği o zaman sorulması gerekli olan soru: “Enver Paşa Yeniden Mi Hortluyor?” sorusudur.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Siyaset, Arapça sözlüklerdeki anlamıyla, bir nesneyi dikkatle gözlemektir. Var olan toplumsal sorunları ise büyük bir öngörülüyle görerek çözmektir. Bu işi yapan siyasiler ise olacakları önceden görerek toplumuna yol göstermektir. Bu bağlamda siyasetçi toplumun öncüsü ve yol göstereni olmaktır.
İtfaiyenin, temel görevi yangın söndürmektir. İtfaiyecilik ise yangın söndürme kuruluşudur. Bu işi yapana ise itfaiyeci deniyor ki görevi, yangın söndürücülüktür.
Hiç şüphesiz siyasetçi ile itfaiyecilik mesleki olarak birbirine yakın görülebilir. Nede olsa her iki meslekte sorun çözücüdürler. Birisi söndürerek toplumu rahatlatırken bir diğeri de yaptıklarıyla toplumu rahatlatıyor.
Belki normal ortamlarda her iki mesleğin birbirine yakın duruşu anlaşılırdır. Ancak eğer bir yerde faşizme yakın şartlar varsa orada bir siyasetçinin görevi itfaiyecilik olamaz. Faşizm doğası gereği bastırmadır, sindirmedir, katletmedir. Faşizme yakın durumlar yaşanıyorsa, halk günlük olarak coplanıyorsa, dilini kullanmak isteyen bir toplumun kendi alnının teriyle oluşturduğu okullar kapatılıyor ve zincirleniyorlarsa, yanı başında katledilmekle yüz yüze kalan bir Kürt Şehri için yola çıkan kapı komşular hem coplanıyor, hem gazlanıyor, hem taranıyor ise orada şartlar normal yürümüyordur. Hele birde bu Kürt Şehri’ne yapılan saldırılara en çokta Kürt Sınır Köylerini boşaltarak DAİŞ örgütüne her türlü lojistik, insan, silah desteği göz göze veriliyorsa orada gerçekten de siyasetçinin görevi itfaiyecilik olamaz. Toplumun sinir uçlarına saldıran bir rejime karşı toplumun kalkışı söndürülemez, dindirilemez. En azından bu halkın “siyasetçisiyim” diyenler bunu yapmamalı.
Kobane’de yaklaşık 25 gündür Kobane ve savaşçıları ayaktadır. Dünyanın en faşizan ve insanlık düşmanı gücü olan uluslararası toplama çete güçleri tüm güçlerini toplayarak Kobane’ye saldırıyor. Bu toplama çete örgütüne akıl verenlerin kesinlikle Türk Askeri Güçleri hatta Özel Savaş Güçleri olduğu açıktır. Bunun böyle olduğunu günlük olarak ekranlara yansıyan çetelerin sınırları geçişleridir, TC Devleti’nin onlara verdikleri silahlardır, cephanedir. Ve de Suruç’ta ayakta olan halkı engellemek için her şeyi yapan bir devlettir.
Gerçekler böyle iken, Kobane kuşatmasını en çok savunan, en çok destekleyen TC Devleti olmasına rağmen, hatta bununla yetinmeyerek Afrin’e saldırı hazırlığı bile yaparken gidip; “Hükümet Kobane’nin düşmesini istemiyor” gibi sözler sarf etmek tek kelimeyle öngörüsüzlüktür. Bunlar yetmediği gibi ikide bir; “TC devleti Kobane’ye silah vermeli, neden ABD DAİŞ’i daha etkili vurmuyor, neden TC Devleti angajman kuralı gereği DAİŞ’i vurmuyor” gibi sözleri sarf etmede benzer bir öngörüsüzlüktür.
Hem TC Devleti’nin DAİŞ’i desteklendiği söylenecek hem de onlarda silah istenecek. ABD’nin DAİŞ gibi toplama çete örgütünü yönlendirdiği söylenecek ama günlük olarak ABD’nin DAİŞ’i etkili vurulması istenecek. KDP’in Rojava’nın düşmesini istediği söylenecek ama KDP’den destek istenecek. Bunlar tek kelimeyle kocaman çelişkilerdir. Ya söylenenler yanlıştır, ya da kocaman bir apolitiktik yani politikasızlık vardır.
Sözü uzatmadan belirtelim ki, TC Devleti ilk günden beri Kobane Politikası’nda Rojava Devrimi’nin düşmesi için her şeyi yapmıştır, yapmaktadır, yapacaktır da. O zaman bu gerçekler bilinerek TC Devleti’ne ve onun hükümetine yaklaşım sergilenmelidir. Erdoğan ismindeki kişi DAİŞ ile PKK’nin aynısı olduğunu söylüyor. Taner Yıldız gibi birisi aynısını sarf ediyor. Bülent Arınç gibi birisi daha da ileri giderek, “sözde Kanton kuracaklardı” diyor. Yine siyasi işlerle sorumlu olan Yalçın Akdoğan ise daha düzeysiz ve faşizanca saldırıyor.
Gerçekler böyle iken sanki durum normalmiş, sıradanmış, her şey olağanmış gibi bir hava takınmak Siyasi İtfaiyecilik olduğu görülmek durumundadır. Kürt Özgürlük Hareketi sürecin kendileri için bittiğini söylemekte, Kobane’ye saldırıların TC Devleti tarafından yapıldığını açıklamakta, basın günlük olarak TC Devleti’nin DAİŞ’lere nasıl arka çıktığını belgelemekte, hatta TC Devleti’yle içli dışlı ve sarmaş dolaş olan ABD bile TC’nin ne kadar DAİŞ’e destek sunduğu söylerken, tam tersini içeren açıklamalarda bulunmak, tek kelimeyle gerçekten de öngörüsüzlük olduğu gibi söylenenler ise Siyasi İtfaiyeciliktir.
Kürdistan'da Siyasi İtfaiyecilik hiçbir zaman sonuç alan bir politika olmamıştır. Elbette belki bazı durumlarda bunlarda olabilir. Ama bugün Kobane diz boyu kan ile boğuşurken, halkın ayağa kalkışını açıklamalarla söndürmek, siyaseti okuyamamaktır. Kaldı ki AKP denilen partinin ilk günden başlayarak muazzam bir şekilde oyalama taktiğini uyguladığı biliniyor. Hem de büyük bir ustalıkla bu tarz bir siyaset yürüttüğünü bugün sokakta ki her sıradan insan bile biliyor. Yine söylem ile pratik ya da söylem ile eylem arasında dünyada belki en büyük mesafeyle yaşayan tek rejim, tek siyasi güç AKP’dir. Ve bunun öncülüğü ise Erdoğan’dır.
AKP ve Erdoğan söz ile eylem uyumsuzluğu demektir. Söz ile eylem çelişkisi demektir. Söz ile uygulamanın tersi demektir. Hatta bir ara bir Türk Yazar’ın deyişle, “AKP’nin söylediklerinin tersi doğrudur. AKP neyi söylüyorsa tersini yapandır.”
Evet, gerçekler böyle olmasına rağmen ikide bir Kürdistan Halkı’nın ayaklanışını söndürmek, geriletmek maalesef siyaseten sadece ve sadece Siyasi bir İtfaiyeciliktir. Siyasi İtfaiyecilik ise gerçekten sadece ve sadece Özgürlük Arayışlarına, bir halkın ayağa kalkışına zarar vermektedir.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
İnsan toplumsal bir varlık. Varlığın toplumsallaşması demek en çok ahlaki değerlerle yüklü olması demektir. Ahlak ise toplumsallaşmada önemli oranda özgürlüğüne düşkünlüğü ifade eder. Yani bir toplum ne kadar ahlak değerleriyle yüklüyse o kadar özgürlüğüne dolayısıyla onuruna düşkün demektir. Onuruna düşkünlük bunun için aslında vicdanlı olmak demektir ki, bu ise toplumsal özgürlüğü ifade eder. Bu bağlamda vicdan aynı zamanda özgürlük ahlakıdır.
Toplumun en temel birleştiren harcı kesinlikle özgür yaşama arayışı ve ahlakıdır. Toplumu birbirine bağlayan ahlaki öğeler dağıldıktan sonra geriye insandan acaba bir şey kalır mı?
Unutmayalım ki toplumun en temel ahlaki değerlerden bir tanesi kesinlikle onur kavramıdır. Yani: “İnsanın kendine karşı duyduğu saygı, öz saygı, haysiyet, izzetinefis”tir. Ve “erdem, gözü pekliktir.”
Bugün yaşadığımız Ortadoğu coğrafyasında Kürtler büyük bir direniş içerisindedirler. Öyle ki Kürtler birçok yerde soykırımla karşı karşıyadırlar. Sorun bugün sadece Kobane’de olup bitenler değildir. Yine daha önce Şengal’de yapılanlarda değildir. Gerçek manada uluslararası güçlerin besleyip Ortadoğu’da halkların başına bela ettikleri, toplama çete örgütü, Başkan APO’nun deyimiyle “herkesin ortak fahişesi DAİŞ”’in planları daha kapsamlıdır.
Yarın Güney Kürdistan'da Xaneqin, Mendeli ve büyük bir ihtimalle yine Kerkük’e saldırarak halkımızı ve diğer halkları sürmek için ellerinde ne gelecekse yapacaklardır. Yine Güney Kürdistan’ın DAİŞ çete örgütüne sınır olan yerleri de boşaltmak için özel saldırılar gerçekleştireceklerdir. Ve tabii benzer bir şekilde nasıl ki Şengal’de yaptılar ve nasıl ki şimdi Kobane’de yapmak istiyorlar, benzer bir şekilde Rojava’da yaşayan halkımızı, halkları, azınlıkları da sürerek kendilerince sınırlar çizmek isteyeceklerdir.
Kürdistan tarihinde böyle sürmeler, sürgünler, göçler, kırımlar çokça yaşanmıştır. Öyle ki birçok kez toptan Kürt Halkı yerlerinde sökülüp başka topraklara atılmışlardır. Bu tarz bir fiziki kırımla kendilerince dönemin işgalci güçleri Kürt coğrafyasını Kürtlerden arındırmayı hedeflemişlerdir. Ve bugün Kürdistan’ın birçok yerinde Kürtler yaşamıyorlarsa, yine Kürdistan’ın birçok yerinde örneğin Ermeni, Asuri, Êzîdîler yaşamıyorsa bunun tek nedeni bu faşizanca söküp atmalardır.
Şimdi yeniden tarihi kritik ve tehlikeli bir an’dan geçiyoruz. Böylesine tehlikeli bir dönemeci engellemek her Kürt’ün, yurtseverin, demokratın, dostun görevi olduğu açıktır. Unutulmasın ki DAİŞ toplama çete örgütü tarafından Ortadoğu’da halklara dayatılan faşizan zihniyet, kesinlikle Ortadoğu’da halkların karşılıklı kırımının yoluna açacak büyük tehlikeli bir oyun olduğu açıktır. Bunun için herkesin halklara dayatılan bu onursuzluğa karşı durması en temel insani bir görevdir.
Ancak unutulmamalıdır ki halkları kırıma götürecek, özelde de Kürt halkını soykırımla yüz yüze getirecek bu DAİŞ Faşizmine karşı en fazla Kürt Gençliği meydanlara çıkmalıdır. Ve tabi bugün kıyasıya bir mücadele edilirken en ön cepheye, cephelere yine Kürt Gençliği akmalıdır. Kürt Gençliği onuruna düşkün olan bir gençlik olarak, verilen Büyük Onur Savaşına en ön safta katılmalıdır. Nedeni açıktır, eğer kendimize karşı saygı duyuyorsak, öz saygımızı yitirmemiş isek, toplumun değerlerine bağlı ve saygılı isek, o zaman dediğimiz gibi verilen Büyük Onur Savaşı’na en ön safta dediğimiz gibi, tüm varlığımızla katılmalı ve Kürt halkının yanı sıra bu coğrafyanın tüm renkli inanç ve etnisitelerini büyük bir vahşete karşı korumak için, özgürlük mücadelesine, özgürlük dağlarına, özgürlük kentlerine, özgürlük birliklerine akmalıyız.
Eğer bizler: “Ahlakı toplumun politik hafızası olarak da yargılamak mümkündür. Ahlaken aşılmış veya ahlaktan yoksun kalmış toplumlar politik hafızasını, dolayısıyla geleneksel kurum ve kural gücünü zayıflatmış ve yitirmiş demektir. Bu da bir toplum için öz savunmadan yoksun, her tür iç ve dış tahakkümcü, sömürgen ve asimilasyonist uygulamalara açık hale düşürülmektir” diyorsak o zaman, bir an önce ahlaki değerlerimizi korumak için mücadelenin en yumuşağından en sertine kadar geniş olan bir yelpazede sürdürülen direnişe katılmalıyız.
Unutmayalım ki: “Kendi ahlakını güçlü yaşayan bir toplum, iktidara ve açık sömürüye kolay boyun eğmez. Ahlakın en olumsuz, geri, ilkel hali bile iktidar ve devletlerin en ileri hukukların, yönetimlerinden bir toplum için daha değerlidir. Ahlaki ve politik toplumun yaşandığı yerde iktidar ve hukuk gereksiz olmaktan öteye tahammül edilmesi güç bir yüktür. Bir toplum ne kadar ahlaki ve politik kılınırsa o denli demokratik, özgür ve eşitçi kılınır; dolayısıyla iktidar eliti ve sermaye tekellerinin istismarına kapalı ve direngen kılınır.” Bizlerde Kürdistan ve Türkiye’nin özgür yaşama sevdalı olan gençliği, iktidar odaklarının hedefi olmamak, kolay kolay sömürülecek hale gelmemek için, onur kırıcı yönelimlerine karşı kesinlikle durmasını bilmemiz kadar, halklarımızı, inançları da savunacak bir pozisyona kendimizi getirmesini bilmeliyiz.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Hatırlayanlar bilir birkaç yıl önce Polislere dönük birçok yazı yazı yazılmıştı. Bu yazılarımızda Polisin ve Polis Teşkilatının devlet yapıları için ne anlama geldiğini anlatılmaya çalışılmıştı. Polisin ne olup olmadığını, devlet içerisindeki rolünün ne olduğunu da anlatmaya çalışan o yazılarda bir Japon Atasözünde Polise ilişkin yazılanlar da vardı.
Yazı aynen şöyleydi:
“Hırsızlık yapanı bağışlayabilirim,
Irza geçeni bağışlayabilirim,
Adam öldüreni bağışlayabilirim,
İmparatoruma kılıç çekeni bile bağışlayabilirim, Ama polisime el kaldıranı asla!”
Burada dikkat edilirse her kim ne yaparsa yapsın af edilebilir, hatta Japonlar için Tanrı olan İmparatora kılıç çeken bile af edilebilir, ancak “Polisimi” vuran değil, polise el kaldırana bile tahammül edilemeyeceği, af edilemeyeceği çok açık bir dille ifade ediliyor.
Neden “polisime el kaldıranı asla” af edilemeyeceğini bunun için iyi irdelemek gerekiyor.
Yıllar önce o yazılarda genişçe bu durumu irdelenmiş ve gerekli olan uzunca anlatılmıştı. O yazıların birinde şöyle ifade edilmişti.
“Hepimiz toplumu baskılayan gücün askeri güç olduğunu düşünürüz. Ne de olsa Türkiye Tarihi’nde sistem karşıtlarını hep karşılayanlar son tahlilde askerler yani ordu olmuştur. Asker yetişen, yetiştiren bir toplumda bu algının oluşması belki de anlaşılırdır. Ordular savaşçı iktidarcı tahakkümcü güçlerin en örgütlü gücü olarak elbette günahsız bir kategoriye konulamaz.
Ordu nedir? Savaşın en örgütlü kullanımın örgütüne ordu deniliyor. Askeri örgütlenme deniyor. Ordular da savaşı iki alana yöneltiyorlar. Bir; ordunun denetlediği sınırlar içerisindeki topluma yönelttiği şiddet yani iç savaş süreçlerinde. İki; ordunun sınırları dışında kalan özgür topluluklara ve devletlere yönelttiği saldırı, şiddet kullanımı oluyor. Buna da dış savaş deniliyor.
Yani ordu normal durumlarda egemen, iktidarcı savaş güçlerinin çıkarlarını koruyan bir güçtür. Ancak bu güç her zaman devrede görülmez. Ordu, Türkiye’de yukarıda söylediğimiz karakterinden dolayı farklılıklar içerse de özü iç savaş dönemlerinde müdahil olan ve de dış tehlikelerde ya da dış güçlere karşı tehdit unsuru olarak kullanıldığında devreye girmesinde görülür.
Lakin iktidarcı savaş güçleri tahakkümlerinde bulundurdukları toplumu ya da toplumları ilk elden polis güçleriyle rapt u zapt altına almaya çalışırlar. Daha doğrusu iktidarcı savaş güçleri toplumu kontrol altında tutmaları için kullandıkları temel güç polistir. Bunun içindir ki polis kutsanır. Bunun içindir ki emperyal güçlerde polislerin her zaman özel bir yeri vardır. Onlara en özel yer verilir. Çünkü sistemi ayakta tutan, kollayan, koruyan, muhalifleri hizaya getiren, farklı düşünceleri baskılayan güçlerin başında hep polis gelir.”
Polisi sözlüklerde bizler: “Şehirde kamu düzenini, huzur ve güvenliği sağlayan kuruluş, kolluk, zabıta” olarak ele alındığını görürüz. Huzuru sağlayanlar elbette çok fazla önemli olurlar. Bir yerde huzur yoksa oraya kapitalizmin sermayesi gitmez, çünkü doğası gereği sermaye huzuru olan yerleri tercih eder. Sormak gerekmez mi kimin huzurunu sağlamak? Yukarıda ifade etmiştik devletçi, iktidarcı yapılar esasen hırsızlık üzerine kuruludurlar. Devlet kendisi özü itibariyle ilk kuruluşundan başlayarak bugüne kadar halkların tüm değerlerini çalmak üzerine kuruludur.”
Başka bir söylemle: “Polisin ya da polis teşkilatının ilk görevinin yaratılan bu haksız, hırsız, baskıcı, kan emici, tahakkümcü ve anti insanı düzenin korumakla hatta ayakta tutmakla görevli olduğu aşikârdır. Huzur dedikleri bu haksız olupta insanlık karşıtı sitemi ayakta tutanların huzuru kast ediliyor. Güvenlik ise yine bu küçük bir azınlık ile bu sistemde çıkarlarını olanların güvenliğidir. Kamu düzeni dedikleri ise dediğimiz gibi kurulan ve toplumları zulüm cenderesine alan bu baskı rejimidir.”
Yukarıda ifade edilenlerden polisin hangi görevleri üstlendiğini net görebilmek mümkündür. Polis yapılarının halklara karşıtlık temelinde kuruldukları, kollandıkları, korundukları, örgütlendiklerini belki de en çok Türkiye Cumhuriyeti Devleti denilen yapının kendisinde görebiliriz. Dünyanın her yerinde polisler halklara karşıtlık temelinde örgütlendiklerini ifade etmiştik. Münhasıran Türkiye’de hem Türkiye Sol-Sosyalist Harekete hem de Demokratik yapılara karşı Polislerin nasıl pervasızca, hiçbir ölçü tanımadan saldırdığını herkes günlük olarak görebilir. Lakin bu saldırıların Kürdistan'da, Kürtlerin; gençlerine, kızlarına, analarına, çocuklarına, ihtiyarlarına, melelerine, sanatçılarına, aydınlarına, sivil toplumcularına derken toplumun ne kadar böyle tabaka ve kesimleri varsa, faşizanca yöneldiğini de herkes görmektedir.
Nedeni açıktır;
Polis eşittir Sömürgecilik,
Polis eşittir Devlet,
Polis eşittir İşgal ve İşgalcilik.
Böyle olunca Kürdistan'da polise uzatılan eller devlet tarafından en sert yönelimlerle karşılık buluyor.
Dikkat edelim Polisler söz konusu oldu mu, kararlar dünyanın her yerinde en erken alınan kararlar olmaktadır. Ve tüm alınan kararlar ağırlıklı olarak polisi koruma ve kollama üzerine olmaktadır. Çünkü devletler hele bir de bu devletler sömürge devletler ise Polislere toz kondurtmazlar. Çünkü polise toz kondurtulduğunda orada artık devletin, sömürgeci devletin varlığı tartışılır hale gelir. Bunun olmaması için en küçük bir durumda polise yapılana karşı en sert tavır alınır.
Evet, polis devlettir, ancak Kürdistan'da polis sömürgeci ve derin devletin ta kendisidir. Gerçeklik budur. O zaman bizim Kürdistan'da yapmamız gereken ilk iş Polisin Kürdistan'da çıkartılmasıdır. Polisin Kürdista
n'da nefes alıp vermesine son verilmesidir. Kürdistan'da uzaklaştırılmasıdır. Özcesi Kürdistan'da polislerin gölgesinin bile kalmamasıdır.
Peki, gerçeklik bu mudur? Hayır. Tüm tutuklamaları, gazlamaları, mermilemeleri, yakıp-yıkmaları polis yapmaktadır. Gençlerin üstüne TOMA’ları sürenler, su sıkanlar, kelepçe takanlar yine bu Polislerdir.
Durum bu ise yapılması gerekli ilk iş, kesinlikle bulunduğumuz her alanda polise yönelmektedir, hem de gençlik ruhuyla yönelmektir. Hem toplu yerlerde, hem kıyıda-köşede, hem mahallede, hem evlerinde, hem lojmanlarında, hem araçlarında derken karakollarında da bunların rahat görmemesi gerekiyor.
En zengin yöntemlerle Polisi polis olmaktan çıkartmak için her Kürdistanlı ve Sol-Sosyalist ve Demokrat gencin üstüne düşen görevi yapmalıdır.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
TC Devleti yeniden “Sokağa Çıkma Yasağı” ilan etti. Hem de Kürdistan’ın birçok kentinde. Üstelik Kobane’nin düşmesi için her şeyi yaptığı bir an’da.
Kobane tam 25 gündür direniyor. Ama dikkat edelim TC Devleti, DAİŞ uluslararası toplama çete örgütüne var gücüyle arka çıkıyor. Kürtlerin yenilmesi için elinden ne geliyorsa yapıyor. Bununla yetinmediğini ise açıkça dile getirerek, Kobane’den sonra sıranın Afrin’e geleceğini ifade ediyor. Yani TC Devleti, Kürtlerin tüm kazanımlarını bitirmek için dediğimiz gibi var gücüyle hareket halindedir.
- Ayrıntılar