Kürdistan bugün tarihinin en büyük dönemeçlerinde birini yaşıyor. Dönemeçlerin ikili karakteri vardır. Olumluya ve de olumsuzluğa doğru kayma karakteri, ihtimali…
Kürdistan Özgürlük Mücadelesi tarihinde bu denli gözle görülür ve elle tutulur bir devrim süreci az yaşanmıştır. Hiç şüphe yoktur ki bir 1990’ların başında ve birde 2000’lerin başlarında da böyle iki süreç yaşanmıştı.İlkini ihanetçi ve işbirlikçi çizgi diye tabir ettiğimiz, hem bölgesel hem uluslararası güçleriyle işbirliği içerisinde, TC devletiyle ortaklaşa Özgürlük Hareketine saldırarak bu tarihi fırsatın kaçmasına yol açılmış, bir diğer tarihi fırsatı ise Özgürlük Hareketi içerisinde çıkmış provokatör, işbirlikçi ve bozguncu çeteciliğin uluslararası güçlerle içine girdikleri alçakça ihanet ile engellenmişti. Özgürlük mücadelesinin tarihinde ortaya çıkan yeni tarihi bir fırsat ise şimdi yaşanan an’dır.
Kuzey Kürdistan'da 2012 yılında verilen görkemli gerilla direnişi ile TC devletinin tüm faşizan planları boşa çıkartılarak tarihi bir momentum yakalanırken, Rojava’da özgürlük mücadelesi 19 Temmuz 2012 devrimiyle cisimleşmiş bir hale gelmiştir. Rojava Devrimi her geçen gün gelişirken 2014 yılında özgürlük mücadelesi Kürdistan’a yayılarak ilk kez tüm Kürdistan’ı bir devrim sürecine sokmuştur.
Tarihi an, devrimci durum, derin kaos, yeni durum gibi birçok ifadeyi bu tarihi momentumda kullanmak dile gelen bu tarihi dönemecin kendisidir. Bu dönemeçte ilk kez Kürdistan’ın tümü özgürlük mücadelesinin dalgasıyla bir devrim dalgasına girdiğini Ortadoğu’da siyasetle uğraşan herkes görmüştür.
Rojava Devrimi kazanımlarını giderek sağlamlaştırılırken, kuzey her geçen gün daha köklü hale gelmekte, Güney’in derinliklerine yayılan devrim süreci ise hiç şüphe yoktur ki Doğu Kürdistan’a da yayılacaktır.
Uluslararası güçler Kürt Özgürlük Mücadelesine karşı yaşadığı ideolojik çelişki ve çatışmalardan dolayı bugüne kadar sürekli bir karşıt pozisyonda yerini alarak hep karşı hamleler içerisinde olmuştur. Kapitalist modernist güçler henüz 1980’lerin ortalarında özgürlük hareketine karşı Avrupa’da savaş açarak, peşinden ise terörist ilan edebilmek için onlarca militanına karşı kirli operasyonlar yürüterek yıllarca tutsak almışlardı. Bununla yapılmak istenen Kürtler içerisinde her geçen gün gelişen ve Kürt halkının sempatisini kazanan bu gelişim trendini durdurmak, yapabilirler ise içlerinde çatlaklar oluşturarak parçalamaktı. Bunu bu güçler başaramadılar. Kazanan özgürlük mücadelesi olmuştu.
Daha sert bir saldırı ise Kapitalist modernist güçler 1992 yılında yukarıda ifade ettiğimiz Güney Savaşıyla gerçekleştirmişlerdi. 1992 yılında güneyin etkili iki gücünü bir araya getirerek, federal bir Kürdistan’ı da onlara vaat ederek, özgürlük hareketinin üzerine sürmüşlerdi. Unutulmasın ki Federal Kürdistan’ın o yıllarda aldığı ilk karar PKK’nin Güney Kürdistan'da çıkması gerektiği kararıydı.
Belki de 1992 yılından da daha kalıcı olan başka kapitalist modernite güçlerinin bir saldırısı ise 9 Ekim 1998 gerçekleştirilmiş olan uluslararası komplodur. Hatırlanmalıdır ki 17 Eylül 1998 yılında Washington’da güney Kürtlerinin iki etkili gücü ile TC devletinin ortaklaşa ABD’nin öncülüğünde bir araya gelerek özgürlük hareketini terör örgütü ilan ederek, uluslara arası komplonun başlatılmasına ve bunun sonucunda Rêber Apo’nun tutsak alınma sürecine kadar götürmüşlerdi.
Sözü uzatmadan belirtelim ki; özgürlük mücadelesini kapitalist modernist güçler ile bölgenin faşizan sömürgeci güçleri yine gerici, işbirlikçi egemen ve kendisine güvensiz ilkel milliyetçi Kürt güçleri ortaklaşa hep boğmak için büyük bir çaba içerisinde olmuşlardı. Saldırılar böyle olsa da büyük bir inat, irade, dayanıklık, cesaret, inanç ve bilinç yoğunlaşmasıyla bugüne kadar özgürlük hareketi Devrim umudunu diri tutarak gelmesini bilmiştir. Onlarca badireden geçen özgürlük hareketi, verdiği binlerce şehit ve onlarca halk direnişi ile yeniden tarihi bir an’ı yeniden yakalamıştır. Bu tarihi an ise Kürdistan Devrimi’nin en son etabı ve konağıdır.
Bugün Ortadoğu’da Kürtlere karşı yapılan tüm saldırıların altında yatan esas nedenler işte bu gerçeklerdir. Kürtlere karşı uluslararası toplama çete örgütünün saldırtılmasının altında yatan gerçeklik işte yine budur. TC devletinin DAİŞ denilen örgüte destek sunmasının altında yatan neden işte budur. DAİŞ gibi insanlık düşmanı bir örgüte karşı uluslararası kapitalist modernist güçlerin susması ve göz yummasının nedeni işte budur.
Tarih her zaman yazılmaz. Tarihi yazmak dönemeçlerde gerçekleşir. Tarihi bu dönemeci sağlam limanlara götürmek istiyorsak, o zaman tarihi an bugün diyerek tüm yüreğimizle, beynimizle, cesaret ve fedakarlığımızla bu an’a yüklenerek, bu tarihi an’a Kürdistan Devrimi’ni sığdırmasını bilmez isek, bu tarihi an’ı her zaman tersine çevirmek isteyen, Kürt halkına karşı düşmanlık temelinde ortaklaşanlar aynen bugün Kobanê’ye saldırdıkları gibi yeniden Kürt halkının yarattığı değerlere farklı yerlerde, cephelerde yeniden yeniden saldıracaklardır.
Evet, Dönemeçlerin ikili karakterleri vardır. Olumluya ve de olumsuzluğa doğru kayma ihtimali… Tarih her zaman yazılmaz. Tarih yazmak isteyenler, tarihe altın harflerle isimlerini geçirmek isteyenler Özgürlük saflarına, Kobanê’ye Tarih yazmak için akmalı…
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Yeni bir komplo yıldönümüne doğru gidiyoruz. Uluslararası güçlerin ortak bir cehpe temelinde RêberAPO’ya karış giriştikleri uluslararası komployu tüm boyutlarıyla anlayarak bir yaklaşım içerisinde olmak dönemin bizde istediği devrimci duruşun olmazsa olmaz görevleridir.
Unutmayalalım ki RêberApo’ya karşı 9 Ekim 1998 yılında geliştirilen uluslararası komplonun aynı günü ama tam ondan 31 yıl önce büyük direnişçi, büyük insan, büyük adalet arayışçısı, büyük romantik gerilla komutanı ve de büyük enternasyonalist devrimci Che Guevara(nın katliamının da yıl dönümüdür. Che Guevera 9 Ekim 1967 yılında Bolivya’da yerel Bolivya işbirlikçileri ve Amerikan emperyalistlerin Yankee’lerin eline 8 Ekim 1967 günü ağır yaralı esir düştükten sonra hemen ertesinde bir gün geçmeden katledilişinin yıldonönümü… Halkların umudu olan Che’nin katledildiği günde aynı tarzda ama daha kalleşçe bir tarzda RêberApo daha havadayken katledilmek istenmesi bu bağlmada üzerinde ciddi durulması gereken bir durumdur.
Kimdi Che?
Arjantinli bir romantik, insan sevdalısı, adalet arayışçısı… 1928 yılında doğan ardından tıp okuyan ve okulunu bitirdikten sonra ise Güney Amerika turuna bir arkadaşıyla çıkan büyük bir hayalci ve ütopyacı. Birçok şeyi gördükten sonra Venezülla’da devrimcilerle tanışan az da olsa sosyalist öğretiyi öğrenen, Meksika’ya geçtikten sonra ise Küba devrimcileriyle tanışan, onlara katıldıktan sonra ise Küba devriminde en ön cephede büyük bir gerilla komutanı olarak savaşan. Küba Devrimi sonrası ise en zor işlere hem talip olan hem de verilen, halkın içinde iyi bir emekçi, askerlerin içerisinde iyi bir komutan ve savaşçı, çiftçilerin içinde iyi bir çiftçi, gençlerin içerisinde iyi bir genç ve özcesi nerede ona ihtiyaç duyulmuş ise oraya müdahale eden bir Joker. “Rosinante’nin kaburgaları yeniden bana batıyor” diyerek Afrika’da başka halklar için mücadele etmeye giden, savaşan ve de 1966 yılında yeniden Küba’ya döndükten sonra Güney Amerika devrimi için Bolivya’ya gerillayı örgütlemek için yola çıkıp giden bir müddet gerilla mücadelesi için hazırlık yaparken kalleşçe katledilen…
1967 yılında Bolivya’da bir 9 Ekim günü La Higuera katledildi. 8 Ekim günü ağır yaralı bir şekilde emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin eline geçtikten sonra hiç bekletilmeden merkezi olarak CIA’nin talimatıyla katledilmişti. Hem de panik içerisinde bunu yapmışlardı. Ürkerek, korkarak, sinerek, haince yaptılar bunu. O kadar Che’nin naaşından korktular gibi cenazesini yıllar yılı kimse bulamamıştı. Ta ki sonraları tesadüflerle naşı bulunana kadar…-
Che’nin kendisini infaz eden cellada: “Buraya beni öldürmeye geldiğini biliyorum. Vur beni korkak, yalnızca bir adam öldürmüş olacaksın” diyecek ve onunla mücadelenin en sertine baş koyan dava yoldaşı Castro’ya ise: ”Castro’ya söyleyin; benimle devrim bitmedi, devrim sürecektir” sözlerini de tereddütsüz sarf edecektir. İşte bu bir ruhtur, bu bir duruştur, bu bir davranıştır, bu bir boyun bükülmezliktir ki bu da bir karakterdir. Hem de Che’nin yoldaşları olan tüm devrimcilere ekilen bir karakter.
RêberApo 10 Kasım 1997 tarihinde yaptığı bir çözümlemede: “Geçenlerde biraz inceleme de değil, anlamaya çalıştım. Che Guevara’nın 30. Ölüm yıldönümü dolayısıyla biraz kişiliği tanıtılmaya çalışılıyor. Sanırım tam istediğimize yakın bir yaşam, yeni insan anlayışı var mı? Bizden üstün yanları da olabilir ama birleştiren yanı çok çarpıcıdır. Türkiyeli devrimciler de vardı, büyük özgürlüğe kalkan, bizim de kendilerini yakinen gördüğümüz, tanıdığımız ve derin bir sempatisi olmaktan zevk duyduğumuz kişiliklerdi, halen anılarına da bağlıyız. Burada gözüken ve halen dünya halklarının büyük saygıyla andığı bunların ödünsüz ve ilkelerine göre -ki insan için, halklar için özgürlüktür bunların ilkesi- bugün insanın başını gerçekten kırıp geçiren bir tarzda kendini yükleyen, her şeyi metalaştıran, her şeyi korkunç bireysel çıkara bağlı götüren sistemin tam zıddı olan bir kişiliktir. Yeni insan söylediğim gibi, sanırım uygulamaya çalıştığımız gibidir. Bunlar önemlidir. Dünyanın öbür ucunda böyle birisi bizim için günceldir ve en yakın arkadaşımızdır. Biz de onun tipik bir gerilla arkadaşı gibiyiz burada. Aynı ruh, aynı özgürlük anlayışı, aynı savaşım, aynı yeni insan peşinde koşma” diyerek nasıl Che’nin bir takipçisi ve yol arkadaşı olduğunu gösteriyor.
Ve tutsak olarak Yankeelerin işbirlikçilerinin eline yaralı düştüğünde: “Buraya beni öldürmeye geldiğini biliyorum. Vur beni korkak, yalnızca bir adam öldürmüş olacaksın” derken bile, “Ölüm, nereden ve nasıl gelirse gelsin, silahlarımız elden ele geçecekse, savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve başkaları savaş ve zafer naralarıyla ve de makineli tüfek sesleriyle cenazelerimize ağıt yakacaksa, hoş geldi, safa geldi” sözlerine nasıl bağlı kaldığını da göstermektedir.
Evet, işte Che yaralı olarak esir düştüğünde neden alelacele hemen katledildiğini yukarıda sıralanan birkaç cümleden görebiliyoruz. Ve neden korkakça cenazesinin yıllarca saklandığını da görebiliyoruz. Tek bir nedeni vardır tüm bu anti insani, anti hukuki ve korkakça katledilişin; emperyalistler Che’nin temsil ettiği ruhtan ve temsil ettiği çizgiden korkmuşlardır. Çünkü bu ruhta asla ama asla teslim olmak yoktur. Bu ruhta asla ama asla geri adım atmak yoktur. Burnunun dikine yürümek diye bir kavram vardır. Che doğrular için, adalet için, halklar ve haklar için tek bir milim geri adım atmayan bir kişilik olarak, bulunduğu her yerde bu ruh ve kişilik emperyalizm için tehlike olduğu için kalleşçe katlettiler.
Che katledilirken bile Yankeeler ondan korkmuşlardır. Onun cenazesinden bile korkmuşlardır. RêberApo, Che’nin bu durumu için: “Halbuki Che Guevara’ya bakın, her hareketi gurur verici. Bir gerillacıya benzer. Ölüsüne bile bakın, insan ilham alıyor. Onurlu, gururlu bir insanın bütün özellikleri cesedinde bile gözüküyor çağımızın bu savaşçısında. Her büyük savaşçı böyledir aslında.
Che Guevara’yı boşuna söylemedim. İnanmış bir gerillacıydı veya gerillanın, emparyalizmin uşağına karşı en büyük özgürlük savaşçısı olduğunu veya böyle bir insanın ancak anti-emperyalist veya bir özgürlük savaşçısı olacağının derin bilinciyle hareket ediyordu. Bu çağda devrimci gerillacıdır aslında. O yüksek yaşamı –ki devleti kurmuştu Küba’da bıraktı- beni çekmiyor dedi bu. Beni başka devrimler bekliyor. Şimdi bizim mutlak başarmamız gereken bir devrim var.
Che Guevara’nın 30. Ölüm yıldönümünde veya katledilişinin tabi hangi devrimcilerin anısından bahsedeyim ki, aslında değerli Latin Amerikalılar daha iyi kutluyorlar. Biricik değeri, tanımı, ifadesi, özgürlük savaşçılarının çağımızdaki bir alana böyle en anlamlı yürüyüşü, gerilla yürüyüşüdür. Şimdi onun coşkusu, heyecanı, yüceliği tartışmasızdır. Anıya verilecek en anlamlı cevap bir gerilla yürüyüşünün çarpıcılığını temsil etmektir” demektedir.
Che’nin emperyalistlere karşı duruşunu en iyi ifade eden sözleri: “Ölümüne olan bu mücadelede hiçbir sınır yoktur. Dünyanın hiçbir yerinde meydana gelen olaylara kayıtsız kalamayız. Bir ülkenin emperyalizme karşı zaferi bizim zaferimizdir, aynı şekilde yenilgisi de bizim yenilgimizdir. Sosyalist ülkelerin, Batı’nın sömürgeci ülkeleriyle üstü kapalı işbirliğini tasfiye etmeleri ahlaki görevleridir.” Yine; “Her şeyden önce de dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir kişiye yapılan herhangi bir haksızlığa daima yüreğinizin en derin yerinde hissedebilin. Bu, bir devrimcinin en güzel niteliğidir” diyerek kendi cephesini çok net bir şekilde ortaya koyarak emperyalistlerin hışmını üzerine çekmiştir. Ve nasıl bir 9 Ekim günü yılında hunharca katledildiğini ise yukarıda ifade ettik.
9 Ekim gününün ise RêberApo’ya karşı uluslararası komplonun başlangıcı olduğunu da ifade ettik. Ortadoğu’da yapılacak uluslararası emperyalist saldırıya karşı duracak en güçlü irade RêberApo olduğu için önce RêberApo’ya yöneldiler. Bu gerçeklik iyi görülmeden komplo anlaşılamaz. Komplo her şeyden önce özgürlük mücadelesine ve onun devrimci duruşuna karşı yapılan bir ideolojik saldırıdır. Kapitalist modernist kültürün; bireycileştiren, toplumdan uzaklaştıran, maddiyatçılaştıran, manevi dünyayı yıkan, işgal ve sömürgeciliğe sonuna kadar kapıyı aralayan, Ortadoğu toplumlarını birbirine bırakan, didiştiren, parçalayan, bölen ve nitekim bu oluşturduğu yapı üzerinde ise yürüten ve yöneten politikalarına karşı panzehir olarak RêberApo’nun karşı duracağı iyi bilindiği için kapsamlı bir saldırı ile katledilmek istenmiştir.
Emperyalizme karşı en ön cephede sert ideolojik mücadelesiyle duran RêberApo ne var ki bu mücadelesinde tek bırakıldı. Uzun yıllar hep sosyalizmin güçlü bir temsilcisi olarak tek kaldı, tek bırakıldı. Onun yoldaşları olan bizler onun yürüttüğü ideolojik mücadeleyi sahiplenmediğimiz için, üstlenmediğimiz için, emperyalistlere karşı duruşta RêberApo tek bırakıldı. Halbuki doğru devrimci duruş ve yoldaşlık, emperyalizme karşı mücadelede RêberApo’nun yanında güçlü bir ideolojik donanımla yer almalıydı. Halbuki, “Kadro örgütlenmiş ve eylemsel kılınmış hakikattir ve bütündür.” Kadro PKK’nun maketidir, kadro PKK’nin bireyde örgütleniş halidir, bireyde cisimlenmesidir. Örgütlenme nedir? Örgütlenme dar anlamda bir gurubun en üstte örgütlenmesi değildir, bütün kadroların birbirini tamamlayacak tarzda ağ biçiminde örgütlenmesidir. Her kadro bu ağın içinde yer almalı ve birbirine bağlı olmalı, birbirini etkilemeli yani bir organizma olmalı, hücreleri olmalı, birbirinden kopuk halde değil. Bu bağlamda kadro öncü olandır. Öncü anlayan insandır, bilinçli insandır, bilinçli insan anlam gücünde derinleşmiş insandır. Bunun için ne kadar bilinçlenirseniz, ne kadar aydınlanırsanız başkasını da o kadar aydınlatırsınız.
Şimdi RêberApo emperyalizme karşı mücadelenin en sertini göğüslerken bizler bu bilinçlenme ve aydınlanmayı yaşadık mı? RêberApo’nun; “Fikir, zikir ve eylem birliği” gerçeğini kişiliklerimize yedirerek; düşüncelerimizi, sözlerimizi ve eylemlerimizi bir uyum ve ahenk içerisinde bütünlüklü kılabiliyor muyuz? Bunun böyle olması için büyük bir ahlak ve vicdana sahip olmak gerekiyor. Ahlak devrimi, pratikteki başarı ve başarıyı kesinleştirme devrimidir. Vicdanı eğer “ Kişiyi kendi davranışları hakkında bir yargıda bulunmaya iten, kişinin kendi ahlak değerleri üzerine dolaysız ve kendiliğinden yargılama yapmasını sağlayan güç” ise o zaman bunun yekser toplumsal özgürlük ile özgürlük ahlakı ile bağı vardır. Yani bizimle bağı vardır.
Bu gerçekliği iyi görerek, doğru tahlil ederek yaklaşan16’ıncı uluslararası komplo gerçeğini iyi görmemiz gerekmektedir. Yine böyle bir yıl dönümüne doğru giderken daracık bir ortamda bile tüm uluslararası kirli komplocu güçleri kahrettirecek kadar güçlü bir çıkışla boşa çıkaran RêberApo’nun aydınlatıcı felsefesi, ideolojisi, politikası temelinde kendimizi yeniden yeniden gözden geçirerek ne eskisi gibi yaşamalıyız ne de eskisi gibi savaşmalıyız. Bunu yapabilmemiz için ise sandığınızdan daha çok gerilik ve dogmatizm durumumuzu aşarak RêberApo’ya karşı yoldaşlık görevlerimizi yerine getirmeliyiz.
Sonuç itibariyle:
9 Ekimleri anlamak istiyorsak Che’lerde bugünlere uzanan direniş halkasını böyle ele alacağız. Latin Amerika’da Yankee’lerin başına “bela” olan Che’lere karşın bu kez Ortadoğu’da Yankeelerin ve onların yani Emperyalistlerin tekerleklerine çomak sokacak olan bir RêberApo vardı. İşte bunun için cümle cemaat bu dünyanın tüm iblisleri ve bu iblislerin hizmetçi tayfası bir araya gelerek yeni dönemin Che’sine yüklendiler. Önderliğimiz deyimiyle “çarmıha germek için her şeyi yaptılar.”
İşte biz bir yeni 9 Ekim gününü anlamaya çalışırken ve de lanetlerken tarihin arka perdesini böyle ele alıp değerlendireceğiz. Tarihe daha fazla anlam vermek istiyorsak, Che’nin gerilla yoldaşları olarak RêberApo’nun bizi aydınlatıcı devrimci yolunda daha da kararlı adımlarla ilerleyeceğiz. Daha fazla devrime ve zafere olan inancımızı pekiştireceğiz.
Daha fazla devrim, daha fazla zafer derken de:
Hasta La Siempre Victoria ve Devrimci Savaş Halkların Bayramıdır diyerek yeni dönemin tüm görevlerine en ileri düzeyde doğru bir yoldaşlık temelinde katılalım.
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar
Ne olduysa oldu TC devleti DAİŞ meselesinde çark mı etti(?) diye herkes sorular üzerine sorular soruyor.
DAİŞ ya da IŞİD ile en ileri düzeyde ilişki içerisinde olan devletlerin başında TC devleti gelmektedir. Daha da somutlaştırırsak AKP ve onların çizgisinde duranlardır. Suriye devletini parçalamak için ilk günden başlayarak, ne kadar ipe sapa gelmez güç varsa, hepsiyle bir bir ilişkilenerek, birinci elden yanına çekerek destek sunmuştur. Kimisini ise bizatihi TC devleti birçok farklı ad altında kurarak piyasalara sürmüştür. DAİŞ bunlardan sadece bir tanesidir.
Suriye’de savaşan birçok örgütün yanı sıra Irak’ta bizatihi DAİŞ’in esas lideri olduğu söylenen Haşim Haşimi ise uluslararası İnterpol arama listelerine rağmen bizatihi Türkiye’de en ileri düzeyde ağırlayarak, kendi cephelerini belirgin kılmıştır.
Uluslararası toplama çeteleri bizatihi eğiten, para veren, silah veren, lojistik alt yapısını sunan, savaşmaya motive eden devletlerin başında dediğimiz gibi TC devleti ve onun hükümeti olan AKP gelmektedir. Tank verdiği, silah verdiği, tedavi ettiği, kolladığı derken ortaklaşmanın ne kadar çok belgesi bulunduğu, hem resmi basından hem de özgür basından alınabilir. “DAİŞ elemanlarının sosyal yapısını da anlamalı, yaşadıklarını bilmeli” diyen bu faşizan zihniyet Ortadoğu’yu kan gölüne çevirmekten bir saniye bile geri durmamıştır.
Bugün Ortadoğu kan gölü. Bu kan gölünde en çok katledilenler Kürtler. Kürtler ile birlikte bu toprakların tarihte en çok kırımlarında geçirilenleri. Kan gölünün oluşmasına en çok katkı sunan, yolunu döşeyen güçlerin başında ise TC devletinin geldiğini vicdan sahibi olan her insan, her örgüt, her yapı ve devlet bilir.
Gerçeklik bu iken, bugün hangi saiklerle yapıldığı tam bilinmezse bile TC devleti, onun hükümeti ve de Cumhurbaşkanı olacak kişi ve etrafındakiler, birden bire DAİŞ düşmanı kesildiler. DAİŞ’i terörist ilan ettiler, hem de elli kanlı terör örgütü olduğunu söylemeye başladılar. Ve de ilk günden beri kendilerinin DAİŞ’e karşı durduklarını söylemeyi de ihmal etmeden...
DAİŞ’ten güya tutsak düşmüş olan elçilik ve personelini diplomatik bir zaferle çok kısa bir zaman önce aldıklarını hemen unutuverdiler. Kimisi silahsız operasyon derken kimisi takas demiş, her hâlükârda ise diplomatik zafer demişlerdi. Bir parantez açarak; konu farklı olduğu için değinme gereği duymuyoruz ama yarın bu sözde rehinelerin hiçbir gün bile rehin olmadıkları, tam tersine DAİŞ’in Süleyman Şah Türbesindeki misafirleri olduğu ya açığa çıkarsa ve parantezi kapatıyoruz…
Ama bir iki gün önce ise birden bire dediğimiz gibi DAİŞ elli kanlı terör örgütü oldu. DAİŞ terör örgütü oldu ancak bu terör örgütüne karşı ise bugüne kadar savaşanlar TC devleti, AKP ve Türkiye cumhurbaşkanı Erdoğan oldu. Tabi bunlar böyle iken tam iki yıldır aralıksız tüm cephelerde uluslararası toplama çete örgütü DAİŞ’e karşı savaşan, direnen YPG ve YPJ ya da PYD bir gün bile DAİŞ’e karşı mücadele etmediğini ise yine yukarıda dile getirdiğimiz TC devleti, onun hükümeti ve de cumhurbaşkanı olan Erdoğan güruhları söylüyorlar.
Ne yapalım: “Yalancının cezası, kendisine inanılmaması değil, onun kimseye inanmamasıdır” derler. Başka bir deyişle, yalancı kimseye inanmayan, güvenmeyen esasta kendisine güveni ve inancı olmayan insan olduğu söylenir. “Yalan söyleyen herkes mutlaka nefsinin alçaklığını ortaya atmıştır” deyip devam edelim.
TC devleti tarihi boyunca böyle bir nefsinin düşüklüğünü hep yaşamıştır. Bu nefs düşkünlüğünü ise en ileri düzeyde AKP hükümeti ve onun liderliğini yıllarca yapan Erdoğan yaşamaktadır. Yukarıda ifade edilen yalan sözcüğünü sözlükler: “Aldatmak amacıyla bilerek ve gerçeğe aykırı olarak söylenen söz, kıtır. Gerçek olmayan, asılsız, uydurma” olarak tanımlıyor.
Gerçekler böyle olmasına rağmen herkesin gözünün içine baka baka yalan söylemeye devam eden bir hastalıklı kuşakla, karşı karşıya olduğumuzu hemen ifade edelim. Öyle ki bu hastalıklı kuşak yalan söylerken renk bile atmıyor. Kızarmıyor. Ses tonu titremiyor. Gözleri kaçmıyor. Saç telleri titremiyor. Sarsılmıyor. Hiç sanki bir şey yokmuş gibi yaşamlarını sürdürdükleri gibi kendi yaptıklarını başkalarına mal etme çabaları ise eksilmiyor.
Bizler özel savaş diye bilinen tümde yalanlara dayalı olan savaş biçiminin taktiklerini az çok biliyoruz. Ve bu taktiklerin en önemlilerinden birinin ise yalan olduğunu da biliyoruz. Hatta “yirmi yalanın bir doğru ettiği” tespitini de biliyoruz. Ancak teknolojik olarak bunca gelişmiş ve her şeyin tüm insanların gözleri önünde cereyan ettiği bir dünyada, bu kadar açık yalan söylemeye devam etmek, vicdanlarının da yalan üzerine kurulu olduğunu gösterir.
Normal insanlar içleriyle dışları bir olmadıklarında renk atarlar ya da renk değişimleriyle kendilerini ele verirler. Bu durumda yalan söylemeleri eleştirilse de, kabul edilmese de yine de yalan söyleyenin yüreğinde, vicdanında halen insanlığın değerlerinin var olduğunu, yaşadığını söylemek yine de gereklidir.
Lakin yalan söylerlerken bu durumu bile yaşamamak, tek kelimeyle artık insanlık değerlerinden tümden kopma demektir ki, buna ise biz vicdanların kararması diyerek insanlıktan kaymak diye ifade etmenin dışında bir tanımlamayı getiremiyoruz. Bu duruma düşmüş olanlar ise gerçekten de lanetli olmakla eş değerlerdir. Lanet ise, yalancı ve zorbanın saldırısıdır. Yalanın egemenliği altında geçecek bir yaşam ise kaybedilmiş ve ihanete uğramış bir yaşamdır. İhanete uğramış yaşam kapitalizmin ortaya çıkardığı yaşamdır. Kapitalizmin temel özelliği ise insanı insan olmaktan çıkarmaktır. Ve bu kadar yalanı hem sıkılmadan hem de kızarmadan dile getirenlerin; insanlıklarından, insan oluşlarından şüphe duymak ise kendine insanım diyen her onurlu varlığının olmazsa olmaz insan refleksidir.
Ataol Behramoğlu’nun dizeleriyle başka bir şekilde söyleyecek olursak:
“Yıllanmış bir ağaç gibi köklü, gür
Yalan hiç yıkılmayacakmış gibi görünür
Hükmü verilmiştir oysa:
Yıkılacak. Çürümüştür.”
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Ne olduysa oldu TC devleti DAİŞ meselesinde çark mı etti(?) diye herkes sorular üzerine sorular soruyor.
DAİŞ ya da IŞİD ile en ileri düzeyde ilişki içerisinde olan devletlerin başında TC devleti gelmektedir. Daha da somutlaştırırsak AKP ve onların çizgisinde duranlardır. Suriye devletini parçalamak için ilk günden başlayarak, ne kadar ipe sapa gelmez güç varsa, hepsiyle bir bir ilişkilenerek, birinci elden yanına çekerek destek sunmuştur. Kimisini ise bizatihi TC devleti birçok farklı ad altında kurarak piyasalara sürmüştür. DAİŞ bunlardan sadece bir tanesidir.
Suriye’de savaşan birçok örgütün yanı sıra Irak’ta bizatihi DAİŞ’in esas lideri olduğu söylenen Haşim Haşimi ise uluslararası İnterpol arama listelerine rağmen bizatihi Türkiye’de en ileri düzeyde ağırlayarak, kendi cephelerini belirgin kılmıştır.
Uluslararası toplama çeteleri bizatihi eğiten, para veren, silah veren, lojistik alt yapısını sunan, savaşmaya motive eden devletlerin başında dediğimiz gibi TC devleti ve onun hükümeti olan AKP gelmektedir. Tank verdiği, silah verdiği, tedavi ettiği, kolladığı derken ortaklaşmanın ne kadar çok belgesi bulunduğu, hem resmi basından hem de özgür basından alınabilir. “DAİŞ elemanlarının sosyal yapısını da anlamalı, yaşadıklarını bilmeli” diyen bu faşizan zihniyet Ortadoğu’yu kan gölüne çevirmekten bir saniye bile geri durmamıştır.
Bugün Ortadoğu kan gölü. Bu kan gölünde en çok katledilenler Kürtler. Kürtler ile birlikte bu toprakların tarihte en çok kırımlarında geçirilenleri. Kan gölünün oluşmasına en çok katkı sunan, yolunu döşeyen güçlerin başında ise TC devletinin geldiğini vicdan sahibi olan her insan, her örgüt, her yapı ve devlet bilir.
Gerçeklik bu iken, bugün hangi saiklerle yapıldığı tam bilinmezse bile TC devleti, onun hükümeti ve de Cumhurbaşkanı olacak kişi ve etrafındakiler, birden bire DAİŞ düşmanı kesildiler. DAİŞ’i terörist ilan ettiler, hem de elli kanlı terör örgütü olduğunu söylemeye başladılar. Ve de ilk günden beri kendilerinin DAİŞ’e karşı durduklarını söylemeyi de ihmal etmeden...
DAİŞ’ten güya tutsak düşmüş olan elçilik ve personelini diplomatik bir zaferle çok kısa bir zaman önce aldıklarını hemen unutuverdiler. Kimisi silahsız operasyon derken kimisi takas demiş, her hâlükârda ise diplomatik zafer demişlerdi. Bir parantez açarak; konu farklı olduğu için değinme gereği duymuyoruz ama yarın bu sözde rehinelerin hiçbir gün bile rehin olmadıkları, tam tersine DAİŞ’in Süleyman Şah Türbesindeki misafirleri olduğu ya açığa çıkarsa ve parantezi kapatıyoruz…
Ama bir iki gün önce ise birden bire dediğimiz gibi DAİŞ elli kanlı terör örgütü oldu. DAİŞ terör örgütü oldu ancak bu terör örgütüne karşı ise bugüne kadar savaşanlar TC devleti, AKP ve Türkiye cumhurbaşkanı Erdoğan oldu. Tabi bunlar böyle iken tam iki yıldır aralıksız tüm cephelerde uluslararası toplama çete örgütü DAİŞ’e karşı savaşan, direnen YPG ve YPJ ya da PYD bir gün bile DAİŞ’e karşı mücadele etmediğini ise yine yukarıda dile getirdiğimiz TC devleti, onun hükümeti ve de cumhurbaşkanı olan Erdoğan güruhları söylüyorlar.
Ne yapalım: “Yalancının cezası, kendisine inanılmaması değil, onun kimseye inanmamasıdır” derler. Başka bir deyişle, yalancı kimseye inanmayan, güvenmeyen esasta kendisine güveni ve inancı olmayan insan olduğu söylenir. “Yalan söyleyen herkes mutlaka nefsinin alçaklığını ortaya atmıştır” deyip devam edelim.
TC devleti tarihi boyunca böyle bir nefsinin düşüklüğünü hep yaşamıştır. Bu nefs düşkünlüğünü ise en ileri düzeyde AKP hükümeti ve onun liderliğini yıllarca yapan Erdoğan yaşamaktadır. Yukarıda ifade edilen yalan sözcüğünü sözlükler: “Aldatmak amacıyla bilerek ve gerçeğe aykırı olarak söylenen söz, kıtır. Gerçek olmayan, asılsız, uydurma” olarak tanımlıyor.
Gerçekler böyle olmasına rağmen herkesin gözünün içine baka baka yalan söylemeye devam eden bir hastalıklı kuşakla, karşı karşıya olduğumuzu hemen ifade edelim. Öyle ki bu hastalıklı kuşak yalan söylerken renk bile atmıyor. Kızarmıyor. Ses tonu titremiyor. Gözleri kaçmıyor. Saç telleri titremiyor. Sarsılmıyor. Hiç sanki bir şey yokmuş gibi yaşamlarını sürdürdükleri gibi kendi yaptıklarını başkalarına mal etme çabaları ise eksilmiyor.
Bizler özel savaş diye bilinen tümde yalanlara dayalı olan savaş biçiminin taktiklerini az çok biliyoruz. Ve bu taktiklerin en önemlilerinden birinin ise yalan olduğunu da biliyoruz. Hatta “yirmi yalanın bir doğru ettiği” tespitini de biliyoruz. Ancak teknolojik olarak bunca gelişmiş ve her şeyin tüm insanların gözleri önünde cereyan ettiği bir dünyada, bu kadar açık yalan söylemeye devam etmek, vicdanlarının da yalan üzerine kurulu olduğunu gösterir.
Normal insanlar içleriyle dışları bir olmadıklarında renk atarlar ya da renk değişimleriyle kendilerini ele verirler. Bu durumda yalan söylemeleri eleştirilse de, kabul edilmese de yine de yalan söyleyenin yüreğinde, vicdanında halen insanlığın değerlerinin var olduğunu, yaşadığını söylemek yine de gereklidir.
Lakin yalan söylerlerken bu durumu bile yaşamamak, tek kelimeyle artık insanlık değerlerinden tümden kopma demektir ki, buna ise biz vicdanların kararması diyerek insanlıktan kaymak diye ifade etmenin dışında bir tanımlamayı getiremiyoruz. Bu duruma düşmüş olanlar ise gerçekten de lanetli olmakla eş değerlerdir. Lanet ise, yalancı ve zorbanın saldırısıdır. Yalanın egemenliği altında geçecek bir yaşam ise kaybedilmiş ve ihanete uğramış bir yaşamdır. İhanete uğramış yaşam kapitalizmin ortaya çıkardığı yaşamdır. Kapitalizmin temel özelliği ise insanı insan olmaktan çıkarmaktır. Ve bu kadar yalanı hem sıkılmadan hem de kızarmadan dile getirenlerin; insanlıklarından, insan oluşlarından şüphe duymak ise kendine insanım diyen her onurlu varlığının olmazsa olmaz insan refleksidir.
Ataol Behramoğlu’nun dizeleriyle başka bir şekilde söyleyecek olursak:
“Yıllanmış bir ağaç gibi köklü, gür
Yalan hiç yıkılmayacakmış gibi görünür
Hükmü verilmiştir oysa:
Yıkılacak. Çürümüştür.”
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Ortadoğu’daki savaş gittikçe daha çok bir Kürdistan savaşı haline geliyor. ABD ve Avrupa Birliği devletleri istedikleri kadar IŞİD’e karşı olduklarını ve IŞİD’i yok edeceklerini söyleyip dursunlar, şimdiye kadar Irak Şam İslam Devleti-IŞİD denen bu kara yüzlü faşist çeteye karşı Kürtler dışında savaşan başka bir güç yok. Şimdilik yapılanlar sadece açıklama ve vaadlerle sınırlı. Bu iş içinde sanki bir oyunun varlığı gittikçe daha çok açığa çıkıyor. Her taraftan silahlandırılan IŞİD dört bir koldan Kürdistan’a saldırtılıyor. Herhalde IŞİD’e karşı savaşmak için, IŞİD’in Kürdistan Özgürlük Hareketini iyice zayıflatması bekleniyor. Küresel hesabın bu olduğu ortaya çıkıyor.
Yoksa güncel olarak yaşananlar başka nasıl yorumlanabilir? 19 Ağustos’tan itibaren IŞİD çeteleri 15 gün boyunca tüm güçleriyle stratejik Cezaa Bölgesine saldırdılar. Eğer bu saldırılar YPG-YPJ güçlerinin kahramanca direnişiyle yenilgiye uğratılmasaydı da IŞİD çeteleri başarılı olsalardı, Cezaa Bölgesine dayanarak ardından kuşatmaya aldıkları Şengal’e ve Cezire’ye saldıracaklar, yeni Kürt katliamları yaparak Rojava Özgürlük Devrimini tasfiye etmeye çalışacaklardı. Ancak bu plan gerilla direnişiyle kırılıp başarılı olmayınca, şimdi de 15 Eylül’den bu yana üç yönden tüm güçleriyle Kobani’ye saldırıyorlar. Kobani’yi düşürerek Rojava Kürdistan’ı ortasından yarmak ve bu temelde Cezire’yi kuşatıp Rojava Özgürlük Devrimini tasfiye etmek istiyorlar.
19 Ağustos’tan itibaren on beş gün boyunca faşist IŞİD çetelerine karşı Cezire halkı nasıl direndiyse, şimdi de Kobani halkı faşist IŞİD saldırılarına karşı aynı kahramanlıkla direniyor. Kobani halkı tıpkı Şengal halkı gibi ciddi bir katliam tehlikesiyle yüz yüze bulunuyor. Çünkü IŞİD çetesi her taraftan topladığı tüm gücüyle saldırıyor ve karşısında ise iki yüz bin kişilik küçük bir şehir varını-yoğunu ortaya koyarak direniyor. Kadın-erkek, yaşlı-genç herkes direnişe katılıyor. Neredeyse çocuklar bile direniş içinde yer alıyor. Kahramanca gerçekleşen bu insanlık direnişine başta Kuzey Kürdistan olmak üzere tüm Kürt halkının ve demokratik insanlığın maddi-manevi desteği bulunuyor. Başka da herhangi bir gücün desteği ulaşmıyor.
Peki günlük bir insanlık dramı biçiminde yaşanan bu durumu nasıl izah edeceğiz? IŞİD çeteleri tüm gücüyle Rojava Kürdistan halkına saldırıyor, başta Kobani olmak üzere bu faşist saldırıya karşı direnen Rojava Kürt halkı katliam tehlikeleriyle yüz yüze bulunuyor, yine başta ABD olmak üzere kırkı aşkın devlet IŞİD’in insanlık için bir tehdit olduğunu ve yok edilmesi gerektiğini açıklıyor, ama IŞİD saldırganlığını kırmak için her gün onlarca şehit vererek direnen Rojava Kürtlerine hiçbir destek ulaşmıyor! Peki bu nasıl IŞİD karşıtlığıdır? İnsanlık için ciddi bir tehdit olan IŞİD’i yok edeceklerini söyleyenler bunu ne zaman yapacaklar? Acaba bunun için Kürt direnişinin kırılıp Kürt gücünün ezilmesini mi bekliyorlar?
Belli ki Kürtlerin yeni bir durum değerlendirmesi yapması gerekiyor. Ortada herkesi içine olan çok yönlü bir oyun söz konusu olabilir. Kaldı ki zaten IŞİD’in Haziran ayında Musul’dan başlattığı saldırının çok yönlü bir planın bir parçası olduğu şüphesi baştan itibaren vardı. IŞİD adıyla yürütülen bu saldırının Amman’da planlandığı ve İsrail gözetiminde yapıldığı daha o zaman basına yansımıştı. Bu saldırının içinde birçok örgütün yer aldığı ve söz konusu saldırının küresel sermaye çıkarları temelinde yapıldığı çok sayıda güç tarafından değerlendirilmişti. Buna paralel IŞİD’in 3 Ağustos’ta KDP’ye yönelttiği saldırı da Amman anlaşmasının bozulması olarak yorumlanmıştı.
Şimdi yaşanan mevcut gelişmeler temelinde tüm bunlar yeniden değerlendirilebilir. IŞİD saldırılarının Irak ve Suriye’de dengeleri bozduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Bu bozulmanın da başarısız kalmış olan ABD açısından yeni bir politik açılım yapma imkanı verdiği yine açık bir gerçektir. Bu nedenle, IŞİD’in örgütleyicisi ve destekleyicisi olmasa bile, söz konusu amaçlara ulaşabilmek için ABD’nin IŞİD’i saldırıya teşvik ettiği ve önünü açtığı da tartışma götürmeyen bir gerçektir. Böyle olmasaydı, o zaman IŞİD adlı çete örgütü Musul’dan girip bir günde Bağdat’a nasıl dayanacaktı?
Son üç ayda yaşananlara kabaca bir bakalım: IŞİD Haziran ayında Irak’a saldırıp dengeleri bozdu ve o zaman başbakan olan Maliki kuvvetlerinin elindeki tüm silahları ele geçirerek kendisini ciddi bir biçimde donattı. Aynı IŞİD, Temmuz ayında da Rakka çevresinde dört Esat tugayına saldırarak dördünü de dağıttı ve onların da silahlarına el koyarak askeri donanımını güçlendirdi. 3 Ağustos’tan itibaren de KDP güçlerine yönelik Şengal’den başlayan bir saldırı yürüttü ve cepheyi terk eden KDP peşmergelerinin silahlarını alarak donanımını zirveye çıkardı. Bütün bunlar olurken ne ABD yönetiminden, ne de Avrupa devletlerinden ciddi bir tepki gelmedi.
Şimdi elde ettiği bu donanımla IŞİD adlı faşist çete dört bir yandan Şengal ve Rojava halkına saldırıyor. Kürdistan Özgürlük Hareketini ezmek ve Kürt halkını egemenlik altına almak istiyor. Hem Şengal’deki ve hem de Rojava’daki Kürt halkı ciddi bir katliam tehdidi altında bulunuyor. Fakat BM, ABD ve Avrupa Birliği gibi güçlerden hiçbir destek bu halka, IŞİD katliamlarına karşı kahramanca direnen Şengal ve Rojava halkına gelmiyor. Hem BM, hem ABD ve hem de Avrupa Birliği devletleri toplantı üzerine toplantı yapıyorlar, IŞİD’e karşı bir yığın tehdit dolu açıklama yapıyorlar, ama ne bir kurşun sıkıyorlar, ne de savaşan Kürt halkına destek olacak bir kurşun veriyorlar. Sadece IŞİD’e karşı savaşacaklarını ve IŞİD’i yok edeceklerini söylüyorlar. Peki bunu ne zaman yapacaklar? Belli ki Kürtlerin gücü kırıldıktan sonra!
İşte tehlikeli oyun burada. Önce destek verip önünü açarak IŞİD’i saldırtıp Irak ve Suriye’yi sarstılar ve IŞİD’i güçlendirdiler. Şimdi de aynı IŞİD’i Kürdistan’a saldırtarak hem Kürt Özgürlük Hareketini güçsüz düşürmeye, hem de IŞİD’in gücünü zayıflatmaya çalışıyorlar. Konuşup da iş yapmadan beklemeleri bu gerçeği ifade ediyor. İki güç çarpışıp birbirini zayıflattıktan sonra harekete geçip her iki alana yönelik de kendi egemenlik planlarını uygulayacaklar. IŞİD’i daraltıp kendilerine bağlarken, Kürdistan’da da PKK’yi etkisiz kılıp cepheden kaçtığı için onuru ve itibarı kırılmış olan KDP’yi zayıf bir temelde yeniden dirilterek kendilerine bağlı kılacaklar.
Şimdi küresel kapitalizmin savaş planının bu olduğu açığa çıkıyor. Bölgenin güçten düşmüş statükocu güçlerine de bu temelde rol oynatılıyor. Başta KDP olmak üzere YNK ve benzeri güçlerin de bu plandan bilgisi ve plan içinde çok zayıf bir yerleri var. Plan, çok iyi bildiğimiz emperyalist bir plan! Böl-parçala-çatıştır planı! Böylece birbirine düşman hale gelerek iyice güçten düşmüş olan tüm güçleri bir kurtarıcı olarak kendine bağlama planı! ABD ve Avrupa’nın emperyalist güçleri, geçmişte başarıyla uyguladıkları söz konusu planı bir kez daha uygulamak istiyorlar. Bakalım yine başarılı olabilecekler mi?
Peki bölgeyi bölüp parçalayarak birbirine düşüren ve kan gölüne çeviren bu planı bozmanın ve yenilgiye uğratmanın bir yolu yok mu? Kuşkusuz vardır, olmaz olur mu? Eğer araştırılırsa elbette bir çıkış yolu bulunabilir. Böyle bir çıkış yolu bulmada da kuşkusuz Kürdistan her yerden daha çok veriye sahiptir. Zaten savaşın giderek Kürdistan’da odaklanmış olması da bunu gösteriyor. Savaşı Kürdistan’da odaklandıran da kuşkusuz küresel kapitalist hegemonyanın yarattığı Kürt sorunu oluyor. Bu da söz konusu çatışmadan çıkışın Kürt sorununun çözümü temelinde gerçekleşeceğini ortaya koyuyor. Yani mevcut çatışmalar Kürt sorununun çözümünün iyice dayattığını gösteriyor.
Peki nasıl olacak bu çözüm ve çıkış? Dikkat edilirse, özellikle 3 Ağustos Şengal saldırısı ardından Kürdistan özgürlük gerillası Dewrêşî Abdî misali beyaz arabaların sırtına binerek Musul Ovası’na çok önemli ve etkili bir dalış yaptı. Zaten 19 Temmuz 2012 Rojava Özgürlük Devrimi ve devrimin faşist çete saldırılarına karşı kahramanca savunulması da çok önemli bir devrimci dalıştı. Şimdi söz konusu mevzilenme temelinde ve halkın güçlü desteği ile Şengal’de ve Rojava’da tarihi öneme sahip ve kahramanlıklarla dolu bir direniş yürütülüyor. Demokratik çözüm ve çıkışın tek yolunun da bu özgürlük direnişinin zafere ulaşması olduğu açıkça görülüyor.
Peki nasıl kazanılacak bu zafer? İşte önemli ve can alıcı nokta burasıdır. Kuşkusuz böyle bir zaferi yaratmanın kural ve kanunları vardır. Bunlardan birincisi birliktir, tüm Kürtlerin güçlerini birleştirecek bir birliğe ulaşmaktır. Din, mezhep, parça, parti ayrımı yapmadan tüm Kürt güçlerini birleştirebilmektir. Dewrêşî Abdî böyle bir Kürt birliğini yaratabildi. Şimdi de benzer bir birliği yaratabilmek, özellikle böyle kritik bir tarihi süreçte Kürt birliğinin oluşmasını engelleyen KDP’yi doğru anlayışa çekebilmek gerekiyor. Bu, kendine yurtsever diyen tüm Kürtlerin görevidir.
İkincisi, söz konusu Kürt birliğini demokratik güçlerle ve komşu halklarla da daha geniş bir demokratik birlik haline getirmek oluyor. Üçüncüsü ise, Musul Ovası’na söz konusu dalışı, yine Dewrêşî Abdî misali kahramanca bir direnişle sürdürmek, ancak bunu askeri bilimin gereklerine uygun olarak zaferi hedefleyen bir plan ve örgütlülük temelinde yapmak gerekiyor. Öyle ki, yürütülecek direniş hem IŞİD’e karşı savaşın öncülüğünü yapmalı ve IŞİD’i parça parça yenilgiye uğratmalı, hem de devrimci savaş güçlerini sürekli büyüterek ordulaştırmalıdır. Kısaca direnişsiz olmaz, ama gerilla gücünü tüketen bir savaşla da olmaz. Gerillayı sürekli büyüten etkili bir savaş, faşist IŞİD çetelerini yenilgiye uğratarak küresel kapitalizmin planlarını da boşa çıkartacak tek yoldur. Bu da tüm Kürtlerin ve demokratik güçlerin görevi olduğu gibi, özellikle cepheye koşarak gerillaya katılması gereken kadın-erkek yiğit Kürt gençliğinin görevidir.
Selahaddin Erdem
- Ayrıntılar
Dünyanın neresine gidersek gidelim anadil halkların en temel onur kaynağı ve sahiplendikleri değerleridir. Çünkü bir insan dil ile insan oluyor ve insan olma anı ise anadil ile başlayan bir süreç oluyor. “Sizin dillerinizin ve renklerinizin çeşitliliği Allah’ın ayetlerindendir” sözleri kutsal kitap Kuran’a ait. Öyle ki birçok farklı inanç ve siyasal yapılarda halkların dillerine özelde de anadillerine hep saygı gösterildiği iyi bilinir. Anadillerin horlandığı, yasaklandığı, hiçe sayıldığı, alay konusu yapıldığı tek siyasi yapı faşist devlet yapıları olmuşlardır. Faşizmin ise ne kadar karanlık bir siyasal yapı olduğunu herkes bilir. Faşizan yapıların ise “Ölü dillerin coğrafyası…” olduğu ya da böyle ölü coğrafyalar yarattıklarını unutmayalım.
Halbuki bizlerde biliyoruz ki “Dil, insanın insanlaşma sürecini ifade” eden en temel insan değeridir. “Dil kavramı, kültür kavramıyla sıkı bağlantılı olup esas olarak dar anlamında kültür alanının başat bir kavramıdır. Dil’i dar kültür olarak da tanımlamak mümkündür. Dilin kendisi bir toplumun kazandığı zihniyet, ahlak ve estetik duygu ve düşüncenin toplumsal birikimidir. Anlam ve duygunun bilince çıkmış, ifadeye kavuşmuş kimliksel, ansal varoluşudur. Dile kavuşan toplum, yaşamın güçlü gerekçesine sahip olmuş demektir.” Öyle ki Kültürü: “İnsan türüne özgü bilgi, inanç ve davranışlar bütünü ile bu bütünün parçası olan maddi nesnelerdir. Toplumsal yaşamın, dil, düşünce, gelenek, işaret sistemleri, kurumlar, yasalar, aletler, teknikler, sanat yapıtları gibi her türlü maddi ve düşünsel-ruhsal ürününü kapsamına alır” derken dilin ne kadar önemli bir oluşum sürecini ifade ettiğini dile getirmiş olurlar. Yine, “Uygarlıklar veya kültürler, tıpkı konuştuğumuz dil gibi, birer mirastırlar. Bir toplumda çatlak ve çukurların açılma eğilimine girdiği her seferinde her yerde hazır olan kültür bunları doldurmaktadır” denilmektedir. Peki, anadilin yasak olduğu, gelişmesine izin verilmediği yerlerde oluşan o çatlak ve çukurlar nasıl kapatılacaktır?
Saygın bir Türk aydının da ifade ettiği gibi: “Bilimsel araştırmalar bize eğitimin, çocuğun en iyi bildiği dil üstüne inşa edilmesi gerektiğini söylüyor. Dilbilimde ‘diller arası aktarım ilkesi’ diye tabir edilen bir ilke vardır; şu anlama gelir: Çocuk en iyi bildiği dilde okuryazarlık becerisi edindikten sonra, edindiği becerilerden ikinci bir dil öğrenirken faydalanır ve böylelikle ikinci, hatta üçüncü, dördüncü dilleri öğrenmesi kolaylaşır. Bu, çift taraflı işleyen bir ilkedir: Yani çocuk ikinci dilde edindiği becerilerden birinci dilini daha da çok geliştirmek üzere de faydalanabilir.” Bu gerçeklerin yanı sıra birde kendi dilini öğrenmeden, geliştirmeden büyüyen bir çocuğun yaşayacağı handikaplar nelerdir diye sorursak, acaba bilimsel araştırmaların verecekleri cevaplar nasıl olacaktır?
Bizler ruh biliminde biliyoruz ki, kendini sağlıklı ifade edemeyen bireyler büyük travmalarla yüz yüze gelirler. Yani hastalıklı olurlar. Bir toplumun bireyleri henüz küçük hatta çocuk yaştan itibaren hasta edilmesinin, hasta hale getirilmesinin hesabını peki kim verecektir?
“İnsanın doğumuyla kazandığı dil yeteneğinin ve öğrendiği anadilin, onu insan yapan ve herkesin saygı göstermesi gereken en temel değerlerden biri olduğunu bu vesile ile hatırlamamız lâzım” diyen üstelik bir Türk milliyetçisi olan bu sözlerin sahibi olan aydına ya da yazara katılmakla birlikte, peki insanı insan yapan bu temel değerden yoksun ve yoksul bırakılan, bırakılmasına da ısrarla çalışılan bir halkın evlatlarının da söyleyecekleri hiçbir şey olmaz mı? Ya da olmayacak mı?
Elbette: “Dil, ait olduğu kültürün en temel bileşenlerinden biridir. Kültürün toplumsal bir olgu olduğu düşünülürse, toplumsallığın iletişimle anlam bulduğu ve temel iletişim aracı olarak “DİL”in önemi kendiliğinden anlaşılacaktır.” Birde birçok aydının belirtiği, “uygarlığın en değerli kolektif keşfi” olan dilin hem de anadilin paha biçilmez bir keşif olduğu da ortadadır. Lakin kimileri bu insanlığın en büyük ortak değerini ısrarla yok etmek için, küçük düşürmek için ve de kullanılmaması için, tam bir kültürel soykırım temelinde politikalar yürüttüğünü unutmayalım.
Ama bizde yukarıda ifade ettiğimiz gibi biliyoruz ki insanlığın yarattığı en büyük değerlerden bir tanesi kesinlikle dil olmuştur. Başkan Apo’nun: “Toplumsal yaşamın ortaya çıkardığı güç ve vazgeçilmezlik kendini kanıtladıkça ve pratikleşme beyne yansıdıkça, düşünceden dile doğru bir gelişmenin de hızlandığı çok iyi bilinmektedir. İnsanlık tarihinde bu gelişmeye ilk ve en büyük devrim de denilmektedir” tespiti dilin tarihi köklerini berrak bir şekilde gözler önüne sermektedir.
Şimdi bu düzeyde insanlığa büyük katkısı olmuş bir değeri insanlığa ya da insanlığın geleceğini sürdürecek olan çocuklara nasıl taşıracağız? Denilecek ki eğitim ile hem de dil eğitimiyle, anadil eğitimiyle. Ve denilecek ki bu olmazsa ya da yapılmaz ise bir toplumun bireyleri kesinlikle sağlıklı büyüyemeyecek ve hem ruhen hem de kültürel olarak sağlıksız olacaklardır. O zaman demek ki eğitim, toplumun sağlıklı işleyişi için olmazsa olmaz değerinde ve görevlerinden bir tanesi olduğu çok açık değil midir?
Birçok bilim adımı, dil uzmanı ve sosyolog toplumları incelerlerken özelde de bizim gibi sömürge toplumları incelerlerken şu tespitleri yaptıklarını biliyoruz: “Ezen ve ezilen arasındaki ilişkinin temel öğelerinden biri kural belirlemedir. Her kural belirleyiş, bir insanın başka bir insana seçimini dayatması demektir, bu da belirlenen insanın bilincini, belirleyeninkiyle uyumlu bir bilince dönüştürür. Böylelikle ezilenlerin davranışı belirlenmiş davranıştır, ezenin ilkelerini izler. Demektir... Ezilenler, yabancılaşmanın etkisiyle ne pahasına olursa olsun ezene benzemek, onu taklit etmek, onu izlemek isterler… Kültürel istilanın başarısı için, istilaya uğrayanların mutlak şekilde daha zayıf olduklarına ikan edilmeleri şarttır. Her şey karşıtını da içinde barındırdığı için, istilaya uğrayanlar kendilerini değersiz saydıkları ölçüde, zorunlu olarak istilacıların üstünlüğünü de tanımak durumda kalırlar. Böylece istilacıların değerleri istilaya uğrayanlar tarafından örnek alınmaya başlar. İstila ne kadar keskin vurgulanıyorsa, istilaya uğrayanlar kendi kültürlerinin ruhuna ve kendilerine ne kadar çok yabancılaşırsa, istilacılara o kadar çok benzemek, onlar gibi görünmek, onlar gibi konuşmak isterler.” Neden? Çünkü özelde bir toplumun temel kültürü olan diline yasaklar getirirler, hakaret yağdırırlar, sömürge altına alınmış toplumun kendi dilinde kendilerini eğitmesine, kendilerini ifade etmelerine izin vermezler. Özcesi öyle yaparlar ki toplum tümden gerçekten de kendisini değersiz görsün, kıymetsiz bilsin ve de sömürgecilere muhtaç olduğunu düşünsün. Çünkü gerçekten de: “Dilin sadece bir iletişim aracı değil, ayrıca ulusal varlık için bir düşünme yapısı da olduğunu kabul etmek gerekir. Dil, bir kültürdür.” Dile saldırılar gelişti mi orada kültüre ve toplumun ruhsal sahasına müdahale edilmiş oluyor. Yaralanan bir dil ve kültür yaralanan toplum ve insanlıktır.
O zaman yapılması gerekli olan bazı şeyleri elde etmek değildir. Hatta kimi yerde tırnak içerisinde özgürlüğünüzü de elde edebilirsiniz. Ama yapılması gereken çok daha fazla şey kesinlikle vardır. Bunların başında ise: “Zihinlerimizi sömürgecilikten ve sömürgelikten kurtarmalıyız.” Bunun için bu olmazsa olmaz bir görev ve hatta sahiplenilmesi gerekli bir onur meselesi olmalıdır.
Bu yapılmadıkça: “Kendi omuzları üzerinde başkalarının kafasını taşımaya-gezdirmeye razı” olanlar olarak her gün yeniden yeniden kültürel olarak soykırıma tabi tutulmaya devam edilecektir. İsimlerimiz Rojin ya da Helin’de olsa dilimiz ve dolayısıyla zihniyetimiz Asena, Alparslan, Han olmaya devam edecektir. Bunun da aşılması için: “Sömürge durumuna alışılamaz; demir bir yaka gibi ancak kırılabilir” diyerek Kürdistan'da onurumuz olan Anadilimizi sahiplenmesi kampanyasına en sert biçimde de olsa devam etmeliyiz.
Başkan Apo: “Kendi dili yazdıramayan, kullanamayan bir halk toplumu hor görülmeye layıktır” diyor. Ancak biz kesinlikle hor görülmeyi çoktan hak etmeyi aşmış bir halk olarak, bu hakaretlere karşı sonuna kadar direnmeli ve karşı koymalıyız.
“Dilin gelişkinlik düzeyi yaşamın gelişkinlik düzeyidir. Bir toplum ne kadar anadilini geliştirmişse o denli yaşam düzeyini geliştiriyor demektir. Ne kadar dilini yitirmeyle ve başka dillerin hegemonyası altına girmeyle karşılaşmışsa o denli sömürgeleşmiş, asimilasyona ve soykırıma uğramış demektir. Bu gerçekliği yaşayan toplumların zihniyet, ahlak ve estetikçe anlamlı bir yaşamları olmayacağı; trajik, hasta bir toplum olarak silininceye dek yaşamaya mahkûm kalacakları açıktır. Anlam, estetik ve ahlak yitimini yaşayan toplumların kurumsal değerleri ancak sömürgenlerin hammaddesi olarak işlenecekleri de bu açık olmanın bir gereğidir.”
Kürt halkı 40 yıllık kesintisiz mücadelesiyle sömürgecilerin hammaddesi olmayacaklarını verdikleri binlerce şehit kanıyla ortaya koymuşlardır. O zaman tarihin bu önemli anında, TC devletinin anadilimizi engelleme girişimlerine ve onlarca hakaretlerine karşı topyekûn bir yürek olarak; her yerde, her cephede en sert karşı koymaya kendimizi hazırlayarak, anadil verecek okullarımızı mutlaka korumalı ve sahiplenmeliyiz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Kürtler ve Kürtlerin tarihi ile uğraşan her insan bilir ki Kürdistan'da iki çizgi vardır: bunlar; kahramanlık ile işbirlikçi çizgilerdir. Her bir çizginin kendine has ortaya çıkardığı kişilikler ya da tipolojiler vardır. Ve Kürdistan tarihi bir nevi bu her iki tipolojinin kavgasında, çekişmesinde ibarettir.
Özgürlükçü Kürt ya da kahramanlık yazan Kürt; işgale, zulme, baskıya, talana karşı koyan ve boyun eğmeyen Kürt olarak tanımlanabilirken, işbirlikçi Kürt’ü ise; işgalcinin, sömürenin, sömürgecinin ve de talancının yanında yerini; kendi bireysel, ailesel, kabilesel, aşiretsel ve yer yer parçasal çıkarları için yer alan Kürt’ü olarak tanımlanabilir.
Yukarıda dile getirilenler temelinde kişilik çözümlemesini yapmaya kalkıştığımızda gerçekten de her iki yolun kendine has bir tipolojisi ortaya çıkar. Ve ilginçtir ki bu tipolojileri tarihin her sayfasında görmek, görebilmek mümkündür. Bizler; tarihin başlangıcında gizli olduğumuzu ve de tarihin ise bugünümüzde gizli olduğunu bilir isek, tarihin ise şimdi olduğunu yani yaşadıklarımızın mutlaka ama mutlaka tarihin her hangi bir anında karakter bakımından yaşandığını bilir isek, o zaman söylediğimiz tipolojileri tarihin her an’ında ve safhasında görebilmek, değerlendirmek zor olmayacaktır. Başka bir deyimle bugün yaşanmışları bizler tarihin derinliklerine götürüp görebiliriz, tersi de doğrudur, tarihin her hangi bir anında yaşanmış olanları bugün nasıl zuhur edeceğini görebiliriz, değerlendirebilir ya da yorumlayabiliriz. Evet “tarih bugünümüzde gizli biz ise tarihin başlangıcında gizliyiz.”
Tarihin hangi sayfasını açarsak açalım özgürlük için meydanlara akanlar kesinlikle öz güven dolu olmuşlardır, halkına ve halklara güvenmişlerdir, bireysel çıkarları gözetmeden er ya da geç özgürlük meydanlarına çıkmışlardır, bedel ödemekten çekinmemişlerdir, kellerini halklarının ya da içine doğdukları toplumların çıkarları için feda etmekten çekinmemişlerdir. Onurlarına düşkün insanlar olarak, onurlarına bir laf gelmemesi için meydanları terk etmemişlerdir. Tuhaf gelebilir ancak bir yaşanmış gerçek olarakta özgürlükçü olanlar toplum değerlerine çok sadık ve bağlı yaşamasını da bilmişlerdir. Ahlaki değerlere-hem kendi hem toplumlarının- helal gelmesine izin vermemişlerdir. Böyleleri toplumları nezdinde hep büyük bir saygı ve sevgi ile karşılanırken, tarihin en zorlu süreçlerinde halklarının iyi birer evlatları olduklarını kellerini ortaya koymalarıyla göstermişlerdir.
İşbirlikçi diye tabir edilenler ise tarihin fi zamanında bu yana işbirlikçi karakteri kendilerine örf bilerek; fırsat bulduklarında, vurgun yapabildiklerinde, ailelerinin çıkarları sağlayabildiklerini düşündüklerinde, kendi kirli yaşamlarını kurtarabileceklerine inandıklarında ve de maddi çıkarlar derken her türlü farklı çıkarları elde edebileceklerinin olanağını bulduklarında her zaman güçlülerin yanına geçmesini bilmişlerdir.
Tuhaf gelebilir ama sadece güçlülerin yanına geçmemişlerdir, hayır, aynı zamanda güçlü olanların yanına geçerek kendi toplumlarına karşı savaşmaktan geri durmamışlardır. Böyle tipler ve tiplemeler kesinlikle özgüven yoksunudurlar, ödlektirler. En azında düşmanlarına karşı, işgalcilere karşı böyledirler. Ancak kendi toplumlarına karşı müthiş cüretkâr olduklarını, gözü kara olduklarını, kendilerine alternatif bulduklarını ezmekten bir dakika bile geri durmadıklarını ise bizler tarihte yaşanmış olanlardan iyi biliyoruz.
Evet, bu kişiler kendilerine güvenleri olmadıkları için öncelikli olarak kendi halklarına güvenmezler. Hep gözleri dışarıdır. Hep bir dayanak ararlar. Hep bir bey ararlar, bir padişah bir imparator ararlar. Yani bir gölgeye sığınmaya ihtiyaç duyarlar. Gölge yoksa sinik olmanın da ötesinde siniktirler. Ama bir gölge bulmuşlar ise adeta haşhaş içmiş gibi toplumlarının tüm değerlerine gözü karaca yönelmesini de bilen bir karakterleri vardır bu işbirlikçilerin. Enkidu’yu unutmayalım, Matizawa’yı unutmayalım. Ya da tarihin hangi sayfasına gidersek gidelim, Kürt halkının değerlerine saldırmış, kendini satmış, birilerine yamanmış bu tip Kürtler çoktur.
Birde bu işbirlikçi diye tabir ettiklerimiz genelinde bir şeyleri olanlardır. Bir şeylerini yitirmemek için meydana çıkmaktan çekinenlerdir. Varlıklıdırlar, enseleri kalındır. Ve çoğu zaman göbeklidirler. Başka yaşama da alışmışlıkları çokça görülür. İşte böyleleri hem varlıklarını yitirmemek, hem imkan çıkarsa varlıklarına daha fazla varlık katabilmek için ve hem de başkalarının varlıklarını kendilerine katmak için bolca güçlünün -yani işgalcinin, talancının, sömürgecinin -yanına geçerek kendi topraklarında bir Truva atı rolünü oynamaktan geri durmazlar.
Evet, özgürlükçülerin ile işbirlikçilerin karakterlerini böyle saymaya devam edebiliriz. Çünkü her iki tipoloji için söylenecek çok şey vardır. Belki en son olarak bir şey daha söyleyerek güncele geçmek iyi olabilir. İşbirlikçi yaşam düşkünü, bunun için korkak ve gergin iken, özgürlükçü yaşamını adamaya hazır olduğu için gözü pek ve çekinmeyendir.
Bu tespitler ışığında Kürdistan'da son zamanlarda olup bitenlere bir göz atarak işbirlikçilik ve özgürlükçülük çizgisine bakmaktan yarar vardır.
Güney Kürdistan'da Barzani denilen bir aile vardır. Parası çok, maddiyatı çok, ordusu çok, silahı çok, uluslararası dostları çok, sarayları çok, basını çok. Başka bir deyimle her şeyi çok mu ama çok. Ama dikkat edelim Şengal’de bu çok olanlar daha İŞİD ya da DAİŞ denilen çete örgütü harekete geçmeden nasılda arkalarına bakmadan çok mu çok tüydüler. Hem de çok çok hızlı bir şekilde kaçtılar. Sadece tüymediler, Şengal’de Êzîdî insanlarımızdan silahlarını da alarak geriye bakmadan tüydüler. Ve sonuçlarını herkes haftalarca görüyor. Yaşıyor. Hem de gözyaşlarını durduramayarak tarihimizin en kanlı bir sürecini acılarla yaşıyor, yaşıyoruz.
Hani devlet olacaktınız, hani herkese kafa tutabiliyordunuz, hani Kürt’tünüz, hani peşmergeydiniz yani kelle koltukta savaşan, hani tüm Kürtlerin öncüsü ve savunucusuydunuz? DAİŞ Rabia’ya gelmeden iki gün önce nasıl araçlara hem de yuvarlanarak, takla atarak kaçtıklarını tüm televizyonlar görüntüledi.
Tuhaf ama bu kaçanlar, arkalarına bakmadan tüyenler, Kürtler söz konusu oldu mu ne kadar çok da hey heyleniyorlar, dikleniyorlar, horozlanıyorlar, gözü pek kesiliyorlar, aslanlaşıyorlar, tavandan kül bırakmıyorlar, herkese laf yetiştiriyorlar. Kürt’e karşı böyle olduklarını bizler Ali Asker meselesinde biliyoruz, Suleyman Muinilerin meselesinden biliyoruz, Dr. Şıvanlardan biliyoruz ve tabii Komala’ya karşı yapılanlar derken Güney Kürdistan devrimcilerine karşı yapılanlardan biliyoruz.
Hani birkaç lafta DAİŞ’e yetiştirseydiniz ya!
Peki, özgürlükçü dediklerimiz bu durumda ne yaptılar. Özgürlükçü dediklerimiz ilk günden başlayarak, hatta aylarca önce Şengal’e geçmek istediler. Ama bu kaçanlar buna izin vermediler. Ecel kapıyı tıklayıp çalınca özgürlükçüler dağlardan ovalara hem de güney ovalarına akın ettiler. Savaşın, ölümün kol gezdikleri yerlere akın ettiler. Kürt halkının zorlukları yaşadıkları alanlara akın ettiler.
Evet, birileri ovalarda şehirlere doğru yani kuzeye doğru kaçarken, birileri dağlarda ovalara-savaşın yaşandığı yerlere yani güneye akın ettiler.
Tuhaf ama dediğimiz gibi birileri kuzeye doğru kaçarken, birilerinin de kuzeyde güneye “kaçışlarını” durdurmak çok güç oldu, halen de bu özgürlük hareketi için bir güçtür. Daha açık bir ifadeyle KDP'liler güneyden kuzeye kaçarlarken PKK gerillaları ve Önder Apo’ya dört parçadaki inanan militanları güneye akın ettiler.
Evet;
Birileri kendi çıkarlarına düşkün, birileri ise halkına düşkün.
Birileri yaşamına düşkün, birileri halkının yaşamına düşkün.
Birileri paralarına düşkün, birileri namusuna düşkün.
Birileri maddiyatın peşinde, birileri doğru ahlakın peşinde
Birileri başkalarına bel bağlamış, birileri ise kendilerine ve halkına.
Birilerin gözü dışarıda birilerinin ise gözü çeteleri püskürtmekte.
Evet; birileri işbirlikçi birileri ise özgürlükçü. Ve bunlar iki ayrı çizgi. Bugün itibariyle birilerinin temsilini Barzani, ailesi ve bunlara gönül ve bel bağlayanlar yapıyor bir diğerini ise Başkan Apo, onun militanları ve onlara gönül bağlamış Kürt ve Kürdistanlılar yapıyor.
Evet, iki ayrı çizgi var Kürdistan’da: Biri işbirlikçilik diğeri ise Özgürlükçülüktür. Biri Barzani Kürt’ü biri ise Apocu Kürt…
Bunun için ise iki kişilik vardır; biri işbirlikçi kişilik bir diğeri ise özgürlükçü kişilik. Bunları bilerek tavır sahibi olmak hem bugün açısından hem de tarihi köklere yaslanmak açısından çok fazla önemlidir.
Biri arkasına bakmadan kaçmak ile uğraşıyor birisi ise ters istikametten gelerek kaçanları geri çevirmekle uğraşıyor.
Biri zengin, kalın enseli, ekranların ve salonların tanınmış simaları ve emperyalistlerce pohpohlanan; birileri ise fakir, yoksul, ezilen, horlanan ve de terörist olarak uluslararası emperyalist camiası tarafından ilan edilen.
Evet; iki ayrı çizgi vardır. Gün ise bu iki çizgi arasındaki kavgada doğru taraftan yer alarak Kürtlerin özgürlük kavgasında yerini almasını bilmektir.
Evet; Tarih, Şimdidir. O zaman şimdiyi iyi görelim ki tarihi doğru yorumlayalım.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Türkiye de 12 Eylül askeri darbesinin 34 yılındayız. Kolay değil geriye dönüp 30 yıl öncesini bu günün bakışıyla, bugünün argümanlarıyla değerlendirmek. Yine o günlerin kitap ve gazete sayfalarını, dile gelenleri derlediğin zaman12 Eylülü anlatmaya, tanımlamaya yeteceği kanısındayım. Hem yaşananlar çok boyutlu hem de yaşatılan acılar. Toplumsal hafızalarda açılan yaralar çok derindir. Diğer önemli bir nokta; darbenin asıl amacı çok köklüdür. Bu darbenin amacı o günkü güncel duruma müdahale olduğu kadar Türkiye ve Ortadoğu`dan Orta Asya ya Afganistan hattından bu gün yaşanan İslam karşıtı İŞİD çıkışının alt yapı taşlarını ördü.
2. dünya savaşında ortaya çıkan sonuç: var olan silahlanma ve silahların yarattığı tahribatı başta silah sahiplerini yok edecek güçtedir. Yani kimsenin var olan silah potansiyelinin tahribatına karşı gelecek güvencesi yok. Ama ulus- devletler ve dünya iktidar ağları savaşsız varlık sürdüremezler. İktidarda kalmalarının en önemli argümanı “sürekli savaş hali” propagandalarıydı. Her ulus-devlet kendi etrafında sanal düşman yarattı. İçte de Kapitalist cephe “kominizim tehlikesi” adına tüm ezilenleri; dini, sosyal, politik ve muhalif kesimleri hedefledi. Varşova paktı; “kapitalizm saldırıları” cilasıyla tüm sesleri bastırma, yok etme, tek tip “sınıf ”insanı yaratma, tüm renkleri kurutmayı dayatırken dışta “Sosyalizm düşmanları” sloganı ile dünya insanlığıyla toplumsal irtibatı koparttı ve Rus şovenizmini geliştirerek tüm dünyayı düşman cephesine çevirdi.
2. dünya savaşından sonra Varşova paktı Reel sosyalizm, NATO-Kapitalizm cepheleri oluştu. Bu iki oluşum üzerinden adına “ soğuk savaş” denen savaş politikaları teorize edildi. Bu teorilere göre de yaşamın her alanı yeniden dizayn edildi. Bu dizaynda her kes taraftı. Antagonist çelişkilerin teorileri oluşturulmuş, toplumlarda siyah ve beyaz düşünme algı operasyonları geliştirildi, inşa edildi. Bu operasyonlara, “istikrar harekâtları” dendi. Bu adla askeri darbeler düzenlendi. Aslında burada “istikrar harekâtı” adı kullanılarak geliştirilen darbeler için meşru bir minare kılıfı yaratılmaya çalışıldı.
İstikrar harekâtı tanım olarak; soğuk- özel savaşın kendi gerçeğine demagojik anlam yüklemiş olduğunu ifade ediyor. Çünkü istikrar düzendir. Darbeler için istikrar harekâtı denildiği zaman toplumun bilincinde “ düzeni sağlama harekâtı” gibi bir yanılsama da yaratılmış olmaktadır.
Dünyada ve Türkiye de 1960`lı yıllardan başlayarak dünyanın birçok ülkesinde gerek NATO adına Amerika ve Gerekse Varşova adına Rusya askeri darbeler gerçekleştirdiler. Biri, “sağ, gericiliği bertaraf etme” adına olurken diğeri “kominizim tehlikesine karşı özgürlükleri savunma” adına teorikleştirdi ve buna göre askeri-politik hamleler yaptılar. Bu anlamda Latin Amerika’da, Afrika’da “istikrar” sağlama adına darbe yapılmadık ülke kalmadı. Bu askeri darbelerde on binler Stantlara doldurularak kuşuna dizildi, idam sehpalarında can verdi. Aslında 20. yy.ın son eli yılı askeri darbeler dünya politikasını yönlendirdi.
Dünya 1975 1980’lere gelindiğinde iki kutuplu dünya dengesinin ideolojik, politik, askeri mücadeleleri daha da keskinleşmişti. Bu; silahlanmada uzay savaşları, kimyasal silahlanmada sınırsızlık ve bu silahları bir birine karşı caydırıcı argüman olarak kullanılmasından dolayı, toplumları adeta kenedi politikalarına esir eden bir durumu ortaya çıkarmıştı. Bu mücadelenin iki diğer önemli ayağı da Dincilik ve Milliyetçilikti.
ABD öncülüğünde olsa da özünde İngiliz ideolojisi ve politikalarının olduğu projeler toplumlara dayatıldı. Bu projelerden en önemli olanlarından biri “yeşil kuşak” projesiydi. Proje, Varşova paktını siyasal İslam ile kuşatmaydı. Bunun uygulanabilir en önemli merkezi sahası Türkiye idi. Türkiye ittihat-i terakki ideolojisi ve asıl hayali olan “adıretikten Cin seddine kadar Türklük dünyası” milliyetçiliğin, Suni İslam ile de dinciliğin en olumlu zeminiydi. Merkezinde Türkiye ve onun bağları; İran da 25 milyon Azeri, Türkmenistan, Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan yer alıyordu. Bunların dışında Varşova paktının birçok yerinde irili ufaklı Türk ve suni Çerkezler, Abhazlar, Boşnaklar ve Kürtler de vardı. Tüm bunlara ulaşmanın en iyi sahası Türkiye ve sahadaki kullanılmaya hazır T C yöneticileri!
1950’ler den sonra Türkiye de Özel Harp Dairesinin kurulduğunu ve bunun ilk kadrolarından Alpaslan Türkeş ve bir gurubun Amerika da eğitim gördükleri herkes tarafından biliniyor ve haklarında birçok bulgu, belge, kitap yazıldı yayımlandı. Bu güç hem Türkiye içerisinde Faaliyet yürüttü hem de, orta doğuda “İslami kardeşler” örgütlenmesine yardım etti. Ayrıca Kafkasya’dan Orta Asya’ya ve balkan’lara kadar yeşil hat örgütlenmelerini geliştirdi. Bu, reel sosyalizmin yıkılmasında Azerbaycan’da Elçi Bey hareketi, Çeçenistan da Dudayev, balkanlarda kanlı iç çatışmalarda Türk azınlıkların kurban edilmesi, Karabağ da Azeri,Ermeni çatışmalarına neden olan karmaşalar ve orta doğudaki radikal İslam’ın tüm yaşamı esir almasıdır. Halende belirtilen alanlar, halklar arasındaki çatışmaların durdurulmaması uluslar arası NATO Gladyosunun Türkiye ile iş başında olduğunu gösteriyor. Yani reel Sosyalizm-Varşova dağıldı ama Nato’nun soğuk savaş işlevi, kurumları dağıtılmadı daha da sistemsel hale getirildi. Bunun başlıca göstergelerinden Önder APO’nun tüm Avrupa ile Rusya’yı içine alan bir operasyonla TC’ye teslim edilmesi, balkanlara, Kafkasya, Afrika, Saddam ile başlayan M. Kaddafi, Mısır da Hüsnü Muabarek ve en Son Suriye de tam bir sistemsel kaosa dönüşmesidir. Dikkat edelim bu NATO- Amerika müdahalelerindeki karıştırıcı, provoke eden baş aktör TC devletidir.
Bu düzey dünya jandarmalığının kiralık konumuna TC devleti nasıl geldi? Ya da soru şöyle olmalı Osmanlıdan günümüze Türklük kimliğini kullanan Beyaz Türkçü iktidar hep bir kiralık jandarma kimliği değil midir? Bu beyaz Türkçü kimliğin sahipleri orta Asya boz kırlarında Orta doğuya açılıp geldiklerinde karşılarında birçok uygarlığa beşiklik etmiş ve en son kükremesi olan İslam uygarlığı ile karşılaştılar. Bu uygarlıkla çatışma yerine Şaman dinlerinden vazgeçerek egemen suni İslam’ın Hanefi Mezhebi’ni benimsediler. Bu benimseme ile İktidar İslam’ının en keskin kılıcı, kraldan çok kralcı kesildiler. Bu tutumu benimsemeyen Türkmen kimliği ile Alevi kimliğine yöneldiler. Emekçi, komünal değerlerle yaşamayı tercih ettiler. Özüne yabancılaşan iktidar, Türklüğü kendini yeni sahiplerine ispatlamak için en çok da son bin yılda zulmü Türkmenlere yaptı.
Osmanlı imparatorluğu olarak sistemselleşen beyaz-Suni İktidar Türklük, bin yıllık tarihsel sürecinde iktidarlarının nasıl şekillendiği incelendiğinde hiçbir yönetim normal el değiştirmemiş, her zaman iç komplo, entrika, zorla gasp ve iktidar için kardeş katilliği, oğul boğazlamalar yaşanmıştır. En belirgin olan dönem Yeniçeri Ocağının var olduğu dönemdir. Osmanlı’da iktidara gelenler güç dengelerini Yeniçeri Ocağına yaslanarak geliştirir ve karşıt muhalefeti, halkların özgürlük taleplerini bastırma gücü olarak da bu vurucu gücü kullandılar. ( Yeniçeri ocağı; Osmanlı iktidar odakları İslam adına giriştikleri fetih hareketinde katlettikleri toplumların devşirdikleri öksüz çocuklarından oluşturmuşlardı.) Ama Yeniçeri güçleri iktidarın öyle belirleyici gücüydü ki, kendilerine göre olmayan iktidar temsilcilerinin “kelle istiyorduk” sloganı atarak hizaya getiriyorlardı. Daha sonra Yeniçeriler lav edildi. Ama Yeniçeri ocağında yetişenler Osmanlı ordusunda subay oldular ve devamında Harbiye Ordu evinden İttihat ve terakki’ yi kuran ve günümüze gelen Türk silahı kuvvetlerinin Komuta kademesinin dedeleri, öğretmenleri ve ağabeyleridir. Halen de Harbiye Ordu evi Kurmaylığından mezun olmayanlar genel Kurmaylıkta görev alamaz ve genel Kurmay başkanı olamaz.
Tarihsel geçmişi sadece iktidarda kalmak için “her yol mubahtır” geleneğine sahip beyaz Türklüğü elbette dünya hegemon gücü ABD-İNGİLTERE kendi çıkarlarına göre kullanacaklardı. Çünkü Türklük adına hareket eden iktidar odakları hiçbir zaman topluma dayanmadılar. Tarihsel gelişmelerde ki devrim ve toplumsal evrimlerde rolleri hep engelleyici ve yıkıcı olmuştur. Kendi deyimleri olan “devlet başa kuzgun leşe, aslı olan devletin bekasıdır gerisi teferruattır” ideolojik bir tanımlarıdır. Günümüzde dahi bu ideolojik tanım üzerinden TC devletinin kurum ve kuruluşları halka yaklaşıyorlar. Kendilerini “hep bilen” toplumu ise “bilmeyen, kara cahil ve hep birileri tarafından kandırılmaya açık canlılar” olarak bakarlar. Bundan dolayı Osmanlı dâhil TC tarihinde toplumsal devrimlere izin verilmemiş. Süleyman Demirel’in deyimi ile “ bu memlekette kominizim gerekirse onu da biz getiririz” sözü beyaz Türklük ideolojisinin halktan ne kadar kopuk olduğunu gösterir. Yine son dönemlerde seçim meydanlarında Kürt Kalıçdaroğlu'nun kendini ne kadar Türk olduğunu adeta çıldırasıya bağırması ve Laz Tayibin de “asıl Türk benim” demesinin ne kadarda beyaz olduklarını gösteren ibret örneklerdir.
Tüm bunları anlatmamızın nedeni, 1950’lerde dünya hegemon güçleri için hem Orta Doğuda hem de reel sosyalizmi kuşatmada kullanılacak en iyi jandarma gücü Beyaz Türklüktü. Bunun üzerinden Türkiye de 1960, 1971 ve 1980 askeri darbeler geliştirildi. Bu darbelerin tamamı topluma karşı devleti koruma adına yapıldı. Adına hep bildik cümle “istikrarı sağlamla” idi. Toplum dış mihrakların oyununa gelmiş, devlet milletin bekası tehlikede denmiştir. Yapılan üç askeri darbenin de darbe gerekçe metinlerine bakın sanki tek kalemden çıkmıştır.
Bu darbelerin en tahripkâr olanı 12 Eylül 1980 askeri darbesidir. 12 Eylül askeri darbesi İran da ki “Şia İslam devrim ”inden sonra gelişmesi gündeme gelmişti. İran da İngiliz ve Amerika kuklası Şah rejimi 1979 da devrimci sol güçlerin ağırlığı ve mücadelesi sonucu yıkılmıştı ama Ayetullah Humeyni Fransa’ dan Fransız hava yollarına ait uçakla Tahrana inerek yıkılan Şah rejiminin yaratığı boşluğu değerlendirerek iktidarın tüm iplerini eline aldı. Ne hikmetse İran da % 70 muhalefetin sol olmasına rağmen Batı dünyası Molla rejimini destekledi. Molla rejimi ayakları yere basar basmaz on binlerce Kürt, Azeri, Fars, Beluç ve Arap devrimci’yi kurşuna dizdi, vinçlerle idam etti. “katli vacip” fetvalarıyla sokaklarda linç ve öldürme seansları düzenlendi.
Tam da bu dönemde Türkiye’de ve Kürdistan’da toplumsal muhalefet gelişme halinde ve başta Kürdistan özgürlük mücadelesinin büyüme ivmesi göstergesinin hacmi karşısında, o dönemin Genelkurmay başkanı ve 12 Eylülün mimarlarında Kenan Evren anılarında “helikopterle Güneydoğu üzerinden geçerken darbe kararı verdik ve geç kalsaydık Apocular güney doğuyu kasıp kavuracaklardı” der. Buradaki itiraf, gerek sol, demokrat muhalefet ve gerekse Kürt özgürlük hareketinin hedeflenmesi tesadüf değildi. İran da 100 bin Kürt Peşmergesi ve milyonlarca sol muhalefet gücünün Türkiye ile ortaklaşması bir yandan Kürtlere biçilen Lozan gömleğinin yırtılması, diğer yandan yeşil kuşağın tümden parçalanmasıydı. Bunu, ne Arap, Fars ve nede Türk ulus devletleri, ne de NATO kaldıramazdı. İran da Humeyni’ye yol verilirken, devrim değerleri kara çarşafa sarılırken, Türkiye de ise; Pan Türk İslam sentezine dayanan generallerin askeri darbesine teslim edildi. O dönemin ABD yetkilisi “bizim çocuklar işi başardı” sözü basına yansıdı
12 Eylül darbesi geliştirilirken toplum kırımı hedeflendi. Kendisine göre olmayan, Pantürkizm (Türk- İslam) sentezine uymayan her kesimi hedefledi, sağ dan da soldan da gençleri astılar ve asarken hiç utanmadan asmanın adaletli olduğunu göstermek için demeçlerinde “ben o kadar adaletli davranıyordum ki bir soldan bir sağdan alıp öyle idam ediyordum.(K.Evren) ” deme küstahlığını gösterdiler.
12 Eylül, gelir gelmez ilk iş Kürdistan’a yönelmek toplu tutuklamalar, tutuklamaları Kürtlük kokusunu alan herkes hedeflendi. Bununla kendilerince “kılıç artık” larını denen kitlelere sinmiş bir kırıntıyı dahi toplumsal hafızadan silmekti. Türkiye genelinde ise, demokrat, biraz kendilerinden farklı düşünen herkese, kesime yönelmek oldu. Eğitim alanlarından kendi çizgileri dışında tüm öğretmen, öğretim üyesi ve öğrenciler, ya tutuklandı ya da işlerinden edilip sürgünlere tabi tutuldular. Siyasi tüm partiler kapatıldı, sendikalar ve sivil toplum adına ne örgüt, dernek varsa kapılarına kilit vuruldu. Konuşan her kes susturulmak hedeflendi. Bunun üzerine tüm kurumların içeriği değiştirildi, tüm devlet daireleri ve yan kuruluşları yeniden programlandı, dizayn edildi. Eğitimde, felsefe dersleri kaldırıldı, din dersleri her kademede zorunlu ders olarak kondu. Tüm devlet memurlarına sendika kurma ve siyasi partilere üye olmayı yasakladı. İş verenlere düşüncelerinden dolayı istediği işçiyi kıdem tazminatı ödenmeden işten atma yasaları tanıdı. Türkçe dışında isim takma yasaklandı ve var olanlarda değiştirmeye zorlandı. Kürdistan da ve Türkiye’nin birçok ilinde köy, kasaba, mahalle adları değiştirildi.
12 Eylül toplumda hafıza kaybını yaratmayı hedefledi. Başta Kürtler olma üzere Türkiye de olan tüm etnik, dini yapılanmaları pan Türk suni İslam ekseninde eritmeyi hedefledi. Bunun için Cumhuriyet tarihinden 1980’ e kadar Kız imam hatip okullarında mezun olanların sayısı 8000 bindi, Ancak 1988’e gelindiğinde bu sayı 200 bine ulaştı. Dini cemaat, yurtlardaki artışlar ve imamların kadro kabarması had safhaya çıktı. Tam da bu süreçte tüm yerel ve dünya basınında yayınlanan belge, bulgularda bu imam ve cemaatlerin maş ve masraflarını Sudi kökenli Rabıta Örgütünün ödediği idi. Bu temel üzerinden gelişen bir suni pan Türk İslam sentezi toplumu esir aldı. Bu esaretin sonucu Türkiye toplumu Kürdistan’daki kirli savaşa sesiz kaldı ve destek verdi.
Yeni Yetişen gençlik, edilgen ezberci ve bir o kadar da kaderci nihilist yetişti. Kendi olmayan, kendisi hakkında karar sahibi olamayan, tarihi temelden yoksun sadece güncele endekslenmiş, toplumsallıktan kopmuş bireycilik kendine işkence eder hale getirilmişti. Arabesk kültürsüzlüğünün üretimden kopardığı gençlik, geleceğini loto- spor toto ve şans oyunlarında arar hale gelmiştir.
Aydını, kendini Milan Kudera nın “var olmanın dayanılmaz hafifliği” ne adamış ya bir barda devrim hikayeleri anlatarak iç boşalmayı yaşıyor ya da bir köşeye çekilmiş Oblomovcu çizgide birilerinin elinden tutmasını bekliyor. Gerisi kızdıkları, eleştirdikleri Modern Kapitalizmin Eiffel kulesi ve ya tiren banyolarında tavla, satranç oymamdalar, beklenen devrimin gelmesini beklediler.
Sol ve demokrasi güçleri zindanlarda darağaçları, züllümle teslim alınmaya çalışıldı. Kimi örgütçe teslim oldu, kimi tarihin en görkemli direnişlerini sergiledi. Amed te PKK tutsakları Mazlum DOĞAN, dörtler ve Kemal PİR’ ler ile birlikte Türkiye zindanlarında M Faik Öktülmüş ve arkadaşlarının görkemli direnişleri gelişti. Önemli bedeller ödendi. Ancak sistem öyle tedbir aldı ki, Türkiye sol ve demokrasi güçlerinin parçalı durumundan faydalanarak hem içerde sistem içleştirdi hem de Önemli bir kısmını “ Avrupa demokrasisi” adına Avrupa da eritti. Tabi bunu Avrupa devletleriyle birlikte yaptı. Bunu Turgut Özallın 1989 da ki şartlı affı ile zindandan çıkanlar dışarıda örgütlü yapı bulamayınca bocaladı ve kendini toparlayamadı ve önemli bir potansiyel eridi heder oldu. Ancak Kürt Özgürlük hareketi bunun tedbirini almış zindandan da çıkan tüm potansiyeli olmasa da önemli oranda kendi kadrosunu sistem içi olmasını önledi.
12 Eylül aydınlanmayı, toplumsallaşmayı, demokrasiyi, farklılıkların rengini öldürmeyi hedefledi. Bundan dolayı yeşil kuşak pratiğinden tek suni renk İŞİD çıktı. Mayalanması ve karargahı 12 eylüldür. Bundan dolayı TC devlet yetkilileri İŞİD e terör örgütü diyemiyorlar, çünkü AKP de 12 eylülün has ürünüdür. Öyle olmasaydı 12 Eylül ana yasası ve tüm kurumlarının işlevini AKP sürdürmede bu kadar ısrarcı olamazdı.
Şimdi 35 inci yılında 12 Eylülün ilk günlerinde Amed zindanında darbecileri yenen PKK cizgisi onun yaratımı olan insanlık düşmanı pan beyaz Türkizim ve onun yaratımı olan İŞİD gurubunu da yine Önder APO nu gerillaları yenerek tüm orta doğu da ki halkların değerlerine sahip çıkıyor. Yani 12 Eylül 35 yılında, insanlık vidanın da ve pratikte yenilenidir.
MEDET SERHAT
- Ayrıntılar
Özgürlük mücadelesi büyük bedeller ödeyerek bugünlere geldi. Bugün eğer dört parça Kürdistan'da yeniden halkımızın yaşam umudu yeşermişse bunun tek nedeni, ödenen bedellerdir. Hem de bu halkın bağrında çıkmış en gözü pek insanların canı pahasına ödenmiş bedeller.
Özgürlük dağlarında hem özgürlük umudunun en çok yeşerdiği aylar yaz ayları iken hem de özgürlük uğruna en büyük bedeller bu ay içerisinde verilmiştir.
Özgürlük mücadelemizin dirilişe 15 ağustosla başladı. Ve 15 Ağustosla Kürdistan boydan boya dirildi, yeniden yeşerdi yeniden yaşama selam durdu.
Ama unutmayalım ki bu ay içerisinde yada bu aylar içerisinde ise özgürlük mücadelesinin büyük abideleri sonsuzluğa uğurlandılar. Sadece bu halk selama dursun diye…
Dörtler yazın sıcaklığını kendilerine kalkan yaparak yürüyüşlerine çıktılar, çetelere karşı direnişte Salih Kandal bu aylarda sonsuzluğa uğurlandı. Dr. Qasımlo, Alişêr ve Zarife, Faik Bucaklarda bu yaz aylarında yıldızlaştılar. Ve tabi Mustafa Yöndem yani Erdal, Ahmet Kesip yani Cemşit, Rojhat Biluzerî, Şıho Dirlik, Sarı İbrahim, halkımızın Delilası, Büyük Azime derken Engin Sincer yani Erdal ve Nucan-Cennet Dirlikler de bu aylarda topraklarıyla bulaşarak halkları için tohum olup geleceğin fidelerini yeşerttiler. Ve bugünlere gelebilmemizin olanaklarını kendi bedenlerini vererek, ortaya sererek sağladılar.
Bu büyük insanlarla tanışmak, birlikte yaşamış olmak, yakın durmak ve de yol arkadaşlığı yapmış olmak insana büyük görevler yüklüyor. En son isimlerini verdiğim iki Apocu militanla hem sivilde tanışmışlığım, hem yakınlığım, hem akranlığım, hem birlikte arkadaşlığım hem de devrimin uzun yolunda ise yoldaşlığım vardır. PKK’nin böylesine seçkin militanlarına yakınlık, akranlık, arkadaşlık derken yoldaşlık yapmış olmak bireye birçok görev yüklediği açıktır.
Erdal yani Engin Sincer yoldaşı 18 Ağustos 2003 yılında bir kaza sonucu yitirdik, Nucan yani Cennet Dirlik ise 25 Ağustos 2005 yılında Beşiri ovasında yaşanan kıyasıya bir çatışmada…
Birisi çocukluk arkadaşım birisi ise çocukluğumun hülyası…
Birisi canım ve her şeyim birisi ise her şeyimin ötesinde…
Birisi özlemim birisi ise hasretim…
Birisi ulaşmak istediğim birisi ise amacım…
Birisi ruhumun derinliklerinde hep saklı duran birisi ise ruhumun kendisi…
Evet, benim için iki ayrı yıldız, iki ayrı gezegen, iki ayrı dünya…
Kişilikleri birbirine uzak değil, çok yakın. Birisi daha fazla içine dönük diğeri ise biraz dışa dönük. Belki de temel fark bu. Birliktelikleri ise çok fazla.
İkisi güleç, ikisi cana yakın, ikisi sadakatin timsali, ikisi sade, ikisi fedakar, ikisi insan sevdalısı, ikisi mütevazi, ikisi boyun eğmez, ikisi sıcakkanlı, ikisi önderlik sevdalısı, ikisi şehitlerin izleyicileri, birisi Erdal’ın takipçisi birisi Sabri’nin yani birisi Mustafa Yöndem’in hayranı, birisi Şıho Dirlik’in.
Evet, birisi sabırlı, birisi ise sabrın ta kendisi, birisi coşku dolu birisi ise coşkunun ta kendisi, birisi zeki birisi zekiliğin ötesinde, birisi akıllı birisi ise aklın ve zekanın bileşkesi, birisi yürek dolu birisi yüreklerin buluştuğu, birisi inatçı birisi ise inadında ötesinde, birisi sert irade sahibi birisi ise iradenin ta kendisi.
Evet, birisi özgürlük sevdalısı birisi ise bu uğurda her şeyi vermeye hazır, birisi bağlı birisi ise bu uğurda can vermeye amade, birisi halkının iyi bir evladı birisi ise bu halk için canı kurban, birisi ülkeye sevdalı birisi ise “benim de ülkemin güzelliklerini görme hakkım var” diyerek dağların doruklarına hem de en zirvelerine çıkacak kadar dost, birisi Avrupai’yi yaşamdan kaçan birisi Avrupai yaşama hiç girmemiş, birisi önderliğe sevdalı birisi önderlikle sözlü.
Evet, birisi Erdal birisi Nucan. Birisi Engin Sincer birisi Cennet Dirlik. Birisi çocukluğumun ve gençliğimin sembolü birisi ise çocukluğumun ve de gençliğimin sevdası…
Nucanla Enginleşerek Erdalların yoldaşı olmak bunun için kolay olmuyor. Zor da değil zorun da ötesinde. Çünkü biri militanlığın sembolü hem de “bir militan yapması gerekenleri yapmalıdır” diyerek militanlığın zirvesini temsil ederken birisi ise bu zirvedeki militanlığın iyi bir takipçisi olarak Dersim yollarına çıkarken kanıtlanmış bir militan kişilik.
Bu iki yoldaşın yoldaşı olmak, arkadaşı olmak, çocukluk zamanlarında birlikte oyun oynamış olmak, gençliklerinde ise yol almış olmak, akran, isimdaş, akraba, dost, hısım, tanışmış olmak derken tarihin her hangi bir zaman diliminde ve herhangi bir mekanında bu her iki kanıtlanmış PKK militanlarıyla olabilmiş olmak insana büyük görevler yüklüyor. Hem de çok fazla büyük görevler.
Bugün Ortadoğu’da Kürtler ilk kez tarihlerinin en görkemli yükselişlerini yaşıyorlar. Sözün tam manasıyla Devrimci Durumu yaşıyorlar. Devrimci Durum tarihin her anında halklara kolay kolay bahşedilmiyor. Ve bu Devrimci Durum için halklar ne kadar da çok bedel ödemişler. Hem de Erdal gibi Nucan gibi, seçkin ve kanıtlanmış militan kişiliklerle…
Evet, bugün Kürdistan'da Kürtler uzun yıllardır ilk kez bu düzeyde bir kalkışı yaşıyorlar. Rojava’da yaşadıkları bir devrim dalgasıdır, güneyde daha hızlı bir devrim dalgasına kapı aralanmıştır. Kuzeyde ise zaten bu devrim dalgasının ortasındayız. Geriye kalan Doğu Kürdistan’dır, burada ise neyin ne zaman ne olacağı belli değil. Yani her an çok köklü bir devrim dalgasının gelişebileceği bir mekan.
Kürtler sadece kendileri Devrimci Durumu yaşamıyorlar, bilakis bugün Kürtler tüm Ortadoğu’ya bu devrim dalgasını taşımaya başladılar. Rojava devrimi Ortadoğu’ya devrimi taşırmanın kapısı iken Güney’de olup bitenler bu devrim dalgasını daha fazla ve daha hızlı tüm Ortadoğu’ya yayma potansiyeline sahip. Nedeni açıktır, Özgürlük Mücadelesinin ve Hareketinin çizgisi ilk kez bu denli açık ve seçik tüm Ortadoğu halklarına bir özgürleşme ve kurtuluş seçeneği olarak görülmeye başlamıştır. Bugüne kadar hem emperyalistler, hem sömürgeci devletler, hem ilkel milliyetçi ve reformist çizgiler hem de cümle cemaat özgürlüğün karşısında olanların tümü özgürlük çizgisinin önünde engel olarak dikildiler. Ancak Ortadoğu’da son yaşananların gösterdiği tek doğru çözüm ve özgürleştirme ve özgürleşme yolu halkların demokratik konfederal yapılarına dayalı gelişecek olan Demokratik Ulus modelidir. Ortadoğu’da Demokratik Ulus modeline dayanmayan hiçbir çözüm kesinlikle getireceği kandır, kıyımdır, katliamdır. DAİŞ gibi çetelerin hortlatılmasıdır, İsrail gibi Filistin halkına günlük yağacak bombadır, Irak’taki gibi günlük kan gölüdür, Suriye’deki gibi günlük hava saldırılarıdır, Suudi ve Katar gibi devletlerde ise günlük olarak ezmedir, bastırmadır, susturmadır.
İşte bunu aşmanın ve aştırmanın tek yolu vardır, o da; halkların kardeşliğine, ortaklığına yani demokratik konfederal yapılara ve de Demokratik Ulus’a dayalı çözüm modelleriyle gelişecek olan Ortadoğu devrimiyle mümkündür.
Bugün eğer Erdallara ve Nucanlara yakın olunduğu söyleniyorsa, onların şahadet günleri anılıyorsa, onlara akraba ve akran olunduğu söyleniyorsa, arkadaş hatta yoldaş olunduğu söyleniyorsa o zaman yapılması gerekli olan aynen Erdal gibi zor anlarda dağların yoluna düşerek Kürdistan Devrimine katılmaktır, yine aynen Nucan gibi Dersimlere doğru yol alırken “benim de bu ülke için mücadele etme hakkım vardır” diyerek inadına Devrimci Duruma denk yaşamaktır.
Evet, Nucanla Enginleşerek Erdalların yoldaşı olmak isteniyorsa ya da öyle olduğunu söyleniyorsa o zaman yapılması gerekenler bellidir, gözler önündedir. Aynen Nucan gibi aynen Erdal gibi bir an evvel Kürdistan dağlarına çıkarak hızla Devrimci Duruma katılarak Ortadoğu devriminin iyi bir savunucusu olarak Kürdistan devrimini bir an evvel gerçekleştirmenin iyi bir neferi olmaktır. Başkası da ne Nucan’a yakışır ne de Erdal’a yakışır. Nucan ve Erdal’a yakışanda kesinlikle ve kesinlikle bir an evvel onların iyi bir takipçisi olarak bu devrimin iyi bir neferi olmaktır.
Şahadetlerinin yıldönümünde hem Erdal’ın hem de Nucan’ın anılarının önünde saygıyla eğiliyor ve her zaman iyi birer takipçisi olacağımızın sözünü yeniden veriyoruz.
- Ayrıntılar
“Onları seviyorum, her şeyi onlar için yapıyorum. Genç başladık, genç bitireceğiz.”
Öncelikle şu bilinsin ki, içine doğduğumuz dünyada kimse başkası için her şeyi yapmaz. Ve herkesi sevmez. Ve öyle ki gerektiği yerde de canını ortaya koymaz, onlar için vermez.
Ama bugün Kürdistan'da birileri için canını ortaya koyanlar var. Hem de tanımadıklarını bile yüreğine basarak ölesiye severcesine koyanlar…
Bunun böyle olduğunu bizlere Amed zindanlarında, “Önderliğin ve partinin emeklerine layık olamadık. Mezar taşıma halkına borçlu yazın” diyen Mehmet Xeyri Durmuşlar gösterdi. “Yaşamı uğruna ölecek kadar seviyorum” diyen Kemal Pirler gösterdi. Ve ardından gelişen özgürlük savaşında Beritanlar ve “Keşke canımızdan başka verecek şeylerimiz olsaydı” diyerek düşmanın yüreğinde patlayan Zilanlar gösterdi. Ve yine Sema Yüce gibi; “Nasıl ki gökyüzünde iki güneş yoksa ve olmayacaksa, bir insan için, özgürleşmek isteyen bir kadın için, iki yaşam seçeneği, iki moral merkez olamaz” diyerek canını ateşlere atarak 8 Mart’ın şafağında Newroz'a selam duranlar gösterdi.
Ve bugünde bu yürüyüşçülerin izinden Şengal’de, Kerkük’te, Celawle’de, Rabia’da, Cezaa’da, Serikani’de, Kobane’de, Afrin’de ve ülkenin birçok savaş meydanın da tek bir çıkar gözetmeksizin en ön cephede yürüyenler göstermektedir. Birileri arkasın arkaya kaçarken; sözde paralı, sözde eğitimli, sözde yaşı bilmem kaç, sözde peşmerge yani savaşçı hem de vatan savaşçısı denenler üstelik… Ama daha bıyıkları terlememiş genç erkekler, daha filiz, daha körpecik kızlar dağların doruklarında bilmedikleri alanlarında, ovalara, şehir merkezlerine öne doğru büyük bir yürek atışıyla atıldılar. Tabiidir ki bu atılmalarının nedenlerini sormak ve açığa çıkartmak gerekmez mi?
Verilecek tek bir cevap vardır ki o da; “Her şeyi onlar için yapıyorum” gerçekliğidir. Bu gerçeklik öyle bir gerçekliktir ki hiç kimse ama hiç kimse bu bağı koparamaz, bu bağın arasına giremez, bu bağı gevşetemez. Çünkü bu sağ sevgiyle örülmüştür, bu bağ yürekle işlenmiştir. Ve bu bağ genç başlamakla ve de genç bitirmekle ilgili bir bağdır. Bu bağ Başkan Apo’nun yürek dolu özgürlük tutkusuyla örülmüştür. Gelecek eğer gençlerin ise ve eğer insanlık gelecek günler için yaşadığını dolayısıyla gençlik için çalıştığını, yaşadığını ve de varlığını sürdürdüğünü söylüyorsa, o zaman bunu en ileri düzeyde söyleyen Başkan Apo ve onun ortaya çıkardığı özgürlük hareketidir.
“Hiyerarşik toplumda tecrübeli yaşlıların gençler üzerinde kurduğu baskı ve bağımlılaştırmadan da önemle bahsetmek gerekir. Jerontokrasi diye literatüre geçen bu konu bir gerçektir. Tecrübe yaşlıyı bir yandan güçlü kılarken, diğer yandan yaşlılık onu gittikçe zayıf, güçsüz kılmaktadır. Bu özellikleri yaşlıları, gençleri kendi hizmetlerine almaya zorlamaktadır. Zihinlerini doldurarak bu işlemi geliştirmektedirler. Tüm hareketlerini kendilerine bağlamaktadırlar. Ataerkillik bu olgudan da büyük güç almaktadır. Onların fiziki güçlerini kullanarak dilediklerini yaptırabilmektedirler. Gençlik üzerindeki bu bağımlaştırma günümüze kadar derinleşerek devam etmiştir. Tecrübe ve ideolojinin üstünlüğü kolayca kırılamaz. Gençliğin özgürlük istemi kaynağını bu tarihsel olgudan almaktadır. Yaşlı bilgelerden günümüz bilim adamı ve kurumlarına kadar gençliğe stratejik, hassas denilen bilgilerin en can alıcı kısmı verilmez. Verilenler daha çok onu uyuşturan ve bağımlılığını kalıcılaştıran bilgilerdir. Bilgiler verildiğinde uygulama araçları verilmez. Sürekli bir oyalama değişmez bir yönetim taktiğidir” demesinin ardından, “Gençliğin her zaman özgürlük istemesi fiziki yaş sınırından değil, bu özgül toplumsal baskı durumundan ileri gelmektedir. Ayyaş, toy delikanlı kavramları gençliği küçük düşürmek için uydurulan temel propaganda sözcükleridir. Yine hemen cinsel güdüye bağlamak, serkeşliğe çekmek, ezbere katı doğmalara bağlamak, gençlik enerjisinin sisteme yönelmesini engellemek ve düzeni sağlamakla bağlantılıdır” diyerek gençliğin nasıl ele alındığı açıkça ifade etmektedir.
Başka bir yerde ise: “Özgürlüğe yürüyen bir gençliği tutmak zordur. Gençlik sistemlerin başına en başta bela olan kesimdir. Tarih boyunca bu çok iyi bilindiği için, eğitim adı altında gençlik kurban edilmekten tutalım, akla hayale gelmez uygulamalara tabi tutulmuştur… Yaşlıların zaaf ve gücünden kaynaklanan gençliği bağımlılaştırma ve güdümleme ilişkisi hızından ve yoğunluğundan hiç kaybetmeden hakim sistemlerin en güçlü sürdürücüleri kılınmışlardır.”
Bu duruma karşı yapılması gerekli olan açık değil midir?
“Gençlik toplumsallaşırken büyük tuzaklarla karşı karşıyadır. Bir yandan geleneksel ataerkil toplum koşullanması, diğer yandan resmi düzenin ideolojik şartlanması altında bocalarken, dinamizmiyle yeniliklere açık bir yapısı vardır. Olup bitenler karşısında son derece toydur. Yaşlı toplumun etkisi altında kendine ne biçildiğini keşfetmekten uzaktır. Kapitalist toplumun baştan çıkarıcı bin bir hilesi karşısında nefes bile alamaz. Tüm bu gerçeklikler gençliğe özgün, tuzaklardan çekici, onun özüne uygun bir toplumsal eğitimi zorunlu kılar.
Gençliğin eğitimi büyük çaba ve sabır isteyen bir iştir. Bunun karşılığında dinamizmi ile destanlar yazabilecek ataklığa sahiptir. Amaç ve yöntemi iyi kavradığında başaramayacağı bir iş yoktur. Amaç ve yöntemli yaşamı temel disiplin olarak görüp seferber olduğunda, sabır ve inadı eksik etmediğinde, tarihsel davalara en önemli katkıyı gerçekleştirebilir.
Demokratik gençlik hareketinde böylesi nitelikler kazanmış kadrolar öncülüğünde gelişecek bir hamle, genel demokratik toplum mücadelesinde başarının güvencesidir. Gençliğin dinamizminden yoksun bir toplum hareketinin başarı şansı sınırlıdır. “
Başka bir cümle ile ifade edecek olursak: “Her şey gençliğin tarihsel toplumsal hamleye yeniden doğru ve yetkin katılmasıyla belirlenecektir.”
“Onları seviyorum, her şeyi onlar için yapıyorum. Genç başladık, genç bitireceğiz” sözleri esas itibariyle yukarıda ifade edilen gerçeklerle birebir bağlantılıdır.
Bugün insanlık ayakaltına alınmışken bu ayakaltına alınmışlığın önünü alacak olan kesinlikle ve kesinlikle gençliktir. Gelecek, gençliktir. Bunun için her şey onlar için yapılıyor, bunun için onlar seviliyor. Ama unutulmasın ki onların da yapacakları vardır.
Özgürlük hareketi genç başladığını söylüyor, genç yürüdüğünü ve dolayısıyla gençte bitireceğini yani adaletsizliği ortadan kaldırarak; adil, eşit, çoğulcu, paylaşımcı ve özgür bir dünya yaratacağını belirtiyor. Böyle bir dünya ilk önce gençliğin hayali ve özlemi değil midir? Jerontokratların çokbilmiş dünyasında bıkanlar, onlar değil midir? Her gün ezilen ve horlananlar onlar değil midir? Günlük olarak baskılanan, söyledikleri dikkate alınmayan, itilen yine onlar değil midir? Daha gözlerini yeni açmışken bilmedikleri, anlamadıkları bir ilişkinin içine zorla atılanlar onlar değil midir? O zaman HER ŞEYİ ONLAR İÇİN YAPIYORUM sese cevap vereceklerde onlar değil midir? Onlar, yani gençler olduğu açık olan bir soruya cevabı vereceklerin kesinlikle bu cevaplarını en ileri düzeyde her yerde ama başta da; Şengal’de, Kobane’de, Afrin’de, Cezire’de, Kerkük’te ve tabi ki; Munzurlarda, Araratlarda, Nurhaklarda, Katolarda, Meretolarda, Binboğalarda, Tendüreklerde, Berbıheyv’de, Bagok’ta ve dahası; Karadeniz’de, Toroslarda derken Dalaho’da, Bestun’da ve Kürdistan ile Ortadoğu’da özgürlük sorununun olduğu yerde…
İşte, “Onları Çok Seviyorum” sözlerine verilecek en iyi cevap, Özgürlük Sorununun olduğu her yere akarak bu özgürlük sorununu büyük bir ruh, coşku ve moral ile çözmektir. Bu ise belki de bu sevgiye verilecek en iyi cevaptır.
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar