Sizler bu yazdıklarımı okurken 12 Haziran genel seçimi gerçekleşmiş ve sonuçları belli olmuş olacak. Dolayısıyla seçim sonuçlarını tartışıyor bulunacaksınız. Bu nedenle, şimdi yazacaklarıma ne kadar itibar edeceğiniz belli değildir. Yapılmamış seçimin bilemediğim sonuçlarına ilişkin yorum yapamayacağıma göre gündem dışı kalabilirim. Böyle olmamak ve tartışma dışına tümden düşmemek için, seçim kampanyalarındaki bazı ayrıntı ve önemli sonuçlar üzerinde duracağım.
Sanırım herkes, çok gergin ve sert bir seçim sürecinin yaşandığını kabul edecektir. Yine seçim tartışmalarının en içerikli kısmının Kürt sorunu ve demokratik özerklik çözümü üzerine olanı olduğunu da kabul edecektir. Onun dışındakiler klasik seçim konuşmalarının ötesine pek geçmemiştir. Hatta bu seçimde hitap ölçüleri biraz daha kaçmış, küfür ve hakaret daha çok öne çıkmıştır.
Hiç kuşkusuz bu durumun birinci dereceden sorumlusu da AKP ve Tayyip Erdoğan’dır. MHP’yi dikkate almazsak, CHP yönetimi birkaç pot dışında fazla ölçüyü kaçırmamıştır. Demokratik Ulus Bloku ise, demogoji ve hakaretin yerini fikirlerin alması için yoğun çaba harcamıştır. Tüm bunlara rağmen yaşanan küfür ve hakaretlerin esas sorumlusu, AKP’nin izlediği sertlik ve savaş politikasıdır.
AKP ve onun lideri Tayyip Erdoğan’ın bu seçim propagandası sürecinde sarf ettiği küfür ve hakaret içerikli sözler dışında kullandığı ve serdiği kavram “çılgınlık” olmuştur. AKP’nin “çılgın projeleri” seçim kampanyası süresince ortalıkta uçup durmuştur. Bu çılgınlıklar yeni İstanbullar ve Ankaralar yapmaktan yeşil alanlar inşa etmeye kadar her düzeyde yaşanmıştır. Fakat AKP ve Tayyip Erdoğan, çılgınlıkları içerisinde en ciddisini seçim kampanyasının sonuna doğru Kürtler, BDP, Kürt Halk Önderi ve idam konularında sarf ettiği sözlerle yapmıştır.
Bu kapsamda söylenenlerin çılgınlık olduğu hususunda bütün Kürtler birleşmişlerdir. Bu durumun içerdiği tehdit ve tehlikeye dikkat çekmişlerdir. Fakat AKP ve liderinin bu sözlerine “çılgınlık” demek yerine, onların gerçeğinin açığa çıkması demek belki daha doğru olur. 12 Haziran seçiminin AKP ve Tayyip Erdoğan gerçeğini biraz daha açığa çıkarıp netleştirdiği ortadadır. Doğrusunu söylemek gerekirse, eğer kalmıştıysa birkaç cila da seçim sürecinde silinerek kapkara AKP gerçeği ortaya çıkmıştır.
Örneğin, “taammüden insan öldürmek” anlamına gelen idamı Türkiye’de isteyen birinci parti AKP’dir. Bu konuda besbelliki BBP ile yarışmaktadır. Bu açıdan Tayyip Erdoğan’ın söylediği “Biz olsaydık asardık” sözü, yeni söylenen ve MHP oylarını almak için sarf edilen bir söz değildir. Baştan beri AKP gerçeği buydu da, bazı maskelemeler veya yanılgılar nedeniyle görülmüyordu. Yoksa Tayyip Erdoğan’ın yardımcısı mı, akıl hocası mı olduğu pek belli olmayan Bülent Arınç’ın, ikibinli yıllarda meclis kürsüsüne çıkarak, “Öcalan dosyası niye meclise getirilmiyor?” diye kaç kez sorduğu unutuldu mu? Yine 2002’de idam cezası ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çevrilirken Bülent Arınç’ın sözcülüğündeki meclis grubunun idamdan yana oy kullandığı unutuldu mu? Bu zevatın, “Asmayalım da besleyelim mi?” diyerek Kenan Evren cuntasının her hafta insan astığı süreçte bu idamlardan yana olduğu ve desteklediği bilinmiyor mu?
Bütün bunların hepsi yakın tarihte yaşadığımız ve bilincimizde canlı olan gerçeklerdir. Dolayısıyla Tayyip Erdoğan doğru söylemekte ve kendi gerçeklerini ifade etmektedir. Kaldıki bunları yeni de değil, her zaman söylemektedir. Yani Türkiye’nin en tehlikeli faşisti AKP ve Tayyip Erdoğan’dır. En zalim ve sinsi Kürt düşmanı yine bunlardır. Bütün bunlar yaşamın ortaya çıkardığı gerçeklerdir. Fakat gerçek böyle olmasına rağmen, algılar farklı olmaktadır. Bunda çaresizlik içinde gerçeği görmek istemeyip farklı algılamak zorunda kalmalar rol oynadığı gibi, psikolojik savaş uzmanı yandaş medyanın çarpıtma, cilalama ve maskeleme çabaları da rol oynamaktadır.
Şimdi artık bu cilalar da dökülüp AKP gerçeği iyice açığa çıkmış durumdadır. En azından Kürtler açısından bu durum gerçekleşmiştir. AKP’nin sahte dincilik yaparak Kürtlere dayanmaya çalıştığı gerçeği dikkate alınırsa, şimdi bu kanadının tümden kırılmış olduğu söylenebilir. 12 Haziran seçim sürecinin açığa çıkardığı en önemli gelişme herhalde budur. Bundan sonra da bunun devamı geleceğe benzemektedir.
Biz, zaman zaman AKP ve Tayyip Erdoğan gerçeğine dikkat çekmeye çalışmıştık. Aslında ortada AKP diye bir şey yoktu, tamamen ABD türetmesi bir oluşum vardı. ABD siyaseti, “yürü ya kulum” demiş, Tayyip Erdoğan da yürümüştü. ABD’nin, “milli görüşçü” İslami Harekete, yani Necmettin Erbakan liderliğindeki harekete yönelik müdahalesi sonucu ortaya çıkmıştı. Bu gerçekleri asla unutmamak gerekir.
AKP ve Tayyip Erdoğan, 28 Şubat 1997 postmodern darbesinin ortaya çıkardığı bir oluşumdur. ABD’nin “yeşil kuşak projesi”nin “milli görüşçü” İslami Harekete yönelik tasfiye müdahalesi AKP ve Tayyip Erdoğan’ı yaratmıştır. Dolayısıyla İslami Harekete yönelik bir ihanet ve tasfiye akımı olarak ortaya çıkmıştır. Necmettin Erbakan liderliğindeki İslami Hareketi tasfiye ederek, ABD hizmetinde sahte Müslüman bir hareket olmayı ifade etmiştir.
Bu gerçeği Necmettin Erbakan taraftarları çok iyi bilirler. Onüç yıl boyunca “siyasi yasaklı” adı altında Necmettin Erbakan’ın ne hale getirildiğini ve nasıl kahrından öldüğünü herkes gördü. Bu nedenle, AKP ve Tayyip Erdoğan gerçeğinin hain, tasfiyeci ve işbirlikçi özelliklerini asla unutmamak lazımdır. Bunların dıştan, ABD tarafından görevlendirilmiş olduğunu bilmek gerekir.
Şöyle de formüle edebiliriz: Son kırk yıldır ABD ve işbirlikçileri, kendilerine karşıt olan demokratik akımları tasfiye etmeye çalışıyorlar. Baykal, Perinçek ve benzerleriyle sol ve sosyalist hareketi tasfiye etmeye çalıştılar. AKP ve Tayyip Erdoğan eliyle de “milli görüşçü” ve demokrasiye açık İslami hareketi tasfiye etmek istediler. 28 Şubat olayı işte böyle yaşandı. AKP gerçeği işte budur.
Doğrusunu söylemek gerekirse, AKP ve Tayyip Erdoğan kendilerine verilen bu görevi başarıyla yerine getirdi. Onu görevlendirenler bu başarısını görünce, ellerindeki bu kozu bırakmayıp yeni hedeflere yönelik kullanmak istediler. İşte bu ikinci hedef Kürt Özgürlük Hareketi oldu.
AKP ve Tayyip Erdoğan, esas olarak 1997-2002 yılları arasında İslami Hareketin işini bitirdi. 3 Kasım 2002’de ise, hem bu görevini tamamlamak ve hem de Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etmek amacıyla iktidara getirildi. Kendisine yüklenen esas görev, Ecevit başkanlığındaki koalisyon hükümetinin tam başarıya götüremediği uluslararası komployu başarıya götürmekti.
AKP, tam dokuz yıldır bu görevi başarmak için çalışıyor. Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye edebilmek için izlemediği yöntem, yapmadığı ittifak, çalmadığı kapı kalmadı. Allah ve ABD ne verdiyse Tayyip Erdoğan da Kürtlere karşı kullandı. Fakat şimdiye kadar başarılı olamadı. İşte Tayyip Erdoğan ve AKP’yi bu seçim sürecinde çılgınlaştıran ve “çılgınsever” haline getiren gerçek budur.
Bir aydın, “ya AKP Kürt sorununu çözer, ya da Kürt sorunu AKP’yi çözer” demişti. Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye edemeyen AKP, şimdi bu hareket tarafından tasfiye ediliyor. Önümüzdeki sürecin en ciddi gelişmesi bu olacağa benziyor!..
Selahattin ERDEM
Özgür Politika
- Ayrıntılar
Dünya da kendi halkına karşı herhalde en çok kullanılan insanların başında Kürtler gelirdi. Öyle ki silah kuşanır kendi kanından, canından olana karşı saldırıya geçerdi. Yine birilerinin silahını alıp kendi kardeşini vurduğu halde bu ayıplanması gereken eylemi utanmadan, sıkılmadan etrafına anlatırdı. Ne de olsa büyük bir mertlik yapmış sayılırdı!
Hâlbuki dünyanın neresine giderseniz gidin, kendi halkına karşı silah kuşananlar af edilmezler. Kabul görmezler. İtelenirler. İğrenilirler. Dediğimiz gibi ne var ki bu iğrenti durum uzun yıllar hatta çok fazla uzun yıllar övgü kaynağı olabilmiş ve kendi toplumu içerisinde bile dinlenme kitlesine kavuşabilmiştir.
Evet, başka halklarda ret edilen, kabul görmeyen ve dıştalanan herhangi bir eylem biz Kürtlerde eskiden kabul gördüğü gibi puan toplamanın da vesilesi olabilmiştir. Bunu Kürdistan özgürlük hareketi “ihanetin içselleşmesi” diye tanımlamıştı. İhanetin içselleşmesi demek ihanetin farkına varmamak demektir. Yaşadıklarının ne anlama geldiğinin ayırdın da olmamak demektir. Özcesi bihaber yaşamak demektir.
Kürdistan’da en büyük eylem nedir diye sorulacak olsalar verilmesi gereken ilk cevaplardan bir tanesi herhalde ihanetin teşhir ve tecrit edilerek karantina altına alınmış olması demek gerekir.
Kürdistan’da çok şey değişti. Köprülerin altından çok sular geçip gitti. Hani derler ya “akan bir sudan bir kere yıkanır” diye. Kürtler özgürlük mücadeleleriyle artık eskisi gibi kendilerine ihanet etmeyecekleri gibi, kendi içlerinde çıkacak ihanete de göz yummayacaklarını da açıkça her gün meydanlarda haykırmaya başladılar.
Evet, çok şey değişti ancak değişmeyen bir şey varsa oda halen faşizmin militaristinden sivil olanına kadarını yaşayan TC devletinin ve onun birçok uzantısı olarak varlık bulan kurum ve partilerinin halen kürdü eski Kürt olarak bilmeleridir. Ya da kürdün, eskisi gibi olduğuna inanmalarıdır.
Biz dedik Kürt çok değişti diye. Kendisine özgüveni arttı. Örgütlendi. Güçlendi. Kaderini eline alacak düzeye getirdi kendini. Ve tabii ki buna bir de artık kendi alternatif sistemini kurmaya doğru gittiğini de eklemek gerekir.
Eskilerden Kürtler yapmak istemediklerine karşı durmaya kalkışsalardı da alternatifleri yoktu. Yapmak zorunda kaldıklarını yapmamak için seçenekler olması gerekirdi. Lakin seçenekler yoktu. Yine sömürgecilerininkine muhtaç kalarak, sömürgeci sistem içerisinde sömürgecilerin yani işgalcilerin bize empoze ettiklerini yapmak zorunda kalırlardı.
Ama artık geçti o günler. Hiçbir Kürt yapmak istemediğini yapmak zorunda değildir. Yapmak istemediğine rest çekerek meydanlara çıkabilir ve daha da ileriye giderek restlini tamamlayarak dağlara çıkabilir. Yollar sonuna kadar açıktır.
Eskilerden Kürtler TC askerliğine gitmek zorundaydılar. Artık buna gerek yoktur. Öncelikli olarak gençseniz askerlik yapmayın. Ya da yaşınız büyükse çocuklarınızı askere göndermeyin.
Devlet korkunç çirkin bir oyun uyguluyor. Kürt gençlerini öncelikli olarak kısa acemi eğitimlerinden sonra Kürdistan’a askerlik yapmak için gönderiyor. Yani ön cephede bizlere yani gerillaya karşı Kürt gençlerini çıkarıyor. Bu ahlaksızlığın en dibe vurmuş halidir. Bizim elimizle Kürt gençlerini vurdurtarak kendince bir taşla iki kuş vuruyor. Hem ölen Kürt gencidir hem de kendince bu akan kandan nemalanarak Vatan Millet Sakarya edebiyatının yanına bir de kardeşlik lafı ekleyerek kendince puan toplayacaklar.
Evet, hiçbir Kürt genci buna gelmemelidir. Aslında hiçbir Türk genci de diye eklemek gerekir.
Tekrardan söyleyelim; öncelikli olarak askere gitme, askerdeysen askerlikten firar et. Kaldı ki bunun adı firarda değildir. Kimse bizi kendi çirkin emelleri için hizmetçi konumuna getirememelidir. Askere gitme ve Kürdistan’ın her yerinde istediğin gibi kal. Daha ilerisini istiyorsan gerillaya gel. Dağlara gel.
Birileri diyecek ki gerillanın ülke görevi sınırsızdır. Çok uzun yılları alıyor. Evet, bu doğru bizler özgürlük günlerine kadar halkımız için dağlarda nöbet tutacağız. Ve bu nöbet tutma anlarında kimimiz ebediyen bu topraklardan ayrılıyor ve sonsuzluklar diyarlarına göç ediyoruz.
Ancak herkes böyle olmak zorunda değildir. Bu tarz gerillacılığı Kürt halkının en fedai gençliği üstlenmelidir. Ancak profesyonel gerillacılığa tümden kendisini yatıramayan, ya da yatıramayacak olan-çünkü her insanımızın şartları biraz farklıdır-gelip birkaç ay ülkesine hizmet ederek hatta biraz da eğitim görerek tekrardan kendi yerine dönebilir.
Özcesi her Kürt genci kendi ülkesine hizmet etmek için birkaç ay gönüllü hizmetlerde bulunabilir. Geçmişlerde yurt dışında birkaç aylığına dağlarda gerillaya doktorluk yapmak için gelen değerli yurtsever doktorlar olmuştu. Onları halen gerilla minnetle anıyor. Neden bu minnetle anılacakların arasında sende olmayasın.
Evet, yeniden belirtelim; TC askerine gitme. İlk elden yönünü dağlara ver. Yok, dağlar ağır gelecekse dağlarda gönüllü birkaç ay halka hizmet için gel. Ancak kesinlikle TC askerliğini yapma, TC askerliğinde bulunuyorsan firar et.
Evet, gün tek bir dakika bile TC’ye askerlik yapmama günüdür.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Başka renkleri, görüşleri, inançları, düşünceleri kabul etmeyen, tekçiliği, tek rengi, tek ırkı, tek inancı, tek görüşü esas alan, ancak bunu yaparken de başka olanlara tahammül göstermeyerek ya etkisiz kılarak eritmeyi önüne koyan, hatta daha ileri giderek Hitler ve İttihatçılar tarafından uygulandığı gibi fiziki katletmelere kadar götüren rejime, düzene, bakış açısına faşizm demek yanlış olmayacaktır.
Faşizmin bekçiliği ise, hiç şüphe yoktur ki, bu rejime ve düzene korumalık yapmak demek olacaktır. Faşizm karakteri gereği anti insanidir, insanlık düşmanıdır. Doğaldır ki, buna bekçilik yapacak olanlar da, anti insani ve insanlık düşmanı görev yapmış olurlar.
Biz Kürtler tarihi bir süreci yaşıyoruz. Bu tarihi sürece yaklaşık 30 yıldır girilmiştir. Elbette tarihin her anı, bir halk için tarihidir. Ancak tarihte öyle anlar vardır ki, yaşarsan yaşarsın, yoksa da elinden yitip gider. Yani bu tarihi anlar tekerrür etmez, biricik olmalarından kaynaklı da tarihidir.
Kürtler tarihi bir anı yaşıyorlar. Bu tarihin zirve anlarını içerisinde geçtiğimiz bugünlerde yaşanmaktadır. Zirveler ya beraberinde başarıyı getirir ve kemale erişilir ya da zirveler -en üst nokta olduğu için- başarıyı getirmezse inişe götürür.
Biz Kürtler tarihen çok önemli olan bu anda, zirvedeyiz. Yapılması gerekenlerin çoğu yapılmıştır. Halk ayakta, gerilla ayakta, coğrafya ayakta, insanlık ayaktadır. Gerisi bir hamleyle zirveden başarıyla çıkmaktadır.
Evet, tarihi bir anın eşiğinde olan bir halkın evlatları olarak, bizden, belki normal anlarda yapamayacaklarımızın yapılması isteniyor. Bu tarihi tercih ile her Kürdistanlı yüz yüzedir.
Bir Türkiye aydını birkaç ay önce faşizmin tanımı bizden daha iyi yaparak; buna “Zihniyet Polisliği” demişti.
Ardından da bunu: “Egemen gücün kendisi için tehlikeli ve zararlı bulduğu düşünceyi, polis ve yargı yoluyla susturmaya çalışması” diye tanımlamıştı. Biz buna bir de; askeri gücüyle yok etmek istemenin yanı sıra, topyekûn gücünü devreye koyarak bir halkı teslim almak olarak tamamlayalım.
Varlığını topyekûn tehdit eden, yok etmek isteyen, eriten, seni sen olarak kabul etmeyen, asimilasyonu sonuna kadar götüren, tekçilikte ısrar ederek, tekçiliği ret eden ve tekçiliğe karşı duranları hedef tahtasına oturtan bir zihniyete, uygulamaya karşı yapılması gerekenler nettir:
a-polis isen polisliği bırak.
b-asker isen askerliği bırak. Gidecek yerin yoksa dağlara gerillaya katıl
c-devlet memuru isen memurluğu bırak
d-tekçi zihniyete sahip herhangi bir partideysen bu partiyi bırak ve kendi partine katıl
f-halkların birliğinin dışındaysan hemen bu birliğe dahil ol
g-faşist kurumlara sorunları çözmek için gidiyorsan gitme, kendi kurumlarına giderek sorununu çöz
h-halkına hizmet etmek istiyorsan, birkaç ay dağlara gelerek halkına geri cephe hizmetinde bulun
Özcesi Kürdistanlıların tümü başta olmak üzere, özelde de gençleri, tarihi bu süreçten geçerken mutlaka kendi halkının yanına geçerek faşizmin bekçiliğini yapmamalıdırlar. Faşizmin nerede bekçileri varsa bunları etkisiz kılarak üzerlerine düşen görevi yapmalıdırlar.
Faşizan rejim:
“Kastettiğimiz, her fedakârlığa katlanarak yurdumuzun elemanlarını tek bir ulus ve tek İslam dini fikrini benimsemeleri için çalışacağız, öyle ki çoğunluk ve azınlıklar, Yunanlılar, Türkler, Ermeniler ve Yahudiler söz konusu olmasın, ‘sizler ve bizler’ diye bahsedilmesin” türünden tekçi bir toplum yaratmak istiyorlar. Türk egemenlerinin tarihinde biliyoruz ki bu zihniyet daha sonra Rum ve Ermeni halklarımızın tasfiyesini beraberinde getirdi.
Şimdi de benzeri böyle bir tarihi eşikten geçiyoruz. Biz halk olarak her zamankinden daha fazla özgür günlere yakınız. Diğer taraftan faşizan hükümet ve onun kurumları halkımızı ve halkları esaret altına almaya her zamankinden daha hevesli görünmektedir. Hele bir de, ABD’nin pragmatist Ortadoğu politikaları için bugünlerde daha fazla bu faşizan hükümetin yanında olduğu göz önünde bulundurmak gerekiyor.
Keskin tarihi bir dönemeci yaşarken hiçbir Kürt genci TC askerliğine, polisine gitmemelidir. Her Kürt genci tümden gerillaya katılmak istemiyorsa bile dağlara gelip 6 aylık geri cephe hizmetini yaparak zirveleşen halkın yanında yerini almasını bilmelidir.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Kürdistan’da 27 yıldır kesintisiz bir savaş sürüyor. Bir yandan dünyada eşine ender rastlanılan bir soykırım rejimi, diğer yandan bu soykırım rejimine karşı direnişe geçmiş bir halk gerçekliği. Yine eşine ender rastlanılan güç dengesizlikleri içerisinde yürütülen bir özgürlük kavgası.
Bir yandan dünyanın tüm iblislerin desteklerini alan bir faşizan rejim, öbür tarafta ise sadece ve sadece kendi halkına dayanan özgürlük savaşçıları.
Dünyanın neresine giderseniz gidin, neresine bakarsanız bakın bu düzeyde kalabalık nüfusa sahip bir halk bu kadar baskı altına alınmamaktadır. Yine dünyada bu denli var oluş haklarından mağdur edilen, alıkonulan bir halka da rastlayamazsınız.
Dünyada herhalde dili yasak edilmiş tek halk Kürtlerdir. Dünya da yaşadıkları toprakları bu denli yasak edilmiş olan tek halkda yine Kürtlerdir.
Başka ülkelerde ezen ülkenin halkı ezilen halkların yanında yer alırlar. Empati beslerler. Dayanışma içerisinde olurlar. Ancak Kürtler ve Kürdistan söz konusu olduğunda Kürtlerin en küçük mücadeleleri eşi benzeri görülmemiş bir biçimde aforoz edilir. Saldırılara uğrar. En küçük hak talep etmelere karşı kıyametler kopartılır. Öyle ki Kürtlerin kendi topraklarına sahip çıkmaları bile yadırganır.
Evet, dünya da ender uygulanan bir statüyle karşı karşıyadır Kürtler. Bu statüsüzlüğü Kürtler kabul etmedikleri için devasa bir mücadele içerisine girdiler. Silahlı silahsız derken Kürtler topyekûn ayağa kalktılar. Daha da önemlisi farklı farklı düşünen Kürtler ilk kez bir araya gelerek kendi var oluşları için mücadele etmeye karar kıldılar.
Evet, Kürtler tarihi bir süreçten geçtiklerini ilk kez bu denli yakacı bir şekilde fark etmişlerdir. İlk kez bu denli ulusal birliğin ihtiyacı açığa çıkıyor. Kürtler bir araya gelmeden, birleşmeden, güç birliği oluşturmadan komple işgalci ve emperyalist güçlere karşı ayakta kalmaları güç görülmektedir.
Tarihi bir dönemeçten geçildiği kesindir. Artık gün özgürlüğe doğru adım atmanın günüdür. Artık gün Kürtlerin topyekûn bir olma günüdür. Artık gün ortak değerler etrafında birleşmenin günüdür.
Kürtler de başka halklar gibi elbette homojen değildirler. Farklı ideolojik ve politik eğilimleri vardır. Her halk içerisinde olduğu gibi Kürtler içerisinde de bu normaldir. Hayaller, istemler ve düşünceler bazı noktalarda ayrışabilir. Ancak Kürt halkının özgürlüğü konusunda benzer olan görüşlerin, mutlaka kendilerini bir cephede güç yaparak, Kürtler arasında bir sinerji yaratmaları şarttır. Fikir ayrılıkları bu tarihi süreçte kan kaybına yol açmamalıdır. Tersine fikir ayrılıkları başka kesimlerle Kürtleri dayanışmaya götürecek düzeyde örgütlenerek, Kürt halkının ulusal değerlerine ve özgürlük taleplerine katkıları olursa anlamlı olabilir.
Aksi taktirde gelecekte Kürdistan tarihi yazılırken bu tarihi süreçte farklı duran her duruş mahkûm edilecek ve Kürt tarihiyle oynandığı eleştirisine haklı olarak maruz kalacaktır. Bu ciddi tarihi bir vebaldir.
Tarihi bir süreçten geçerken ve yarın tarihle oynadınız eleştirisine maruz kalmamak için öncelikli olarak hiçbir Kürt ulusal birlikten uzak durmamalıdır.
Bunun birinci adımı olarak hiçbir Kürt, Türk ordusunda askerlik yapmamalıdır. Hiçbir Kürt genci Türk ordusuna gitmemelidir. Türk ordusuna zoraki askerlik yapma yerine, özgürlük saflarına katılarak Kürt halkının özgürlüğü için dağlara gelmelidir. Dağlara gelme imkânları olmayanlar bu imkânları araştırmalıdır. Ve dağlara gerçekten gelme imkânı olmayanlar, bu duruma el verişli olmayanlar ise Vicdani Ret haklarını kullanmalıdırlar.
Ya özgürlük dağlarına bir özgürlük sevdalısı olarak gelinmelidir ya da asla ama asla Türk ordusuna gidilmemelidir.
Son süreçte onlarca Kürt genci askerlik yaparken katledildi. Yine başka halkların evlatları da Türk ordusunda katledildiler. Bunun için başka halkların çocukları da Türk ordusuna askerlik yapmamalıdır.
Yine birçok çatışma da Kürt olan askerler ölüyor. Ya da yoksul ve emekçi insanların evlatları çatışmalarda ölüyor. Bu durum biz gerillaları gerçekten çok fazla üzüyor ve zorluyor.
Kürt’sen Türk ordusunun askerliğini yapma!
Yoksul ve emekçiysen Türk ordusunun askerliğini yapma!
Vicdanlı ve demokratsan Türk ordusunun askerliğini yapma!
Kültürlü ve hoşgörülü isen Türk ordusunun askerliğini yapma!
İnsancılsan, hümanistsen Türk ordusunun askerliğini yapma!
Müslüman isen, ılımlı İslamcı diye geçinen amerikancı tayfadan değilsen hemen Türk ordusunun zoraki dayatmalarından kaç ve ordudan firar et!
Başka halkların topraklarında askerlik yapma. Firar et. Gerillaya karşı savaşma!
Türk ordusunun binlerce paralı askeri vardır. Binlerce lejyoneri vardır. Mavi, sarı, kırmızı, turuncu derken kahverengi bereli askerleri vardır. Hatta türkuaz renkli bereli askerleri de vardır. Yine dediğimiz gibi binlerce, bol parayla kontrat imzalamış askeri var. Savaşa gelecekse bunlar gelsin. Gerillaya karşı savaşmak istiyorsa bunlarla Türk ordusu gelsin, ne de olsa Türk ordusunun binlerce profesyonel diye bilinen paralı askeri var. Bunlar Kürdistan’a gelsin.
Senin bir Kürt ve halk çocuğu olarak Türk askerliğinde bir işin yoktur. Bunun için gelme. Orduda firar et. Kaç. Türkiye’den ayrıl. Başka yerlere göç et. Ya da dediğimiz gibi gerillaya gel. Ama her halükarda Türk askerliğine gitme…
Hayri Engin
- Ayrıntılar
2004 yılında özgürlük hareketi tarafından başlatılan direniş hamlesinin 8 yılına adım atacağız. Arada tam yedi yıl geçiyor.
Kürt özgürlük hareketi en az 18 yıldır Kürt sorununu daha doğrusu Türk sorununu silahsız olarak çözmek için elinden gelen tüm çabayı harcadı. 1984 ile 1993 yılları arasında tek yol silahlı devrim olarak ele alınırken, 17 Mart 1993 yılından itibaren her zaman çözümün anahtarı olarak demokratik siyasal mücadele ele alınmaya çalışılmıştır.
Hikâye uzundur, çokça yazılmıştır, çokça dile getirilmiştir. Ateşkesin provake edilmesi, çeteler, faşistleşen bir devlet aygıtı derken önderliğimizin esaretine kadar bu durum sürmüştür.
Önderliğimiz Avrupa’ya çıkmadan da, çıktıktan sonra da demokratik siyasal mücadele yöntemlerinde ısrar etmiştir. Bu ısrarını birçok belgede bulmak mümkündür. Kaldı ki önderliğimizin nerede olursa olsun yaptığı tüm konuşmaları belgeli olarak tüm parti yapımıza sunulmuştur. Önderliğimizin her tartışması pratikte bulunan yoldaşlara; bunlar Ortadoğu’da olsalar, Asya’da da olsalar, Avrupa’da da olsalar ve dağda da olsalar eğitim ve bilgilenme açısından her zaman onların eline ulaşmıştır. Bu bizde bir önderlik ilkesidir. Bu ilke esasta kendi kadrolarına ve dünya demokratik kamuoyuna karşı şeffaf olma ilkesidir.
Evet, önderliğimiz Kürt sorununu demokratik siyaset yolluyla çözmek için çok çaba harcamıştır. 1999 yılında dünya da eşine ender rastlanılan bir komployla Türk devletinin eline esir edildikten sonra da, emperyalist kapitalist modernist güçlerin oyunları bozmak için bile olsa, barış girişimlerini tüm tahriklere rağmen sürdürmüştür.
İlk elden kıyamet gününü andıran eylemlerimizi durdurmuştur, ardından silahlı güçlerimizi güney Kürdistan’a çekmiştir. Peşinden iyi niyet gösterisi olarak dağda ve Avrupa’da iki barış gurubunun gönderilmesini sağlamıştır derken uzun vadeli halk savaşı stratejisini değişimini sağlayarak paradigma değişikliğini sağlamıştır. Uzun vadeli halk savaşı yerine Meşru Savunma Stratejisini geliştirmiştir.
Özcesi önderliğimiz Kürt özgürlük hareketi, Kürt sorununu çözmek için atılması gerekli ne kadar adım varsa atmış hatta daha fazlasını da atmıştır. Ne kadar iyi niyet adımı varsa atılmıştır. Ne kadar jest gerekiyorsa yapılmıştır.
Ne var ki önderliğimizin bizleri -yani gerillayı ve tüm partiyi ikna ederek attırdığı adımları -TC devleti özelde de 3 Kasım 2002 yılında iktidara gelen Akepe, zayıflık olarak ele almış ve tüm iyi niyet ve jestleri görmezden gelerek adım adım Kürt özgürlük hareketine karşı saldırıya geçmiştir. Bu saldırılarını sadece dağlarda yapmamıştır bu saldırılara paralel olarak partimizin içine el atarak, geçmişte iradesi kırılmış, yaşam olarak bizden farklı duranlara el atarak içten partimizi tasfiye etmeyi hedeflemiştir. Bu saldırıları yaparken güç aldığı temel etken ise 11 Eylül 2011 ikiz kulelerine karşı yapılan saldırı olmuştur. ABD’nin dünya ölçeğinde başlattığı karşı hamleyi kendisi için önemli bir destek olarak görmüştür. Nitekim ABD’nin Afganistan ve Irak saldırıları Akepe hükümetinde çok büyük umutlar yaratmış olmalıdır ki Kürt özgürlük hareketine karşı saldırılarını daha da pervasız hale getirmişlerdir.
Akepe hükümetinin ABD ile işbirliği temelinde özgürlük hareketine yönelmesi daha da hız kazanarak açık bir tasfiye planına dönüşünce, önderliğimizin ve hareketimizin tüm barış çabaları görmezden gelinerek boşa alınınca özgürlük hareketi yeniden bir değerlendirme sürecine girmiştir. Bu yeniden değerlendirme süreci esasta 1 Haziran 2004 yılında başlayan direniş sürecine giden yolun kendisi olmuştur.
15 ağustos 1984 yılında başlayan gerilla direnişi yok oluşu neredeyse tamamlanmış bir halkı gün yüzüne çıkarma eylemliliği ve direnişi olmuştur. Adeta düşmanın yarattığı o köhnemiş kişiliğe sıkılan ilk kurşun gibi geriliklere sıkılan 15 ağustos kurşunu Kürtleri yeniden tarih sahnesine çıkartmıştır. Kürtlerin yok oluş sürecini durdurmuş ve adım adım direnişten, dirilişe kadar götürmüştür. 1990’ların başların da artık Kürt halk direnişi görkemli Serhildanlarla -o yıllarda Kürt İntifadası deniliyordu- Kürt dirilişini sağlayarak sıra Kürt halkının kurtuluşuna gelmiştir. Ve bu süreci yani kurtuluşa giden süreci özgürlük hareketi 1993 yılında başlatılan tek taraflı ateşkesi ile de ilan etmişti.
Kürtler artık tarihe gömülmemek üzere yeryüzüne çıkmışlardı. Şehit Serbest Kıçi yoldaşın Dağlar Konuşsun adlı anı romanında yazdığı gibi “artık cin şişeden çıkmıştı, onu yeniden şişeye koymak mümkün değildi.” Ve Kürtler artık özgürlüklerini sağlamak ve kurtuluşlarını elde etmek için tarih sahnesine çıkmışlardı.
3 Kasım 2002 yılında iktidara gelen Akepe Kürtlerin bu özgürlüklerini ve kurtuluşlarını sağlama eyleminin önüne geçmek için yeniden bir tasfiye girişimi başlatmanın da adı olmuştur. Akepe para babaları olan ABD’nin uşaklığını, Onkel Sam’in direktifleri doğrultusunda Ortadoğu’ya bir ihanet hançeri olarak yerleştirilmişlerdi. ABD’nin Ortadoğu’daki politikalarını uygulamak için iktidara getirilen bu ihanetçi ve işbirlikçi güç ilk yaptığı iş Kürt özgürlük hareketine karşı saldırıya geçmek olmuştur. Yaratılan tüm değerleri yeniden ters yüz etmek amaçlı yeni bir tasfiye konsepti devreye koymuşlardır.
İşte 1 Haziran 2004 yılında başlatılan direniş hamlesini anlamak istiyorsak öncelikli olarak Kürt halkına ve onun özgürlük hareketine karşı ABD önderliğinde Akepe eliyle geliştirilen Kürt halkını tasfiye etme konseptini iyi anlayacağız. Aksi taktirde 1 Haziran hamlesinin tarihi önemi anlaşılamaz. Anlaşılsa da eksik anlaşılır.
Bu bağlamda 1 Haziran 2004 hamlesi Kürtlerin varlıklarını savunma ve özgürlüklerini sağlama alma direnişi olarak tarihi bir süreci başlatmanın da adı olmuştur. Nasıl ki 15 Ağustos 1984 Kürt halkının diriliş tarihinin adı ve künyesi olmuşsa, 1 Haziran 2004 direnişi de Kürt halkının özgürlüğüne inadına sarılarak kendi varlığını koruma ve mutlaka özgürlüğünü sağlama direnişi olarak şimdiden tarihte yerini almıştır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Oturup adam akıllı polisin bir resmini en objektif bir biçimde çekelim. Sonrada oturup ne yapmamız gerektiğini açıkça tartışalım.
Polis, bir iktidarın kendi halkına karşı en aktif kullandığı vurucu gücüdür. Hatırlarsınız, bir Japon atasözünün “her şeyime dokunabilirsiniz, …hatta imparatoruma bile ancak polisime asla” deyişini.
Herhalde okyanusların ötesinde, kocaman bir devlet yapısına sahip olan bir Japonya bile kendi polisine bu düzeyde kutsallık ve dokunulmazlık atfediyorsa bir bildikleri vardır. Biliniyor Japonlarda, imparator aynı zamanda Japonların güneş tanrısı oluyor. Son yıllarda tanrılık iddiası olmasa da yakın zamana kadar böyle olduğunu herkes biliyor. Düşünün böylesine bir kişi için bile “imparatoruma dokunabilirsin ama polisime asla” denmesi gerçekten manidar olmalıdır.
Peki, bu polis nedir ki bu düzeyde dokunulmaz kılınmış ve böyle bir zırhla donatılmış olsun?
Kilit soru budur. İmparator gitse de, başka değerler gitse de yerlerine başkaları gelir ya da bir şekilde yeri doldurulabilir. Ancak devletin ve iktidarın koruyucu zırhı gitti mi devlet de gider, iktidar da gider. Devletin bekçiliğini yapan güç gitti mi devlet gider. Devletin ve devletin sahipleri olan egemenleri koruyan güç gitti mi tüm bu kesimler gider. Özcesi polis giderse bu baskıcı, kan emmici ve sömürücü çark dönmez.
Yukarıda dile gelenler polisin önemli ölçüde dünya ölçeğinde fotoğrafını bize veriyor. Hiç şüphe yoktur ki eklenecek çok şey olacaktır. Ancak ana hatlar herhalde bunlardır.
Türkiye’de özelde de Kürdistan’da polisin fotoğrafını yukarıda dile gelenler tanımlayamaz. Eksik ve yetersiz kalır. Genel olarak polis gücünün olmaması gerektiği açıktır. Ancak özelde Türkiye ve Kürdistan’da bu gücün asla ama asla olmaması gerekir. Nedeni ise Türkiye ve Kürdistan’da bu güç tam bir baskı hatta soykırım gücüdür.
Kürdistan’daki polislere bakın, hangisinde bir vicdan belirtisini görebilirsiniz? Göremezsiniz. Çünkü bu polis gücü Türkiye’de devleti ve iktidarı korumakla görevlendirilmiş sadece bir kolluk gücü değildir. Kürdistan’da bu polis gücü faşizmin uygulayıcısıdır. Hitler’in vurucu gücü olan SS’lerdir. Kin kusandır. Kan emenlerdir.
Meydanlara bir bakalım; çocuklarımızın kollarını kıran, analarımızı coplayan, yetmişlik dede ve nenelerimize el kaldıran, imamlarımıza saldıran, kadınlarımıza tecavüze kalkışan, siyasetçilerimize gaz bombaları fırlatan, sivil toplumcularımızı çileden çıkartan, şehitlerimize saldıran.
Evet, polis Kürdistan’da tam bir vantuz gibi, vampir gibi kan emen bir güçtür. Başka da Kürdistan’da hiçbir görevi yoktur. Faşizmin bekçisidir. Kollayıcısı ve uygulayanıdır.
Yukarıda dile gelenler aslında polisin önemli ölçüde Kürdistan’da fotoğrafını veriyor.
Peki, böyle bir halk düşmanı gücün Kürdistan’da kalması reva mıdır? Böyle bir gücün Kürdistan’da kalmasını hak ediyor muyuz? Herhalde hayır diyeceğiz.
Peki, böyle faşist SS gücünün Kürdistan’da kalmaması için ne yapacağız?
Öncelikli olarak her Kürt bu polis gücüne selam vermeyecektir. İlişkilenmeyecektir. Bir trafik polisine bile bir yol, bir adres sormayacaktır. Bu SS gücü polisler Kürdistan’da kendilerini yabancı göreceklerdir, sadece görmeyeceklerdir, bu duyguyu derinliğine yaşayacaklardır. Ve onlara yönelen her gözden korkacaklardır. Çekineceklerdir. Ürkeceklerdir.
Özcesi bu SS polisleri Kürdistan’da polislik yapmayacaklardır. Kürdistan’da kalacaklarsa polis olarak kalmayacaklardır. Herkes gibi kendilerine başka bir meslek seçeceklerdir ya da gerisin geriye kendi memleketlerine döneceklerdir. Ahlaklı bir meslek seçerek insan gibi yaşamayı deneyeceklerdir. Aksi takdirde başlarına gelecek her türden tehlikeden kendileri sorumlu olacaklardır.
Kürdistan’a çok mu ama çok polis yerleştirmişlerdir. Üniformalılarının yanına birde üniformasız yani sivil polis yerleştirmişlerdir. Ve çocuklarımıza, kızlarımıza, analarımıza, bacılarımıza, nene ve dedelerimize, öğrencilerimize, gençlerimize ve de imamlarımıza karşı en acımasızca saldıranlar bunlardır.
Biz bunları tespit edeceğiz, teşhir edeceğiz, olmadı tecrit edeceğiz, olmadı elimizde ne geliyorsa onu yapacağız. Bir Kürdistanlı genç olarak, bir Kürdistanlı yurtsever olarak yapılması gereken budur. Aynısını üniformalı için de yapacağız. Oldu ki gücümüz yetmedi o zaman bu polislerin bir resmini, fotoğrafını çekeceğiz. Adreslerini biliyorsak-ki bu adresleri özel de sivil olanlarını tespit etmek zor olmamalıdır –tespit ettikten sonra gerillaya vereceğiz.
Evet, SS polislerinin, AKP’nin dalgakıranları olan polislerin bir fotoğrafını çekip yanı başınızda duran gerillaya vereceğiz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Genel siyasal mücadele ve seçim çalışmalarının genel demokratik siyasetin gücü ile birlikte özel olarak da demokratik Kürt iradesini şimdiden ortaya çıkardığı görülüyor. Bunu Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Böldürmeyiz” ifadesinden anlıyoruz. Demokratik siyasi gelişmeler devlet iktidarının başına “Bölünme” olarak yansıyor. Halbuki ortada bölünme filan yok. Dahası bölünmeyi savunan bile yok. En “bölücü” sayılan BDP’nin (genelde PKK’nin) en geniş demokratik ittifakı yaratmak için çalıştığı, bölünmüşlüğü birleştirici rol oynadığı ortada. Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloku bunu ifade ediyor.
O halde, Türkiye toplumunda bir bölünme değil de, milliyetçiliğin böldüğü toplumu demokratik çizgide yeniden birleştirme geliştiği halde, Başbakan Tayyip Erdoğan neden gelişmeleri “Bölünme” olarak görüyor? Neden 1990’ların ilk yarısında başbakan olan Tansu Çiller’in “Bir çakıl taşı bile vermeyiz” edebiyatını şimdi “Böldürmeyiz” sözüyle tekrarlıyor?
Bu soruların cevabı elbette önemlidir. Çünkü ortada bölücülük yapan olmazken Başbakan’ın “Bölünmeye karşı mücadele” ediyor görünmesi önemlidir. Besbelliki Başbakan’ı böyle bir reflekse götüren “Vatanın ve toplumun bölünme tehlikesi” değildir. Tersine böyle bir durum olmadığı gibi, demokratik birlik eğilimi gittikçe güçlenmektedir. İşte Başbakan Tayyip Erdoğan’ı korkutan da bu gelişme olmaktadır. Devletçi sistemin ve milliyetçi ideolojinin bölüp parçaladığı toplumu gerçek demokrasinin yeniden birleştirmesi Tayyip Erdoğan’ı korkutmaktadır. Tayyip Erdoğan’ın “Böldürtmeyiz” biçimindeki sezeyanı gelişen demokratik toplum ve demokratik siyasetin gücünü göstermektedir. Daha seçim olmadan Demokratik Ulus Bloku’nun bu güce ulaşıp, siyaset üzerindeki etkisini iyice hissettirme durumu yaşanmaktadır.
Son haftalarda genelde demokratik güçler, özel olarak da Kürt halkı üzerinde gittikçe yoğunlaştırılan faşist polis terörünün buradan kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Kitle desteğini kaybetmekte olduğunu gören AKP, bunun verdiği öfkeyle polis sürülerini halkın, kadın ve çocukların üzerine sürmektedir. Tayyip Erdoğan’ın “Böldürtmeyiz” talimatı halka dönük faşist polis terörü olmaktadır.
AKP yönetiminin günümüzde topluma ve Kürt halkına yönelik uyguladığı faşist terörün yakın tarihte yaşanmış iki benzeri vardır. Birincisi 1980-1985 arasında Kenan Evren başkanlığındaki 12 Eylül cunta yönetiminin terörü, ikincisi ise 1991-1995 arasında Demirel-Çiller-Güreş çete yönetiminin uyguladığı terördür. Bu iki terör sürecinin ağır acılar yaratan uygulamaları hâlâ toplumun belleğinde taptazedir. Bu iki terör dönemindeki binlerce karanlık olay hâlâ aydınlatılmış değildir ve demokratik siyaset bu durumu aydınlatma çabası içindedir.
Birinci terör dönemini simgeleyen söz “Asmayalım da besleyelim mi?” olmuştur. Bu mantıkla hareket eden Kenan Evren cuntası, elli civarında genci idam ederken, onunla birlikte binlercesini gizli katletmiş, onbinlercesini yaralayıp sakat bırakmış, yüzbinlercesini de tutuklayıp işkenceden geçirmiştir. “Anarşi, terör, bölücülük ve yıkıcılığa karşı mücadele” adı altında Türkiye ve Kürdistan’da eşi az bulunur bir terör uygulamasında bulunmuştur. Kenan Evren de her fırsatta “Vatanı ve milletin böldürtülmeyeceğini” söylemiş ve bu refleksle hareket etmiştir.
İkinci terör dönemini simgeleyen söz “Ya bitecek ya bitecek” ifadesi olmuştur. “Terörü bitirme” yaklaşımı temelinde bu sözü kendine slogan eden Tansu Çiller, terör yerine Kürt halkını bitirmeyi hedefleyen bir topyekûn özel savaşın yürütücüsü olmuştur. Bu dönemde onyedibin “faili meçhul” katliam olayının yaşanmış olduğu kabul edilmektedir. Dönemin başbakanı Tansu Çiller de, her fırsatta “Bir çakıl taşı bile vermeyiz” diyerek, bu ağır faşist terörü “Böldürtmeme” refleksiyle uyguladığını ortaya koymuştur.
Şimdi dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan’ın da aynı sözleri söylediği ve aynı refleksle hareket edip benzer bir faşist terör politikasını uygulamaya koyduğu gözleniyor. Gün geçtikçe ve Kürt halkının direnişi sürüp demokratik siyaset geliştikçe Tayyip Erdoğan’ın bu gerçeği daha net bir biçimde açığa çıkıyor. Bu temelde Tayyip Erdoğan’ın Kenan Evren’e benzediği, gittikçe daha çok Çillerleştiği açık bir biçimde görülüyor.
Peki bu durumun ardında ne vardır? Besbelliki Tayyip Erdoğan şimdiye kadar maskeliymiş, kendi gerçek yüzünü gizliyormuş. Gerçekte bir Türk-İslam sentezci, yani dinci milliyetçiyken, sanki liberal, yenilikçi, demokrasiye açıkmış gibi kendini göstermiş. Şimdi yaşanan gelişmeler sonucunda artık bu maskeyi taşıyamıyor ve gerçek yüzü açığa çıkıyor. Birinci yan budur.
Tayyip Erdoğan’ı Çillerleştiren ikinci ve daha önemli neden ise, ABD politikalarıdır. Bilindiği gibi, Tansu Çiller de ilk iktidar olduğunda Kürt sorunu için “Bask modeli tartışılabilir” demişti. Buradan başlayarak “Ya bitecek ya bitecek” nakaratına varan bir topyekûn terör saldırısının sahibi oldu. Elbette onu bu noktaya götüren şey, ABD ile ilişkileri ve ABD-İngiliz politikalarıydı. Şimdi Tayyip Erdoğan’ı da adeta yeni bir Çiller versiyonu olarak yaşıyoruz. Tayyip Erdoğan da “Kürt sorunu benim sorunum” diyerek işe başladı ve şimdi ABD’den aldığı talimatlar doğrultusunda “Kürt sorunu artık bitmiştir” ve “Böldürtmeyiz” demeye başladı. Ve Çiller dönemini aratmayacak bir faşist polis terörünün önünü açtı.
Dahası Tayyip Erdoğan’ın seleflerinden daha çok bir demagoji ustası olduğu gözleniyor. Bu temelde her şeyi çok rahat çarpıtıp tersyüz edebiliyor, yüzü bile kızarmadan her türlü yalanı söyleyebiliyor. Meydanlarda milletin karşısına çıkıp pişkince “Hiç ordu silah bırakır mı?”, “Hiç polis silah bırakır mı?” diye sorabiliyor. Sanki “ordu ve polis silah bıraksın” diyen var! Bunu şimdi düşünen tek kişi herhalde Tayyip Erdoğan olsa gerek.
Yoksa herkes biliyorki ordu ve polis silah bırakmaz. Silah bırakırsa ordu ve polis olmaz. Ordu ile polis silah bırakmaz, bu doğru; fakat Kürt halkı da kendi kaderini ve güvenliğini kendine karşı savaş için eğitilip örgütlenmiş bu katil sürülerine bırakmaz, bırakamaz. Bu gerçek birincisinden daha hayati önemde bir doğrudur. Bunu da Tayyip Erdoğan ve arkadaşları biliyor mu? Kim kimi kandırmaya çalışıyor?
Yaşadığımız kritik ve hayati önem arzeden süreç maskeleri düşürüp gerçekleri daha net ortaya çıkarıyor. Tayyip Erdoğan’ın Evrenleşen, Çillerleşen yüzü artık çok daha net olarak görülüyor. Dolayısıyla Kürt halkı bu düşman yüzü artık çok daha açık olarak görebiliyor. Bunu da meydanlarda faşist polis terörüne karşı gösterdiği kahramanca direnişte ortaya koyuyor. 12 Haziran seçiminde AKP’yi sandığa gömerek de daha net koyacak!..
Selahattin ERDEM
Özgür Politika
- Ayrıntılar
Kürdistan’da ve Türkiye’de bugün nereye bakarsanız bakın toplumsal olaylarda ilk saldıran polistir.
Öğrencilere saldıran polis.
İşçilere saldıran polis.
Madencilere saldıran polis.
Kadına saldıran polis.
Köylülere saldıran polis.
Anti Hescilere saldıran polis.
Kürtlere, gençlerine, analarına, kızlarına, yaşlılarına, çocuklarına, siyasetçilerine, mellelerine, sivil toplumcularına saldıran hep polistir.
Denilecek ki iç güvenliği sağlamakla görevli. Denilecek ki asayişi sağlamakla sorumlu. Denilecek ki devleti korumakla yükümlü.
Evet, polis devleti korumakla yükümlüdür. Ancak devletin de neme nem kirli bir yapı olduğunu biz biliyoruz. Devletin kendi iktidar güçlerini, egemenlerini yani Hegemonlarını korumakla görevli olduğunu da biz biliyoruz. Devlet eğer bir avuç insanın çıkarlarını korumakla vazifeliyse ve poliste bu devleti korumakla görevliyse demek ki bu polis bu egemenlerin, Hegemonların, kan emmicilerin görevlisi ve bekçisidir.
Kürdistan’da eskilerde devletin vurucu gücü Ergenekoncu faşist polis yapılanmasıydı. Buna Kızılelmacı polislerde demek mümkündü. Ve bu kliklerin Kürdistan’da sergiledikleri dehşet halen belleklerde tazeliğini koruyor.
Türkiye’de iktidar daha doğrusu rejim değişikliği hatta öncesi başlayan polis reorganizasyonuyla bu faşizan yönelim daha da artmıştır. Her ne kadar renklerini yeşil gösterseler de Hitlerin SS ve SA’larına taş çıkartacak yapıdadır bu yapı. Kendilerine yeşil renkte taksalar, İslami renkte taksalar özlerinde faşist bir devlet yapısını korumaya adamış bu yeşil faşist polis gücü bugün Kürdistan’da kan kusturmaktadır.
Evet, Kürdistan’da yeşil faşizmin vurucu gücü polislerdir. Bazılarının söyledikleri gibi bu polis gücü masumane görevler üstlenmemiştir. Bu polis gücü Kürdistan’da Kürt dirilişini, ayaklanışı ve kimlik edinişini yok etmek ve bastırmak için iş başında olan yeşil faşizmin paramiliter bir gücüdür.
Bilinir Paramiliter güçler resmi olmayan ama önemli görevler üstlenipte yürüten devlet yanlısı güçlerdir. Ancak Türkiye gibi Sivil Faşizmin giderek kök salmaya başladığı bir devlet yapısında polis kesinlikle paramiliter bir güçtür.
Faşizm, tabiatı gereği gayri rutin hareket eden bir yapıdır. Kürdistan’da kaç tane devlet kurumu -bu kirli bir yapıda olsa-hukukuna uygun yönetim yapmaktadır. Dikkat edilirse Kürdistan’da devlet eliyle ve kurumlarıyla yapılan ve yürütülen çalışmaların neredeyse tamamı gayri rutindir, gayri resmidir. Eğer siz MGK’ yi resmi rutin çalışan bir yapı olarak görüyorsanız söyleyecek bir şey kalmıyor, ama eğer MGK gibi kurumların 12 Eylül faşist cuntasından arta kalan yapılar olduğunu bilirsek, YÖK gibi kurumları yine bu derin faşizan yapının kurumları olarak görürsek o zaman Kürdistan’da devre de olan neredeyse tüm güçlerin gayri meşru oldukları, gayri hukuki oldukları ve de faşizan olduklarını rahatlıkla göreceksiniz.
Örneğin Kürdistan’a gönderilecek imamlar bile MGK’da karar altına alınıp gönderiliyorlarsa, hatta bu imamlar Kürdistan’a ya da başka bir yere gönderilmeden önce Kemalizm ve Türkçülük üzerine yemin ederek gidiyorlarsa o söylenen laik ve hukuk devlet kavramların boş olduğunu herkes görecektir.
Evet, Kürdistan’da gayri rutin hareket eden devlet kurumlarının başında paramiliter güç olan polisler geliyor. Ve polis gücü bugün devlet içerisinde derine inmiş olan yeşil İslamcı faşist bir kliğin tüm istemlerini yerine getirmekten çekinmemektedir.
Bu faşizan yönelimlerini tek tek sıralamak mümkündür. Sıradan insani istemlere coplarla, gazlarla, silahlarla saldıran bu paramiliter polis gücü esasta derin devlete söz vermiş olan yeşil faşist zihniyetin güdümünde olan bir güçtür. Sivil toplum örgütlerine saldıran, mahkemelerde kan kusturan, Kürt dindarlarına ve mellelerine saldıran, analarına el ve cop kaldıran, çocuklarının kollarını ve başlarını meydanlarda kıran, yeşil faşistlerin alenen güvenliğini sağlayan ve bunlar yetmediğinde ise soruşturmalarını: Akepe’nin büro ve parti binalarında yürüten bu güç işte bizim söylediğimiz paramiliter polis gücüdür.
Kimisi diyecek ki bu polis devletin polisidir, üniformalıdır. Evet, bu polis devletin polisidir ve üniformalıdır.
Unutmayın Hitlerin SS’leri ve de SA’sıda üniformalı ve Hitler seçimi kazandıktan sonra resmi devlet gücü olmuştu. Ancak hiçbir zaman paramiliter bir güç olmadığını kimse söyleyememiştir. Çünkü asli görevi muhalefeti Nazi faşizmi adına ezmekti.
Bugün ise aynı şekilde Kürdistan’da ve de Türkiye’de paramiliter polis gücü yeşil faşist yapılanmayı oturtmak için devredir.
Özcesi polis gücü paramiliter bir güçtür. Paramiliter güçler gayri meşru yapı ve güçlerdir. Türkiye ve Nazi Almanya’sı örneğinde olduğu gibi bunların yasal olmalarının hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Önemli olan üstlendikleri görevlerdir. Ve bu üstlendikleri görevler faşizandır. Faşistçe halkımıza, halklara, kadınlarımıza, analarımıza, çocuk ve gençlerimize, yaşlılarımıza ve son zamanlarda da melelerimize ve dedelerimize saldırmakla görevlendirilmişlerdir.
Bunun için polis namına Kürdistan’da ne varsa hedeftir. Bunun üniformalısı da üniforması olmayanı da hedeftir. Evde de hedeftir, mahallede de hedeftir. Okulda da, caddede de hedeftir. Yolda da, emniyet binasında da hedeftir.
Özcesi kim olursa olsun, niyeti ne olursa olsun sivil faşizmin ve yeşil faşizmin hizmetini yapan tüm polis güçleri hedeftir. Bunun için diyoruz ki Kürdistan’da polislik yapmayın, polisliği bırakıp ya başka işlere girin ya da Kürdistan’da gidin.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Son günlerde ve haftalarda AKP Kürtleri açıkça tehdit ediyor. Bu süreç Tayyip Erdoğan’ın “Kürt sorunu artık bitmiştir” biçimindeki dahiyane tespitiyle başladı. Bu tespit aynı zamanda “Kürt yoktur” anlamına geliyordu. Kürt sorunu bittiğine veya Kürt olmadığına göre, o halde “Ben Kürt olarak varım” veya “Kürt sorunu var” diyenlerin de yok edilmesi gerekiyordu. Nitekim başbakan olarak bizzat Tayyip Erdoğan, böylelerinin yok edilmesi talimatını devletin tüm birimlerine, en başta da polis ve ordusuna verdi. İşte dağda ve şehirde son zamanlarda yoğunlaşan ve yaygınlaşan polis ve asker operasyonları böyle başlayıp gelişti. Bu operasyon ya da saldırılar hâlâ da devam ediyor. Hem de daha da hızlanıp kapsamlılaşarak.
Elbette Kürtler tüm bu saldırılara karşı cesaretle direndiler ve hâlâ da direniyorlar. Çünkü başka yapabilecekleri bir şey yok. Direnme onlar için varlık-yokluk sorunu. Var olabilmek için direnmeleri zorunlu. Bu açıdan dağdaki gerilla direniyor, sokaktaki genç direniyor, zindandaki tutuklu direniyor. Kadını direniyor, çocuğu direniyor, yaşlısı direniyor. Hepsini birleştiren Kürt Halk Önderi direniyor. Tüm bunlar toplanarak kale gibi direnen bir halk gerçeğini ortaya çıkarıyor.
Bu saldırı ve direniş sarmalı hiç kuşkusuz inişli ve çıkışlı oluyor. Bazen saldırılar etkinlik kazanıyor, bazen de direnişler. Son zamanda direnişin gözle görülür düzeyde etkinlik kazandığı bir durum yaşandı. Neredeyse AKP’nin Kürdistan'da silindiğini gösteren sonuçlar ortaya çıktı. İşte bu durum AKP yöneticilerini daha saldırgan ve tehditkar kıldı.
En başta Başbakan Tayyip Erdoğan tehditler savurmaya başladı. Bir yandan İmralı’daki Kürt Halk Önderi’ni, diğer yandan dağdaki gerillayı hedefe aldı. Elbette BDP ve diğer benzer kuruluşlar da bu tehditlerin dışında kalmadı. Tayyip Erdoğan yapar da “Kürt ve kadın düşmanı” Bülent Arınç geri kalır mı? O da açtı ağzını ve “Ayaklarını denk atsınlar” dedi. İnsanın, bir anda öfkelenip “Atmazlarsa ne olacak?” diyesi geliyor. Eminim binlerce Kürt böyle demiştir. Fakat daha da önemlisi bunun taşıdığı anlamdır. Bunun Kürt halkını çok açık olarak ve kabaca bir tehdit olduğu ortadadır. Yine bu tehditkar duruşunda bir sömürgeci duruş, kendini büyük gören bir şoven duruş olduğu tartışmasızdır.
AKP içinde bu ruhu ve tutumu en fazla Bülent Arınç taşıyor ve temsil ediyor. Onun zaman zaman artistçe gözyaşı dökmesine bakmayın siz. Timsahın gözyaşına benziyor onunkisi. Kendini üstün gören milliyetçi-şoven zihniyet Bülent Arınç’ta çok güçlü. Kendini büyük baba görerek durmadan çevresini azarlıyor. Herhalde AKP içinde böyle bir konum kazanmış ve aynı konumu dışarıda da sürdürmek istiyor. En başta tüm halka karşı yaklaşımları böyledir. Kadına tamıtamına böyle yaklaşıyor. Kürtlere böyle yaklaşıyor. Her fırsatta küçümseyici ve azarlayıcı bir tutum gösteriyor.
Kürt halkının bilinçlenme ve birleşme düzeyi arttıkça AKP’nin Kürdistan'daki varlığı sıfırlanıyor ve AKP iktidarı da çatırdıyor. AKP’yi Kürtlere karşı saldırgan ve tehditkar kılan iç gelişme bu. Fakat bundan daha önemlisi yaşanan dış gelişmelerdir. Yani ABD’nin Ortadoğu politikalarında yaşanan değişikliklerdir. Arap halkının yayılan ve derinleşen isyanı karşısında zorlanan ve “Büyük Ortadoğu Projesi” tehlikeye giren ABD’nin politika değiştirmeye çalıştığı gözleniyor. Libya’daki durumun bu konuda bir dönüm noktası olduğu anlaşılıyor.
ABD Arap alemindeki gelişmeleri kontrol altına alabilmek ve egemenliğini sağlayabilmek için yeni bir saldırı planı devreye koymuş bulunuyor. Bu da karşıtlarını komplo ve şiddetle yok etmeyi içeriyor. Libya’ya ve El Kaide’ye dönük saldırılarının bu kapsamda gündeme geldiği anlaşılıyor. ABD, rakiplerini yok ederek bölgeye hakim olmak istiyor. Nitekim bu politikanın kapsamına PKK de giriyor. ABD yönetiminin PKK yöneticileri hakkında kararlar alması işte bu anlama geliyor. ABD politikasında PKK’nin yerinin olmadığı vurgulanmış oluyor.
Bir yandan işte bu durum AKP’nin saldırı ve tehditlerini besliyor. Dahası böyle bir politikayı Ortadoğu'da yürütebilmek için ABD yönetimi Türk devletinin ve AKP hükümetinin desteğine ihtiyaç duyuyor. Bu da devlet ve hükümet için PKK’ye karşı yakalanmış bir koz oluyor. Nitekim bu temelde Libya çekişmesi sürecinde ABD ile AKP arasında yeni bir anlaşmanın yapılmış olduğu gözleniyor. Yani AKP hükümeti ABD’nin Ortadoğu'daki saldırılarına destek verecek, ABD de AKP’nin PKK’ye yönelik saldırılarına destek verecek! Nitekim AKP hükümeti ABD’nin Libya ve El Kaide’ye yönelik saldırılarına destek vermiş bulunuyor. Buna karşılık ABD de AKP hükümetinin Kürtlere karşı saldırı ve tehditlerini destekliyor. AKP’nin son saldırı ve tehditleri esas gücünü işte buradan alıyor. Yani yine ABD “yürü ya kulum” diyor, Tayyip Erdoğan ve AKP de yürüyor!
AKP saldırı ve tehdit için ABD’den destek alıyor, ancak ne kadar alsa da bu destekleri yeterli görmüyor. İstiyor ki bütün işleri ABD yapsın, PKK’yi ABD yok etsin! O nedenle ikide bir Tayyip Erdoğan sızlanıyor, “Müttefiklerimiz teröre karşı mücadelede bize yeterince destek vermedi” diyor. Bu sızlanma o kadar ileri gitti ki, artık ABD elçisi bile dayanamadı. “Günde bir milyon dolar PKK’ye karşı istihbarat çalışmalarına harcadıklarını” söyledi. Diğer harcamaların tutarını buna bakarak siz düşünün! Çok açık ki, PKK ve Kürtlere karşı savaşı ABD yürütüyor. AKP’ninki sadece figüranlık oluyor. Başbakan Tayyip Erdoğan, gözlerinin içine baka baka “Kürt vatandaşları”na karşı ABD ile de, başkalarıyla da ittifak ve işbirliği yapıyor.
Bu tehdit ve işbirliğini elbette Kürt halkı ve insanı da görüyor ve izliyor. Buna karşı da hem bilincini, hem de örgütlülüğünü geliştiriyor. Bu saldırı ve tehditlere karşı dağda ve sokakta direndiği gibi, ciddi bir dersi de 12 Haziran’da sandıkta vermeye hazırlanıyor. Bunlar karşısında aklı başında hiçbir Kürd’ün AKP’ye oy vermeyeceği söyleniyor. Çünkü AKP’ye verilen her oy, Kürd’e sıkılan bir kurşun oluyor.
Öte yandan böyle tehdit ve saldırıları Kürtler şimdiye kadar çok gördüler. Kenan Evren’leri tanıdılar, nice kontrgerilla şeflerini gördüler, Çiller, Ağar ve Güreş’e karşı mücadele ettiler, Yaşar Büyükanıt ile İlker Başbuğ’u tanıdılar. Hepsi de Kürt direnişi karşısında çözülüp gitti. Bazıları da ağlayarak. Şimdi hiçbirisinin esamesi okunmuyor.
Belli ki Tayyip Erdoğan ile AKP bu zincirin son halkası oluyor. Bir aydın “AKP Kürt sorununu çözmezse, Kürt sorunu AKP’yi çözer” demişti. Şimdi işte bu öngörü doğrulanıyor. Kürt sorununu çözemeyen AKP, kendinden önceki özel savaş hükümetleri gibi Kürtleri tehdit edip saldırı yürütüyor. Elbette bu da kendisinin sonu ve çözülüşü oluyor. Gelecek günler bu gerçeği çok daha net gösterecek!..
Selahattin ERDEM
- Ayrıntılar
15 Haziran’a bir ay kaldı.
15 Haziran’da selamete mi çıkacağız yoksa kıyamet mi kopacak acaba?
Belli olmamakla birlikte, AKP’nin azgın ve faşizane saldırıları kıyametin kopacağına işaret ediyor.
Bir şairin dediği gibi.
“Dinleyin arkadaşlar.
Bir atasözümüz var.
Biri yer biri bakar.
Kıyamet ondan kopacak.
Kıyamet ha koptu ha kopacak.
Lay lay lay lay lay lay”.
Aynen şairin söylediği gibidir.
AKP zalimlik yapacak Kürtler sessiz mi kalacak?
AKP’nin ordusu ve askeri gerillayı kimyasal silahlarla şehit düşerecek.
Gerilla sessiz mi kalacak?
AKP’nin ordusu fırsat bu fırsat diyerek kalleşçe operasyonlar yapacak.
Gerilla cevapsız mı kalacak?
AKP, Önder APO’ya heyet gönderecek anlaşma yaparken askeri ve siyasi operasyon yok, öldürme yok, tutuklama yok maddelerine imza atacak fakat tersini yapacak.
Gerilla buna tepkisiz mi kalacak?
Bu ne yiğitliktir nede ahlakidir.
AKP’nin Fetullahçı devşirme polis çeteleri Silopi’de halka, Batman’da Kürtlerin yegane temsilcilerinden Ayla Akad Ata’ya direkt kurşun sıkacak.
HPG, hareketsiz mi kalacak?
Tabiki cevap hakkını kullanacak.
AKP’nin ordusu, çakal sürüleri gibi oraya buraya saldıracak.
HPG, bu çakal sürülerine meydanı mı bırakacak?
Eğer birileri diyorsa, bu çakal sürüleri Kürdistan’da istedeği gibi gezsin.
Bilinmeli ki, O birileri herkesi aldatıyor.
Bilinmeli ki, O birileri AKP zalimini meşrulaştırıyorlar.
Yine de bilinmeli ki, HPG, Kürdistan’ı çakal sürülerine bırakmayacak.
Bilinmeli ki, son Bagok şehitleri Şehit Kemal Ferzende ve Şehit Seydoların bize emridir.
AKP’nin çakal sürülerini süreceğiz kutsal vatanımızdan.
15 Haziran’a bir ay kaldı.
Geri sayım başladı.
Selamet mi kıyamet mi herşey AKP’ye bağlı.
Selamet olursa her kes için hayırlıdır.
Kıyamet olursa sadece ve sadece devletlu AKP veyahut diğer şekliyle AKPlu devlete olacak.
Kürdistan coğrafyası, Karadeniz, Akdeniz ve Amanoslar gerillaya kucak açmışken, gerilla bu kadar yayılmışken kıyamet koptuğunda bu AKP’nin sonu olacak.
ÖZGÜR BİLGE.
- Ayrıntılar