Başbakan’ın mantığına göre hareket edecek olsak bütün AKP’lilere şu soruyu sormamız gerekiyor: Başka adam yokmuydu da Tayyip Erdoğan’ı kendinize genel başkan seçtiniz? Kritik mücadeleler vererek onu milletvekili ve başbakan yaptınız!
Şimdi biz böyle bir soru sorabilir miyiz? Sorsak da bir anlamı olabilir mi? Olmayacağı ve dolayısıyla bizim de sormayacağımız açık. Oysa Başbakan Tayyip Erdoğan sorabiliyor, hem de çok rahat sorabiliyor!
Basının karşısına geçip “Hatip Dicle’den başkası yokmuydu ki onu aday gösterdiler” diyebiliyor. Hatip Dicle’yi aday göstermiş olduğu için BDP’yi, milletvekili seçmiş olduğu için de Diyarbakır halkını suçlayabiliyor.
Güya Tayyip Erdoğan’a göre, yaşanan krizin sebebi Hatip Dicle’nin aday gösterilip milletvekili seçilmesiymiş! Eğer böyle olmasaymış bu kriz yaşanmazmış! İşte Başbakan Tayyip Erdoğan’a hakim olan zihniyet bu! Açık ki bu zihniyet çok benmerkezci, çok bencil ve kendine göredir. Kendisi için her şeyi hak görürken, başkaları için aday olmayı veya gösterilmeyi bile hak görmemektedir. Bu mantık bencil, antidemokratik ve diktatöryaldır.
“Dinime küfreden bari Müslüman olsa” diye bir söz vardır. Bu sözleri söyleyen, bari kendisi bu durumlardan geçmemiş olsa! Oysa Tayyip Erdoğan’ın nasıl milletvekili ve başbakan olduğunu herkes çok iyi biliyor. 3 Kasım 2002 seçimlerinde adaylığı veto edildiğinde Tayyip Erdoğan ne yapmıştı? CHP ile gizliden nasıl uzlaşmış, Abdullah Gül hükümeti üzerinde ne kadar baskı yapmıştı? Özel yasal düzenlemeler yaptırarak kendisi için milletvekili ve başbakan olmanın kapısını açmıştı.
Şimdi açığa çıkıyor ki, bu tür şeylerin hepsi Tayyip Erdoğan için doğal ve uygundur, yani olabilir; fakat sıra Hatip Dicle’ye gelince olmaz, böyle davranmak bireye özel çalışmak ve “yargıya talimat vermek” olur! Dolayısıyla Hatip Dicle’yi aday gösterip de milletvekili seçmek, bilinçli ve planlı olarak kriz çıkarmayı ifade eder! İşte Tayyip Erdoğan’ın mantığı bu! Bu mantık ne kadar bencil ve korkunç değil mi?
Bu mantık Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ruhuna işlemiştir ve ülkeyi bu mantıkla yönetmeye çalışmaktadır. Tayyip Erdoğan’ın anlayışına göre, demokrasi seçime girmek ve kazanmaktır. Seçime girer de hükümet olmayı kazanırsan, o zaman her istediğini yapabilirsin! Ne yapsan da hepsi demokrasi kapsamında olur!
Belliki Tayyip Erdoğan’ın demokrasi anlayışı çarpıktır, tarihin gerilerinde kalan bir demokrasi anlayışıdır. Bu anlayışa günümüzde demokrasi demiyorlar, tersine “çoğunluk diktatörlüğü” diyorlar. Dolayısıyla sadece seçilmiş olmak demokrasi için yeterli değildir. Yine sadece çoğunluk olmak birilerine her istediğini yapma hakkını vermemektedir.
Kaldiki Hitler’in de başlangıçta seçimle işbaşına geldiğini hepimiz biliyoruz. Yine Saddam Hüseyin’in de belli ararlıklarla seçildiği biliniyor. Fakat sadece seçilmiş olmak bu kişileri faşist diktatör olmaktan çıkarmadı. Tersine faşist diktatörlükler bunların adıyla özdeşleşti. Yine sandıktan çıkan oyların çoğunluğunu elde etmek bir kişi veya partiye istediğini yapmak hakkını vermiyor. Kaldıki Kenan Evren de, Saddam Hüseyin de kendilerini en yüksek oy oranıyla seçtirmişlerdi. Fakat buna dayanarak yaptıkları demokratik olmadı.
Sandıktan oyların çoğunu alarak çıkmak, iktidar olmak, gücü ele geçirmek demektir. Gücün hangi yöntemle ele geçirildiği kısmen önemlidir. Elbette bir askeri darbe veya hukuk darbesiyle gücü ele geçirmekten sandıktan çıkarak ele geçirmek demokrasiye daha yakındır. Fakat yalnız başına bu demokratikliği belirleyici değildir.
İktidarı seçim çoğunluğuyla ele geçirmek demokrasiye kısmen yakındır. Fakat gücün nasıl ele geçirildiğinden çok, nasıl kullanıldığı daha önemlidir. Demokrasi esas burada, yani gücün veya iktidarın kullanımında ortaya çıkar. Başbakan Tayyip Erdoğan bilmeli ki, seçimde çoğunluğu ele geçirip hükümet olmak, bir kişi ve partiye istediği her şeyi yapmak hakkını vermez.
Eğer bir kişi veya parti oy çokluğuna dayanarak istediği her şeyi yapmaya kalkarsa, buna demokrasi değil, çoğunluk diktatörlüğü denir. Demokratik olmak yönetime başkalarını da katmayı, azınlık olanlarıN haklarını da koruyup gözetmeyi gerektirir. Herkesin özgürce örgütlenip kendi iradesiyle katılmasını ister. Hatta çoğunluk zaten egemendir, dolayısıyla çıkarlarını bir biçimde yürütebilir; bu nedenle demokraside esas olan çoğunluk olmayanların haklarının savunulmasıdır.
Buradan baktığımızda Başbakan Tayyip Erdoğan’ın zihniyetinin demokratik olmadığını, tersine hegemonik ve diktatoryal olduğunu açıkça görüyoruz. Ona mevcut söz ve davranış içinde olmayı bu zihniyet yaptırıyor. Hatip Dicle ve diğer tutuklu milletvekilleri için “Başka adam yok muydu da bunları aday gösterdiler” dedirten işte bu zihniyet oluyor. Meclis ve yemin boykotu yapan milletvekilleri için “Gelmezlerse gelmesinler” dedirten işte budur. Kendisi 326 milletvekili çıkardığı halde “neden 400 milletvekili çıkaramadım” diye şok geçirirken, BDP için “30 milletvekilleri var, daha ne istiyorlar” dedirten mantık işte böyle oluşuyor.
Belliki Başbakan Tayyip Erdoğan’a hakim olan mantık tehlikelidir. Bu mantık en az bir askeri diktatörlük kadar faşist ve baskıcı iken, tersinden bir de kendini demokratik sanır. Onun için de çok daha pervasız veya AKP deyimiyle çılgınca hareket eder. Nitekim AKP’nin polis devleti oluşturma pratiği işte bu noktaya varmıştır. Başbakan’a “çocukta olsa, kadın da olsa güvenlik güçlerimiz gereğini yapacaktır” dedirten işte bu zihniyeti olmuştur.
Şimdi bu zihniyet 12 Haziran seçiminde hayal ve hesap ettiği sonuca ulaşamayınca adeta şoke olmuş ve çılgına dönmüştür. Seksenbeş bin oyla seçilmiş olan Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesi için YSK’ya başvuruda bulunmak işte bu çılgınlığın pratikleşmesi olmuştur. Tutuklu milletvekillerinin tahliye edilmemesi karşısındaki tavrı AKP gerçeğini bir kez daha ele vermiştir.
AKP bu tür saldırı ve hukuk darbeleriyle rakiplerinin iradesini kırıp meclisin tek hakimi olmak istemektedir. Bunu başarırsa seçimde ulaşamadığı sonuca ulaşacak, başta yeni anayasa yapımı olmak üzere her şeyi tek başına yapmaya çalışacaktır. Bu temelde de çoğunluk diktatörlüğünü inşa edecektir.
AKP’nin mevcut söz ve davranışlarla ulaşmak istediği sonuç budur. Belliki bu sonuç demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümü açısından tehlikelidir. AKP’nin dayattığı bu tehlikeli gidişe izin ve fırsat vermemek gerekir.
Adil Bayram
Kaynak: Özgür Gündem Gazetesi
- Ayrıntılar
12 Haziran seçimleri sonuçlandı. Seçim sonrası temel gündemin yeni anayasa olacağı üzerinde bir görüş birliği oluşturulmaya çalışıldığı da gözleniyor. Peki, bunun böyle olduğunu belirleyenler kimler? Yeni anayasa referandumu dokuz ay önce yapıldı ve hâlâ bu anayasanın ne olduğu anlaşılmamışken, o dönemde söylenenlerin hiçbirisinden (AKP dışında) kimse bir fayda görmezken, şimdi kalkıp “temel gündem yeni anayasadır” demek ne anlama geliyor?
Kuşkusuz Türkiye siyasetinden bîhaber değiliz, fakat esas gündemin bu olmadığını da iyi biliyoruz. Oysa daha derinlikli ve cesur bakılsa temel gündemin Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye amaçlı sistemli ve çok yönlü bir saldırının seçim öncesinden başlatılıp seçim sonrasında ise çok daha derinleştirilerek sürdürüldüğü ve sürdürüleceği gerçeği olduğu görülecektir.
Elbette bu görüşe nerden vardığımız sorulabilir, hatta tuhaf bile karşılanabilir. Fakat bu görüşün dayandığı sadece üç hususu dile getirmek bile sanırız belli bir fikir verir ve bu görüşün doğruluğuna en azından kişiyi meylettirebilir.
Her şeyden önce, 14 Haziran’da Sivas’ın İmranlı ilçesinde 3 HPG gerillasının katledilmesi olayı sizce ne anlama geliyor? Biraz gerilere gidin ve 1920’de gerçekleşen Koçgîrî isyanında durun ve düşünün: Türkiye Cumhuriyeti Devletine karşı ilk isyan nerde oldu ve isyanın merkezi neresiydi? Bu isyan nasıl bastırıldı? Kim tarafından bastırıldı? Ve en önemlisi, nasıl bir yöntemle bastırıldı? İşte o zaman İmranlı’nın bilinçli bir şekilde seçildiğini görür ve 3 HPG gerillasının böylesi bir süreçte burada katledilmesinin nedenini daha iyi anlarız.
İmranlı, Koçgîrî Aşireti’nin yaşadığı coğrafyanın merkeziydi. Özerk bir yönetime sahip bir Kürt bölgesiydi. 1920’lerde şimdiki Türkiye Cumhuriyeti Devletine karşı bu bölgede bir halk hareketi gelişti. Programı belli olan ve çok bilinçli bir şekilde gelişen ilk Kürt halk hareketi olma özelliğine sahipti. Bu hareket Mustafa Kemal’e bağlı güçlerce tasfiye edilmek üzere bir askeri saldırıya maruz kaldı. İşin ilginci, bu askeri harekâtta ordunun başında olan kişinin halk arasında Topal Osman denilen Laz kökenli bir kişi olmasıydı. Bugün ise aynı coğrafyada bir askeri harekât başlatılmış ve bu sefer ordunun başında Gürcü kökenli Tayyip Erdoğan var. Ve öyle gözüküyor ki, bu harekâtın sınırları Tokat ve Çorum başta olmak üzere Alevi inancına sahip Türk ve Kürtlerin yaşadığı alanların hepsini kapsayacak. Bu nedenledir ki 3 HPG gerillasının katledilmesi, tarihin tekerrür ettirileceğinin açık bir ifadesi olmaktadır.
Hatırlanacağı gibi, 1993’te Sivas Madımak Oteli katliamında da dönemin özel savaş sistemi yapacağı katliamların ne düzeyde ve vahşice olacağını ortaya koymuştu. Sivas boşuna seçilmemişti. Çünkü hem Alevi Kürtlere ve hem de Türkmenlere ya da Alevi Türklere en iyi mesaj buradan verilebilirdi. Pir Sultan Abdal’ın ve Alîşêr’in mekanında gerçekleştirilen bu katliam, faşizmin kendisini tüm Türkiye ve Kürdistan'a nasıl taşıracağını ve neler yapacağını açıkça gösterir nitelikteydi. Buradan baktığımızda 3 HPG gerillasının katledilmesi, AKP hükümeti ve Türk devlet yönetiminin seçim sonrasında yapacağı temel çalışmanın bir imha ve tasfiye saldırısı olacağını açıkça ortaya koymaktadır.
İkincisi, KCK davası adı altında rehin tutulan Kürt siyasetçilerine yönelik 14 Haziran’da verilen hapis cezaları sizce neyi ifade ediyor?
Üçüncüsü, Kürdistan'a yönelik geliştirilen bu askeri, siyasi, hukuki, sosyal vb. alanlardaki harekâtın Türkiye toplumunun yarısı tarafından onaylanmış olması gerçekliğidir. Düşünün ki, bırakalım faşizme doğru yürümeyi, artık onu kurumlaştırmayı ifade eden bir parti üçüncü kez iktidara geliyor ve karşısında muhalefet olabilecek (Kürt Özgürlük Hareketi dışında) fazla da bir güç ve örgütlülük yok.
Peki, AKP’nin ve tabi Tayyip Erdoğan’ın faşizmi kurumlaştırırken toplum tarafından benimsenmesi acaba neyi ifade ediyor? Bu soruya soruyla karşılık verelim. Peki, sizce Hitler Almanya’da neden iktidar oldu? Elbette buna birçok neden sayabilirsiniz, fakat bizce Almanya’da Hitler’in iktidar olmasının en önemli nedeni toplumda var olan “umutsuzluk”tu. “Umut olmayan yerde Faşizm vardır” gerçeği Türkiye'de de kendisini-hem de çağdaş olduğunu söyleyen, Ortadoğu'ya model olduğunu iddia eden Türkiye'de-açık bir şekilde gösteriyor; göstermekle de kalmıyor, ağır bir biçimde üstümüze çörekleniyor. Dolayısıyla AKP ve Tayyip Erdoğan’ı en iyi Hitler Almanya’sının o dönemde içinde bulunduğu durum açıklıyor.
Yerin gelmişken bir hususu da belirtmek gerekir. Tayyip Erdoğan seçim sonrası konuşmasında “Adnan Menderes ve arkadaşlarının intikamını aldık, onların yapmak istediklerini şimdi biz yapıyor ve onları yaşatıyoruz, onları idam edenlerden de hesap soruyoruz” anlamında bir konuşma yaptı ve bu konuşma esnasında adeta kendinde geçer gibi davranışlarda bulundu. Tabi ki bu idamların hesabı sorulmalı, ama Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamının hesabının da sorulması gerekmiyor mu? Oysaki Tayyip Erdoğan seçim öncesinde, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın neden idam edilmediğini sorarak, o süreçte kendileri iktidarda ya da koalisyon hükümetinde olsalardı idamı onaylayacaklarını söyledi. Bunu diyen Tayyip Erdoğan, şimdi Kürt halkının idam fermanının altına imza atmış ve bunu pratikleştirmeye de başlamış. O halde Adnan Menderes’in idamının hesabının da onu asan zihniyet ve sistemden değil de(ki Tayyip Erdoğan bu sistemin merkezine yerleşti), Kürtlerden, devrimci-demokratlardan ve Türkiye'de yaşayan diğer halklardan sorulacağını da görmek gerekecek.
Tüm bunları dile getirirken, karamsar olduğumuzdan değil, tam tersine faşizme karşı mücadele ede ede bugünlere gelen Kürt halkının gerçekliğini derinden tanıdığımız, bunun yarattığı umudu ve yaşam sevincini derinden yaşadığımız için dile getiriyoruz. Ama Türkiye toplumunun bu kadar umutsuz olmasını ya da umutsuz kılınmasını da doğrusu kabul edemiyoruz.
Umut devrimci-demokratların en temel güç kaynağıdır; ama aynı zamanda umut yaratmak da yine devrimci-demokratların en temel özelliği ve görevidir. Eğer bugün Türkiye'de faşizm kurumlaşıyor ve bir halkın imhası için sistemli bir saldırıya geçiyorsa, devrimci-demokrat güçler kendilerini ciddi olarak sorgulamalılar. Tabi sorgulamakla beraber, pratik adımlar atarak örgütlenmelerini yaratmalılar. Bu da elbette Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun bir çatı örgütlenmesine dönüştürülmesi temelinde taçlandırılması olacaktır. Bunun başka bir yolu yok!
Neden mi? Çünkü gidecek başka bir Türkiye yok! Ya hep beraber özgürce yaşayacağımız demokratik bir Türkiye yaratacağız ya da faşizmin şefkatli kollarında toplumsallığımızla birlikte can vereceğiz!
Edip Koçgîrî
- Ayrıntılar
Hiç kuşku yok ki, Türkiye’de yaşanan son siyasal kriz bir AKP ürünüdür. Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesi ile başlayıp meclis boykotuna kadar uzanan ve adına “yemin krizi” denen olayların yaratıcısı AKP’dir. Herkes şimdi bu gerçeği çok daha açık olarak görüyor. Başlangıçta biraz YSK ve mahkemelerin marifeti gibi görünmüş olsa da, kısa sürede bunun arkasındaki AKP siyaseti açığa çıktı ve herkes baş sorumluyu rahatlıkla görür hale geldi.
Peki AKP, çok yüksek bir oyla kazanmış olduğu bir seçim ardından böyle bir siyasal krizi neden ortaya çıkartıyor? Bu sorunun cevabı basit ve açık: Karşıtlarının siyasal iradesini kırmak istiyor da ondan. Yani BDP, CHP ve MHP’yi iradesiz kılmak istiyor. Muhalefeti rehin almaya çalışıyor. Özellikle BDP’yi, yani Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nu tümden iradesiz ve etkisiz duruma düşürmek istiyor.
Peki, niye kendi dışındaki herkesi adeta bir siyasal rehine düzeyinde etkisiz hale getirmek istiyor? Bu sorunun cevabı da basit ve açık: AKP yeni anayasayı kendi başına ve istediği gibi yapmak istiyor da ondan. AKP Türkiye siyasetini kendi iktidar hegemonyasına dayalı olarak yeniden yapılandırmaya çalışıyor. Aklında “iki partili başkanlık sistemi”, yani ABD düzeni var. Dahası kendinin uzun vadeli iktidar olduğu, bir de asma yaprağı türünden muhalefet partisinin bulunduğu bir düzeni arzuluyor. Eğer yapılacaksa yeni anayasanın bu temelde yapılmasını istiyor. Onun için de, bunun önündeki engelleri temizlemeye çalışıyor.
AKP, bu sonuca 12 Haziran seçim sonuçlarıyla ulaşacağını hesaplıyordu. AKP hesabına göre, nasıl olsa yüzde on baraj korkusu nedeniyle BDP seçime girmeye cesaret edememiş, seçim dışı kalmıştı. Bağımsız aday yöntemiyle de en fazla yirmi veya yirmibeş milletvekili çıkarabilir, en çok küçük bir meclis grubu olabilirdi. Kaset skandalları ve teşhirle de MHP yıpratılıp seçimde barajın altına düşürülürse, o zaman AKP dört yüze yakın milletvekili çıkararak meclisin esası haline gelirdi. Böyle bir grupla da anayasayı istediği gibi yapar, yasaları istediği gibi düzenler, padişahlık devri gibi iktidarını tesis ederdi.
Bazılarına bir hayal gibi gelebilir ve mantıksız bulunabilir, fakat bu bir gerçektir. AKP’nin 12 Haziran seçim stratejisi buydu ve bütün hesaplarını bu temelde yapmıştı. Sonucun böyle olacağına da kendini epeyce inandırmıştı. Bütün politikalarını buna göre oluşturmuş, adeta bu sonuç bir gerçekmiş gibi plan ve hesap yapmıştı. Neredeyse farklı bir ihtimali hiç düşünmez ve ona yer vermez hale gelmişti.
İşte 12 Haziran seçim sonuçları AKP’nin bu hayallerini yıktı, hesaplarını bozdu. AKP’yi ve Tayyip Erdoğan’ı adeta şoke etti. Bazıları diyor, AKP de seçimin kazananı oldu! Peki, nerede AKP’nin kazancı? Onlara göre, AKP yüzde elliye yakın oy almış, bu çok önemliymiş, dolayısıyla AKP seçimi kazanmış! AKP’nin yüzde elli oy aldığı doğru da, ne yapsın AKP yöneticileri ve Tayyip Erdoğan yüzde elli oyu? Onlara milletvekili lazım, meclis grubu lazım, mecliste üçyüzaltmışyediyi geçmek lazım! İktidar hegemonyası kurabilmek bunu gerektiriyor.
AKP 12 Haziran seçiminde bu sonuca ulaşacağına dair kendini çok, ama çok inandırmıştı. Bunun için tatlı iktidar hayalleri kurmuş, hesaplar yapmıştı. Oysa seçim sonuçları farklı çıktı ve AKP’nin bütün hesaplarını bozdu. Şimdi AKP ve Tayyip Erdoğan bu sonuca çok öfkeli. Bu sonucun ortaya çıkmasında Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku belirleyici rol oynadı. Dolayısıyla AKP, her şeyden çok Blok’a öfkeli. AKP’nin tatlı hayallerinin kursağında kalmasında Kürtler belirleyici konumda oldular. O nedenle Kürtlere öfkeli. AKP’ye bu yenilgiyi Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan yaşattı, dolayısıyla Kürt Halk Önderi’ne öfkeli.
Bu nedenledir ki hepsine saldırıyor. Önce tüm seçim sonuçlarına saldırıyor. Muhalefetin iradesini kırmayı hedefleyen bu siyasal kriz buradan oluştu. Yine en çok Blok’a saldırıyor. Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesinden tutuklu vekillerin tahliye edilmemesine kadar varan olaylar bunu ifade ediyor. Tayyip Erdoğan o kadar öfkeli ki, bağırarak “Gelmezlerse gelmesinler” diyor. AKP polisi Kürtlere saldırıyor. Ölüm döşeğinde çırpınan birçok insan var. Kürt halkı üzerindeki polis terörü doruğa çıktı. AKP ve Tayyip Erdoğan Kürt Halk Önderi’ne saldırıyor. Sudan gerekçelerle İmralı görüşmesi engellendiği gibi Tayyip Erdoğan her fırsatta Kürt Halk Önderi’ne cevap vermeye ve siyasi etkisini kırmaya çalışıyor.
Buradan başa, yani AKP’nin mevcut siyasi krizi neden yarattığına dönüyoruz. İşte seçimle ulaşmayı hayal ve hesap ettiği sonuca ulaşamayınca, AKP bu kez aynı sonuca hukuk komplolarıyla ulaşmak istiyor. Saldırılarla rakiplerinin siyasal iradesini kırıp yama durumuna düşürerek hayal ettiği hegemonik iktidarını bu temelde kurmayı arzuluyor.
AKP eğer bunu başarırsa, yani başta BDP olmak üzere rakiplerini teslim alıp kendine yama haline getirirse, o zaman bu temelde arzu ettiği iktidar sistemini kuracak. Yeni anayasayı buna göre yapacak. Yasaları bu çerçevede düzenleyecek. Bürokrasiyi kendi isteğine göre şekillendirecek. Zaten Cemil Çiçek’i de bunun için meclis başkanı yapıyor. Bu dönemin en stratejik çalışmasının başına getiriyor. Yalnız başına bu bile AKP’nin hesaplarını açıkça gösteriyor. Bunlar gerçekleşirse, o zaman Türkiye bir AKP hanedanlığına dönüşecek. Hesap budur ve bunu herkes görmelidir.
Yok, eğer AKP rakiplerini teslim alamazsa o zaman ne olur? Öyle anlaşılıyor ki sert bir mücadele yaşanır. O durumda büyük ihtimalle AKP yeni bir anayasa yapmaktan vazgeçer. Zaten yarattığı bu krizin bir amacı da, yeni anayasa yapmaktan vazgeçmenin gerekçesini hazırlamaktır. Nitekim 12 Eylül 2010 referandumu ardından söz vermesine rağmen, çok kısa bir sürede yeni anayasa yapımından vazgeçmiştir. Şimdi de böyle yapabilir ve “mevcut anayasa demokratiktir, yeterlidir” diyebilir.
AKP oyun ve saldırıları karşısında doğru tutum alıp etkili politika izleyebilmek için, önce onun amaçlarını bilmek gerekir. Dikkat edilirse, son krizi yaratmada AKP’nin tehlikeli amaçları vardır. Herkes bu gerçeği görerek, AKP’nin bu sinsi ve tehlikeli amaçlarının aleti olmamalıdır. Özellikle halkın seçtiği vekillerin çok dikkatli hareket etmeleri gerekiyor. AKP oyunlarına karşı halkın çıkarını gözetecek tutumu her zaman göstermeleri zorunludur. Kısaca herkesin bu AKP oyununu bozmak için direnmesi lazımdır. Zaten şimdiye kadarki direniş AKP oyununu büyük ölçüde bozmuştur. Fakat gevşememek, aldanmamak, oyunu tümden bozana kadar mücadele etmek önem taşımaktadır.
Selahattin Erdem
Kaynak: Özgür Politika Gazetesi
- Ayrıntılar
Che’nin teslim alınmayan ruhunda bahsettik. Che’nin teslim alınmayan ruhu öncelikli olarak özgürlüğü olan aşk düzeyindeki tutkusudur. Che’nin teslim alınmayan ruhu onun halkların özgürlüğüne olan sevdası ve de dünyada yaşanan her türden adaletsizliğe karşı baş koyuşudur.
Ve o bu sevdası için boşuna:
“Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin... Savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve silahlarımız elden ele geçecekse ve başkaları mitralyöz sesleriyle, savaş ve zafer naralarıyla cenazelerimize ağıt yakacaksa, ölüm hoş geldi, safa geldi!” dememiştir.
Ve boşuna çocuklarına bıraktığı mektubunda: “Babanız düşündüğü gibi hareket eden bir adamdı ve kesinlikle inançlarına bağlıydı. Devrimin önemli olduğunu ve bizlerin yalnız başımıza hiçbir değerimizin olmadığı hatırda tutun. Her şeyden önce de dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir kişiye karşı yapılan herhangi bir haksızlığı daima yüreğinizin en derin yerinde hissedebilin. Bu, bir devrimcinin en güzel niteliğidir” dememiştir.
Özgürlük ruhuyla yanıp tutuşanlar, yeni bir dünya yaratmak isteyenler ve her zaman güzel bir şeylerin yapılabilineceğine inançları tam olanlar asla ama asla hayallerinden vazgeçmezler. Ütopyaları onları her zaman yeni kıtalara sürükler, arayışları asla ama asla tükenmez. Çünkü onlar güzel ve iyi yarınların elçileridirler. Onlara doğrunun ve adaletin şaşmaz takipçileri ve savaşçılarıdırlar. Bundandır ki onlar asla ama asla yerlerinde duramazlar.
Hani derler ya Che çok sevdiği güzel annesine Küba’da Afrika yollarına düştüğünde yazdığı mektubunda ”Rosinante’nin kaburgaları yine batıyor bana ve yollara düşmeliyim.” Cümleler belki tam böyle olmayabilir. Ama her halükarda Che en çok sevdiği insana yani annesine bıraktığı mektubunda boşuna bunlarda bahsetmemiştir.
Rosinante biliniyor İspanya’nın büyük yazarlarında Cervantes’in Donkişot adlı kahramanın at’ının adıdır. Donkişot ve atı nerede bir haksızlık varsa oraya koşuşturur. Bu gelişmiş kapitalist vahşete karşı feodalizmin zihniyeti ve araçlarıyla da olsa inancından bir şey yitirmeden sürdürülen bir kavgadır. Ve bu kavganın içerisinde inanç vardır, sevda vardır, romantizm vardır, hayal vardır, gelecek yarınların daha iyi olması için kavga vardır, ahlaki değerleri koruma vardır ve her şeyden önce adalet arayışı vardır. Ve bunların hepsi hiç şüphe yoktur ki Che’de vardır.
Ve bugün bu ruh Che’nin takipçileri olan gerillalarda vardır. Aynı Che gibi yollara düşen Kürdistan gerillalarında vardır.
Ve bu Che gibi olan yoldaşlarımızın bir tanesi de aynen Che’nin izinden yürüyen Seyit Rıza yoldaşımızdı.
Onunla kalanlar bize seyit Rıza yoldaşı anlatırlarken: “Seyit Rıza arkadaş aydın bir aileden geldiği için, ciddi anlamda kişiliğinde devrimci düşüncelere ve sosyalist inanca dair bir altyapı vardı. Fakat tüm bunları tam olarak yorumlayamıyor, çelişkilerini tam anlamıyla şekillendiremiyordu. Bunlar da onun gençliğinden ve tecrübesizliğinden ileri gelen durumlar oluyordu. Kendisi bu konular üzerinde bütün arkadaşlarla tek tek tartışıyor, okuyor ve düşünsel derinliğe ulaşmaya çalışıyordu. Birçok sosyalist örgütle, PKK arasındaki ayrımı görüyor ve anlıyordu. Fakat tam olarak bunların nerede ayrıştığını ve nasıl mücadele yürüttüklerini kestiremiyordu. Kendisini dağlara getiren temel nedenin de bu olduğunu biliyordu. Hatta “beni buraya getiren PKK’nin sosyalizm anlayışı, fakat bu tam olarak nedir?” diye soran gözlerle, hayatın her alanına bakmaya, okumaya, düşünmeye çalışarak onu bir an önce bulmak istiyordu” diyeceklerdir.
Başka bir yoldaş ise: “geldiği ilk anlarda sürekli okuyan, çok soru soran bir arkadaştı Seyit Rıza. Yaşına ve toyluğuna bakıp, onun bu kadar öğrenme istemi karşısında bütün arkadaşlar hayrete düşüyordu. Fakat o bunların hiçbirini göz önünde bulundurmuyor ve daha çok kendisini geliştirmek-eğitmek için bütün çabasıyla uğraşıyordu” diyecektir.
Ve işte Che geleneği budur. Yeni ve güzeli bulmak için adeta sürekli aramak, aramak ve aramaktır. Ve bu aramayı ise insanlık tarihinin derinliğinde aradığı gibi içerisinde çıktığı, yaşadığı toplumun acılarını hüzünlerini görerek adaleti aramaktır. Haksızlıklara karşı başkaldırarak aramaktır. Bunun içinde gerillaya geldiği 2004 yılından başlayarak: “Aslında Seyit Rıza, gerillacılık kurallarını ve disiplinini, kendi kişiliğinde o kadar güçlü şekillendirmişti ki, pratik sahada yaşayacağı her türlü duruma, zihinsel anlamda kendini her zaman hazırlamıştı” denilecektir.
Ve o Rosinante'sine binerek yola çıkarken yoldaşları onun için:”Karadeniz önerisi olduğunu söyledi ve ısrarla gideceğini belirtti. Kendisine “yerelden katılmışsın, gençsin örgütün eğitim sahalarında bir eğitim alsan iyi olmaz mı?” dediğimde, belki bu görüşü ona oradaki her arkadaş da söylemiş olabilir. Onun verdiği cevap “heval önderliğin savunmalarını okudum. Burada da üzerinde eğitim gördüm. Çıkardığım sonuçlara göre sürece katılmak, pratik yapmak gerektiğine inanıyorum. Hem gelişmenin de bundan geçtiğini biliyorum. Gençliğim dezavantaj değil benim için avantajdır” dedi. Gerçekten inanarak açılım alanlarında pratiğe gitme kararlılığındaydı. Ve onu vazgeçirecek bir şeyde yoktu” diye de ekleyecektir.
Evet, gencecik bir beden, gencecik bir özgürlük ruhu yollara bir çıkmaya başlasın artık onu tutacak ve durduracak hiçbir güç ama hiçbir güç olamaz. Ve bu seçkin özgürlük ruhunu tüm yüreğinde, bedeninde, zihninde yaşayarak taşımış olan bir özgürlük savaşçısı da hiç şüphe yoktur ki Seyit Rıza yoldaşımız olmuştur.
Devam edecektir.
K.Nurnak
- Ayrıntılar
Pir Kemal
“Duyun artık! Açın gözlerinizi. Biz, vatanı elinden alınmış, dünyanın dört bir tarafına muhacir gibi dağılan bir halkın evlatlarıyız. Bizler artık vatanımızda, özgürce yaşama, insanca yaşama olanaklarına kavuşmak istiyoruz. Kan, gözyaşı ve zulüm halkımın kaderi olmamalı artık. Barışa, kardeşliğe, sevgiye, insana, doğaya ve yaşama en çok sevgi dolu olan biziz. Bu sevgidir bizi savaşa zorlayan. Ölmek ve öldürmek istemiyoruz. Ama özgürlüğümüzü kazanmanın da başka yolu yoktur. Bu savaşın suçlusu emperyalist güçler ve onun uşağı TC’dir. Susmak en büyük suçu işlemektir. Eğer gözlerimizin önünde akan bu kanı görüyor ve sessiz kalıyorsanız, en büyük suçlu sizlersiniz.”
***
Bundan tam on beş yıl önce bıraktığı mektubunun sonunda böyle yazıyor Zilan.
Manifestomuz Zilan. Komutanımız, öncümüz Zilan.
Aradan geçen 15 yıla rağmen halen anlamı, gizi korunan büyük bir militan, kahraman Zilan.
Binlerce özgürlük tutkunu genç kızın ismini taşımakla onurlandığı; bir nebze de olsa özgürlüğe yakınlaştığını hissettiren isminin anılmasının bile düşmanı çılgına çevirdiği Zilan.
***
Şehit çizgisinin somutlaştığı, anlamlı yaşamın ve eylemin adı olan Zilan yoldaşın anılması, kişiliğinin ve duruşunun anlaşılarak mücadele sahasına taşırılması her zamankinden daha anlam taşıyor. Kürt halkı ve onun onurlu davasına inanmış tüm bireylerin Zilan yoldaşın miras olarak bıraktığı manifesto düzeyindeki mektuplarını okuması, yeniden bu çizgi çerçevesinde kendisini gözden geçirmesi yeni bir yıldönümünde en temel görevlerden biri oluyor.
Zilan’ı anlamlandırmak, onu anmak ancak kendi elinden, bilinç ve duygularından süzülerek tüm Kürtlere, militanlara, insanlığa ilettiği mesajlar çerçevesinde mümkün olabilir. O’na methiyeler dizmek, büyüklüğünü dillendirmekten ziyade biz ardıllarına bıraktığı manifestoyu yaşamsallaştırmak daha fazla anmak, anlamlandırmak olacaktır. Özgürlük yolunun yolcularının yönü, mücadelenin, zafere duyulan inancın, intikam duygusunun süzüldüğü satırlarda gizli. Bu satırlara sinmiş ruh her anıldığında, gerekleri yerine getirilmeye çalışıldığında özgürlük bir adım daha da yaklaşacaktır.
***
“Partimiz PKK öncülüğünde gelişerek tüm insanlığa mal olan ve giderek ezilen halkların yüce sosyalizm yolundaki tek umudu haline gelen mücadelemiz, bir bütünen ulusal yok oluş sürecini yaşayan, soysuzlaşmanın eşiğine getirilen bir halkı, tarihte ilk defa yücelterek hak ettiği yere getirmiştir. Böylesi ulusal değerlerini, beynini, ruhunu, öz kimliğini düşmana kaptıran bir halkı yeniden diriltmenin ağır görev, sorumluluk, tarihi bilinç ve üstün öngörü, büyük cesaret ve fedakarlık, yüce azim gerektirdiği açıktır. Yurtseverlik rolünden uzak, düşmana tabi, vatansız, tarihi egemenler tarafından gerçek aydınlarını ve önderlerini istenilen düzeyde çıkaramayan yitik bir ülke ve halk gerçekliği karşısında PKK ve onu var eden Başkan APO, aleyhte gelişen bu gelişmeyi ters yüz ederek sadece kimliği değil, beyni de egemenler adına çalışan, ona hizmet eden, onun için savaşa ve giderek hayvanlaşmanın eşiğine getirilen ve emperyalizmin de hizmetine sunulan Kürt halkını ölüm uykusundan uyandıran, dirilten, kendi özgürlüğü için savaşan, savaştıran bir konuma getirmiştir. Büyük Kürt şairi Ahmede Xani “Eğer bizim de dürüst, namuslu bir önderimiz olsaydı, Arapların, Acemlerin ve Türklerin kölesi olmazdık” diyor. Kendi bireysel, aşiretsel çıkarlarını esas alan, ulusal gerçeklikten kopuk, Kürdistan tarihindeki sahte önderlerin varlığı bu lanetli gerçeğin uzun bir süre devam etmesine neden olmuştur.
Her halkın tarihine bakıldığında özellikle devrim süreçlerinde mücadele veren, başarıya ve kurtuluşa götüren, yaşadıkları döneme damgasını vuran önderleri vardır. Tarih öndersiz hiçbir ulusal ve sınıfsal hareketin gerçek anlamda başarıya gitmediğini doğrulamaktadır. Önder, yaşatılmak istenen yenilik ve gelişmeleri en üst düzeyde temsil eden, yani yeni insan, yeni toplum düşüncesine denk, bütün yaşamını bir halkın yaşamına göre düzenleyen, kendi kaderini halkın kaderinde bulan ve o halkın acılarını, duygu ve taleplerini en derinden yaşayan ve kurtuluş için pratik görevleri en üst düzeyde omuzlayandır.
Hayati gerçekliği olmayan, her alanda bitirilmiş, hiçbir halkla kıyaslanmayacak kadar kendisine yabancılaştırılmış, ulusal, kültürel, sosyal, siyasal değerleri sömürülen bir halk gerçekliği karşısında PKK Önderliği kuşkusuz çok farklı olmak zorundadır. Bu anlamda Parti Önderliği bir çok yönüyle daha özgün, daha yeni, daha gelişkin yaşamıyla yaşatan ve kendi yaşamını adeta koskoca bir insanlığın yaşamına adayan bir durumdadır. Belirleyiciliği ve önemi bu noktada kesin ve tartışmasızdır.
Dünya devrim tarihine baktığımızda gerek ulusal, gerekse sınıfsal kurtuluş mücadelesini veren halkların, devrimin gerçekleşme olanağını yaratan tarihi, sosyal, sınıfsal, kültürel bir zemin ve birikimi vardır. Ulusal inkar yoktur. Kişilik sorunları bizdeki kadar derin değildir. Tarihleri bizdeki gibi çarpıtılmamıştır. Kadın cinsi bu kadar sömürülmemiştir. Din olgulara karşı bizdeki kadar kesinlikli, kötü tarzda işlenmemiştir. O halkların mevcut konumlarına tepkileri vardır. Özgürlük, eşitlik vardır. Önderlerinin güç aldıkları az çok aydınları vardır. Kürdistan devriminde ise bu belirtilen hususların tümü bitmiş bir durumdaydı.
Parti Önderliği çok zayıf bir gerçeklikten yola çıkmıştır. Din sorununa, kişilik sorununa, kadın ve aile sorununa yaklaşımı oldukça özgün ve bilimseldir. Rus Devrimi’nin önderi Lenin bile kadın sorununun çözümünde oldukça yüzeysel kalmıştır. Kadının ordulaşması, gerçekleşen Kadın Konferansı ve Kadın Kongresi dünya devrim tarihinde ilk kez bizde gerçekleştirilmiştir. Parti Önderliğinin yaşam tarzı, fedakarlık, cesaret, derinlik, duyarlılık, zeka, öngörü, yorumlama gücü, bağlılık, bilimsellik, tecrübe, birikim düzeyleri hiçbir önderlikle kıyaslanmayacak boyuttadır. Olayı ele alış tarzı dogmatik değildir. Parti Önderliği Kürdistan gerçeğini, dünya devrimlerini çok iyi tahlil edip sonuç çıkarmış ve Kürdistan devriminin özgünlüğünü ortaya çıkarmıştır. Taklitçi, kalıpçı, dogmatik bir tarzda değil, oldukça yaratıcı bir tarzda ele almıştır. Gerçekleşen sosyalizmi çok iyi tahlil etmiş ve kendi halk gerçekliğine uygun bir tarzda uyarlamıştır. PKK, Parti Önderliğinin şahsında ifadesini bulmuştur.
Kürdistan tarihinde sağlanan bu gelişme, onun emeği, onun gelişmesidir. Kendisi sevgi kaynağı, birleştirici ve bütünleştiricidir. Kendi şahsında yeni insan tipini profilini çizmiştir. Bir insanın ne kadar gelişebileceğini kanıtlamıştır. Kürdistan Ulusal Kurtuluş mücadelesinin bugünkü düzeyi “Partileşelim, Ordulaşalım, Zaferi Kazanalım” şiarına denk düşen, bütün tali sorunları bir kenara bırakarak bütün Kürt halkıyla düşman gerçeğine doğru yaklaşma temelindedir. Gelinen noktada hemen hemen bütün Kürt halkıyla beraber milyonlarca insanı sıcaklığıyla saran, ulusal kurtuluş devrimine ve sosyalizmin hizmetine sokmuş, faşist TC’yi askeri, siyasi, kültürel, ekonomik her konuda geriletmiş, çözümsüz bırakılmıştır.
Zaferin öngünlerini yaşadığımız yeni süreçte halkın kurtuluş umutları olan bizlerin, Parti Önderliğimizin yaşamı, düşünceleri ve mücadelesine yakışır bir biçimde, dönemsel bütün görevlerimizi en iyi bir şekilde yerine getirmemiz gerekiyor. Sıkça tekrarlanan küçük burjuva, köylülük, feodal anlayışların kişiliklerimizdeki yer etmişliği, düşmanın şekillendirmesi, özel savaşın etkileri ve buna benzer gerekçelere sığınarak çeşitli özeleştirilerin bizleri ilerletmediği açıklık kazanmıştır. Verilecek en iyi özeleştirinin doğru bir pratikten geçtiğine inanıyorum. Düşman topyekün üzerimize geliyor. Bizim de olanca gücümüzle düşmana yüklenmemiz, özgürlüğün bedelini en kararlıca ödeyeceğimizi düşmana hissettirmemiz gerekiyor. Mücadele tarihine baktığımızda PKK, akıl sınırlarının almakta zorlandığı büyük kahramanlık, direniş, emek, kararlılık ve inançla yaratılmıştır. Direniş, PKK’nin temel karakteri olmuştur.
Bizlerin bu tarihi mirasa sahip çıkmamız ve sürecin gereklerini yerine getirmemiz gerekiyor. Süreç, intihar eylemlerini gerekli kılıyor. Bu hem bir taktiksel çıkış olacak, hem de bizim açımızdan bu süreçte düşmana verilecek en iyi cevap olacaktır. Bu tür bir eylemlilik moralmen bozguna uğrayan düşmanı çıldırtmak, düşmanı bulunduğu her alanda çepeçevre kuşatmak, ülkeyi ona zinden etmek anlamına geliyor. Bizim açımızdan ise başta halkımıza, bütün savaş güçlerimize moral vermek, cesaret ve direnişi güçlendirmek, dost düşman herkese davamızda ne kadar kararlı olduğumuzu ve bu uğurda özgürlüğün bedelini bombaları kendimizde patlatarak gerçekleştireceğimiz mesajını bir kez daha vermek, halkımızın özgürlük istemini bütün dünyaya duyurmak ve ileriki süreçte halkımızın bu yönlü direnişler geliştirmesinin öncülüğünü yapmak savaşın her yerinde ivme kazandırmak anlamına gelmektedir”.
***
Zilan yoldaşın belki de en büyük özelliği Önderliğimize olan bağlılığıydı. Yıllarca mücadele içinde yer alanlar da içinde olmak üzere milyonlarca Kürt’ün, özgürlüğe tutkun yüreklerin taşıdığı duyguları, beyninde gezinen anlam damlalarının en sade, en içten ve sevgi dolu sözcüklerle dile getirilişini başaran Zilan yoldaşın taşıdığı düşünce zenginliği, bu sade anlatımın da yaratıcısıdır.
“Başkanım!
Kendimi intihar eylemini gerçekleştirmek için aday görüyorum. Bizler, sizin bitmez tükenmez emek ve çabalarınıza karşılık canımızı bile versek yeterli değildir. Keşke canımızdan başka verecek şeylerimiz olsaydı. Siz yaşamınızla bir halkı yeniden yarattınız. Bizler sizin eseriniziz. Tüm Kürdistan halkının ve dünya insanlığının geleceğinin teminatısınız. Yaşamınız bize onur veriyor, sevgi, cesaret, inanç veriyor. Tüm Kürdistan halkı ve milyonlarca insan size ölümüne bağlıdır. Sizin bu çekiciliğiniz bizi de oldukça etkilemektedir. En zorlandığımız anlarda sizin bizlere olan sevginizi düşünüyor ve manevi güç alıyoruz. Şehide en çok bağlı olan sizsiniz. Bu temelde gözümüz kesinlikle arkada kalmayacaktır. Bu eylemi, gerçekleştirmem gereken bir görev olarak görüyor ve kendimi sorumlu hissediyorum. Mevcut geriliklerimi aşmanın, özgürleşmenin ve kendini gerçekleştirmenin savaştan geçtiğini ve bu savaşın da gereğinin yerine getirilmesinin gereğine inanıyorum. Mazlum, Hayri, Kemal, Ferhat, Bese, Beritan, Berivan ve Ronahi yoldaşların direnişlerine sahip çıkmak ve onların takipçisi olmak istiyorum. Halkımın özgürlük isteminin ifadesi olmak istiyorum. Emperyalizmin kadını köleleştiren politikalarına karşı, bombayı kendimde patlatarak hıncımın ve öfkemin büyüklüğünü göstermek ve Kürt kadınının dirilişinin sembolü olmak istiyorum.
Yaşam iddiam çok büyük. Anlamlı bir yaşamın ve büyük bir eylemin sahibi olmak istiyorum. Başkan APO önderliğinde yürütülen ulusal kurtuluş mücadelemiz çok yakında zafere ulaşacak ve mazlum halkım dünya insanlık ailesi içerisinde hak ettiği yerini alacaktır.
Bu temelde Başkan APO’ya, tüm Kürdistan şehitlerine, tüm savaş ve cephe güçlerimize, zindandaki yoldaşlarımıza, Kürdistan halkına ve insanlığa bağlılığımızı bir kez daha ifade ediyor ve onlara layık olmaya çalışacağıma dair söz veriyorum.
Yaşam iddiam çok büyük. Anlamlı bir yaşamın ve büyük bir eylemin sahibi olmak istiyorum. Yaşamı ve insanları çok sevdiğim için bu eylemi gerçekleştirmek istiyorum.”
***
Zilan yoldaşın kadın özgürlük çizgisini içselleştirmesi, özgür Kürt kadınının yaratımındaki sembol olma istemini de yazdığı mektuplarında çok iyi anlıyoruz. Zilan yoldaş sadece bir militan olarak Önderliğine ve partisine bağlılığın sonucu olarak değil düşürülmüş, özünden uzaklaştırılmaya çalışılan Kürt kadınının özgürleşme ihtiyacını, onun savaşını ve örgütlülüğünü olmazsa olmaz düzeyinde gerekliliğini iliklerine dek yaşayan bilinçliliğiyle bu eyleme yöneldiğini biliyoruz. Bu bilincin tarihsel temellerini oluşturmakla birlikte Önder Apo’nun kadın özgürlüğü konusundaki üstün duyarlılığı yanında pratiğe dökülmüş kadın partileşmesi ve ordulaşması temelinde sürekli bir yoğunlaşma konusu yaptığı da bir o kadar kesin. Günümüzün çıldırmış düzeydeki cinsiyet çarpıtmaları karşısında Zilan yoldaşta somutlaşan kadın özgürlük anlayışının, bunun gerektirdiği özveri ve fedakarlığın gösterilmesi, anı anına yaşanacak bir cins mücadelesiyle özgürlüğe yürüyüş bu anlamda da en önemli görevler kapsamındadır.
“Kürdistan Kadın Özgürlük Savaşçılarına!
Başkan APO ve PKK öncülüğünde yürütülen ulusal kurtuluş mücadelemiz Kürdistan toplumunun geriliğini görerek sorunları köklü çözme çabasındadır. Kadının yitirilmişliği, sınıflı toplumları ortaya çıkışı ile birlikte başlamıştır, İlkel komünal dönemde üretim etkinliğinden kaynaklanan kadınının yaşam içindeki etkin rolü, ilkel sermaye birikiminin oluşması ve bu birikimin erkek cinsinin elinde toplanması ile birlikte sınıflı toplumlar oluşmuş, kadın özgürlüğünün yitiriliş süreci de bununla birlikte başlamıştır. Köleci toplumdan feodal toplum düzenine, kapitalist ve emperyalist toplum düzenine geçilmiş, kadın cinsinin sömürülmesi her sınıflı toplumda biçim değiştirerek ve daha ince bir tarzda sömürülerek devam etmiştir.
İnsanlığı her alanda özgürleştiren, sınıflar arasındaki çelişkileri ortadan kaldırarak eşit, özgür yaşam olanaklarının oluşturulması anlamında olan bilimsel sosyalist teori, kadının insanca yaşam olanaklarına kavuşturulması gerektiğini savunmaktadır. Ancak gerçekleşen sosyalizm, her ne kadar kadını bu yönlü biçimlendirmeye çalışmışsa da, sosyalizmin bilimsel esaslarından sapma, kadın özgürlüğünün özgün bir temelde ele alınmayıp bütün insanlık sorunları ile birlikte ele alınması gibi nedenlerle kadını özgürleştirme çabaları sınırlı kalmıştır.
Kürdistan özgülüne baktığımızda kadının yitirilişi, hem cins olarak sömürülüşü, hem de diğer her yönden sömürülüşü Kürdistan’da kadın sorununun daha derinden yaşanmasına neden olmuştur. Ulusal kurtuluş mücadelemiz başlamadan önce Kürdistan’da kadının varlığından, iradesinden bahsetmek mümkün değildi. Kadın bir hiçti, Türk şairi Nazım Hikmet’in belirttiği gibi “Sofradaki yeri öküzden sonra gelmektedir” Bu kadar kötü pozisyonda kalan Kürt kadınının özgürleştirilmesi çabası da sorunun büyüklüğüne denk bir çabayı ve yaklaşımı gerektirmektedir. Kürt halkının nüfusunun neredeyse yarısından fazlasını oluşturan kadın sorunu çözülmeden Kürt kadınının özgürleştirilmesinden söz edilemez.
Parti Önderliği bütün sorunlara yaklaşımda olduğu gibi, kadın sorunu konusunda da derin çözümlemeler ve bu sorunun çözümlenmesi yönünde asıl öncülüğü yapmıştır. Bugün gelinen düzey kadının gelişimi ve özgürlüğü noktasında çok ileri bir düzeyi ifade etmektedir. Ancak kadının yitirilişi o kadar kötü ve ciddi ki neredeyse insanlık tarihi ile birlikte başlıyor. Bu noktada kadının özgürleşmesi ve kendi ayakları üzerinde durması öyle bir çırpıda gerçekleştirilecek bir olgu değildir. Uzun bir sürece ihtiyaç vardır. Partimiz PKK’nin bu konuda attığı adımlar, bu süreci yakınlaştırma temelindedir. Kadını özgürleştirme çabaları çok kutsaldır, çok öğreticidir. Bu açıdan Parti Önderliği’ne en çok bağlı olması gereken, çok savaşması, can vermesi, emek harcaması gereken kadının kendisi cevabı vermiş, akın akın saflara koşarak özgürleşmenin adımlarını atmaya başlamıştır. Ancak kadın olarak korkunç geriliğimiz, Parti Önderliği’nin bu yönlü çabalarına denk düşen bir gelişmeyi sağlamaktan uzak kalmamıza neden olmuştur. Mevcut durumumuzla savaşımızın genel seyrine denk, dönemsel görevlerimizi yerine getirmekten uzağız.
Özgürleşmenin yolu savaşmaktan geçmektedir. İyi savaşabilmek için iyi örgütlenmek gerekiyor. Güçlü bir örgütlenmeyi gerçekleştirebilirsek güçlü bir iradeden de bahsedebiliriz. Kadın özgürlüğünün savaştan geçtiği bugün kanıtlanan bir gerçektir. Öyle ise hedeflerimiz bellidir. Kürt kadınına özgü olan yurtseverlik, bağlılık, kararlılık, cesaret gibi olumlu özelliklerimizi devrim lehimize kullanarak, korkunç bir çabanın sahibi olmamız gerekiyor. Özgürlük için emek harcayan, gelişim sağlayan ve bu uğurda kanını döken binlerce bayan şehidimiz var. Berivan, Rahime, Bese, Ronahi, Zekiye, Mizgin ve Rahşan yoldaşlar bu şehitlerimizin içerisinde zirveleşen yaşamları ve şahadetleri ile hem ulusal kurtuluş mücadelemiz içerisinde, hem de kadın özgürlüğü konusunda önemli süreçlerin yaşanmasının öncülüğünü yapmışlardır. Bu yoldaşlarımız savaşan bütün kadın özgürlük savaşçılarına, özelde bireysel olarak bize büyük moral ve cesaret vermektedirler. Kürdistan toplumunun geri bırakılmışlığına, özelde ise kadın köleliğine olan o büyük öfkemizi düşünceyle, ideolojiyle ve politikayla birleştirerek dönemsel görevlerimizi yerine getirmeli, ulusal kurtuluş mücadelesi içindeki rolümüzü oynamalı, hem de özgürleşmenin pratik adımlarını atmalıyız.
Bu temelde bireysel olarak aldığım “intihar” gerillası olma kararını sadece kendi şahsım adına değil, başta Başkan APO ve partimiz PKK’nin çabalarına layık olma, genelde sömürülen bütün insanlığa, özelde Kürdistan halkının özgürlüğü ve Kürt kadınının özgürlük istemlerine cevap olmak ve onların temsili olmak amacıylam aldığım bu karar, bana büyük bir moral ve cesaret veriyor. Tarifi imkansız güzel duyguların sahibi olmama neden oluyor. Kadın özgürlük şehitlerimiz ve büyük direnişçilerimizin izinde yürümek, onların mirasına doğru bir şekilde sahip çıkmak çok şerefli bir duygudur. Bu şerefli görevin sahibi olacağım için kendimi şanslı görüyorum. Bin bir türlü sıkıntıya ve zorluğa katlanarak fedakarlık gösteren, emek ve çabanın sahibi olan, Kürdistan dağlarında özgürlük mücadelesi veren bütün kadın savaşçılarımızı partimiz PKK’ye ve başta Başkan APO’nun çabalarına bu temelde daha fazla örgütlenerek, güçlenerek, söz ve iradenin sahibi olarak, bunun zeminin yaratmak için de ordulaşarak cevap vereceğine ve özgür yarınları kendi elleriyle yaratacaklarına olan inancımla selamlıyorum!
Yaşasın Başkan APO Öncülüğündeki Özgürlük Savaşımız! Yaşasın PKK Öncülüğünde Savaşıp Özgürleşen Büyük Kürt Kadını! Kahrolsun Faşist Türk Devleti!”
***
Şüphesiz Zilan arkadaşın bu derinliğe ulaşmasında en önemli etkenlerden bir tanesi taşıdığı yurtseverlik bilincidir. Toprağa ve tarihe gerçek anlamını kazandıran onun uğruna verilen bedeller olduğu gerçeğinden yola çıkan Zilan arkadaş bu farkında olmayla, bunun gereklerini yerine getirmeyi bir görev olarak algılayarak bu eylemi gerçekleştirmiştir. Önder Apo da bu bilinci yaşamsallaştırmak, örgütlü ve yaşamsal bir güce dönüştürmek amacıyla Kadın Kurtuluş İdeolojisi’nin ilk maddesini yurtseverlik olarak belirlemiş, özgürlük yolunda ilerleyen her bireyin yurtseverliğin gerçek tanımına uygun yaşaması gerektiğini dile getirmiştir. Zilanca yaşamanın, onurlu ve direngen bir yaşamın, eylemin peşinde ilerlemenin en temel şartı.
“Yurtsever Kürdistan Halkına ve Devrimci Kamuoyuna!
Her halkın tarihinde o halkın kaderini değiştiren önemli olaylar vardır. Bir Fransız burjuva devrimi, Rus Bolşevik Devrimi, İslam devrimi gibi, bu halkın tarihinde büyük etkileri olduğu gibi, bütün insanlık tarihine de yön veren, etkileyen büyük olaylardandır. Yine her halkın tarihinde tarihe damgasını vuran önderler çıkmıştır. Büyük İskender, Lenin, Muhammed bunlardan bir kaçıdır. Bunlar pratikleri ile hem kendi halklarının, hem de bütün insanlık tarihinde önemli süreçleri yaşatmanın da önderleri olmuşlardır.
Kürdistan tarihine baktığımızda tarih Kürt için hep ters yazılmıştır. Kürdün tarihi baş aşağı gidişin tarihidir. İlkel komünal toplumlar ve köleci dönemde tarih sahnesinde önemli bir konumda buluna ve halklar arasında oldukça etkin olan Kürdistan insanı, Perslerin egemenliğine girdikten sonra özgürlüğünü kaybetmiş ve bir daha iradesini egemenlerin elinden kurtaramamıştır. Kürt halkı binlerce yıl farklı ulusların egemenliği altında yaşamış ve Kürdistan ülkesi her zaman farklı ulusların birbirleri ile mücadele ettikleri savaş meydanı olmuştur. Halklar az çok kendi konumlarına göre bir tarihsel gelişmeyi yaşarken, Kürt halkı tarihi çok geriden izlemiş, toplumsal gelişmesi çok ilkel boyutlarda kalmıştır. Kendi ülkesinin özgürlüğü için defalarca ayağa kalkmış, ancak gerek bunu başaracak yeterlilikte bir önderliğe kavuşmaması, gerekse de ihanetler ve örgütsüzlük bu ayaklanmaları boşa çıkarmıştır. Yakın tarihimizde de Şeyh Sait ve Dersim isyanlarının boşa çıkarılması bunun en iyi örneklerindendir. Halkımız sadece vatanını değil, bütün ulusal duygularını, dilini, yüreğini, beynini düşmana kaptırmıştır. Egemenlerin “Böl, parçala yönet” politikası çok iğrenç bir tarzda özel savaş ile bütünleşilerek halkımıza uygulanmış, “Beyaz ölüm” denilen ulusal yok oluşa zorlamıştır. İhanet ve direniş hep iç içe yaşanmış, iç ihanetler hep direnişi gölgelemeye çalışmış ve çoğu zaman da sonuç almıştır.
Bu tarihi baş aşağıya gidiş, 27 Kasım 1978’de PKK’nin resmi ilanı ile durdurulmuştur. Kürdistan insansızlaştırılmış, binlerce insanımız toplu katledilmiş, yine faili meçhul denilen kontra saldırıları ile insanlarımız bir taraftan yok edilmeye çalışılırken, sağ kalan insanlarımıza da her an ölümümün soluğu hissettirilmeye çalışılmıştır. İnsanlarımız işkence tezgahlarından geçirilmiş, bir çoğunun sağ gittiği sorgulardan cesedi çıkartılmış ve çok büyük bedeller ödenmiştir.
Savaşın en kızgın olduğu bugünlerde partimiz PKK, düşmanın topyekün saldırıları karşısında her geçen gün kendi içinde gelişme, güçlenme ve büyümeyi yaratmakta ve daha etkili, azimli vurarak zaferi yakınlaştırmaktadır. Ordulaşan gerilla güçlerimiz düşmana kan kustururken, cephemiz ERNK dünyanın dört bir tarafına dağılmış halkımızı kendi bünyesinde örgütlemekte ve düşmanın yürüttüğü bütün özel savaş politikalarını boşar çıkararak tek vücut, tek yumruk olan Kürdistan insanı her geçen güç daha fazla kendisini katarak savaşta kendi yerini almaktadır. İlan edilen Kürdistan Sürgün Parlamentosu ve kurulan ulusal ittifaklarla halk iktidarına adım adım yürümektedir. Çok ağır bedeller ödüyoruz. Çünkü karşımızda TC güçleri ve onun destekleyicisi olan emperyalist güçler var. Ama halk olarak tarihte ilk kez bu kadar güçlendik, bu kadar yurtseverleştik, uluslaştık, özgürlüğe yaklaştık. İlk kez bu kadar onurlandık, başımız önümüzde değil artık. Tüm insanlığın yüzüne kıvançla bakabiliyoruz, çünkü artık özgürlüğümüz için savaşıyoruz. Tarihe mal olmuş efsanevi güzellikle direnişlerin sahibi olan ve savaşımımızın bu başarılı gelişiminde her biri bir dönüm noktası olan büyük direnişçilerimiz Mazlum, Kemal, Hayri, Ferhat, Zekiye, Berivan, Beritan, Ronahi yoldaşların oldukları direniş geleneğine sahip çıkmak gerekiyor.
Bu temelde partimiz PKK’ye, Başkan APO’ya, büyük direniş şehitlerimize, zindan direnişçilerimize, dağlarda özgürlük savaşı veren yoldaşlarıma, ülkeme, halkıma bağlılığın bir gereği olarak “intihar” eylemini gerçekleştireceğim. Bu eylemle, halkımdan aldığım moral ve güçle düşmanın üzerine yürüyeceğim, halkımın özgürlük isteminin ifadesi olmaya çalışacağım.
Tüm dünyaya haykırıyorum!
Duyun artık! Açın gözlerinizi, biz vatanı elinden alınmış, dünyanın dört bir tarafına muhacir gibi dağılan bir halkın evlatlarıyız. Bizler artık vatanımızda, özgürce yaşama, insanca yaşama olanaklarına kavuşmak istiyoruz. Kan, gözyaşı ve zulüm halkımın kaderi olmamalı artık. Barışa, kardeşliğe, sevgiye, insana, doğaya ve yaşama en çok sevgi dolu olan biziz. Bu sevgidir bizi savaşa zorlayan. Ölmek ve öldürmek istemiyoruz. Ama özgürlüğümüzü kazanmanın da başka yolu yoktur. Bu savaşın suçlusu emperyalist güçler ve onun uşağı TC’dir. Susmak en büyük suçu işlemektir. Eğer gözlerimizin önünde akan bu kanı görüyor ve sessiz kalıyorsanız, en büyük suçlu sizlersiniz.
Bütün insanlığa sesleniyorum!
Eğer bu insanlık suçunu işlemek istemiyorsanız, Kürdistan halkına omuz verin, destek olun, Emperyalizmin dumura uğrattığı beyinlerinizin ve yüreğinizin pasını silin ve bir halkın özgürlük çığlıklarına kulak verin. Bu seste kardeşlik var, insanlık erdemleri var, dostluk var.
Yurtsever halkım!
Bu eylemle yüreklerinizin dili olmaya çalışacağım. Bizler dağlarda binlerce evladınız sizlerin özgür yarınları için bir kez değil, binlerce kez canımızı feda etmeye hazırız. Savaşımızın bu en kızgın günlerinde sizler de saflarınızı netleştirmelisiniz artık. Savaşımımızın adı halk savaşıdır, öyleyse halk savaşının gereklerini yerine getirelim. Özgürlük ağacı kanla sulanır diye bir deyim vardır. Özgürlüğünüzü ucuz terk etmemelisiniz. Şunu çok iyi bilince çıkarmak gerekiyor ki, ülkemiz çok değerli. Bunun için düşman bu kadar ısrarlı. Biz neden ısrarlı olmayalım ki? Canımızdan başka kaybedecek neyimiz var? Onurluca ölmeyi, onursuzca yaşamaya tercih edelim. Özgürlüğe çok yakınlaştığımız bu süreçte halkımızın şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonra da PKK’nin başlattığı direniş mirasına sahip çıkacağına, ödediği bunca bedelden sonra bir o kadar da ödeyeceğine ve özgür yarınları kendi elleriyle yaratarak dünya toplumları içerisinde şereflice yerini alacağına olan inancımla selamlıyorum!
Kahrolsun Emperyalizm, Sömürgecilik ve Her Türden Gericilik!
Yaşasın Ordulaşan Halk Gerçeğimiz!
Yaşasın Başkan APO!”
***
Eylemiyle etkilediği kesimler içinde en başta yer alan biz özgürlük gerillaları da Zilan yoldaşın fedailik çizgisinin mutlak özgürlüğe giden yolda en büyük silah olduğunun bilinciyle Zilan yoldaşı sürekli, her an ve nefeste hissederek, büyük eylemi ve yaşamının izinde ilerleyerek halkımızın özgürlük davasını zafere ulaştıracağız. Zilanca yaşam, Zilanca eylem, Zilanca bağlılık bizim sözümüz, yeminimizdir.
- Ayrıntılar
Şimdiye kadar AKP için her şey söylenmiş, fakat “hırsız” denmemişti. Şimdi Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesi ardından Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku grubu AKP için bu sıfatı da kullandı. AKP’yi Amed’de çaldığı milletvekilini derhal geri iade etmeye çağırdı. Yani AKP’yi milletvekili hırsızı olarak suçlamış oldu.
Gerçekten de hem AKP, hem de sözkonusu hanım kişi, sanki buna önceden hazırmış gibi ve politik ahlaktan yoksun bir biçimde bedava elde edilen milletvekilliğinin üzerine atladı. Peki insan bir düşünmez mi? Bu milletvekilliğinin bir sahibi var, seksen binin üzerinde oy alınarak bu milletvekilliği gerçekleşmiş, öyle insana bedava yedirirler mi! Belliki gözü dönmüş iktidar hırsı ve çıkar mücadelesi bunların hiçbirini akla getirtmiyor.
12 Haziran genel seçimleri ardından da seçim kampanyası sürecindeki siyasal mücadele derinleşerek devam ediyor. Seçimle birlikte Türkiye’nin önü açılacak ve sorunları çözüm yoluna girecek diye beklenirken, tersine çözümsüzlüğün daha da arttığı ve tıkanma noktasına geldiği gözleniyor. Bu durumun baş sorumlusu da kesinlikle AKP ve Tayyip Erdoğan oluyor.
Bu tıkanma sürecinin Hatip Dicle’nin milletvekilliği üzerindeki tartışmayla başladığı açıktır. Bu tartışma giderek seçilmiş milletvekilinin YSK kararıyla sözde milletvekilliğinden düşürülmesi sonucuna kadar vardı. Bazıları buna “hukuk kararıdır, uyulması gerekir” diyor. Ama hukukun da millet iradesini ifade ettiği söyleniyor. Peki hani millet iradesine uygun karar? AKP kurmayları ve özellikle Tayyip Erdoğan hep millet iradesinden daha yukarda bir iradenin olamayacağını belirtiyor. Pek hani milletin sandıktan çıkan iradesine uygun davranış? Hem de AKP’nin kendisi mal bulmuş mağribi gibi bedava milletvekilliğine sarılmaya çalışıyor.
Dahası seksen bin oyla seçilmiş olan Hatip Dicle’ye milletvekili seçildiğine dair mazbata bile verilmiş bulunuyor. Ayrıca aday olduğu sırada adaylığını veto eden YSK, daha sonra işlemlerin tamamlanması ardından Hatip Dicle’nin milletvekili seçimine katılabileceğine bizzat karar vermiş bulunuyor. Aynı YSK, iki ay önce “milletvekili olabilirsin” dediği Hatip Dicle’ye, şimdi milletvekili seçildikten sonra ise “milletvekili olamazsın” diyor. Peki, sormazlar mı: bu nasıl bir hukuk? Bu ne perhiz, bu ne lâhana turşusu!
Hatip Dicle’nin milletvekili olup olmadığı üzerine başlayan tartışmanın giderek boyutlandığına tanık oluyoruz. Bunun üzerine toplanan Hatip Dicle’nin milletvekili arkadaşları, “Hatip Dicle olmadan meclise gitmeyeceklerini” açıklamış bulunuyorlar. Dolayısıyla 28 Haziran’da toplanacağı açıklanan TBMM’nin daha ilk günde çalışamaz duruma düşeceği anlaşılıyor. Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku milletvekillerinin bu tarihi demokratik kararlara her alandan güçlü destek ve dayanışma açıklamaları geliyor. Başta Kürtler olmak üzere tüm demokratik güçler yeniden sokaklara dökülmüş bulunuyor. Halk ortaya çıkardığı demokratik iradesine güçlü bir biçimde sahip çıkıyor.
Giderek antidemokratik uygulamaların artması mevcut krizi daha da derinleştiriyor. Seçimler yapılalı onüç gün olmasına rağmen, henüz tutuklu iken seçilmiş bir tek kişi bile cezaevlerinden bırakılmamış bulunuyor. Dahası “Ergenekon Davası” tutuklusu olup da milletvekili seçilenler hakkında mahkemeler “Tahliye edilmeme” kararı vermiş durumda. “KCK Davası” tutuklusu olup da milletvekili seçilenlere ilişkin mahkemelerin ne karar vereceği ise henüz belli değil. Bu satırlar yazılırken sözkonusu milletvekilleri hala cezaevinde tutuklu bulunuyor.
Öyle anlaşılıyor ki, Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesi hem kişiye özel bir yaklaşım değil, hem de hukukî değil. Genel bir politikanın uygulanması oluyor. Bu politika Hatip Dicle için bir biçimde uygulanırken, diğerleri için de farklı farklı biçimlerde uygulanıyor. Burada Hatip Dicle olayının ayırdediciliği, başlangıç olması ve politikayı deşifre etmesi noktasında ortaya çıkıyor. Çünkü biraz daha irdelenince açığa çıkıyor ki, Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesini AKP istemiş! Siz bunu AKP karar ve talimat vermiş olarak da okuyabilirsiniz. Yani bu işi YSK düşünmemiş, AKP’nin talimatı üzerine YSK tarafından karara bağlanmış.
AKP’liler ne derse desin, gerçek tamamen böyledir. Hatip Dicle için de, diğer milletvekilleri için de sözde mahkeme kararı denerek yapılanların hepsi AKP politikalarının uygulanmasıdır. AKP, seçim kampanyası sürecinde geliştirdiği saldırılarını seçim sonrasında da bu yöntemlerle sürdürmeye çalışmaktadır. Bununla bir yandan yaşadığı seçim yenilgisinin intikamını almak, diğer yandansa gerginlik ve krizler yaratarak ABD’den aldığı güce dayanıp iktidar hegemonyasını geliştirmek istemektedir. Baskı, komplo ve oyunlarla iktidarını güçlendirmeye çalışmaktadır.
AKP’nin ana politikası buyken, başta Bülent Arınç olmak üzere benzer çevrelerde bu politikanın yol açtığı tepkileri dindirmeye çaba harcamaktadır. Bu çevreler hem nalına hem mıhına vurarak, yani hem YSK’yı eleştiriyor görünüp, hem de BDP’yi eleştirerek esasta AKP politikasına hizmet etmektedir. Bülent Arınç Efendiye göre meclisten çekilmek yanlışmış, gelip görüşlerini mecliste müzakere etmeliymişler! Buraya kadar söylenenler bir yerde normal görülebilir, fakat dahası da var. BDP’liler görüşlerini mecliste söylemeliymiş, ama bu onların söyleyeceklerinin yapılacağı anlamına da gelmezmiş! Yani Bülent Arınç’a göre, BDP’liler sadece söyleyecek, AKP’liler ise istediklerini yapacaklar! Yani AKP’nin meclisteki yaması olarak rol oynayacaklar!
Kuşkusuz AKP dinci faşist bir parti. Kürt soykırımını dokuz yıldır daha da inceltilmiş politikalarla yürütüyor. Hatip Dicle ve diğer milletvekillerine yönelik uygulamalar da bu faşist ve soykırımcı politikaların bir parçası oluyor. Fakat bize göre, Bülent Arınç’ın zihniyet ve politikaları AKP’nin faşist ve soykırımcı yaklaşımlarının en zirvesi ve tehlikeli düzeyi oluyor. Bu gerçeğin iyi görülmesi, Bülent Arınç’ın sahte gözyaşlarına adlanılmaması gerekiyor. Bülent Arınç, Kürtleri ve demokrasi güçlerini âdeta kendilerinin bir “kapatması” olarak görüyor. Yani “biz onlara herşey yaparız, onlar bize sadece hizmet eder, yama olurlar” anlayışı. İşte bu anlayış en faşist ve en soykırımcı bir anlayıştır, karşıdakini küçük görmeyi ve aşağılamayı ifade eder.
Hem Tayyip Erdoğan ve Bülent Arınç, hem de AKP’nin tüm kurmayları ve akıl hocaları çok iyi bilsinler ki, Kürtleri ve demokratik güçleri artık aldatamayacaklar. Evet, 2002’den itibaren biraz aldattılar, beklenti yaratarak zemin ve zaman kazandılar. Bir özeleştiri olarak bunu ifade etmek lazım. Ama artık bu güçler uyanmıştır. AKP’nin bütün maskeleri iyice düşmüştür. Kürtler ve demokrasi güçleri ne Bülent Arınç ve benzerlerinin oyunlarına aldanacaklar, ne de Tayyip Erdoğan şürekâsının baskılarına boyun eğeceklerdir.
İşte Blok milletvekilleri tarihi bir demokrasi kararı alarak, hem koltukta gözlerinin olmadığını ve hem de kopmaz bir birlik olarak halkla bütünlük oluşturduklarını ortaya koymuşlardır. Şüphesiz bunun devamını da halk ve mücadele güçleri getirecektir. Kürdistan ve Türkiye’deki demokratik devrimi büyütüp derinleştirerek AKP’ye hak ettiği son dersi de bu temel de verecektir.
Selahattin ERDEM
Özgür Politika
- Ayrıntılar
Herkes umutla bekliyordu ki, 12 Haziran genel seçimi olacak, ülkemizin önü açılacak, toplumun temel sorunları demokratik siyaset yöntemiyle bir bir çözümlenecek!
Fakat görünen o ki, böyle olmadı. Belkide seçimli demokrasi tarihimizin en gergin ve küfürlü seçimlerinden biri olan 12 Haziran seçimleri ardından da gerginlik ve çözümsüzlük sona ermedi. Hatta ilk defa daha açılmadan meclisi tıkayan bir durum ortaya çıktı.
Peki niye böyle oluyor? Kim bunun sorumlusu? Ülkemizin sorunları bu kadar çok tartışılıyor ve somutlaşıyorken, neden çözüm yoluna girilemiyor? Şimdi bu sorular bütün insanlarımızın kafasını kurcalıyor.
Bilindiği gibi, ülkemizde geçmişte böyle olduğunda, yani sorunlar ortaya çıkıp da demokratik siyaset çözüm üretemediğinde askeri darbeler olurdu. Şimdi ise hukuki darbeler oluyor. Tabi askeri darbelerle sorunlar çözülemediği gibi, tersine daha da ağırlaştırılırdı. Şimdi de hukuki darbeler aynı işlevi görüyor. Hatta sorunları ağırlaştırdığı gibi, yeni yeni sorunlar da yaratıyor. İster askeri, ister hukuki olsun, her zaman darbeler sorun yaratıcı oluyor.
Eskiden yapılan askeri darbelerin sorumluları her zaman belliydi. Adı üzerinde askeri darbe olduğuna göre, elbetteki bunu askerler yapıyordu. Gerçi zaman zaman siyasetçilerin askeri darbeleri kışkırttığı ve gerisinde olduğu tartışılıyordu, fakat yine de sonuçta yönetimi alan askerler darbeci sayılıyordu. Bu da daha çok üst komuta içinde, Genelkurmay'da ortaya çıkıyordu.
Şimdi hukuki darbeler sürecinde darbecinin kim olduğu konusunda aynı netlik yaşanmıyor. Kimisi diyor YSK darbesi! Kimisi diyor Yargıtay darbesi! Kimisi diyor HSYK darbesi! Şu mahkemenin darbesi, bu mahkemenin darbesi derken tartışmalar sürüp gidiyor. Özellikle AKP'nin dokuz yıllık iktidarı döneminde bu durum yoğunlaşarak sürüyor. Asker yerine bir yandan polisi devreye koyan AKP, diğer yandan da hukuku kullanıyor.
Ortaya çıkan manzaraya bakalım. Önce YSK, iki ay boyunca olur verdiği Hatip Dicle'yi milletvekili seçildikten sonra, hatta milletvekili mazbatasını aldıktan sonra milletvekilliğinden düşürüyor. Ardından mahkemeler peşpeşe seçilmiş tutuklu milletvekillerinin tahliye taleplerini reddediyor. Millet adına karar verdiğini söyleyen kurumlar, çok açık bir biçimde millet iradesini reddediyor. Tpkı generaller gibi, kendi bildiklerini millet iradesinin yerine koyuyorlar. Peki bir hukuk darbesi değil de nedir bunlar?!
Tabi bu hukuk darbesine karşı başta milletvekilleri olmak üzere toplum yoğun bir tepki gösteriyor. Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku milletvekilleri toplanarak, başta Hatip Dicle olmak üzere tutuklu milletvekilleri olmadan meclise gitmeme kararı alıyorlar. Toplum, iradesinin hiçe sayılmasına karşı tepki gösterip sokaklara dökülüyor. Ülke yeni bir tartışmanın içine sürükleniyor. Bundan çıkan sonuç: Tıkanma ve gerginlik! Çözümsüzlüğün daha da derinleşmesi! Toplum sorunlarına çözüm bulmakla görevli kurum olan meclisin kırk üyesi olmadan toplanmak zorunda kalması. Bunun da açıkça kriz ve kaos anlamına geldiği açık.
Peki bütün bunların sorumlusu kim? AKP yönetici ve yandaşlarına göre sorumlu BDP! Bu çevreler meclisi boykot kararını yanlış buluyorlar ve milletvekillerini meclise katılmaya çağırıyorlar. İyi güzel de, BDP ve genelde Blok milletvekilleri durup dururlarken mi bu boykot kararını aldılar? Böyle olmadığı çok açık. Tersine Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku milletvekillerinin "Tutuklu vekiller olmadan meclise gitmeme" kararı bir sonuç, bir tepki. YSK ve mahkemelerin hukuk darbesine karşı bir tepki. Oldukça yerinde, haklı ve demokratik bir tepki. Yoksa başka nasıl davranabilirlerdi ki!
Demekki ülkemizi seçim sonrası kriz ve kaosa sürükleyen, tıkanma ve gerginlik yaratan Blok milletvekillerinin "Meclise gitmeme" kararı değildir. Tersine bu karara da yol açan Yüksek Seçim Kurulu ve bazı mahkemelerin hukuk dışı ve siyasi kararlarıdır. Ülkeyi geren ve tıkatan, YSK ve mahkemelerin verdiği kararlardır. Bu kararlar çok açık bir hukuk darbesi niteliğindedir.
Seçim ardından bir dizi hukuk darbesiyle karşı karşıya kaldığımız artık tartışmasızdır. Kaldıki bu yeni yaşanan bir durum da değildir. Örneğin 14 Nisan 2009 tarihinde başlatılan ve Kürtlerin "Siyasi soykırım" olarak tanımladıkları "KCK Davası" da bir hukuk darbesidir. Bunun gibi onlarca olay ve dava vardır. AKP iktidarı döneminde askeri darbelerin durduğu, fakat yerine hukuki darbelerin başladığı bir gerçektir. Ama bu darbelerin sorumlusu kim veya kimlerdir? İşte anlaşmazlık bu noktada ortaya çıkmaktadır.
Kimilerine göre, bu darbelerin sorumlusu YSK ve hukuk kurumlarıdır. Çünkü kararı onlar almaktadır ve yetki onların elindedir. Yüzeysel bir bakışla bu görüş doğruymuş gibi görünmektedir. Bu nedenle de hukuk kurumları darbeci olmakla itham edilmektedir. Ancak bu görüntünün yanıltıcı ve dolayısıyla bu görüşün yanlış olduğunu bilmek gerekir. Bir kere, hukuk kurumları yasalara göre karar veriyorlar. Yasaları da TBMM yapıyor. TBMM'yi de iktidar çalıştırıyor. Dolayısıyla mevcut antidemokratik ve gerici yasaların sorumlusu AKP'dir. bunları AKP yapmamış olabilir, fakat AKP iktidarı altında varolmaları da AKP'yi sorumlu kılar.
Diğer yandan AKP hukuk alanıyla çok oynamaktadır. Siyasi iktidar olarak mahkemeleri siyasal kararlar almaya yönlendirmektedir. Dahası YSK ve mahkemeler bu kararları almadan önce AKP yöneticileri ve Başbakan Tayyip Erdoğan bu görüşleri bizzat açıklamaktadır. Örneğin Hatip Dicle'nin milletvekilliğinin düşürülmesi için AKP'nin adeta talimat vermiş olduğu basına yansımıştır. Yine seçim öncesi konuşmalarında AKP'liler, tutuklu adayları kastederek "Seçilebilirler, ama bu meclise gidebilecekleri anlamına gelmez" demişlerdir. Yani daha o zamandan tahliye edilmeyeceklerini belrtmişlerdir.
O halde, bütün bunlar darbecinin kim olduğu ve hukuk darbesinin ardında kimin bulunduğu gerçeğini aydınlatmaktadır. Hukuk darbesi nedeniyle sadece YSK ve mahkemeleri suçlamak doğru değildir. Darbeleri yapan ve yaptıran AKP'nin kendisidir. Bunlardan dolayı AKP suçlanmalı ve sorumlu tutulmalıdır. Şimdiye kadar generaller emirleri altındaki askerleri darbelerde nasıl kullandlarsa, AKP'de siyasal darbelerinin emrinde hukuku o düzeyde kullanmaktadır.
Demekki seçim ardından gerginlik ve tıkanma yaratan, kriz ve kaosa yol açan AKP'nin kendisi olmaktadır. Bir de bu durumu AKP bilinçli olarak yaratmaktadır. Bu gerginlik ve kriz ortamından fayda sağlamayı ummaktadır. Güya bu biçimde herkesi korkutacak, ürkütecek, geriye itecek ve böylece seçimde kazanamadığı güce bu yolla ulaşacak! AKP'nin yeni hesabı ve politikası budur. Bu gerçeği görerek, bu politikaları boşa çıkartıcı tutumlar geliştirmek gerekir.
Bu açıdan Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku milletvekillerinin kararı tamamen yerindedir, demokratiktir ve demokratik toplumu temsil etmektedir. Dolayısıyla hangi partiden olursa olsun tüm demokratik güçler tarafından desteklenmesi gerekir. Herkesin bu demokratik mücadeleye katkı sunacak eylemler içine girmesi gerekir. AKP'nin hukuk darbesi ve yaratılan tıkanma ancak böyle bir demokratik tutum ve mücadeleyle aşılabilir.
Adil BAYRAM
Özgür Gündem
- Ayrıntılar
Türk devlet güçleri bir gurup gerillamızın Kastamonu’da gerçekleştirdikleri bir uyarı eylemi ardından ne kadar güçleri varsa hepsini adeta Kastamonu ve komşu şehirlerine yığarak bir karşı hamle başlattılar. Ve halen birçok yerde bu saldırıların devam ettiğini biliyoruz.
Che Guevera öncülüğünde 1967 yılında Amerikan emperyalizminin Güney Amerika’da kök salmaması ve de halkların kendi kaderlerini kendilerinin belirlemesi için bir gurup gerilla Bolivya’da gerilla hareketini başlatmışlardı. Bolivya’da ne olup bittiğini biz daha sonra yayınlanan Che’nin günlüklerinden biliyoruz. Zorlukları, karşılaştıkları güçlükleri, ABD saldırılarını derken, kaçışlar, ihanetler ve tabii ki daha önceleri söz veripte sözlerini yerine getirmeyen solcuları da burada ne yaptıklarını öğreniyoruz.
Che ve arkadaşları belirli bir çalışma yürütürler. Ancak bir noktadan sonra özel timlerle, Amerikan askerlerinin direk müdahalesi ve Bolivya ordusunun saldırıları şiddetlenir. Dozajı yükseltilir. Ve 8 Ekim 1967 yılında Che’nin de içerisinde bulunduğu birlik kuşatılır, sert çarpışmalar ardından Che yaralı ele geçer. Ancak Che’nin yaralı halinden bile korkan Yankeeler yerli işbirlikçileri devreye koyarak 9 Ekim 1967 yılında katlederler. Öyle ki cenazesinin halklara ulaşmasından öcü gibi korkan Yankeeler cenazesini bile saklarlar. Ve uzun yıllarda saklı tutmasını başarabilirler. Ama Che’nin halkların yüreklerinde kutsal kabul edilmesini ve de binlerce, on binlerce kilometre uzaklarda bile halkların yüreklerine işlemesini ve bir sembol haline gelmesinin önünü alamazlar. Esasta söylemek istediğimiz Che ve yoldaşlarının devasa bir emperyalist güce karşı kıt kanaat imkânlarla, yine yaşanan ihanet ve işbirlikçiliğin sonucu olarak ancak katledilebilirler.
Şimdi 21. yüzyılda yaşıyoruz. Emperyalist devletlerin ve onların uydu devletlerinin ellerinde teknik imkânlar çok fazla. Öldürücü teknikler çok daha gelişkin. İstihbarat bilgileri çok daha rafine ve somut. Ve tabii ki birde dinleme cihazları ve teknikleri artık uydularla yürütülüyor. Yani telekomünikasyon çağında ve süper imha ve yok etme tekniklerinin en gelişkin olduğu bir çağdayız.
Özcesi 1967 yıllarında yaşamıyoruz. 1920’li-1930’lu-1940’lı yıllarında hiç mi hiç yaşamıyoruz. Dünyanın adeta teknik takiple neredeyse bir köy haline geldiğini iddia edildiği bir çağda yaşıyor ve bu çağda gerillacılık yapıyoruz. Bir halkın umudunun sönmemesi için, bir halkın siyasal, sosyal ve kültürel kimlik taleplerinin kabul edilmesi için inadına bir özgürlük savaşı veriliyor, veriyoruz.
Hani bir arkadaşımız gerillayı tanımlarken diyor ya:
“Gerilla başkaldırır. Sana ait olmayan yaşama, seni tutan zincirleri kırmaktır. Ve ufukta görünen güneşe hızla koşup onunlaşmaktır.
Gerisi karanlıklara karşı savaşmak savaştıkça aydınlaşmak, ışık olmak. Gerilla budur işte. Yani ışık.
Karanlığa karşı ışığı tanımlamak kolay tarafı da budur işte. Bir yürüyüştür. Öncüsünün ardından özgürlüğe yönelen bir yolcu gibi.
Arzu edilen yaşanılmamış olanın yaşanılması ve insanlığa armağanıdır. Yaratacak olan eserin adı.
Gerilla geçmişe yeniden bir bakıştır. Yeniden yaratmaktır” diye, aynen öyledir gerilla.
İşte gerilla inadına 21. yüzyılın tüm teknik dezavantajlarına, teknik donanımsızlıklara karşı kendisiyle birlikte bir halkın geleceğini var etmenin mücadelesini verirken tüm zorluklara göğsünü siper ederek karşı durmasını esas alan bir özgürlük gücüdür.
Dediğimiz gibi bir gerilla birliğimiz demeyeceğiz, çünkü bir gerilla birliğimiz değildi Kastamonu’da on binlerce faşizan askeri ve polis gücünü uğraştıran. Sadece ve sadece bir gerilla birimimizdi Kastamonu’da harekete geçen. Ve bir aydır tüm özel savaş merkezlerini uğraştıran da sadece ve sadece bir birimimizdi. Kendi basınlarına yansıttıkları kadarıyla binlerce asker, polis ve özel timi küçücük bir birimimizin üstüne saldılar. Ve sadece bu sayısal olarak on binleri aşan bir savaş gücünü yoldaşlarımızın üstüne salmadılar.
Cümle cemaat ne kadar dostları varsa hepsinin teknik donanımı da alarak teknik takibe almaya çalıştılar. Sadece bu teknik imkânları da kullanmadılar. Hayır, küçücük olan birimimiz Kastamonu’ya açılırken ne yol biliyor, ne yolak ve ne de bir kitle destekleri vardır. Önceleri güzergâhlarını da etüt etmemişlerdir. Önceleri yollarına erzakta gömmemişlerdir. İlişkileri yoktur. Sol hareketlerden de destek almamışlardır. Ve onlar sadece kendi yüreklerini küçücük bedenlerine yükleyerek yollara düştüler. Özgürlük savaşını Türkiyeleştirmek için yollara düştüler.
Ve unutmayalım; bir küçücük birim, hem de çok küçük birim. Yol bilmez, yolak bilmez bir birim. İlişkisi olmayan bir birim. Ve birde Türkiye’de hazırlığı olmayan bir birim. Ama Türkiye’yi bir aydan fazla uğraştırmış ve halen de uğraştırmaya devam eden ve devam edecek olan küçücük bir birim.
Şimdi tekrar 1967 yıllarına dönelim. Che’nin yaralı halinde korkanlar, Che’nin yaralı görüntülerinin dünyaya yayılmasında yaşanacaklarda korkanlar Che’yi katlettiler. Ve şimdi arada tam 44 yıl geçmiş bu kez yer Bolivya değildir. Bu kez yer Türkiye’dir. Karadeniz’dir. Bu kez katledilen Che değildir. Bu kez katledilen gencecik ve körpecik olan Seyit Rıza- Sarcan Buluc yoldaşımızdır. Dersimli Seyit Rıza yoldaşımızdır. Ve tüm bu korkular Seyit Rıza gibi yoldaşlarımızdan…
Seyit Rıza yoldaşı yazmaya devam edeceğiz.
K. Nurhak
- Ayrıntılar
Ve ozan der ki;
“Umutsuzluk yasak
Yılgın türküler söylemek de
Çünkü yürüyor umudun ordusu
Umutsuzluğu kurşuna dizerek”
‘Ordu’ sözcüğünün hemen herkeste ilk etapta yaptığı çağrışımlar zor ve şiddet olguları olmaktadır. Böylesi çağrışımlar gelişmesi son derece doğaldır ki, bu ordu örgütlenmelerinin yapısından ve çıkış esaslarından kaynaklanmaktadır. İlk ordu örgütlenmelerinden tutalım günümüz çağdaş ordu yapılanmalarına kadar tüm askeri sistemler karakterleri gereği, zor ve şiddet içerikli örgütlülüklerdir. Yalnız, sınıflı uygarlığın doğuşundan günümüze değin tahakküm esaslarına dayalı ordulaşmalar kadar, özgürlük ilkelerini esas alan ordu yapılanmaları da sürekli karşılıklı bir gelişim sergileyerek var olagelmişlerdir. Burada amaç ve araç ilişkisinin önemi öne çıkmaktadır. Hiyerarşik zihniyetin ürünü olan ordu örgütlenmelerinin amacı, tahakküm yoluyla hegemonik yapılanmayı güçlendirmekken, ezilen kesimlerin savunma direnişlerini üstlenen ordu örgütlenmeleri özgürlüğü ve eşitliği amaçlamaktadır. Bu farklı iki ordu yapılanmasındaki zor ve şiddet anlayışlarında ince bir çizgi ayırımı bulunmaktadır. Egemen sistem orduları, zor ve şiddete dayalı zihniyet temelinde kurumlaşırken, ezilenlerin özgürlük mücadelesi amacıyla örgütlenen askeri yapılanmaları meşru savunma dışında zora ve şiddete başvurmazlar. Kendi öz güvenliğini sağlama ve gelişen iç ve dış saldırılara karşı direnme hakkının dışında şiddet ve zora başvurmak, örgütlenme amacıyla çelişir. Bu da amaçtan uzaklaşmayı getireceği gibi, karşısında mücadele yürüttüğü tahakküm ve hiyerarşik zihniyetin zor ve şiddet çizgisine düşme hatasını ortaya çıkarır.
Bilindiği gibi, tahakküm ve itaate dayalı hakîm sistem paradigmalarının şiddet içerikli temel kurumlaşmalarının başında ordu örgütlenmeleri yer almaktadır. Devletçi otorite, itaat ve komuta sistemini esas olarak ordu aracılığıyla yürütmektedir. Ordu, yazılı tarihin başlangıcı olarak kabul edilen sınıflı toplum uygarlığının doğuşundan günümüze değin süregelmiş devletçi geleneğin en temel zor aracıdır. Kaldı ki devleti devlet kılan, yani bir tahakküm ve hükümranlık erkine dönüştüren de askerlik ve politikanın gelişmesi olmuştur. Temelleri M.Ö. 3000’lerde Sümer rahipleri tarafından Aşağı Mezopotamya’da atılan devletin ideolojik bir donanımı sağlamadan neolitik toplumun özgür yaşamı yerine egemenliğe dayalı yaşamı insanlara kabul ettirebilmesi düşünülemez. Ürün fazlasının zigguratlarda toplanması ve ilk süreçlerdeki ortak kullanımı, zorun gelişimine çok fazla olanak tanımamıştır. Demokratik Konfederalizm Önderliği, Sümer rahiplerinin ürün fazlalarını ziggurat denilen tapınaklarda toplayıp ortak dağıtımını esas almalarının son tahlilde komünizme yakın olduğunu belirtmektedir. Esas devletçi tahakküm, teolojiye dayalı ideolojilerin yaratımı ve böylelikle ürün fazlasına ve bununla birlikte kadının toplumsal konumuna el konulmasıyla açığa çıkmıştır. Zordan ziyade ideolojik ikna yoluyla öncelikle zihniyette kurumlaşmaya başlayan devlet olgusu, artık insan yaşamının tüm dokularına nüfuz etmeye başlamıştır. Zor ve şiddetin ortaya çıkışı da artık belirginlik kazanmıştır.
İnsanların neolitik toplumun özgür yaşam dünyasından kopmak istememeleri ve direnmeleri zorun doğuşuna kaynaklık etmiştir. Başta tapınaklarda toplanılan artı ürünün korunması amacıyla ortaya çıkan askerlik görevi yerini devlet hiyerarşisinin tahakkümünü birey ve toplum üzerine zorla dayatan ve şiddete başvuran biçimine bırakmıştır. Üretimin erkeğin eline geçmesiyle başlayan ve hiyerarşik zihniyetin kurumlaşmasıyla giderek hız kazanan kadının toplumsal statü kaybı, esas itibariyle tanrılar karşısında giderek statü kaybeden insanı ortaya çıkarmıştır. Bu toplumsal çürümenin ve ahlaki çöküntünün de başlangıcı olmaktadır. Kadının yaşam dışılığa itilişi söylencelere de yansıtılmakta, yönetici, asker ve komuta olan erkek, savaşın galibi olarak tahta oturmaktadır. Babil Yaradılış Destanı olan Enuma-Eliş’teki Marduk-Tiamat savaşımı, bunu çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. Başta Marduk’a karşı savaşan ve güçlü bir direniş sergileyen Tiamat, şiddet yüklü erkek komutan karşısında yenilmekte ve paramparça edilerek yaşamdan silinmektedir. Bundan sonra ‘kadın elinin hamuruyla erkek işine (yöneticilik, sanat, kültür, ekonomi, politika, askerlik vb.) karışmazken’ savaşçıları Marduk’un izinden yürümeyi en kutsal görev olarak belleyeceklerdir. Şiddet böylelikle insanın günlük yaşamının bir parçası haline gelerek, topluma ve onun bir yansıması olarak doğaya hükmedecektir.
Şiddet ve savaşların ortaya çıkışını değerlendirirken, ‘sınıflı toplum öncesi şiddet ve savaşlar hiç yaşanmadı mı?’ şeklinde bir soru akla gelebilir. Elbette ki ilkel klan topluluklarında da belirli bir şiddet eğilimi görülmektedir. Fakat bu süreçte gerçek anlamda ne savaşlara zemin bulabilecek insanın insana tahakkümü -çünkü jerontokrasi de dahi şiddete dayalı bir hiyerarşiden ziyade yaşlılarla gençlerin karşılıklı birbirlerine destek sunmaları ve ihtiyaç duymaları mevcuttur- ne de doğayı yedeğine alan bir tahakküm anlayışı mevcuttur. Zaten dönemin üretimi artı ürüne olanak vermediğinden bir savaş olayından da söz edilemez. Klanlar arası yürütülen savaşlar daha çok kavga düzeyinde yürütülen mücadelelerdir. İki ayrı klan topluluğu arasında çıkan anlaşmazlıklar genelde yaşam alanları üzerinde çıkan çelişkilerden kaynaklanmışlardır. Hegemonyaya dayalı şiddet olgusu, erkek egemen sisteminin ortaya çıkışı ve tüm yaşam alanları üzerinde tahakküm kurmaya başlamasıyla günümüze kadar süregelen ilk biçimlenişini almaya başlamıştır. Kadının yaşam otoritesini kaybetmeye ve ikinci plana düşmesiyle beraber eşitlik ve özgürlüğe dayalı yaşam anlayışı yerini itaat ve komuta sistemine bırakmıştır. Sosyal, siyasal, ekonomik vb. tüm alanlarda kadın tahakküme maruz kalmıştır. Dahası tahakküm yalnızca bu alanlarla sınırlı kalmakla yetinmemiş, kadının duygu, düşünce, ruhsal dünyasında da yer edinmeye başlamıştır. En planlı ve programlı tahakküm ve şiddetin kadın üzerinde yürütülmesi, birey dünyasındaki büyük kırılma ve parçalanmaların da başlangıcını teşkil etmektedir. Tahakküm altına alınan kadın, aslında tahakküm altına alınan insan dünyasıdır.
Tahakkümün kadın dünyası üzerinde temellerini atmaya başlaması giderek erkeğin hemcinsine karşı da tahakküm ve itaat sistemini geliştirmesini beraberinde getirmiştir. İlk olarak insanın insan üzerinde geliştirdiği tahakküm, doğa üzerinde de etkisini göstermeye başlamış ve insana uygulanan şiddet, doğayı da içine almaya başlamıştır. Kadının düşürülmesiyle başlayan insanın doğal gelişim evresinden uzaklaşması, doğa tahribatının da temel verisi olmuştur. Şiddet, artık sistemli ve programlı yürütülmeye başlanmıştır. Askerlik tapınakların ve elde edilen ürünlerin korunmasını sağlayan güvenlik birimleri olmaktan çıkarak, zor ve şiddet uygulamasının temel aracı haline gelmiştir. Oluşturulan ordu sistemleri yıkım ve işgal mekanizmaları olarak işlerlik kazanmaya başlamıştır. Orduların devreye girmesiyle işgal ve talana uğrayan yalnızca insanlık değerleri değil, bununla birlikte en fazla hezeyana uğrayan doğa ve çevre olmuştur. Toplum yaşamındaki bozukluklardan ekolojik yaşam da yeteri kadar nasibini almıştır.
Toplumun ve ekolojinin içinde bulunduğu tahakküm sistemini ortadan kaldırmak ve yeniden eşit-özgür esaslara dayalı bir yaşam anlayışını oturtmak elbette ki, güçlü ve sağlam temellere dayalı bir savaşımı gerektirmektedir. Bu sağlam temelin oturtulması her şeyden önce yeniden inşada güçlü bir harcın oluşunu öncelikli kılmaktadır. Güçlü savaşımlar güçlü ideolojilere dayandıkları müddetçe başarıya ulaşabilirler. Devletçi zihniyetin bin yıllardır ayakta kalmasını sağlayan, dayandığı güçlü ideolojik harçtır. Tahakküm ve itaat zihniyetinin yıkılması ve yerine demokratik kriterlerde yeni bir zihniyetin yerleşmesi yine güçlü bir ideolojik donanımı gerektirmektedir O halde erkek egemen sisteminin ortadan kaldırılmasında meşru savunma anlayışı temelinde bir ordulaşmanın varlığı da en temel araç olmaktadır. Devletçi otoritenin erkek karakterli ordularına alternatif kadın ordulaşmasının varlığı bu anlamda önem kazanmaktadır.
PKK hareketi içinde gelişen ve büyüyen kadın ordulaşması öncelikle ters yüz edilen insanlığın yeniden doğal yaşam evresine girmesinin savaşımını vermekle yükümlüdür. Zorunlu meşru savunma dışında zora ve şiddete başvurmamak HPG örgütlenmesinin temelini oluşturduğu gibi, kadın ordulaşmasında da bu öncelik taşımaktadır. Nitekim özünde zor ve şiddeti içermeyen kadının, buna başvurması özüne ters düşmeyi getirir. Erkek egemen sistemin tahakküm anlayışına, diğer bir deyişle karşıtına dönüşmeyi ortaya çıkarır. Özüne ters düşmemek güçlü ideolojik donanımı ve tarih bilincini gerekli kılmaktadır. Kaldı ki, insanlaşmanın ilk evresinde dahi kadının belirli bir meşru savunma anlayışı bulunmaktadır. Erkek şiddetine ve yıkımına karşılık geliştirdiği tabular, kadının ilk meşru savunma duruşunu da ortaya koymaktadır. Bu verilerden hareketle ele aldığımızda insana ve doğaya tahakkümü içermeyen kadının bu ilkel biçimindeki meşru savunma anlayışı, öz itibariyle insanlığın gerçek anlamdaki meşru savunma anlayışını da ortaya koymaktadır. Kadın ordulaşması meşru savunma anlayışının iskeletini bu özden almakla birlikte, Önderliğimiz’in oluşturduğu ideolojik çizgiyi esas alarak bir savunma anlayışını içermektedir.
Diğer bir açıdan ele aldığımızda kadın ordulaşması mevcut egemen erkek ordularına karşı da bir savunma anlayışını içermektedir. Alternatif bir ordu olması öncelikle bu anlamda önem taşımaktadır. Erkek karakterli orduların hiyerarşik sisteme hizmet etmenin temel aracı olmalarının aksine, kadın ordulaşması her türlü hiyerarşinin yıkılmasını amaçlamaktadır. Hiçbir devlet, ulus, sınıf ve cinsin egemenliğini amaçlamayan, insanın insanla ve doğayla karşılıklı bağımlılık ve tamamlayıcılığına dayalı demokratik-ekolojik topluma ulaşmak temel hedefi olmaktadır. Tahakküm öncelikle erkeğin kadın üzerinde hegemonya kurmasıyla açığa çıktığına göre, insanın insanla ve doğaya tahakkümünü barındırmayan bir politik ahlaki toplum modeline ulaşmak da yine her iki cins arasında bir tamamlayıcılık etiğinin oluşturulmasına bağlıdır. Nitekim insanın doğal özden uzaklaşması, vicdani ve ahlaki etikten uzaklaşmasıyla başlamıştır. Her iki cins arasında baş gösteren eşitsizliğin ortaya çıkışı, toplumun vicdani ve ahlaki çöküntüsünün de başlangıcını teşkil etmektedir. Bu durumda yeni bir zihniyetin oluşumu kadar, yeniden eşitlik ve özgürlüğe dayalı bir ahlak ve vicdan devrimi de önem kazanmaktadır. Kadın ordu gerçekliği sistem paradigmalarına karşı mücadele yürütmenin temel araçlarından biri olurken, esas itibariyle bu yeni zihniyet ve vicdan devriminin öncülük misyonunu da taşımaktadır.
Alternatif bir ordu olma gerçekliğinin bugüne kadar daha çok soyut bir kavram olarak dile getirilerek içeriğinin tam doldurulamaması, kadın ordulaşmasında yaşanılan yanılgı ve yetersizliklerin temel kaynağını oluşturmaktadır. Hâlbuki hiyerarşik sistem soyut bir kavram değil, başta kadın dünyası olmak üzere yaşamın her alanında tahakkümünü pekiştirmiş somut bir olgudur. Buna karşı mücadelenin de aynı somutlukta ve derinlikte yürütülmesi önem taşımaktadır. Kadın özgürlüğünün tüm özgürlüklerin temelini teşkil etmesi, mücadelenin ne denli keskin olması gerektiğini ve kadın ordulaşmasının gerekliliğini ortaya koymaktadır. Kadın ordulaşmasına yanılgılı ve yetersiz yaklaşımların yaşanması hem bu gerçekliğin yeteri düzeyde kavranmamasından kaynaklıdır. Gerek erkekte gerekse kadında ortaya çıkan bu yanılgılar, itaat ve komuta mantığını esas alan hiyerarşik yapılanmanın bir yansıması olmaktadır. Bu anlamda hiyerarşinin öncelikle zihniyette yıkılması önem taşımaktadır.
Hiyerarşiyi ele alırken şöyle bir soru akla gelebilir; “Kadın ordulaşmasında hiyerarşinin varlığı gerekli midir veya hiyerarşinin varlığı kadın özüne ters düşmez mi?” Bu aşamada önem kazanan husus, optimal bir dengenin sağlanması gereğidir. Unutulmaması gereken diğer önemli bir nokta da, hangi açıdan ele alınırsa alınsın ordular piramit yapılanmalardır ve belirli bir hiyerarşik düzeni içermektedirler. Dikey örgütlenme modelleri olduklarından yatay örgütlülüğe geçmeleri ordunun dağılması anlamına gelecektir. Fakat her iki örgütlülük biçiminin optimal dengesini yakalamak hiyerarşinin yıkımını hedefleyen bir ordu gerçekliği açısından önemlidir. Bu, üstten belirlenimci itaat ve komuta düzeninin aksine, karşılıklı bağımlılık ve demokratik ölçekleri esas alan bir ordu anlayışına ulaşmayı ifade etmektedir. Hiyerarşik zihniyetin komutanlık ölçülerinin aşılması orduda demokratik yapılanmanın oluşmasının en temel etmeni olmaktadır. Ordunun varlığı açısından optimal dengenin yakalanmasıyla oluşturulacak bir hiyerarşinin varlığı kadar, ordunun iç örgütlenmesinde demokratik bir yapılanmaya ulaşmak da büyük önem taşımaktadır. Optimal dengeyi sağlayacak olan da esas itibariyle bu demokratik örgütlenme modeli olmaktadır.
Kadın ordulaşması yeni toplum modelinin kuruculuğunda kadının meşru savunma gücü olarak öncülük misyonuna sahiptir. O halde bir özgürlük ordusunda bireyin yaratımı da en öncelikli üzerinde durulması gereken husus olmaktadır. Bu ordu içerisinde sınırsız bir birey özgürlüğünü ifade etmediği gibi, emir-talimat zincirini de içeren, fakat aynı zamanda ordu örgütlülüğüyle birey arasında karşılıklı bağımlılık esasını da göz ardı etmeyen bir anlamı taşımaktadır. Orduda birey olgusunun ve inisiyatifinin öne çıkması öncelikle zihniyette değişikliği getirecek temel etmen olacaktır. Erkek egemen karakterli orduların bireyi hiçleştiren ve yalnızca amaca ulaşmada bir şiddet aracına dönüştüren zihniyeti, ancak demokratik bir ordu yapılanmasına ulaşılmakla aşılabilir. Amaç-araç ilişkisinin doğru bağıntısı kurulduğu takdirde ordu ve özgürlük arasındaki karşılıklı bağımlılık kadar, birey özgürlüğü ve toplumsal özgürlük arasındaki bağın doğru tanımlanması da gerçekleşecektir. Kadın ordulaşmasının da öncelikli ele alması gereken konu, demokratik birey olgusunun yaratımı olmaktadır. Öncülüğü esas alan bir örgütlülükte bireyin yaratımı sağlanmadan ve hiyerarşinin hizmetinde çalışan bir araç olmaktan çıkarılmadan ne gerçek bir özgürlük gerçekleştirilebilir, ne de özgürlük amacına hizmet edilir.
Kadın ordulaşmasında kaba materyalist, determinist yaklaşımların aşılması insan olgusunu özne olarak ele alan felsefi bakış açısının kazanılmasıyla gerçekleşebilir. Böylesi bir felsefi bakış açısına ulaşmak aynı zamanda kadının çağdaş neolitiğin gücüne ulaşmasını da getirecektir. İnsanı bir hükmedebilme alanı olarak gören yaklaşımın öncelikle de komutanda aşılması, genel ordu düzeninde de belirleyici bir etkide bulanacaktır. Egemen sistem ordularının bireyi hiçleştiren ve yalnızca emir-komuta zincirinin bir uygulama aracı olarak gören yaklaşımın komuta kişiliğinde yıkılması asıl öncülük rolünü de açığa çıkaracaktır. ‘Ordular komutanların gölgesidir’ belirlemesinden hareketle de ele alabileceğimiz gibi, demokratik bir komuta kişiliği demokratik bir ordu örgütlülüğünü de beraberinde getirecektir. Kadın ordulaşmasında felsefi temeller yerli yerine oturtulmadığı müddetçe, ideolojinin güçlü bir savunuculuğu ve yürütücülüğü de gerçekleşmeyecektir. Bu açıdan, ordu gerçekliğine yaklaşırken bilimsel esaslar çerçevesinde ordulaşmanın gerekliliği ve özgürlük bağlantısı doğru çözümlenmek durumundadır.
Günümüz hiyerarşik sistemin ordu örgütlenmelerinde de kadın savaşçı ve komutanların varlığına rastlanmaktadır. Fakat başta İsrail, İngiltere ve ABD gibi devletler olmak üzere emperyalist ordu güçlerinin bünyesinde yer alan kadın askerlerin varlığı tamamıyla tahakküm sisteminin hizmetinde kullanılan bir araç olmanın ötesine gidememektedir. Özgürlük amacını taşımayan bir kadın askerleşmesinin ne denli özüne ters düştüğü ve karşıtına dönüştüğü bu ordulardaki kadın gerçekliğinde bariz bir şekilde açığa çıkmaktadır. ABD’nin Irak müdahalesinde yer alan kadın askerlerin durumu oldukça çarpıcı olmaktadır. Şiddetin ve insan dışılığın kadın eliyle yürütülmesi ve kadının Ortadoğu’ya yönelik şiddet politikasında en temel araç olarak kullanılması egemen ordularda kadına biçilen misyonu da açığa çıkarmaktadır. Kadın, en derin köleliği yaşamaktan öteye bir misyona sahip değildir. Nitekim şiddetin ve yıkımın en ağır sonuçlarının yaşandığı II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda dahi egemen erkek orduların kadına olan bakış açıları kullandıkları terimlere dahi yansımıştır. Kullanılan atom bombalarına ‘Oğlancık’ ve ‘Şişko Adam’ gibi isimlerin verilmesi şiddete yüklenen erkek temalarını ortaya koymaktadır. İnsan ve doğa yıkımında en tahripkâr sonuçları açığa çıkaran atom bombalarının kullanılmasında başarı halinde oğlan çocuklarının, başarısızlığı halinde ise, kız çocuklarının doğduğunun şifre olarak kullanılması dahi şiddetin erkek mantığını ele vermektedir. Böylesi bir zihniyette herhangi bir kadın özgürlüğünden söz edilemez. Kadının yükleneceği misyon, ancak erkek karakterinde tahakküme hizmet eden derin kölelik olabilir. Kendi kimliğinden soyutlanmış ve öz gerçekliğinden uzaklaşmış kadın, ancak şiddetin en yıkıcı aracı ve en çirkinleşmiş insan portresine sahip olabilir. Ne denli askerleşme iddiası olursa olsun, çizeceği portre erkek karikatürü olmanın ötesine gidemeyecektir.
Diğer bir açıdan halkların özgürlük mücadelelerini yürüten ordu güçlerinde yer alan kadın askerlerin konumunu değerlendirdiğimizde, ortaya çıkan tabloda da çok fazla kadın özgürlüğünü esas alan bir oluşuma rastlayamamaktayız. EZLN, ETA vb. gibi halk direniş ordularında dahi kadının ordu içindeki misyonu, sıradan ve genel özgürlük savaşımının dışında mücadelenin ötesine gidememektedir. Her ne kadar EZLN hareketinde belirli bir eşitlik anlayışı bulunuyorsa dahi, direkt kadın özgürlüğü ve özgünlüğünü esas alan bir oluşumun varlığı bulunmamaktadır. Özgürlük mücadelesinde kadına önemli bir misyon biçilmekle beraber, kadının ordu içerisindeki örgütlülük düzeyi, genel örgütlenme düzeyinin dışına çıkamamaktadır.
Kadının ordulaşma gerçeği öncelikle bin yıllık köhnemiş zihniyete başkaldırı, ‘olmaz’ denilenin reddi ifadesini taşımaktadır. Kaybedilen topraklarda yeniden başkaldırı yeni bir cinsiyet devrimine gidişin en önemli dayanağı olmaktadır.
- Ayrıntılar
Seçim günü yazmak hem neşeli, hem de zor. Uzun, sert ve yorucu bir seçim maratonu ardından şimdi herkes oyunu veriyor. Bu satırlar okunurken sonuçlar netleşmiş olacak. Fakat benim bekleme şansım yok, yazmak zorundayım.
Aynı zorluk siz okuyanlar için de geçerli. Çünkü netleşmiş seçim sonuçları üzerinde tartışıyor, olası gelişmeleri yorumluyor olacaksınız. Böyle bir durumda şimdi benim yazacaklarımın ne değeri olabilir? Ya da ben ne yazmalıyım ki değer ifade etsin?
Seçim sonuçları tartışılırken seçim dışı şeyler yazmanın da pek anlamı olmayabilir. Seçim sonuçları üzerine fal bakar gibi yazmak da elbette anlamlı değildir. Ama olası seçim sonuçlarının ne anlam ifade edeceği üzerinde durmak yararlı olabilir.
12 Haziran seçimlerini değerlendirirken, her şeyden önce adil, demokratik bir seçim olmadığını, yani eşit koşullarda bir yarışın gerçekleşmediğini belirtmek gerekir. Çünkü yüzde on seçim barajı nedeniyle başta BDP olmak üzere çok sayıda parti seçime girememiş, bağımsız adayları desteklemek zorunda kalmıştır.
Yine içerikli ve seviyeli bir seçim tartışması da ne yazıkki yaşanmamıştır. Kısır sözlerle birbirini suçlama, demagoji, küfür, hakaret seçim meydanlarına egemen olmuştur. Son derece gergin ve sert bir seçim kampanyası yürütülmüştür.
Kuşkusuz bu durumun birinci dereceden sorumlusu AKP’dir. Hem birinci ve hem de iktidar partisi olarak AKP’nin üslubu yumuşatması ve tartışmalara içerik katması gerekirken, tersine baştan itibaren gerginlik ve sertlik yanlısı olup demagojik bir üslubu esas almıştır. AKP en çok “çılgın” kelimesini sevmiş ve çılgınca bir seçim kampanyası yürütmüştür.
Elbette AKP’nin en tehlikeli çılgınlığı da PKK Lideri ve BDP’ye ilişkin söz ve davranışları olmuştur. Bunlar AKP ve Tayyip Erdoğan’a çok şey kaybettirdiği gibi, toplumu bölen ve geren sonuçlar yaratmıştır. Kısaca AKP ve Başbakan Tayyip Erdoğan ülke ve toplum açısından ciddi tehlikeler yaratan bir oyun oynamıştır.
Öyle anlaşılıyor ki, AKP’nin başlangıçtaki sertliği, bu biçimde daha fazla oy alabileceği hesabına dayanıyordu. Fakat seçim kampanyasının sonuna doğru adeta bir histeri düzeyinde içine yuvarlandığı çılgınlık, kaybettiğini görmenin yarattığı hırçınlık ve basitlik oldu.
Elbette seçim sonuçlarının ne olacağı, kimin kaybedip kimin kazanacağı sandıklar açıldıktan sonra belli olacak. Ancak sandıktan ne çıkarsa çıksın, bu seçimden AKP’nin ciddi bir biçimde yıpranarak çıktığı kesin bir gerçektir.
Bu genel tanımlar ardından, seçimden çıkabilecek bazı olası sonuçların ne anlama geleceği üzerinde duralım.
Bunlardan bir tanesi kuşkusuz AKP’nin seçim öncesi gücünü koruyarak yeniden iktidara gelmesi olacak. Her ne kadar AKP’liler oy oranlarını arttırmayı ve meclis gruplarını büyütmeyi hesap etseler de, bunun çok zor ve zayıf bir ihtimal olduğu açık. AKP yapsa yapsa en fazla mevcut oy oranını koruyabilir ki, bu da kendisi için ciddi bir başarı olur.
Bu durumda, yani AKP’nin mevcut gücünü koruduğu durumda ülkemizin daha ağır bir çatışma ve savaş içine sürüklenme olasılığı güçlüdür. Başbakan Tayyip Erdoğan ve AKP sözcülerinin seçim sonuna doğru yaptıkları açıklamalar, “idam”dan söz edilir hale gelmesi bunu göstermektedir. Belliki AKP böyle bir gücü kendi iktidar hegemonyasını tam oturtmak için kullanacaktır. “Bir daha kazanamam” kaygısı onu daha da saldırgan yapacaktır. Kürtlerle savaş ve halkla çatışma AKP’nin genel politikası olacaktır.
Diğer bir olasılık, Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun seçim meydanlarında gösterdiği başarıyı sandığa da taşıması ve birçoklarının belirttiği gibi 35 civarı milletvekiliyle meclise girmesidir. Hiç kuşkusuz bu durum, birincisinin tersine gelişmelere yol açar. Yani AKP’nin kazanması çatışma ve savaşı tırmandırmayı ifade ederken, Blok’un kazanması da sorunlara siyasal çözümün önünü açarak barışa doğru yol alınmasını sağlar. Böylece demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümü yönünde gelişmeler yaşanır.
Seçim kampanyası gösterdi ki, eğer yüzde on barajı olmasaydı Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku belki de yüzün üzerinde milletvekili çıkaracaktı. Bu da AKP’nin iktidardan düşmesi ve ülkemizin demokratikleşme yolunda ilerlemesi olacaktı. AKP’nin neden yüzde on barajına sarıldığı ve bu barajın nasıl antidemokratik olduğu şimdi daha iyi anlaşılıyor.
Üçüncü olasılık olarak, AKP’nin çok az bir çoğunlukla tek başına iktidar olması olasılığı vardır. Bu da seçim kampanyalarının gösterdiği ciddi bir olasılıktır. Böyle bir durumda AKP, kuşkusuz öngördüğü gerginlik ve çatışma siyasetini etkili bir biçimde yürütemeyecektir. Çünkü, her şeyden önce buna gücü yetmeyecektir. Diğer yandan, bu durumda çatışmayı dayatırsa güç kaybedecek ve iktidarını sürdüremeyecektir. Bu durumda AKP, oyalama, oyun, hile, tartışma ve benzeri yöntemlerle gündemi doldurmaya ve iktidar ömrünü uzatmaya çalışacaktır. Burada CHP ve MHP’ye dayalı olasılıklar üzerinde durmaya bile gerek yok. MHP zaten çizgisi ve gerçeği bilinen bir güç. CHP’ye gelince, Kemal Kılıçdaroğlu AKP’ye alternatif bir iktidar profili çizemedi. Başta Kürt sorunu olmak üzere temel sorunlarda AKP’yi aşan politikalar sunamadı. Bu durumda Kemal Kılıçdaroğlu’nun genel başkan yapılmasının esas amacının Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nu zayıflatmak olduğu netçe açığa çıktı. Bunu da yapabileceği kadar yaptı ki, Kılıçdaroğlu’nun siyasi ömrünün bu seçimle bittiği söylenebilir.
Seçimden önce seçim sonuçlarına ilişkin yorumlarımız işte böyledir. Bakalım sandıktan ne çıkacak? Ona göre sonuçları yorumlamaya devam ederiz.
Adil BAYRAM
Özgür Gündem
- Ayrıntılar