Geçtiğimiz hafta Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile avukat görüşü yine yaptırılmadı. Böyle kritik bir süreçte siyasal tutum olduğu netçe görülen bir şekilde bu görüşmenin engellenmiş olması elbette önemlidir. Bu önem Kürt Halk Önderi’nin durumundan çok Türkiye siyaseti açısından geçerlidir. Çünkü Önder Abdullah Öcalan şimdiye kadar barışçıl çözüm için mevcut koşullarda yapabileceğinin hepsini yapmıştır, hem de fazlasıyla yapmıştır. Bu nedenle de en son görüşmede avukatlarına “Görüşe gelmeyebilirsiniz” demiştir.
Bu açıdan, dikkat edilirse avukat görüşünün engellenmesinin Kürt Halk Önderi açısından ciddi bir önemi ve etkisi yoktur. Fakat Türkiye siyaseti açısından önemi çoktur. Türkiye’nin bir demokrasi ve hukuk devleti olduğunu söyleyenleri yalanlayan somut bir kanıttır. Dahası İmralı sisteminin nasıl bir rehine sistemi olduğunu da gösteren açık bir olaydır. Çünkü “Demokratik Çözüm” ve “Adil Barış” protokollerini hazırlayıp sunan Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, bu temelde sürecin ilerletilememesi nedeniyle hem PKK’yi hem de devleti eleştirmiş, son avukat görüşmesinde “Bu koşullarda artık yapabileceği bir şeyin kalmadığını” belirtmiştir. Hükümet tarafından avukat görüşünün engellenmesi işte bu tutuma bir cevap olmaktadır. Açıkça Kürt Halk Önderi’ne yönelik “Barış için değil, PKK’nin tasfiyesi için çalışacaksın” baskısı yapılmaktadır.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın hukuk gereği olan avukat görüşünün siyasi bir kararla engellendiği aynı hafta içinde oldukça dikkat çekici başka bir olay daha yaşanmıştır. Kürdistan’da reformist-teslimiyetçi çizginin kuramcısı olarak tanınan Kemal Burkay, yani başka bir Kürt Lider otuzbir yıldır yaşadığı İsveç’ten Türkiye’ye dönmüştür. Elbette bu dönüş bir bakıma normal görülebilir ve “Bunda ne var” denilebilir. Fakat bu dönüş öyle normal ve kendiliğinden bir dönüş değildir. Bir yıl önce bizzat Başbakan Tayyip Erdoğan’ın çağrısı ve yardımcısı Bülent Arınç’ın özel çabası sonucunda gerçekleşmiştir. Kemal Burakay’ı İstanbul hava alanında Vali yardımcısı karşılamış, polis tarafından sıkı korunan bir otele yerleştirilmiş, kendisine emniyet tarafından özel bir güvenlik tahsis edilmiştir. Dahası bir düzen içinde özel kabuller yaptırılmakta, stüdyo stüdyo dolaştırılıp TV ekranlarında canlı özel yayınlara çıkartılmaktadır.
Bütün bunları görünce insanın “Devletin ve basının Kemal Burkay aşkı ne kadar da fazlaymış” diyesi geliyor. Ama elbette gerçek böyle değil, ortada Kemal Burkay aşkı falan yok. Eğer olsaydı otuzbir yıldır sürgünde sürünmek zorunda kalmazdı. Peki Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile avukat görüşünün bile engellendiği hafta devleti ve hükümeti Kemal Burkay ile bu denli birleştiren şey ne? İşte bunu sağlayan iki husus var: Birincisi AKP hükümetinin yeni stratejisi, ikincisi ise âdeta bir kuyruk acısı haline gelmiş olan PKK karşıtlığı! İşte görünüşte aşk düzeyinde olan bu birlikteliği sağlayan şeyler bunlar.
Kim ne derse desin, Türkiye ve Kürdistan’da devlette ve bazı çevreler içinde ciddi bir Apo ve PKK karşıtlığı var. Öyleki bu karşıtlık bazen akıl sınırlarını da zorlayan ve ideolojik-politik farklılığı tümden aşan bir noktaya varıyor. Hikâyedeki kuyruk acısı gibi yani! Yeminli bir düşmanlık gibi yaşanıyor. Her şeyi ile reddetme olarak ortaya çıkıyor. Üslûpta çoğunlukla küfür ve hakarete varıyor. Birbiriyle en düşman ve kavgalı olanları bile birleştiriyor. Örneğin son Kandil saldırısında İran ile ABD’nin aynı cephede yer alması gibi!
Kemal Burkay’ın geliştirdiği ideolojik-politik çizginin temel bir özelliği de böyle. Zaman zaman bu özelliği giderici tutumlar içine girmeye çalışsa da, bir bütün olarak kendini bundan kurtarabilmiş değil. Herkes biliyor ki, PKK’ye ilk olarak “Terörist” diyen Kemal Burakay’dır. Bu tutumu Türkiye’nin özel savaş yönetimlerine önemli destek sağladığı gibi, uluslararası alanda Kürt Özgürlük Hareketi’nin “Terörist” olarak nitelenmesinde de âdeta yol gösterici olmuştur. Bu nedenle, eğer yeninden başlayacaksa Kemal Burakay’ın bu tür konularda özeleştiri yapma borcu vardır.
Belliki “PKK karşıtlığı” hastalığına tutulmuş olanlardan biri de AKP ve Tayyip Erdoğan’dır. Bu bir kompleks gibi bir şeydir. Elbette bunun kaynağı Kürtlere ve Kürdistan’a dayatılan soykırım ve sömürgeciliktir. Kendisini Kürt soykırımından sorumlu gören herkeste bu hastalık bir biçimde vardır. Örneğini TC Devleti böyle bir hastalık kompleksle muzdariptir. Şoven Türk milliyetçiği de özü itibarîyle böyledir. Öyle anlaşılıyor ki, devletle bütünleştikçe ve devletleştikçe AKP ve Tayyip Erdoğan da aynı hastalıkla bulaşık hale geliyor. Bugün AKP siyasetini tümüyle PKK karşıtlığı belirliyor. PKK’ye karşı olan neyse onu yapıyor, kim PKK’ye karşıysa onunla birleşiyor. Geçmişte PKK’ye karşı savaşan özel savaş hükümetleri gibi yani. Günümüzde AKP ile Kemal Burkay’ı birleştiren de işte bu hastalık oluyor. Kemal Burkay ne derse desin, devletin ve AKP hükümetinin yaklaşımı kesinlikle böyledir. Eğer Kemal Burkay böyle olmasını istemiyorsa, o zaman bu gerçeği görerek buna karşı mücadele eder.
AKP hükümetinin yeni stratejisine gelince, aslında ortada yeni bir strateji de yok. AKP 2009 Mayısında ortaya attığı “Açılım” oyununu devam ettirmeye çalışıyor. Neydi bu oyunun temel özelliği? İçi boş demokratikleşme söylemiyle âlemi aldatmak ve beklenti yaratmak, hukuku ve silahı kullanarak başta Kürt Özgürlük Hareketi olmak üzere tüm gerçek demokrasi hareketin tasfiye etmek! İşte gerçek AKP stratejisi budur. Baştan beri olduğu gibi, özellikle 29 Mart 2009 yerel seçimlerinden bu yana bu stratejiyi uyguluyor. İki yılı aşkın süredir uygulanan bu stratejinin sonuçları da ortada.
AKP hükümeti şimdi de bu stratejiyi daha da derinleştirerek uygulamaya çalışıyor. İkinci komplo düzeyindeki yeni saldırı planı da bu çerçevededir. ABD ve AB ile bu çerçevede anlaşmıştır. İran, Suriye ve Irak siyasetlerini buna göre yürütmektedir. KDP ve YNK ile ilişkilerini buna göre düzenlemektedir. İşte Kemal Burkay’ın Türkiye’ye dönüşünü âdeta devlet töreniyle karşılarken, 12 Haziran seçimi öncesi oluşan Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nu bölmeye çalışması da bu amaçladır. TSK karargahındaki dizayn ile yeni “Özel Harekat Birlikleri” örgütleme çabası da bunun bir parçasıdır.
AKP’nin yeni politik planı netleşmiştir. Siyasî ve askeri operasyonları en üst düzeyde yoğunlaştırmaya çalışmaktadır. Zaten siyasî soykırım operasyonları devam etmektedir. İran ve YNK ile anlaşarak Kandil üzerinden PKK’ye yönelik bir stratejik askeri saldırı başlatmıştır. Ramazan’dan sonra da Behdinan’a, Medya Savunma Alanlarına yönelik daha kapsamlı bir askeri saldırı yapacaktır. Yeni genelkurmay ve özel harekât ordusu bunun hazırlığıdır. İşte Kürt soykırımını gerçekleştirmek için böyle topyekûn bir stratejik saldırı yaparken, Kemal Burkay ve benzerlerini de iç ve dış kamuoyunu aldatmak için bir vitrin olarak kullanmak istemektedir. “Biz Kürtlere değil, teröre karşıyız” demek istemektedir. Şiddetle ezilen Kürtlerin Kemal Burkay etrafında toplanmasını planlamaktadır. Taki PKK yok edildikten sonra da sıra Kemal Burkay’a gelecektir.
Kemal Burkay bütün bunlara karşı olduğunu söyleyebilir. Devlet ve hükümetle herhangi bir anlaşmasının olmadığını belirtebilir. Nitekim bunları ifade de ediyor. Kemal Burkay’ın niyet ve hesaplarında bunlar olmayabilir. Zaten biz de olmaması gerektiğini düşünüyoruz. Fakat devlet ve AKP gerçeği de böyle, belirttiğimiz gibidir. Kemal Burkay’ın niyet ve hesapları dışında böyledir. Eğer gerçekten hükümetle bir anlaşması yoksa, o halde hükümetin bu gerçeğini görmeli ve bu yaştan sonra da hata yapmamalıdır, AKP’nin sinsice geliştirdiği soykırıma alet olmamalıdır. Hatta mümkünse oluşmuş Kürt demokratik birliğine katılarak, AKP’nin bu oyunlarının bozulmasına katkı sunmalıdır.
Halk açısından da şunları belirtelim: Kim ne derse desin, son derece kritik bir sürece girmiş durumdayız. AKP’nin niyet ve planları tehlikelidir. Yeni bir uluslararası komplo saldırısı başlamıştır. Herkes bu gerçeği iyi görmeli ve bu tehlikeli AKP saldırı ve oyunlarına karşı uyanık olarak gereken direnişi göstermelidir. Kürt halkının geleceğini ve özgürlüğünü bu kutsal direniş belirleyecektir!..
Selahattin ERDEM
- Ayrıntılar
Kürt Özgürlük Hareketini imha ve tasfiye etme amacıyla geliştirilen siyasi ve askeri operasyonlar hız kesmeden devam ediyor. AKP hükümeti hem içte hem de dışta bu amacı gerçekleştirmek için çok çeşitli ittifaklar geliştirmekte, çeşitli siyasi hamleler yapmakta, askeri alanda ise yeni bir sistem geliştirmek için çaba harcamaktadır.
12 Haziran seçimlerinde istediği başarıyı elde edemeyen AKP, şimdi kendi hegemonik iktidarını sağlamlaştırmak için çeşitli girişimlerde bulunmaktadır. Bir yandan sistem içini dizayn etmekte, diğer yandan ise Kürt Özgürlük Hareketine yönelik geniş bir ittifak oluşturmaktadır.
Kürt sorununun demokratik siyasi mücadele temelinde çözümü için Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile devlet arasında süren görüşmelerden herkes haberdar. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, Kürt sorununun çözümü için devlete üç protokol sunduğunu, bu protokollerin KCK tarafından da onaylandığını ve artık cevap vermesi gerekenin devlet olduğunu, avukatlarıyla yaptığı haftalık görüşmesinde dile getirmişti. Bu protokollerin devlet tarafından dikkate alınması gerektiğini, aksi takdirde kendisinin yapacak bir şeyinin kalmayacağını vurgulamıştı.
Fakat ilerleyen süreçlerde görüldü ki, devlet tarafından görevlendirilen ve Abdullah Öcalan ile İmralı’da görüşen heyetin amacı, Kürt hareketini oyalamak, PKK hareketini ve Kürt halkını önderliğinden koparmak ve aralarında çelişki yaratarak hareketi parçalamak olduğu ortaya çıktı. Çünkü Abdullah Öcalan çözüm için çok makul öneriler sunduğunu ve bu önerilerin mutlaka dikkate alınması gerektiğini belirtmişti.
Buna rağmen devlet ve hükümet kanadından bir cevap verilmedi. AKP’nin niyetinin Kürt sorununa siyasi çözüm bulmak değil; tam tersine, hem siyasi alanda Kürt hareketini oyalamak, çeşitli hukuki ve siyasi oyunlarla üzerine gidip zayıflatmak, hem de gerillaya yönelik kapsamlı bir operasyon geliştirmek için hazırlık yapmak olduğu anlaşıldı.
AKP’nin bu oyunlarına karşı siyasi hamle ya da cevap 14 Temmuz günü Amed’de DTK tarafından demokratik özerklik ilanıyla geldi. Bu hem AKP’nin siyasi oyunlarına karşı bir cevap oldu, hem de çokça bahsedilen yeni anayasanın içerisinde yer alması gereken hususların demokratik özerklik projesini de kapsaması gerektiğini ortaya koydu. Dolayısıyla Türkiye'de yeni bir anayasanın meşru olabilmesi için mutlaka demokratik özerklik kriterlerini kapsaması gerektiğini AKP’ye dayatmış oldu.
Elbette ki böyle bir durum AKP’yi çok zorladı. Bir anlamda var olan siyasi hesaplarını altüst etti. Artık Kürtleri oyalamanın mümkün olmadığını, Kürt sorununun ya demokratik yollarla ya da savaş temelinde mutlaka çözülmesi gerektiğini ve bundan kaçamayacağını gördü. İşte 14 Temmuz günü Tayyip Erdoğan’ın “yeni stratejiler gelişecek” dediği husus buradan kaynaklandı.
Siyasi alanda yaşananlar bunlar olurken, bir de işin askeri boyutunda yaşananlar var.
Gerçektende TSK’nın içinde bulunduğu şu anki durum içler acısı. Yani Türkiye cumhuriyeti devletinin o şanlı ordusunun bu hallere düşeceğini kim hayal edebilirdi ki? Anlı şanlı ordusuyla övünen Türkler, şimdi o ordusundan utanç duyar hale getirildi. Ergenekon Davası, Balyoz Davası adı altında yürütülen davalarla ordu bu hale düşürüldü. Bunu da yapan yine AKP iktidarı oldu. 2002’yılından beri ordu ile PKK çatışmasından rant elde ederek güçlenen AKP, şimdi son bir hamleyle Türk ordu kademesinde kendisine karşı olanları uzaklaştırarak, kendisine bağlı yeni bir ordu yönetim kademesi oluşturdu.
Ancak orduya yönelik Ergenekon, vb. davalar adı altında yürütülen bu operasyonların gerçek nedeni daha başka olmaktadır. Şunu hiç unutmamak gerekir: Eğer PKK hareketi Türk devleti karşısında bu kadar mücadele etmeseydi, bu orduyu bu kadar zorlamasaydı, ne AKP’nin, ne Tayyip Erdoğan’ın, ne de AKP’nin tek bir üyesinin orduya laf söylemeye ne gücü yeterdi, ne buna yeltenebilirdi. Şimdi görünürde AKP ile ordu arasında bir çatışma varmış gibi gözükse de, aslında yapılan şey, PKK karşısında başarısız kalmış olan ordunun o üyelerinin bir biçimde tasfiye edilmesi ve yargılanması olmaktadır. Türk ordusu PKK karşısında başarısız kaldı ve bu ordunun başarısız olan komuta kademesi hesabını veriyor. Yoksa öyle çokça söylendiği gibi, ne AKP askeri vesayeti ortadan kaldırıyor, ne ortada bir demokratikleşme olduğundan ordunu gücü sınırlandırılıyor, ne de AKP’nin gücü ve kudretiyle bu işler yapılıyor.
Dikkat edilirse, Ergenekon davasında yargılanan o komutanların hepsinin PKK karşısında oldukça kararlı bir biçimde mücadele ettikleri, her türlü çabayı harcadıkları, fakat tüm bunlara rağmen başarı elde edemedikleri görülecektir. Bu kişilerin büyük bir çoğunluğu PKK'nin askeri yöntemlerle imha ve tasfiye edilemeyeceğini kendi pratikleriyle yaşayan ve buna inanan kişiler olduğu görülecektir. Eğer bu kişiler PKK'yi tasfiye etmeyi başarmış olsalardı, şimdi Silivri cezaevinde değil, devletin önemli kademelerinde yer alacaklardı. Ulusal kahraman olarak tanıtılacaklardı.
Bu nedenle son olarak dört komutanının istifasını AKP iktidarının bir başarısı, demokratikleşmede büyük bir adım olarak görmek, bunu böyle anlamak ve bu biçimde propaganda etmek en hafif deyimle karşıdakini ahmak yerine koymak olur. Bu istifaların nedenleri farklı yerde aranmalıdır.
Her şeyden önce, AKP hükümeti ordu-PKK çatışmasından nemalanarak bugüne kadar geldi. En son olarak PKK'ye karşı bir sınır ötesi operasyonu yapma görevini ordunun önüne koydu. Fakat var olan komuta kademesi bunu kabul etmedi. Çünkü PKK ile savaştıkça hem kendi gücü zayıflamaktaydı, hem yaşanan yenilgilerden dolayı fatura kendisine yazılmaktaydı, hem de bu başarısızlık durumu AKP tarafından kendisine karşı kullanılarak, toplum nezdinde ordunun itibarı zedelenmekteydi. İşte kuvvet komutanları bunu gördüklerinden, bu oyuna girmeyi reddettiler. Hem PKK karşısında başarılı olamayacaklarını gördüklerinden, artık PKK'yi operasyonlarla imha ve tasfiye edemeyeceklerini bildiklerinden, hem de AKP’nin daha fazla kendi üzerlerinden güç kazanmasına fırsat vermemek için bu konumlarını terk ettiler.
Aslında ordunun komuta kademesindeki bu istifalarla AKP kendisi önünde engel olabilecek bir güç bırakmamıştır. Her şey onun omuzlarına yüklenmiş olmaktadır. Bu nedenle kendi önünde engel olarak gösterdiği ordu, artık AKP iktidarı önünde bir engel değildir. Tam tersine AKP tarafından yeniden örgütlendirilmeye müsait bir konum arz etmektedir. Dolayısıyla tüm yetkiler AKP ya da Tayyip Erdoğan’ın eline geçmiş bulunmaktadır. Şimdi yaşanacak tüm gelişmelerden artık birinci dereceden sorumlu olacak kişi Tayyip Erdoğan’dır. Yine PKK’ye karşı mücadelede yaşanacak bir başarıdan da, başarısızlıktan da birinci dereceden sorumlu kişi yine Tayyip Erdoğan olacaktır. Kısacası artık sığınacak bir gerekçe kalmadı. Şimdi sıra Türkiye'nin en büyük sorunu olan Kürt sorununa bir çözüm bulmaya gelmiştir.
Bu konuda Tayyip Erdoğan’ın bir planı var mı diye çokça tartışmalar yapıldı. Birçok kişi seçim sonrası temel gündemin anayasa çalışması olacağını, bu temelde Türkiye'nin sorunlarına demokratik siyasi mücadeleyle çözüm bulunacağına inanıyor ve bunu dillendiriyorlardı. Meclis çözüm yeri olacak, tüm sorunlar burda çözülecek, Kürt sorunu da yine diyalog yöntemiyle anayasal temelde çözüme kavuşacaktı.
Fakat temenniler ile gerçeklik bir ve aynı şey değil. İstemek ayrıdır, yapılan ayrı olmaktadır. 14 Temmuz tarihinde DTK’nin ilan ettiği demokratik özerklik, Kürt tarafının Kürt sorununun çözüm projesini ortaya koymasının ilanı oldu. Yani Kürtler, biz demokratik siyasal alanda mücadele edeceğiz, anayasal çalışmalara katılacağız, bu temelde mecliste sorunlarımızı gündeme getireceğiz, dediler. Demokratik özerklik projesi Kürtlerin çözüm projesiydi ve Türkiye devletine, kamuoyuna bu biçimde deklare de edildi. Amaç bu proje üzerinde Kürt sorununu ciddi temellere dayalı olarak gündeme almak, tartışmak ve bir çözüm yaratmaktı.
Fakat Tayyip Erdoğan’ın buna verdiği cevap “yeni stratejiler gelişecek” oldu. Bu stratejinin ne olduğu ise 15 Temmuz günü İran ordusunun Kandil’e operasyonuyla anlaşıldı. İran operasyonunun Türkiye-İran ittifakı temelinde yapıldığı, bunun içinde Irak devletinin bizzat, YNK ve KDP’nin de kısmi olarak içinde yer aldığı, esas olarak da ABD tarafından bu operasyona onay verildiği birçok yerde yazıldı, bazı belgelerle de bu ittifak açıkça ortaya konuldu.
Bu ittifakın içeriğine bakıldığında, 1998 yılında başlatılan ve 1999 yılında Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Kenya’da kaçırılarak Türkiye'ye teslim edilerek bir aşamaya getirilen uluslararası komploya çok benzediği görülmektedir. Anlaşılan o ki, Kürtlerin inkâr ve imha edilmesi için geliştirilen bu komplonun başarısız kılınması ardından, bu sefer ikinci bir uluslararası komplo bu biçimde devreye sokulmuş bulunmaktadır.
Uluslararası komploda hedef; Kürt Özgürlük Hareketini, PKK'yi önderliğinden koparmak, önderliğini imha etme temelinde PKK'yi tasfiye etmek ve Kürtlerin imhasını tamamlamaktı. Bu temelde birinci dereceden hedef hareketin komuta gücü olan Abdullah Öcalan oldu. Eğer PKK önderliksiz bırakılırsa fazla dayanamaz ve dağılır biçiminde hesaplar yapıldı ve bu temelde bir yönelime girildi.
Şimdi de Kandil’e yapılan İran operasyonun hedefi de benzer olmaktadır. PKK Hareketi’nin yönetim kademesi Kandil’de bulunuyor denilerek öncelikle oraya saldırı yapıldı ve burası ele geçirilmek istendi. Burası ele geçirilir ve PKK yönetimi, komutası imha edilirse, geriye kalan gerilla gücünü imha etmek kolay olacak ve böylece PKK'ye büyük bir darbe vurulmuş olacak. Şimdiki hesap budur. Bu hesap veya plan AKP çevresinde, ona yakın medyada çokça işlenmekteydi. Özellikle bu çevrenin Sri Lanka devletinin Tamil Kaplanları’na yönelik yaptığı askeri operasyonun bir benzerinin Türk devleti tarafından PKK'ye yönelik yapılması gerektiği hususunda yaptıkları yayınları bilmeyen kalmadı. Dolayısıyla Kandil saldırısı böylesi bir planın ilk aşaması olmakta ve bunun devamı da ilerleyen zamanda hayata geçirilmeye çalışılacaktır.
Buradan bakıldığında böylesi bir sonuç ortaya çıkıyor: AKP hükümeti Kürt sorununun çözümünde demokratik siyasi yöntemleri değil de, savaş yöntemini esas almaya karar verdi ve şimdi bu savaşı 15 Temmuz günü itibariyle Kandil’de başlattı. Bu nedenle artık süreç yeni bir savaş süreci olmaktadır. AKP hükümeti ve Türk devleti Kürtlerin siyasi taleplerine savaşla cevap verdi. Bu savaş ilerleyen zamanda Kandil’den başlamak üzere tüm Medya Savunma Alanlarını kapsayacak ve Kürdistan'ın dört parçasına yayılarak sürecek.
O halde AKP hükümetinin yönlendirdiği günümüz Türkiye siyasetinin temel gündemi de belirlenmiş olmaktadır. Barış gelişecek, demokratik siyasetle sorunlar çözülecek, yeni anayasa temelinde yeni bir Türkiye oluşacak söylemleri artık hikâye olmaktadır. Bu hususların hepsi artık gündemden düştü ve Türkiye gündemi değişti. Türkiye'nin gündemi artık savaş olmaktadır. Demokratik özerklik temelinde Kürt Özgürlük Hareketi’nin başlatmış olduğu siyasi hamleye karşılık AKP’nin hamlesi imha ve tasfiye operasyonu olarak gerçekleşti. Bu operasyonun temel hedefi de Sri Lanka devletinin Tamillere karşı yaptığı katliamın bir biçimini PKK'ye karşı gerçekleştirmek olmaktadır.
Evet, Tayyip Erdoğan bir yandan siyasi oyunlarla kendisine rakip olacakları bertaraf ederken, ordu içinde kendisine muhalifleri bir biçimde görevden uzaklaştırarak kendisine yakın isimleri yönetime getirerek devlet içindeki konumunu güçlendirirken, diğer yandan da Kürt Özgürlük Hareketine karşı topyekûn savaş konsepti temelinde büyük bir askeri ve siyasi savaşı başlatmış ve bunu giderek daha da geliştirmenin hazırlıklarını sürdürmektedir.
Türkiye cumhuriyeti devletinin tarihinde Tansu Çiller diye bir kadın başbakan vardı. Bu zat askeri elbiseler giyer, kışlalarda dolaşır, siyasi alanda nutuklar atar, PKK'nin mutlaka kökünün kazınacağından bahseder, ya bitecek ya bitecek naralarıyla Türkiye toplumuna değişik heyecanlar yaşatırdı. Bu kadın başbakanın zamanında 17 bin faili meçhul cinayet işlendi, dört binden fazla köy boşaltıldı, milyonlarca insan köyünden, yurdundan göç ettirildi, Kürtler ve Türkler akla sığmayan acılarla tanıştırıldı, ülkenin coğrafyası, insanı, kardeşlik ruhu tahrifata uğradı. En sonunda ise bu kadının bir CIA ajanı olduğu ve ABD’nin çıkarları temelinde her türlü çalışmayı yürüttüğü ortaya çıktı. Şimdi ise bunun esamisi bile okunmuyor, o dönemler lanetli bir dönem olarak anılıyor.
Ne diyelim, Tayyip Erdoğan’ın performansına bakınca insan Tansu Çilleri hatırlıyor. Bakalım, Tayyip Erdoğan bu hızla nereye kadar gidecek, nerelere doğru yol alacak?!
Edîp Koçgîrî
- Ayrıntılar
Karanlık bir geceydi. Sis çökmüştü dağların başına. Ağaçlar bir masalın içinden başlarını uzatmış gibi duruyordu. Renkler birbirine karışmıştı. Bu karışmada bir bütünleşme vardı. Sessizlik hakim olmuştu geceye. Gecenin bu sessizliğinin sesini hepimiz iliklerimize kadar hissediyorduk. Baykuşların geceyi delen sesi ayak seslerimize karışıyordu.
Yürüdüğümüz patikalar usta bir ressamın ince fırça darbeleriyle hesaplanarak bu masalsı orman içinde açılmış gibiydi. Birbirimizin ayak izlerini görmeden ama hissederek ilerliyorduk. Önümüzdeki yol arkadaşlarımızdan birinin rüzgârla burnumuza ulaşan kokusu yolumuzun menzilini belirliyordu. Gecenin kokusu, yürüyüşün kokusu, ağaçların kokusu ve hatta baykuşun kokusu bile bir gece yürüyüşünün temposunu belirliyordu.
On kadın ormanın kuytuluğunda, uçurumların kıyısında ve karanlığın kucağında ilerliyorduk. Sağımıza solumuza bakarak gördüklerimizden çok görmek istediklerimizi bu karanlığın içinden çekip çıkararak ilerliyorduk. Hepsi inci tanesi gibi dizilmiş sırayı bozmadan ilerliyor. Ben en sondayım ve en baştaki arkadaşın “ilerde oturacağız. Kısa bir mola veriyoruz.” sözü geliyor sırayla.
Dört adımdan sonra sırtımı bir taşa dayayarak oturdum. Benden önce yetişenler sırtını çantalarına ve ağaçlara dayayarak oturmuşlardı. Kefiyenin altında gizlice sigarasını yakan arkadaş sırayla avucunun içinde tuttuğu sigarayı dolaştırıyor. Sigara bana ulaşınca içmediğimi hatırlayan arkadan birden elini geri çekiyor.
“ Ben de bırakacağım bunu. Nefesimi kesiyor. Sigarayı eskiden devrimcilikle çok özdeşleştirmişlerdi. Belki bu bende bir özenti yarattı. Ama şimdi bu bağımlılığın devrimcilikle uyuşmadığını daha iyi anlıyorum. Devrimci dediğin tüm alışkanlıklara karşı koymayı bilen ve onlara yenilmeyen kişidir.”
Sonra gülümseyerek:
“sigara içen biri olarak bu kadar teori yapmam pek yerini bulmadı. Değil mi?”
Ona gülümseyerek baktım. Başımı söylediklerini onaylar biçimde salladım.
Benim de eskiden sahip olduğum alışkanlıklarımı ve şu anda da bana hala hâkim olan şeyleri düşündüm. Sessiz bir anlaşma oldu aramızda. O sigarayı hala bırakmamıştı ve ben de hala aşamadığım alışkanlıklarım nedeniyle çok fazla konuşmayı uzatmaktan yana değildik. O, avucuna sakladığı sigarasından son bir nefes alırken öncünün sesini duyduk. Arkadaşı öne çağırdı.
Bense sırtımı taşa yaslayıp gözlerimi gökyüzünde sıralanmış yıldızlara dikerek dağlarda yıldızlara bakmanın güzelliğinin tadını çıkarmaya başladım. Yıldızların parlayıp sönen ışıkların altında gözlerime çöken yorgunluğun beni sarmaya başladığını hissettim. Gözkapaklarım yavaş yavaş kapanırken arkadaşların sesini hayal meyal duyar gibi oldum.
Bana birkaç saniye gibi gelmişti ama saate baktığımda yarım saat geçtiğini anladım. Arkadaşlar gitmişlerdi. Aklıma ilk gelen çok zaman geçmediği için patikadan ilerleyerek onlara ulaşabileceğimdi. Hızla kalkarak yürümeye başladım. Biraz sonra patikalar ayrılmaya başladığında ayak izlerini inceleyerek ilerlemeye çalıştım. Bir süreden sonra ise artık izleri takip edemiyordum. Bu şekilde onları bulamayacağımı anlamıştım. Bir gerilla kuralına göre birbirimizi kaybettiğimiz yerde kalmalıydık ve fark eden arkadaşlar gelip alırlardı. Bu ilk öğrendiğim gerilla kuralı olmasına rağmen ben patikalar içine dalarak kaybolmuştum. Ve eski yerime de dönemiyordum. Etrafıma baktığımda ağaçlar gözümde büyümeye, her kayalık ve karartı ürkütücü bir şekil almaya başladı.
“hayır korkmamalıyım. Silahım yanımda. Arkadaşlar beni mutlaka bulacaktır.” Diye kendimi teselli etmeye çalışırken bir yandan da bu dalgınlığıma ve kuralsızlığıma kızmaya başlamıştım. İçimden bir ses:
“ya geri gelir de beni bulamazlarsa. Ben onlara ulaşamazsam…” diye tedirginliğini dile getiriyordu. Kendimle savaşımım sürerken aklıma askerlerle karşılaşırsam ne yapacağım geldi. Hemen silahımın namlusunda mermi olup olmadığını kontrol ettim. Sonra kendi halime güldüm. Eminim yanımda biri olsaydı o da bu halime gülerdi. Zaten yürüyüşe çıkarken mermiyi önüne vermiştik. Emniyeti açtım ve bulunduğum yerin çok iyi olmadığını düşünerek biraz ilerdeki tepeye doğru tırmanmayı düşündüm. Gerilla için yüksek yerler her zaman güvenlik demekti. Yukarıya doğru tırmanırken sürekli arkadaşların sesini duyar gibi oluyordum. Etrafımda ise ağaçlardan başka bir şey yoktu. Ne yapmam gerektiğini düşündüm. Artık yönler iyice karışmaya başlamıştı. En iyisi yukarıda uygun bir yere çıkıp havanın aydınlanmasını beklemekti. Bu araziyi hiç tanımıyordum. Ama hava aydınlanırsa mutlaka birbirimizi bulabilirdik. Bu dağlar bizim yurdumuzdu. Bizim mekânlarımızda kaybolmak uzun vadeli olmazdı. Mutlaka patikalar bizi birbirimize ulaştırırdı.
Kulağıma su sesi geldi. Biraz ilerde bir taşın dibinden çıkan su taşlara çarpa çarpa iniyor ve suyun kokusu bana kadar ulaşıyordu. Ormanda telaşla ilerlerken çok terlemiş ve susamıştım. Suya doğru ilerledim. Boşalmış şaşal şişesini çantamın yan gözünden çıkarıp kaynağa daldırdım. Çantamda biraz limon tuzu ve tuz vardı. Bunları karıştırarak bir gerilla serumu yaptım. Susuzluğuma ve bitkinlikten adım atamayan dizlerime çok iyi geldi. Günlerdir yürüyorduk. Herkes çok yorgundu ama en çok ben yorulmuştum. Çünkü grup içindeki en yeni kişi bendim. Dağlara, yollara ve yolculuklara hala yabancıydım. En azından onlar kadar tecrübeli değildim. Onları düşünürken:
“acaba beni fark etmişler midir? Geri dönüp de beni bulamayınca ne yapmışlardır?” dedim kendi kendime. Onları düşünmek bile içimi ısıtmıştı. Mutlaka beni arıyordular. Onlarsız kalmak ne kadar da zordu. Bu yolları ve karanlıkları defalarca onlarla aşmıştım. Ama böyle bir ıssızlık çökmemişti içime.
Arkadaşlarla naylon altında geçirdiğimiz o yağışlı sonbahar günü geldi aklıma. Hava çok soğuktu. Odun toplamaya ve göreve gidenlerin hepsi sırılsıklam olmuştu. İçerde yakılan çarber etrafında toplanan altı kadın neşeli kahkahalar atarak ve gök gürültüsüne, yağmura aldırmayarak hayatın tadını çıkarıyorlardı. Bir arkadaş korkunç bir gürültüyle çakan şimşek sesine sevinerek:
“bu şimşekten sonra kesin birkaç mantar fırlamıştır yerden. Yarın erkenden gidip aramalıyız.”
Bense her şimşek sesiyle birlikte yanımdaki arkadaşa biraz daha sokuluyordum.
“kimin ayağında mantar var?” dedim merakla. Kahkaha sesleri çoğaldı ve:
“ayak mantarı değil Kürdistan mantarı…” dediler. O soğuk havada herkes kurunduktan sonra tek battaniyemizi üstümüze atarak ve birbirimize iyice sokularak uyumaya başladık. Öyle sıcaktılar ki. Naylona çarpan yağmur damlalarının sesi bazılarına işkence gibi gelse de yoldaşlarımın koynunda bana bir ninni gibi geldi o gece. Islanmayı da çarber başında kurunmayı da, tek battaniye altında uyumayı da en çok o gece sevmiştim. Bir süre sonra bir arkadaşın seslenmesiyle hepimiz diğer tarafa dönerek uykumuza devam ettik.
Şimdi yanıbaşımdaylarmış gibi bir sıcaklık yayıldı içime. Sonra bir rüzgar yüzüme çarpıp geçince yalnız olduğumu ve arkadaşlardan koptuğumu tekrar hatırladım. İçimi bir sıkıntı kapladı ve keşke bir rüya olsaydı dedim.
Ümitsizliğim daha da büyüdü. Onları bir daha görememe korkusu iyice çoğaldı. Birden onlara karşı bir kızgınlık yükseldi içimde.
“neden beni bıraktınız?” diye bağırdım.
“sessiz ol yoldaş. Düşman yakın. Ne oldu?” dedi bir ses. Sırtım kayada, mola verdiğimiz yerde duruyordum. Aynı yıldızlar başımda parlıyordu. Arkadaşım bana gülümseyerek:
“uyudun mu yoksa? dedi.
“hem de ne uyuma. Sizlerden kopup kayboldum bile.”
“hadi be! Bravo sana. Çok yeteneklisin. Beş dakika içinde bu kadar şey mi yaptın?”
Sonra bana bakarak:
“mola bitti. Hadi gidelim yoksa gerçekten kaybolacaksın.” dedi.
Kucağımdaki silahımı elime aldım. Arkadaşımın uzattığı eli tutarak ayağa kalktım. Bu elin sıcaklığı ne kadar da güzeldi. Bu eli hiç bırakmayacaktım.
Raperin- Zin
- Ayrıntılar
Özel savaş ismi üzerinde özel bir savaş türüdür. Klasik savaş türlerinin yetmediği, başarmadığını başarmak için devreye sokulan bir savaş türü.
İsim olarak ikinci dünya savaşından sonra gündeme girmiş ve ardından da dünyanın her yerinde emperyal merkezler başta olmak üzere tüm sömürgeciler, kolonyalistler, baskıcılar derken cümle cemaat ezenler tarafından inceltilerek kullanmış olan savaş türüdür.
ABD’li general Eisenhower, II. Dünya Savaşı'ndan sonra, "Askerî bilimlerde yaşadığımız en büyük değişim, psikolojik savaşın belirli ve tesirli bir silah olarak gelişmesidir" diyecek ve giderek işgal edecekleri, vuracakları yerleri savaş öncesi ocak başı sohbetleri düzenleyerek Amerikan toplumunu bu kirli olan savaşa zihinsel olarak hazırlamaya çalışacaklardır.
Özel savaşın en etkili kullanıldığı ve etkilemeyi esas aldığı saha ise insanın ruh sahasıdır. Yani psikolojisidir. Bunun için özel savaşı ağırlıklı olarak psikolojik bir savaş olarak da görmek herhalde tam ifade etmese de yine de çok yanlış olmayacaktır.
Psikolojik savaşı ise “hem savaşta hem barışta, insanların duygu, düşünce ve davranışlarını değiştirmek maksadıyla bilginin kullanılması” olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır.
Özcesi özel savaşın hedefi insan duygularını etkilemek üzere belirli yönlere doğru yönlendirmektir. Kişileri birey olmaktan çıkararak egemenlerin kendi emelleri doğrultusunda biçimlendirmektir.
Denilecek ki bunu her ideoloji, kendisini esas alarak yapar. Ancak ideolojiler bu etkilemeyi yalan üstüne bina inşa ederek yapmazlar. İnsanları etkilemek için her ideoloji, mücadele yürütür. Ne var ki insanları denek yerine koyarak adeta dünyanın en büyük yalanlarıyla, korku araçlarıyla, zoruyla, parasıyla puluyla kandıracak ve bireyi bireyden çalacak yöntemler ancak özel savaş ya da dediğimiz gibi psikolojik savaş uzmanlarının işidir.
Toplumsal gerçekliklerin inşa edilmiş gerçeklikler olduğunu bilerek, ezenlerin, insan üzerinde her türlü deneyi yaparak, insanı birey olmaktan çıkarmak için her şeyi yapmaya çalıştıklarını da görebilmeliyiz. Öyle ki esasta birey ya da toplum tasfiye edilerek her bireyin içine devleti yeniden yaratılmaya çalışır.
Bir yoldaşımızın dediği gibi:
“Özel savaşla devlet, birey ve toplum haline geliyor. Birey devletleşip insan olmaktan çıkıyor. Toplum, toplum olmaktan çıkıyor, yok oluyor. Geriye sadece devlet kalıyor. İşte özel savaş bu savaş demektir.”
Kürt halk Önderliği bu duruma: “Savaşın toplumsallaşması, ulus devletin kendini toplum haline getirmesi” demektedir.
Başka bir deyimle insan bitiyor, insan tasfiye ediliyor ve insan kocaman yalan üstüne kurulu olan devletin piyonu, hizmetçisi ve hatta kendisi oluyor. Öyle ki egemen, hegemonik güç toplumu ve bireyi kendisinin kılmak için hiçbir masraftan kaçınmıyor. Hiçbir yalandan kaçınmıyor. Hiçbir ahlaksızlıktan kaçınmıyor.
“Savaşı dayatırken, barış yapıyor, barışı getiriyormuş gibi ifade ediyor. Savaşı barış adına yapmayı içeriyor. Ekonomik alanı savaş alanına dönüştürüyor. Sömürüyü arttırıyor ve “kalkındırıyorum, mali destek veriyorum, IMF’ye, Dünya Bankasına bağlı krediler veriyorum, sanayiye destek veriyorum” diyor. Halbuki soyup soğana çeviriyor. Aldığı halde veriyormuş gibi gösteriyor. Savaş yaparken, barış yapıyormuş gibi gösteriyor. Faşizmi dayatırken, “demokrasi getirdim” diyor. Her şeyi barış, demokrasi, kalkınma, sosyal adalet uğruna yaptığını ifade ediyor. Kendisini bu kelimelerle gizliyor, örtüyor ve maskeliyor.”
İşte bu maskenin, gizin ardınki özel savaşın ta kendisidir.
Kürdistan’da operasyon yapan devlettir, saldıran devlettir daha doğrusu Akepe’dir. Ancak sanki biz savaş başlatıyoruz diye herkesi ikna etmeye çalışıyorlar. Biz kendi mekanlarımızda dururken her gün operasyonlar, saldırı üstüne saldırı yapılıyor. Durum böyleyken, sanki biz eylem yapıyoruz gibi lanse etmenin becerisini de gerçekten iyi gösteriyorlar. Halbuki Kürdistan’da tek taraflı ateşkes sürecimizde yüzlerce operasyon yapılmıştır. Sadece ortam gerilmesin diye operasyonları bile vermemişizdir.
Yine Kürdistan’da tutuklanmayan bir tek insan bırakmamaya yemin etmiş gibi siyasi operasyonlara girişmiştir. Ama biz, halkımıza, ülkemize kast eden, el uzatan, ihanet eden birkaç kişiyi tutuklayınca “bakın teröristler adam kaçırdı” diye kıyameti koparıyorlar. Dediğimiz gibi Kürdistan’da her gün onlarca, yüzlerce ve bugüne kadar da binlerce insanımızı uyduruk gerekçelerle tutuklayacaksın sonra da biz gerçekten halkımıza karşı suç işlemiş birkaç tane suçluyu yakaladık mı da kıyameti koparacaksın. İşte bu özel savaşın en kirlisi, en aşağılık olanıdır.
Kürdistan’da binlerce hatta yüz binlerce polis ve asker tutacaksın ama biz öz savunma güçlerinden bahsettik mi? Pol Pot’tan, yerel otoriter yapılardan, egemenlik kurmak istememizden bahsedeceksin. Haydi, polisinizin ve askerininiz sicili temiz olsa yine neyse, dünyanın en kirli sicile sahip olan polis gücü sizin polisiniz ve dünyanın en kirli işlerini yapan ordu da sizin ordunuz değil mi? Sonra da bakın öz savunma oluşturuyorlar demeye hakkınız var mı? Kürt toplumunu baskılamak için bunu oluşturuyorlar diyerek dünyanın en sahte, üç kağıtçı, ahlaksız ithamlarında bulunuyorlar. İşte bu özel savaşın en kirlisi ve en ahlaksız olandır.
Artık özel savaş yöntemleriniz ancak kendi cenahınızı ikna edecektir. Ve artık Kürt toplumunu ve özgürlüğe adım atmış Kürdü bu kirli senaryolarınız inandıramayacaktır.
Ve ekleyelim: halkımıza karşı suç işleyenleri tutuklamaya devam edeceğiz. Operasyona çıkan her gücü, gücümüz yettiğince ülkemizde dolaştırmayacağız. Ve de öz savunmamızı oluşturarak halkımızın savunmasını sonuna kadar üstleneceğiz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Şu gördüğünüz patikalardan 19 yıl önce geçmiştim. Evet, biz hareket olarak ekmek parası bulamayacak günlerden bugünkü düzeye geldik. Ama kanımızı dökerek, canımızı vererek. Uykusuzluk, yorgunluk, açlık nedir bilmeden, karanlık, kar çamur, fırtına demeden yürüyerek geldik.
Kürtlerin başı sağ olsun! Sarı İbrahim’in (Ramazan Toptaş) haince katledildiğinde duyunca Kürt halkına bu sözü söylemek gerek. Çünkü gerillacılık yapmaya başladığı günden bu yana Kürdistan’da adım basmadık bir karış toprak, kovuğunda yatmamış bir ağaç ve dibinde oturmamış bir kaya bırakmayan Sarı İbrahim’i geçtiği ve kaldığı yerlerde halktan kişilerin tanımadığı kimse kalmamış.
Gerek 80’li yıllarda henüz silahlı propaganda birimindeyken onu görenler olsun, gerek 90’lı yıllarda geçip kaldığı yerlerde onu görenler olsun ve gerekse Amanos, Karadeniz ve Koçgiri’de gerillacılık yaptığı günlerde onu görenler olsun hala ondan sonra giden arkadaşlarına onu soruyorlar. Kimisine gülüşüyle etki bırakan Sarı İbrahim, kimisine de duyarlılığıyla etki bırakmıştır. Gezip gördüğü, gerillacılık yaptığı her yeri adım adım bilirdi. O yüzden oturduğu her gerilla mangasında, çadırında herkes çevresine toplanır pür dikkat onun anlatımlarını dinlemeye başlardı. Çünkü konuştukları yılların gerisinde kalmış güzel, mücadele, arkadaşlık ve yoldaşlık dolu günlerdi. Kürt Özgürlük Hareketi’nin tarihiydi anlattıkları. Gerillanın moral ve coşku dolu gerçek dünyasıydı. O yüzden girdiği her ortama bir pir havası estirir, yeni eski tüm gerillaları çevresinde toplardı.
Her Kürdistanlı ve onu gören Türkler bile hep onu sorar ve onu anlatırdı arkadaşlarına. Kimisi duyarlılığını anlatırken, kimisi gülüşünü, kimisi bakışını anlatırken, kimi efsane gerilla komutanı Mahsum Korkmaz’ın silah arkadaşlığını anlatırdı birbirine ve onu tanımayanlara.
Bazen gerilla olarak ya da gerillalarla birlikte bir yerden geçerken bir çay içmek için durduğunuz Kuzey, Güney, Doğu Kürdistan köyü olsun fark etmez yanınıza yaklaşan bir yaşlının Sarı İbrahim’i tanıyor musunuz(?), durumu nasıl acaba diye sorularıyla karşılaşırsınız. Evet o çokça sorulan, tanınan Kürdistan’ın 28 yıllık gerillası Sarı İbrahim bu Sarı İbrahim’di.
İlk karşılaşmamız!
Onunla ilk kez 14 yıl önce Amed Eyaleti’nin Muş Güney’i bölgesi olarak tanımlanan Şen yaylasında karşılaştım. O sırada yine mesleğim gereği yanlarına gitmiştim.
O sırada bölgede 500’ün üzerinde gerilla vardı. Henüz tanışmamıştım. Ancak hareketliliği, her üç adımda bir birkaç gerilla tarafından yolu kesilerek bir şeyler sorması, bunun üzerine onun konuşmaya başlaması, konuşurken kafasını sağa-sola sallaması ve çevreyi kolaçan etmesiyle farkı belli oluyordu. Bir de yaşıyla farkı belli oluyordu. Yaşına rağmen koruduğu umutları, gençlik ruhuyla içinde bulunduğu gencecik gerilladan hiçbir farkının olmadığı anlaşılsa da olgunluğu, yüzündeki derin çizgilerden belli oluyordu. Yanımdaki gerilla komutanlarından Muşlu Rêzan’a o kadar ilgiyi üzerine çeken gerillanın kim olduğunu sormuştum. Rêzan Kürtlerin efsane gerilla komutanı Mahsum Korkmaz’la kalan Kürtlerin Sarı İbrahim adlı gerillasının o olduğunu söyledi. Yanına yaklaşarak Mahsum Korkmazla olan günlerini kendisinden dinlemek istediğimi söylemiştim. Beni “hoş geldin” diyerek güler yüzle karşılamasına rağmen o günleri kendisinden dinlemek istediğimi söylediğimde kafasını eğip ayaklarının altındaki toprağa baktı. Bir süre sonra başını kaldırarak “o ağır ve zor günleri anlatmak da zor. O günleri anlatabilmek için güç gerekir. Çünkü aradan yıllar geçmesine rağmen hala o anın, Yiğit Komutanımız Mahsum Korkmaz’ın aramızdan ayrılış anının ağır etkisinden kurtulabilmiş değilim” diyerek Kürt halk kahramanı Mahsum Korkmaz’a bağlılığını ve şahadetini kabullenemediğini anlatıyordu. Olayın ağırlığını fark ettim. O yüzden fazla üstelemeden yanından ayrıldım.
Yanlarında bir süre daha kalmama rağmen çok fazla göremedim. Ben henüz işimi bitirip ayrılmadan o oradan ayrılıp Kürdistan dağlarının bir başka bölgesinde onu bekleyen görevler için gitmişti. Orada çok az kalmasına rağmen yanlarından ayrılırken uğradığım Kulp’un köylerinde köylüler beni tanımamalarına rağmen onu sordular. Evet belki az kalmıştı orada. Ama az kalmasına rağmen oradaki insanların yüreğinde yer edinmeyi bilmişti. Ve arkasından artık onlarda onu soruyordu.
Yedi yıl aradan sonra…
Yedi yıl sonra bu kez Güney Kürdistan’ın Kandil sahasında yeniden karşılaştık Sarı İbrahim’le. Bu yedi yıl içinde Sarı İbrahim, Amed’i, Dersim’i, Serhat’ı, Garzan’ı, Koçgiri’yi, Amanosları, Akdeniz ve Karadeniz’i bir Kürt gerillası olarak adım adım gezerek gelmişti. Köz başında yine çevresinde toplanmış bir grup gerillaya bir şeyler anlatır şekilde gördüm onu. “Yine mi sen” diyerek yerden kalkıp gülerek bana doğru geldi. Yerinde oturmam için ısrar etti. Eliyle doldurduğu çayı elime tutuşturup bir de tütün sarmam için tabakasını uzattı.
Arkasından kafasını kaldırıp arkamızdaki dağlara bakarak oradan geçen patikaları bize göstererek, “Şu gördüğünüz patikalardan 19 yıl önce geçmiştim. Yani 1980 yılı sonbaharının son günlerinde buralardan geçmiştim. Sırtımda ise kira almak için taşıdığım kaçakçı malları vardı. O zaman partimizin ekonomik durumu iyi değildi. Ve bazen ekmek alacak para bulamıyorduk. İşte ben de o zaman birkaç kuruş kazanmak için birkaç kere kaçakçıların yüklerini taşıyarak bu patikalardan geçmiştim. Şimdi ise buralarda yüzlerce gerilla arkadaşım var yanımda. O patikalara her baktığımda o zorlu günlerimiz geliyor aklıma. Ve dönüp yanımdaki arkadaşlarıma bakın işte nereden nereye geldiğimizi anlatmaya çalışıyorum. Evet biz hareket olarak ekmek parası bulamayacak günlerden bugünkü düzeye geldik. Ama kanımızı dökerek, canımızı vererek. Uykusuzluk, yorgunluk, açlık nedir bilmeden, karanlık, kar çamur, fırtına demeden yürüyerek geldik” diyerek Kürt özgürlük hareketi, mücadelesi ve savaş tarihini anlatıyordu.
Mahsum Korkmaz’ın emanetiydi!
Sarı İbrahim Kürt halkı içinde olduğu kadar gerilla arkadaşları arasında da çok tanınan, adı, sanı, cesareti, emekçiliği, dürüstlüğü, kahramanlığı ve efsanevi gerillacılığıyla bilinirdi. Gittiği her yerde ilgi odağı ve büyük bir saygıyla karşılanırdı. Çünkü o Kürdistan dağlarındaki gerillaya efsanevi gerilla komutanı Mahsum Korkmaz’ın bir emanetiydi. O yüzden onu ilk görenler gülüşünde, yüzünde, mimiklerinde, davranışlarında Mahsum Korkmaz’ı göreceklermiş gibi bakarlardı. Gerilla arkadaşları çevresine toplanıp sohbetlerini dinler, onlara Agit’li günlerden aktaracağı birkaç kelimeyi dinlemek için pür dikkat onu dinlerlerdi. Evet o Kürt halkının tanıdığı Sarı İbrahim olduğu kadar gerilla yoldaşlarının, Agit’le kalmış, onunla savaşmış, onunla yürümüş, onunla eylemlere katılmış, onunla özgürlüğe koşmuş bir kavga arkadaşlarıydı. Silah ve kavga arkadaşları şimdi üzgün, kızgın ve intikamını öfkesiyle bileniyorlar. Çünkü kutsal emanet Sarı İbrahim ‘böyle ölmemeliydi’ diyorlar. ‘O çözüm gününe kadar yaşamalı ve gelecek kuşaklara, yarının çocuklarına Mahsum Korkmaz’ı anlatmalıydı’ diyorlar…
Son görüşmemiz olaydan 3 gün önceydi….
Sarı İbrahim’i 1992 yılında ilk kez gördüğümden bu yana sürekli görmek istemiştim. Onu görüp gerilla arkadaşlarının merak ettiği Mahsum Korkmaz’ı bana da anlatmasını istiyordum. Her gördüğümde ‘ilk sorum Heval İbrahim bu sefer anlatacak mısın’ o da her seferinde gülerek, ‘Arkadaşlara sürekli anlatıyorum.
Ama sana da bir gün mutlaka özel olarak anlatırım’ diye cevaplardı. Kürtler için farklı bir anlamı olan Ağustos ayının yaklaştığı günlerde yakınlarında bulunduğum Sarı İbrahim’in kapısını, Ağustos sıcağını anlatması için yine çalacaktım. 1 Ağustos’ta uğradığı silahlı saldırıdan 3 gün önce 4 saatlik bir yolcuğun sonunda yine kapısına dayandım. Beni gördüğünde gülerek ‘yine sen ve bana Agit arkadaşı anlat diyeceksin değil mi?’ dedi. Ben de “evet Heval İbrahim yine ben ve bana Mahsum Korkmaz’ı anlat diyeceğim” diye cevapladım. Ve yine ‘Agit’i anlatmaya daha zaman var. Yani birkaç yıl daha bekleyeceksin’ diyerek gülüyordu. Mahsum Korkmaz üzerine onu bu seferde konuşturmayı başaramamıştım. Ancak ilk kurşunu sıkan gerillaların Hêzên Rizgariya Kürdistan yani HRK’yi bana anlattı. HRK’lilerin ruhunu, mücadeleye tutkuyla bağlı oluşlarını, yoldaşlık sevgi ve saygılarını anlattı. Botan, Amed, Dersim, Koçgiri’yi, Serhat’ı, Amanoslar, Karadeniz ve Akdeniz’i anlattı. Oradaki gerillacılığını anlattı. Hayat boyunca tedbirsiz davranmadığının altını çiziyordu. Ancak son dönemlerde biraz duyarsızlaştığını da vurguluyordu. Yanında kaldığım iki gün boyunca ne yaptıysam bir tane bile fotoğrafını çekmeme izin vermedi. Çünkü “ben sevmem bu tür şeyleri” diyerek “bu halkın o kadar çok adı, sanı, bilinmeyen kahraman evladı var ki, beni çekip yazacağına onları araştırıp yazsan daha iyi edersin” diyordu.
Bu kez ayak izlerini bırakarak sonsuzluğa aktı…
Yanından ayrılıp kaldığım yere doğru yol alırken, bir süre önce gördüğüm Kaniya Tuyê geldi aklıma. Evet Sarı İbrahim de oradan geçmişti ilk kurşun yıllarında. Oraya ayak izlerini bırakanlardan biri de oydu. Kürt gençlerinin peşine takılarak aradığı ayak izlerinden birinin sahibi yanı başlarındaki Sarı İbrahim’di. Belki defalarca oradan geçmişti ancak belirgin olan onun ilk günkü ayak izleriydi. Ama bu kez ayak izlerini bırakarak eski yoldaşlarının izleri üzerinden sonsuzluğa akıyordu. Akıp gitti berrak bir su gibi. Akıp gitti gökyüzündeki yıldızlar gibi. Akıp gitti gökyüzünden süzülen şahinler gibi.
Kürdistan’ın dört parçası ile Türkiye’nin bir çok yerinde gerillacılık yapmasına rağmen tuzağına düşmediği ölüme bir kontranın silahından çıkan mermilerle yakalandı. Kürtlerin ve gerilla arkadaşlarının en çok zoruna giden de bu olsa gerek. Bu yüzden Kürtlerin ve Kürt gerillası ile dostlarının başı sağ olsun. Ancak bu kadar ucuz gitmemeliydi Kürtlerin gerilla komutanı Sarı İbrahim….
Güle güle Sarı İbrahim! Arkanda intikamını alma hırsıyla bilenen gerilla arkadaşlarını bırakarak gittin. Artık kim onlara Efsanevi Komutan Agit’i anlatacak….
Seyit Evran
- Ayrıntılar
Yazının başlığından da anlaşılacağı gibi, İran devlet ordusunun PJAK’ın varlığını bahane göstererek Kandil’e yaptığı operasyon çok farklı gelişmelerin bir toplamı ve de yeni bir sürecin başlangıcını ifade etmektedir. Bunun için Türkiye'nin ve İran’ın içinde bulunduğu durumu irdelemek gerekmektedir. Böylelikle hem İran’ın neden Kandil’e yöneldiğini ve Türkiye'nin de neden bu operasyona destek verdiğini daha iyi görebiliriz.
14 Temmuz’da yaşanan iki olay, adeta Türkiye'nin siyasi-sosyal yapısını sarstı. Türk devletinin kimyasını değiştirecek gelişmelere vesile olacak bu iki olaydan birincisi, Demokratik Toplum Kongresi’nin ilan ettiği Demokratik Özerklik; ikincisi, Silvan kırsalında operasyona çıkan Türk askerlerinin HPG gerillalarınca kuşatmaya alınıp, asker ve kontralardan oluşan 20 kişinin öldürülmesi.
Bundan sonra ne mi oldu? Demokratik Özerklik ilanına karşı neredeyse tüm Türkiye'de resmi siyaset, sözde aydınlar ve medyanın ünlüleri, sözde analistler ve bağımsız köşe yazarları(!) ortak bir söylemle saldırıda bulundu. Kimisi küfür etti, kimisi alaya aldı, kimisi saçmalayarak “böyle bir ilan anayasaya aykırıdır” dedi, kimileri de bu ilan erkendi, parlamentoda çözüm bulunmalıydı, yasalar esas almalıydı diye beyanda bulundu.
Silvan olayına tepkiler ise akıllara durgunluk veren, bu kadar da olmaz dedirten cinsten oldu. Sanki PKK ile Türk devleti arasında otuz yıla yakındır süren bir savaş yokmuş gibi, sanki neredeyse her bahar, yaz ve sonbahar aylarında PKK ile Türk ordusu arasında çatışmalar yaşanmıyor ve kayıplar verilmiyormuş gibi, sanki Türk ordusu kırsalda, Türk polisi ise şehirde hemen hemen her gün askeri ve siyasi operasyon yürütmüyorlarmış gibi, birden bire tek bir merkezden çıkmış gibi “nasıl olur, PKK gerillaları nasıl Türk askerini vurur, bu caniliktir” gibi söylemler tüm medya kanallarında ve resmi siyasi kesimde dillendirildi.
Milletin gözünün içine baka baka ve onları ahmak yerine koyarcasına “Asker operasyona çıkmıştı, PKK’li teröristleri öldürecekti, ama nasıl olurda teröristler kendini savunur ve bizim askerlerimizi öldürür” gibi sözler kullanılmaya başlandı. Bununla birlikte ve bu bahane edilerek Türk toplumuna yönelik faşist zihniyetli söylemler aracılığıyla bir propaganda bombardımanı yapıldı, Kürtlere yönelik siyasi ve fiziki linç girişimleri tekrardan başlatıldı.
Fakat olay sadece bununla izah edilecek kadar basit değil. Olayın hem Türkiye, hem de Türkiye dışındaki gelişmelere bağlı olarak bu kadar gündem yapıldığı, bilinçli bir şekilde abartılarak, çarpıtarak sunulduğu görülmelidir. Çünkü 14 Temmuz ardından gelişen bazı olaylar gerçekliğe daha geniş bir pencereden bakmamız gerektiğini gösterdi.
Her şeyden önce, Türkiye devleti ve hükümeti bu iki olayı, yeniden özel savaş sistemine geçmek için bir vesile yaptı. 15 Temmuz’da Türkiye'nin bazı kentlerinde yeniden “Kürtlere yönelik linç” girişimleri başlatıldı. Faşist-ırkçı ve dinci kesimler tarafından polis destekli bir biçimde Kürtlere yönelik saldırılar oldu. Toplumda faşist-ırkçı duygular temelinde bir saldırı dalgası başlatıldı. Bu saldırıda Ergenekoncular, milliyetçi faşistler ve dinci faşistler kolkola girerek Kürtlere karşı saldırıya geçtiler. Böylece Kürtler Türkiye metropollerinde sindirilmek istendi. Halen de bu durum devam etmektedir.
İkinci olarak, Kuzey Kürdistan'ın hemen hemen her yerinde askeri operasyonlar başlatıldı ve bu operasyonlar giderek de yayılmaktadır. Adeta Kürdistan'ın tüm alanları işgal edilmek istenmektedir. Aynı biçimde Kürdistan'ın bütün şehir ve kasabalarında Kürtlere karşı faşist polis saldırıları çok azgın bir biçimde ve çeşitli bahanelerle sürdürülmektedir. Bu saldırılarda çocuklar, gençler, yaşlı insanlar yaralanmakta, hatta gaz bombalarının direk insanlar hedef alınarak atılması sonucu ölümler yaşanmaktadır.
Üçüncüsü, öyle anlaşılıyor ki, AKP hükümeti ve onun ABD destekli ortağı Gülen Cemaati, PKK'yi imha ve tasfiye etme konseptini başarıya götürmek için büyük bir gayret içine girmiş ve PKK'yi tasfiye edeceklerine o kadar inanmışlar ki, bunu açıkça dillendirmekten de hiç çekinmiyorlar. Yeniden özel hareket polislerini, yani katliam yapan, kaçakçılıkta nam salan, her türlü hukuk dışı faaliyette bulunan, cinayetler işleyen ve daha nice kirli işleri yapan bu güçleri, Çiller döneminin kirli özel savaş gücünü “PKK'ye karşı mücadelede” kullanacaklarını açıkladılar. Ve beklenildiği gibi Türkiye toplumundan, aydınlarından, çeşitli “insancıl” örgütlerden bu duruma karşı-birkaç kişi dışında- en ufak bir itiraz bile gelmedi. Hatta bunun gerekli olduğunu ve özel hareket polisinin bu süreçte temel güç olduğunu ifade eden, bunu yüzü kızarmadan teorileştiren yazarların sayısında da bir artış dahi gözlenebildi.
Buraya kadar Türkiye'nin iç sorunu olarak algılayabileceğimiz gelişmelerden bahsettik. Dolayısıyla bu durumun pek de anormal görünmediğini dahi söyleyebiliriz. Ancak başka gelişmeler daha var ki, insan onlara bakınca bir filmi yeniden seyrediyormuş gibi bir hisse kapılıyor ve olayların Türkiye'yi aşan bir boyutta olduğunu görüyor.
Bilindiği gibi, 15 Temmuz günü-Türkiye'deki linç girişimlerinin başladığı günde- İran ordusu Medya Savunma Alanlarına yönelik bir askeri operasyon başlattı ve bu operasyon halen devam etmekte. PJAK’ın varlığı bahane edilerek Kandil, Xınêrê ve Xakurkê alanlarını kapsayacak şekilde geliştirilen bu operasyon, giderek PKK’nin bulunduğu alanların kuşatılması ve buraların ele geçirilmesi hedefinde olduğunu göstermektedir. İran-Irak savaşından sonra, ilk defa İran devleti direk olarak kendisi bir coğrafyaya müdahalede bulunuyor. Bu ise olayın çok daha farklı olduğunu, farklı hesap ve kaygıların iç içe geçtiğini gösteriyor.
Ortadoğu'da İran devletinin çok büyük bir etkinliği var. Hemen her yerde İran’ın etkisi altında olan hükümetler, devletler, siyasi oluşumlar var. İran her zaman kendi devlet çıkarlarını bu oluşumlar eliyle korumakta, kendi düşmanlarına karşı da bunları kullanmaktadır. Örneğin, İsrail’le çelişkileri olmasına rağmen hiçbir zaman askeri olarak karşı karşıya gelmediler. Fakat İran destekli Hizbullah örgütü İsrail’le bir savaş içindedir. Yine 2000 yılında YNK-PKK savaşında görünürde YNK PKK’yle savaşıyordu, ama esasta YNK’nin arkasında olan güç İran’dı ve YNK İran’ın taşeronluğunu yapmaktaydı.
Ancak şimdiki durum çok farklıdır. İnsan istemeden şu soruları kendine soruyor: Ne oldu da Ortadoğu siyasetinde bu kadar etkili olan bir devlet, PJAK gibi bir örgüte direk saldırdı? Kendisi bir savaş içine girdi? Onu bu kadar zor durumda bırakan ne oldu? Ya da ne gibi bir çıkar gördü ki, adeta Türkiye'nin taşeronluğunu yaparcasına PJAK ve esas olarak da Kürt Özgürlük Hareketine bu kadar azgınca saldırı içine girdi?
Buna vereceğimiz cevap: Ortadoğu coğrafyasında yaşanan gelişmeler, Arap alemindeki halk hareketinin geldiği düzey Kürtlerin bir halk olarak etkin bir güç olma ve belli kazanımlar elde etme imkanını ortaya çıkardı. Dolayısıyla Kürtlerin Ortadoğu'da bir güç olmasını engellemek, Kürtlerin kazanımlarını yok etmek için uluslararası güçler Kürtler hakkında imha ve tasfiye temelinde bir ittifak yaptılar. Bu ittifakın temel yürütücü güçleri ise Türk ve İran devletleri olmaktadır.
Fakat İran’ın durumu ve şu andaki girişimi çok daha değişik nedenlere dayanmaktadır. Bu nedenler iki boyutludur. Birincisi, İran her şeyden önce Kürtleri inkar eden, imha etmek isteyen bir devlettir. Yani Kürt düşmanıdır. Kürtleri ezmek, bastırmak, kendi çıkarları temelinde kullanmak, asimile etmek için çok açıktan bir siyaset yürütmektedir. Bu siyasetini de “Kürt vardır” söylemiyle yapmaktadır. Yani kaba bir biçimde inkar etme yoktur, onu kabul ediyor gibi gözüküp, ama esasta değişik yollarla asimile edip, kendi devlet çıkarları temelinde Kürtleri kullanmak temel siyaseti olmaktadır. Bugün Türk devletinin ve AKP hükümetinin yürüttüğü siyasetin aynısını İran çok eskiden beri yürütmektedir. Dolayısıyla “Kürt vardır, ama asimile edilmelidir” siyaseti İran kaynaklı bir siyasettir ve şu anda yürütülen de budur.
İkincisi, İran şu anda PKK'nin zayıf olduğunu düşünmekte ve bu zayıflıktan yararlanarak onu ezmek ve tasfiye etmek istemektedir. PKK'yi tasfiye ederse kendisini güvenceye alacak, yine PKK’nin bulunduğu alanlarda kendi hakimiyetini sağlamlaştıracak ve böylece daha güçlü bir konuma ulaşacak. Eğer PKK'yi tasfiye edebilirse, bunu yapan bir devlet olarak Türkiye, Suriye, Irak üzerinde de bir etki gücü haline gelecek. İran’ın bir hesabı da budur.
Üçüncüsü, İran bir yandan PKK ile mücadele ederken, diğer yandan ise küresel sistemin kendisine yönelik saldırılarına karşı kendini sağlama almaya çalışmaktadır. Ortadoğu'daki halk hareketlerinin Suriye’de geldiği düzey onu korkutmaktadır. Suriye rejiminin durumu net değil. Bu netsizlik İran’ı çok ürkütmektedir. Eğer Suriye rejimi yıkılırsa sıranın İran’a geleceği kesindir. Dolayısıyla İran bu durumdan çok ürkmektedir. Bu nedenle de kendi devlet sınırlarını güvenceye almak istemektedir.
İşte PKK'nin bulunduğu Kandil, Xinêre, Xakurkê alanlarına yaptığı saldırıların bir nedeni de budur. Hem PKK'nin buradaki varlığını ortadan kaldırmak, hem bu alanlarda kendisi hakim olmak, hem de bu sınır hatlarında karakollarını oluşturup, askeri mevzilenmesini sağlamlaştırarak kendi hakimiyetini kurmak istemektedir. Bir anlamda kendi sınırlarını sağlamlaştırarak etrafında farklı bir güç bırakmak istememektedir. Bunu gerçekleştirdiği zaman da Irak, Türkiye ve ABD’den gelebilecek saldırılar karşısında kendisini askeri olarak sağlama almış olacaktır.
Dördüncü husus ise, İran’ın 15 Temmuz’da Kandile yönelik geliştirdiği askeri operasyon aslında bir İran-Türkiye ortak operasyonu olmaktadır. Belki burada savaşan İran askerleridir, ama askeri operasyonun hedefi, planlaması bu iki devlet tarafından yapılmış ve uygulamaya konulmuştur.
Peki, mademki bu planlama Türkiye ve İran tarafından yapılmış, neden Türk askeri de bu operasyona katılmadı, diye sorulabilir. İşte işin esası da burda ortaya çıkıyor. Çünkü Türkiye PKK'ye yönelik sınır ötesi bir operasyon yapmak için yeterli güce sahip değildir. Askeri olarak şu an bunu yapacak gücü yok. Ordu ile AKP arasında –her ne kadar açık edilmese de- çok büyük bir anlaşmazlık ve çatışma var. Dolayısıyla AKP Türk ordusunu PKK'ye karşı savaştıramıyor. Ordu AKP’nin çıkarına olacak böylesi bir harekâta katılmayı reddediyor.
Bundan dolayıdır ki, AKP, Türk ordusu yerine İran ordusunu PKK üzerine saldırtıyor. Kendi ordusuna söz geçiremeyince, tarihi olarak Kürt düşmanlığı yapmış olan İran devletinin ordusuna bu operasyon ihalesini verdi ve İran da bu ihaleyi alıp pratikte yerine getirmektedir. Dolayısıyla bu işin taşeronluğunu İran devlet ordusu yapmaktadır. Bu nedenledir ki, Kandil saldırısı sadece İran’ın değil, aynı zamanda Türk devletinin de içinde olduğu bir planın pratikleşmesi olmaktadır. Dolayısıyla şu anda PJAK ile İran ordusu arasındaki çatışmalar esasta sömürgeci soykırım rejimlerinin Kürd’ü inkar ve imha etme çabasının bir sonucu olarak gelişmekte ve PJAK’ın duruşu ve direnişi de Kürtlerin bu sömürgeci soykırımcı rejimlere karşı varlığını koruma ve özgürlüğünü kazanma mücadelesi olmaktadır.
Fakat Ortadoğu öyle bir coğrafyadır ki, tarih burda çok canlıdır ve her an kendisini tekerrür etmektedir. İran’ın şu andaki saldırısı elbette büyük bir Kürt direnişiyle karşılanmıştır. Direnmenin süreceği de görülüyor. Ama işin tuhaf olan ve acaba olabilir mi dedirten bir yanı vardır ki, onu da buraya not düşelim. Saddam Hüseyin rejimi de 1990’da ABD onayıyla Kuveyt’i işgal etmişti. Ertesi yıl ise ABD Irak’ı işgal etmiş ve Irak’ı fiili olarak üç parçaya bölmüştü. Bu olayı hatırlayınca “İran’ın durumu da acaba böyle mi olacak” diye insanın aklına bir düşünce geliyor.
Bakalım neler olacak! İran daha başka neler yapacak! Kimlerin başına ne tür çoraplar örecek!
Edîp Koçgîrî
- Ayrıntılar
Türkiye’de, her yenilen genelkurmay başkanının yerine geçen yeni biri klişe bir laf eder.
Ve devam eder der ki, “bitireceğiz, kökünü kazıyacağız PKK’nin”.
Bunlar hep “bitereceğiz, kökünü kazıyacağız” diyorlar.
Bu ulu ulu ulu Türk Genelkurmaybaşkanlarına ilişkin geçen sene “Ağla Boşbuğ, Kükre Koşaner” diye bir makale yazmıştım.
O makalenin tamamında şunları demiştim.
“Ağla Boşbuğ, Kükre Koşaner
Bir şu T.C devletine bakın, birde O’nuan kimyasalcı ve ağlayan generali Boşbuğ’a bakın.
Bir zamanlar nasıl esip gürlüyordu.
Bir zamanlar nasıl kimyasal silah kulanıyordu.
Gerilla karşısında yenilince.
Bir zamanlar nasıl entel u mentel kesiliyordu.
O yazardan, bu yazardan paragraflar okuyordu.
Bazı yağdancı kalemşörlerde, balon şişirir gibi şişiriyordular kükreyen Boşbuğ’u.
Boşbuğ da kükredikçe, balonu sönüyordu pııııssssss pıııııssss diye.
Boşbuğ’u seyrederken, Büyükanıt denilen Azamput anımsıyorduk.
Diyorduk ki, ama niye hep aynı filmi seyrediyoruz?
Ya bu T.C generalleri sanki kolonlanmış diyorduk?
Bunlar niye aynı maniyi söylüyorlar?
Bunlar hep “HPG gerillalarını bitirmede kararlıyız” diyorlar.
Hiç bir şey onların dedikleri gibi çıkmıyor.
Bu ne haldir, bu yenilgidir.
Uruğ’dan itibaren yenilen yenilene.
Torumtay yenildi. Güreş yenildi.
Kıvrıkoğlu yenildi. Azamput yenildi.
Boşbuğ yenildi. Ne PKK bitti. Ne de HPG gerillası bitti.
Bitenler, gelirken kükreyenler, giderken ağlayarak giden Boşbuğ gibiler oldu.
Şimdi de kükreyip gelen biri daha var.
Adı Sabahattin Işık Koşener.
O da Boşbuğ gibi Egeli.
O da Boşbuğ gibi Manastır göçmeni.
O da bir Sebatayist. Yani devşirme biri. Yani Türk değil.
O da Kürdistan kimyasal silah kullanmış.
Sivilleri katletmiş bir soykırımcı.
JİTEMCİ bir kontgerilla. Özel Harp Daire’sinde yetişme.
Kükreyerek geldi. Ağlayarak gidecek.
Derler ya “Isıran Köpek Dişine Göstermez”.
Yaşayarak göreceğiz. HPG gerillaları Koşaner’i de yenilen bir general olarak emekliliğe sevedecek.
O’na da Egede bir villada denizi seyrederek yenilgisinin anılarını hatırlamak düşecek.
O Ege’nin mavi sularını seyrettikçe düşünecek.
Ve diyecek ki, ya HPG gerillalarına nasıl yenildim.
Ve bu kahırdan ölecek”.
Bunları geçen yıl yazmıştım.
Benim öngürüm iki yıl daha erken yerine geldi.
Koşaner üç yıl yerine ancak ve ancak bir yıl HPG karşısında durabildi.
Üç yılının dolduramadı.
O’nun yenilgisi, diğer genelkurmaybaşkanlarından üç kat daha fazla oldu.
Şimdi O’nun yerine, daha beş yıl önce planlanan bir konseptle Necdet Özel diye birini getirdiler.
Bu Necdet Özel ,çok çok çok özel biri.
Fetullahçı olduğu için kişiliksiz ve karektersiz.
Aynı zamanda, iktidar için tüm değerleri satan biridir, tüm Fetullahçılar gibi
İnsan olmanın dışında nekadar alçaklık özellikler varsa bu Necdet Özel’de bulunur.
Necdet Özel’de ne bir yiğitlik var nede bir asker cesaret.
Dünyadaki genelkurmaybaşkanları içinde, ondan daha fazla kalleş ve daha daha fazla korkak bir general yoktur.
En büyük cesareti ise alçakça kullandığı kimyasal silahlardır.
O’nun emriyle yapılan operasyonlar ve çıkan tüm çatışmalarda Türk ordusu büyük kayıplar vermiştir.
Türk ordusu çatışmalarda kayıp verince, O’nun talimatıyla bu onlarca çatışmada kimyasal silah kullanılmıştır.
Necdet Özel, bu çatışmalarda, nerede, hangi görevde idi, bu çatışmalar tek tek nerede olmuş, çatışmalarda bu pırpırlı general neler yapmış, hepsini tek tek detaylı bir şekilde dünya aleme duyuracağım.
Bu dünyanın en kutsal görevidir. Hem de kutsallıktan da ötedir.
Fetullahçılık nedir, Fetullahçı bir generalin karakteri nedir, Necdet Özel’in özelinde herkes görecek, okuyacak ve duyacak.
Kürdistan halkına savaş açan, Fetullahcı Cemaatin Kimyasalcı Canilerin Başı Hüseyin Gülerce diyordu ki “neler yapılacağını dost düşman herkes görecek”.
Esas Fetullah Cemaatinin Kimyasalcı Genelkurmaybaşkanı Necdet Özel’in neler yaptığını, dost düşman herkes görecek.
Herkes görecek o zaman, hem Necdet Özel hem de Hüseyin Gülerce’yi, bir cümle Fetullahçıların nasıl dünyanın en alçak kişilikleri olduğunu.
Özgür Bilge
- Ayrıntılar
Silvan’da faşist ordu ve hamisi AKP hükümetinin başlattığı imha operasyonunda yaşanan çatışma hakkında genelkurmay başkanlığı bir açıklama yayımlamış. ‘İhmali’ araştırmış. Aynı gün farklı yayınlarda Mardin’de üç kontranın öldürüldüğü eylemimiz hakkında da kimi sorular sıralanmış. Kendilerince alınan yenilgilerin hesabını yapmaya yönelen bu iki değerlendirme esasında neye hizmet ediyor? Bu, işimiz değil.
Eğer mümkünse gerilla hakkında, yaptığı ve yapabilecekleri hakkında var olan cehalete bir ışık tutabilmek işimiz.
Gerillanın eğitimi, iradesi, tecrübesi hakkında az çok savaşla ilgilenmiş herkes bir görüş sahibidir. Bu görüşün içinde öne çıkan yan ise gerillanın her açıdan askerden daha üstün ve yetkin olduğu yönündedir. Şüphesiz bu görüş öyle sıradan masa başı söylenmiş sözler değildir. Geçmiş savaş pratiklerinin değerlendirilmesiyle ulaşılan bir sonuç. Yani NATO’nun en büyük ordularından biri olmakla övünen, en güçlü polis gücüne, özel harekata, jandarmaya, MİT’e, Jitem’e, geniş bir korucu ordusuna sahip olan bir devlet karşısında bunca sene savaşma gücünün ortaya çıkardığı bir sonuç. Daha doğrusu tüm bu güçlere rağmen daha da güçlenen, profesyonelleşen, taktik ve teknik açıdan, moral ve motive açısından kendini geliştiren, yenilmezliği yanında etkili ve güçlü darbeler vurabilen bir güç olmasının ortaya çıkardığı bir sonuç.
Böylesi tespitleri sivil-asker tüm devlet yetkilileri dile getirdi, getiriyor. En son özel harekatçılara devredilen savaş tartışmalarında da açığa çıktığı gibi ordu yenilgiyi de kabul etmiş durumdadır.
Velhasıl, demek istediğim ordunuz, güvenlik adını taktığınız baskı güçleriniz gerillayla baş edecek düzeyde değildir.
Neden mi?
Çünkü gerilla algılarınızın ve anlayışınızın ötesinde var olan bir duruştur. Bir çizgi, bir felsefedir. Bu felsefeyi anlamaya çalışmak onun gibi yaşayıp, onun gibi düşünmek, hissetmekle mümkündür. Bunu bilemez, gerillanın özellikle Kürdistan’da gerilla olmanın ne demek olduğunu, ne anlam taşıdığını bilemezseniz onun hakkında söyleyeceğiniz, eylemleri hakkında söyleyeceğiniz her şey de boş olur.
Gerilla her şeyden önce haklı ve meşru bir savunma savaşı yürütmektedir. Orantısız güç, gereksiz şiddet peşinde koşan insan topluluğu değildir. Amaç-araç ilişkisini çok iyi özümsemiş, yaptığı eylemin ve pratiğin tamamen amaç hizmetinden olmasına dikkat eden bir güçtür. Bu kendisinde var olan içselleştirdiği ideolojik bakışıyla bağlantılıdır.
Sanıldığının aksine gerilla sabah akşam klasik ordu eğitimlerinden geçmez. Gerillanın eğitimi düşünsel, ideolojik alandadır. Yani sizin o terörist olarak adlandırdığınız insanların bir cebinde kitabı, bir cebinde bombası durur. Kitapsız, yönsüz ve yolsuz değildir.
İkinci olarak gerilla iradeli insan demektir. Bir lokma, bir hırka felsefesiyle yaşayan çağdaş dervişler konumundadır. Yetinmeyi bilir. Çok istemez. Gerekirse günlerce aç, susuz, uykusuz kalabilir. Ama bu onun hareket kabiliyetinde, vuruş gücünde herhangi bir eksiklik, hata yaratmaz. Çünkü o hareketinin, eyleminin bilincinde olan insandır. İnsani zaafların, nefsinin esiri olmaz. Beşeri ihtiyaçlarını, güdü ve duygularını sürekli kontrol altında tutabilen insandır gerilla.
---
Gelelim tartışma konularına. Şu kadar asker vardı, şu karakol vardı da nasıl görünmedi? Nasıl ellerini kollarını sallayarak geldiler de gittiler? Yok efendim yangın çıkmış da, duman yayılmış da gerillalar öyle kaçmış. Hatta kaçarken kendilerine ait olmayan beş tane cenazeyi de götürmüşler. Ne yapacaksak 5 kontranın cenazesini?
Tüm bunların tek bir amacı var. Dezenformasyon. Bilgi kirliliği yaratmak. Kısacası halkı ve kamuoyunu kandırmak, kandırmaya yardımcı olmak.
Bu tabii ki insan yaşamı gibi bir konuda ciddiyetsiz yaklaşım olarak da adlandırılabilir.
Gerillanın hareket tarzı ve taktiklerini deşifre edecek değiliz. Vay öyle değil de şöyle oldu demeyiz, onu beklemeyin. Ama şunu söyleyeyim ki bilen biliyor.
Bir dönemler her ağacın arkasından bir gerillanın çıkacağı korkusu, her gölgenin gerilla olacağı korkusu vardı. Bir dönemdir geri cephelerde mevzilenen, çatışmadan uzak duran, eylem yapmayan gerilla profiline o kadar aldanılmış olacak ki gerillanın yapabilecekleri hakkında düşünmek bile gelmemiş milletin aklına. Sanki gerilla bitmiş, savaş kabiliyeti sıfırlanmış gibi ele alındı.
Bu korku öylesine derindir ki geçmiş yılları hatırlayanlar o dönem gazetelerinde hep rastlamışlardır. Filan yerdeki askerler katırı taradı, 8 inek öldürüldü, bilmem domuz sürüsü nedeniyle askerler sabaha kadar etrafını taradı. Bunun bir adım ötesi de sivillerin, köylülerin taranması, bombalanması oldu. O yüzden gidip bir genci öldürdüler ya en son. Pusuda duran, hakim olan, gerillayı beklediğin iddia edenler kalkıp bir genci vurdular. Bu o korkunun eseridir.
Gerillanın temel esprisini söyleyeyim. Her yerdedir, hiçbir yerdedir. Onu göremez, duyamaz, önceden bilemezsin. Öyle heronlar gördü, vay istihbarat alındı, birileri ihbar etti de kesin oradadır; canım o kadar karakolun, köyün arasından geçiyor nasıl görünmezler gibi hükümler, yargılar yerinde değildir. Yok öyle bir şey. Gerillanın kendi hatası olmazsa siz onu tespit edemez, göremez, yakalayamazsınız.
Ne tekniğiniz, ne insan gücünüz, ne tecrübeniz buna elverişli değildir. Zihniyet ve paradigma ise zaten buna yanaşamaz bile. O yüzden her birkaç senede bir aynı taktikler, araçlar, yöntemler ısıtılıp ısıtılıp topluma sunuluyor. Gerillayla böyle başa çıkamazsınız, kurtulamazsınız. Nafile…
Gelin size bir sır vereyim.
Gerilladan, bizden kurtulmak mı istiyorsunuz? Gerillanın bilinmezliğinin verdiği korkudan sıyrılmak mı istiyorsunuz?
O zaman gerillanın savunduğu Kürt halkının, onun Önderinin sözlerine kulak verin ve özgür demokratik bir statü isteyen halkımızın haklarına ulaşması için elinizden geleni gösterin.
Ha, bunu yapamıyor musunuz? O zaman sessizce köşenizde oturun ve dil uzatmayın her şeye. O zaman kirli ellerinizi bu ülkenin üzerinden çekin. O çirkin yüzlerinizi görmeyeceğimiz bir yerde durun.
Yok, bunu yapmaz da ısrarla yeminli düşman, özel savaş elemanı olacağım, toplumu yanlış bilgilendireceğim, kafasını karıştıracağım, arada da Kürtlere bol bol küfür edeceğim diyorsanız gerillayı çok daha yakından göreceğiniz günler yakındır. Öyle bilmem ne kadar güvenlikli şehirlerde, bilmem ne özel güvenlik görevlilerinin koruduğu sitelerde yaşıyor olmanız çok bir şeyi değiştirmez. Özeli, geneli, tüm savaşa hizmet edenler, yağdanlık olmaktan gurur duyanlar iyi bilsin. Savaş alevleri gürleşiyor. Gerilla gerillacılık yapmaya başlıyor. Ve inanın bunun olmasını en son siz istersiniz.
Uyanık olun…
Pir Kemal
- Ayrıntılar
TC devleti eni sonunda samimi bir itirafta bulundu: bu ordumuz gerillaya karşı savaşamaz.
Biz yukarıda dile gelenleri yıllar yılıdır söylüyoruz. Dilimizde tüy bitti ancak bir türlü kavratamadık.
Zararın neresinde dönülürse kar olduğu söylenir. Bu kadar zarardan sonra çokta akıllı bir tespit olmasa da yine de akılsızlığı ifade etme anlamında bir doğru tespittir yapılan.
Dünyanın en büyük 9. Ordusunun TC ordusu olduğunu geçenlerde bir haberde okuyoruz. Az buz bir ordu değil, dünyanın en sayılı ordularından olmak. Buna siz birde polisini, korucularını, jitemcilerine ve tabii şimdi burada isimlerini sayamayacağımız o kadar çok paramiliter gücü de ekleyin.
Dünyanın 9. uncu büyük ordusu gerillaya karşı savaşamaz haldedir. Bu gerilla ise dünyanın en fakir halkının gerillası. Bunun içinde her gün her gün TC askerliğine kimsenin gelmemesi için açıklamalar üzerine açıklamalar yapıyoruz. Böyle bir orduda erken ölünür diyoruz. Kaldı ki ölünecek nedenler varsa yine de bir anlam ifade edebilir ölmek. Ne var ki ölmenin de bir anlamı yok. Birkaç rantçı, ırkçı, kafatasçı, milliyetçi, dogmatik, bilmem kaçıncı paradigma da çakılı kalmış yönetici ve kapitalist için bu kadar halkın çocuklarının ölmesi gerçekten ne kabul edilir, ne de kaldırılabilinecek bir durumdur.
Ordu komutanı “ordumuz kendisini savunabilir” diyor, eski meclis başkanı “eğitimleri yetersiz” yani gerilla hep böyle vura biliyor demek istiyor. Ama bunların söylediklerine biz bir şey eklemeden Türkiye halklarına diyoruz ki: Askerliğe gelmeyin. Orduya gelmeyin. Kendi çocukları gelsin gerillaya karşı savaşsın. O zaman görürdük: “ordumuz kendisini savunabilir” söylemlerini. Başkalarının çocukları ölürse, başkaların anaları ağlarsa, başkaların ocaklarına ateş düşerse bol keseden konuşmak rahattır.
Hatırlayanlar vardır: “askerlik yan yatma yeri değildir” diyen Erdoğan’ı. Evet askerlik yan yatma yeri değildir, ancak çocuklarınız para babalarınız abd’lerde okurken, gezip tozarken, sadece ve sadece birkaç gün askerliği o da en lüks ortamda yaparken, “askerlik yan yatma yeri değildir” söylemleri rahattır.
Askerliğin yan yatma yeri olmadığı kesindir. Askerliğin çok ciddi tehlikeler barındırdığı da kesindir. Ve nitekim ateş sahası olduğu da kesindir. Ve ölümlerin her zaman yaşandığı, yaşanacağı da kesindir.
Özcesi iflas eden bir orduda askerlik yapmak gerçekten beraberinde iflası getirir. Hele birde iflas eden bu orduyu yürüten iflas eden siyasetçileri varsa. Kendi deyimleriyle müflislerin bulunduğu bir yerde askerlik yapmak gerçekten hak değildir.
Yukarıda dile gelenler askerlikle bağlantılıydı. Yani iflas eden bir ordunun duruşuyla bağlantılıydı. Siz buna birde bu iflas etmiş ordunun oldukça faşizan, ırkçılık kokan, bir halkı yok sayma anlayışı üzerinde yürütüldüğünü eklerseniz bu orduya hizmet etmenin ne kadar daha az gerekçesi kaldığını görürsünüz.
Israrla yok saymanın, bir halkın haklarını görmezden gelmenin hiçbir haklı gerekçesi olamaz. İki de bir bu Kürtler bizi bölmek istiyorlar hikâyelerinin de hiçbir akla yatar yanı yoktur. Çünkü Kürtler özelde de gerillasının öyle bir hedefi yoktur. Ancak bu topraklarda biz özgürce yaşamak istiyoruz. Bu topraklarda halkımızın var olma haklarının tümünü pratikte yaşanması istiyoruz. Ve halkımızın da aynen başka halklar gibi kabul görmesini istiyoruz. Bu bağlamda kimsenin hiçbir şeyinde hiçbir gözümüz yoktur. Olamaz da. Biz sadece halkımıza ait olanlara saygı gösterilmesini istiyoruz. Dediğimiz gibi ne fazla ne az. Hepsi bu kadar.
Şimdi böyle duran bir gerillaya saldırmanın bir anlamı var mıdır, herhalde yoktur. Böyle duran bir gerillaya karşı savaşmanın bir anlamı var mı, herhalde yoktur. Böyle bir gerillaya karşı kendi evlatlarınızı savaşa sürmenin anlamı var mıdır, herhalde yoktur.
Eğer yoksa o zaman lütfen evlatlarınızı askere göndermeyin. Evlatlarınızın ölmesine inanın, sizler kadar bizde üzülüyoruz. Ancak evlatlarınız bizim dağlara geldiklerinde çiçek toplamak için gönderilmiyor. Bizleri öldürmek için gönderiliyor. Öldürmeye gönderirlerken kendi çocukları Burdur’da ya da başka yerlerde askerlik yapıyorlar, ancak sizin evlatlarınız dağlarımıza bize saldırmak için gönderiliyor.
Uzatmadan, siz buna kendi itiraflarını da eklerseniz ne demek istediğimizi anlarsınız.
Lütfen ama lütfen evlatlarınızı TC askerliğine göndermeyin, evlatlarınızın katili olmayın, kanlarına girmeyin. Bırakın onlar yani para babaları, iflas eden ordunun komutanlarının oğulları gelsinler.
İnanın bunların oğulları Kürdistan dağlarına savaşmaya gelmeye başladıklarında bu savaş sona erecektir hem de çok kısa zaman içerisinde sonlanacaktır…
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Kürdistan’da yeni bir sürece girilmiştir. Demokratik Özerklik ilanı yeni bir sürecin başlangıcıdır. Tamda 14 Temmuz’a denk gelmesi tarihselliğini daha da güçlendirmiştir. Kürdistan’da Kürtlerin Onur Günü iken Demokratik Özerklik ilanıyla artık Özgürlük Günü haline de gelmiştir.
İnsanlık, Fransız Devrimini ateşleyen eylemin Bastille Zindanına halkın ve devrimcilerin saldırmasıyla başladığını söyler. Bastille vahşet uygulayan zindanına halkın ve ilerici insanların saldırısı bir 14 Temmuz günü gerçekleşmiştir. Zulmün kalelerine karşı başlatılan başkaldırı daha sonra Fransız Devrimi ile taçlandırılmıştır. Birde bu bakımdan 14 Temmuz’da Demokratik Özerklik ilanı anlamlıdır.
Demokratik Özerklik kimliksizliğe karşı kendi kimliğini oluşturma süreci olarak algılanırsa beraberinde kendi hukukunu da geliştireceği rahatlıkla görülmelidir.
TC devleti Kürdistan’da tüm at koşturmalara bir ad bulmuştur: hukuk, yargı ve suç.
İnsanlık dışı ne kadar uygulama yaparsa yapsın kılıfına denk bir yaklaşımı hukuk adına bulabilmektedir. Ama bir şey var ki unutulmaktadır: bahsettikleri hukuk sömürge hukukudur.
Yine Kürdistan’da binlerce hatta on binlerce insanımız, gencimiz, siyasetçimiz, sivil toplumcumuz, onurlu dindarımız, anamız, bacımız tutuklanmıştır. Ve bu tutuklanmaların hepsini de izahatını “yargıya intikal etmiştir, yargı bağımsızdır, yargıya karışılmaz” diyerek meşruiyet kazandırılmaya çalışılmaktadır. Ama bir şey var ki unutulmaktadır: bu yargı bir sömürge yargısı olduğu için meşruiyeti yoktur.
Gözaltılar da her gün yapılmaktadır. Göz altıların süreklileştirilmesini de “suç işlenmiştir, göz altına alınmıştır” denilmektedir. Ancak unutulur ki suç diye tabir ettikleri eylemler bir halkın meşru ve haklı eylemleridir. Suç diye tabir ettikleri eylemler bir halkın varlığını ve onurunun vazgeçilmez refleksleridir. Bu bağlamda unutuyorlar ki suç dediklerinde sömürgeciler için suç olduğudur. Ancak yerli halk ve ilerici insanlık için yapılan tüm eylemler meşru, meşru olduğu kadar da yerinde olan eylemlerdir.
Bu kadar suç işleyen, haksızlık yapan bir kuruma daha fazla izin verilecek mi?
Ya da Demokratik Özerklik ilanı gerçekleştirilmişken artık Kürdistan’da devlet adına faaliyetlerde bulunan, devleti içleşleştirmek için uğraşan, halkı ajanlaştırmaya teşvik eden, ajanlık yapan, sivil faşizmin gizli ve açık uygulayanları olarak Kürdistan’da dolaşan, hele faşist polis yapısını arkasına alarak halka terör estiren, Kürdistan’da yer altı ve yer üstü zenginliklerini sivil faşist yapının desteğiyle çalan, faşist bir orduya hizmet eden, erzak taşıyan, karakollarını yapan, inşaatlarında çalışan, bu yapılarla içli dışlı olan, yine benzer bir şekilde Kürdistan’da tam bir çete örgütüne dönüşmüş polis gücü için bunu yapan çevrelere, yapılara, kişilere müsamaha gösterilecek mi gösterilmeyecek mi?
Ya da soruyu başka bir şekilde soralım; Kürdistan’da sivil faşist yapının hizmetine koşanlar, faşizan polis ve ordusuyla işbirliği içerisinde olanlar, Kürdistan coğrafyasını bozanlar suçlu mudurlar değil midirler?
En naif bir şekilde verilecek cevap; müsamaha gösterilmeyecek ve bunları yapanlar suçludur.
Eğer Kürdistan’da bu kadar tahribat yapanlara müsamaha gösterilmeyecekse ve işledikleri suçsa o zaman yapılacak olan ilk elden bu kişileri, yapıları, kurumları adalete teslim etmektir. Adalete götürerek halkımızın vereceği kararlar temelinde yargılamaktır.
Ve işte 14 Temmuz’a birde bu gözle bakmak yanlış olmayacaktır.
Başka bir deyimle:
“Demokratik özerklik ilanıyla birlikte Kürdistan’daki sömürgeci devlet yönetimi ve AKP örgütlenmesi suçlu durumuna düşmüştür. Etkinlik durumuna göre suçlular tutuklanacak ve KCK adaletinde yargılanacaktır.
Uzun süreden beri polis kurumu yurtsever halkımız üzerinde en ağır baskı ve zulmün uygulayıcısı olmaktadır. Hem bu zulmün hesabını sormak, hem de Kürt ve halk düşmanı bu çeteyi etkisizleştirmek en başta gelen görevlerden biridir.”
Bu bağlamda Kürdistan’da bundan böyle halkımıza ve varlığımıza karşı işlenmiş suçların hiç birine izin verilmeyecek ve gerekli ne kadar tahkikat varsa yapılacaktır.
E. Nuda
- Ayrıntılar