Türk devletinin tüm bileşenlerinin oluşturduğu Kürt Özgürlük Hareketi ve legal Kürt siyaseti karşıtı cephenin yoğun psikolojik savaş uygulamaları ve özel savaş basınının kara propagandasının ahlak ve akıl ölçülerini çoktan aştığı duyarlı tüm kesimler tarafından görülüyor. Her güne yeni bir yalan, her güne yeni bir sindirme işlenmeye çalışılan bu zaman aralığında yıllardır biriken öfkeyi, her şeyi bir anda bitirebilecek yıkıcı gücü çıkarmamak, kusmamak için insan kendisini zor tutuyor.
Zora ve zulme karşı silah tutmuş, cenge tutuşmuş insanların her türlü hakareti, küfrü sineye çekmesi, ağır başlı, mütevazı, sabırlı olması eğer bir sonuç, onurlu bir çözüm üretecekse caizdir. Ama yok, ortada bir çözüm yoksa ısrarla, şerefin ve onurun üzerine yemin ettiğin her türlü kutsala yönelen saldırılar, küfürler, hakaretler varsa bunları sineye çekmek, sabretmek olamaz.
O yüzden kendini sınırlamak, kontrolde tutmak kadar zor bir şey var mıdır diye soruyorum bugünlerde kendime.
Bu duyguyu 1999’da yaşamıştım. 15 Şubat ardından tüm yoldaşlarımızla birlikte yaptığımız fedai eylem önerilerimiz ardından örgüt ve Önderliğimizin çabaları karşısında aynı şeyleri hissetmiştim. Bu haksızlığa, onursuz yaşam dayatmasına, teslimiyeti dayatan anlayışa, iki yüzlü, riyakar düzene karşı eli kolu bağlı kalmak gibiydi. Belki de bir işkence yöntemiydi bizim için.
Bu durumu iyi tarif eden kimi işkence yöntemleri okumuştum daha önce. Çırılçıplak soyulan insanların üzerlerine şekerimsi bir madde sürülerek güneşin önüne elleri ve ayaklarının gerili olarak sabit duracağı bir şekilde uzatıldıkları, etrafta bulunan ve et yeme özelliğine sahip karıncaların gelerek kemiklerine dek o insanı kemirdiği ve o insanın tüm bu süre boyunca canlı kalabildiği bir işkence.
Şimdi yaşadığım bu durumu, benimle aynı ruh halini yaşayan binlerce yoldaşımı ve sokaklara dökülmüş halkımın durumunu buna benzetmek yerinde mi?
Evet, bence yerinde.
Aradan geçen onca seneye rağmen aynı tavrı bir onur, bir şeref, insani bir tavır olarak sergilemekte bir saniye bile tereddüt yaşamadan sürdüren Kürt halkının tüm organlarının, bireylerinin sabrıyla bu kadar oynanmasının bu işkence türüyle hiçbir farkı yok.
Tek bir farkla…
Bizim elimiz kolumuz bağlı değil. Alternatifsiz değiliz. Karşı koyacak gücümüz var. Ve istersek en büyük direnci, en güçlü ve büyük savaşı yürütebiliriz.
Fakat…
Evet, fakat gerçekten istemiyoruz.
Kuru, amaçsız bir şiddet örgütü değiliz. Belki de savaşmaktan, silah kullanmaktan en nefret eden topluluk olduğumuz gerçeği de görülmek istenmese de ortada.
Lakin gel gör ki yıllarca dağlarda inandığı doğrular ve değerler için her türlü şeyden vazgeçmiş, bir lokma bir hırka felsefesine göre yaşayan, halkının insanca, onurluca ve hak ettiğince yaşaması dışında hiçbir talebi olmayan insanların kendilerine savaş dayatılması durumunda, üzerine şiddetle yönelinmesi durumunda silahı en iyi kullanan, savaşı en iyi bir duruma getirebiliriz.
Bu, tecrübeyle hasıl olmuş bir gerçektir. Denemeyin diyoruz, sabrımızla oynamayın. Biz güçsüz değiliz diyoruz. İstemiyoruz diyoruz.
Ama nafile… bir kuru kafalık, bir anlayışsızlık, bir densizlik, bir vurdumduymazlık…
Ötesinde faşizm, katliamcılık, asimilasyonculuk…
Madem öyle
Biz buna karşı mücadele de her zamankinden daha güçlü olarak hazırız diyoruz.
Sabrın öğreticiliğini, mütevazılığın kazandırıcılığını, barışın kardeşleştiriciliğini onaylamıyor ve ötesinde karalarla örtmeye çalışıyorsunuz o zaman…
Ve inanın, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak hale …
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Türkiye tarihinin en görkemli 1 Mayıslarında birini kutluyor. Taksim de yaklaşık bir milyon insan! 1 Mayıs meydanını her renkten insanlar dolduruyor. Herkes kendi rengiyle bu büyük birliğe katılıyor. Türkiye demokratik toplumu 1 Mayıs’ta Takim’de ortaya çıkıyor. AKP iktidarının gerçek demokratik alternatifi böylece netleşmiş oluyor.
1 Mayıs işçi ve emekçilerin birlik, dayanışma ve mücadele günü. Aynı zamanda işçi sınıfının şehitlerini anma günü. Türkiye demokratik toplumu da taksim meydanında kendi şehitlerini anıyor. Denizleri, Mahirleri, İbrahimleri, Hakileri, Ferhatları hatırlıyor. 1 Mayıs 1977 katliamının intikamını alıyor, hesabını soruyor. “ Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloku” 1 Mayısta gerçek kitle tabanına kavuşuyor. Demokratik Türkiye Toplumu kırk yıl sonra yeniden ayağa kalkıp yeni bir başlangıç yapıyor.
Bu demokratik toplumun en dinamik parçası olan Kürtler, Şehitler Ayı olarak ilan ettikleri Mayıs’ta sayıları onbinleri bulan kahraman şehitlerini anıyorlar. 18 Mayıs Şehitler Günü dolayısıyla özgürlük mücadelesi şehitlerinin çizgisinde kendilerini sorguluyorlar. Hakilerin, Mazlumların, Agitlerin, Zilanların, Nudaların izinde şehit düşen Dersîm şehitlerini bağırlarına basıyorlar. Amed’de, Mardin’de, Hakkari’de yüzbinlerce insan Dersîm şehitleri ardından şehitliklere yürüyorlar.
Özgürlük mücadelesi şehidi olmak, Kürt halkının özgür varlığına ve yaşamına şahitlik etmek anlamına geliyor. Kürtler şehitlerinin şahsında kendi özgür yaşamlarını ve geleceklerini görüyorlar. Şehitleri birer Önderlik gerçekleşmesi olarak ele alıyorlar. Bu temelde en yüce değer sayıp kitlesel olarak sahipleniyorlar. Şehitler günü ve ayını da bu temelde ele alıp kahraman şehitlerini anıyorlar.
Çok iyi biliniyor ki, bu süreç 6 Mayıs 1972’de Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Arslan’ın idam edilmesi ile başladı. İdam sehpasında “Yaşasın Kürt ve Türk halklarının kardeşliği” diyerek şahadete giden bu insanlar özgürlük ve kardeşlik mücadelesini dönülmez hale getirdi. Denizlerin idamını önlemek için 30 Martta kendileri ölüme giden Mahir Çayan ve arkadaşları dava arkadaşlığının ve sorumlu yaklaşımın sembolü olmuşlardı. Türkiye’de 1960’ların ortasından itibaren adım adım yükselen özgürlük ve demokrasi mücadelesi her ne kadar 12 Mart 1971 faşist-askeri darbesi tarafında ezilse de ortaya çıkardığı bu büyük önderler ve özgürlük kahramanları şahsında yenilmez ve zaferin garantisine sahip hale gelmişti. Bu tarihi önderliksel çıkışı 18 Mayıs 1973’te Diyarbakır zindanında Ser verip sır vermeyerek şehit düşen İbrahim Kaypakkaya tamamlamıştı.
Mayıs ayının bu kahramanlık çizgisi daha sonra PKK öncülüğündeki özgürlük mücadelesi ile devam etti. 18 Mayıs 1977 de Antep’te kontrgerillanın düzenlediği bir komploda PKK kurucularından Haki Karer katledildi. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın “Benim gizli ruhum gibiydi” dediği Haki Karer’in anısı bu güne kadar gelen PKK’yi yarattı. Bu nedenledir ki, Kürt Özgürlük Hareketi 1981 yılından itibaren otuz yıldır 18 Mayıs’ı “Şehitler Günü” olarak ilan etti ve andı.
Şahadetinin birinci yıldönümünde Haki Karer’i anmak için geliştirilen mücadele içinde Halil Çavgun şehit düştü. 18 Mayıs 1978 de Hilvan’da Halil Çavgun’un şahadeti, Kürt direniş tarihinde önemli yeri olan Hilvan- Siverek Direnişinin yaratıcısı oldu. Şehidi doğru anmak öyle bir büyük bir kuvvetti ki, 12 Eylül faşist zulmü altında Diyarbakır Zindanında sıkışan tutsaklar çare üretecek gücü burada buldu. Ferhat Kurtay ve arkadaşlarının 17 Mayıs 1982’deki kendilerini yakma eylemi Büyük Zindan Direnişinin zaferine çok önemli katkılar yaptı.
Mayıs ayının bu direniş ve şahadet kervanı bundan sonra da yoluna devam etti. Filistin halkı ile omuz omuza verilen direniş içinde Abdulkadir Çubukçu, İsrail uçaklarının 1 Mayıs 1982’deki Beyrut bombardımanında şehit düştü. Hilvan-Siverek direnişlerinin komutanı Mehmet Karasungur ve İbrahim Bilgin, 2 Mayıs 1983 tarihinde Kandil Dağı’nda şahadete ulaştı. 15 Ağustos 1984 atılımı ardından gelişen savaş içinde 1 Mayıs 1985 tarihinde Ramazan Kaplan ve arkadaşları Mutki’de şehit düştüler. Giderek her günü büyük kahramanlıkların yaşandığı bir ay haline geldiği için 1986’dan itibaren Kürt Özgürlük Hareketi tarafından Mayıs ayı “ Şehitler Ayı” olarak tanımlanıp anıldı.
Şehitler ayı her geçen yıl daha büyük direnişlerin yaşandığı ve giderek her gününde şehitlerin olduğu bir ay haline geldi. Bu ayda Kürt direnme savaşının en büyük kahramanlıkları yaşandı. 11 Mayıs 1992’de Tatvan’da Hozan Mizgîn’in gösterdiği kahramanca direniş Kürt kadınının gerillalaşmasının ve savaşa katılımının önünü açtı. Böylece Mart’la birlikte Mayıs ayı da Kürt direniş tarihinin kahramanlık aylarından biri oldu.
Mayıs ayının Şehitler Ayı olması, Deniz Gezmiş ve arkadaşları ile başlayıp en son Pülümür’de şehit düşen yedi HPG gerillasına kadar uzanan kırk yıllık kahramanca direnişin öyküsü oluyor. Özgür yaşam ve demokratik toplum için yaratılan bu kahramanlık destanı henüz bitmemiş, hâlâ devam ediyor. Her Mayıs’ta yeni yeni kahramanlıklar ekleniyor. Her gününde onlarca kahramanın anısı bulunuyor.
Kürt halkı Mart ayında olduğu gibi Mayıs ayında da kendi kahramanlık gerçeğini görüyor ve hatırlıyor. Hakilerin, Halillerin, Ferhatların, Karasungurların ve Mizgînlerin şahsında kendinin binlerce kahraman evladını görüyor. Onlarla yeniden özgür toplum olarak var oldu, özgürlüğünü onlarla yaşıyor.
2011 yılının Mayıs ayında Kürt toplumundaki bu duygu ve bilinç zirveye ulaşmış durumdadır. Pülümür şehitlerine sahip çıkışa bakınca bu gerçeği insan net bir biçimde görüyor. Her gün Kürdistan’ın dörtbir yanında şehitleri anmak için toplantı ve eylemler yapılıyor. Halk kitlesel olarak şehitlikleri ziyaret ediyor, mevlitler okutuluyor, şehitleri anlatan toplantı ve tartışmalar yapılıyor, şehitler çizgisinde kadın-erkek herkes kendini sorgulayarak doğru yurtsever ve özgür yaşama ulaşmaya çalışıyor.
Şu gerçeği herkes çok iyi bilmelidir: Kürtler şehit vermeyi öğrenmiş ve şehit verme gücüne ulaşmıştır. Şahadeti doğru anlama, anma ve sahiplenme gücü kazanmıştır. Şehide anlam vererek Onu Önder yapma konumuna ulaşmıştır. Bu bakımdan AKP hükümetinin ve tüm soykırım güçlerinin çabaları boşunadır. Ne kadar saldırır ve katliam yaparlarsa, o kadar Kürt halkının kin ve öfkesini büyütüp, direnme bilincini arttırmaktadırlar. Bu da özgürlük mücadelesini daha da büyütmekte ve Kürt direnişini zafere daha da yakınlaştırmaktadır.
Bu inançla Denizler ve Hakilerle başlayıp en son Pülümür direnişçilerine kadar gelen tüm Mayıs ayı şehitlerini ve onların şahsında tüm özgürlük ve demokrasi şehitlerini saygıyla anıyor, şehitlerin aydınlık yolunda halkımızın özgürlüğe mutlaka ulaşacağını belirtiyoruz!
Selahattin Erdem
- Ayrıntılar
Son on yıldır adından en çok söz edilen Usame Bin Ladin nihayet bir Pentagon operasyonuyla öldürüldü. Bu ölüm operasyonunu Obama yönetiminin naklen canlı izlediği açığa çıkarken, Amerika’da epeyce sevinç duyanların olduğu görüldü.
Şimdi bir haftadır bu olay herkes tarafından tartışılıyor. Haklı olarak olay çok farklı yönlerden ele alınıp, çeşitli sorular soruluyor. Neden yakalanmadı da, öldürüldü? Neden şimdi öldürüldü? Operasyona kim ya da kimler destek verdiler? Benzer soruların sorulup, doğru ve yeterli bir biçimde cevaplanması gerekiyor.
Denebilir ki, bu olay bu kadar önemli mi? Bazılarının kuvvetle iddia ettikleri gibi, acaba olanlar bir danışıklı dövüş değil miydi? Olayın kendisi önemsiz olabilir, hatta söylendiği gibi danışıklı bile olabilir. Bu nedenle fazla önemsememek gerektiği söylenebilir. Fakat olayın kendisi böyle olsa bile, cevap bekleyen sorular da gösteriyor ki, ardından ciddi siyasal gelişmeler var ve bu nedenle bu olayı doğuran siyasal durumun analizi gerekiyor.
Elbette Bin Ladin’in neden yakalanmayıp da öldürüldüğü sorusu da önemlidir. Çünkü Pentagon güçlerinin sağ yakaladıklarına dönük güçlü iddialar var. Buna rağmen öldürülüp cenazesi de kaçırıldığına göre, o halde operasyonun bu temelde planlanmış olduğu gerçeği ortaya çıkıyor. Bu da “ABD’nin Bin Ladin’in söyleyeceklerinden korktuğu” görüşünü kuvvetlendiriyor.
Bin Ladin’in bir zamanlar CIA ile güçlü ilişkisinin olduğu ve Bin Ladin’i ABD desteğinin güçlendirdiği tarihi bir gerçek. Bunu herkes biliyor. Sovyetler Birliğine karşı Bin Ladin ile ABD’nin sıkı iki müttefik olduğu bir sır değil. Yine 1990’dan sonra en azından dış görünüşte Bin Ladin ile ABD’nin karşıtlaştığı ve bu durumun giderek düşmanlık düzeyine yükseldiği de bir sır değil.
Gerçi başta Bin Ladin olmak üzere Saddam Hüseyin gibi bazılarının yaptıklarından en çok ABD faydalanmıştır. Bunlara dayanarak yirmi yıldır Ortadoğu’yu işgal etmeyi ve petrol kaynaklarını ele geçirmeyi başarmıştır. Bu nedenle Bin Ladin ve Saddam Hüseyin’in objektif olarak ABD siyasetine hizmet ettikleri doğrudur, fakat buna bakarak “CIA ajanı” demek elbette gerçekçi olmaz.
Bin Ladin’in neden sağ yakalanmadığından çok, siyaset açısından neden şimdi öldürüldüğü sorusu daha önemlidir. Çünkü, basına yansıdığı kadarıyla altı yıldır denetleniyor, yani izleniyormuş. Obama yönetimi operasyonu naklen izlediğine göre, en azından yıllardır izlendiği ve operasyonun aylardır planlandığı rahatlıkla söylenebilir. O halde neden birkaç ay önce veya örneğin geçen yıl değil de, 2011 baharında 2 Mayıs sabahı operasyon yapılıyor?
Bu soruya ABD iç siyaseti açısından bir cevap verilebilir. Yani Obama yönetiminin 2012 seçimlerine hazırlandığı söylenebilir. Zira 2010 Kasım seçiminde ciddi oy kaybettiği açıkça görülmüştü. Bu nedenle meclis çoğunluğunu kaybetmiş durumdadır. Geçmiş hatırlanırsa, Bush yönetiminin Kasım 2006 ara seçimini kaybetmesi Saddam Hüseyin ve arkadaşlarının idamını getirmişti. Buna bakarak, Obama yönetiminin Kasım 2010 seçimini kaybetmesi de Bin Ladin’in başını götürdü denilebilir. 2008 seçiminde “Bin Ladin’i öldürme” sözünü vererek kazanan Obama’nın, bunu yapmadan yeni bir seçim kazanması imkansız gibidir.
Elbette iç politikaya dair bu görüşün belli bir doğruluğu olsa da, bununla da bağlı olarak bu olayın Ortadoğu’daki gelişmelerle bağı çok daha önemlidir. Bin Ladin operasyonu ABD yönetiminin Ortadoğu’ya yönelik yeni bir planlı saldırısının başlangıç olaylarından biri gibidir.
2011 Ocak’ından beri Arap toplumunun parça parça da olsa şiddetli bir isyanı yaşadığı herkesin malûmudur. Arap toplumu Birinci Dünya Savaşı ile kapitalist hegemonyanın yarattığı horlanan ikinci sınıf bir toplum olarak artık yaşamak istememektedir. Bu da Ortadoğu’da yeniden yapılanma olayını güncel bir olgu haline getirmiştir.
Bilindiği gibi, bu yeniden yapılanma süreci, kapitalist hegemonya altında Ortadoğu’nun üçüncü genel yapılanma sürecini ifade etmektedir. 19. yüzyıl boyunca kapitalist modernitenin Ortadoğu’ya yönelik ideolojik ve ekonomik saldırısı Birinci Dünya Savaşına yol açmış ve savaşın galipleri olan İngiltere ve Fransa’nın çıkarları doğrultusunda bölgenin ulus-devlet statükosu şekillendirilmiştir. İkinci Dünya Savaşı ardından dünya genelinde esen demokrasi ve sosyalizm rüzgarı Ortadoğu’ya daha çok milliyetçilik ve militarizm olarak yansımış, gerçekleşen askeri darbeler sonucunda ulus-devlet iktidarları bireysel veya oligarşik diktatörlükler olarak ortaya çıkmıştır. Böylece dıştan saldırıyla bölgeyi fetheden kapitalist modernite içselleşmiştir.
Şimdi kapitalist hegemonyanın bu diktatoryal baskı ve sömürüsüne karşı bölge halkları isyan ve direniş halindedir. Özellikle kapitalist hegemonyanın soykırım dayattığı Kürt toplumunun son otuz yıldaki örgütlü direnişine, ikinci sınıf sayılan Arap toplumunun isyanının eklenmesi, bölgedeki üçüncü yapılanma sürecinde halkların gerçek demokrasi eğilimini son derece güçlü hale getirmektedir. Bu durum ise BOP temelinde bölgeyi yeniden fethetmek isteyen ABD’nin stratejik ve taktik planlarını tehlike içine sokmaktadır.
Bu durumda ABD yönetiminin, özellikle Libya olaylarından itibaren yeni bir planlı saldırıya yöneldiği gözlenmektedir. Bu çerçevede NATO’yu harekete geçirmiş ve AKP hükümetiyle anlaşmıştır. Ortadoğu’da ABD hegemonyası önünde engel oluşturan güçlerin ortadan kaldırılmasını AKP hükümetinin desteklemesi karşılığında, ABD de AKP hükümetini PKK'yi imha ve tasfiye planına destek verecektir.
İşte Ortadoğu’da ve ülkemizde yaşanan son olaylar, ortamın gerginleşmesi ve şiddetin tırmanması bu yeni politika ve anlaşma gereği olmaktadır. Dikkat edilirse ABD sadece Bin Ladin değil, Kaddafi’nin de üzerine gitmekte ve AKP artık ses çıkarmamaktadır. Hatta Bin Ladin operasyonu ile Kaddafi’nin oğlunun ölümüne yol açan operasyonun aynı gecede yapıldığı söylenmektedir. Yine Kaddafi’nin de aynı yerde olduğu dile getirilmektedir.
Bunlarla eş zamanlı olarak, bir yandan ABD’den bazı PKK yöneticilerinin “mal varlıklarının dondurulduğu” kararı yükselirken, diğer yandan da Başbakan Tayyip Erdoğan “Artık Kürt sorununun bittiğini” söyleyip, sözde “Kürt açılımı”ndan tamamen vazgeçerek Orduyu ve polisi Kürtler üzerine operasyona sürmektedir. Başbakan ve AKP yöneticilerinin BDP’ye yönelik artan saldırılarının altında işte bu gerçek yatmaktadır. Hükümet, ABD’den aldığı destekle Kürt sorununu çözmeye değil, Kürtleri ezmeye karar vermiş durumdadır.
Peki Kürtleri ezmek için ABD’den aldığı desteğe karşılık olarak, AKP hükümeti ABD’ye ne vermektedir? Çok açık ki, her şeyden önce işte Kaddafi ve Bin Ladin’in başlarını vermiştir. CIA’nın Bin Ladin operasyonunu MİT ve Pakistan istihbaratının desteğiyle gerçekleştirdiği söylenmektedir. Hatta bu işte en kritik rolü MİT’in oynadığına dönük ciddi iddialar vardır. Yine AKP hükümeti yıllardır oluşturduğu İran, Suriye ilişkilerini ve Arap dostluğunu feda etmiş durumdadır.
ABD’nin Bin Ladin saldırısı ile Başbakan Tayyip Erdoğan ve AKP yöneticilerindeki tutum, üslup ve politika değişikliklerinin nedenlerini işte burada aramak gerekir. Demek ki Kürtler ve Ortadoğu bölgesi yeni bir planlı salıdır tehdidi altındadır. Artık seçim bitmiş, yerine savaş gelmiş gibidir. Daha doğrusu seçim tamamen savaşın hizmetine bağlanmış gibidir.
Elbette AKP’nin bu yönelimi ve ABD ile bu ortaklığı hem Türkiye ve hem de Kürtler açısından çok tehlikelidir. Kürtler kadar ülkemizin tüm aydın ve demokratları bu gerçeği görmeli ve bu tehlikeye kesin karşı çıkmalıdır. Özellikle Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloku’na çok ciddi ve tarihi görev ve sorumluluk düşmektedir. Bu tarihi sorumluluğun bilincinde olmak ve seçimi bununla birleştirmek gerekir.
- Ayrıntılar
Özel savaş herhalde savaşların en kirlisi, en vahşisi, en ahlaksızı, en çirkini, en pervasızıdır.
Özel savaş komplocudur, yalancıdır, entrikacıdır, arkadan vurucudur, kalleşçedir.
Özel savaş sinsidir, bölücüdür, parçalayıcıdır, nifakçıdır, zehir saçandır.
Özel savaş tek kelimeyle çirkeftir. Dindarlarımızın deyimiyle Allah insanı böylesine bir savaş biçiminde korusun.
Tarihi incelediğimizde özelde özel savaş kavramıyla biz 1945’ten sonra daha doğrusu İkinci Dünya savaşı ardından sıkça karşılaşırız. Nedeni ise İkinci Dünya savaşı ardından birçok ülkede yükselen özgürlük mücadeleleridir. Ve birçok ülke bu özgürlük mücadeleleri en çok da emperyalistleri zorlamışlardır.
Yine biliniyor İkinci Dünya savaşı öncesi emperyalistler halkların topraklarını işgal ederlerken direk, dolaysız askeri güçleriyle işgal ederlerdi. Buna siyaset bilimi klasik sömürgecilik diyordu. İkinci Dünya savaşından sonra emperyalistler yeni sömürgecilik diye tanımlanan çıplak askeri güçle işgal yerine kendilerine bağlı, bağımlı, işbirlikçi iktidarlarla varlıklarını sürdürmeye devam ettiler.
İşte tamda bu işbirlikçiliği hem gizlemek, hem işgallerinin devam ettiğini gizleye bilmek, hem de sömürünün üstünü örtmek için dolaysız savaş yerine her türden yalanı, ahlaksızlığı ve sahtekârlığı içeren savaş türü olan özel savaşı geliştirdiler.
Özel savaşın tehlikeli yönü çıplak savaştan daha büyük tahribatlara yol açmasında yatar. Özel savaş insanların ruhsal dünyasına ki buna psikolojik savaş diyorlar-müdahale eder. İnsanın duygusal, duygu yüklü bir varlık olduğu bilincinden hareketle insanları yine toplumları manipüle etme imkânları her zaman vardır. Denilir ya “toplumlar inşa edilmiş gerçekliklerdir”. Bu sosyolojik tespitten yola çıkarak emperyalistler insanların ruhsal dünyasına müdahale ederek insanları etkilemeye, yönlendirmeye, kendilerinin istediği yere çekmeye çalışırlar.
Özel savaş bunu yapmayı hedeflerken başvurduğu silahların başında yalan, dolan, iftira, nifak tohumları ekme, bölüp parçalama, bunlar yetmezse zora dayalı şiddet, kaçırma, vurma, gizliden katletme derken özcesi insanın bilinçaltını etkilemeye çalışırlar.
Örneğin 1972 yılında Şili’de halkın büyük çoğunluğunca sevilen ve seçilen Allende’ye karşı öyle bir kara propaganda yürütülür ki bir yıl geçmeden halkı Allende’nin üzerine sürerek iktidardan alıp idam ederler.
Peki, nasıl oluyor da halkın ezici çoğunluğunun oyunu ve onayını alan halkçı Allende bir yıl geçmeden halk tarafından “alaşağı” edilir.
Nedeni basittir Şili’de ABD tekellerinin ve tröstlerinin o güne kadar dünya da görülmemiş ölçüde özel savaş yöntemlerine başvurmalarıdır. Öyle ki parayla insan ayarlarlar, ellerine de pankartlar verirler, sloganları da belirlerler ardından da sokaklara düşüp protesto etmelerini isterler.
Öyle ki piyasadan malları çekerler, gizli depolarda saklarlar, halkın ihtiyacı olan eşyaların bulunmadığının propagandasını da medyalarıyla yayarlar, ardından da bunun sorumlusunun Allende olduğunu söyler ve yayarlar.
Bunlar yetmez bu kez paralarla özel ayarladıkları kadınları piyasaya sürerler. Öyle ki meydanlara çıkan kadınların çocukları Allende tarafından “kaybedilmiştir, öldürülmüştür” diye haykırırlar.
Bunlar olup biterken benzer hatta daha yavan olan eylem biçimleri başını alıp gider. Televizyonlar, radyolar hep bu eylemleri verir. Hep bu mitingleri verir. Açlığı, erzaksızlığı, boşalan rezervleri ve stokları verirler.
Özcesi Allende’nin iktidara gelmesiyle yıkılan bir Şili imajı çizilir ve bu öyle ustalıkla yapılır ki bir yıl geçmeden halk Allende’nin devrilmesi için ayağa kalkar. Eksik olan faşist Pinochet cuntasıdır o da iktidara el koyarak uzun vadeli bir faşist diktatörlüğün önünü açar.
Çok da fazla zaman geçmeden, ama artık faşistler iktidardadır, ABD’nin İTT firması yeniden maden ocaklarına sahiptir, yeniden tekeller ve tröstler Şili’de başat güçler olmuşlardır. Ve dediğimiz gibi çok da zaman geçmeden stoklarda saklı olan mallar piyasaya sürülür, çocukları kaybolan “anaların” hiçte “ana” olmadıkları ortaya çıkar. Sokaklarda gösteri yapanların hiç de halktan insanlar olmadığı, para karşılığında Allende’yi zayıf düşürmek için yaptığı anlaşılır. Aslında Allende’yi düşürmek için yapılan tüm eylem ve girişimlerin sadece yalan ve dolan, düzmece oldukları ortaya çıkar. Allende’nin Şili yeraltı ve yer üstü zenginliklerine halk adına el koyduğu, ABD şirketlerinden alıp devlete mal etmenin bedeli böyle akıl almaz bir kirli, ahlaksız, fütursuz bir özel savaş olmuştur.
Daha sonraları bu kirli, ahlaksız, belden aşağıya vuran özel savaş dehalarının “yirmi yalan bir doğru eder” sözünü kullandıkları söylenir. Bu entrikacı, komplocu, anti insani, kalleş, etik değerlerden kopmuş insanların ve emperyalist para babaları ve hizmetçilerinin bu sözü söyleyip söylemediğini bilmiyoruz. Ancak dünyanın birçok yerinde özel savaşçıların “yirmi yalan, bir doğru eder” mantığı ile hareket ederek birçok başarı elde ettiklerini iyi biliyoruz. Halkları kandırdıklarını iyi biliyoruz. Yalanlarla, dolanlarla bunlar yetmediklerinde tehdit, şantaj ve can almalarla insanları etkilemeye çalıştıklarını iyi biliyoruz. Biz bu kirli edepsiz, ahlaksız özel savaşı iyi biliyoruz.
Başka güçlerinin başka yerlerde başka zamanlarda kullandıklarını bu kez Türk özel savaş sisteminin çok daha fazla katlayarak devreye koyduğunu da biz biliyoruz. Kendi sahte İslamcı tarafgir çevreleriyle özelde özgürlük hareketine karşı edepsizliğin ve ahlaksızlığın da ötesinde bir dille saldırıya geçtiklerini de biliyoruz.
Her gün onlarca yalanı, aslı astarı olmayan asparagas haberlerle piyasaya çıkararak kendi içi boş medyalarıyla halkları etkilemeye çalıştıklarını da biliyoruz.
Öyle ki hem kendi bu ahlaki olarak dibe vurmuş medyaları yalanların da ifade edemeyeceği yalanlarla haber yapıyorlar, ardından da bu yalanların ötesinde olan haberler üzerine bu kez sahte İslamcı siyasetçileri ve hatta başbakanları veri olarak kullanarak yorum yapıyor.
Doğrusunu söylersek özel savaşın bu kadar pervasızını dünyanın her halde hiçbir yerinde göremezsiniz. Kendin yalanı uydur, kendin yalanı yayınla, daha sonra da bu yalanları veri olarak kullan ve özgürlük hareketine bu yalanlar üzerinden saldır.
Ama biz şunu alenen belirtiyoruz:
BİN YALANINIZ BİR DOĞRU ETMEZ, bunu bileceksiniz.
Şili de yirmi yalan bir doğru edebilirdi, ancak Kürdistan’da cümle cemaat kirlenmiş basınınızla saldırıya geçseniz de bin yalanınız bir doğru etmez. Bunu da bileceksiniz.
K. Nurhak
- Ayrıntılar
1 Mayıs, işçilerin ve emekçilerin bayramı olarak dünyanın dört bir yanında kutlanır. Ve adaletsizlik, eşitsizlik, özgürlüksüzlük var oldukça da bu bayram kutlanmaya devam edilecektir.
1886 yılından bu yana çok şey değişti. İşçi sınıfı eski işçi sınıfı olmadığı kesindir. Ancak kapitalistlerde eski kapitalistler olmadığı bir o kadar kesindir.
Emperyalizmin kapitalistleri, dünyada kendilerine karşı geliştirilmiş olan tüm direnişleri özenle inceleyerek tedbirlerini almaya çalışırlar. Tedbirlerini ya ezerek alırlar, ya tarafsız kılarak alırlar ya da kendilerine katarak alırlar. Her halükarda direnişleri söndürmek hatta direnişleri kendi potalarına kanalize etmek için epey hünerlidirler.
Emperyalist para babalarının liberalizm versiyonu oldukça maharetlidir. Öyle ki geçmişte en radikal direniş göstermiş olanları bile kendi abı-hayatı haline getirerek yaşamaya devam ederler.
Bugün batı dünyasına baktığımızda ne söylemek istediğimiz daha iyi anlaşılır. Hatta bulunduğumuz Ortadoğu’ya baktığımızda da iyi görülecek durumları yaşıyoruzdur.
1886 yılında Chicago’da direnişin sembolü olan Parsonslar, Fischerler, Spiessler ve Engelsler işçi sınıfı için hayatını ortaya atarlarken kesinlikle dar aile ve sınıf çıkarlarını düşünerek bu direnişi göstermemişlerdir. Onlar gelecek aydın yarınlar ve tüm insanlığın geleceği için canlarını feda ettiler. Kesinlikle dediğimiz gibi dar bireyci, bireysel çıkar için bunu yapmadılar. Onların tüm insanlığı kendi yüreklerin içerisinde hissederek direnişe geçtiklerini onların bize bıraktıkları yazılarından biliyoruz.
Örneğin bir August Spies, “Burada bir kıvılcımı ezeceksiniz, ama şurada, burada veya orada, arkanızda -ve önünüzde ve her yerde alevler yükseliyor. Bu gizli bir ateş. Bunu asla söndüremezsiniz. Öyle bir zaman gelecek ki; bizim suskunluğumuz, sizin bugün ipe çektiğiniz, seslerden daha güçlü olacaktır” diyor ve gelecek yarınlara kendisini nasıl kilitlediğini gösteriyor.
Albert R Persons daha çarpıcı sözlere yukarıda dile getirdiklerimizi haykırıyor ve “Bütün dünya biliyor, suçsuz olduğumu. Eğer asılırsam cani olduğumdan değil, emekçi olduğumdan asılacağım. “ ve devamla çocuklarına bıraktığı mektupta “…Sevdiklerimiz için yaşamakla gösteririz sevgimizi ve gerektiğinde sevdiklerimiz için ölmekle de gösterebiliriz sevgimizi. Benim hayatımı ve doğal olmayan haksız ölümümü başkalarından öğreneceksiniz. Babanız özgürlük ve mutluluk uğruna gönüllü olarak canını vermiş bir kurbandır. Size miras olarak şerefli bir ad ve tamamlanacak bir görev bırakıyorum... Onu koruyun, bu yolda yürüyün. Kendinize karşı doğru olun, o vakit başkalarına karşı sahte olamazsınız... “ diyerek ölümün üstüne yürümesini biliyor.
Evet, büyük 1 Mayıs direnişçileri böyle ölüm sehpasına yürüyorlar. Tüm insanlık için yürüyorlar. İlerici insanlık için haykırıyorlar.
Batı dünyasına ve hatta kendi topraklarımıza baktığımızda 1 Mayıs kutlamaları ne kadar bu ruha uygun ele alınıyor doğrusu tartışmalıktır. Kürdistan’da devasa bir direniş mücadelesi gelişirken, Kürdistan faşizmin en yeşil olanını her gün meydanlarda Kürt halkına reva görürken, tek bir ses söylemeyerek, mitinglerde özgürlük mücadelesinin yanında yer almayarak ve yeşil faşizmin karşısında dik durmayarak sergilenen tutum ve davranışlar asla ve asla 1 Mayıs ruhuyla bağdaşmamaktadır. Aynısı batı dünyasındaki işçi sınıfı içinde geçerlidir. Batının emperyalist devletleri her gün Kürdistan özgürlük hareketine karşı görülmemiş yeni kirli oyunlarla piyasaya çıkarak saldırırken tek ses çıkartmamaları doğrusu 1 Mayıs işçi ve emekçilerin bayramına terstir. Bu duruş bir tezatlığı oluşturuyor.
Yukarıda dile getirmiştik emperyalist kapitalist blok kendi karşıtlarını da kendi potasına alarak kendisine hizmet eder hale getirmesini iyi bilmektedir. Ve bundandır ki hem Türkiye’deki işçi ve emekçi sınıfı hem de birçok işçi ve emek sendikası bugün Kürdistan’da olup bitenlere lakayt kalmaktadır.
Hâlbuki bizlere 1 Mayısı bırakan işçi önderleri halkların özgürlükleri için inadına direnmişlerdi. İnadına halkların kardeşliği demişlerdir. İnadına dayanışma ve birliktelik çağrısı yapmışlardı.
Ve biz bugün 1 Mayıslarda meydanlara çıkıyorsak ve de büyük işçi sınıfı öncülerini anıyorsak öncelikle onların eylemlerini kendi eylemimiz bilerek bir aktivite içerisinde olmamız gerekir.
Evet, Parsons’un belirttiği gibi “Babanız özgürlük ve mutluluk uğruna gönüllü olarak canını vermiş bir kurbandır. Size miras olarak şerefli bir ad ve tamamlanacak bir görev bırakıyorum... Onu koruyun, bu yolda yürüyün” diyerek haykıralım.
Onurlu bir kardeşlik ve dayanışma için yaşasın 1 Mayıs işçilerin, emekçilerin ve cümle cemaat tüm insanlığı seven insanların bayramı, bizim bayramımız.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Halkların kendi renginde, iradesiyle, öz gücü ve örgütlülüğüne dayanan doğrudan demokrasiyi gerektiren bir sistemdir demokratik özerk sistem. İçinde yaşadığımız çağ ve taşıdığı sistemsel özellik göz önünde bulundurulduğunda Kürtler ve bölge halkları açısından statü belirleyen bu tarzda sistemler geliştirme ve öncülüğü yapma süreç açısından olmazsa olmaz nitelikte çalışmalardır. Bu sistem en çok kadının Ortadoğu da, Türkiye de ve Kürdistan da içinde bulunduğu kölelik statüsünü aşmasına yol açacak, özgürlük alanını genişletecek ve bu anlamda mücadele tarzı, yol, yöntemi zenginleştirecektir. Kadın 21.yy.da toplumsal hayatın her kesitinde, evde, iş yerinde, siyasal, sosyal alanda statüsüzlüğünü demokratik özerk özgür sistemle kazanabilme şansını yakalayabilecektir. Bu gün yaşadığımız çağda erkeğin sınırsız sömürüsünü uyguladığı, iktidarını sinsi ve kurnazca güçlendirdiği, köleliği bin bir maskelerle, cilalarla dayattığı güç kadın gücüdür. Kapitalist uygarlık sistemiyle birlikte katlanarak gelişen ve derinleşen kölelik statüsü kadının artık taşıyabileceği, altından kalkabileceği bir yük olmayıp tarih sahnesinden silinmesi gereken ve artık insanlığın kurtulmak istediği bir cenderedir. Devletçi, iktidarcı sistem zihniyetinin yarattığı geri, egemenlikli erkek karakteri, zihniyeti ve sistemi özgürlük felsefesi karşısında iflasın eşiğine gelmiş bulunmaktadır. Artık toplumların, halkların kendi rengiyle, kadınların öz gücüne dayanarak yaratıkları yaşam seçeneğiyle insanlığa ekmek ve sudan daha gerekli bir sistemdir demokratik özerk sistem. Özü halkların kendi iradeleriyle ve öz güçlerine dayalı kendi yaşamsal alanlarını örgütlemek, ihtiyaçlarını belirleyebilmek, sorunlarına herkesimin katılacağı çözüm gücünü açığa çıkarmak, özgürlükçü, komünal yaşam biçimini oturtmaktır. Toplumdan her kesimin kendi rengiyle ve gücü oranında katılım sağladığı, farklılıkların özgünlüğünün tanındığı, toplumsal ahlakın esaslarına dayandırılan bir sistemdir bahsedilen. Devletle uzaktan yakından ilişkilenmez yine iktidarla, sınırlarla işi yoktur. Bu sistemde bu kavramlara yer yoktur çünkü halkların öz yeterliliğine dayandığından bu kavramlarla pek işleri olmaz. Sadece toplumsal huzur, kardeşlik ve özgürlük getirecektir. Halklar artık mevcut durumda varlıklarını tehdit eden bu egemenlikli, sömürüye ve haksızlığa uğramış, inkâr ve imha politikalarıyla yüz yüze kalmış statüden çıkmak ve böyle yaşamak istemediklerini beyan etmişlerdir. Kürtler Türkiye’de yaşayan tüm halk kesimlerini, farklı inançları olan, farklı kültürel özellikler taşıyan, her kesimden halklara hizmet edecek, bin yıllardır yaşadıkları acıları dindirecek, yaraları saracak bir sistem yaratma arayışı içerisinde bulunmaktadırlar. Çok güçlü kökenlere dayanan bir tarihsel ve kültürel birikime sahip olan Kürtler bu sistemin aslında çok yabancısı değil, tam tersine tarih incelenirse halkların, emekçilerin ve kadınların tarihine bakılırsa görülecektir ki hep var olmuş, toplumsal hafızadan hiç silinmemiş, tarihin derinliklerinde saklı kalmış, toplumun komünal değer yargılarını temsil eden, canlılığını hep koruyan bir değerler toplamından bahsediyoruz. Toplumların yaşam biçiminden tarihten bu güne kendisini taşırabilmiş, kabile, aşiret, etnisite yapılanmalarında var olmuş, öz gücünü, öz yeterliliğini esas alan, kendi sorunlarını kendisi çözebilen, her anlamda toplumunun ihtiyacını tespit edip kendi imkânlarıyla dayanışma içinde giderebilen bir sistem. Demokratik özerklik sistemi en çok ta kadının özgürlük statüsünü belirleyecek, devletin her türlü tecavüzcü sistemini felç edecek, iktidarcı, eril zihniyetin uygulanma zeminini ortadan kaldıracak özgün bir sistemdir. Hem kapitalist sömürgeci sistemin hem devletçi ve iktidarcı sistemin beş bin yıldır kadına dayattığı tarz ve kadını kullanma zihniyeti çokça çözümlenip yazılmış, tartışılmıştır. Bu anlam da tekrarlamayacağım. Ama demokratik özerklik statüsünün kadınlara, halklara, emekçi kesimlere ve özellikle Türkiye ye neler kazandıracak tartışmaları daha da önemli olmakta diye düşünüyorum. Şimdi bu tartışılan sistem esasta kadın eksenli bir yapı taşıdığından daha esnek, çok renkliliği, çok kültürlülüğü, zenginliği kendi karakterinde taşımaktadır. Kadın bu surece hazırlıklı olur, donanımlı karşılarsa, köy, semt, mahalle ve kentlerde örgütlülüğünü geliştirir, derinleştirirse, kendi öz sistemini işletir ve birbirini muhatap alıp sürece yönelirse kazanımlar elde edebilir. Kadının demokratik özerk sistem içerisinde örgütlenmesi Türkiye’nin yaşadığı sorunları temelden çözecek, demokratikleşme hareketini geliştirip derinleştirerek, halklar ve kadın da bu nimetten nasibini alacaktır. Bu sistemin geliştirilip oturtulması için en çok kadının emek harcaması ve en çok bu çalışmada kadının değer yaratması gerek. Neden çünkü kadın bu sistemin en eski yürütücü gücü, sahibi. Demokratik, komünal, barışçıl sistem kadının toplumsallıkta çok uzun süreli yaşadığı ve hâkim kıldığı, kendisinin yarattığı bir sistemdir. Toplumsal değişim, dönüşümde, ahlaki ve politik toplum gerçeğini yaratmada, demokratik özerklik inşasında bu anlamda en kalıcı ve değerli çalışmayı bu anlamda kadın yürütebilir.
Ferzê
- Ayrıntılar
Sözümüz var.
Dağlardan ovalara, kışın soğukluğundan baharın sıcaklığına.
Sözümüz var.
Köylü, kasabalı, kentli, metropollü ve sürgünlü halkımıza.
Sözümüz var.
Azıcık da olsa özgürlük tutkusuyla yaşayan tüm halklara.
Sözümüz var.
Taş dinginliği ve dinazor duygusuzluğuyla bizi kırımdan geçirmeye çalışan Kürdistan ve insanlık düşmanları ile onların hamilerine.
Sözümüz var.
Halkımıza ve tüm ezilen halklar ile inanç gruplarına.
Sizlere özgürlüğü sizlerler birlikte bahşedeceğiz.
Sözümü var.
Yeşil Türk Irkçıları, Arap Şovenistleri ve Fars Şia Şovenistleri ile onların büyük liberal babalarına.
Onlara da cehenemi yol eyleyeceğiz.
Sözümüz var.
Çünkü biz bu kavgaya atılırken söz verdik ve dedik ki, “baş bir yana leş bir yana da olsa özgürlüğü ilmik ilmik işleyeceğiz ta ki kurtuluşa kadar”.
Sözümüz var.
Çünkü biz bu kavgaya atılırken söz verdik ve dedik ki, derviş gibi bir hırka ve bir lokma ile yaşayacağız.
Sözümüz var .
Çükü biz bu kavgaya atılırken söz verdik ve dedik ki, yeri geldiğince bir atmaca gibi enginlere uçarak parça parça düşmana vurarak savaşacağız.
Söz verdik ve dedik ki, bazen bir şahin gibi keskin bakışlarla süzüle süzüle düşmana dalacağız, bir darbede vurup yokedeceğiz.
Sözümüz var.
Çünkü biz bu kavgaya atılırken söz verdik ve dedik ki, öyle bir ruh yaratacağız ki bu yenilmez bir ruh olacak.
Bu ruh dağlardan köylere ve oradan da kentlere öyle yayılacak ki, her Kürt ile birazcıkta kardeşlik duygusunu taşıyan diğer halklardan insanlara da aşılanacak.
Ve öyle aşılanacak ki, her Kürt bulunduğu her yerde bir gerilla gibi direnecek.
Ve öyle olacak ki, ölgün ruhlu olanlar bile Kürdistanı direniş, özgürlük ile eşitliğin kabesi olarak görecek.
Biz böyle düşledik, böyle inandık ve böyle direndik
Biz böyle direndikçe hep bilendik.
Yanılmadık ve yanıltmadık.
Bugünlerde Kürdistan’da tarih yazılırken uğruna direndiğimiz hayallerimiz hepsi birer birer hakikate dönüşüyor.
15 Şubat’tan 8 Mart’a, 8 Mart’tan Newroz ve Newroz’dan 18-19-20-21..... Nisan ile taki kurtuluşa kadar her gün yeni bir özgürlük destanı yazılıyor.
YSK vız gelip tırıs gidiyor.
Bir günde tükürdüğünü dördüncü günde yalıyor.
Hem de paşpaşki gitmek zorunda kalıyor.
Kürtler, T.C’ye yeni bir yenilgi yaşatırken nicelerine ruh, coşku ve devrim umudunu aşılıyorlar.
İmamın Ordusu’nu deşifre ettiğinden dolayı zindana atılan gazeteci Ahmet Şık diyor ki, “Bu ülkeye Kürtler demokarasi getirecek”.
Mithat Sancar diyor ki, “Kürtler sokakta yeni anayasa yazıyor”.
Nuray Mert dedi ki, “Kürtler herşeye öncülük ediyorlar”.
Altan Tan, Türk cellatlarına karşı direnirken şehadet mertebesine ulaşan İbrahim Oruç’un cenaze törenindeki manzara için şunu söylüyordu.
“Bismil’deki cenaze törenine kundaktaki bebek dışındaki herkes katılmıştı”.
Bunlar sadece simge olarak alınan sözlerdir.
Her sokak, cadde ile meydanı özgürlük mevzisine çeviren halkımıza selam olsun.
Selamımız var. Sokakta panzere karşı direnen yiğit Kürt kızlarına, yiğit xortlarına, en çokta küçük generallere bilsinlerki onların emrindeyiz.
Selamımız var.
Batman’da panzere balyoz indiren intikam ruhlu ciwana.
Olaki dara düştüğünüzde bilinki dağlar stargahlarınızdır.
Bilesiniz ki, varlığımız ile özgürlüğümüzün en büyük teminatı dağlardır.
Olaki fedailikte üst mertebeye ulaşmak istiyorsanız bilinki yine dağlar stargahlarınızdır.
Özgür Bilge
- Ayrıntılar
Bütün partiler birbirleriyle tartışsa da seçim mücadelesinin esas olarak AKP ile BDP arasında geçeceği anlaşılıyor. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Bayburt’tan verdiği mesaj bunu açıkça gösteriyor. Yoksa gerçekleri tersyüz ederek Başbakan’ın BDP’yi suçlamasının başka bir anlamı olamaz.
Önce BDP’nin seçime katılmasına fırsat ve imkan verilmedi. Ardından BDP’nin desteklediği bağımsız adaylar YSK marifetiyle veto edilerek seçim dışı bırakılmaya çalışıldı. Tam bir Kürt düşmanı terör örgütü olarak hazırlanan polis halka saldırtılarak faşist terör tırmandırıldı. Tüm bunları tersyüz eden Başbakan Tayyip Erdoğan ve AKP sözcüleri ise BDP’yi daha çok suçlar hale geldi.
Bunların arasında bir de bizzat Başbakan Tayyip Erdoğan ile yağdanlıkları “Artık Kürt sorunu yoktur” savını dillendirmeye ve propaganda etmeye başladı. Bunlara göre “Kürt sorunu çözülmüş, Kürtçe sorunu varmış”! Bir halktan kopuk olarak onun dili nasıl sorun olur, elbette anlamak zordur.
İnsan bu savı duyunca hemen inanamıyor, şaka yapıldığını sanıyor. Çünkü aklı başında insanların ileri süreceği bir şey değil. Fakat bu sözlerin ciddi ciddi söylendiği ve ısrar edildiği görülüyor. Bu durumda elbette herkes soruyor: Ne değişti ki Kürt sorunu ortadan kalktı?
AKP çevrelerinin bu soruya verdikleri cevaplar da şöyle: “Kürt kökenli vatandaşlar”ın varlığı artık kabul ediliyor! Kürtçe türkü söylenebiliyor! TRT-6 Kürtçe yayın yapıyor! Kürtçe öğreten kurslar açılabiliyor!
Kuşkusuz bunlar eskiye göre bir değişikliktir. Eskinin ulusalcı faşist iktidarının kaba inkar ve imha yaklaşımına göre kısmi değişimi ifade ediyor. Ancak bu değişiklikler nasıl yaratıldı ve neyi ifade ediyor? Değişikliklere bu çerçevede de bakmak gerekiyor.
Öncelikle herkes kabul ediyor ki, bu değişiklikler Kürt halkının büyük cesaret ve fedakarlıkla yürüttüğü mücadeleyle yaratıldı. Bunun için Kürtler kırk yıldır direniyorlar. Binlerce şehit verdiler. Yüzbinlercesi tutuklandı ve çok ağır işkencelerden geçtiler. Kısaca hiçbir şey mücadelesiz kazanılmadı. Özellikle de AKP tarafından hiçbir şey verilmedi. Her şey dişe diş bir mücadeleyle kazanıldı.
Diğer yandan mevcut değişikliklerin hiçbirinin kalıcı olmadığını, yani örgütlü Kürt halkı dışında koruyucu bir güvencesi bulunmadığını da herkes bilmektedir. Kısaca bu değişikliklerin hiçbir Anayasal, yasal dayanağı yoktur. Hepsi fiili birer uygulama durumundadır ki, yapıldıkları gibi her an fiilen durdurulabilirler de. Böyle bir durumda hiç kimse bunu engelleyemez.
O halde bu değişiklikler ne anlama geliyor. Kürt halkı açısından, mücadele ederek kimlik ve özgürlük konusunda fiilen bazı gelişmeler yaratıldığı anlamına gelmektedir. Devlet ve AKP hükümeti açısından ise, Kürtlerin gelişen mücadelesi karşısında zorlanarak eskinin kaba inkar ve imha çizgisini yürütememe ve Kürt özgürlük mücadelesi karşısında varlık gösterebilmek için daha inceltilmiş ve maskeli bir inkar çizgisini uygulamaya çalışmayı ifade etmektedir.
Yani AKP’nin “Hak verdik, sorunu çözdük” dediği, aslında Kürtlere karşı mücadeleyi daha da inceltmek ve maskelemek olmaktadır. Kürtlere karşı özel savaşı daha da derinleştirmek ve yoğunlaştırmak anlamına gelmektedir. Ortada Kürt sorununun çözümü değil, Kürt soykırımının daha gizli, sinsi, maskeli yöntemlerle yürütülmesi vardır.
O halde Başbakan Tayyip Erdoğan ve AKP sözcülerinin “Kürt meselesi artık yoktur” demeleri, gerçekte “Kürt yoktur” demeyi ifade etmektedir. Eskisi gibi açıktan “Kürt yoktur” diyemedikleri için, şimdi örtülü bir dille “Kürt meselesi yoktur” demektedirler. Böylece bir yanıltma yapmaya çalışmaktadırlar. Ortada özgürlüğünü tam kazanmış Kürt olmadığına göre, yine “Kürt sorunu da yoksa”, o zaman bütün bunlardan “Kürt yoktur” sonucunun çıktığı açıktır.
Aslında AKP bazı değişiklikler yapmıştır, hakkını yememek gerekiyor. Eskinin Kürd’ü kaba ret ve inkar çizgisi yerine, “Kürt kökenli vatandaş” deyip yine her şeyi “Tek dil, tek millet, vs…” edebiyatına bağlayarak inceltilmiş bir yeni Kürt inkar ve imha çizgisi yaratmıştır. Yani Kürd’ün inkar ve imhası yine esastır; fakat eskiden kaba ret ve açık asker terörü vardı, şimdi inceltilmiş ve maskelenmiş bir inkar ve polis terörü vardır. Kısaca AKP politikası daha sinsi, gizli, oyun dolu ve tehlikelidir.
İnkar ve imha çizgisindeki bu söylem değişikliği, imhayı gerçekleştiren terör yöntemlerinde de belli bir değişikliği içermektedir. Yani eskinin jandarma baskısı ve JİTEM terörünün yerini şimdi polis terörü almıştır. Kısaca jandarmanın yerine polis koydunmu diğer her şey aynıdır. Yine evleri basmak, zindanları doldurmak, işkence ve katliam, yine zulüm ve aşağılama devam etmektedir. Sadece eskiden bunu jandarma yaparken, şimdi polis yapmaktadır. Kenan Evren ile Tayyip Erdoğan arasındaki fark ve değişiklik işte bundan ibarettir.
Yoksa bizzat Başbakan tarafından Kürtler yine aşağılanıyor ve her fırsatta tehdit ediliyor. Her gece onlarca Kürt evi polis tarafından basılıyor, her gün sokakta çocuklar ve kadınlar polis tarafından öldüresiceye kadar dövülüyor. İkibinin üzerinde Kürt siyasetçi tutuklu. Hapisteki Kürt çocuğu, genci binleri, on binleri buluyor. Kürtler yine siyaset dışı tutuluyor. Kürt kimliği ile yine hiçbir şey yapılamıyor. Vs, vs!.. Yani Kürt cephesinde yeni bir şey yok, halkın iddialı ve iradeli mücadelesi dışında.
Başbakan ve AKP sözcüleri ne söylerlerse söylesinler, işte AKP gerçeği budur. Bunu artık herkes görüyor. Dolayısıyla AKP sözcülerine ne Kürtler, ne de demokratik toplum inanmıyor. Artık AKP’nin farklı bir şey yapacağına dair inanç ve beklenti de tükenmiş durumda. Dolayısıyla çare AKP’nin aşılması ve çözüm siyasetinin etkili hale gelmesidir. Bunun için de 12 Haziran seçimleri ciddi bir fırsat durumundadır. Bakalım ciddi bir gelişme yaşanacak mı?!..
Adil BAYRAM
Kaynak: Özgür Gündem Gazetesi
- Ayrıntılar
Çok değil daha bu yılın başında hareketimiz tarafından 2011 yılında Kürt halkının yürüteceği mücadelenin, direnişin, ayaklanma ve devrimin Kürt halkının kaderini belirleyeceği tespiti yapılmıştı. Bu tespite gidilirken yıllardır Kürt halkının haklı mücadelesi karşısında resmi devlet politikaları ve iktidarların sorunu derinleştirmek için yürüttükleri politikaların tarafımızca kapsamlı çözümlemeleri ve değerlendirmeleri de yapılmıştı. Ayrıca Kürt halkının artık kandırılmaya, oyalamaya, inkar ve imha politikalarına karşı sabrının kalmaması ve çözümünü kendi irade ve gücüyle gerçekleştirileceğine duyulan güven de bu tespite gidilirken önemli bir veriydi. Yıllardır aktif mücadele yürüten bir güç olarak karşısında mücadele ettiği devletin ve erkanının karakteri bilindiğinden bu tespit yapılmıştı.
Anlaşılması güç olmuş ve oldukça zaman almış olsa da AKP hükümetiyle temsil edilen devletin, Kürt sorununun siyasal barışçıl yollarla çözülmemesi için uyguladığı taktikler ayan olmuş bulunuyor. Son bir aylık gelişmeleri yan yana koyduğumuzda TC’nin ordu, siyaset, bürokrasi, hukuk alanlarında topyekun bir saldırıya kalkıştığı görülebiliyor. Devlet savaş ilan etmiş durumda.
Fakat her zaman olduğu gibi söze bağlılığı bir ilke olarak kabul etmiş ve bu ilkeyi birçok bedele rağmen korumaya gayret gösteren bir hareket olarak bu savaş ilanını belirlenen hareket tarzı çerçevesinde karşılamaktan da geri kalmadık. Yani savaş ilanı da olsa kamuoyunun bunu görebilmesi, farkına varabilmesi için gereken fedakarlıktan kaçınmadık. Her problem karşısında sorumlu tutulan fakat gösterdiği olgunluk ve fedakarlıkların bir türlü görülmediği bir ortamda tek yanlı bir dayatmayla barışın elde edilemeyeceği son bir aylık gelişmelerden de rahatlıkla görülebiliyor.
Kamuoyunun en son BDP’nin desteklediği adaylara ilişkin ne düşünüp düşünmediği, nasıl bir tartışma yürütüp yürütmeyeceği açıkçası artık bizim açımızdan önemini yitirmiş bulunuyor. Bir inkar ve imha planının devrede olduğu, Kürt iradesinin ısrarla baskı ve şiddetle kırılmaya çalışıldığı bir ortamda birkaç milletvekili adayının adaylıklarının kabul edilmemesi o kadar da önemli değil.
Son damla olarak bardağı taşıracak etkide bulunan bu durum sadece Kürtler açısından değil, otuz yılı aşkın bir süredir oluşturulmaya çalışılan halklar ittifakına, devrimci, sol buluşmaya da büyük bir darbe anlamına geliyor.
Türkiye’de tıkanan siyaseti açma potansiyeline sahip bir bloğun oluşma aşamasındaki durumuna dahi tahammül edemeyen bir siyasi erkin olduğu bir ortamda, çözümün halen siyasal yollarla gelişebileceğini düşünmek herhalde en iyi tabirle safdilliliktir.
Evet, her şey çok net.
Kürtlerin Kürdistan’da devlet ve düzen partilerini kovma, devlet gücünü ve etkinliğini sınırlandırma, giderek yok etme hedefiyle yürüttüğü siyasal mücadeleye karşı devlet klasik inkar ve imha politikasını devreye koymuştur. Bu yükselen direnç ve irade karşısında açıkça yenilgilerini kabul etmeyen klasik, statükocu devletçiler ve AKP hükümeti savaşı kışkırtarak yenilgilerine kılıf uydurmaya çalışıyorlar. Bu çabaların da en çok onları yakacak yangına körükle gitmekten başka bir anlamı yoktur.
Bu durumun Kürt halkına öğreteceği yeni bir şey olmasa da tüm Türkiye ve Kürdistan kamuoyunu daha fazla düşünmeye teşvik etmesi gerekiyor. Fakat bu tartışmaların olasılığı artan savaşın önünü alma potansiyelinin artık kalmadığı da görülmelidir.
Yıllardır gerillaların yürüttüğü mücadeleyi kötüleyen, karalayan kesimlerin bu noktadan sonra yürütülen mücadelenin gerekçelerini daha iyi anlaması gerekiyor. Kürt halkının siyaset kanalları kapatıldığı müddetçe, barışçıl, demokratik bir çözümün önüne engeller konulduğu sürece gerillalar olarak dayatılan savaşa karşı gereken cevabı vereceğimiz iyi bilinmelidir. Kürt halkını inkar eden ve imha etmenin yollarını arayan iktidarların ve bu iktidarlarla yolları kesişenlerin bu noktadan itibaren tarafımızca onaylanması beklenmemelidir. Sabırsa sabır yeterince gösterilmiştir. Artık açıkça bir tasfiye politikası yürütüldüğü görülürken elimiz kolumuz bağlı, bir kurban koyun misali biat etmemiz beklenemez. Bunu talep edenler en az inkar ve imha zihniyeti kadar suçludurlar.
Tek seçenek, bir mecburiyet, bir zorunluluk olarak önümüze konulan savaş seçeneğinin çok istemesek de bugünden itibaren yürürlüğe gireceği iyi görülmelidir. Bundan sonra savaşın anlamı da değişmiştir.
Artık savaş, insan olmanın, iradeli olmanın, onurlu olmanın önüne dikilen engelleri kaldırmanın tek yoludur.
Savaş, en iyi niyetlere, eylemsizliğin uzatılmasına rağmen sinsi ve kirli oyunlarla gerillaların peşine düşen anlayışı yıkacak araçtır.
Savaş, her türlü hukuksuzluk ve keyfilikle hakları gasp edilen bir halkın kendi haklarını kazanmasının aracıdır.
Savaş, her gün farklı bir yerde katledilen Kürtlerin geleceği çocuklara özgür ve onurlu bir gelecek sunmanın aracıdır.
Savaş, ahlaksız, kuralsız ve ilkesiz bir toplum yaratarak onlar üzerinden kendilerine gelecek yaratmaya çalışan bir avuç kapitalist uşağı alaşağı etmenin yoludur.
Savaş, inkara, imhaya, baskıya, işgale karşı tek direniş yoludur.
Savaş, hak arayanların hakkını elde etmesinin tek çıkar yoludur.
Madem savaş isteniyor, madem Kürtlere tek çıkar yol olarak bu bırakıldı o zaman herkes ama herkes bu yolun sonunda kendilerini bekleyenlere hazırlıklı olması gerekiyor.
Tüm Kürt gençleri de bu durum karşısında kendi görevlerine sahip çıkmalıdır. Dağlarda, kahraman şehitlerin izinde yürümek, halkını her türlü saldırı karşısında korumak her Kürt gencinin en birinci görevi konumundadır. Artık Türkiye’de var olan bu sistemin hiçbir bireye, özellikle de Kürt bireylerine bir şey kazandırmadığı, sivil ve demokratik mücadelenin bir oyalama ötesinde anlamının bırakılmadığı görülüyor. O zaman Kürt gençleri enerjilerini doğru noktaya kanalize etmesi gerekiyor.
Kürdistan dağlarında yer alınarak düşmanın yüzüne güçlü bir tokat vurulabilir. Ancak bu şekilde işgalci, faşist düşman geriletilebilir, özgür, yaşanılabilir bir toplum yaratılabilir.
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Dalgakıran; “Kıyı kuruluşlarını, tekneleri, dalgaların yıpratıcı etkisinden korumak yine gemilerin yük alıp boşaltmasını sağlamak amacıyla liman ve iskele önlerine yapılan uzun set” diye tanımlanıyor.
Bilinen dalgakıran yukarıda tarif edilendir. Birde dalgakıran derken yüklenen anlamları vardır. En bileneni ve yaygınca kullanılan olanı birilerinin önündeki engelleri kaldıran, varsa engelleri aşan ya da birilerine dönük olacak olanları koruyan, engelleyen anlamındadır.
Daha önce polisin devlet yapısı için ne kadar önemli olduğunu, nasıl vazgeçilmez olduğunu, kutsallaştırılmasının kısmen de olsa nedenlerini söylemeye çalıştık. Hatta bir Japon atasözünün “Hırsızlık yapanı bağışlayabilirim, ırza geçeni bağışlayabilirim, adam öldüreni bağışlayabilirim, imparatoruma kılıç çekeni bile bağışlayabilirim, ama polisime el kaldıranı asla!” diye bittiğini de yazmıştık.
Özcesi polis devlet yapılanmasının belki de en büyük koruyucu zırhı olarak her zaman rol oynamıştır. Polise atfedilen; adlî, siyasi, idari ve trafik görevleri kâğıt üzerinde yazılanlardır. Kendilerince belki yukarıda dile getirilenleri de yapıyorlardır. Ancak asli görevlerinin devletin bekçiliğini yapmak olduğu kesindir. Buna da siyasi görevler diyorlar.
Özcesi polis devletinin koruyucu bekçisi olarak görev yürütüyor. Devletin ise daha çok bir zor aygıtı olarak işlev gördüğünü de biz ekleyelim. Devlet belki de insanlık tarihinde en kirli oluşumların başında gelmektedir. Devlet iktidar demektir. Zor demektir. Kan demektir. Baskı ve zulüm demektir. Ve tabii ki sömürü demektir. Tahakküm demektir. İnsanların emeklerini çalmak demektir.
İşte tüm çalıp çırpmaların koruyucu meleği polistir. Polislerdir. Burada iyi ya da kötü polis yoktur. Burada şu polis bu polis yoktur. Polisin üstlendiği bir misyon vardır. O misyon ise halkları baskı altında tutarak ezmektir. Güvenliği sağlama, iç disiplini sağlamaların tümü safsatadan ibarettir. Esas olan görev toplumu sindirmedir. Rapt u zapt altında tutmadır, istedikleri çizgide yürütmedir. Özcesi polis dalgakırandır. Devletin dalgakıranı.
Ve bugün devlet eşittir AKP demek hiçte yanlış olmayacaktır. AKP adım adım devleti ele geçirerek kendi rejimini oluşturmaya devam ediyor. Bugün devletin birçok kurumunu bizatihi AKP yürütüyor. YÖK, TBMM, YARGI, YÜRÜTME, CUMHUR REİS, YSK, YGS, DİYANET, TRT ve daha burada saymadığımız onlarca böyle kurum ve kuruluş artık AKP’nin denetimindedir. Ve bunların dışında en ileri düzeyde ve en erken el atılan kurum ise Polis Teşkilatıdır. Polis teşkilatı AKP’nin ve Fettulahçıların kendilerini en ileri düzeyde içinde örgütledikleri kurumdur.
Eğer AKP’nin politikalarına bakmak istiyorsak, AKP’nin ne yapmak istediğini öğrenmek istiyorsak polise bakmamız yeterlidir. Çünkü polis bizzat AKP’dir. AKP’nin politikalarını ilk pratikleştiren güç polistir. Polis teşkilatıdır. Bir nevi AKP’nin turnusol kâğıdı polislerdir.
Bugün Kürdistan’da ya da Kürt sorununa yaklaşımda polisin yaptıklarına bakarak AKP’nin ne yapmak istediğini anlamak zor değildir. Çünkü polis AKP’nin dalgakıranıdır. AKP’nin ruhudur. AKP’nin kendisidir.
Ve bugün Kürdistan’da saldırıya geçmiş bir polis örgütünü görüyoruz. Bu saldırıya geçmiş bir AKP’dir.
Bugün çoluk çocuklara gaz bombalarıyla, tazikli suyla, coplarla saldırıya geçen bir polis görüyoruz bu halkımıza karşı saldırıya geçen bir AKP demektir.
Bugün polis adeta Kürdistan’ın her yerinde Kürtlerin karşısına dikilen bir güç olarak karşımıza çıkıyor. Bu esasta topyekûn Kürt toplumuna karşı atağa geçen, ezmeyi hedefleyen bir AKP demektir.
Kürt halkına karşı saldırıya geçmiş AKP’nin koruyucu zırhı polisler ise, yani dalgakıranları polisler ise o zaman ilk yapacağımız iş bu dalgakıranları aşmaktır.
Dalgakıranları nasıl aşacağız. Herhalde birinci yöntemi dalgakıranları ortadan kaldırmaktır. Bunu yapabiliriz miyiz? Herhalde yapamayız. Ama dalgakıranları bir Tsunami dalgası gibi aşarak AKP’ye ulaşabilir miyiz? Evet, bunu yapabiliriz.
O zaman yapacağımız ilk iş AKP’nin dalgakıranlarını gördüğümüz her yerde dalgakıran olmaktan çıkarmak için tüm gücümüzle bu dalgakıranlara yönelelim.
Özcesi, AKP’nin dalgakıranlarını dalgakıran olmaktan çıkarmak, her Kürt gencinin ve özgürlük isteyen bireylerin görevi olmalıdır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar