İnsanları birbirine yakınlaştıran, iletişim kurmalarını sağlayan ortak değerler vardır. O değerler ne sınır ne de kilometreleri tanır. Dil ve kültür gibi. Halklar bu iki olguyla bilinir ve bu iki olguyla kimlik edinirler. İnsanın ve mensubu olduğu halkın yaşamında varlık ve yokluk derecesinde önemli bir yer edinir. Bunlar olmadan bir insanın kendisini tanımlayabilmesi, kendisini bir halka ait hissetmesi mümkün değildir. Yine sınırları aşarak bir başka halktan insanlarla bir araya gelmesi ve onları kucaklaması da mümkün değildir. Dilin, kültürün kapsayıcılığı, hoşgörüsü, kucaklayıcılığı altında insanlar bir araya gelir bayram havasında şenlikler, festivaller düzenlerler. Bir toprak parçasında ne kadar çok dil ve kültür varsa o kadar zenginlikten sayılır. Övünç kaynağı olur bu kadar zenginlikle yaşamak. Hiç kimsenin iyileştirmeye gücünün yetmediği yaralara bile dokunur, bir ilaç gibi o yaraya kabuk bağlatır ve iyileştirir. Bu kadar kutsal, değerli ve onursaldır. Haklar ve özgürlükler anlamında gelişen ülkelerde, farklı diller ve kültürler korunulur, savunulur ve kucaklanır. Fakat hala ırkçılığın, faşizmin cenderesinden kendisini kurtaramayan, tek dil, tek bayrak, tek millet söyleminde ısrar eden, insanlık ve kardeşlik kültüründen nasibini alamayan cahiller de bitmiş değil. Bu cahiller ki, farklı maskeler takınarak, kendilerine aydın, güngörmüş görünümü vererek kültürlerin buluştuğu, farklı dillerden şarkıların söylendiği mekanlarda bile faşizmin esiri olan ruhlarını ve düşüncelerini ortalığa salarak, insanları incitmekte, etrafı kırıp dökmekte. Baskının, sömürünün, inkarın dayatıldığı bir coğrafyada diline kültürüne sıkı sıkıya sarılarak büyüyen ve kendi dilinde şarkılar söyleyerek yürekten yüreğe akan bir sanatçı kadına, Aynur Doğan’a yapılanları izledim. Aynur, Türk devletinin terörist dediği, ama aslında insanlık ve özgürlük mücadelesi yürüten, soykırıma ve asimilasyona tabi tutulan dilini ve kültürünü korumaya çalışan herhangi bir harekete de mensup değildi. Sahneye çıkıp şarkı söylerken herhangi bir örgütün propagandasını da yapmadı. Sadece kendi dilinde şarkılar söylemeye çalıştı. Aynur’a bunu yapanlara ve arkalarındaki gerici zihniyete soruyorum, Kürt dilinin ve Kürt olmanın sizi böleceği paranoyasından ne zaman kurtulacaksınız? Kürtçe konuşanları, Kürt olanları daha ne zamana kadar linç etmekten vazgeçeceksiniz? Üstün ırklık psikolojisinin ve bölünme paranoyasının açığa çıktığı bu tür olaylar karşısında, ortaklaşan kültürlerin açığa çıkardığı hoşgörüyü, danışmayı daha fazla güçlendirmek ve farklılıkların yarattığı bir aradalığı daha fazla savunmak gerekir. Bu tür faşizan ve şoven yaklaşımlar karşısında insanlığın ortak dilini yakalamak, birbirini kucaklamak ve sıkı sıkıya sarılmak gerekir. Sanatın birleştirici gücüne inanarak, güvenerek sadece kendi dilinden değil, başka dillerden de şarkı söylemek ve şarkı dinlemek lazım. Çünkü şarkıların dilini bilmezsek de o bizim yaşadıklarımızdan bir şeyler anlatıyordur. Acılarımıza dokunuyordur, birbirimize söyleyemediklerimizin ifade gücü oluyordur. O yüzden şarkılara eşlik etmek, onlara alkış tutmak ve onları kucaklamak gerekir. İnadına Aynur’u, Sezen’i, Feyruz’u, Ofra Haza’yı, Meiko Kaji’yi, Aster Awek’i, Sevara Nazarkhan, Maria Faranduori’yi dinlemek lazım…
Yaşadığımız toprak parçası üzerinde kardeşlik büyüyecekse, silahları gömüp barışı yaratacaksak öncelikle dile, kültüre, insanlığa saldıran faşizan yaklaşımları kınamalı, onlara karşı durmalı ve tepkileri ortaklaştırmalıyız. Yapılanlar karşısında sessiz kalındıkça Aynur’u yuhlayanlar kendisini haklı görecek ve yaptıklarına devam edeceklerdir. Bu tür yaklaşımlar karşısında ortaklaşmalı ve Aynur’un türküleriyle bir araya gelip çoğalmalıyız…
Rojbin Golav
- Ayrıntılar
Bundan önceki iki bölümde hem tarih bilinci üzerinde durmuş, hem de Alevilerin karşı karşıya bulunduğu bazı temel sorunlara değinmiştik. Bu son bölümde ise günümüzde Alevilere yönelik geliştirilen çeşitli özel savaş oyunlarını, bilinç çarpıtmasına yönelik girişimleri de dile getirmek istiyoruz.
Öncelikle Alevilerin devlet içinde yer almamış ve inancını siyaset konusu yapmamış, ya da siyasi dinciliğe bulaşmamış bir toplum olarak kendi özgün örgütlenmelerini oluşturması ve bu temelde inançlarını yaşaması ve gelecek kuşaklara bu kültürü taşırması en temel haklarıdır. Bunu kabul etmek demokrat olmanın bir gereğidir. Fakat Alevî örgütlenmelerinin sadece Alevilerin sorunlarıyla ilgili kalmaları ve Türkiye'nin diğer toplumsal ve siyasal sorunlarına ilgi duymalarını önlemeyi amaçlayan çeşitli özel savaş yaklaşımları vardır.
Günümüzde Aleviler Cem Evleri’nin tanınmasını istiyorlar. Yine zorunlu din derslerinin kaldırılmasını, diyanet işleri kurumunun lağvedilmesini talep etmekteler. Bunlar en doğal taleplerdir ve mutlaka desteklenmesi gereken istemlerdir. Ama sadece bunlarla sınırlı kalmak bir yerde Alevilerin siyaset dışı kalmasına, var olan diğer sorunlara ilgisiz olmasına bir vesile yapılmak istenmektedir. “Biz Aleviyiz ve sadece kendi sorunlarımız bizi ilgilendirir” anlayışının Aleviler içinde hakim hale getirilmek istenmesinin de bir özel savaş oyunu olduğu görülmelidir.
İkincisi, Türk ve Kürt Alevilerin ortaklaşan yanları kadar, etnik kimlikten kaynaklı olarak Kürt Alevilerin daha farklı sorunlarının olduğunu hepimiz biliyoruz. Hem Türk ve hem de Kürt Aleviler Alevî kimliklerinden dolayı baskı görmüşlerdir ve görmektedirler. Ama Kürt Aleviler bir de farklı bir dil ve etnik kimliğe sahip olduklarından dolayı bir baskıya ve asimilasyon politikasına maruz kalmaktadırlar. Türk devletinin özellikle Kürdistan'da yürüttüğü inkar ve imha politikasının Kürt Alevilere yönelik yanı çok ince ayrıntılar içermiş ve bu hususta çok farklı yöntemler kullanmıştır.
Bunları birkaç maddede sıralarsak:
Bir; Türkiye cumhuriyeti devleti kurulduktan belli bir süre sonra Kürtlere yönelik inkar ve imha sistemini benimsedi ve bunu çeşitli yollarla hayata geçirdi. Bu inkar ve imha sisteminin temel amacı ise Kürtleri Türkleştirmekti. Bu topraklarda Kürtlük adına hiçbir şeyi bırakmamaktı. Bu amaçla ilk başta hem Sünni Kürtleri ve hem de Alevî Kürtleri mezhep ayrımı gözetmeksizin katliamdan geçirerek teslim almaya ve asimilasyondan geçirerek Türkleştirmeye çalıştı. Bunun sonucunda Şehy Sait’ten tutalım da en son Seyit Rıza’nın asılarak katledilmesiyle sonuçlanan katliamlarla Kürt toplumu önderlerinden yoksun bırakılarak imha ile yüzyüze getirilmek istendi. Bu süreç fiziki katliamlarla sonuç alma dönemi olmaktadır.
İkinci yöntem; eğitim yoluyla Kürt çocuklarını asimile ederek Türkleştirmek oldu. Bunu da Kürdistan'da kurduğu yatılı okullarla gerçekleştirmek istedi. Bu okullara aldığı Kürt çocuklarının kafasına “Kürt yoktur, herkes Türk’tür. Kürtler dağ Türk’üdür” düşüncesini aşılayarak asimilasyonla hedefine ulaşmayı denedi.
Yine bununla bağlantılı olarak , Zazaca (Dimilî) konuşan Kürtlerin Kurmancî konuşan Kürtlerden farklı olduğu, dolayısıyla bu Zazaca konuşanların Türk olduğu görüşünü aşılamak oldu. Bilindiği gibi Kürt Aleviler kendi içlerinde Dimilî ve Kurmancî lehçelerini kullanmaktadırlar. Fakat bu onların farklı bir etnik yapıda olduğunu göstermez. Sadece bir dilin farklı lehçelerini konuşan iki topluluk olduklarını gösterir. Çünkü yaşam alanları, kültürleri, inanç sistemleri ve konuştukları lehçelerin gramer yapıları aynıdır. Lehçe farkı sadece ufak bir ayrıntıdır. Ama bu ufak fark bile Alevî Kürtleri kendi arasında bölmek için çok yoğun bir şekilde propaganda edilerek kullanılmaktadır.
Son olarak da; Kürtlerin Kürtçe konuşmasını yasaklayarak Kürt kültür ve tarihinin yok olmasını sağlamak, Kürtleri Türkçe konuşmaya ve düşünmeye zorlamak ve bu hususta tüm gücünü kullanmak olmuştur. Kürdistan'da Kürtçe konuşmanın yasaklanması demek, Kürtlük adına ne varsa bunun bitirilmesi, yok edilmesi demektir. Dolayısıyla eğitim dili kadar ibadet dili de Türkçeye mahkum edilmiştir. Elbette bu da Kürtlerin kendi birikimlerini kendinden sonraki kuşaklarına aktarmasını engellemeye dönük bir girişim olmaktadır.
Bu nedenledir ki, Kürt Alevilerin de kendi ibadet dillerini Kürtçe olarak yapması engellenmiş ve ibadet dillerini dahi Türkçe yapmalarını zorunlu kılar bir hale getirmiştir. Oysaki bir halk ya da inanç topluluğu kendi ibadetini kendi diliyle yapmayacak bir hale gelmişse, o halk veya inanç topluluğu hem ruhsal, hem psikolojik olarak bir travma yaşama durumuna getirilmiş demektir. Çünkü kutsal olana bir saldırı vardır ve orda insanlar kendi kutsallarını savunamayacak bir konuma getirilmiştir. Böylesi bir topluluk elbette ki manevi olarak çok şeyler yitirmiş demektir. Çok iyi biliyoruz ki, ibadetin en anlaşılanı ve kutsal olanı anadilde yapılanıdır. Eğer bir topluluk anadiliyle ibadetini yapamıyorsa, orada çok büyük bir asimilasyon var demektir.
Günümüzde bu asimilasyon politikalarının Kürt Aleviler üzerindeki sonuçlarını da görmekteyiz. Örneğin en son Kamer Genç’in “Dersîmliler Kürt değildir, Türk oğlu Türk’tür” demesi, insanın kanını donduran, bu kadarı da olmaz dedirten bir durum oldu. Türk devlet okullarında Kürt çocuklarının kafalarının yıkanıp Türkleştirildiğini belirtmiştik. İşte bu şahsiyet tam da bunun örneğini ifade etmektedir. Annesi ve babası Kürt Alevî olan Kamer Genç, adeta aslını inkar eden konuma düşmüşçesine kendisini Türk olarak ifade ediyor. Bu hafife alınacak, bir kişiyle açıklanacak bir durum değildir. Türk devlet sisteminin asimilasyon politikasının sonuçlarıyla açıklanabilecek bir durumdur. Anne ve babasından özür dileyerek belirtiyoruz ki, Kamer Genç tam bir haramzadedir. Soyuna ihanet eden kekliktir. Bu haramzadeliğin dayandığı kaynak ise Türkleştirme siyasetinin yürütüldüğü okullar ve devlet kurumlarıdır. Kamer genç 12 Eylül darbesinden bu yana hep devlet katında itibar görmüş ve hep mecliste yer almıştır. Acaba çok yetenekli olduğundan mı, yoksa bir babanın kendisinden peydahlanmış olan piçini sahiplenmesinden midir bilinmez, ama hep devlet babanın şefkatli kucağında yerini almıştır.
İkinci bir örnek ise Reha Çamuroğlu’nun bir dönemler AKP adına Alevileri devlete kazandırmaya yönelik gösterdiği çabalardır. Bu kişi de Alevîleri devlet yanına çekmek, Kürt Alevîleri Kürt Özgürlük Hareketi’nden uzaklaştırmak için yoğun bir çaba harcadı.
Dikkat çeken husus şudur ki; bu iki kişilik de Dersîm kökenlidir, ama Dersîm’in o şanlı geleneğinden bir nebze olsun almamışlardır. Aksine devletin bilinçli bir biçimde Dersîm’de yürüttüğü Türkleştirme politikasına maruz kalmış ve bu politikaların bir piyonu haline gelerek haramzadeleşmişlerdir. Elbette sadece bu iki kişiliği örnek vererek bunun gibi nicelerinin olduğunu görmediğimiz anlaşılmasın. Fakat bunlar en bariz olan ve amacımızı dile getirmede yerinde örnekler teşkil ettiklerinden belirttik.
Dolayısıyla Kürt Alevîlerin öncelikli olarak kendi etnik ve inanç kimliklerini sahiplenmeleri, bunun bilincini edinmeleri, bu temelde kendi öz örgütlülüklerini yaratmaları en hayati konudur. Eğer devlet Kürt Alevîleri asimile etme temelinde bir yaklaşım içinde bulunuyorsa, bunun karşısında Kürt Alevilerin yapacağı en doğru tutum kendi Kürtlüklerine sahip çıkmak, bu Kürtlükten gurur duyarak mücadeleye katılmak olacaktır. Bugün Kürt Özgürlük Hareketi genel anlamda Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesini yürütmektedir. Bu mücadele sadece bir kesimin değil, bütün Kürtlerin mücadelesini içermekte ve onların haklarını savunmaktadır. Dolayısıyla Kürt Alevîlerin yeri de Kürt Özgürlük Hareketinin yanı olmalıdır.
Sonuç olarak;
Günümüzde Türkiye'de toplumsal sorunların tek çözümü Türkiye'nin demokratikleşmesidir. Demokratikleşme yaşanırsa farklı kültürlerin, dinlerin, dillerin, etnik yapıların bir arada yaşayabilmesi gerçekleştir. Demokratik bir anayasa temelinde yeniden inşa edilecek bir sistem içinde var olan devlet yapısı farklı kimliklere, inançlara eşit mesafede olacaktır. Bunu Kürt Halk Önderi “Demokratik Ulus” olarak tanımladı. Dolayısıyla Türkiye'deki sorunlar demokratik ulus yaklaşımı temelinde çözülecektir.
Elbette Demokratik Ulus çözümünün gerçekleşmesi için de bir mücadele gerekmektedir. Bugün Türkiye'de bunun mücadelesini veren en temel güç Kürt Özgürlük Hareketi’dir. Bununla birlikte Türkiye'deki devrimci demokrat güçlerdir. Dolayısıyla Kürt sorunu çözülmeden Türkiye'nin demokratikleşemeyeceğini bilmemiz gerekiyor. Türkiye'nin demokratikleşmemesi demek de, başta Alevîler olmak üzere diğer toplumsal kesimlerin, farklı kimliklerin, inanç topluluklarının sorunlarının çözümsüz kalması demektir. Bu nedenledir ki, gerçek bir çözüm ve gerçek bir demokratikleşmenin sağlanabilmesi için başta Kürt Özgürlük Hareketi olmak üzere tüm devrimci ve demokrat güçlerle birlik olmak, ortak platformlarda birlikte mücadele vermek gerekiyor.
Bunun için de özellikle Kürt Alevîler Kürt Özgürlük Hareketine daha fazla güç ve katılım sağlamalı, burada yerlerini daha fazla almalıdırlar. İkincisi, tüm Alevî örgütlenmelerinin kendi sorunlarını daha iyi ifade etmek ve çözüm bulmak için güçbirliği yapmaları ne kadar doğruysa, bu Alevî güçbirliğinin de Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku içinde yer alması bir o kadar doğrudur. Mutlaka ama mutlaka güçlerimizi birleştirmeliyiz. Karşımızda giderek kendisini kurumlaştıran bir faşist yönetim, AKP gerçeği durmaktadır. Bunun karşısında mücadele etmek ve kazanmak için mutlaka bir araya gelmeliyiz. Bunun dışında başka bir yolun olmadığını da görmeliyiz. Bu hususta temel yaklaşımımızı Mahir Çayan’ın o güzel sözüyle ortaya koyup, yazımızı sonlandırıyoruz: KURTULUŞ YOK TEK BAŞINA; YA HEP BERABER, YA HİÇBİRİMİZ!
Edîp Koçgîrî
- Ayrıntılar
Türk halkının gözü aydın. Ölen asker ailelerinin gözü aydın.
Vatani görevdekiler, anlamsız bir savaşa sizleri sürükleyen ve yeni yasayla sunduğu bu olanağa dua etmenizi isteyenler var, hemen şükredin. Minnettarlığınızı bas bas bağırma vaktidir. Mutlaka dillendirin.
Yeni bir teklif geliyor ya teklifin adı “askerin şehit olması durumunda da terfinin devam etmesi”. Hem gülünecek hem de acınacak bir vaziyet. Şu hale bir bakın.
Böyle anlamsız bir teklif olabilir mi?
Ölen insan hangi koşul altında olursa olsun RAHMET EYLEMİŞTİR. Tanrı katına ulaşmıştır. Toplumsal ölçü budur. Hele buna bir de şehitlik mertebesi anlamı yüklenmişse tartışma bitmiştir. Ama bu Türkiye, siyaset sahnesinde işler bildiğiniz gibi yürümemekte. Ölenlerin vaziyeti bildiğiniz gibi değil, denmektedir. Bunun siyasetini siz bilemezsiniz o yüzden biz böyle uygun buluyoruz ve bunu yasada çok ayrı bir yere taşıyoruz, denmektedir. Ne yasa ama…..
İlginç olan bu yasa için sokaktan geçenlere soruyorlar, ne düşünüyorsunuz? cevap hazır, hemen hayat bulmalı diye yanıt geliyor. O sokaktaki ne anlar en kızgın savaşın sıcaklığını…
O sokaktaki nerden bilebilir savaşa sürülen bu gençlerin nasıl bir koyun gibi ateşe atıldığını….
Kürt sorununun demokratik anayasal çözümünü bu terli teklifiyle yapmaya çalışan ve bunu çok olumlu bulan bir meclis karşımızda. Kürt sorununun çözümü değil de savaşta asker ölümlerinin daha kazançlı hale gelmesinin yasallaşmasını onaylamaya hazır bir meclis karşımızda. Bu ciddi zihniyet sorunu olan ve savaşı inkar ve imha ile sürdürülerek devamından kazanç elde edenlerin düşüncesiyle yeni açılım senaryosu oluyor.
İşte şimdi bu zihniyet sermayenin meclisteki ilk icraatını yasalaştırmaya çalışarak daha da meşru hale getirmek istiyor. Tatile giren meclisin ilk büyük icraatı bu olacak sanırım.
İcraat devam ederken 5 yıldızlı kumarhane açılışı da cabası. Ne ülke liderliği değil mi? İnsanların ölümü bu asker bile olsa kimin umurunda.
Şunu demeye getiriyorlar “Hey tc ordusunun ayyıldız bayrağı kurbanları sizler ölmeye devam edin öldükten sonra terfi olacaksınız. Ölüme nasıl giderseniz gidin önemli değil yeter ki ölün, biz sizleri şehitte sayacağız” üstünüze iyi kazançta elde edip yaşayacağız. Terfilerde Subay, Albay, Yarbay olacaksınız. Paralar fevkalade olacak.
Bu anlamsız teklife kimse dur diyemeyecek mi?
Şehid en yüksek mertebedir. Ama anlamsız ölümlere sürülen gençlere böyle bir yakıştırma yapabilecek ne duruş ne de kararlılık sahibisiniz sizler. Bunu anlamış olsaydınız bu savaşı durdurabilecek gücü tanır ve işin çözüm yolları için meclisi harekete geçirirdiniz.
Sizde yüksek mertebe maaşa endeksli maneviyat yarattığını düşündüğünüz yeni tekliftir ya, bakın bunu unutmamamız gerektiğini daha iyi herkese hatırlatmış oldunuz.
Hiçbir ana yüreğinin böyle bir durumu kabul etmeyeceğini bilmiyor musunuz. Bu akıl karı olmayan yasa teklife en başta yüreği yanan türk anaları dur demelidir.
Tüm bu acıları ve akan kanı durduracak yasa tekliflerine hazırlanacak bir meclisi ancak yüreği acıyla yanan insanlar sağlayabilir ve çözümün yolunu açalabilir.
Son günlerde 20 askeri çatışmalarda öldü. Temmuz sıcaklığında gönderdiniz operasyona gerilla ne yapacak yaw hoş geldiniz gelin biz buradayız siz bizi vurun mu diyecek. Gerilla kendini kat be kat savunacak ve koruyacaktır. Çünkü o özgürlüğe yürüyen bir halkın umududur o yüzden koruyacak ve savunacaktır.
Bahtiyar Umut
- Ayrıntılar
Kürdistan’da yasadışı yapılan eylemlere, işbirliklere ve de düşmana hizmet etmelere karşı tavırsız, sessiz kalmamız beklenmemelidir.
Gerillalar olarak çokça açıklamalarda bulunduk. Çokça uyardık. Çokça yazdık ve söyledik: “Düşmana hizmet etmeyin” dedik.
Ne var ki halen birçok yerde söylenenleri ciddiye almayan kesimler çıkıyor. Ciddiye almadıkları gibi gerillalarca alıkonulduklarında da feryadı figan kopartılıyor.
Açıkça belirtiyoruz: bu ülkede suç işleyenler, düşmana hizmet edenler, düşmana çalışanlar, düşmanla işbirliği içerisinde özgürlük hareketine saldıranlar soruşturulur, suçları varsa tutuklanır ve gerekli cezai müeyyide uygulanır. Kimsenin Kürdistan’ı ‘dingonun ahırı’ görmesine izin de verilmez.
En son Dersim’de gerillalarımız TC devletinin karakol yapımlarında çalışan iki işçiyi ve bunlar -Kürt’tür, yani insanlarımızdır-tutuklamışlardır. Bu alıkoymaya kimisi kaçırma diyor. Kimisi el koyma diyor. Kim ne derse desin, biz ülkemizde düşmana hizmet eden, düşmana çalışan ve çalışmalarıyla gençlerimizin, halkımızın ve de gerillamızın kanına girecek her türden eylemi yasaklamışız. Ve bunu da tüm kamuoyuna da deklere etmişiz. Ve düşmanla bu ülkede işbirliğin ve her türde işbirlikçiliğin suç olduğunu alenen söylemişiz. Ve pratik uygulamaya geçmeden de onlarca kez uyarmışız. Bunun için karakol, baraj, dağlara yol yapımı için kullanılan şantiye araçlarını çok kez açıkça belirttiğimiz gibi, yakmışızdır. Ve buralarda ne karakol, ne baraj, ne dağlarımıza gerilla avlamak için yol götürülemeyeceğini alenen belirtmiş ve inşaatların yapılamayacağını da açıkça söylemişiz.
Israrla düşmanla işbirliği içerisinde, düşmana erzak taşıyan, düşman karakol ve binalarını yapan, Kürdistan coğrafyasını bozmak ve gerilla alanlarını birbirinden koparmak için barajlar yapan, barajlarda çalışan, yine düşmanın askerlerini bizleri yanıltmaları için sivil araçlarıyla operasyon yerlerine, karakollarına taşıyan herkesi uyarmışız.
Ve artık uyarı zamanı geçmiştir. Artık sıra uygulamaya gelmiştir. Bunu düşmanla kim işbirliği yapıyorsa, buna göre düşmanla işbirliğini yapacaktır. Düşmanla işbirliğini bu kadar uyarılara rağmen yapanlar varsa, bu bilinçli bir tercih olmaktadır. O zaman sonuçlarına da katlanacaktır.
Her gün onlarca özgürlük savaşçısı bu ülkenin aydın geleceği için canlarını feda ederken, faşizan politikalarla binlerce Kürt siyasetçisi tutuklanıp hapislere atılırken, her gün Kürt gençliğine, analarına, kızlarına, yaşlılarına ve de imamlarına el uzatılmışken kimse artık daha ileri düzeyde suç durumlarına tahammül göstermemize beklememelidir.
Söylediğimiz bu tutuklamalar Kürdistan’da TC askerliğini yapan, Kürdistan’da TC devletinin faşizan polis teşkilatında yer alanlar için de geçerlidir.
Kendileri özel savaşın Kalemşörleri olan, bunun için oldukça özenle hazırlanmış kimi sözde istihbaratçı gazeteciler “dağa kaldırmanın zamanı” geçti diyerek kendilerince asker esir almaların suç teşkil ettiğini söylemeye çalışıyorlar.
Dağa kaldıran yoktur. Kürdistan’da halk karşıtlığı tememlinde çalışmaların önüne geçilerek el konuluyor. Dağa kaldırılmıyor tutuklanıyorlar. Gerillamıza karşı savaşmak için ülkemize gelmiş askerler ya da rütbeliler suç işledikleri için tutuklanıyorlar. Bırakalım böyle silahlı, üniformalı olmalar, Türkiye metropollerinde hatta Kürdistan’da bir yoldaşımızın bilgisi TC devletin eline ulaştığında yüzlerce asker ve polisle nasıl saldırı yapılarak tutuklandığını, işkencelerden geçirildiğini bilmeyen mi var? Sen yoldaşlarımızı haksız yere günlerce takip ederek zorla ek koyarken “dağa kaldırma olmuyor da” biz Kürdistan’da hem üniformalı hem üniformasız halkımıza ve gerillasına karşı savaşmak için gelen birini tutukladığımızda “dağa kaldırma mı oluyor?”
Devam edersek; yine aynı merkezden yönlendirilmiş ve haber üreten kimi özel savaş elemanı da bu çağda “rehin tutmanın geçerliliği yoktur” diyerek kendilerince akıl veriyorlar.
Askerler rehin tutulmamışlardır. Burası Kürdistan’dır ve yaşanan bir savaş vardır. Asker ise bu savaşın bir parçası olarak düşman kategorisindedir. Bunun için tutuklanmışlardır.
Bırakalım böyle asker olarak, Jitemci olarak, düşman tesislerinde iş yapanların tutuklanması, TC devleti bir yılı aşkındır 5000 Kürt siyasetçisini, seçilmişini, sivil toplumcusunu, üniversite okuyan gencini, yaşlı anasını, duyarlı ve halkına bağlı imamını herkesin gözünün içine bakarak boş gerekçelerle, hem de hiçbir suç işlemeden, herhangi bir silahlı faaliyet iöinde olmadığı halde, resmi bir üniforma giymeden tutuklayarak tüm Kürt halkına karşı rehin olarak tutmaktadırlar.
Dağa kaldırma budur. İttihattı Terakki ile ilişkisi kurulacaksa öncelikli olarak halkımıza karşı bu faşizan tutuklamaları bir plan dahilinde, bilinçlice, zindanlara kaldırarak, mangurtlaştırmak için yapılan rehin almalar görülecektir. Rehin tutmanın zamanı geçmiştir. Ancak TC devleti ve onun kirlenmiş, vicdanı kararmış, ruhu kararmış, ismi ak olsa da kara olan partinin ve de onun Kürdistan’da uzantıları olan yapıları görülecektir.
Evet, yeniden söyleyecek olursak Kürdistan’da düşmanlık yapanlar, düşmanlık yapmalarının hesabını yaparak düşmanlık yapacaklardır. Düşmanla çalışanlar düşmanın çalışanları olarak ele alınarak muamele göreceklerdir. Ve Kürdistan’da halkımıza, gerillasına zarar veren tüm öğeler bu zarar vermenin sonuçlarının ne olacağının hesabını yaparak, eğer verebiceklerse, zarar vermeye devam etsinler.
E. Nuda
- Ayrıntılar
Silvan’daki çatışmadan sonra herkes bir şeyler çizmeye, bir şeyler söylemeye başladı, saldıran saldırana. Türk kamuoyu açmış ağzını yummuş gözlerini, ağzına geleni söylüyor. Bu söylenenlerin sonucunun nereye varacağını ise hiç kimse hesaplamıyor. Laf olsun torba dolsun misalidir.
Başta şunu belirtmek gerekiyor: AKP hükümeti stratejisini değiştireceğini beyan ediyor. Bu sözler başbakan Recep Tayip Erdoğan’a ait. Kürtler bu durumu; AKP hükümeti daha önce illegal yürütmüş olduğu saldırıları, operasyonları, katliamları ve tutuklamalarını artık açık bir şekil de yürütecek, onun ötesinde de bu sözlerin hiç bir anlam ifade etmediği biçimde okuyor. Şimdiye kadar gizli yapılanlar, bundan sonra açıktan yapılacak, zaten AKP iktidara geldiğinden beri bunu bir biçimde yapıyordu. Gizli veya açıktan AKP saldırıları yapıyordu.
Kürtler için bunlar yeni değildir. Bilinen düşman politikalarıdır. AKP şiddetin dozajını yükseltecek, ‘’kadın çocuk ve yaşlı demeden gerekenler neyse yapılacaktır’’ politikası zaten biliniyor. Üslubuyla beyandır insan derler, AKP üslubuyla bellidir.
Türk kamuoyuna bakınca insanın acınası geliyor. O kadar masum o kadar zavallı hiç bir şeylerden haberleri olmadığı halde durduk yerde HPG gerillaları tarafından saldırılıp vurulduklarını düşünüyorlar. Böyle algılıyor ve Kürtlere yöneliyor. Kürtleri linç etmeye çalışıyor. neredeyse her buldukları kürdü öldürme teşebbüsünde bulunacaklar- ki, bunu yapmaya yeltenenler de var.
Bu vesileyle Türk aydınlarına bir kaç soru sormak gerekiyor.
1- HPG gerillaları hiç bir biçim de saldırmadı ve pusu kurmadılar. En başta Türk ordusu aylardan beri o dağlarda operasyon üzerine operasyon düzenliyor. Bu operasyonların amacı nedir?
2- Eğer ordu insanları öldürmek için o dağlar da değil ise, o zaman o askerler orada ne yapıyorlardı?
3- Ordunun amacı insan avı değil ise binlerce asker neden o dağlara yığdırıldı?
4- Eğer siz gerçekten insan haklarından, insanın yaşam hakkından yana iseniz? O zaman başta Hatay, Erzurum, Dersim ve Şırnak olmak üzere onlarca gerilla yaşamını yitirdi, neden hiç bir tepki göstermediniz?
Eğer bu ordu gerçekten operasyon amaçlı ve insan öldürmek için o dağlara çıkmamışsa ve amaçları sadece pikniğe gitmek ise o zaman ne derseniz haklısınız. Bu durumda gerçekten Türk askerine yapılan bir haksızlıktır diyebilecektik.
Ancak işin özü hiç de böyle değildir. Sen ordunu her türlü teknik ile donatacaksın, tüm imkanları hizmetine koyacaksın, savunma pozisyonunda olan gerillalara karşı imha maçlı operasyonlar düzenleyeceksin, üzerine gidip kimyasal silahlar kullanacaksın, gerilla cenazelerini tanınmayacak hale getireceksin. tüm bu insanlık dışı uygulamaları yapacaksın. Ve gerillanın da buna karşı sessiz ve hiç bir şey yapmamasını isteyeceksin. Canımız isterse gelip sizi öldürürüz, canımız isterse sizi yaşatırız diyeceksin.
bu nokta da adama sormazlar mı? Sen bizim dağlarımıza bizi öldürmek için geliyorsun. Bu dağlarda insan avına çıkmışsın. Peki hiç avlana bileneceğini düşündün mü? Düşünmediysen artık düşünmeniz lazım.
Aslında bazı aydın geçinen kişilerle, generallerin düşünsel yapıları hiç birbirinden farklı değildir. Neden belirtmeye gereği diyoruz? bu generalin söylediklerine 7 yaşındaki bir çocuk bile güler. Bu generaller ne diyor? Çatışma esnasın da çıkan yangının HPG gerillalarının attığı merminin çekirdeğinin ısısı bu yangına sebebiyet vermiş. Elbette yaz aylarıdır. Mermiden çıkan ilk alevde araziyi tutuşturmuş olabilir. Ancak Türk ordusunun 250 kg, 500 kg ve bir tonluk kazanlar yine yüzlerce roket fırlatması arazinin tutuşmasına neden olmuyor da, gerillanın atmış olduğu merminin çekirdeği mi bu yangına sebebiyet veriyor? Bu düpedüz bir hinlik ve ipe sapa gelmeyen bir görüştür.
Türk kamuoyu ölümlerin son bulmasını gerçekten samimi ve içten istiyorsa, öncelikle siyasal ve askeri operasyonlarını derhal sonlandırması gerekiyor. Aksi taktir de operasyonlar sürdüğü müddetçe hiç kimse kalkıp da Kürt özgürlük hareketini şu veya bu şekil de suçlamasın, bu ölenlerin tek bir sorumlusu vardır o’da; AKP hükümetidir.
Siyasal alanda süreci tıkayan hükümet, askeri operasyonlarla Kürtlere gözdağı vererek, sürecin önünü kendi rotasına koyarak kendi hegemonyası kurmak istiyor.
Operasyonlar sürdükçe gerilla güçleri de meşru savunmalarını yapacaklardır. Aksisini iddia edenler yanılıyorlar. Operasyonlar her zaman ölüm getirir.
Kürt sorununu çözmek istiyorsanız, askeri ve siyasi operasyonları durdurup gereken adımları bir an önce atmanız gerekmektedir. Aksi taktirde ölümleri hep teşvik edersiniz.
Erdem Can- Ayrıntılar
Nihayet korkulan oldu. Silvan olayları ile birlikte yeni ve tehlikeli bir çatışma sürecinin içine girildiği anlaşılıyor. Peki bundan kim sorumlu? Neden sürecin böyle gelişmesi önlenemedi? Kürt sorunu başta olmak üzere ülkemizin temel sorunları neden demokratik siyaset içinde çözülemiyor? Şimdi herkesin kafasında yeniden bu sorular var. Toplum kaygıyla bu sorulara cevap bulmaya çalışıyor.
Bir kere hem resmi açıklamalar, hem de görgü tanıkları şu gerçeği tespit ediyor: Olay operasyon içinde olmuştur. 11 Temmuz’dan itibaren başlatılan kapsamlı askeri operasyon sürerken 14 Temmuz öğleden sonra çatışma yaşanıyor. Demek ki sonucu felaket olan bu çatışmanın nedeni imha amacıyla yürütülen askeri operasyonlardır. AKP’nin asker ve polis operasyonlarını sürdürmedeki ısrarıdır. Birinci tespit bu.
Bu gerçeği birincil dereceden sorumlu olan Başbakan Tayyip Erdoğan’da gizlemiyor ve inkar etmiyor. “Dağda silahlı insanlar var olursa ordu da operasyon yapar” diyor. Dağda silahlı insanların olduğunu ise, sadece ülkemizde yaşayanlar değil, dünyadaki herkes biliyor. O halde ne olacak? Başbakanın mantığına ve politikasına göre askeri operasyonlar olacak! Demek ki bu çatışmaları Başbakan Tayyip Erdoğan’ın mantığı ve izlediği politikalar yaratıyor. İkinci tespit de budur.
Halbuki zaten dağda silahlı insanlar var ve sorun da bu insanların dağdan nasıl indirileceğidir. Bu soruya Başbakan Tayyip Erdoğan, “Askeri operasyonlarla olacak” cevabını veriyor. Bu cevap ise, çok açık bir biçimde “Savaş olacak” anlamına geliyor. Açık ki AKP Hükümeti savaş siyaseti izliyor. Fakat pratikte bunu yaparken, propaganda da ise bunu “PKK’nin yaptığını” söylüyor. Durum bu kadar açıktır.
Kaldı ki AKP Hükümeti sadece askeri operasyonları da sürdürmüyor, onunla birlikte siyasi operasyonları da yürütüyor. Her gün Kürt il ve ilçelerinde evler basılıp siyaset yaptığı için insanlar tutuklanıyor. “KCK Davaları” adıyla tutuklananların sayısı neredeyse üç bini bulmuş durumda. Bunların içinde seçilmiş belediye başkanları, il meclisi üyeleri, BDP’nin il ve ilçe yöneticileri, DTK başkanı ve üyeleri var. Hepsi de demokratik siyaset yapan insanlar. Şimdiye kadar hiçbirinde bir bıçak bile yakalanmış değil.
Peki buna ne diyeceğiz? Bu siyasi operasyonlar niye sürüyor? Başbakan Tayyip Erdoğan’ın mantığı ve siyasetinden bakarsak şöyle dememiz gerekiyor: Demokratik siyaset varoldukça siyasi polis operasyonları da var olur! Zaten AKP yönetimi altında olan da budur. Peki dağdaki silahlı insana “terorist” dedin, şehirdeki silahsız insanın suçu ne? AKP’nin buna da cevabı hazır: “Terörü destekleyenler!” Son zamanlarda Başbakan “eşkıya şehre indi” de diyor.
Peki bütün bunlardan ne sonuç çıkıyor? Demek ki AKP istediğine istediği yakıştırmada bulunuyor. Siyasi rakiplerine yönelik canının istediği suçlamalar yapabiliyor. Demek ki AKP devletin zor güçlerini tüm rakiplerine karşı kullanmaktan çekinmiyor. Herkese yönelik canının istediği her türlü yakıştırmayı yapabildiği için, bu temelde herkese karşı her yöntemle saldırıp operasyonlar da yapabiliyor. Bu opereayon dağda olur, şehirde olur, asker yapar, polis yapar, silahlı olanı hedefler, silahsız siyasetçiyi hedefler, bütün bunlar fazla fark etmiyor. Kısaca AKP operasyonel saldırı siyasetinde ısrar ediyor.
Oysa 12 Haziranda genel seçim olmuş ve yeni bir meclis seçilmişti. Seçim sonuçları ve yeni meclis herkesi umutlandırmıştı. Sorunlara mecliste ve demokratik siyaset yöntemi ile çözüm bulunacağı umutları yeşermişti. Meclisin yapacağı yeni demokratik anayasa bunun teminatı olacaktı. İmralı’da görüşmeler yapılıyordu ve PKK Lideri Abdullah Öcalan, “devlete çözüm protokolleri sunduğunu” açıklamıştı. BDP seçime sokulmasa da, oluşturduğu Demokrasi Blok’u ile 36 milletvekili seçtirmeyi başarmış ve siyasi çözüm zeminini güçlendirmişti. Dolayısıyla herkes Kürt sorunun demokratik siyasi çözümünün gerçekleşeceği beklentisi içerisine girmişti.
Peki sonuç ne oldu? En başta her türlü hakaret ve idam tartışmasıyla AKP seçim sürecini gerginleştirdi. Seçimde hesap ettiği sonuçları alamayınca bu gerginlik siyasetini daha da artırıp devam ettirdi. Seçilmiş dokuz milletvekili hukuk komplosu ile cezaevlerinde tutulmaya devam etti. Diyarbakır’da en çok oyla seçilen Hatip Dicle’nin milletvekilliği düşürüldü. Bunların sonucunda meclis toplu yemin bile edemedi. CHP iki hafta yemini boykot etti. BDHP hala meclisi boykot ediyor ve Diyarbakır’da toplanıyor. AKP, “Ben yaparım olur” misali meclisi kendi başına işletmeye çalışıyor. Bütçe tartışmasında görüldüğü gibi, Başbakan Tayyip Erdoğan MHP ile idam tartışmasını mecliste sürdürüyor. Seçimden sonra iki hafta avukatları PKK Lideri ile görüştürülmedi. İmralı’da yürütülen tartışmalardan pratiğe yansıyan somut bir şey çıkmadı. Vs. vs.
Peki bütün bunlardan kim sorumlu? Elbette AKP hükümeti sorumlu. Bunların hepsi AKP yönetimi altında yaşanıyor. Açığa çıkıyor ki, olaylar sadece Silvan’daki çatışma ve dağdaki savaş değil. Şehirlerde de benzer çatışmalı durum var. Ankara’da çok ciddi bir siyasi kriz yaşanıyor. Belli ki AKP artık ülkeyi yönetemiyor. Yüzde elli oy almış bile olsa, mevcut mantık ve siyaseti ile ülke sorunlarına çözüm bulamıyor.
Bunun sonucu olacak ki, Başbakan Tayyip Erdoğan artık toplumun yüzüne bakamıyor. Kameralar karşısında Silvan olaylarını değerlendirişi ilginçti. Ancak ayakkabılarının ucuna bakarak konuşabiliyordu. Yüzü kırış kırış olmuştu. Kendine göre birilerini tehdit etmeye çalışıyordu, fakat sözleri karanlıkta ıslık çalmanın ötesine geçmiyordu. Koskoca Tayyip Erdoğan kendini bu duruma nasıl düşürdü!
Başbakana bir – iki hususu burada hatırlatmak, tekrar da olsa herhalde yararlı olacak. Genelde halkı ve özelde de Kürtleri tehdit etmek ve operasyonlara sarılmak sonuç verseydi, herhalde Kenan Evren’den bu yana ki yöneticiler sonuç alırlardı. Oysa ki hepsinin akıbeti ortadadır. Çok iyi bilinmeli ki tehdit ve operasyon siyaseti izleyen AKP’nin onlardan hiçbir farkı yoktur. AKP’de hile ve demagojiden başka bir yenilik görülmüyor. Bunlar da Kürt direnişi karşısında eriyip gidiyor.
Başbakan Tayyip Erdoğan, “PKK de, BDP de bizden iyi niyet beklemesin” diyor. Sorunun niyetten öteye olması bir yana, AKP ne zaman iyi niyetli oldu ki! Herhalde iyi niyet dedikleri şu: Bir Diyarbakır milletvekili “öncekiler öldürüyorlardı, biz ise tutukluyoruz, daha ne istiyorsunuz” diyordu. Başbakan da “Demirel-Çiller Ekibi faili meçhul yapıyordu, biz ise hapse koyuyoruz” demek istiyor. Tayyip Erdoğan’ın iyi niyeti “öldürmek yerine hapse koymak” oluyor! Tabi buna halkın cevabı hazır: Böyle iyi niyet kendinin olsun!
Sonuç olarak, bütün olup bitenlerin tek sorumlusu AKP hükümetidir, onun mantığı ve siyasetleridir. Bunların da ülkemizi felakete götürdüğü ortadadır. Bu siyasetin AKP’ye de fazla faydası olmayacaktır. Israr ederse felaket kendi başına da gelebilir. O nedenle, AKP’nin aklını başına toplaması en doğrusudur!..
Adil BAYRAM
Özgür Gündem
- Ayrıntılar
Kürtler tarih yapmaya ve yazmaya devam ediyorlar. Zorla ve hileyle gasp edilmiş olan özgürlüklerini yeniden kazanıyorlar. Yaşam ve geleceklerinin başkaları tarafından belirlenmesini reddederek, yaşam ve geleceklerini kendi ellerine alıyorlar. Böyle bir bilince, örgütlülüğe ve güce ulaşmış olduklarını büyük bir heyecan içinde dünya aleme ilan ediyorlar.
Demokratik Toplum Kongresi 14 Temmuz günü yaptığı olağanüstü toplantıda, uzun bir süredir tartışılan Demokratik Özerkliği Kürtlerin yaşadığı her alanda ve tüm boyutlarıyla inşa etme kararı aldıklarını açıkladı. Devlet karşısında toplumun örgütlü ve özgür duruşu olan demokratik özerk varoluşu ilan etti. Türkiye’nin demokratik toplumuna geçişini ve Kürt toplumunun özgür yaşam sürecini başlattı.
14 Temmuz büyük karar günü Kürt tarihinde yeni bir anlam kazandı. Büyük Ölüm Orucu’nu başlatmak 14 Temmuz 1982’de Diyarbakır Zindanı’nda Ulusal Direniş Süreci’ni açan Kürt halkın önder evlatlarının tarihi kararı, 14 Temmuz 2011 de Kürt halk iradesini temsil eden Demokratik Toplum Kongresi’nin kararı ile yeni bir boyuta taşındı. Ulasal Onur Günü’nden Ulusal Özgürlük Günü’ne ulaşıldı. Nereden nereye?! Bundan heyecan duymamak mümkün mü? Dolayısıyla DTK’nin tarihini kararını selamlıyor, Kürt halkının Özgürlük Günü’nü kutluyoruz!
Kürtlerin bu yeni tarihi adımı atmaları iç ve dış kamuoyu tarafından zaten bekleniyordu. Çünkü uzun süredir en temel tartışma gündemi durumundaydı. Hilvan direnişi ile başlatılırsa otuz üç yıldır, 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu ile yanı zindan direnişi ile başlatılırsa otuz yıldır Kürtler özgür ve demokratik bir yaşama ulaşabilmek için kelimenin tam anlamıyla kahramanca direniyordu. On binlerce şehit verdiği bu büyük direniş içinde yeni bir Önderlik başlatmış, partileşmiş, gerillalaşmış ve halklaşmıştır. Kaybettiği kimliği kendine yeniden kazandıran ulusal direniş devrimini başarmıştır. En zor koşullarda bu kadar gelişme yaratan kırk milyonluk bir halk, özgürlüğünü ilan etme adımını da elbette atacaktı. Ve nitekim 14 Temmuz günü bu adımı attı da!
Güncel siyaset açısından da bu tarihi adımın atılması zaten bekleniyordu. Mart 1993’ten bu yana on sekiz yıldır Kürt sorununa demokratik siyasal çözüm getirmek için yürütülen çabaların sonucu ortadaydı. Bu doğrultuda dokuz yıldır AKP’ye verilen kredinin kullanılış durumu netleşmişti. Özellikle 29 Mart 2009 yerel seçimleriyle oluşan mükemmel siyasi çözüm zeminine AKP’nin yaklaşımı artık öfkeyi doruğa çıkarmıştı. Bu durumda kendi gücünü harekete geçirmekten başka Kürt halkı ne yapabilirdi?
Yirmi yedi aydır demokratik siyaseti tasfiye etmeye yönelik AKP’nin siyasi soykırım operasyonları hızından hiçbir şey kaybetmeksizin devam etti. Seçilmiş belediye başkanları, il ve ilçe yönetimleri tutuklandılar. Üç bin civarında insan zindanlara dolduruldu. DTP kapatıldı ve eş başkanları milletvekilliğinden atıldı. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın demokratik siyasi çözüm için gösterdiği tüm çabalar sonuçsuz bırakıldı. Bütün bunlara rağmen, her türlü engeli aşarak 12 Haziran seçiminde bağımsız olarak seçtiği milletvekillerinin başına getirilen ise ortada. 85 bin oyla seçilen Hatip Dicle’nin milletvekilliği bir hukuk darbesi ile düşürülerek yerine bir AKP’li atandı. En yüksek oylarla seçilen diğer beş milletvekilinin zindandan çıkışı engellendi. Türkiye tarihinde ilk defa en zor çabalarla seçilmiş bir grubun meclis çalışmalarına katılışına fırsat verilmedi. Kürtler sadece göz göre göre dışlanmadılar, onunla birlikte en ağır baskıya, zulme ve hakarete de maruz kaldılar. Peki bu durumda demokratik özerlik ilan etmeyip de ne yapacaklardı?
Besbelli ki Kürt halkının önüne ya teslimiyet ve ihanet, ya da başkaldırı ve isyan gibi iki seçenek çıkarılmıştı. Tarihin derinliklerinden gelen halk hem kendi hem de insanlık onuruna sahip çıkarak demokratik direniş dedi. Bundan daha doğru ve onurlu bir tutum olamazdı. Teslimiyet ve ihanet içinde Kürtlükten ve insanlıktan çıkmaya razı olmak yerine, onurlu ve özgür bir direniş içinde gelecek aramak ve gerekirse de şerefiyle ölmek elbette insanlık erdemini ifade etmektedir. Kürtler erdemli bir halk olduklarını bu kararla birlikte bir kez daha gösterdiler.
Kürtlere soykırımı dayatan Türk gericiliği, şovenizmi ve milliyetçiliği hezeyanla bu tarihi özgürlük adımına saldıracağına, biraz saygılı davranmayı ve insan olmanın gereklerine uygun tutum göstermeyi bilse herhalde kendisi için de en hayırlısını yapar. Yoksa Başbakan Tayyip Erdoğan’ın mezarlıkta ıslık çalmaya benzeyen bağırtılarının hiçbir anlamı ve değeri olmaz. Kendini ve adına hareket etmeye çalıştığı toplumu insanlık değerleri karşısında düşürmekten öteye hiçbir sonuç vermez. Kısaca akıllı ve gerçekçi olmanın zamanıdır.
Uluslar arası gericilik sinsice karşı çıksa da, Kürtlerin bu adımının demokratik insanlık tarafından benimseneceği tartışmasızdır. Kürtlerin, insanlığın demokratik vicdanına hitap etmişler ve onu yeniden canlandırmışlardır. O nedenle tüm demokratik çevrelerin Kürtleri doğru anlayıp dayanışmacı yaklaşım göstereceği muhakkaktır.
Hiç kuşkusuz en başta Kürtlerin kendilerinin 14 Temmuz tarihi kararını doğru anlamaları ve sahiplenmeleri önemlidir. Geç de olsa kadim bir halk olarak yapmaları gerekeni yapmışlardır. Faşist gericilik ne kadar bağırır ve tehdit savurursa savursun, yüksek bir kararlılık ve birlikle bu adıma sahip çıkmaları ve onu ilerletmeye çalışmaları gerekir. Onun için de her şeyden önce doğru ve yeterli anlamak ve coşkuyla sahiplenmek gelir. En kritik sürede böyle iddialı ve doğru adımı atmaktan dolayı gurur ve sevinç duymak gerekir. Yeniden özgür dirilişi iliklerine kadar yaşamak ve doya doya kutlamak gerekir.
Elbette 14 Temmuz kararı tüm Kürtlere, başta gençler e kadınlar olmak üzere herkese tarihi görev ve sorumluluklar yüklemiştir. Atılan adımın yarattığı heyecanla sarhoş olmadan bu görev ve sorumlulukları görüp onlara yeterince sahip çıkabilmek de önemlidir. Tarihi kararın anlam bulup gelecek yaratabilmesi buna bağlıdır. Demokratik özerklik kararı, her şeyden önce demokratik toplumu örgütleme ve inşa etme görevini ortaya çıkarmıştır. Kuşkusuz bu görev herkesindir. Yine demokratik özerklik adımı ciddi bir direnişi ve öz savunmayı gerektirir. Özgürlüğün direnmeden ve kolay bir biçimde yaratılacağını sanmamak gerekir.
Demek ki tarihi bir direniş ve özgür yaşamı inşa görevi önümüzdedir. Tereddütsüz bu görevlere sahip çıkmak ve başarmak 14 Temmuz direniş ve zafer ruhuyla mücadele etmek gerekir. O halde hem bu büyük özgürlük adımını tam bir bayram havasında kutlayalım, hem de üzerimize yüklediği görev ve sorumlulukların gereğini pratikte başarıyla yerine getirmek için çalışmaya seferber olalım!
Selahattin Erdem
Özgür Politika
- Ayrıntılar
TC devletinin 12 Haziran seçimleriyle birlikte saldırı moduna geçtiği her geçen gün daha iyi görülüyor. Seçimlerden sonra 1 ay geçmiştir ve bu geçen süreçte TC devleti aralıksız olarak gerilla güçlerimize karşı saldırı operasyonları üzerine operasyonları gerçekleştiriyor. Ve bu operasyonlar dediğimiz gibi artarak devam ediyor.
Kendileri çok akılı bilen kimi özel savaş beyinleri ise gerillanın saldırı gerçekleştirdiğini utanmadan özenle işliyorlar. Daha da utanmayanları ise ölen askerlerin ne kadar mahsum olduklarını da ekliyorlar.
Öncelikli olarak belirtelim: Son bir aydan fazladır, tam olarakta 12 Haziran’dan bu yana TC devleti aralıksız saldırı operasyonları sürdürüyor. Ve bu imha operasyonları en büyük teknik donanımla gerçekleştiriliyor. Gerillanın üs alanlarına karşı bu teknik donanım kullanılıyor.
Dediğimiz gibi kendilerince çok akıllı geçinen, söylediklerin pratik gerçeklikle iç alakası olmayan bu özel savaş elemanları sıktıkça sıkıyorlar.
Munzurların ortasında TC askerlerinin ne işi var?
Koçgiri’de şehit düşen yoldaşlarımız zirvelerdedir bu operasyonların oralarda ne işi var?
Zagros’ta 3 gün boyunca süren operasyonlarda bu askerler ne arıyor?
Dersim’de 8 gün boyunca aralıksız süren bu operasyonlarda bu askerlerin ne işleri var?
Böyle “ne işleri var?” sorularını çoğaldıkça çoğaltabiliriz. Bu özel savaş elemanları TC askerinin Kürdistan dağlarında çiçek topladığını mı düşünüyor? Oraya sürülen askerler imha operasyonları yapıyorlar, saldırı içerisindedirler. Ve bunlar yetmiyor muşçusuna en büyük saldırı tekniklerini kullanarak bu “çiçek toplama” işlemi devam ediyorlar.
Öncelikli olarak şunu herkes bilecek: TC devleti tümden bir saldırı moduna geçmiştir. Öyle sanıldığı gibi sakin bir ortam yoktur. Tersi geçerlidir. Her gün onlarca operasyon kendilerinin söyledikleri gibi de olsa binlerce askerle sürdürülüyor. Böyle bir durumda gerilla nasıl çatışmasızlığı sürdürecektir? Bunu herkes bilmelidir. Bu şartlarda çatışmasızlık durumunu sürdürmek imkansızdır.
Şu da bilinmek zorundadır: TC devletinin sürdürdüğü saldırı operasyonlarında her zaman kayıplar yaşanmıyor. Kayıplar yaşanmayınca sanki ortam sakinmiş gibi bir hava estiriliyor. Yok öyle bir şey. Eğer her gün askerler ölmüyorsa bu gerillanın gösterdiği sağduyudan dolayı gerçekleşmiyor. Gerilla dağlara çıkarken birde bu halkın güvenliği için çıkmıştır. Eğer gerilla biraz da olsa bunu yapmaya kalkışsa her gün değil her saat başına çatışmalar yaşanacaktır. Bu bilinmelidir.
Yeniden belirtelim: kendilerini çok akılı sanan özel savaş merkezleri bu kirli yalana dayalı propagandayı terk edeceklerdir. Gerçekler neyse onu dile getireceklerdir. Gerçekler, TC devletinin 12 Haziran sonrası tümden bir saldırı moduna geçmiş olmasıdır.
TC devleti sadece Amed eyaletinde saldırılar yürütmüyor, adeta tüm Kürdistan sathında bu saldırılarını yürütüyor. Bunun için seyahat eden TC askerleri yine TC polisleri seyahatlerine ara vereceklerdir. Aksi taktirde gerilla güçlerimizin eline her gün yeni esir asker düşeceklerdir. Burası Kürdistan, bu kadar saldırı ve imha operasyonları yürütülürken hiçbir şey yokmuş gibi ortalarda dolaşmak ve gerilla güçlerimizin ellerine esir düştüklerinde kıyametleri koparmak tek kelimeyle ahlak dışıdır. Bir savaşın tam ortasında olunduğunu ve iki tarafının bulunduğunu unutuyorlar.
Esir alınan askerlere ilişkin de bir iki cümle belirtelim: TC devleti askerlerin salimen geri dönmesini istiyorsa önce Kürdistan’daki operasyonlarını durduracaktır. Operasyon yapmayacaktır. Askerlerini merkeze çekecektir. Ve ikide bir öldürücü tekniklerle rast gele arazileri bombalamayacaktır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Her şey Silvan’da 20 askerin ölmesiyle mi başladı? Şüphesiz hayır. Ama yeni bir konsept dahilinde ve daha planlı bir şekilde yürütülen Kürt karşıtlığı, yeni inkar politikalarının zemini olacağı kesin.
Hakim ideoloji ve bu ideolojilerin temsilini yapan siyaset elitlerinin psikolojik yapılanmalarını iyi çözümlemek gerekiyor. Psikoloji deyip geçmemek, siyaset gibi reel gerçeklerin, maddi kurallar çerçevesinde yürüyen bir alanın bundan bağımsız çalıştığını düşünmemek gerekir.
Hakim ideolojiler tüm tarih boyunca belli bir elit tarafından oluşturularak halklara, onların düşünce ve duygu dünyasına kabul edip etmeme tercihine sunulmadan empoze edilen düşünceler olarak işlev görmüştür. Bunun maddi yaşam karşısında, toplumsal kültür, ahlak ve politika karşısında taşıdığı çelişkiler, derin uçurumlar gözetilmeden; bu çelişkiler bilinse de çatışmaya sevk edeceği, parçalayıcı olacağı bilindiğinden tereddüt etmeden uygulamaya konularak toplumsal doku zedelenmeye çalışılmıştır.
Temelleri sanki çok önemliymiş ve ulaşılmazmış gibi gösterilmeye çalışılsa da gizli, perdelerle örtülmüş olsa da günümüz insanının genişleyen düşünce dünyasında artık o kadar da gizli durmuyor. Hatta temelindeki çarpıklık, mantık dışılık daha iyi anlaşılıyor.
Bunda şüphesiz özgür bir düşünce ve sorgulama fırsatı tanınmayan geniş toplulukların vasatlaştırılmış, kandırılmaya açık düşüncelerinin payı büyük. Fakat bunun bir tercih durumu olmadığı, hakim ideolojinin alıklaştırıcı ve göz boyacı yanının bir ürünü olduğu da iyi görülüyor. Bu durum Ortaçağ karanlığında topluma hakim olan, bilgisizliğin ürettiği çarpıklıklara ne kadar da benziyor.
İlk Veba salgınlarının yaygın bir şekilde yaşandığı dönem Avrupa’sında bilgi kaynağı kiliselerdi. Toplumun şehirleşmedeki hızıyla eş düzeyde ilerlemeyen alt yapı çalışmalarının eksikliğinin yarattığı, doğurduğu bir hastalık olarak adlandırılması yerine kilise tarafından cadıların topluma yaydığı bir lanet olarak görüldü. Şüphesiz dönemin bilgi düzeyi azdı ve o dönemden bilimsel bir yaklaşım gösterilemezdi. Fakat odaklanmış bir düşünce olarak tetiklenmesi ve ciddi bir kıyıma neden olması açısından oldukça dikkat çekicidir.
Yüzlerce, binlerce toplum muhalifi, şehirleşme karşıtı, hiyerarşik sistemi kabul etmeyen, demokratik, komünal özü yaşamak isteyen insan/kadın, büyücülük, cadılık ile suçlanarak mahkemelere, yargılamalara gerek görülmeden yakıldı, asıldı, katledildi. Nedeni ise bir kilise büyüğünün bu salgını bir büyü ve anlam veremediği insani duygu ve taleplerin yarattığı bir sapkınlık olarak değerlendirmesiydi.
Kilise tarafından aşılanan bu sapkın düşünceler toplumların hafızasına öylesine işlendi ki bugün kilisenin varisi konumunda olan kapitalist dünyada bunca bilimsel bulgu ve veriye rağmen bilinçaltı etkileri kırılamamaktadır. Bir deli değildi şüphesiz ve attığı taş da kuyuda değildi. Yani kırk akıllı da yetmiyor böylesi bir yanlışı düzeltmeye.
Hakim ideolojilerin gücü biraz da burada gizli. Tartışmasız, sorgusuz ve ‘gönül rahatlığıyla’ kabul edilebilir olması!
Kürt sorunu çerçevesinde son birkaç gündür yaşanan gelişmelerde ortaya çıkan yeni linç havasını da burada aramak lazım. Milliyetçi, faşist değerler pirim yapıyorsa bunun nedeni hakim ideolojinin gücüdür. Türkiye toplumunun büyük bir bölümü tartışmasız, sorgusuz ve ‘gönül rahatlığıyla’ kabul edebildiği bir düşüncenin militanlığına soyunuyor.
Bu düşünce sahipleri özel ciplerin içinde de gezse, bir caz festivalini izlemeye de gitse yine o linç toplumunun üyesi olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Entelektüel, eli kalem tutan, sözde aydınların durumu da bundan farklı değil. Biri saldırıyor, diğeri saldırının temeli düşünceyi oluşturuyor.
Kürt sorununun demokratik, barışçıl yöntemlerle müzakereye dayalı bir tarzda gelişmesi fırsatlarını tepen, toplumsal sorumluluklarını yerine getirmemek için kırk takla atan, bin dereden su getirerek çok basit bir kararı daha almama sonucuna yol açan siyasileri de bundan uzak tutmamalıyız.
Görmek lazım!
Onlarca, yüzlerce kez uyarılmış olmasına rağmen operasyonlar durmadı. Bu operasyonların durmaması sonucunda 2011 yılı içinde eylemsizlik pozisyonunda olan 43 arkadaşımız şehit düştü. Halkımız ve önderliğimize yönelik çok ağır saldırılar söz konusu. Ve doğru dürüst bir misilleme bile yapmadık. Ama bir yere kadar.
Öfkeyle dolu, intikam duygularıyla bezeli, gördüğü hakaret ve aşağılama karşısında sabır telleri aşınmış binlerden söz ediyoruz. Koyun değiliz ki! Ellerimiz bağlı da değil. Silah tutuyor, yıllardır dağlarda yaşıyoruz. En önemlisi de kendimizi halkın güvenlik gücü olarak tanımlıyoruz.
Sen halka saldır, tüm haklarını elinden al, tüm temsil yollarını tıka, aşağıla, küçük düşür, onun savunma güçlerinin üzerine her gün ölüm kusan makinelerle saldır, ondan sonra da biat etmeyi, boyun eğmeyi bekle. O günlerin geride kaldığını artık görmüyor musunuz? Eli silah tutanların üzerine giderseniz KCK’nin açıkladığı gibi “Ava gidenler avlanabilir de”.
Bu durum nereye gider peki?
Vallahi onu işin muhatapları düşünecek. Fakat şimdiden toplumlar arası bir çatışmayı körükleyecek tarzda açıklamaların verildiğine bakılır, oluşturulan linç havası göz önüne getirilirse hiç de iyiye doğru gitmeyecek.
Ama hazırız. Her şeye her koşulda hem de.
Kürtlerin dağları güçlüdür. Hakim ideolojilerin sapkınlıklarını da, bombalarını da, asker ve ordusunu da bertaraf edebilecek güçtedir. Siz geldikçe, biz de bekliyor olacağız…
Pir Kemal
- Ayrıntılar
“baş eğerim Güneşe çırılçıplak dururum
aydınlık sarar bedenimi
içim dışım ısınır
gözüm, kulağım, ellerim açılır
o zaman geri gelirim yaşama
saklandığım köşeden çıkarım cesaretle
yürürüm yüzüm Güneşe dönük
giderim ufka doğru”
(Rojinda ADA)
Gamzeli bir güzel kadın tanıdım yıllar önce. Sevecen, içten, dağ gibi büyük bir yüreğe sahip bir kadın… Sürekli bir arayış içinde ve kavganın tam ortasında yüreklice, cesaretlice durmayı bilen, herkesi kendisine hayran bırakacak denli zeki ve sempatik. Hayatım boyunca karşılaştığım ve asla unutamayacağım dediğim kadınlardan biri.
Evet, unutamadım o kadını ve o kadın kendisini unutturamayacak denli bir iz bıraktı bende giderken. Rojinda ADA (Canan SÜSENBAK), GÜNEŞİN yaşam verdiği, hareketlilik kazandırdığı bir kadın. Adı gibi bir yaşam kaynağı, ‘ADA’yı ekledi isminin yanına. Çünkü o ona yaşam ve hareketlilik kazandıran GÜNEŞ’in artık bir ADA’dan doğduğuna ve tüm insanlığı, kadınları enerjisiyle ısıttığına, aydınlattığına, yol gösterdiğine hep inandı. ADA gerçeğinden kopmamak ve sürekli onunla yaşamak için bir diğer adını ADA koydu.
GÜNEŞ’imizin (Önderliğimizin) yetiştirdiği kızlardan biriydi Rojinda. Özgürlük mücadelesinin içinden geçerken, karşılaşabileceği her zorluğu yenebilmesi, fırtınalara karşı yelken açabilmesi ve kendisi gibi özgürlük tutkunu kadınlara yol gösterici olabilmesi ve öncülük yapabilmesi için yetiştirilmişti. Davasına bağlı kalacağına ve büyük bir inançla yılmadan özgürlüğe doğru yol alacağına dair söz vermişti. Verdiği söz temelinde özgürlük dağlarına doğru koştu. Özgürlük bilincinin daha bir güzelleştirdiği ve APOCU felsefinin adanmışlarındandı. Bilinçle örgütlenen duruşu, her zaman bizlere, tüm yol arkadaşlarına büyük bir güven verdi. Dağlarda layıkıyla nasıl yaşanılabileceğinin örnek kadın gerillalarındandı. Erkek egemenlikli sistemsel gerçekliği çözümledikçe, tarihsel bilinç edindikçe kadınca yaşamın en kutsal mekanlarının dağlar olduğuna ve dağları kadınının yaşam bulduğu, kendisini yeniden yarattığı ve özgür kılabildiği tek mekanlar olduğuna inandı. Bundan işte dağın anlamı kadar büyük ve anlamlı bir kadın olmak için dağ dağ yürüdü. Dağların sırrına erişmek, dağın anlamıyla iç içe geçmek için bir serüvenci gibi yol aldı. Arayışları onu son yolculuğu olan Botan’a kadar götürdü ve eşsiz güzellikteki Gabar dağının ve onu tanıyan yoldaşlarının hiçbir zaman unutamayacağı biçimde kalbine düştü.
Rojinda! Dağların en güzel kadını, baktığım her yerdesin. Her dağ güzelliğinden bir parça gibi ve düştüğün yerden bize doğru esen rüzgarlar hep kokunu taşıyor. İçimize çekiyoruz kokunu ve senmişsin gibi dağlara daha da sıkı sıkı sarılıyoruz. Çünkü dağlar kavgamızın kalesi, onurumuz ve kadınca, özgürce yaşadığımız tek mekan… Ve her şeyden öte yoldaşlarımızı ellerimizle gömdüğümüz mekanlar… Hep benimle, tüm yoldaşlarınla birliktesin. Anılarından kopmamak ve hayallerine sahip çıkmak için sen varmışsın gibi seninle omuz omuza kavgamıza devam edeceğiz.
- Ayrıntılar