Yazların sıcak geçtiği hep söylenir. Ancak Kürdistan’da bu yıl güzün sıcak geçeceğe benziyor.
Edebiyatta hep yazın sıcaklığı, yazın kavuruculuğuyla duygular anlatılır. Bir yere kadar bu yerindedir. Ancak biz dağdakiler biliriz ki bizim en çetin kavgalarımız bir baharda verilir birde güzün verilir.
Ancak bu kez sıcağın ötesinde bir güzü yaşayacağız. Bilinir güzler serin ve soğuk geçer. Ancak bu güz başka bir güz olacak. Sıcak geçecek. Bir nevi bir hesaplaşmanın güzü olacak. Kavgamızın belki de en güçlüsünü bu güzünde vereceğiz. Tarih yazacaksak birde bu güzün yazacağız.
Biz devrimciler hem de devrimciliği gerilla tarzında yapanlar bilirler ki kavgamız sadece bizim belirlediğimiz stratejiler üzerinde yürümez. Düşman diye tanımladığın -bu durumda cümle cemaat işbirlikçiler ve sömürgeciler-güçlerin de planları olur, senin planların da bu düşman güce göre şekil alır.
Savaş sadece bir tarafın belirlediği bir kavga değildir. Savaş, savaşan güçlerin belirledikleri karşılıklı taktikler üzerine gelişen bir gerçekliktir. Bu durumda senin tek başına iraden her şeyi belirlemez. Düşman diye tanımladığın gücün her adım seni birebir etkiler. Hatta etkilemenin de ötesinde taktiklerini günlük olarak bu saldırılara göre uyarlamaya zorlar.
Bu güzün TC sömürgeci devleti uluslar arası güçler başta olmak üzere kimi sömürgeci bölge gücünün de yardımlarıyla hatta teşvikleriyle kendi boyunu aşacak konseptlere başvurmaya hazırlanıyor. Biz buna ikinci uluslar arası komplo dedik. Birilerinin Ortadoğu’daki projeleri için taşeron güç olarak Türkiye kendisini hazırlıyor. Doğrusu getirisi eğer başarılırsa çok olacak bir taşeronluktur.
Taşeronların belirgin bir karakterleri vardır. Ağızları çok argodur. Bozuktur. Küfürlüdür. Kabadayıcadır.
Bir işveren ya da müteahhit işini yaptırırken belli kurallara dikkat ederek iş yürütür. Ne de olsa bir bu işin kültürünü biliyor. Yani sömürmenin kültürünü edinmiştir. İkinci olarakta bir gün karşısına başka şeyler çıkacağını bildiğinden daha ölçülüdür. Ancak bu işi bir taşerona devretmişse bu taşeron daha ham, daha aç gözlü ve daha pervasızca yürütür. Kârın kârından alıyordur. Yani daha az kazanıyordur. Fazla kazanmasının yolu mal çalandan bir nebze de olsa alabilmesi için çalıştırdıkları işçilere daha fazla yönelmesi gerekiyor. Daha fazla çalıştırması gerekiyor. Bu ise dediğimiz gibi kişilik olarak birçok üslup bozukluğunu beraberinde getiriyor.
İşte Erdoğan’ın üslubu tam da bir taşeronun üslubudur. Bozuktur. Lümpencedir. Kabadayıcadır. Çiğdir. Kırıcıdır. Vurdum kırdılıdır.
Evet, birde taşeron bir görev almıştır. Bu görevi yerine getiremezse tüm yaptıklarını da müteahhide kaptıracaktır. Bunun için telaşlıdır. Sekterdir. Sabırsızdır.
Erdoğan bu taşeron kültürüyle uluslar arası güçlerin istediklerini yerine getirmek için savaş tamtamlarını çalmaya başlamıştır. Eskilerden söylerdi ama şimdi bizatihi savaş kurmayı olmuştur. Askeri şura toplantısındaki edası tam bir genelkurmay başkanlığı edasıydı. Bunu yapmışken sadece edasıyla kalmasın bizatihi genelkurmay başkanı olsun. Onun ruh ikizi gibi duran Bülent Arınç ise Kara Kuvvetler Komutanı olsun. Nede olsa faşizan, anit demokratik, kadın karşıtı görüşleriyle Ku Klan Klaxlara çok benziyor. Açılım bakanı Atalay ise Jandarma Genel Komutanı olsun. Kendi kürdü olan Hüseyin Çiçek ise İkinci Ordu Komutanı olsun. Ne de olsa İkinci ordu Malatya’da konuşlandırılmıştır. Malatya ise Kürdistan’dır. Birinci Ordu Komutanlığına Abdulkadir Aksu’yu getirsin. Hava Kuvvetler Komutanlığına en havalı konuşan Cemil Çiçek’i getirsin. Üçüncü Orduya ve Ege ordularına da birilerini bulurlar herhalde.
Özcesi Erdoğan mademki uluslar arası güçlerin taşeronluğunu çok ciddi olarak üstlenmiş o zaman bizatihi bu savaş işini kendisi yürütsün. Ne de olsa tüm Akepeler şahinleşmişlerdir. Hepsi savaş komutanı olmuşlardır. Ve ne de olsa kendi eski genelkurmay başkanları nasıl bir orduya sahip olduklarını kendi ağzıyla dile getirmiştir. “Kepazelik” durumda olan bir orduya ancak şahinleşmiş Akepeler “düze” çıkarabilir.
Ama öyle görülüyor ki Akepe tek başına bu işi yürütemiyor. Bunun için cümle cemaat ne kadar yağdancılık yapan tip varsa hepsi bir ağızdan şahinleşmişler. Hepsi savaş istiyor. Hepsi havadan, karadan, denizden varsa başka bir yerden savaş istiyor. Kendilerine liberal aydın diyen bir kesimde bu koroya aktif katılmışlardır. Bu taşeronlukta onlarda yer almak istiyorlar. Taşeron hepsine iyi gözdağı vermiştir. “Ya benimlesin ya da gidicisin” demiştir. “Ya taraf olursun ya da bertaraf olursun” misali yok olup gideceksin. Kimisi korkusundan ama kimisi Nasreddin Hoca’nın gölü mayalaması gibi “ya tutarsa diyor” ve işin içine karambolajdan giriyor. Çünkü tutarsa kazanacağı çok maddi külfet vardır. (Ama biz de ekleyelim; ya tutmazsa ne olacak! O zaman söz size eğer hepinizi halkın divanına sevk etmezsek bize de devrimci demesinler.
Evet Türkiye’nin büyük bir şovenist kesimi şahinleşiyor. Ve bu şahinlerin tümü Kürdistan’a saldırmaya hazırlanıyorlar. Ve biz ise Kürdistan’da kendi topraklarımıza yüreğimizi yatırarak yaşıyoruz. Bu topraklarda özgürlük yeşersin diye yüreğimizi yıllardır veriyoruz. Aynen Prometeus gibi tüm tiranlara inat direniyoruz. Vücutlarımıza leş kargaları sürseler de inadına her gün her gün kendimizi yeniden yaratarak küllerimizden diriliyoruz.
Evet, biz bu kez de varlığımızla yüreğimizi yatırarak gelecek aydın yarınlar için yeniden kavgaya tutuşmak için hazırlanıyoruz. Ve bunun için diyoruz ki bu güz sıcak geçecek. Ve hiçbir güz bu kadar güzel ve sıcak yaşanmamış olacak. Gelecek kuşaklar güzlerden bahsederken birde 2011 güzünden söz edeceklerdir.
Gelecek kuşaklara miras olarak kalmak isteyen gençler bu güzün hatırı için inadına tüm faşist saldırılara karşı sıcak geçecek bu güz için tarih yazmak, tarih olmak için dağlara diyoruz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Bu günlerde TC’nin hava saldırıları çok tartışılarken en çokta kara saldırısı ya da karadan güneye bir operasyon tartışılıyor. Durum bu olunca bol keseden konuşanlar çok oluyor. Bol konuşupta boş konuşanlar bunun için çok fazla oluyor. İnsanların ağzı çuval değil ki bağlayasın. Tanrı bu ağzı konuşmak için ne de olsa vermiştir.
Söz konusu askeri bir saha olduğu için herkes asker kesiliyor. General oluyor. Ve tabii ki oradan buradan bir yolunu bulup ne kadar askeri bilim okuduğunu dile getirerek taktiksiyen geçiniyor. Kimisi de hızını alamıyor stratejist oluyor.
Tuhaf bir durum doğrusu. İlgili ilgilisiz hepsi uzman kesiliyor. Özelde strateji kelimesi geçen ne kadar kurum kuruluş varsa buralarda yer alan bireyler tamda birer uzman edasıyla konuşur oldular. Bilmeyen derki askeri saldırılarının tümünü bu cenah yürütmüş ve şimdi de emekliye ayrılarak yorum geliştiriyorlar. Hâlbuki hiçbiri bir askeri çalışmanın yanında geçmemiştir. Bir mermi başlarının ucunda vızıldasa, yanlarına bir şarapnel parçası uçsa nereye saklanacaklarını bilmeyecek olan bu zatı keremler insan yaşamı söz konusu olan savaşta müthiş uzman olup akıl veriyorlar. Akıl vermeleri de tümden insan yaşamının sonlandırılmasına dönük olduğu için insanlıkları bile doğrusunu söylersek tartışmalıktır.
Biz böyle işin ehli olmayanlarına dönük yazı yazma yerine kendilerince yıllarca savaş meydanında savaşmış, kendilerince kahramanlıklar yapmış olanlarına dönük bir iki cümle söyleme ihtiyacı duyuyoruz.
Kara operasyonları tartışılınca herhalde en çok konuşulacak olan olay da 1995 yılında gerçekleştirilen Çelik Operasyonudur. Çelik Operasyonu da derken TC basının aklına ilk gelen isimlerden bir tanesi Hasan Kundakçı diğeri ise Osman Pamukoğlu’dur.
Hasan Kundakçı konuşuyor, hem de bol keseden. Şöyle demiş Fikret Bila:
“Harekât yapılan bölgede kış şartları belli ölçülerde etkisini sürdürüyordu. Korgeneral Kundakçı “Teröristler de, kış şartları bitmeden gelmeyeceğimizi düşünüyorlardı. İkincisi, mesela karlı dağlarına üzerinden geleceğimizi beklemiyorlardı. Ben komandoların hepsini sızdırarak, bütün bölgeye, bütün bölge üzerinden soktum içeriye” diyor. Ve burada söylemediklerini biz ekleyelim. Hasan Kundakçı’nın yazdığı bir kitap vardı. Orada da ne kadar başarılı olduklarını, yukarıdakine benzer olarak sınır kapısından nasıl gizil askeri güç geçirerek birden gerillaları şoke ettiklerini, nasıl alanı temizlediklerini derken gerillaya yüzlerce zayiat verdirttiklerini ve tabii ki nasıl büyük başarılarla geri çekildiklerini… Hasan Kundakçı bunların hepsini daha önce yazmış şimdi de söylüyor.
Doğrusu bir asker yalan söylememelidir. Bir general asla yalan söylememelidir. Ne yapmışsa olduğu gibi söyler. Ne olmuşsa olduğu gibi dile getirir. Sonuçta bir generaldir insanların kaderini eline almıştır ve kaderlerini bir nevi belirleyen onun yetenekleridir. Yetenekliyse askerleri yaşar, yeteneksizse askerleri ölür. Özcesi bir general ölüm kalım sahasında karar verendir. Mücadele edendir. Bunun için hiçbir yalana başvurmadan aynen savaşın çıplaklığı gibi ne olmuşsa, ondan kaynaklı olanlar, hasmında kaynaklı olanlar derken arazi, coğrafya, iklim, insan, teknik, taktik, dostlar, düşmanlar derken olumlu olumsuz faktörleri bir araya getirerek kendi durumunu değerlendirir. Zarar vermiş ise Samuraylar gibi onurlu davranarak harakiri yapar. Ya da Roma askerleri gibi yenilmiş ise Patus ilkesini uygulayarak kendi cezasını kendisi verir.
Maalesef Türk ordusunda bunlar yapılmıyor. Bir askerin yapması gerekeni komutanlar ve generalleri de yapmıyor ve yapamıyor. Madem askerliğin en basit prensibi olan yalan söylememeyi becermiyorsan o zaman bari askerlik yapmayın ve kendinize başka meslek seçin.
Hasan Kundakçı paşa ne kadar gizli girdiklerini anlatıyor. Ancak yalan söylüyor. Hasan Kundakçı paşanın askerleri Haftanin’de giriş yapmak isterlerken pusuya düşmüşlerdir. Hasan Kundakçı paşanın askerleri Metina’nın Kaşura tarafının Hıror mıntıkasında girmek isterlerken yüzün üstünde ölü vererek zor bela bizim kapsamlı bir pusumuzdan çıkmışlardır. Hasan Kundakçı paşa Kani Mase tarafından girmek isterken bizim güçlerin pususuna düşmüştür. Peki, nerede o “mesela karlı dağlarına üzerinden geleceğimizi beklemiyorlardı” hikâyesi.
Metina Yekmal’de 21 ya da 22 Nisan 1995 gününü geri çekilme yapmak isterken sormak gerekir Tamburalı generale ne zaman geri çekilme yaptı diye? Örneğin Osman Pamukoğlu 21 yada 22 Nisan askerlerini Zagroslarda çekmiştir. Peki, Tamburalı ne zaman çekmiştir? Tamburalı paşa ancak 2 ya da Mayıs günü o da bize bir hile yaparak ancak çıkabilmiştir. Çünkü Yekmal’de bölüğümüzle onu tugayını içimize alarak tam on gün gitmesine izin vermedik. Üç kez güç değiştiriipte gidemeyen o meşhur komutan kimdi? Yekmal’de ilk pusu da 50 asker ölü veren komutan kimdi? Gare ettiklerinde ki pusuda 50’nin üzerinde ölü veren komutan kimdi? “Komutanım tüm komutanlarımız öldü kurtaran diyen askerler kimin askerleriydi? Hangi alanları temizleyip gittiniz? Bu ne temizlemedir ki bir hileyle Deştana doğru kaçarken yine kuyruğunuzdan yakalayarak vuruluyorsunuz?
Vallah temizleme buysa siz iyi temizlediniz.
Ancak yine belirtelim bir asker yalan söylememelidir. Bir general bir komutan asla ama asla yalan söylememelidir. Doğrusu bu askerlik mesleğine sığmaz.
Bir not olarak: yakında Çelik Operasyonda ne olup bittiğini tüm belgeleriyle kendiniz göreceksiniz.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
İnsan TC’nin yöneticilerini dinlediğinde ya da dinlemek zorunda kaldığında içinde sadece ve sadece; “Hadi Be Oradan” demek geliyor.
İlk günden başlayarak gerillaya yani dağlara kellemizi koltuğumuza alarak çıktık. Ve bu dağlara çıkarken de bir daha da dünyanın topuna da gerekirse kafa tutacağımızın hesabını da yaparak çıktık.
İlk günden başlayarak halkımızın bu kutsal var olma mücadelesinde tek bir adım atmayacağımızın da sözünü vererek bu zorlu, çetin, sert davaya adım atarak dağlara yüzümüzü verdik. Ve bu dağlara sadece yüzümüzü vermedik, bu dağlara yüreğimizin tümünü vererek yola koyulduk.
Yola koyulmalarımızın gerekçeleri ortadan kalkmamıştır. Ve bu gerekçeler kalkmadıkça da biz bu dağlarda en sert olan mücadeleye kelle koltukta cevap vermeye devam edeceğiz.
“Kendi dilini yazdıramayan, kullanamayan bir halk toplumu hor görülmeye layıktır!” diyor Kürt halk Önderi. Biz kendi dilimizle yazana kadar, dilimizi kullanana kadar bedeli ne olursa olsun bu şartları zor olan mücadeleyi de sonuna kadar yürüteceğiz. “Dilin kendisi bir toplumun kazandığı zihniyet, ahlak ve estetik duygu ve düşüncenin toplumsal birikimidir. Anlam ve duygunun bilince çıkmış, ifadeye kavuşmuş kimliksel, ansal var oluşudur. Dile kavuşan toplum, yaşamın güçlü gerekçesine sahip olmuş demektir. Dilin gelişkinlik düzeyi yaşamın gelişkinlik düzeyidir. Bir toplum ne kadar anadilini geliştirmişse o denli yaşam düzeyini geliştiriyor demektir. Ne kadar dilini yitirmeyle ve başka dillerin hegemonyası altına girmeyle karşılaşmışsa o denli sömürgeleşmiş, asimilasyona ve soykırıma uğramış demektir.” Biz hem bu tepeden bakan horlanmayı hak etmediğimize inanıyoruz hem de insan benliğini yıkan bu faşizan, anti insani, ahlak dışı asimilasyona ve soykırıma dur demek için dağlara çıktığımızdan, bu asimilasyon ve soykırım var oldukça da biz hep bu dağlarda inadına direneceğiz.
“Asimilasyonda esas olan iktidar ve sömürü mekanizmasına en az maliyetle köle oluşturmaktır. Asimile edilen grubun öz kimliği ve direnci dağıtılıp kırılarak hâkim elit içinde hizmetlerine en uygun kölelerin derlendiği konuma düşülür. Burada asimile edilen köleye düşen temel işlev efendisine mutlak benzeşme, eki, uzantısı olma uğruna her tür çabayı göstererek kendini kanıtlamak ve böylelikle sistemde kendine yer yapmaktır. Başka hiçbir çaresi yoktur. Yaşayabilmek için eski toplumsal kimliğini bir an önce terk etmek, efendilerinin kültürüne kendini en iyi adapte etmek tek seçenek olarak sunulmuştur. Asimilasyonu yaşayan toplum en uysal, en çalışkan ve uşaklıkta yarışan vicdansız, ahlaksız ve zihniyetsiz insan taslaklarından oluşur. Özgürce hiçbir karar ve eylemi yoktur. Tüm toplumsal kimlik değerlerine ihanet ettirilmiştir.”
Evet, TC devletinin büyükleri biz Kürtlere çalım atarken bizleri kendi potalarında eritmek istediklerini her halükarda hissettiriyorlar. Onların istediği Kürt olmadı mı bu çalımlar daha sertleşiyor. Sözde birisi başbakan, sözde birisi başbakan yardımcısı ve sözde birisi de meclis başkanı ve sözde bir de bunların şakşakcılığnı yapan bir sürü aydın zer zevat. Hepsinin ortak birleştiği nokta Kürtlerin asimile edilmesinde aldıkları karardır. Ve Kürtler asimile olmak istemediklerinde bu kez dile getirdikleri ise soykırımdır.
Soykırımı biz tarihte iki çeşidini biliyoruz. Bir, üstün bir kültüre karşı yaşanan komplekslerden dolayı uygulanan fiziki yok etmeler yani jenositler. Bu konuda TC devleti ve de mirasını TC devletine bırakan İtaati Terakki. İkinci bir soykırım biçimi ise kendince daha geri gördüğü bir kültürü eritmeyi başarabileceğine inanarak uygulanan asimilasyonist soykırım rejimidir. Birisinde dünyanın tümü duyar ve belki de duyarlıklar gösterir, ikincisinde bırakın dış dünya da ki güçler, çoğu zaman asimile edilmişlerin eliyle bizatihi bu soykırım öyle uygulanır ki Kamer Genç gibi biri utanmadan “biz Türkoğlu Türk’üz” deme noktasına kadar getirilir.
Evet, TC devleti ve hükümeti, onun cümle cemaat liderleri Kamer Genç gibilerine, bir kedisi bile olmayanlara, zindanlarda teslim olmuş olanlara, alman ajanlığını yapanlara, kaçkınlara güvenerek “bıçak kemiğe dayandı” diyebiliyor ve bir sömürge valisi edasıyla gürlüyor.
Ama unutuyorlar ki biz dağlara bir de kimsenin çalımını takmamak için çıkmışız. Yüksek perdeden gürleyenlerin o gürültülerine cevap vermek için çıkmışız. Kendi kaderimizi kendi elimize alarak çizmek için çıkmışız.
Özcesi; dağlara kimseye ama kimseye boyun eğmemek için çıkmışız. Bunun için birilerini “bıçak kemiğe dayandı” sözlerine gerillalar olarak,
“Hadi be Oradan” diyerek kendi yolumuzu daha güçlü çizeceğimizi şimdiden alenen açıkça belirtiyoruz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
15 Ağustos günlerini yaşıyoruz. Bu günün anlamını herkes yeniden yeniden ele alıyor ve alacak.
15 Ağustosun getirdikleri ve götürdüklerinin hesabını yaparak geleceğe daha iyi nasıl yelken açılıra cevapları bulmak açısından tekrar tekrar sormak yakıcıdır.
15 Ağustos, Özelde Kürt insanı ama genelde de Ortadoğu da dili kesilmiş olan, derisi yüzülmüş olan, ezilen, kendisi olmaktan çıkarılan, uyduruk, köle, boyun eğmeye zorlanmış ve giderek bunu marifet bilen kendini pazarlamaya adayan kişiliklere ve tabii ki tüm bunları yaratan, buna yol açan sömürgeci ve iktidar odaklarına karşı bir başkaldırıdır. Bir isyandır.
15 Ağustos eylemliliğin sadece bir askeri olguya indirgemek olsa olsa bir çarpıtma ve nayıflık olabilir. 15 Ağustos eyleminin askeri başarısının ötesinde bir kültürel, sosyal, siyasal ve tabii ki felsefi anlam yüklüdür. Ve asıl görülmesi gereken de bunlardır.
Bir halk, bir coğrafya, bir toplum ki kendisi için düşünmeyen, düşünmesinin tüm yolları ellerinde alınmış ve adeta kendisinden öcüden kaçarcasına kaçmaktan başka yol bırakılmayan bir gerçeklikten kendisi olan, “bende varım” diyerek kaçmayan adeta tüm dünyaya kafa tutar pozisyona getirilmek olsa olsa bir yeniden yaratımı dile getirebilir.
Eskilerden iki askerin onlarca köyü dize getirerek meydanlarda işkencelerden geçirerek “dediğim dediktir çaldığım düdüktür” misali her şeye muktedir iken, köylerde bulunan özelde erkeklerin “Rumi geliyor” diyerek dağlara kaçarak gizlenmelerinden bugün panzerlere karşı 4 yaşındaki, 5 yaşındaki bilemedin 6 yaşındaki general çocukların taşlarla, sapanlarla saldırmalarını çözmek önemlidir. Daha da anlamlısı bugün TC’nin zindanlarında 70’lik asırlık çınarların-hem de ana olarak-yatmaları düşmanın beyninde yaratılan korkuların anlaşılması açısından da anlamlıdır.
Anlamlıdır, çünkü daha dünün kapalı kadını bugün en ön cephede düşmanın azılı faşist güçlerine karşı zılgıtlar atarak yürüyorsa, evlatları bu topraklar için toprağa düştüğünde “gerekirse onun silahını ben alırım” diyorsa ve Mele Abdurrahman gibi güzellik ve sadelik abideleri 99 yaşında bu yolun profesyonel kadroları olmaya aday olduklarını söyleyerek canla başla çalışıp şahadete kavuşuyorlarsa, orada artık bir şeyler olmuştur. Ve yine aynı biçimde çınarlık olan Musa Amcamız Diyarbakır’a ucunda ölüm olduğunu bilse de ama yine de; halk için, devrim için, parti için, önderlik için giderek bir şeyleri düzeltme çabası içine giriyorsa, bu bir o kadar daha anlamlıdır.
Evet, değişim olmuştur, hem de çok şey olup bitmiştir. Hani var ya, “bir köprünün altında geçen sulardan bir kez yıkanabilir” diye, aynen öyle. Artık o su geriye çevirtilemeyecek kadar eskimiş ve akıp gitmiştir. Artık akan yeni bir su vardır ve yeni insanlar vardır.
Ve işte eğer 15 ağustos eylemliliğini değerlendireceksek bunların hepsini değerlendireceğiz. Tüm bu verileri gözeterek konuşacağız, yazacağız.
Özcesi 15 Ağustos eylemi kürdün istemlerini bilinçaltına iterek kendine güvensiz, kendinden kaçak, hasta, kompleksli, duygusallaştırarak zayıflatılmış kişiliğinden kaynaklı didişmeci, çekişmeci, kof, içe dönük tasfiyeci, tahrike açık bir serseri mayın misali kimden nereden nasıl beli olmayacak şekilde patlamaya ya da patlatılmaya hazır bomba haline getirilmesine karşı sıkılan bir kurşundur. Tüm bunların yerle bir edilmesidir. Ortadan peyderpey kaldırılmasıdır.
Ve tabii ki onun içinde esasta yer alan neolitik değerler diye bugünlerde tabir edilen komünal değerlerin açığa çıkararak serpilmesinin yolunu açmaktır. O temiz özü, sadeliği, adaleti seven, insanlığın beşiği olmuş, yiğit, arayışçı, gözünü kırpmadan komşusu ve insanlık için ölümün üzerine atlayan ana yanlı tüm o güzellikleri evet açığa çıkaran eylemin ta kendisidir.
“İnsanın insanın kurdu olduğu” sahte safsatasının kaldırarak insanın ilk ana yanlı toplumda, insanın can dostu olduğuna giden yolun önüne döşenmiş tüm bariyerlerin kaldırılmasıdır.
Yine özcesi alt benlikle-yani zoraki korkutularak kabul ettirilenlerin-aştırılarak üst benlikle-yani özünde olan o ana yanlı değerlerle-uyumlu hale getirilmesidir. İnsanın kendi olduğu durumla uyumlu ve kendisiyle barışık hale getirilmesidir. Ve kendisi olan bir birey ya da toplumun diğer toplum ve yahut insanlarla uyumu yakalamasıdır.
İşte 15 ağustosu değerlendireceksek yeniden kendisi olmuş bir halk gerçekliği, birey gerçekliği ve toplum gerçekliği olarak ele almaktan başka yol yoktur.
Negatif yanları yok mu vardır. O da köhnemiş ve derinlere nüfus etmiş bir kangrenli yapıyı aşma çabası yürütülürken sağlam yapıları kurtarmak için vurulan neşterin tabiatı gereği yer yer sağlam yerlere de temas etmesidir. Özelde doktorluk mesleğini icra ederken ilk acemilik yıllarında daha az dikkatli olunabilirken yıllar geçtikçe profesyonelleşerek işini daha sağlam yapar hale gelmiştir.
Ancak hastaya sözde gönüllü Ötenazi (eutanasi) adı altında bilinçlice doktoru engelleme çabaları, sahte ölüm hemşireleri ile ameliyathanenin özenle suni bakterilerle doldurarak hastaya zarar veren ve yer yer canını alan yaklaşımları da değil ki görülmemiştir. İşte korucular, PKK’nin içerisine yansıtılan dörtlü çete ve halkımıza karşı yapılan katliamlar ve işkencelerin hepsi bu durumu ifade eder.
Sonuç itibariyle; 15 ağustos eylemliliği düşmanın tüm sindirme, katletme, içe dönük tasfiye girişimlerine rağmen yeni bir halk, yeni bir insan, boynu bükülmez militanlar ve geleceğin garantisi olan küçük generallerle geleceğe iyi örnek olarak anılacak tanrıçalar ile yaşlı çınarlık abideler yaratmıştır.
Kürt halk önderliği bu durumu daha güzel ifade ederek şöyle demektedir:
“İki büyük dağ arasında büyük bir uçurum, bir insan bacağının kapatamayacağı bir uçurum olsa, dağın bir tarafında cehennemi yaşarsın, ama dağın öte tarafında cennet olursa, ne yapacaksın? Bir köprü kuracaksın! Ancak o köprü seni cehennemden kurtarıp o cennet dağa götürür. PKK olayı böyledir; yirmi yıldır aralarında büyük uçurum olan iki dağ arasındaki köprü! Dağın bir tarafı karanlık, orada işkence ve cehennem var. Kendiniz bunu yaşadınız. Diğer tarafında vaat edilmiş bir cennet var. Bu, bizim dağlarımızdır; özgürlük dağları, yeni topluluğun buluştuğu dağlar! En eşitlikçi, en adaletli dağlar! Özgürlük üssü kurulabilecek dağlar! Şimdi halk onu tercih ediyor, "ben bu cehennem dağının eteğinde değil, cennet dağının eteklerinde yaşayacağım" diyor. Karar vermiş ve dağlarda yürüyor.
Bu köprü olmadan, bu dağlara ulaşamaz. Hatta cehennemde yaşadığının farkında bile olamaz.
Bazıları bu köprüyü inkâr ederek, cennete gidebileceklerini sanıyorlar. Henüz Araf'tayız, köprüden geçiyoruz, bunu da unutmayın! Köprüden geçiş bitmemiştir. Büyük bir kısmı halen köprünün öbür ucundadır. Ucu belirmiştir cennetin, ilk kafileler Araf'tan geçiyor. Henüz bayram değil, bayramın arifesindeyiz. Bu tarih, bu anlamda anlaşılmalıdır! “
Evet, Araf’tan geçiyoruz. Henüz bayram değil ama bayramın arifesindeyiz.
Ne mutlu o bayramı bize canlarıyla, emekleriyle, kanlarıyla bırakanlara…
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Tarihi 15 Ağustos Atılımı’nın yirmisekizinci yılına büyük bir coşku, heyecan, yüksek bir moral, kesin başarı ve zafer inancıyla giriyoruz.
Kürdistan’da son yüzyılda yaşanmış en önemli olaylardan birisi olan ve bugün Kürtler tarafından direniş ve diriliş günü, bayramı olarak kutlanan 15 Ağustos’u Kürt gençliği, kadınları, bir bütün Kürt halkı direnmenin yaşamak olduğunu bilerek daha güçlü bir biçimde sahipleniyorlar.
Elbette Kürtler tarafından bu kadar coşkuyla kutlanılması ve sahiplenilmesi, 15 Ağustos’un Kürtlere kazandırdıklarıyla bağlantılıdır. Bir halkın varlık-yokluk ikilemini yaşadığı, adeta kendisine ait hiçbir şeyin bırakılmak istenmediği, büyük bir baskı ve asimilasyon cenderesine alınarak soykırımdan geçirilmek istendiği bir dönemde, bir halk olarak “bu dünyada ben de varım ve diğer halklar gibi ben de yaşamak istiyorum” isteminin, iddiasının ve iradesinin ilanı, haykırışı 15 Ağustos’ta sıkılan ilk kurşunla gerçekleştirildi.
Bilindiği gibi, 12 Eylül faşist-askeri darbesi ile birlikte Kürdistan'a yönelik tam bir işgal ve istila harekatı başlatıldı. Faşist Türk devleti hem ordusuyla ve hem de diğer devlet kurumlarıyla burada hâkimiyeti sağlamak için bu işgali sürdürürken, diğer yandan ise Kürtlere yönelik büyük bir baskı ve sindirme operasyonu başlattı.
İnkâr ve imha siyaseti olarak da bilinen bu operasyonun amacı Kürtleri değişik yollarla asimile etmek ve bu biçimde bir halk olarak soykırıma uğratmaktı. Daha öncesinden fiziki katliamlarla yapılmak istenen bu soykırım, bu sefer farklı yöntemlerle sonuca ulaştırılmak istendi.
Bu temelde Kürdistan'a yönelik başlatılan inkâr ve imha operasyonunda Kürt halkının örgütlülüğü dağıtılmak, iradesi ve inancı kırılmak, adeta gelecek umutları ortadan kaldırılmak istendi. Bir halk olarak varlığı inkâr edilirken, kendi dilini, kültürünü yaşaması yasaklandı, özgürlük, demokrasi adına geliştirilmek istenen ne varsa hepsi büyük bir şiddet ve baskı temelinde ortadan kaldırılmak ve Kürt halkı bu biçimde kendisi olmaktan çıkarılmak istendi.
Evet, 12 Eylül faşist-askeri rejimi Kürdistan'da Kürtlük adına ne varsa yok etmek isterken, en başta da PKK hareketini hedefledi. Çünkü PKK, Kürdistan'da uygulanan inkâr ve imha siyasetine karşı “Varlığını koruma ve özgürlüğünü kazanma” mücadelesini başlatan, yürüten, bu temelde her türlü çaba ve fedakârlığı gösteren bir hareket olarak Kürt halkı tarafından kabul gören, benimsenen ve sahiplenilen bir hareket haline gelmişti.
PKK, Kürdistan'da insanlık adına ne varsa, Kürtlük adına ne varsa, özgürlük, demokrasi, eşitlik ve kardeşlik adına ne varsa kendi bağrında taşıyan, bu değerlerin temsilini yapan, bu değerlerin korunması ve Kürdistan'da bunların serpilip gelişmesi için her türlü çabayı veren ve bunun karşısında gelebilecek her türlü saldırıya karşı da hiç tereddüt etmeden karşı koymayı göze alan bir hareket olarak Kürt halkının kalbinde ve beyninde yer alırken, diğer yandan faşist-askeri rejim tarafından da baş düşman olarak ele alınan bir hareket konumuna gelmişti.
İşte 12 Eylül faşist-askeri darbesi Kürdistan'da askeri işgale girişirken esas amacı PKK hareketini ortadan kaldırmak, imha ve tasfiye etmekti. Çünkü biliyordu ki, eğer PKK hareketi yok edilmez ve varlığını korursa, Kürdistan kendi denetiminden çıkacak ve rejimin varlığı tehlikeye düşecektir. Eğer PKK hareketi imha ve tasfiye olursa da, işte o zaman Kürd’ün umudu, inancı, bilinci, iradesi de ortadan kaldırılacak ve bu coğrafyada yaşayan halklar inkâr ve imha sisteminin bir parçası haline gelecekti.
Bu gerçekler temelinde 1980’de Kürdistan'da başlatılan askeri işgal, Kürt halkı üzerinde çok büyük bir terör dalgası temelinde ve çok acımasız yöntemlerle geliştirildi. Diğer yandan PKK hareketine yönelik de geliştirilen operasyonlarla binlerce kadro ve sempatizan yakalanıp cezaevine konuldu. Geri kalan PKK kadrolarının birçoğu da yurtdışına çıkmak zorunda bırakıldı.
Böylece Kürdistan'da kendisine karşı direnebilecek bir güç bırakmayan faşist rejim, bu sefer PKK'yi tasfiye etmek, onun ideolojik çizgisini yenilgiye uğratmak için cezaevlerinde bulunan Önder kadrolara yönelik irade kırma ve teslim alma saldırılarını başlattı. Bu önder kadrolar eğer teslim alınır ise PKK ideolojik olarak yenilgiye uğratılacak ve Kürt halkının son umudu olan Özgürlük Hareketi de tasfiye edilmiş olacaktı.
Fakat faşist rejimin hesapları Diyarbakır zindanında Mazlum’ların, Ferhat’ların ve 14 Temmuz Direnişçilerinin PKK ideolojisini sahiplenme temelinde gösterdikleri büyük direnişle bozuldu. Bu, faşist rejimin Kürt halkının evlatları karşısında aldığı ilk büyük yenilgi oldu. Faşist rejim PKK’nin ruhunu, ideolojisini teslim almak için yaptığı hamlede büyük bir direnişle karşılaştı ve çok ağır bir yara aldı. Diğer yandan ise Diyarbakır zindan direnişi Kürt halkına büyük bir moral, coşku ve direnme azmi ve inancı verdi. Dolayısıyla bu ideolojik duruşun, zaferin kesinlikle siyasi ve askeri boyuta taşınması ve faşist rejimin bu alanlarda da yenilgiye uğratılması artık bir zorunluluk haline gelmişti.
İşte şanlı 15 Ağustos Devrimci Atılımı böylesi bir ortamda başlatıldı. Eruh ve Şemdinli’de faşist Türk devletine yönelik geliştirilen silahlı eylemlerle başlatılan bu atılım, Amed zindan direnişi ve ideolojik zaferin dağlarda yankılanması, buradan selamlanması ve sahiplenilmesi olarak Kürdistan tarihine kanla nakşedildi.
15 Ağustos atılımı, faşist Türk devletinin kendisini yenilmez sandığı, karşısında hiçbir gücün oluşamayacağını, kendisinin tek otorite olduğunu sandığı ve gördüğü bir anda, adeta Devrimci Kawa’nın zalim Dehak’ın beynine indirdiği örsü gibi, gerillanın mavzerinden çıkan kurşunlarla beyninden vurulmuşa döndü. Bu kurşunlar öyle isabetli ve öyle intikam doluydu ki, karşısındaki hedefi tam beyninden vurmuş ve düşmanı çaresiz bir konumda bırakmıştı.
Diğer yandan ise, gerillanın sıktığı bu kurşunlar Kürt insanının geriliğine, köleliğine, işbirlikçiliğine, ihanetine, umutsuzluğuna, iradesizliğine, inançsızlığına, örgütsüzlüğüne sıkılmış bir kurşun oldu. Ve artık Kürdistan'da hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını da bu eylemlerle ortaya koydu.
Yirmiyedi yıldır Kürt halkı, gerilla mücadelesi temelinde başlattığı bu mücadelesiyle başı dik ve onurlu bir halk olarak dünya insanlığı içindeki yerini aldı ve bugün bunun öncülüğünü de üstlenmiş bulunuyor. Yirmiyedi yıldır Kürt halkı, kendi kız-erkek evlatlarını gerilla olarak bu mücadeleye katarken, Kürdistan dağlarında kendisini savunan bir gerilla örgütlülüğünü yaratmasını bildi ve bunun kendisine verdiği güvenle mücadelesini daha güçlü vermektedir. Yirmiyedi yıldır Kürt halkı, gece-gündüz demeden geliştirdiği serhildanlarla hem dağdaki mücadeleyi besleyip destekledi ve hem de demokratik siyasi mücadele alanında -bu uğurda nice bedeller ödeme pahasına olsa da- büyük kazanımlar elde etmesini bildi.
Ve Kürt halkı artık şunu biliyor ki, 15 Ağustos 1984’te büyük komutan Agît yoldaş öncülüğünde geliştirilen “Varlığını koruma ve özgürlüğünü kazanma” hamlesi kendisinin var olması ve insanlık dünyasında eşit ve özgür bir biçimde yer alabilmesi için atılmış çok büyük bir adım, başlatılmış olan bir mücadele ve günümüzde de zafere gitmede mutlaka takip edilmesi ve izlenilmesi gereken bir direniş ve zafer ruhu olmaktadır. İşte Kürt halkı bu direniş ve zafer ruhuyla mücadele edildikçe aşılmayacak engelin, yıkılmayacak hiçbir düşman gücünün olmadığını kendi pratiğiyle her gün görmekte ve tüm insanlığa da göstermektedir. Dolayısıyla içine girdiğimiz yirmisekizinci 15 Ağustos atılım yılında da başarı ve zaferin kesin teminatı olarak bu direniş ve zafer ruhu temelinde mücadeleyi daha da yükseltmek olduğunu çok iyi biliyor ve şimdiden bu mücadeleyi daha da yükselterek zafere kesin adımlarla yürüyor. Elbette bu yürüyüş kutsaldır, onur vericidir, özgürleştiricidir, eşit ve farklılıklara dayalı yaşamın yaratıcı gücüdür ve her şeyden önce de devrimci özüyle dönüştürücü, güzelleştirici, yapıcıdır.
Evet, Kürtler bu gerçeklerin farkındalar ve bu yürüyüşün nasıl başladığını ve bunun başlatıcısının kim olduğunu çok iyi biliyorlar. Evet, Kürtler PKK hareketini ve onun yaratıcısı Önder APO’nun kendileri için ne anlam ifade ettiğini de çok iyi biliyorlar. PKK'nin halk demek olduğunu, Önder APO’nun ise kendilerini bir halk olarak yeniden yaratan kendi öz evladı olduğunu çok iyi biliyorlar ve bunun için de bu gerçekliğin korunması ve özgürlüğüne kavuşması için her türlü fedakârlığı yapmaya kendilerini hazır görüyorlar.
Ve bu yirmisekizinci zafer yılında Önder APO'nun özgürlüğü için Devrimci Halk Savaşı temelinde mücadeleyi daha da yükseltme temelinde Demokratik Özerkliği inşa ederek kendilerini onurlandırmak ve özgür Kürdistan'da Önder APO ile birlikte yaşanacak günleri daha da yakınlaştırmak için büyük bir eylemlilik içine giriyorlar.
İşte böylesi bir halk gerçekliği karşısında da hiçbir zalim, sömürgeci gücün ayakta kalamayacağı ve bu halkın mutlaka başaracağı ve zafere ulaşacağı da kesindir.
Bu temelde yirmisekizinci yılına girdiğimiz şanlı 15 Ağustos Atılımı başta Önder APO’ya ve tüm halkımıza kutlu olsun diyor, bu atılımın büyük komutanı Agît yoldaş şahsında tüm özgürlük mücadelesi şehitlerimizi saygı ve minnetle anıyor, şehitlerimize özlem ve amaçlarını gerçekleştirme temelinde verdiğimiz sözümüzü bir kere daha yineliyoruz.
Yaşasın 15 Ağustos Direniş ve Zafer Ruhu!
Edîp Koçgîrî
- Ayrıntılar
Son günlerde Kürt sorununun çözümü önünde tek engelin Kandil olduğunu söyleyip Kandil’i hedef haline getirerek özgürlük hareketimizin öncülerine dönük imha komploları tezgahlamaya çalışmaktadırlar.
Türk devleti ordusuyla ve gelmiş geçmiş hükümetleriyle, kendisini Kürt halkının gerçek iradesi haline getiren özgürlük hareketimize karşı neredeyse 35 yılı bulacak bir mücadele yürütmektedir. Özgürlük hareketimizi parçalayıp dağıtmak, imha ve tasfiye etmek için denenmedik yol bırakmadılar. Silahlı mücadeleden tutalım, özel ve psikolojik savaşa kadar, Kürt halkıyla hareketimizin arasını açmak ve halkımızı hareketimizden koparmak için komplolar düzenlemeye kadar sayısız yol ve yöneteme başvurdular. Ama bütün bu çabalarının boşa kürek sallamaktan ibaret olduğunun hala farkına varmış değiller. PKK’nin Kürt halkını temsil etmediğini, Kürt sorununun ayrı, PKK sorunun ayrı sorunlar olduğunu ısrarla ortaya koymaya, kendileri dahil herkesi bu safsataya inandırmaya çalıştılar. Kürt halkının içinde doğup büyüyen, gelişen ve bugün milyonlarca Kürdü temsil eden, milyonlarca Kürdün de PKK’nin onları temsil ettiğine inanan bir harekete dönüştü. Bırakalım sadece Kürt halkını temsil etmesini, demokratik sosyalizm çizgisiyle, eşitlik, özgürlük ve adalet talebi temelinde yürüttüğü mücadeleyle ezilen tüm halkların hareketi haline gelmiştir. Bu yüzden içinde Türk, Arap, Fars, Ermeni, Asuri, Alman vs. halklardan bir sürü de kadın-erkek bulunmaktadır. İnsanlığın temiz nefesi olarak adlandırdığımız hareketimiz PKK’yi milyonlar bugün kucaklamakta ve sahiplenmektedir. Kapitalist modernitenin ordu ve devlet yapılarına, kurumlarına karşı büyük bir irade, cesaret ve fedakarlıkla halklar adına mücadele eden ve bu mücadelesinden de asla taviz vermeyen bir harekettir.
PKK içerisinde yer alan bütün militan yapı ve PKK’ye gönül veren sempatizan yapıya kadar herkes bu gerçekliğin bilincinde ve bu gerçekliğe inanarak PKK’yle yürümekte, PKK ismi altında mücadele etmenin gururunu yaşamaktadır. Ayrıca terörist diye adlandırdığınız bu hareketin militanlarının hepsi Kürt halkının çocuklarıdır. Birçoğu da inkar, imha ve asimilasyon politikalarınızın farkına varıp bu uygulamalarınıza isyan etti ve PKK’yi tercih etti. Öyle kimsenin akıllarıyla oynadığı, amaçsız ve hedefsiz insanlar topluluğu değillerdir. Ne yaptığını bilen ve niçin dağlarda durduğunun, mücadele ettiğinin bilincini edinmiş insanlar. Eğer öyle olmamış olsalardı zaten şimdiye kadar çoktan yok olup gitmişlerdi, kendi kendilerini tasfiye etmiş, marjinalleşmiş olurlardı. Birçoğunun başını bile kesseniz, inancından ve bağlı olduğu değerlerden taviz vermeyecektir.
Özgürlük bilinci edinmiş ve irade haline gelen bir topluluğun öncülerini imha ederek başarılı olacağınızı, Kürt sorununu bu biçimde çözeceğinizi sanıyorsanız daha önce yapmış olduğunuz gibi yine büyük bir hata yapmış olur ve kendi kendinizi gülünç duruma düşürürsünüz. Kürdistan’ın dört parçasına, Türkiye’nin Amanos dağlarına, Karadeniz dağlarına kadar yerleşen bir gerilla gücünü imha etmenin kolay olacağı yanılgısına kapılanlar ve oturdukları yerden şöyle bitireceğiz, böyle bitireceğiz diyenlere dağın kapıları sonuna kadar açıktır.
Kürt halkının özgürlük mücadelesine her birinin öncülük edebileceği PKK militan yapısı, Kürt halkı asimilasyon, inkar ve imha politikalarına maruz kaldıkça, kimliği yok sayılarak entegrasyona tabi tutuldukça Kürt halkının özgürlük mücadelesine devam edecektir. Dağlarda binlerce değil, parmak sayısı kadar kalsa bile bu kavgadan düşmeyecektir. Kürt sorununu çözmek istiyorsanız, Kandil’i ve PKK’nin öncü yapısını bitirme planlarını kurarak değil, Önderliğimizin çözüm konusunda sunduğu önerilere ve halkımızın meydanlarda özgürlük diye yükselen çığlıklarına, taleplerine kulak verin. Kandil ve PKK’nin öncü yapısına yönelecek herhangi bir saldırı bu kavganın ateşini daha da gürleştirecektir ve Türk devleti bu sorununun çözümünü bir 35 yıla daha yayacaktır. PKK’nin 35 yıl daha mücadele edebilecek kadar gücünün olduğunu ve kendisini bu temelde mevzilendirdiğini de unutmamanızı belirtmek istedim.
Rojbin Golav
- Ayrıntılar
Sözde Komutana!
Tüm ülkelerde, halklarda en şerefli ve onurlu meslek olarak gösterilen askerlik ve ordu kurumunu dibe vurduranlardan bir tanesi yine konuşmuş. Görev başındayken yenilgi üzerine yenilgi alan, tüm silah arkadaşlarını satılığa çıkaran bir general, genelkurmay başkanı konuşmuş. PKK’yi nasıl tasfiye edersiniz?” diye akıl vermeye başlamış.
Hiç mi utanmaz insan? Hiç mi onur kalmamış?
Madem yolunu yöntemini biliyordun neden yapmadın?
Yıllarca ‘dağda bayırda’ dolaşan gerillaların peşine düştün de ne elde ettin? Ne başarı kazandın?
Zap’ta ne yaptın? Amed’te ne yaptın? Dersim’de, Serhat’ta, Amanos’ta ne yaptın?
Kuyruğunu bacaklarının arasına alıp kaçmadın mı? Gerilla korkusundan
Diyor ki “Kandil’i bitirmeden örgütü silah bırakmaya razı edemezsin”
Sen değil miydin “Tüm Türk ordusunu göndersen de Kandil’i alamazsın” diyen. Sen değil miydin gerilla karşısında silahlı girişimlerin etkisi olmaz diyen?
Nedir şimdi seni konuşturan?
Yenilgiyi en çok tadan bir insansın. Ayıptır.
Askerlik mesleğinde şeref ve onur en vazgeçilmez iki unsurdur. Denetimin altındaki on sekizlik gençlere kafalarına vura vura öğrettiğiniz derslerden ilkidir bu. Onur, vatan savunmasının, halk savunmasının vazgeçilmezliğiyle ölçülür. Şeref, senin bu uğurda verebileceğin bedellerin yüceliğiyle belirlenir.
Ne kadar haklı veya haksız olursa olsun vatan savunması adı altında bir örgütlenmeye gittiğinde onun gereklerini yerine getirmeye çalışırsın. Kuyrukçuluk yapmazsın. Yalakalık mı; hiç yapmazsın.
Her günü ölüm riskiyle karşılayan, elde silah çarpışanlar silah çattığı, sırt sırta yattığı, canını emanet ettiği yoldaşlarını, silah arkadaşlarını senin gibi satmaz insan.
Herkesin anlayamayacağı bir şey olsa da senin bunu çok iyi bildiğini biliyoruz.
Bir rant uğruna, “Bana karışmayan yılan bin yaşasın” diyerek yıllarca yeminini ettiğin ocağına tükürdün en sonunda.
Başa gelen önemli değil. Sonuçta hepiniz aynısınız. Kürt halkının onurlu davasını bastırmak, insanlarını katletmek, en barbar, vahşi uygulamaları gerçekleştirmekte tüm ordu komutanları aynısınız. Hiyerarşik düzene tabi olmayla kurtaramazsınız bazı şeyleri. Hepiniz birer katilsiniz.
Ama buna rağmen kimileriniz halen biraz askerlik onuruna sahip. Az da olsa bunu koruyabilmiş. Yenilginin bedelini ödeyebiliyor. Senin uluorta konuşmuyor.
Yenilgiye doymamış, kültürden yoksun, birbirine karşı bu kadar komplo yapan bir askeri örgütlenmenin içinde yetişmiş biri olarak gerçi bunları da anlamazsın ya, yine de söyleyelim dedik.
Bir de fazla yanılma. PKK kültürüyle yetişmiş komutanlar, gerillalar, militanları kendin gibi sanma. PKK’nin tüm komutanları inisiyatif sahibi, direnişte karar kılmış, gerektiğinde bir örgütün yapabileceğini yapacak meziyetlere sahip insanlardır. Öyle yenilir, pes eder, teslim olur sanma. Kuru gürültüye pabuç bırakmaz PKK komutanları. Mertliği, yiğitliği defalarca gösterdiği gibi gösterir. Kürdistan dağlarını sana, senin gibilere zindan yapar.
Bunu anlamak için 84’ten beri değiştirdiğiniz, eskittiğiniz komutanlara, yönetimlere bakmanız yeterlidir.
Kolay kolay yıkamazsınız bu yapıyı. Bir yerde darbe vursan diğeri güçlenir. Gücünü zordan alan, kaybedecek hiçbir şeyi olmayan insanlardan söz ediyoruz. Öyle saçma sapan teorilerle yıkamaz, geriletemezsiniz PKK’yi.
Yıllardır savaşıyorsunuz ama halen anlayamıyorsunuz. Yapabiliyorsanız, yiyorsa gelin, Kandil’i alın. Sen, senin gibi binler gelsin. Gelin de ne olacağını görün.
Basın toplantılarıyla, şovlarla, röportajlarla yıkmaya çalışıyorsun PKK’yi. Bu kadar mı gerçeklerden kopmuşsun. Madem yolunu biliyordun da, madem o kadar ustaydın da neden yapmadın? Yapamadın?
Bu kadar biliyordun da savaşı neden kendin savaşmadın? Taşeronlara devretmediniz mi savaşı. İran’a, Güneyli güçlere, Amerika’ya yalvarmakla, onları savaşa katmakla mı başarı elde edeceksiniz. Orada burada ‘terörist’ ilan ederek mi bitireceksiniz. Siyasal alanda mı daraltacaksınız? Askeri alanda yenildiğiniz kadar yenildiniz zaten. Şimdi geçmişi unutturabileceğini mi sanıyorsun? 92’yi, 97’yi, 98’i, 2000’i, 2008’i unuttunuz mu? Yine toplanmadınız mı, hepsini bir araya getirip saldırmadınız mı Kürdistan gerillalarına? Ne geçti elinize yenilgiden başka.
Daha önce de yazdık, anlattık. PKK gerillalarından kurtulmanın yolu yok. Ya kabul edeceksiniz, ya kabul edeceksiniz. PKK gerillalarından kurtulmanın tek bir yolu var. O da Kürt halkının taleplerini kabul etmek, özgürlüğünün önünden çekilmek. Bunun dışında hiçbir şey ama hiçbir şey gerillaları durduramaz. Bunu kafanıza koyun.
Öyle boşa kürek çekme.
Biraz askerlik onuru varsa, kalmışsa sesini kes ve otur oturduğun yerde. Biraz şerefliyim diyorsan dil uzatmayı bırak.
Üniformanı çıkardın diye kurtulduğunu sanma.
Öyle tehdit gibi de alma. PKK’liler tehdit etmez. Yapar…
Pir Kemal
- Ayrıntılar
İnsan yaşamı değerlidir
İnsan doğru ile yanlışı birbirinden ayırabilir
İnsan yaptığı tercihler karşısında sorumludur.
Bu üç önerme tüm kesimlerin normalde ortaklaşması gereken hususlardır. İnsan eksenli düşüncelerin, tüm dinlerin ve devletlerin sözde anayasalarının da ortaklaştığı bir noktadır. Marjinal düşünceler, liberal yaklaşımlar, anarşist felsefe de bu üç önermeye karşı çıkmaz.
Fakat burası Türkiye. Kendisini demokrasi kalesi olarak adlandıran ve otuz yılı aşkındır bir savaş halinde olan bir ülke. Burada birçok doğru ve gerçekte olduğu gibi bu üç önermeyi içeren durumlarda da işler tersinden işliyor. Söylemler hiçbir zaman gerçeklerle bir olmuyor. Doğru hiçbir zaman gerektiği gibi işlemiyor.
Tarih 14 Temmuz. Yer, Amed’in Farqîn ilçesi kırsalı. Bahar aylarından itibaren yürütülen imha operasyonlarının bir yenisi sürdürülüyor. Öğlen saatleri. Sıcak mı sıcak bir yaz günü. Sabırları taşmış bir grup gerilla operasyona gelen askerlerle çatışmaya giriyor. Sonuçta 20’yi aşkın asker ölüyor. 2 yoldaşımız da şehit düşüyor.
Çatışmanın ilk haberleri ajanslara düştüğünde her zaman olduğu gibi büyük bir yaygara koparılıyor. Tüm Türkiye kamuoyu askerlerine sahip çıkıyor izlenimi yaratmak, toplumda PKK’ye karşı infial yaratmak, Kürtlere karşı linçi örgütlemek için ortaklaşıyor. Tüm zıtlar PKK’ye karşı birleşiyor.
Saatler ilerledikçe bilgi kirliliği de doluşuyor ekranlarda, sayfalarda. 7 PKK’li öldürüldü haberi yayılıyor bir anda etrafa. Kısmi bir tatmin dolaşıyor, avuntu bir de. “13 askerimizi kaybettik ama 7 tanesini de öldürdük” diyebiliyor birçoğu.
Sis çekiliyor, dumanlar dağılıyor ama mantıklı sorular bir türlü gelmiyor.
Neden operasyonlar devam ediyor? Eylemsizlik halinde olan gerillalara karşı neden imha saldırısı düzenleniyordu? Bunu yapan gücün amacı neydi? Tüm Türkiye’yi kucaklayacak (!) bir toplumsal sözleşme hazırlığındaki bir hükümet ve devlet neden oldukça yüksek sayıda bir kesimin desteklediği insanları katletme peşine düşmüştü? İnsan yaşamının korunmasına adalı sözde devlet yasaları neden kategorize edilerek ötekileştirilen insanların avına çıktı? Aydın’da, İstanbul’da, İzmir’de veya herhangi bir Türkiye metropolünde, şehrinde yaşayan bir Kürt neden bu çatışma gerekçe edilerek linç edilmeye çalışılıyor? Bunun kime ne faydası var? Bunun altında yatan düşüncenin, linç toplumuna gidişi tetikleyen bu yaklaşımın örgütlenmesinde kimler nasıl çıkar bekliyor?
Ve yüzlerce soru daha.
Ama bir şey hep göz ardı ediliyor. Yeni ‘stratejik’ yaklaşımların da temelinde yatan özel, paralı orduyla ilintili bir şey.
Çatışmada ilk başta 7 PKK’linin öldürüldüğü söylendi. 2 cenaze morgda bulundu, aileleri aldı ve toprağa verdi. Peki, o geriye kalan 5 cenaze nerede? Ne oldu onlara?
Cevap verildi aslında. O 5 cenaze aynı operasyon içinde askerlerin yanında operasyona çıkan ve gerillalarımıza tuzak kurmaya çalışan sözde akıllıların gerilla kıyafeti giydirdiği kontralara aitti. Yani onlar da TC ordusu bünyesinde operasyona katılan askerlerdi. Neden o kıyafetleri giydiler, bilmiyoruz. En azından şimdilik. Ama yılların savaş tecrübesiyle söyleyebiliriz ki sıcak çatışma öncesinde o birlik o arazide gerillalarımıza yönelik faaliyet yürütüyordu ve operasyon esnasında hedef olmamak için askeri güçle hareket etmeye başladılar.
Aslında neden giydikleri çok önemli değil. Kime bağlı güçler olduğu ve neden öldürülmelerine rağmen sahip çıkılmadığı daha önemli.
Olayla ilgili açıklamamızda bu beş gerilla kıyafetli kontra birliğin (net sayısı bilinmediğinden beşten de çok olabilirler) arkadaşlarımızla girilen çatışmada imha edildiği belirtilmişti. Sonrasında birkaç küçük itiraz dışında ses eden olmadı.
Şimdi bu birliğin ordu bünyesinde olduğunu biliyoruz. İhtimaller şöyle;
Bunlar kontralaştırılmış, kayıt dışı bir pozisyon sahibi olan suçlular.
Bunlar özel görevlendirilmiş, görev icabı bu pozisyona ulaşmış devlet görevlileri (jitem de diyebilirsiniz)
Bunlar Erdoğan’ın yeni örgütlediği ‘özel ordu’nun elemanları.
Ama sonuçta ne olurlarsa olsunlar sahiplenilmeyen, kayıt dışı görünen hayalet bir birliğin üyeleri. Aldığımız bilgilere göre Erdoğan’ın oluşturmaya çalıştığı hayalet ordudaki sözleşmede böylesi bir madde var. “Operasyonlarda, çatışma anlarında öldürülürseniz haber yapmama, yayımlamama, resmi çatışma kayıtlarına girmeme durumu ortaya çıkabilir.” Deniliyor. Yani ölecekler ama kimse bilmeyecek. Böylelikle PKK ile mücadele edecek kayıt dışı, kamuoyunu rahatsız etmeyecek bir hayalet ordu yaratılabilecek. Hatta kayıpların yükselmesi durumunda bunları PKK’ye mal edebilecek, PKK’nin kaybı gibi yansıtabilecek de. Bu tabii ki istatistik yaklaşım gösterenlerde de bir rahatlık yaratacak. Tıpkı bu çatışmada olduğu gibi.
Bu amacı, stratejiyi çözmeyi denemiyoruz. Bu çok önemsiz. Biraz daha insani yönüne dönelim.
Yukarıdaki üç önermeye geri dönelim.
İnsan yaşamı değerlidir.
İnsan doğru ile yanlışı birbirinden ayırabilir
İnsan yaptığı tercihler karşısında sorumludur.
Bu özel ordu içinde yer almaya çalışan kesimleredir sözlerimiz.
Sözde sizleri düşünen devletiniz ince politikalarla önce işsizliği körükledi, en iyi eğitimlerden geçseniz bile iş kapılarını kapattı. Sizleri öyle bir çaresizliğin içine itti ki yılana dahi sarılmaya kabulsünüz. En sonunda ya paralı asker, ya da kirli bir sopa halini almış polis gücü içine dahil edilmek için uygulanan bu oyunu hepiniz yuttunuz (kene ısırması sonucu ölen polis memuru gibi. Ziraat mezunu polis!). Şimdi hem de para karşılığında insan öldürmeye, avlamaya çıkıyorsunuz. Savunduğunuzu düşündüğünüz toplumla aranızda kocaman bir duvar örüyorsunuz. İncinmiş bir ruh dünyası, kararmış bir vicdan duvarını kendi ellerinizle örüyorsunuz.
Aslında size göre karlı bir iş bu. Hem bozulmuş psikolojinizi düzeltecek, hem toplumda aşılanan linç havasına denk yaşayacak hem de buna rağmen para kazanacaksınız.
Toplumu koruduğunuzu söylüyorsunuz ama o toplumun umurunda bile olmayacak kayıt dışı insanlar topluluğusunuz. Korumaya, kollamaya yemin ettiğiniz devlet sizi insanlığınızdan ederken bunun farkında bile değilsiniz. Bir bayrağa sarılı tabut sizi bekleyen en olumlu seçenek.
Değer mi buna?
Gözü kapalı atlayacağınıza durun da düşünün. Yaşamınız değerli mi gerçekten? Doğru ve yanlışı birbirinden ayırabiliyor musunuz? Yaptığınız tercihin sizi götüreceği yere hazırlıklı mısınız? Yaptığınız tercihin sorumluluğunu kaldırabilecek misiniz?
Aman ha, iyi düşünün.
Sonuçta olan ailelerinize, sevenlerinize olacak. Ve bilinçli bir şekilde yükseltilmeye çalışılan ırkçı, faşist hava ile havasını soluduğunuz ülkenizin insanları birbirini boğazlar duruma gelecek. Kazanan sizi işsizliğe iten, sizi cinnet psikolojisine iten, yaşamınızı sizden çalan devlet olacak.
Tablo bu. Güvenmeyebilirsiniz, propaganda yapıyor diyebilirsiniz. Siz bilirsiniz. İnanın hiçbir şeyi kaybetmekten korkmayan insanların en yapmayacakları şey yalan söylemektir…
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Polislere açık çağrıda bulunuyoruz; ülkemizi terk edin, aksi taktirde başınıza geleceklerin tümünde siz kendiniz sorumlu olacaksınız.
Geçmiş yazılarımızın birkaçında Japonların:
“Hırsızlık yapanı bağışlayabilirim, ırza geçeni bağışlayabilirim, adam öldüreni bağışlayabilirim, imparatoruma kılıç çekeni bile bağışlayabilirim, ama polisime el kaldıranı asla!” bağışlamam diye söylediklerini çokça dile getirmiştik.
Yukarıda dile getirilen bu söz polisleri çok sevdikleri için dile getirilmemiştir. Büyük kirli çıkarlarını savunmak için oluşturdukları bu özel savunma gücü egemenlerin, iktidarların, sömürgecilerin, hırsızların, tahakkümcülerin, hiyerarşik yapıların olmazsa olmaz kurumlarından bir tanesi olduğu için devletin göz bebekleri olarak korunmuşlar ve böyle sözleri polisler için sarf etmişlerdir.
Devlet dedikleri insanın kanı üzerinde şekillenen aygıtın en güçlü savunucu bekçileri-geçmişte bunlara hangi isim takılmış olursa olsun-polislerdir. Denilecek ki ordularda vardır. Elbette ordularda vardır. Bu ordular hem içe hem de dışa karşı bu sömürge, kan emmici ve insan emeğini çalan aygıtı korumak için oluşturulmuşlardır. Ve de başka halkların değerlerini gaspı için de bu vurucu ordu güçleri oluşturulmuşlardır. “Şiddet araçlarının kullanımının örgütlü hale gelmesine ordu diyoruz. Devleti ordu etrafında örgütlenmiş bir kurumlaşma olarak görmek daha doğrudur. Devletleri bir iç savaş kurumu olarak kabul etmek lazım” diyor bir yoldaşımız. Bu bağlamda devleti sürekli şiddet üreten bir kurum olarak görmek yanlış olmayacaktır. “Örgütlendirilmiş, sistem kazandırılmış haline de savaş diyoruz. Savaş tamamen bir başkasının ürettiği değerlere el koymak için geliştirilen baskı eylemi oluyor. Savaşın iki karakteri net bir biçimde ortaya çıkıyor: Bir; karşıdakini yok etme, imha etme, öldürme, böylece onun değerlerine el koyma, gasp ve talan etme. İki; iradesini kırma, teslim alma, böylece haraca bağlama değerlerinin bir kısmını alma, onu sürekli kendine hizmet ettirecek, artı değer üretecek bir konuma getirme Savaşın kökeninde gasp, sömürü ve talan vardır. Ürettikleri değerleri sömürmek, talan etmek, gasp etmek kadar, değer üreten, emek gücünü, varlığını gasp etme, teslim etmeyi de ifade ediyor.” Savaşı böyle tanımlamak her halde yanlış olmayacaktır.
Savaşla, şiddetle, baskıyla, zorla, cebren elde edilen bu değerleri daha doğrusu bu gaspı ve talanı koruyan, kollayan, egemenlerce oluşturulmuş olan bu kurumlaşmış yapı polis gücüdür. Her şeyi af edebileceğini ancak; “polisime el kaldıranı asla” etmem sözü böyle anlam kazanan bir sözdür.
Özcesi polisler kirle, kanla, zulümle, insan ölümleri üzerinde oluşturulmuş bir yapının bekçiliği yapan kurumsal bir yapıyı teşkil ediyorlar. Her polis bunu bilerek polislik yapacaktır. Her polis bunun farkında olarak bu “kirli baskı düzenini koruma görevini” yapacaktır.
Bu “kirli baskı düzenini koruma görevi” Kürdistan’da başka ülkelerde icra edildiği gibi zaten yürütülmüyor. Başka ülkelerde daha doğrusu devletlerde bu polis gücü iktidarları, egemenleri ve onların değerlerini korumakla görevli olduğunu yukarıda yazdıklarımızdan anlaşılıyordur. Ancak Kürdistan’da polis bu kirli çıkarları beklemenin ve kollamanın da ötesinde başka görevler üstlenmiştir. Kürdistan’da polislik yapan güç ve güçler öncelikli olarak bir halkın kimliğini eritmenin, kişiliklerini rencide etmenin, onurlarını çiğnemenin de güçleridirler. Polisin bu bakımdan Kürdistan’da öncelikli olarak ilk görevi bir halkı iğdişleştirmenin yani sindirmenin, ürkütmenin, kişiliksizleştirmenin ve de ruhen çökertmenin de adı oluyor. Bu mana da başka devletlerden çok daha ileri düzeyde halkları hiçleştirmenin gücü rolünü oynuyorlar.
Böylesi bir güç Kürdistan’da kabul göremez. Böylesi bir güç ezen ve sömüren iktidarcı güçler için resmi ve hatta hukuki olabilir ama Kürdistan halkı için bu güç gayri meşrudur. Kendi varlığına kasteden bir güç asla ama asla kabul göremez.
İşte Kürdistan’da görev yapacak polisler birde bunu bilerek Kürdistan’da polislik yapacaklardır. Bu bilinçle polislik yapacaklara söyleyeceklerimiz yoktur. Bu türden olanlar zaten faşist, tekelci, tekçi bir devletin bekçi k’leridirler. Ne var ki bunun bilincinde olmadan Kürdistan’a para için, “vatanseverlik” için ya da başka bir amaç uğruna gelenleri uyarıyoruz.
Kürdistan’a gelmeyin.
Kürdistan’da görev yapmayın.
Kürdistan’ı terk edin.
Kürdistan’a tayininizi yapmayın ya da bu görevden ayrılın.
Yok mutlaka Kürdistan’da yaşamak istiyorsanız polislikten istifa edin. Halkımıza zulüm etmemek için bu işe bulaşmayın.
Son zamanlarda polislere özel yöneldiğimizi söyleyenler var. Kendilerini akıllı bilen kimi emniyetçi polis gazetecilerde güya “artık polislere yöneleceğimizin” öngörüsünü yaparak ne kadar analist olduklarını söylüyorlar. Böyle analizcilere ihtiyaç yoktur. Biz alenen, açıkça, herkesin duyacağı bir şekilde söylüyoruz: polisler ülkemizi terk edin. Aksi taktirde olacaklarda, yaşanacaklarda kendiniz sorumlu olacaksınız.
Şimdiye kadar hedef alınan polis eylemleri sadece uyarı amaçlı yapılan eylemlerdi. Bundan böyle uyarmayacağız. Bundan böyle uyarılarımızı sadece ve sadece pratikleştireceğiz. Gerilla söylediğini yerine getiren bir güç olarak söylediklerine bağlı kalacağına inanın.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Halk hemen adını koydu: Kimyasal Necdet! Kürtler bu konuda oldukça yaratıcı. Çok acı örnekler yaşamışlar çünkü. Örneğin Halepçe’yi yaşamışlar. Kimyasal gazla beş bin evlatlarını kaybetmişler. Saddam Hüseyin’in kuzeni Kimyasal Ali’yi tanımışlar.
Şimdi yeni Genelkurmay Başkanı yapılan Necdet Özel’in geçmişini öğrenince hemen Kimyasal Ali’yi hatırlıyorlar. Başta Roj TV olmak üzere bazı basın organları ay başından beri Necdet Özel’in marifetlerini anlatıyor. Cudi’de, Muş’ta, Hakkari’de neler yaptığını ortaya koyuyor. Nasıl kimyasal gaz kullandığını ve ne kadar insanı öldürdüğünü belgeliyor. Bu durum yani Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’in çıktığı kürsüde neden özellikle “Hukuk içinde savaştım” vurgusunu yapmaya ihtiyaç duyduğunu da anlaşılır kılıyor.
Necdet Özel gerçeği konusunda aydınlanan halkta infial duyguları gittikçe yayılıyor. Kürtler Kimyasal Ali’den kurtulduklarını sanırken meğer Kimyasal Necdet’le de karşı karşıya geliyorlarmış! Birine zorla bıraktırılan mesleği bu kez diğeri devralıyormuş. Elbette bunu öğrenmek halkı öfkelendiriyor. Bu öfkenin nereye varacağı da henüz bilinmiyor.
Ülkemizde bir kişinin Genelkurmay Başkanı olurken böyle halk tepkisiyle karşılanması herhalde ilk kez yaşanıyor. Şimdiye kadar hep övgü dolu veya ihtiyatlı sözler sarf edilirdi. Paşa’da çoğunlukla olmayan bazı önemli meziyetler bulunmaya çalışılırdı. Fakat şimdi olumsuz özellikler bir bir ortaya konuyor. İlk defa bir genelkurmay başkanı böyle eleştiriliyor.
Bu duruma bakarak insan “Ülkemizde iyi şeylerin olduğunu, demokrasinin geliştiğin, genelkurmay başkanının bile açıkça eleştirildiğini” söyleyebilir. Nitekim böyle değerlendiren, mevcut durumu “Askeri vesayetin aşılması” olarak görenler de var. Fakat Necdet Özel’in şimdiye kadar yaptıklarına bakınca insan bu görüşlere katılamıyor. Toplumda “kendini savunacak bir kişi” değil, “kendini düşman gören bir kişi” algısı gittikçe yayılıyor.
O halde gerçek böyleyken böyle bir kişi neden Genelkurmay Başkanı olarak görevlendirildi? Şimdi herkes bu soruyu soruyor ve cevabını anlamaya çalışıyor. Sorunun muhatabı olan hükümetten ise, şimdiye kadar tatmin edici herhangi bir yanıt gelmemiş bulunuyor. Bu da mevcut soruyu daha yakıcı kılıyor. Öyle ya, orduda başka general mi yoktu? Neden Necdet Özel tercih edildi? Toplumun başına nasıl bir askeri yönetim getirildi? Benzer soruların hepsi AKP hükümeti tarafından cevaplandırılmayı bekliyor.
Bunlara bir de Necdet Özel’in Genelkurmay Başkanı olarak görevlendirilmesinin normal yollarla olmadığını eklememiz lazım. 2010 Ağustosunda çatışmalı geçen Yüksek Askeri Şura toplantısında son anda Jandarma Genel Komutanı yapılmıştı. Şimdi Kara kuvvetleri Komutanı olacağı söylenirken, bir anda paraşütle atlar gibi Genelkurmay Başkanı oluverdi. Daha görevde iki yılı bulunan eski Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner ve diğer kuvvet komutanlarının toplu istifası sonucunda bu durum gerçekleşti.
Şimdi haklı olarak herkes şunları soruyor: Ordunun içinde ve üst yönetiminde ne oluyor? Birbiriyle kavgalı olduğu bilinen ordu-hükümet arasındaki ilişkiler nasıl seyrediyor? Işık Koşaner ve diğerleri neden böyle toplu bir şekilde istifa etti? Necdet Özel niye istifa etmedi de Genelkurmay Başkanı oldu? Bunu generaller mi istedi, yoksa hükümet mi?
Benzer sorular daha da çoğaltılabilir. Çok soru sormak da normaldir. Çünkü, çoğu ordu mensubu olan “Ergenekon davası” adında toplu bir yargılama yapılıyor. Yine çok sayıda başarısız kalmış darbe girişimlerine dair yargılamalar var. Emekli kuvvet komutanları, ordu komutanları, generaller tutuklu. Dahası halâ görev başında olan bir çok general ve subay da tutuklanmış durumda. Kısaca olağan normal bir durum yok. Son derece olağanüstü ve çatışmalı bir süreç yaşanıyor. Necdet Özel işte böyle çatışmalı bir süreç içinden sıyrılarak Genelkurmay Başkanı oluyor.
Yakın tarihimizde benzer olaylar var mı? Anlatıldığına göre Kenan Evren’in genelkurmay başkanı olması buna benziyor. Kenan Evren Ege Ordu Komutanı olarak emekliliğini beklerken, genelkurmay ile hükümet arsındaki çelişkiler sonucunda diğer aday generaller peş peşe emekli olunca, Kenan Evren birden bire kendini Kara Kuvvetleri Komutanlığında buluyor. Sonrası da malum! Ardından Genelkurmay Başkanlığı, onun ardından da cunta şefliği geliyor. Belliki böyle tırmanışlar tehlikeli oluyor. Çünkü, sahibi “Ne oldum delisi” hastalığına tutuluyor.
Bir başka benzer olay da Doğan Güreş’in genelkurmay başkanı oluşudur. O da 1990 başında dönemin genelkurmay başkanı Necip Toruntay istifa edince genelkurmay başkanı olmuştu. Yani Necdet Özel’inkine çok benziyor. Körfez krizinde genelkurmay ile Cumhurbaşkanlığı görüş ayrılığına düşünce Necip Toruntay istifa etmişti! Tabi bu, resmi açıklamaydı. Gayrı resmi görüşler ise, Doğan Güreş’in önünü açmak için planlı bir girişim olduğu yönündeydi. Yüksek Askeri Şura’ya kalsa Doğan Güreş genelkurmay başkanı yapılmayabilirdi. Buna da bir tür yumuşak darbe diyenler oldu. Bunun da sonucu malum! Kendini “kurtarıcı” yapan Doğan Güreş, hükümeti denetime alarak topyekûn savaş konsepti temelinde ülke tarihinin en kanlı katliamlarından birini yürüttü.
Kuşkusuz Necdet Özel de böyle yapar demiyoruz. Dahası elbette bunlar gibi yapmasını istemiyoruz. Fakat hamhayalci de olmamız gerekiyor. Besbelliki, Necdet Özel’in geçmişi kirli. Hem de savaş suçlusu sayılabilecek kadar kirli. Nitekim Avrupa’dan bu yönlü sesler yükseliyor. Genelkurmay Başkanlığına gelişi Kenan Evren ile Doğan Güreş’inkine benziyor. Kenan Evren ile Doğan Güreş’in yaptıkları da ortada. Toplum bu iki kişinin kirlettiği tarihi nasıl temizleyeceğinin arayışı içinde. Böyle bir ortamda yeni bir tarih kirletici olmasın diyoruz. Sütten ağzımız yandığı için yoğurdu üfleyerek yiyiyoruz. Ülke ve toplumun yeni bir Evren veya Güreş’i kaldırması mümkün değil!
Geçen yıldan beri bir çok general emekli edilirken Necdet Özel Genelkurmay Başkanı yapıldığına göre, burada bir seçimin ve tercihin olduğu açık. Doğan Güreş örneğinde olduğu gibi ordu içinden mi yapıldı bu? Yoksa AKP hükümetinin tercihi mi bu yönlü oldu? Bunu şimdilik bilemiyoruz. Fakat sonunda hükümet kararnamesiyle Necdet Özel görevlendirildiğine göre, o halde sorumlu hükümettir, hükümet tercih etmiş ve benimsemiştir. Dolayısıyla Necdet Özel’in yapacağı her şeyden AKP hükümeti sorumlu olacaktır.
AKP hükümeti, o kadar general içinden niye Necdet Özel’i tercih etti. Kimyasal silah kullanacak kadar gözükara ve tehlikeli bir kişi olduğunu bilmiyor muydu? Elbetteki biliyordu ve her şeyi bilerek yaptı. AKP toplumun hissiyatını ve Kürtlerin kaygısını hiçe saydı. AKP bu biçimde hukuku da hiçe saydı. Her şeyiyle savaştan yana, hem de kirli savaştan yana tutum koydu. Belliki Başbakan Tayyip Erdoğan, çağrı yaptığı özel harekatçıları, kendisi eski bir kontrgerillacı olan Necdet Özel yönetiminde eğitip harekete geçirmeyi düşünüyor.
Nereden bakılırsa bakılsın Usta Tayyip’in yönetiminde ülkemiz bir felâketin içine sürükleniyor. Bu tehlikeli gidişe “Dur” diyenler olmayacak mı?!..
Adil BAYRAM
- Ayrıntılar