Son süreçlerde yaşanan kayıplarımız ardından acaba ne kadar söz hakkımız vardır diye düşünüp duruyoruz. Tüm arkadaşlarla oturup tartışıyor, tekrar tekrar gözden geçiriyoruz yaşadıklarımızı. Eksikliklerimizi ve yanlışlıklarımızı, kayıplarımızın nedenlerini tartışıyoruz. Böylesi bir tecrübe ve deneyimin bu kadar kayıp vermesinin, özellikle böylesi toplu kayıplar yaşamasının tüm sebeplerini masaya yatırıp daha güçlü bir savunu ve vuruş gücünün nasıl kazanılacağını tartışıyoruz. Şüphesiz ilk değil bu tartışmalarımız ve son da olmayacak. Ne de olsa yaşadığımız bir savaş ve savaş değişen çağ ve koşullara göre yeniliği şart kılıyor.
Bu konuda çok eleştiri alıyoruz. Yani gerillalar bu kadar hazırlıklıydılar, hani o kadar eğitim almışlardı, hani öfke ve kinle dolu, büyük vuruş gücüne ulaşmıştı deniliyor. Halkını savunmakla görevli gerillaların kendilerini savunamadıkları söyleniyor. Eleştirilerin geldiği yer halk olduğunda tabii ki söyleyecek sözümüz yok özeleştiri vermekten başka. Tabii ki böylesi kayıpların kesinlikle gerekçesi olamaz. Sonuçta gerillalar olarak her türlü olasılığı hesap ederek yaklaşmalıydık.
Bunun yanında bazı gerçeklerin anlaşılması açısından da geniş bakabilmek oldukça önemli.
Yirmi altı yıllık gerilla mücadelesi içinde yürüttüğümüz savaş en çok halkımızı ve değerlerini, canlarını vurdu. Halkımız özgürlük uğruna, insanca bir yaşam için boğazındaki lokmayı, kucağındaki çocuğu onurlu mücadelemize katık etti. Sırf güzel bir gelecek, onurlu ve barış, huzur içinde bir gelecek yaratılsın diye her türlü inkar ve imha politikasına, baskı, işkence ve hakarete maruz kaldı. Eğer olacaksa barış içinde bir yaşam bu bedellerin hepsine kabul dedi.
Artık halkımız bu savaşın olmaması için küçücük bir imkân dahi olsaydı bunun değerlendirileceğini biliyor. Ama olmadı, başaramadık ve savaşmaktan başka bir çaremiz kalmadı. Yaşadığımız savaş sürecinde en çok kaybı veren halkımız olmasına rağmen bu zorunluluk karşısında bize yani gerillalarına güvenini belirterek savaşta da yanımızda olduğunu ilan etti. Meydanlarda yaptığı direniş ve intikam çağrılarıyla halkımız, zorlukları da olsa, acısı çok da olsa yine de özgür olabilmenin direnmekten, savaşmaktan geçtiğini gördüğünü beyan etti. Hareketimizin aldığı varlığını koruma ve özgürlüğünü kazanma kararı çerçevesinde 1 Haziran ile başlattığımız yeni süreçte, yürüteceğimiz savaşta şüphesiz en büyük güç kaynağımız da halkımızın işte bu güven ve desteği.
Halkımızdan aldığımız bu güven ve istemlerimizin, haklarımızın meşruluğundan aldığımız güçle başlattığımız yeni savaş sürecinde üst üste yaşadığımız kayıplar şüphesiz halkımızın beklentilerine göre büyük bir eksiklik olmuştur. Her biri insanlık abidesi, narin bir çiçek, sarsılmaz bir dağ olan yoldaşlarımızın kaybından derin üzüntü duysak da uğruna düştükleri davanın başarıya ulaştırılması görevi karşısında her zaman yaptığımız gibi hüznümüzü kalbimize akıtıp daha güçlü ve eksiksiz savaşmak zorundayız. Bu da her şeyden önce içine girilen durumun güçlü çözümlenmesinden geçecektir.
Bugüne kadar yürüttüğümüz savaşta özellikle kontrollü ve savaş hukuku çerçevesinde yaklaştığımız dünyaca bilinmesine rağmen karşımızdaki faşist düşman bunları hiçe sayıyor ve tüm halkımız bir şekilde bu uygulamalara tanık olmuştur. Faşist uygulama, hile ve oyunların sadece siyasilere ait olmadığı yaşanan son olaylarla da görülmüş oluyor. Tabii ki yaşadığımız kayıpları gerekçelendirmiyoruz fakat gerçeklerin anlaşılması açısından içinde bulunulan durumun da bilinmesi faydalı olacaktır.
Türk ordusu tüm generalleri ve askerleriyle belki de tarihinin en itibarsız, yıpranmış ve düşmüş bir konumunu yaşıyor. Yürütülen savaş karşısında ciddi bir kırılma, ürküntü, dengesizlik, tepki, psikolojik bozukluk bütün ordu gücüne yansıyor. Ve eğer savaşta moral ve psikolojik üstünlük kaybedilmişse, bu konuda karşındaki güç senden kıyaslanamayacak ölçüde üstünse normal savaş yöntemlerinin dışına çıkmak zorunda kalırsın. Türk ordusunun da yaptığı tam anlamıyla budur. Gerillanın savaş kabiliyeti karşısındaki zayıflığını çağın son teknolojisiyle kapatmaya çalışıyor.
Yaşanan son gelişmeler ve gerçekleşen gerilla eylemleri göstermiştir ki karşımızdaki Türk ordusunun bir savaş gücü yoktur. Savaşma azimleri, güçleri yoktur. Başarıya inançları yok. Niçin savaştıkları konusunda bir cevapları ve verdikleri cevaplara da inançları yok. Biraz milliyetçilikle, şehitler ölmez vatan bölünmez edebiyatıyla bir propaganda yapılmak istense de söyleyenlerin kendileri de aslında inanmıyorlar artık buna. Dolayısıyla Türk ordusu moral ve psikolojik yönde yaşadığı zayıflığı bazı etkenlere sığınarak gidermeye çalışıyor. Tekniğe bunun için bu kadar sarılıyor Türk ordusu ve Türkiye’nin imkânlarını bu nedenle bütün dünyaya pazarlıyor. Savaş gücünün komutan ve savaşçılarının azim zayıflığını teknik gücüyle dengelemeye, gidermeye çalışıyor.
Yaşanan savaş pratiği çok açık bir şekilde göstermiştir ki Türk ordusunun en sağlam, en güçlü ve en tedbirli yerlerine bile girmekte, böylesi hedefleri dakikalar içinde yok etmekte hiçbir sorunumuz yok. Gel gör ki gerilla karşısında çaresizlik yaşayan Türk ordusu bu saldırı gücü karşısında kendini koruyamıyor. Bu yüzden yüksek teknik donanımla kendi askerlerinin ölümü pahasına gerillalara karşı saldırılara girişmekten kaçınmıyor. Gerillaların ele geçirdiği hedefleri kendilerine ait de olsa yok etmekten, bombalarla un ufak etmekten çekinmemektedir. Zaten bu savaş tarzı karşısında herhangi bir tepki ve engelleyici etken olmadığından da bunu rahatlıkla kamuoyundan gizleyebilmekte.
Bedeve tepesi eylemimizde de yaşanan aynen böyle olmuştur. Hedeflenilen tepeler düşürülmüş, tüm askerler tepelerden sökülüp atılmış, sinmiş ordunun askerlerinin çoğu tepeleri bırakıp kaçmıştır. Fakat tepede kalan ve yaralı olan askerler yanında tepeyi ele geçiren arkadaşlarımıza yönelik yoğun teknik donanımla, tanklarla bombardıman yapılmış, on iki arkadaşımız bu tank atışlarından şehit olmuştur. Yoksa ordu da çok iyi biliyor ki o teknik donanım olmasa, kesinlikle gerillanın zafer ruhu, saldırı ruhu karşısında bitli piyadeleri, sözde komandoları, özel güçleri ve her türlü emniyet güçleri ile bir şey yapamaz.
Yine Aqêr tepesi eylemimizde de arkadaşlarımız tepenin bir çok mevziisini ele geçirmiş, iki arkadaşımız da bu eylemde şehit düşmüştür. Fakat faşist ordu güçleri arkadaşlarımıza yönelik akıl almaz teknik saldırı gerçekleştirmiş, saatler süren bombardımanlarla sekiz arkadaşımızı da burada şehit düşürmüştür.
Burada düşman tekniğini abarttığımız, üstünlüğünü gösterdiğimiz anlaşılmasın sakın. Önderliğimizin yıllar önce söylediği gibi “İnsan En Büyük Tekniktir”. Şüphesiz ağır da olsa yaşanılan bu olaylarda bizlerin eksikliği var. Başarılı eylemler ardından gelen bu şahadetlerin nedeni yoğun düşman tekniği olsa da sorumlusu bizleriz. Eğer bu konuda her ihtimali göz önüne alsaydık şüphesiz önünü alabilirdik.
Yoldaşlarımızın saldırı ruhu, cesaret, fedakarlık konusunda en ufak bir tereddüdü yaşamadığı aksine bu konuda elinde tuttuğu kaleşnikofla koca orduya karşı, en yüksek donanımdaki teknik karşısında dahi en güçlü askeri hedefleri imha edebiliyor. Fakat göz ardı edilen küçük bir husus bile bazen savaşta istenmeyen sonuçlara yol açabiliyor.
Hareketimizin eksiklik ve yetmezliklerine karşı yaptığı özeleştiriyle her zaman daha büyük ve güçlü atılımlarla mücadelemizi bu noktaya getirdiği biliniyor. Bundan sonrası için bu konuda yaşadığımız eksikliği gidereceğimize ve bir daha asla böylesi kayıplara neden olmayacağımız bir gerçek. Hem hareketimizin içine girdiği dördüncü stratejik mücadele dönemimizin hedef ve görevlerini yerine getirerek toplumumuzu inşa etmede hem de bu amaç uğruna Kürdistan ananın göğsüne düşen yoldaşlarımızın intikamını almak için Kürdistan gerillalarının, Apocu militanların fedaice mücadeleleri çok daha güçlü bir şekilde devam edecektir. Buna duyduğumuz inanç güçlü, kararlılığımız ise tamdır.
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Cihan, bir ceylan atikliğiyle tepeden iniyordu. Siyah-beyaz puşisi omuzlarındaydı. Tek kol silahını çantası üstüne koymuştu. Agıri, Cihan’ı görünce ‘enerjisinden hiçbir şey kaybetmemiş’ diye geçirdi içinden. Hızlı adımlarla onun yanına gitti. Görüşmeyeli uzun zaman olmuştu. Sıkıca sarıldılar birbirlerine Agıri, Cihan’a daha dikkatli bakmak için bir-iki adım geriye gitti.
—Zayıflamışsın ama Botan’ın havası yaramış sana. Daha da güzelleşmişsin Cihan”
Cihan gülerek:
—Bu toprakların havası kime yaramaz ki? diye karşılık verdi ve elini yüzünü yıkamak için yanında akan derenin sularına daldırdı ellerini. Soğuk su tatlı bir serinlik bırakıyordu yüzünde. Cihan yüzünü yıkarken Agıri hem onu izliyor, hem de yanlarında hangi arkadaşların olduğunu söylüyordu. Cihan biraz soluklandıktan sonra Zelal Arkadaş’ın yanına gittiler.
Zelal, Başkan APO’nun ‘Nasıl Yaşamalı?’ çözümlemesini okuyordu. Okuma-yazmayı Önderlik sahasında kaldığı süreçte geliştirmişti. Her fırsatta, okuma-yazma bilmediği yılların intikamını alırcasına kitaplara sarılıyor, okuyor, okuyordu.
Cihan, ‘Merhaba Heval Zelal’ deyince Zelal onu duymadı. Agıri ve Cihan birbirlerine bakıp güldüler. Anlaşılan, Heval Zelal çözümlemeye iyice kaptırmıştı kendisini. Cihan, ikinci kez ‘Merhaba’ dediğinde Zelal onları fark etti. Sıcak selamlaşmanın ardından üçü birlikte oturdular.
Cihan, geldiği alan hakkında bilgilendirme yaptı. Zelal ve Agıri konferansı, kadın gücünün kararlılık düzeyini ve Önderlikle yapılan konuşmayı anlattılar. Cihan, konferans aktarımını cihazdan takip ettiklerini, yüreklerinin tüm mesafelere rağmen konferans gücünün coşkusuyla çarptığını söyledi. Ayrı kaldıkları süre boyunca yaşadıklarını anlatmak istiyordu Cihan, ama buna zamanının olmayacağını biliyordu. Çünkü o günün akşamı Cudi’ye geçecekti.
Öğlene kadar, eyalette kadın gücünün yaşadığı zorlanmaları tartıştılar ve genel kadın gücünün düzenlemesini yaptılar. Karargah gücünün ilk etapta bir takımlık güçten oluşturulmasını uygun buldular. Bu güç eyaletin diğer bölgelerinden gelecek olan arkadaşlardan oluşturulacaktı. Yanlarındaki güçten sadece Delal Arkadaş, oluşturulacak takıma dahil olacaktı. O takımda yer alacak arkadaşlar, kadın özgürlüğü ve kadının savaşa iradesel katılımı üzerinde yoğunlaştırılacak komutan adayı arkadaşlardı. Zelal Arkadaş eyalet yürütmesindeydi ve Agıri Arkdaş da onun yanında kalacaktı. Üçlü koordine içinde yer alan Zelal Arkadaş Başkan APO’nun ’98 yılına ilişkin değerlendirmelerini anlattı.
Düşmanın ’98 yılında saldırılarını yoğunlaştıracağını ve saldırılarının ilk hedefinin ‘kadının özgürlük umudu’nun olacağını Başkan APO değerlendirmelerinde çok net olarak dile getirmişti.
Güçlenen kadın, egemenlikli sistem için en büyük tehlike olduğundan yönelimleri de güçlenen, savaşan ve güzelleşen kadına olacaktı. Yok saydığı bir halkın kadınlarının savaştaki cesaretine binlerce kez tanık olmuştu. Başkan APO bu cesareti bilinçle yoğuruyordu. Kadının bilinçle savaşı, egemenlikli sisteme karşı en büyük mücadele anlamına geldiğinden, düşman savaşı daha da kapsamlılaştırıyordu.
’98 yılı kadının özgürlük mücadelesinde en önemli adımların pratikleşmeye başladığı bir yıldı. ‘97’de gerçekleştirilen Kopuş Teorisi ve ardından 8 Mart ’98’de ilan edilen Kadın Kurtuluş İdeolojisi özgürlüğün manifestosuydu.
Bu manifestoyu en zirvede pratikleştiren Zilan gerçeği, kadının özgürlüğüne, Özgürlük Öğretmenine bir saldırı olduğunda kadının vereceği cevabın büyüklüğünü düşmana göstermişti. Zilan Yoldaş egemenlikli sisteme, ihanetçi işbirliğe karşı özgürlüğün türküsünü söylemişti. O türküyü devam ettirmek geride kalanların göreviydi.
Zelal, düşmanın yönelimlerine Zilan tarzıyla cevap vermenin kadın özgürlüğünün kilidi olduğunu, Zilan’ın türküsünü devam ettirme görevlerini söyledi ve ekledi:
—Kadının Zilan tarzında komutanlaşması özgürlük için hayati önemdedir”
Cihan, Zelal konuşmasını bitirince:
—Heval Zelal, bizim tecrübelerimizi güce dönüştürmemiz gerekiyor. Önderlik iradesel katılımın özgürlüğe duyulan ihtiyaçla bağını tüm değerlendirmelerinde belirtiyor. Bizim üzerimize düşen en temel görev özgürlük bilincinde derinleşmek ve denetimimizdeki yapıyı bu konuda geliştirmektir” dedi.
Sözü Agıri aldı:
—Gerçekleştirdiğimiz konferansta eyaletteki kadın gücünde belli bir sorgulama düzeyi gelişti. Ama bu sorgulamaları süreklileştirmeliyiz. Kadın gücü savaşçılığına güvendiği kadar, savaşı yönlendirebileceği noktasında da kendine güveni kazanmalı” diyerek Zelal’e baktı.
Zelal’in gece karası gözleri yanındaki çözümlemeye takılı kalmıştı. Cihan ve Agıri’nin söyledikleri önemliydi ama bu konularda öncülük yapması gereken yönetimlerdi. Gözlerini çözümlemeden ayırmadan yeniden konuşmaya başladı:
—Yönetim olarak öncülük yapmalı ve görevlerimizin ağırlığını bir saniye dahi olsa aklımızdan çıkarmamalıyız. Yapının, yönetimleri bireyselleştirmesine, başarıyı-gelişmeyi sadece birkaç kişiye ait olarak görmelerine engel olmalıyız. Geçmişte yaşadıklarımızdan, yöntemsizliklerimizden ders çıkararak adım atmalıyız. Yoksa söz bir yerde, pratik bir yerde kalır. Geri gerçekliğimizi aşmanın ideolojide derinleşmekten geçtiğini hepimizi biliyoruz...”
Zelal konuşmasını sürdürürken, Delal izin isteyip yemeğin hazır olduğunu söyledi.
Zamanın nasıl geçtiğini anlamamışlardı. Birazdan büyük cihaz muhaberesi vardı. Yemeklerini acele yiyip cihazı kurdular. Çok kısa süren muhaberede tüm sınırların tutulduğunu, Şırnak’a asker sevkiyatının aralıksız devam ettiği ve tüm eyaletlerin operasyon hazırlığında olması gerektiği aktarıldı.
Cihan, operasyon durumu netleşene kadar Zelal Arkadaş’ın yanında kalacaktı. Yaklaşık elli kişiden oluşan karma bir grupla o gece hareket edip eyalet koordinesinin yanına gideceklerdi. Grupta hasta ve gazi arkadaşlar çoğunluktaydı. Bu nedenle de hızlı hareket etmeleri zordu.
Geniş yönetimle kısa bir toplantı yapıldıktan sonra Agıri, tüm gücü toplayıp son durumlar ve hareket tarzına ilişkin bilgilendirme yapmak üzere Zelal ve Cihan’ın yanından ayrıldı. Ani gelişebilecek durumlar karşısında gücü üç gruba ayırmışlardı. Tutulacak tepeler belirlenmişti ama o gece bir operasyon durumu olmazsa eyalet koordinesinin yanına gidecekler ve orada düzenleme yapılacak, diğer güçlerle birlikte hareket edilecekti.
Agırî genel durumları aktardıktan sonra noktada bir hareketlilik başladı. Manga yerleri bozuldu, küller kamufle edildi. Kaldıkları yere, hiç kimse kalmamış gibi bir görünüm verildi. Tüm arkadaşlar hazırdı ama güneş henüz ışıklarını çekmemişti yeryüzünden.
Zelal ve Cihan çantalarını hazırlayıp sabah oturdukları palamut ağacının altına oturdular. Bulundukları yer ormanlıktı. Cihan çevresine bakındı, ağaçların tomurcukları yeni patlamış, yapraklar coşkuyla gülümser gibiydi dallarda.
—Heval Zelal hatırlıyor musun, düşman geçen yıl yakmıştı bu ormanı ama şimdi hiç yakılmamış gibi yine tomurcuklar patlamış ve bir süre sonra yine yeşil hakim olacak buraya” dedi Cihan.
Zelal, Cihan’ın konuşmasından anasını anımsadı. Anası toprağın bağrında görünce yeşili ağlardı, “yeşil yaşamdır, candır” derdi.
Ve düşman yok etmek istedikçe yaşamı, doğa yeşille karşılık veriyordu ona.
Ve düşman yok etmek istedikçe özgürlük umutlarının temsilcilerini, gerilla doğanın bağrında yaşayarak cevap veriyordu ona.
Zelal, anasını anlattı Cihan’a. Cihan ise Zelal’in anlattıklarını dinlerken ‘anasına benziyor’ diye geçirdi içinden.
Gözleri gece karasıydı Zelal’in. Alnına dökülen saçları gözleriyle aynı renkteydi. Buğday tenini, dağların rüzgarları sertleştirememişti. Asi kayalıkların arasından akan berrak suların güzelliğindeydi yüzü. Sıcak bakışlarında derin bir bilgelik akıyordu. Toprağın, yaşamın ve savaşın bilgeliği...
Her ikisi de hiç konuşmadan doğayı izliyorlardı. Zelal karşı yamaca bakıyordu. ’93 yılında o yamaçta saklamıştı saçlarını. O zamanlar gerillada çok yeniydi. Operasyonların yoğun olduğu bir dönemdi ve sürekli hareket halindeydiler. Öyle zamanlar oluyordu ki, bazen günlerce yüzlerini yıkayamıyorlardı. O zorlu koşullarda, Zelal anasının büyük özenle baktığı, her ay söylediği türkülerin eşliğinde kınaladığı okyanus dalgalı saçlarına bakamıyordu.
Bir gün saçlarını yıkadı, yanına çağırdığı bir arkadaşın eline makası tutuşturdu ve ‘saçlarımı kes’ dedi. Makası elinde tutan arkadaş şaşkındı ama oldukça zorlayıcı olan o koşullarda Zelal’e anlam veriyordu. Zelal saçlarını ördü, beline kadar inen örüğünü izledi. Makasın saçlarına değdiği her anda, anasının saçlarını kınalarken söylediği türküler bir ağıt gibi geliyordu kulaklarına. Anasının ağıtlarıyla saçlarını toprağa gömdü ve o günden sonra saçlarını hiç uzatmadı Zelal...
Güneş son ışıklarını da çekerken yeryüzünden, bir kuş sürüsü çığlık çığlığa havalandı. Zelal ve Cihan birbirlerine baktılar. Her ikisinin de gözlerinde aynı ifade vardı, ama oldukça soğukkanlıydılar.
Kuşların çığlık çığlığa ötüşlerinde kobraların sesi karışmıştı. Zelal ve Cihan sık ağaçların arasından arkadaşların yanına gittiler. Tüm arkadaşlar gidecekleri yeri biliyorlardı. Zelal bir kaç dakika her şeyi örgütledi, Agirî bir grupla yandaki tepeyi tutacak, diğer iki grup da çevre tepelerde mevzilenecekti. Hava kararıncaya kadar düşmanla temas yaşanmazsa o alandan çıkacak ve eyalet koordinesinin yanına gidilecekti.
’97 yılında eyalette araziye dayalı savaş taktiği geliştirilmişti. Bu taktik karşısında hazırlıksız olan düşman uzun bir süre araziye girememişti. Bir süre sonra düşman bu taktiği boşa çıkarmak için uçar birliklerle 1-2 saat içinde on bini aşkın gücü havadan indirmeyle araziyi tutacak bir örgütlenme geliştirmişti. Bu örgütlenmenin ilk denemesini ‘98’in Mart ayında eyalet konferansını boşa çıkarmak ve komuta kademesine toplu darbe vurmak için yapmıştı. Yoğun çatışmalar sonucu düşmanın ilk denemesi boşa çıkarılmıştı.
Düşman yeni örgütlenmesini ikinci defa ama bu kez daha da kapsamlılaştırarak o gece başlattı.
Hava kararınca bütün güç harekete geçti. Kobra sesleri kesilmediği için Zelal, operasyonun kapsamlı olduğunu tahmin edebiliyordu. Yanlarındaki güçte hasta ve gazi arkadaşların sayısı çoktu. Uygun bir düzenlemeyle gücün hafifletilmesi şarttı. Eyalet koordinesinin yanına ulaştıklarında acil düzenleme yapılmalıydı.
Öncü ve artçı gruplar ayarlandı. Agirî bir grup arkadaşla önden gidecekti. Zelal, Agirî’ye dikkatli olmasını, bir kopma durumu yaşanırsa buluşacakları noktanın adını söyledi. Gecenin karanlığında Agirî’nin gülümseyen dudaklarını görebiliyordu Zelal. Agirî’nin dudaklarından hiç eksik olmayan gülümsemesi...
Agirî öncü grupla birlikte yola koyuldu. Öncü grubun hareket etmesinden yirmi dakika sonra genel grup da harekete geçti. Bir süre ilerledikten sonra Zelal, Cihan’ı yanına çağırdı. Yanlarındaki küçük cihazdan düşman konuşmalarını dinliyor ve hareket tarzlarını anlamaya çalışıyorlardı. Zelal, düşman konuşmalarını Cihan’ın da dinlemesini istedi. Her ikisi de aynı sonuca ulaştılar. Öncü grup düşmanın görüş menziline girmişti. Konuşmalar devam ederken yaklaşık bir iki ay sürecek operasyonun ilk kurşunu sıkıldı. Ve ardından, gece kurşun sesleriyle doldu...
Bestler’de o gece kurşun yağıyordu. Zelal’in denetimindeki güç de çatışmaya girmişti. Zelal çatışmayı yönetiyordu. Bir saniye olsun durmuyor, tüm mevzileri denetliyordu. Agirî, Zelal’le bağlantı kurup durumlarının iyi olduğunu bildirdi. Zelal, Agirî’nin savaştaki hakimiyetine güveniyordu. Yıllardır savaş içerisinde büyük tecrübeler kazanmıştı Agirî. Zelal, hareket tarzlarına ve kendi durumlarına ilişkin Agirî’yi bilgilendirip başarılar diledi.
Ay ışığı çıkınca düşman kobralarla indirme yapmaya hız verdi. Kurşun, havan, roket seslerinden başka ses yoktu gecede. Çatışma alanı çembere alınmış, grup ikiye bölünmüştü. 11 bayan ve bir erkek arkadaş gruptan kopmuş, iki gücün arasına düşman indirme yapmıştı. Zelal, Agirî’yle yine bağlantı kurdu ve çemberi yarıp randevu yerine gitmelerini söyledi.
Gün ağarmadan çemberi yarmazlarsa bütün gücün imha olma ihtimali çok yüksekti. Yaklaşık bir saat süren çatışmaların ardından çemberi iki yerden yarmayı başarmışlardı. Belirledikleri yere ulaştıklarında şafak sökmek üzereydi. Çatışmalarda kayıp vermişlerdi. İki arkadaş yaralanmış ve 12 arkadaş çemberin içinde kalmıştı.
Zelal, telsizi dinliyor, düşman konuşmalarından çemberde kalan arkadaşlarla çatışmaya girilip girilmediğini anlamaya çalışıyordu. İlk kez denetimindeki arkadaşlar gruptan kopmuştu. Akıbetleri hakkında hiçbir bilgisi yoktu. Cihan, Zelal’in düşünceli halini görünce:
—Heval Zelal arkadaşlar büyük ihtimalle kendilerini sağlama almışlardır. Araziyi tanıyan, tecrübeli arkadaşlardır” dedi.
Zelal başıyla Cihan’ı onayladı. Agirî yanlarına geldiğinde tüm arkadaşların mevzilendiğini söyledi. Henüz sözünü bitirmemişti ki, savaş jetlerinin tiz sesleri gelmeye başladı.
Güne jetlerin rasgele attığı roketlerin kulakları sağır eden sesiyle başlamışlardı. Bulundukları yer ormanlıktı ama yapraklar henüz açmadığından kendilerini kamufle etmekte zorlanıyorlardı.
O gün öğlene kadar çatışmaya girmediler. Alanın her yerinde çatışmalar olanca hızıyla devam ediyordu. Düşman birçok tepeyi tutmuştu. Bu operasyondan alacağı sonucun bütün yıla damgasını vuracağını bildiğinden tüm gücünü seferber ediyordu. Gerilla gücü de savaştaki inisiyatifi ele geçirme kararlılığındaydı. ‘97’deki başarıyı ‘98’de kazanmayı hedefliyordu.
Tepeciler küçük cihazla bağlantı kurup düşmanın kendilerine doğru geldiğini söyleyince Zelal saldırı talimatı verdi. On dakika sonra düşman yine kobralarla indirme yaptı ve tüm güç çatışmaya girdi. Zelal’in denetimindeki güç yaklaşık bir bölüktü, düşman ise binlerce askeriyle yöneliyordu. Askerler çözümsüz kalınca kobralar ve jetler devreye giriyordu. Hava kararınca Zelal gücü topladı ve kendilerinden üç saat uzakta olan eyalet koordinesinin yanına gitmek için yola koyuldular. Ay ışığı çıkmadan arkadaşlara ulaşmışlardı.
Bulundukları yer, karşısındaki Herekol dağının tersine ağaçların çok az olduğu Piro dağıydı. Eyalet koordinatörünün yanında Garisa’ya geçecek güç de vardı. Zelal’in denetimindeki güçle birlikte sayıları oldukça fazlalaşmıştı. Kısa bir toplantının ardından düzenleme yapıldı. Güç üç gruba ayrıldı.
Zelal, Cihan’ın ilk fırsatta Cudi’ye geçeceğini düşünerek yanlarında kalmasının uygun olacağını belirtti. Eyalet koordinasyonu 45 kişilik güçle Herekol’un eteklerine gitti. 45 kişilik güçte dört bayan arkadaş vardı. Zelal, Agirî, Cihan ve Delal...
Bir gün boyunca Herekol’un eteklerinde konumlandıkları yerden hiç hareket etmeden beklediler. Alanın diğer yerlerinde çatışmalar sürüyordu. Aynı günün akşamında düşmanın bir gün önce bıraktığı ve bulundukları yerden yaklaşık otuz beş dakika uzaklıktaki yere gitmeyi kararlaştırdılar. Yeni yerleri düşmanın iki tugayının arasındaydı. Tutulmayan tek yer orasıydı. Herekol ve Piro arasında kalan yer taşlık bir dere yatağıydı.
Nokta değişikliği yapacakları zaman bir kişinin kaçtığını fark ettiler. İhanet karanlık yüzüyle yine kendisini göstermişti. Özgürlük mücadelesi emekti, sevgiydi ve tüm insanlığı sığdırabilmekti yüreğine. Karanlık bakışlı ihanet bunları başaramayacak kadar yüreksizdi. Bunun için de insanlığı yok etmek isteyen efendilerinin yanında soluğu almıştı, hem de bir dönem sonra onların da kendisini kabul etmeyeceğini bile bile...
Kaçan kişi bildiği her şeyi anlatmıştı düşmana. Eyalet koordinesinin orada olduğunu öğrenen düşman, elli bini aşkın gücünün büyük bölümünü Herekol-Piro arasındaki alana kaydırdı. Kaçan kişi bütün bilgileri düşmana vermişti. Kendisine verilen ödül ise, kendisi gibi olanların hepsine söylenen ‘kendi halkına hayrı dokunmayanın bana hayrı olmaz’ sözü ve şakağına sıkılan kurşundu...
Akşam olduğunda koordinasyon gücü yerini değiştirirken, fosfor yeşili gözlerin kendilerini izlediklerinden habersizdiler. Düşman tepelere kurduğu termal kameralarla gücün hareketini izliyordu. Koordinasyonun gücü noktaya ulaştıktan sonra düşman noktanın çevresini sarmış, saldırı kollarını hazırlamıştı. Arazi taşlık ve engebeli olduğundan hiçbir arkadaş düşmanın hareketini fark etmemişti.
Ve sarı tepsi ışıklarını sunmadan doğaya, kurşun sesleri yine başladı. Serin rüzgar baharın taze kokusunu değil, barut ve kan kokusunu taşıyordu. Operasyon tüm yoğunluğunu Herekol ve Piro dağlarına taşımıştı. Koordinasyon gücünün olduğu yerde yoğun çatışma başlayınca, Herekol dağındaki hareketli gerilla birliği de düşmana saldırıp, dikkatleri kendi üzerine çekerek arkadaşların çemberden çıkmasını sağlamak istiyordu.
Dere yatağında çatışma şiddetlenince koordinasyon gücü savunmalı bir biçimde dere yatağının yukarısına doğru çıktı. Düşman her türlü tekniği kullanıyordu. Kobraların, savaş jetlerinin attığı roketlerle taşlar tuzla buz olmuştu. Düşman tüm gücü imha etmekte kararlı gibiydi.
Eyalet koordinesinin ve Zelal Arkadaş’ın yanındaki arkadaşlar, onları çatışma sahasından çıkarmak için ısrar ediyorlardı. Yanlarındaki gücü düşmanın içinde bırakıp, oradan ayrılmayı kabul etmeyen Eyalet Koordinesi ve Zelal Arkadaş gitmeyeceklerini söylediler.
Zelal arkadaş, gitmeleri için dayatan arkadaşlara dönerek “gitmiyoruz, tepeyi tutup çatışalım” deyince, bütün arkadaşlar mevzilendiler. Üst taraftaki tepenin, düşmandan önce tutulması gerekiyordu. Eyalet Koordinesi, Zelal, Delal, Agirî, Cihan, Serhildan, Adıl, Mahir arkadaşlar ilk etapta tepeye çıkanlardı. Onlar mevzilenene kadar dört arkadaş daha gelmiş, geriye kalan arkadaşlar da yamaçlarda mevzilenmişti.
Düşman tepeye çıkan gücü görünce kobra ve jetlerle saldırdı. Bir yandan hava saldırısı yaparken, diğer taraftan da karadan hareketle gücü imhayı hedefliyordu.
Tepeye ulaşan grup silah şişleriyle mevzi kazdı. Zelal ve Delal ilk mevzideydi. Agirî ve bir erkek arkadaş onların sol tarafındaki kayalıkların yanına geçmişlerdi. Cihan ve Serhildan arkadaşlar ise karşı tarafa geçmeyi başarmış, oradan gelen saldırılara cevap veriyorlardı.
Zelal, kurşun yağmurları altında tüm mevzileri denetliyor, talimatlar veriyordu. Her saldırının püskürtülüşünde Zelal’in zılgıtı kurşun seslerine baskın geliyordu.
Zelal zılgıt çalmayı anasından öğrenmişti. Kadının anlatamadığı duygularının ifadesidir zılgıt. Acının, sevincin, kederin, mutluluğun, coşkunun, zaferin, baş eğmezliğin, isyanın zılgıtla yaşam bulmasıdır kadının dilinde. Kadının sözcüksüz ve tarih kadar eski türküsüdür zılgıt...
Zelal o günkü tilililerinde isyanın, baş eğmezliğinin, özgürlüğün türküsünü söylüyordu. Tililileri, kurşundan daha öldürücüydü düşman için. Karşısında böyle ustaca savaşanın bir kadın oluğunu bilmek düşmanı çılgına çeviriyordu.
Zelal bir saldırıyı daha geri püskürtmenin coşkusuyla zaferin türküsünü dillendirdi. Diğer mevzilere bakmak için yan mevziiye geçerken tililisini devam ettiriyordu.
Düşman onlarca suikast birimini oraya toplamıştı. Zelal’in hızına saatlerdir hiç birisi yetişememişti. Ta ki o ana kadar. Zelal’in türküsü bir anda kesilince, tüm seslere rağmen sağır sessizlik kaplamıştı her yanı. Agirî büyük bir hızla kendisini Zelal’in olduğu mevziiye attı.
Gece karası gözlerinin üzerine dökülen saçlarının arasından kan sızıyordu Zelal’in. Sular gibi duru yüzünün sol tarafına sızıyordu kan. Gözlerinde sakin bakışları vardı yine. Birazdan kalkıp yine herkese talimat verecekti sanki. Ama türküsü yarım kalmıştı dudaklarında. Agirî, Zelal’e sıkıca sarıldı. Hiçbir şeyle ifade edemiyordu kendisini. Zelal’le birkaç gün önce yaptıkları konuşmayı anımsadı. Zelal:
—Zilan Arkadaş’ın türküsünü devam ettirmeliyiz” demişti. Türküyü en güçlü söyleyenlerden biriydi Zelal. Agirî, Zelal’in başının altına kefiyesini koydu, alnındaki kanı silerken, çektiği tililileriyle Büyük Komutanının, yoldaşının şahadetini tüm Botan’a anlatıyordu. ‘Türkü yarım kalmayacak’ diyerek Zelal’i kan sızan alnından öptü. Onun silahını alarak Eyalet Koordinesinin yanına gitti.
O süreçte Eyalet Koordinesi olan arkadaş;
- “Agirî arkadaş bulunduğum mevziye geldi. ‘Zelal arkadaş şehit düştü. Bu onun silahı ve raxtıdır’ dedi. Benim silahım da M-16 olduğu için ‘sen kullan’ dedi. Yaralandığımı fark edince ‘sen yaralanmışsın, buradan çık, gerideki mevziye git’ dedi. Kolumdan tuttu ve o mevziden çıkmam için ısrar etti. O anki durumu anlatmak çok zor. Beni zorla tutması, çekmesi, şu an anlatamıyorum. Ona mevziinin önemli olduğunu ve ‘savunmasını yapıp, yapamayacağını’ sordum. Agirî arkadaş çok keskin olarak: “Sen geriye git, mevziiyi elbette tutabilirim’ diye cevap verdi. Agirî’nin cesaretini sözcüklerle anlatmak çok zor. Mevziide sonuna kadar kaldı” biçiminde anlatıyor.
Zelal’in bakışları Agirî’nin aklından hiç çıkmıyordu. Zelal’in tilililerini halen duyuyor ve ondan güç alıyordu. Sıktığı kurşunlar, Zelal’in intikamını almak içindi.
Düşman en fazla onun bulunduğu mevziiye yöneliyordu. Onlarcası, yüzlercesi ard arda geliyordu. Ama Agirî ateş olmuştu. Kurşunlar söndüremezdi ateşi. Ateş gürleşiyordu, ateş Agirî’nin yüreğindeydi. Özgürlüğün soluğuyla gürleşiyordu ateş. Agirî barut kokularını değil, özgürlüğü soluyordu. Savaştıkça özgürleşen ve güzelleşenlerin türküsü dilindeydi Ateşin kızının...
Düşman iki taraftan Agirî’in bulunduğu mevziiye yönelince, ateşin kızının sesi yükseldi:
“Şer şerê çi jine çi mere” ardından sarıldı silahına, bir eliyle silahını kullanırken, diğer eliyle de bomba atıyordu. Düşman sonuç alacağını düşündüğü saldırıda geriye çekilmek zorunda kaldı.
Sekiz saattir devam eden çatışmadan düşmanın ağır kayıpları vardı ve cenazeleri almak istiyordu. Bu nedenle de saldırılarını yoğunlaştırıyordu. Diğer mevziilerdeki arkadaşlar ısrarla Agirî’yi bulunduğu mevziden çıkarmak istiyorlardı. Ama Agirî onların sesini duymuyordu. Kendisini mevziiyi ele geçirmek isteyen düşmana cevap vermeye kilitlemişti.
Agirî düşmanı geri püskürttüğünde, Zelal’in yanında olduğunu düşünüyor ve yüreğinin sıcaklığıyla gülümsüyordu ona. Buğday sarısı saçlarına taktığı tokası çözülmüştü ve saçları omuzlarından aşağı dökülüyordu. Şutiğinden küçük bir parça keserek saçlarını topladı. Basret’in eteklerindeki köyü anımsadı. Çocuklarla oynadıkları oyunları.
Bir gerilla komutanıydı, çocuklarla oyun oynamasını herkes ilk başta yadırgamıştı ama daha sonra Agirî’nin çocuklarla oynarken yaşadığı mutluluğa tanık olduklarında kimse eleştirmemişti onu.
En çok da yakalamaca oynuyorlardı çocuklarla. Bir keresinde yine çocuklarla oynarken ayağı takılmış yere düşmüştü. Onu kovalayan küçük Cevo, Agirî’nin yanına gitmiş, ona sıkıca sarılıp ağlamıştı. Sanki düşen Agirî değil de kendisiymiş gibi. Sonra çocuk sıcaklığıyla Agirî’nin saçlarını açmış, küçük elleriyle örmeye çalışmıştı. Agirî, Cevo’yu kollarının arasına alıp onunla güneşi izlemişti. Ardından toprağa uzanmış, sıkıca kapatmıştı gözlerini. Cevo onu uyandırmak için her şeyi yapmıştı ama başaramamıştı...
Serseri kurşunlar Agirî’nin gün yanığı tenine saplandığında Basret’in eteklerinde Cevo’yla oyun oynuyordu. Cevo bir daha uyandıramayacaktı Agirî’yi. Agirî ateş olmuştu. Agirî çığlık olmuştu. Agirî çocukların gülüşlerinin sonsuzlaşması için kendisini ölümsüzleşen öze katık etmişti...
Bir can daha karışmıştı toprağa. Yoldaşları Agirî’in şehadetinden habersiz, savaşıyorlardı. Delal’in bulunduğu mevziye iki arkadaş gelince, O, Eyalet Koordinesi olan arkadaşın yanına gitti. Mevzi küçük ve sağlam değildi. Delal, Koordine arkadaşla birlikte o mevziiden çıktı, ama daha sonra tekrar o mevziiye döndü. Önemli bir mevziiydi. Kimse Delal’in tekrar o mevziiye döndüğünü fark etmemişti.
Uçakların bombardımanı durunca kobralar devreye giriyordu. Yere düşen her roket yüzlerce parçaya ayrılıyordu. Kızgın demir parçalarından birisi Delal’in genç kız bedeninde soğudu. Delal, anasının koynuna uzanırcasına, usulca uzandı toprağa. Silahı ellerinde huzurlu uykusuna daldı anasının ‘lori’ler’ni dinleyerek. Hiç görmediği ama kahramanlık öyküleriyle büyüdüğü amcasının, PKK’nin öncülerinden Mehmet Hayri Durmuş Yoldaş’ın ellerinden tutmuştu.
Delal, “Hayri Durmuş Yoldaş’a layık olacağıma söz veriyorum” diyerek anasının elini öpmüş, onun hayır duasını alarak ülkeye gelmişti. Düşmanın yoğun baskıları nedeniyle Kürdistan’daki birçok aile gibi Delal’in de ailesi Avrupa’ya çıkmıştı. Delal her fırsatta “heval burada nefes alamıyorum. Bir an önce ülkeye gitmeliyim” diyordu. Bir süre Avrupa’da kitle faaliyetlerinde kalmıştı. Ülkeye gelmek için kendisini dayatmış ve sonunda bunu alan yönetimine kabul ettirmeyi başarmıştı.
Delal, ülkeye geleceğini Avrupa TAJK Konferansında öğrenmiş ve sözünü orada vermişti. Mikrofonu eline alınca hiçbir şey söylemeden ağlamaya başlayınca, konferanstaki yabancı konuklar ne olduğunu anlayamamışlar. Delal
-“Gözyaşlarım mutluluğumdandır. Bu duyguları ülke topraklarına duydukları özlemden yüreği yananlar anlar” demiş ve sözünü vermişti.
Ülkeye geldiğinde toprağı avuçlamış, onunla konuşup, hasretini anlatmıştı toprağa. En büyük hayali ülkesinin her yerini dolaşmaktı. İlk durağı Botan olmuştu Delal’in.
Botan’ın en zorlu alanlarında kalmıştı, bulunduğu her ortamda fedakarlığı ve zorluklar karşısındaki direnişçiliğiyle tanınırdı. Çabuk pes etmez, “insanın başaramayacağı hiçbir şey yoktur” derdi. Ülke topraklarını adımladıkça hasretinin daha da arttığını söylüyordu. En çok da bahar ve yaz mevsimlerini seviyordu. Topraklarının rengarenk oluşunu izliyor, suların yanaklarını süsleyen nilüferlerle sohbet ediyordu.
Nilüfer ve Delal...
Suları süsleyen nazlı çiçektir nilüfer.
Ve ülkesinin topraklarını daha da güzelleştiren nazlı bir nilüferdir Delal...
1-2 saat sonra akşam olacaktı. Düşman, gerillanın karanlığa hakimiyetini bildiğinden, son iki saatte sonuç almak istiyordu. Yüzlerce kaybının olmasına rağmen güç takviyesi yapıyor ve saldırılarını daha da şiddetlendiriyordu. Düşmanın ağır kayıpları karşısında, koordinasyon gücünün dört kaybı vardı. Direniş büyük bir görkemlilikle devam ediyordu.
Cihan ve Serhildan Arkadaşların bulunduğu mevzi, diğer mevziilerden uzaktı ve arkadaşları göremiyorlardı. Çatışmaların en yoğun olduğu yerlerden birisi de onların bulunduğu mevziiydi.
Düşman sürekli olarak ‘teslim ol’ çağrılarını yapıyordu. ‘Teslim ol’ çağrısı yapıldığı her an Cihan’ın intikam hırsı daha da artıyordu. Çağrılara cevabı, silahının namlusundan çıkan mermileriydi. Düşmanın zavallılaştığını, ağır kayıplar verdiğini yaptığı çağrılardan anlıyordu Cihan. Buna onlarca kez tanık olmuştu. Düşmanın umutsuzluğu Cihan’ı sevindiriyordu. Bu dağlarda yaşamın yok edilemeyeceğine kanıttı düşmanın umutsuzluğu.
Tanklarına, uçaklarına, on binlerce askerine güveniyordu yaşamı yok etmek için. Ama ‘umuda kurşun işlemeyeceğini’ bir kez daha anlayacaktı, anlıyordu. Umut ağacı şehitlerin kanıyla sulanıyordu bu ülkede. “Bizde olan ama düşmanda olmayan en büyük ve savaşın sonucunu belirleyecek olan bir silah var heval Serhildan. Adı Umuttur, Umut” dedi Cihan. Serhildan “Umut” diye karşılık verdi Cihan’a.
Düşman diğer mevzilerdeki gücünün yarısını Cihan’ın olduğu mevziiye yöneltmişti. Mevziinin üst tarafından sızma yapan düşmanın bir kolu üst taraftan tarama yapınca Cihan ve Serhildan Yoldaşların dudaklarından bir sözcük çıktı ‘Umut...’
Cihan, bir zamanlar “Çiyayê Agirî’nin gözleri ne renk” diye sormuştu. Ve kurşunlar saplanınca bedenine, ateşin sırrına eren kelebek oldu Cihan.
Çiyaye Agirî’nin gözlerinin hangi renkte olduğunu bir Cihan, bir de Cihan gibi ateşin sırrına erenler bilir...
Ve tarih 14 Mayıs 1998. Bestler, tarihin en büyük direnişlerinden birisine daha tanık oldu. Yaşamı yok etmek isteyen düşmana karşı, dört can, dört kadın gerilla özgürlüğün ve umudun türküsünü söyleyerek cevap verdiler.
O türkü binlerce yıl önce yine bu topraklarda doğmuş ve sonra da kölelik, eşitsizlik ve sömürü tarihinin yaratanlarınca karanlıklara gömülmüştü.
Ve binlerce yıl sonra yine bu topraklarda türkü duyulmaya başlandı. Umudun türküsü, kutsal toprakların bağrından çıkan, insanlığın kurtarıcısı Başkan APO tarafından karanlıklardan çıkarıldı. Umudun türküsüyle birlikte kadın da karanlıklardan çıktı ve umutla aydınlanan yolda özgürlüğe yürümeye başladı.
Çürümüş düzenin temsilcileri, kadının özgürlük umudunun türküsünü susturmak, yaratılan yaşamı yok etmek için bütün güçleriyle yöneldiler. Saldırılarının durmadığı günlerden birisi de ‘98’in 14 Mayıs’ıydı. Elli bini aşkın asker, onlarca tank, savaş jetleri ve kobralar hiç durmadan ölüm yağdırdılar yaşama, öldürebileceklerini düşünerek ama yaşam bu toprakların kendisiydi. Kurşunların işlemediği UMUT bu toprakların mayasında vardı.
Saldırıların en çok yaşandığı yer Herekol ve Piro dağlarının arasıydı. Zelal, Agirî, Cihan ve Delal de oradaydılar. Dillerinde özgürlüğün umudunun türküsü. Kadın bu türküyle karanlıklardan kurtulmuştu ve kimse susturamazdı türküsünü. Sonsuzlaşan türkünün en güçlü söyleyenlerinden oldular Zelal, Agirî, Cihan ve Delal...
Umudun türküsünü karanlıklardan kurtaran Başkan APO, büyük savaş komutanlarının şahadetlerinin ardından şunları söyledi:
“Botan eyaletindeki arkadaşlar savaş konusunda iyi bir tecrübeye sahip olmuşlardır. Aslında bu son şahadetler, yani Zelal arkadaşlar bir çalışma sahibiydiler. Bu şahadetler için aslında YAJK büyük bir sesin sahibi olmalıdır. Hatta merkez gibi büyük bir örgütlenmenin Botan’da da hazırlanması gerekiyor. Botan’da savaşla yaratılan yaşamın büyük bir anlamı vardır ve büyük bir sorumluluk istiyor.
.... İşte Zelal Arkadaşları da gördük. Anılarına verilecek en iyi karşılık, koruyabilen, geliştirebilen, yönetebilen, hatayı-eksiği duygusal değil, objektif değerlendirebilen, bu konuda kendisini zorladıkça yeniden yaratabilen bir gelişmeyi sağlamaktır.
.... Hem Zelal Arkadaş’ın, hem de yanında şehit düşen arkadaşların şahadetlerinden çıkarılması gereken sonuç: aslında savunmaları yapılabilirdi. Bu şahadetle büyük bir fedakarlık ruhu, cesaret rolünü oynadığını sanıyorum, olumsuz değil, fakat çok fazla hareketlilik zararlı olabiliyor. Bu biçiminde fedakarlık, eğer çok zorunlu olmazsa üzerine gitmemek gerekiyor.
Bu şahadetlerin anısına rolünüzü oynayabilirsiniz. Bu arkadaşlar unutulacak arkadaşlar değildirler...”
Kadın Özgürlük Mücadelesi’nde umudun türküsünün sonsuzluğa kendilerini katık ettiler Zelal, Agirî, Cihan ve Delal.
Ve umudun türküsü şimdi binlerce kadın gerilla dilinde Mezopotamya topraklarında söyleniyor...
* 14 Mayıs 1998’de gerçekleştirilen operasyonda 23 arkadaş şehit düştü. Operasyon 26 gün devam etti. Düşman beklediği sonucu alamadan, yüzlerce kayıp vererek geri çekildi.
Zelal Arkadaş’ın denetiminde gruptan kopan 12 arkadaş, daha sonra Parti’ye ulaştı. Zelal bunu duymadı ama onlar Zelal’in dudaklarında yarım kalan türküsünü devam ettirmeye ant içtiler. Binlerce yoldaşları gibi...
Mücadele arkadaşları
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 9 Temmuz günü saat 21.00 sularında Van’ın Gürpınar ilçesinde bulunan Dukan Karakolu’nun nizamiyesi ve mevzilerine yönelik olarak gerillalarımız tarafından bir eylem gerçekleştirilmiştir. Mevziiler ve Nizamiye’deki askerlerin karakola kaçmaları sonucu karakolun kendisini de kapsayan eylem sırasında yaklaşık 40 dakika süren bir çatışma yaşanmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 10 Temmuz günü (bugün) 03.00-04.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Zağros’un Mamreşo ile Avaşin-Basya hattına yönelik olarak TC ordusuna bağlı savaş uçakları hava saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 8 Temmuz günü 17.00 ile 18.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanları’na bağlı Zağros’un Şeytan Kayası, Kartal Tepesi yamaçları, Şehit Fırat tepesi Kîye köyü ve Avaşin Basya hattı alanlarına yönelik olarak TC ordusu tarafından obüs ve havan saldırısı yapılmıştır. Yapılan saldırı ardından başlayan yangın halen devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Yirmi gün önce Kelkit dağlarında.
Bir hafta önce Berwari’nin Osyan ve Aqiri köylerinde.
Şimdi de Şemzinan Bedeve köyü civarında.
Tarih tanıklık ediyor Turanilerin vahşiyane hovluğuna.
Kürtler ve Kürdistan Şeyh Said Serhıldanında, Zilan’da ve Dersim’de tanıktır.
Turanilerin bu vahşiyane hovluğuna.
Kürtler ve Kürdistan PKK direnişinde tanıktır.
Turanilerin bu vahşiyane hovluğuna.
Bu hovluğu yapan Turaniler ne insandır ne hayvandır.
Bu hovluğu yapan Turaniler virus soyludur.
Bu hovluğu yapan Turaniler dağa düşmandır.Ormana düşmandır.
Ota düşmandır.Yosuna düşmandır. Canlı ve cansız adına ne varsa hepsine düşmandır.
Bu hovluğu yapan Turaniler yekun olarak bitkiye, hayvana ve insana düşmandırlar.
Bu hovluğu yapan Turanilerin bu Cihanda varolmaması gerektiğinin zamanı gelmiş ve geçmiştir.
Çünkü bunlarlarda, ne ahlak var ne din nede iman.
Çünkü bunlarda, vicdan adına ne adalet var, ne de insan adına bir duygu var.
Çünkü bunlarda, kırım var.Katliam var.
Çünkü bunlarda, barbarlık var. Talan var.
Çünkü bunlarda, canlı düşmanlığı adına, insana düşmanlık adına ne ararsan var.
Çünkü bunlarda, yiğitçe savaşmak yok.
Çünkü bunlarda, yiğitçe vuruşmak yok.
Çünkü bunlar, gerilla cenazelerine tecavüz edecek kadar alçaklaşmış karekter var.
Çünkü bunlar, yiğitçe vuruşamadıkları için neredeyse her eylemde her çatışmada kimyasal silahla kullanacak kadar savaş suçunu işleyen zihniyet var.
Çünkü bunlar, Saddam’dan da daha gaddar olan yapısal bir ırkçılık var.
Çünkü bunlar Hitlerden de daha aşağılık bir şekilde sinsice cenazelere yapılan işkenceler var.
Bunların vahşiyane hovluğu, bunların bitişidir.
Bunların vahşiyane hovluğu, Kürtleri sindirmeyecektir.
Bunların vahşiyane hovluğu, gerillayı daha da intikam duygusuna sürekliyecektir.
Bunların vahşiyane hovluğu, Kürt genç kızları ile erkeklerini dağlara yöneltecektir.
Bunların vahşiyane hovluğuna karşı Kürtler, bugünden itibaren yeri ve göğü inleterek Kürdistanı ve metropolleri ceheneme çevirecek şekilde serhıldana kalkacaktır.
Dağ kaplanı Şehit Kahraman adına, Dağların Şêri Şehit Hebun adına, Farqin’den Kelkit dağlarına özgürlük stranını taşıyan Amed Sendoz adına, Norşin’in yiğit kızı Avaşin adına, kafası paramparça edilen Ş.Sipan ve O’nun vakurca duruşlu annesi Gulistan adına Serhıldana kalkmak Kelkit, Berwari, Beytulşebap ile Şemzinan şehitlerinin vasiyetidir.
Serhıldana kalkmak devşirmelerin partisiAKP ile Başbuğ gibi devşirmelerin ordusu Türk ordusunun katliamcı ve cellatlık yüzünü dünyaya duyurmaktır.
Bunların bu vahşiyane hovluğuna karşı intikam alalım demek serhıldana kalkmakla olur.
Bunların bu vahşiyane hovluğuna karşı bundan sonra AKP adına Kürdistan’da ne, neler ve kimler varsa defnetmek her onurlu Kürdün namus borcu olmalıdır.
Bundan sonra AKP kokusunun bile Kürdistan’a girmemelidir.
Çünkü AKP soykırım suçunu işlemiştir.
Çünkü AKP İslama karşıda düşmanlık yapmıştır.
Bunların bu vahşiyane hovluğuna karşı bilenmek, gerillaya katılmakla olur.
Bu andan itibaren her anı bir özgürlük direnişine, bir intikam eylemine dönüştürmek son şehitlerin emridir.
Şehitlerin bu emrini yerine getirmeyen her kim olursa olsun O artık insan olamaz.
Kendine insanım diyen her Kürt Turanilerin bu alçaklığını karşı başkaldırmalıdır.
Bu rejimi tarihten silmek herkesin görevidir.
Ey alçaklamış devşirme AKP’liler, ey alçaklaşmış devşirme Türk ordusu mensupları bu andan itibaren bu cihanda varlığınız bir meşrutiyeti kalmamıştır.
Bilinki vahşetiniz sizi bitirecek, Kürtleri bileyerek direnişe kanalize edecek ve özgürleştirecek.
Özgür Bilge
- Ayrıntılar
Acının her türlüsü yaşanır da, bunlara ad takmak ya da ciddi olarak yorumlamak yaşayanlardan ziyade görenlerin, duyanların ve bilenlerin vicdani mukayesesi sonucu dilden dile dolaştırılır… Böylelikle öteden beri Kürt kültüründe olduğu gibi sözlü anlatım sanatı olarak bu acılar ve yaşanılan her türlü öfke bir sonraki kuşağa toplumsal bellek olarak aktarılır. Neyse bunları kısa olarak yazmak gerekiyor, konumuz toplumsal bellek değil de, yaşanılan acılar ve öfke karşısında gösterilmesi gerekilen hakkaniyet ve adilane insanlık duruşudur.
Yaklaşık otuz beş yılı aşkın bir süredir yürütülen özgürlük mücadelesi ve onun kahramanlaşan halkı bu iradi duruşu ve onuru en ufak bir tartışma konusuna yer bırakmayacak şekilde sergilemiş bulunuyor. Bundan sonrasında da bunun artarak devam edeceği aşikar olan bir husustur.
Geriye kalan ise bu yaşanılanları izleyen ve gören ve duyan diğer yığınların yaklaşımı da bugünün yaşanılanları ve sergilenen tavırlar doğrultusunda değerlendirme konusu olmaktadır.
Kısacası sözünü etmeye çalıştığımız aydın, yazar-çizer takımının bu konulardaki yaklaşımları siyasi bir yaklaşımdan ziyade, insanlık vicdani ve sesi olma yolundaki karakterlerine yönelik ciddi anlamda bir turnusol kağıdı olmaktadır.
Özellikle belirli bir kesim tarafından bu tür yaklaşımların bilinçli bir şekilde geliştirildiği ve yaşanan acıları ve vahşeti, “Taraf”sız ve bağımsız bir şekilde geliştirmelerinden ziyade daha çok askeri kayıplar karşısında hümaniter ve insanlık vicdanı ve duyguları konusunda yüksek perdeden atan kesimlerin, katliamların ve acının Kürtlere düşen payında ise tam anlamıyla üç maymunu oynamaktadırlar. İşte bu acıların hafifletilmesine ya da çözümün gelişmesine katkı sunamadığı gibi Kürtleri bir kere daha acıya ve vahşete sevk eden bir durum olmaktadır.
Aslında bunlar yeni olan konular ve hususlar değildir. Yani söz konusu olay karşısında elbette ki kimse Amerika’yı yeniden keşfetmiyor. Fakat bu şerefsizliğin ve alçaklığın sözümüz ona insani kurtuluşun, eşitliğin ve kardeşliğin her türlü argümanının kullanılmasına ve zevahirde böylesi bir amaca yönelik geliştiriliyormuş gibi bir atmosferin yaratılmaya çalışılması ise; tek kelimeyle dibe vurmuş bir insanlığın dışa vurumu ve prangalanmış vicdanların terazi kantarlarındaki aldatmacaları olmaktadır.
Özellikle son dönemde devlet erkanı ve basın yetkilileri arasında gerçekleşen toplantılar ardından bu tür yaklaşımların yoğunlaşması, kapalı kapılar ardında satılan insanlık onurunun, piyasaya sunulan insanlık vicdanının ve reyting/tiraj kaygıları ile bağımsız yorumlarının ortaya çıkamaması bugün çok net bir şekilde gözler önüne çıkmaktadır.
Gelinen noktada Kürt halkının bu ve benzeri satılmış kesimlere itibar etmeyeceği çok net bir gerçektir.
Gelinen noktada Kürt halkı; süslü laflarla ve ölen her asker karşısında bu duruma bir “dur” diyelim naraları karşısında, yine bu halkın onurlu, şerefli evlatlarına yönelik sürdürülen katliamlar karşısında ise avucunu ovanlara kesinlikle itibar etmeyecektir.
Bu satılık sürünün bu yaklaşımları sorunların çözümüne katkı sunması elbette ki, hocanın göle maya çalması gibi bir şeydir. Fakat bu yaklaşımların yani bu minvalde yürütülen özel savaş konseptinin Kürtleri rahatsız ettiği de bilgiye sunulan bir nokta olmaktadır.
Öyle bir dönemden geçiyoruz ki; ister (sözde) STK olsun, (sözde de) yazar-çizer takımı olsun bu bıçak sırtındaki siyasi zeminde duruşunu ve tavrını net bir şekilde ortaya koymak zorundadır. Öyle ortada durarak, askerler karşısında barış, çözüm ve savaş karşıtı naralar atan, ama Kürtlerin uğradığı haksızlıklar karşısında ise “elveda Alyoşa” romansı gibi sus-pus olanların bu döneme çok acil bir şekilde dikkat etmesi gerekmektedir. Binlerce Kürt gencinin ve kahraman Kürt halkının dediği gibi gün gelir, devran döner; “Bu ateş onları da yakar!...”
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
“İdamlar 28 Haziran’ı 29’una bağlayan gece, saat 03.00’ten itibaren, şehrin Dağ Kapısı’nın dışında gerçekleştirildi. Açılan hendeklere yan yana dizilen ölülerin, halen Diyarbakır Orduevi Bahçesi ile Alman Hastanesi’nin arasındaki bölgede yattığı rivayet olunuyor “ böyle yazıyor bir tarihçi.
Bir devlet ki katlettikleri insanların ölülerinden korkuyor. Bir devlet ki katlettikleri insanların cenazelerini ailelerine vermekten korkuyor. Kendilerince gerekçeleri var. Bunlar da; mezarları türbeye dönüştürülür, kıble olur, kutsallaştırılır.
Mademki katlettiğiniz insanlar şaki, çete, halk düşmanı, yeni deyiminizle terörist diyorsunuz, o zaman neden öldürüldükten sonra kutsallaştırılsın ki? Neden o insanlar kahraman sayılsın ki?
Madem bölücü, madem kardeşkanı dökücü ve mademki eşkıya hem de zoraki halkın malına, varlığına ve namusuna el koymuşlar, neden halk onlara tapsın ki? Neden halk onları kendilere taç kılsın ki?
Evet, böyle onlarca belki de yüzlerce soru sorabiliriz. Ve her bir soruya verilecek onlarca cevap mutlaka da bulunur herhalde.
Çok uzatmadan bir devlet ki elinden her türlü öldürücü silah var neden bu kadar hileye, komploya, üçkâğıtçılığa ve kalleşliğe başvurur? Bir devlet ki “vücutlarında akan kan asil kandır” ve “ilk insanlık onlardan türemiş” ve tabii ki “tüm dünyaya sadece bir taneleri bedeldir.”
Evet, bu kadar kudretli bir devlet neden ölü insanların bedenlerinden bu kadar korkar ki?
Bu soruya ya da sorulara cevap vermek için herhalde katledilenlerin, idam sehpalarında insafsızca sallandırılanların son sarf ettikleri sözlerden yola çıkarak bulabiliriz.
Bir Cibranlı Xalit-Azadi örgütünün kurucusu ve önderliğidir-“Karşınızda yalnız değilim. Arkamda İran, Mezopotamya ve Türkiye'de muazzam bir Kürt ulusu bulunmaktadır. Bugün beni asıyorsunuz, fakat hiç şüphemiz yoktur ki yarın torunlarımız de sizleri yok edeceklerdir“ demiştir. Ve bu sözler katledenler için oldukça korkutucudur, ürkütücüdür.
Bir Yusuf Ziya “Bize mevki ve rütbe bahşetmek Suretiyle bizi aldatabilirsiniz endişesi içindeydim. Şükür Allah'a ki bizi mermi ve iple karşılıyorsunuz ve bundan dolayı biz hiç pişman değiliz. Verdiğiniz ders sayesinde torunlarımız öcümüzü alacaklardır” demiştir. Ve Yusuf Ziyaların torunları bugün o katliamların hesabını misliyle ödüyorlar.
Bir Şeyh Abdulkadir “Zaten sizler yakma ve yıkma konusunda büyük bir şöhrete sahipsiniz. Burasını da Kerbela'ya çevirdiniz. Şunu biliniz ki dehşet ve insafsızca sömürü ile şan ve şeref kazanılmaz” demiştir. Başka sözler de ekleyerek. Şeyh Abdulkadir’in son sözünü buraya almasakta, faşist bir devletin bugünkü başbakanı İsrail devletine “sizin nasıl insan öldürdüğünüzü, çocuk öldürdüğünüzü bilirim” derken önce Şeyh Abdulkadir’i-ki bir dönemler Osmanlıda Senato başkanlığı yapmış biridir-bu One Minute başbakanın okumasını öneririz. Yakma ve yıkmada kimin şöhret sahibi olduğunu bilmesi için de olsa iyi olurdu.
Bir. Avukat Tevfik “Cesedimi bütün dünyaya gösteriniz ve herkes bilsin ki kişisel haklar için değil, ulusal haklar için savaşıyorum. Yaşasın Kürdistan!... “ derken Binbaşı Kasım’ınızı, Hormek aşiretini ve Nazım Hikmetin dediği gibi “bilmem kaçıncı tuğuna ettiğim ” cümle cemaat işbirlikçilerinizi, hainlerinizi, fesatçılarınızı, fırsatçılarınızı ve de bugün Kürt halkına arkadan bıçak sallayan o beyaz dönmüş, Converso, Mangurt Kürt çıyanlarınızı kast ettiğini herhalde bilecek düzeydesiniz.
Bir Şair Mola Abduhraman “Sefiller!... Sizi ayağımızın altında çok alçak ve küçük görüyorum. Biliniz ki Kürt bir ağaç değildir, ölür fakat eğilmez!.. “ evet, kürdü vurabilirsiniz ama asla boyun eğdiremezsiniz. Hele hele bu halk yeniden doğmuşken, yeniden kendini küllerinden yaratmışken bu daha da böyledir.
Bir Hanizade Şair Kemal Fevzi “Cennet Kürdistan bizimdir. Ev sahibi biziz ve kim ne derse desin biz yine içeri gireceğiz, buna hiç bir güç engel olamaz, çünkü O bizimdir....” Kimin beğenmezse bu ülkeyi, bu toprakları terk edip gitmesi gerektiğini Şairimiz çok çarpıcı cümlelerle dile getiriyor.
Ve birde ulu çınarımız, pir u kalımız, onur abidemiz Şeyh Said “Dünya yaşantımın sonu geldi. Ulusum için kurban edildiğimden dolayı pişmanlık duymuyorum. Yeter ki torunlarımız bizi düşmanlarımızın önünde mahcup bırakmasınlar “ demiştir. Ve Şeyh Said’in torunları bugün Şeyh Saidleri ve cümle cemaat bu halk için emek saffetmiş, kan akıtmış, çabalamış ne kadar direnişçi varsa hepsini hak ettikleri yere koyuyor. Onure ediyor. Unutulan o tüm kutsal değerleri yeniden tarihin sahnesine çıkarıyor. Ve öyle ki faşist devleti yaptıklarıyla her gün yüz yüze getiriyor. Ve daha da getireceğine dahil söz veriyor.
Evet, birde Şeyh Said isyanı’nı daha doğrusu direnişini birde bu pencere de bakmak anlamlı olacaktır.
Devam edecektir.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
9 Temmuz 1937 yılında kendilerini TC'ye satmış kelle avcıları tarafından katledilen Alişer ve Zarife’nin anısını taze tutmak her yurtsever Kürdün bir görevi olmalıdır. Bir yandan Alişer ve Zarife’yi tanımak diğer yandan ise işbirlikçiliği, ihaneti ve de hainliğin varacağı yeri görmek açısından sürekli anılması gereken bir olaydır Alişer ve Zarife’nin şehadeti.
Her yurtsever Kürt çocuğu Alişer ve Zarife’nin hikâyeleriyle büyütülmesi ve yetiştirilmesi gerekir. Kürt kızlarının birer Zarife ve oğullarının birer Alişer olması için ise Alişer ve Zarife’yi iyi tanımak gerekir.
Alişer ve Zarife Kürtlerde birer kahraman olarak ele alınırlar, öyle de anılırlar. Yıllar önce onlarla birlikte yaşayanların dilinden alıntılar yaparak, hem de çok az yorum katarak, Alişer ve Zarife’yi anlatmak daha anlamlı olacaktır.
Kürt aydını ve direnişçisi Nuri Dersimi Zarife için: “O aslan ki, kendi dönemin de okuma- yazma bilen, hem siyasi hem de askeri bir Kürt kızıydı. Çok sefer Alişer bir şey yapmadan önce onun düşüncesini sorar, fikrini alırdı. Ona sormadan karar vermezdi. Zarife savaşçıydı. Çok sayı da bayan da onunla birlik de savaştılar. Onlar da silahlıydılar. Çarpışmalar başlamadan önce silahlı eğitim aldılar, yaptılar” der.
Başka bir akrabası Zarife’nin şahadetinden sonra şöyle anlatacaktır: “Zarife! Bambaşka bir insandı. O Koçgiri'liydi. Kahraman, şair, Kürt davasına inanmış Alişer'in karısıydı. Amcam Kasım’ın oğlu aşiret reisiydi. Nazmiye'de kaymakamlıkta yapmıştı. Aşiretler arasında hatiplik yapardı. Seyit Rıza'ya çok yakındı. Sık sık birbirlerini ziyaret ederlerdi. Seyit Rıza Agdat'ta yaylaya çıkacağımız bir yeri bize temin etti. Oraya ‘ Warê Kasım oğlu ‘ denir. Amcama çok misafir gelirdi. Baytar Nuri'ye ‘ Çolık Nuri ‘ derlerdi. Zarife ve Alişer 'de gelirlerdi. Amcam bu çifte bir ev tahsis etti. Onlarla birlikte yaşadık. Zarife cesur, çok akıllı, silahşor, yiğit bir kadındı. Bu kadını hepimiz, herkes seviyorduk, seviyoruz. Ben onun adını kızlarımdan birine taktım. Ve onun ismini koyduğumu da gizli tuttum. Kızımın aynı onun gibi olmasını istiyordum. Zarife'nin ismi dünyada kalsın, kaybolmasın diyordum.
Zarife misafir ağırlar, bir kadının yaptığı her şeyi yapar ve Kürtlük davası için uğraşırdı. Kışlada (Topuzlu köyü, Askeri konak) bir heyete karşı askeri hareket yaptılar. Heyeti Pardive –Kısık ( Qızıq ) köyü arasında pusuya düşürüp, yüksek rütbelilerle beraber hepsini teslim aldılar. Her şeye el koydular. Birkaç gün sonra aşiret kararıyla teslim aldıkları kişileri serbest bıraktılar. Bu askeri harekâtta Zarife'de vardı. Abim Hıdır ( Xıdır ) kavgacıydı, nişancıydı.. Sürekli Zarife'yi övüyordu. ‘ Zarife bizimle olsun, Hozat’ı teslim almak iş değil’ dedi.” Ve ekledi; “İsimlerini çocuklarımıza verdik. Onları unutmadık”
Başka bir yerde Nuri Dersimi şöyle devam edecektir: “...Alişer, kendi akrabasından Zarife adında bir kızla evlenmiştir. Zarife dahi, kocası gibi Kürt milli davasına bağlı aynı büyük amaçları takip eden eşsiz bir Kürt kızı olduğunu yaşamında doğrudan ispat etmiştir. Zarife Kürt kadınları arasında milli uyanış için eşsiz bir propagandacı olmuş ve Alişer'in milli faaliyetinde onun sağ kolu ve iş arkadaşı olmuştur. Zarife Alişer'e daima, Kürtçe arkadaş anlamına gelen "heval" sözüyle hitap ederdi. Ne yazık ki, duygu ve fikir itibarıyla tam bir birlik olan bu ailenin çocuğu olmamıştı. Zarife uzun boylu, iriyarı ve her konuda bir Kürt fizyonomisine sahip, simasında bir erkek cesaret ve yiğitliği okunan eşsiz bir Kürt kızıydı. Her yıl Dersim'e gider, milli amaçlar hakkında nutuklar söyler ve aşiretler arasındaki çelişkileri ciddi bir hakim gibi hallederdi...” (Kürdistan Tarihinde Dersim).
Alişer’i biraz yakinen tanımak gerekir. “Alişer, 1882 yılında İmranlı–Azger (Atlıca) köyünde doğdu. Aslen Hesenanlılardandır. Öğrenimini Sivas’ta tamamladıktan sonra Mısta Paşa’nın kâtipliğini yapar. Bu kâtiplik görevi nedeniyle tüm aşiretlerle ilişki içersinde olan Alişer, Koçgiri’deki tüm aşiretler tarafından çok sevilen biridir. Alişer, Koçgiri ve Dersim aşiretleri arasında da bir çeşit köprü görevi görür ve birliğin sağlanmasında büyük emekleri olur. Akrabası Zarife ile evlenir. Alişer ve Zarife’nin çocuğu olmamıştır. Alişer, kardeşinin çocuğunu yanlarına alır ve kendi çocukları gibi birlikte yaşarlar.
Kürt Dili üzerinde çalışmalar yapmıştır. Alevi öğretisinin en büyük kaynağı beyitleri, deyişleri ve türküleri Alişer de çok büyük ustalıkla okumuştur.
Birinci emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında Rusya ile görüşür, Ermenilerle ilişki sağlar. Kürt örgütlenmesi için çaba sarf eder. Sivas, Malatya ve Dersim bölgelerinde çalışmaların sorumluluğunu alır. 1914 de özgür bir Kürdistan için çalışmalara başlar. Ruslarla görüşür. Ermeni'lerle ilişki sağlar. Sivas, Malatya ve Dersim'de çalışmaların sorumluluğunu alır. Kürt örgütlenmesi için çaba sarf eder.1919 yılında Kürdistan Teali Cemiyetine bir mektup göndererek Dersim ve Koçgiri Kürtlerinin, cemiyete bağlı olduğunu bildirir. Koçgiri Halk Ayaklanmasında oluşan ordunun Komutanı’dır Alişer.
Ankara’nın hazırladığı ölüm fermanıyla birlikte, iç ihanetler, bazı teslimiyetçi aşiretler nedeniyle Dersim’e çekilmek zorunda kalır. Kürdistan Devletinin kuruluş çalışmalarını sürdürür.
1921 yılından itibaren Dersim’de yaşamaya başlayan Alişer ve Zarife, düzenli olarak Seyit Rıza ile görüşmelerine devam ederler. Seyit Rıza’nın yemek masasına oturabilen ve erkeklerle birlikte yemek yiyebilen tek kadın Zarife’dir. “
Alişer ve Zarife Dersim’de gözde olan iki insandır. TC Kemalist devletinin Dersim’e saldırmasıyla birlikte Alişer ve Zarife daha fazla öne çıkacaklarıdır. Alişer, aydın bir komutan olarak tüm cephelerde en etkili savaşı veren isimdir. Zarife ise en etkili savaşanlardandır.
Kemalist devlet ve bazı satılmış hainler Alişer’in Koçgiri direnişindeki rolüne ilişkin 4 Ekim 1922 deki bir oturumda bu durumunu şöyle ifade etmektedirler. “Fevzi Efendi(Erzincan): ”...İşte Ümraniye’den Dersim dahi etkilenmiştir. Ümraniye’de nedenler ve sebepler pek çoktur, fakat siyasi amaç olmadığı tahakkuk etmiştir. Birincisi Alişo gibi bir iki fesadın etkilemesinin ürünüdür...
Pülümür idari amiri, Bursalı Emin Bey Erzincan’ı temsilen milletvekilidir ) “...Bizim bölge arkadaşlarınca bilinen Alişir adındaki tümör... ...Bu adi haydutluğa siyasi bir renk vererek, bundan yararlanmak amacıyla kendisi de içinde meydana atılmıştır. Fakat kalemi ile atılmıştır...
Hasan Hayri Bey ( Dersim ) :“...Asıl baş kaldıranlar, dağlar da Alişir denilen herifle beraberdiler...
Rahmi Apak ise “...İlk olaylarda halkı tahrikte ön ayak olan Alişir'in rolü büyüktü. Koçgiri ayaklanmasında bu adam elebaşı durumunda ve pek çok kötülüklerinde başı olarak ileri atılmıştı... der.)” Türk İstiklal Harbi
Savaş kızıştıkça, düşman işgalinde başarılar elde etmekten zorlandıkça, bu kez tarihin o bilinen ihanet düğümünü yeniden gündeme getirecek ve Enkidularla Huvavaları esir almak ya da katletmek için devreye girecektir. Bu kez Dersim’de Enkiduların adı RAYBER olacaktır. Sözde Seyit Rıza’nın torunudur. Öyle görülüyor ki Alişer ve Zarife’nin pozisyonundan rahatsızdır. Ve öyle görülüyor ki işgalci güçler, aynen Gılgameş gibi kibiri, çekememezliği, maddiyata olan düşkünlüğü, kıskançlığı, tepkiyi, ihtirası müthiş kullanarak yeniden bir Enkidu yaratacaklardır. Bu Enkidu’nun adı bu kez dediğimiz gibi Rayber'dir. “Rayber, Ankara tarafından satın alınmış, devlet için istihbarat yapan, ayrıca kendisi gibi istihbaratçılar toplayan, işbirlikçi bir haindir.
Rayber, Top Ali Ağanın oğlu Zeynel’i çeşitli vaadiler ve entrikalarla Alişer ve Zarife’yi öldürmesi konusunda ikna eder. Böylece hem Alişer ve Zarife gibi Kürt bağımsızlık hareketinin simgelerini ortadan kaldıracaklar, hem de Seyit Rıza ile Abbasan aşiretinin arasının açılmasını sağlamış olacaktı.
Feri Palaxine’ deki mağaraya Zeynel Xıde Murt, Efendiye Wanke Mıste, torne Sure, Celloy Use saldırırlar ve Alişer ile Zarife’yi öldürdükten sonra kafalarını keserler. Her iki kahramanın başları Nurettin Paşa’nın damadı Abdullah Alpdoğan’a teslim edilir. “
Oldukça hainane bir planla Alişer ve onun hevali olan Zarife kalleşçe katledilir, bu yetmeyecektir, Mangurtlar her ikisinin başını keserek faşist devlete götüreceklerdi. Ne de olsa faşist devlet korkulu rüyası olan iki cengâverin ölümlerinin ispatını onlardan isteyecektir.Mangurtlar'da bu isteği yerine getireceklerdi.
Evet, aradan tam 73 yıl geçti. Kürtler, direnişlerine direniş kattılar. Alişerlerin ve Zarifelerin torunları olan gerillalar onların direnişlerini bugün sadece Dersim’de değil Kürdistan’ın dört bir yanında yükseltmektedirler. Her bir gerilla birazda Alişer olmak için Zarife olmak için onların izinden yürümeyi kendilerine şeref bilmektedirler.
Evet, arada tam 73 yıl geçti, ne var ki Rayberler halen yaşıyorlar. Birçok Rayber’e Alişerlerin ve Zarifelerin intikamı için yaşam hakkı bu topraklarda tanınmadı. Hak ettikleri yer nereyse oraya gönderildiler, ancak halen Rayberler gibi olmak isteyenler de vardır. Halen Kürtler arasında nifak tohumları ekmek isteyenler vardır. Halen Kürtleri işgalci bir devlete peşkeş çekmek isteyenler vardır. Böyle Conversolar, yani dönekler aynen 73 yıl önce bugünde Kürt gençlerinin kellerini faşist devlete satmak için yollara düşmüşlerdi. Aynen Rayberler gibi TC askerleriyle mevzilere girerek poz vermektedirler. Kendi halkının cellâdı olmak için aynen Enkidu’lar gibi Huvavaların başlarının kesilmesi için ısrar etmektedirler.
Evet, 73 yıl öncesine göre çok şey değişmişti. Her şeyden önce Kürtlerin özgürlükçü evlatları Alişer ve Zarifelerin öz evlatları bugün Kürdistan dağlarında inadına bir direnişe geçmişlerdir. Onlar, kendilerine öncülük etmiş olan Alişerlerini ve Zarifelerini unutmamışlardır. Bırakalım unutmayı, bugün gerilla, Alişer ve Zarife’leri ölümsüzleştirmek için dağların doruklarında özgürlük türküsünü her zamandan daha gür haykırmaktadırlar.
Ve Alişer’in dediği gibi:
“Gönül gel gezelim Munzur dağını
Ne hoş memlekettir ili Dersimin
Seyran eyliyelim Sultan dağını
Ne hoş çiçektir gülü Dersimin
Nice Padişahlar geldi cihana İli almak için düştü gümana
Her bir bir çeşit atmış bir yana
Kesilmemiş kıylü kali Dersimin
Arslanlar yurdudur tilkiler girmez
Gerçekler sırrıdır akıllar ermez
Evliyalar gülüdür zalimler dermez
Ona bağlıdır yolu Dersimin”
…
Fikret Artım
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 7 Temmuz günü sabah saatlerinde Hakkari’nin Geliyê Dizê alanına yönelik olarak TC ordusu tarafından bir operasyon başlatılmıştır. Operasyon aynı gün akşam saatlerinde sonuçsuz geri çekilmiştir.
- Ayrıntılar