Halkımıza ve Kamuoyuna!
Yakalandığı akciğer kanseri hastalığı nedeniyle Suriye’de tedavi gören yılmaz militan Sabri Pola (Ramazan Zeybek) yoldaş, tüm çabalara rağmen kurtarılamamış ve 28 Aralık 2014 günü şehit düşmüştür.
- Ayrıntılar
Halkımıza ve Kamuoyuna!
1. 16 Aralık 2014 günü Amed merkezde AKP polisi tarafından Abdulkadir Çakmak isimli 17 yaşındaki yurtsever gencimizin şehit edilmesine karşı gerillalarımız tarafından 22 Aralık günü Amed’in Silvan ilçesinde bir misilleme eylemi gerçekleştirilmiştir.
- Ayrıntılar
Günümüz Ortadoğu’da ki kaotik ortamda dünyanın irili ufaklı tüm güç ve tarafları olumlu olumsuz görünür adımlar attı, atmaya devam ediyor. Ne ilginçtir Rusya devletinin görülen, kamuoyuna yansıyan bir tavrı, adımı görünmüyor. Atıyor da biz mi göremiyoruz? Ya da görünmesini mi istemiyor? Belki de kültürü olan Matruşka bebekleri gibi, görünen bir yüzü, bir kalıbı ama iç içe geçmiş bebekler serisi sadece sahne lehine olduğun da kabuk kaldırılmaya karar verilir ve kaldırdığın kabuğun altından yeni bir bebek çıkar.
Rusya devletinin gerek Suriye’de gerek genel bölgede son bir yılda yaşananlara karşı tavrı incelenmeye değerdir. Tabi bu inceleme sadece güncelde takınılan tavır ve sonuçlar üzerinden yapılırsa yetersiz kalacaktır. Özellikle son yüz yılda Ortadoğu ve Kürdistan’a gerek Sovyetler Birliğinin ve devamı olan Bağımsız Devletler Topluluğu’nun(özelde Rusya devleti) yaklaşımlarını iyi analiz etmek gerekir. Bu temelde Rus-Devletinin Kürt halkına yönelik yaklaşımlarına bakacak olursak;
Sovyetlerin bir siyasal ve ideolojik güç olarak 1917 Ekim devrimiyle tarih sahnesine çıkarken Ortadoğu’da Osmanlı imparatorluğu dağılmayla yüz yüze kalmış, İttihat Terraki devamı Kemalist hareket öncülüğünde ulusal mücadele biçimlenmiştir. Ermeni halkı İttihat Terraki öncülüğünde geliştirilen soykırımla Anadolu ve Mezopotamya’dan çıkıp Kafkasya’ya sıkışmak, sığınmak zorunda kalmıştır. Bu katliama ne çarlık Rejimi ne de Sovyet sistemi yeterince tepki göstermemiş ve hatta Sovyet sistemi Kemalistlerle stratejik ilişkiler geliştirerek, T C’ nin yeniden inşasında belirleyici rol oynamıştır. Sovyet yönetimi uluslararası konferanslarda, diplomaside Türk tarafının tezlerini desteklemiş ve bir bütün ülke içinde sanayi, yol yapımları vb. birçok noktada TC’nin inşasında maddi ve manevi yardımda bulunmuştur.
1920’lerde başlayan TC’nin tekçi ulus-devlet projesi ekseninde gelişen Kürdistan’ı istila, Türkleştirme saldırılarına karşı Kürt halkının direnme savaşımına karşı kayıtsız kalmıştır. Bununla sınırlı kalmayıp Kürt halkının direnişlerini; Kemalistlerin belirttiği “modernizme karşı gerici, eşkıya, çapulcu vb.” tezlerini gerek sosyalist kamuoyunda ve gerekse dünyada propagandacısı olarak Kürtlere karşı önyargılar oluşturmada olumsuz rol oynadılar. Bu algıdan dolayı dünya sol- sosyalist hareketleri Kürt halkının tüm direnme savaşımlarına mesafeli yaklaşmıştır. Uzak durdular. Buna bağlı gerek Mahmud Berzenci ve gerekse Seyid Rıza’nın tüm yardım çağrı mektuplarını diplomasinin karanlık istihbarat odalarında cevapsız bıraktılar.
Mahabat Cumhuriyet deneyiminde bekli de Kürt halkının bugünkü “parçacı” siyasi eğilimlerinin geliştirilmesinde en önemli faktör Sovyetlerin yaklaşımından kaynağını almaktadır. Çünkü Mahabat’ta Komala Jiyanawa örgütünün çizgisi Kürdistan’a bütünlüklü bakıp, Lozan’da ki çizilen parçalanmış sınırları tanımayan ve ortak mücadeleyi savunan bir çizgidedir. Ama Sovyetler Birliği Qazi Muhammed’e “İKDP’yi kurması ve sadece kendi parçalarına hitap edecek program oluşturmasını ve Komala Jiyanewa’daki radikal unsurlardan kurtarmasını” salık verirler. Bundan sonrası biliniyor, bu parçacı çizgi halada Kürt halkının önünde en önemli engeldir.
Kızıl Kürdistan’ı TC ile yapılan anlaşmalar üzerine dağıtarak Azerliği kabul dedenleri Azerbaycan Cumhuriyetinde, etmeyen Kürt kitlelerini( suni- Müslüman) Orta-Asya Türki Cumhuriyetlere sürgün etmişti. Ezidi Kürtleri de Gürcistan ve Ermenistan’da ikameye tabi tutmuştu.
Sovyetler dağıldı, Sovyetlerdeki irili ufaklı tüm enişteler, halklar birçok hak elde ettiler ama Kürtlere bu zemin verilmedi, dağılma daha da derinleşti, bir buçuk milyon Kürt kitlesi Kafkasya’dan, Orta Asya’ya, Balkanlardan tüm Rusya’ya parçalı, dağınık bir halde asimile olmayla, toplumsal dokularını dil- kültürlerini yitirmeyle yüz yüze kalmışlardır. Birçoğu da asimile olmuş durumda. Örneğin; Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in Celali aşiretinden olması, bağlantılı olarak bugün itibariyle Azerbaycan’da bilinen beş yüz binden fazla Kürt kitlesi kendi dilini bilmiyor.
Sovyetler dağıldı. Matruşka bebeğinden 1999’da Önder Apo’ yu yakalatmada mavi akım projesi çıktı. En son 2012’de 60 yaşında, hasta bir Kürt siyasetçi( hiçbir askeri eyleme katılmadığı bilinen) Rusya devleti tarafından Çeçen militanları karşılığında TC’ye teslim edildi. Uluslararası hukukta “savaşamayacak konumda olanlara karşı dokunulmaması “ kararına karşılık bu çıkarlar temelinde bir kez daha Kürtlere reva görüldü.
Şimdi, bu süreçte, her yerin yangın yerine döndüğü, Ortadoğu’da taşların yerinden oynadığı bu süreçte Rusya’nın Matruşka bebeklerine dikkat etmek gerekir. Batı karşısında son dönemlerde TC ile Rusya’nın doğalgaz anlaşmaları, TC’ nin Ukrayna konusunda sessizliği- tavırsızlığı ve buna karşı Tüm dünyanın DAİŞ konusunda TC’yi işbirliğinden dolayı işlemesine karşın Rusya dan tek bir açıklamanın gelmemesi düşündürücüdür. Yine İran’la, Esad rejimi ile ve Davutoğlu ile son diyalogları hayra alamet değildir. Biz Kürtler konusunda hiç değildir.
Sonuç olarak Rojava devrimi Kürt halkı ve dünya halkları açısından çok önemli değerler yaratı. Hitler faşizmine karşı direnen Rus kızları Tanyaların mirasını şimdi Kobane de Arînler devir almıştır. Rus devlet geleneği de Çarlığı ve Stalin’in devlet pragmatiğini temsil ediyorlar. Bunun için olacak ki; onlar için devletlerde dostluk olmaz, çıkarları esastır. Ama bilmeliler ki, Kürt halkını satmaları karşılığında ne petrolerinin, nede hiçbir çıkarlarının garantisi olmayacaktır. Çünkü Kürtler ve Ortadoğu halkları artık Matruşka bebeklerine yer vermeyecek yetkinliktedir.
Medet Serhad
- Ayrıntılar
Maraş katliamının 36. yıl dönümü vesilesiyle birkaç hususu dile getirmek en temel görevlerimizin başında gelmektedir. 1978 yılının 12 Aralık tarihinde, Türk devlet güçlerinin kontravari güçleri ve mit eliyle bizzat gerçekleşen katliam saldırısı ırkçılığın ve tekçi zihniyetin bir ürünü olarak işletildi, bu insanlık suçudur. Acı verici olduğu kadar, binlerce yüzlerce Kürt insanımızın yaşamını yitirdiği bu katliam tarihin hiçbir döneminde insanların dilinden düşmeyecek ve her zaman Türk Devleti’nin anlında kara bir leke olarak anılacağını söyleyebilirim. İnsanın kanını donduran bu katliam tam olarak 36 yıl önce 21 Aralık 1978'de yaşandı ve yüzlerce kişinin öldürüldüğü, bin beş yüz kişinin yaralandığı Maraş'ta yaşanan katliamın 'devlet sırrı' olarak gizlenen resmi raporlarda yer aldığı her kes tarafından bilinmektedir. Artık açığa çıkan ve her kes tarafından kabul görülen bir gerçek konumuna gelmiştir. Bu resmi rapor uzunca bir süre devletin karanlık kasasında 'devlet sırrı' olarak saklandı. Hata yaşanan birçok katliam gibi devlet bunlara birer uydurma gerekçe yaratmaya çalıştı. Aslında halende bu durumu kendi gerçek hatası olarak göreme ve ahlaki bir sorumluluk gereği olarak kabul etme durumu söz konusu değildir.
1978'de Maraş'ta Alevi halkımıza hunharca katledenler. Bu gün aynı zihniyetin birer yansıması olarak Kürtlere karşı KOBANE ve ŞENGALDA uygulanmaktadır. Yine aynı jenosit; kültürel ve fiziki soykırım ROBOSKİ kasabasında Kürt insanlarımız bir avuç ekmek ve kendi yaşamlarını iddianame etmenin peşindeyken uygulandı. Yaşadığımız tarih boyunca Kürtler olarak maruz kalmadık hiçbir saldırı kalmamıştır. Her türden kimyasal madde ve silahlar üzerimizde denendi, fiziki ve kültürel varlığımızı ortadan kaldırmak için. Daha Halepçe, Geliye Zilan, katliamlarının anıları unutulmamış ve her bir Kürt çocuğunun hafızasında saklı ve babaannelerimizin bize bir hikâye olarak anlatımları, dün gibi zihnimizde yaşanmış gibidir. Bu tarihsel gerçekliğimizi anlamadan ve ondan ders çıkarmadan geleceğimizi özgür bir biçimde inşa etmek mümkün olmayacaktır.
Maraş katliamında hedeflenen neydi ve nasıl uygulandı?
Maraş katliamı en başta CIA ve MİT eliyle yapılması planlandı. Devlet güçleri bu durum karşısında zaten çok önceden hazır bir pozisyon almışlardı ve katliam nasıl ki 1925 Yılında Şeyh Said e dönük bir devlet provokasyonu olarak bilinçli yaratıldı ise aynı yöntem Maraş’ta da uygulandı ve olay öyle iki öğretmenin öldürülmesi meseli ile başlamış değildir. Fettulah Gülen cemaatinin bir uzantısı olan hizbi kontra ve dini geriliklerin yoğun etkisi altına olan bir kesim karanlık güçler eliyle de uygulandı. Esas neden ideolojik ve Kürtlerin özgürlük çıkışlarını bastırmak ve Maraş katliamı şahsında Kürtlerde gelişen direniş ve devrimci çıkışın önünü almaktı. Kürtlere bir kez daha kendi kültürünü ve varlığını inkâr etmeyi dayatmalıydı. Kürtlük yerine Türkleşme ideolojisini en yoğun dayatıldığı bir dönemde uygulandı Maraş katliamı.
Yine nasıl yezidi Kürt halkımız güney kürdistanda İŞİD çete örgütünün birinci hedefi konumunda yer aldıysalar, dini inançlarından dolayı katliamdan geçirildiyseler. 1978 yılında da Türk egemenlerinin ilk hedefleri arasında yer aldı ve insan dışı uygulamalarla karşı karşıya kaldılar Alevi Kürt halkımız. İslam dinin kendi dini dışında başka bir ideoloji ve halk tanımamasının faturası İslamlaşmayan ve kendi Alevi inançlarıyla kendisini temsil etmek isteyen insanımızın başında patlamış bulunmaktadır. Yaşanan asimilasyon ve katliamlardan dolayı halende insanımız gerçek kimliğini gizleyerek yaşamayı tercih ediyor. Çünkü yaşama alanı daraltıldı, birçok İslam’ım denilen toplumsal kesimlerin içinde hor görüldü ve kabul örülmeyen bir halk gerçekliğine sahiptir Alevi halkımız.
Nasıl ki Kürtlerin Ortadoğu coğrafyasında her zaman kimliklerine, öz varlığına kendini inkâr etmek ve resmi ideolojiler tarafından bastırıldığı, hiçe sayıldığı dönemlerden geçirildiyse aynı muamele bu sefer alevi halkımıza dayatıldı. İnsanlar kendi kimlikleri yüzünden yakılıp sesleri bastırılmak istendi.
Ancak bu gerçeklikleri görmek ve ona göre sonuç çıkarmak büyük önem taşır. Maraş katliamının sonuçları üzerinde en çok günümüzde rant ve pay çıkarmak isteyen güçler AKP, CHP ve MHP partileri olmaktadır. Alevi halkımız için bu tutum oldukça tehlikeli ve kabul edilir bir durum olarak ele alınmamalıdır. Binlerce insanımız yaşamını yitirdi, yüzlerce masum insanımız cayır cayır yakıldı bu katliamın hesaplaşmasını öyle bir özür dileme ve ya küçük çaplı göz boyama devlet paketleri, alevi açılım adı altında yapılmak istenilen bu girişimler kanları dökülen insanlarımıza birer hakaret olarak görmemiz gerekir. Ve bu konudaki girişimlere kanmamak, yanılmamak gerektiğine inanmaktayım.
Maraş katliamı aynı zamanda PKK ‘nin daha yeni yeni doğuşu ve özgürlük hareketinin yeşerdiği, doğduğu ilk yıla denk getirilmesi de tesadüfi bir durum olarak ele alınmamalıdır. 1973’ten sonra Önder APO öncülüğünde PKK Hareketi’nin çıkışı gerçekleşti. Türk soykırım sisteminin “buralar artık Kürdistan değil” dediği yerler; Maraş, Adıyaman, Antep, Kilis gibi yerler sömürgecilik tarafından Kürtlükten uzaklaştırılan, kendi egemenliğini kurduğu yerler olarak tanımladığı yerler olarak görülüyordu. Özgürlük hareketi de özgür yaşamın ilk tohumlarını, özgür yaşam kararını buralarda aldığı yerlerdi. Haki Karer ve Kemal Pir başta olmak üzere birçok PKK öncüsü çalışmalarını Antep, Adıyaman ve Maraş’ta parti faaliyetlerini yürüttüler. Buralardan ciddi bir katılım patlaması yaşandı. Ulusal kürtlük bilinci etrafında birçok genç akın akın özgürlük bilinci etrafında toplanmaya başladı. Maraş’tan yüzlerce PKK şehidi var. İlk kadın şehidimiz Bese Anuş gibi değerli şehitlerimiz var, aynı zamanda Antep de öyleydi. Sömürgecilik baktı ki buralarda Kürt halkı uyanıyor, o yüzden Türk sömürgeciliği Kürtlüğü ve Aleviliği birbirinden koparmak istedi. Bunlar Türk devleti belgelerinde var, bizzat Türk generalleri buna el atmış “Kürtlüğü ve Aleviliği birbirinden parçalamalıyız, koparmalıyız” demişlerdir. Bu temelde bölgeye dönük böylesi bir siyaset izlemek ön görüldü. Önemli olan ise özgürlük hareketi buralarda gelişti ve buralarda en çok katılım sağlayanlar da Alevi gençlerdi. Bu bölgenin birçok şehidi var. Mücadele yükseldi, gelişti, güçlendi, halk uyandı, bir örgütlenme gelişti, bir irade ortaya çıktı ve PKK’nin ilanı mücadelede büyük bir adım oldu. 27 Kasım’da PKK ilan edildi, 24 Aralık’ta ise bu katliam gerçekleşti. 18’inde, 19’unda başladı, 24’ünde ise bitti. O yüzden 24 Aralık Maraş katliamı olarak adlandırıldı. Bu PKK’nin kuruluşuna, Alevi halkımızın uyanışına, özellikle de Güney Batı Kürdistan’a karşı bir tehditti. Uyanan, mücadeleye katılan halkımızı korkutmak istediler, yine öldürdüklerini öldürüp geri kalanını da korkutup, mücadeleyi boşa çıkarmak istediler. Maraş bölgesi, ilçeleri birçok yol-yöntemle boşaltıldı. Maraş katliamının sebebi aslında budur.
Sayısız kadın bizzat devlet eliyle katledildi, tecavüze uğratıldı; halen ana karnından doğmamış çocukların, kadınların karnını yararak vahşice katlettikleri kadınları unutmak en büyük ihanettir. Kendi kürtlüğüne ve öz benliğine, ulusuna, toprağına, yurtseverliğine büyük ihanet olacaktır. Biz bunları unutsak tarih bizi lanetler ve asla bu lanet lekesinden kurtulamayız. Bu nedenden dolayı kimse çıkıp kütlerin tarihte yaşadığı soykırım ve katliam üzerinden bize siyaset yapmasın. Ancak bize yaşattıkları acı trajedi dolu bu tarihin gerçekliğinin tek af yolu kendi zihniyetlerinde yaşadıkları tekçi zihniyet ve milliyetçi duygularından kendilerini arındırmaları düşer, onlara. Diğer başka türlü söylem ve boş anlamsız tutumlar, lafazanlıktan öteye gitmez. Uluslar arası güçlerin desteğini kendi arkasına alan ve her zaman kapitalist modernite güçlerinin ideolojisinin temsilyetciliğini yapan AKP, MHP ve CHP partilerine düşen tek rol ve misyon kendi klişeleşmiş politikalarını bir kenara bırakmak ve Kürt özgürlük mücadelesinin özgür irade ve siyaseti önünde engel oluşturmaktan vaz geçmeleri en gerçekçi tutum alacağı konusunda genel bir görüş olarak kabul edildiğinin kanısındayım.
Maraş katliamını salt Alevileri kapsayan ve onların varlığına dönük bir katliam olarak ele almak yanlış ve yetersiz olacaktır. En başta direniş ruhunu ve özgür iradeyi kendisinde koruyan ve var kılan bütün Kürt halkını hedefleyen bir saldırı konsepti olarak ele almak gerekir. Bu anlamda bir kez daha tarihte Kürtlerin kültürel ve fiziki varlık haklarına dönük başka katliamlar yaşamaması için Kürtlerin bu tarihi dönemde yeniden birlik ve bütünlük sağlamasına vesile etmesi gerekiyor Maraş katliamı.
Bu vesileyle bir kez daha 36. Maraş katliamının yıl dönümünü kınarken yaşamını yitiren bütün insanlarımızı anıyorum; özelde Alevi halkımız olmak üzere bütün Kürt halkına baş sağlığı diliyorum.
DİYANA AMANOS
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. HPG Saha Komutanlıklarımız baraj yapımlarına yönelik birçok kez açıklamalarda bulunmuş ve uyarılar gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 24 Aralık günü saat 10:00 ile 17:00 arasında Medya Savunma alanlarımızdan Avaşin alanına bağlı Şehit Rahime tepesine işgalci TC ordusu obüs ve havanlarla bir bombardıman gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Egemenler tarihin ilk vurgunundan bu yana her zaman yeni yol ve yöntemlerle, kendi hakimiyetlerini hem sürdürmek, hem sağlama almak hem de kalıcı kılmak için çalışmışlardır. Bunun için her zaman özel ekipler oluşturarak insan ve toplumların ruhsal durumlarını inceleyerek, onlara nüfus etmenin yollarını da aramışlardır.
Bunun için denilebilir ki egemenlerin, iktidar güçlerinin özcesi tüm güç odaklarının ilk hakimiyet kurma sahaları ideolojik saha, yani zihniyet alanı olmuştur. Ne zaman ki zihniyet alanını etkileme güçleri azalmış ya da kendilerini etkili kılamamışlar ise o zaman şiddete, çıplak güce başvurmuşlardır. Bu şiddeti de karşılarında duran gücü etkisiz ve zayıf düşürmek için devreye koydukları da kesindir. İradesizleştirme, kırma ve bunları başaramazlar ise yok etmeye kadar götürülecek bir şiddet uyguladıklarını da, tarih bize söylüyor.
Aksi durumda dediğimiz gibi ilk yaptıkları iş beyinleri, zihinleri ve yürekleri fethetmek daha doğrusu manipüle ederek çalma peşinden koşma olmuştur.
Tarihin hangi safhasından geçersek geçelim, gidersek gidelim, bu durumu hep göreceğiz. Her iktidar odağı içinden çıktığı toplumu zapt etmek için onlara göre yeni metotlar geliştirmiştir. Halkları nasıl uyutacak, nasıl yürütecek daha doğrusu “güdebileceği” üzerinden epey kafa yormuşlardır. Belirttiğimiz gibi bunu yaparken tek kendileri kafa patlatmamış, onlarcasını, yüzlercesini hatta binlercesini bunun için sefer etmişlerdir. Belki de tarihte insanın ruhsal dünyasını fethetmek, manipüle etmek için en çok kapitalist çağda kapitalistler bu işe dört elle koşmuşlardır. Örneğin bugün ABD’de on binlerce insanın sadece Think Thank denilen kurumlarda, bir nevi laboratuvarlardan deney yapar gibi deneyler, tartışmalar, araştırmalar yaparak insanların nasıl yönlendirilecekleri üstüne inceleme üzerine incelemeler yapmaktadırlar.
Özcesi iktidar güçleri en ince yol ve yöntemleri en rafine hale getirerek, toplumları gütmenin yollarını aramaya daha doğrusu sağlamlaştırmaya devam ediyorlar. Öyle görülüyor ki insanın içinde özgürlük hasreti, özlemi, kıvılcımları var oldukça da devam da edeceklerdir. Hem de daha da zengin yöntemler geliştirerek.
İktidar güçlerinin tarihine; halkları hiçleştirme, etkisizleştirme, teslim alma, kandırma, oyalama derken aldatma yöntemlerine ilişkin kesinlikle AKP ve Erdoğan’ın uyguladığı yöntemlerden bir tanesi mutlaka geçecektir.
O yönteme biz, karşısındakini kaale almadan, ruhen, psikolojikmen, manen çökertme yöntemi diyelim. Bu yöntemin ismine ne konulacak onu kestirmek zordur. Ancak hasımlarını kaale almadan hiçleştirdikleri için “yok sayarak hiçleştirme mi” demek gerekiyor?
AKP’nin daha doğrusu Erdoğan ve çevresinin uyguladıkları politikalarına ve taktiklerine bakıla bilir. Elbette AKP ve ekibinin uyguladıkları taktikler çok mu ama çok zengindir. Örneğin inanmadıkları değerlere çok inanıyormuş gibi yapmaları gelişkin bir yöntemleridir. Yine toplumun çok farklı kesimlerinden dile gelen farklı düşünceleri sanki temsil ediyorlarmış gibi farklı çevreler henüz görüş belirtmeden hemen onların adına, hatta sanki kendileri öyleymiş gibi açıklamada bulunabiliyorlar. Hatırlayalım AKP gibi milliyetçi bir parti olmasına rağmen, neredeyse Sosyalist Enternasyonalin bir üyesi olacaktı! Bu gerçek manada bir yetenek isteyen bir iş olduğu da kesindir.
Yine milliyetçiliği de en etkili bir silah olarak kullandıklarını biliyoruz. Halbuki Türkiye’nin satmadıkları neredeyse tek bir yerini bırakmadılar. Türkiye’nin tümünü dünyanın emperyalist devletlerine sattılar ama Davos’ta, “One Minute” diyerek ne kadar çok Ortadoğulu olduklarını ise tüm Müslümanlara bir hamleyle güya göstermiş oldular.
Dahası var; İsrail devletiyle gelmiş geçmiş tüm hükümet ve partilerden en ileri düzeyde İsrail devleti ile ilişkili olan bir parti ve başbakan, neredeyse tüm dünyaya kendisini Anti-Siyonist olarak satabilmiştir. Bilenler bilir ki Davos’ta “One Minute” meselesinden sonra da hiçbir zaman İsrail ve Siyonizm ile ilişkilerini bu parti ve üyeleri kesmemişlerdir.
Evet, bunların böyle çok farklı ve zengin yöntemlerini saydıkça sayabiliriz. Nitekim bu zengin yol ve yöntemleriyle tüm Türkiye toplumunu da etkileyerek tam 13 yıldır aralıksız olarak iktidarda bulunma yeteneğini de göstermişlerdir. Bunun için bu partiyi ve bu partiyi kuran Erdoğan’ı hafife almamak gerekir.
Lakin daha zengin olan ve tarihe geçecek olan yöntemleri belirttiğimiz gibi bireyleri, çevreleri, örgütleri, toplumları, halkları hatta devletleri yok sayarak, yokmuş gibi davranarak, hiçleştirme taktik ve politikalarıdır.
Ne söylemek istediğimizi bir iki örnekle iyi verebiliriz.
Örneğin Kılıçdaroğlu adında CHP’nin bir tane Genel Başkanları var. Bildiğimiz kadarıyla aylardır, yıllardır hep meydan okuyor. Hem de canlı yayına AKP liderliğini ve Erdoğan’ı üst üste davet etmiştir. Halen de etmektedir. En son Davutoğlu’nu düelloya davet ettiği gibi. Ya sonuç ne oldu, sıfır cevap. Erdoğan bir gün bile Kılıçdaroğlu’yla neden canlı yayına çıkmayacağına ilişkin bir şey söylememiştir. Söylemez de. Çünkü taktik olarak belirttiğimiz stratejiyi izliyor. O strateji karşısındakini yani hasım gördüğünü yok sayma stratejisidir.
Hatırlıyorum bir seferinde bir davete hem Bahçeli, hem Kılıçdaroğlu hem de Erdoğan davet edilmişlerdi. Ve bu davete Erdoğan’ın gelip oturacağı yer Kılıçdaroğlu’na yakın olan bir yer olmasına rağmen, sanki salonda Kılıçdaroğlu yokmuş gibi yaparak, Bahçeliyi selamlamış, salonu selamlamış ve gelip yerine oturmuştur.
İşte söylemek istediğimiz, kaale almadan hiçleştirme politikası budur. Erdoğan hem selam vermemiş, hem de sanki Kılıçdaroğlu orada yokmuş gibi ederek, ruhen çökertmişti. Böylesi bir durumda Kılıçdaroğlu’nun yapacağı tek bir şey yoktur. Ya kalkıp çıkacaktır-ki bu siyaseten bir yenilgi olurdu- ya da sap gibi aynen o davette olduğu gibi kıp kırmızı olarak oturmaya devam edecekti. Bu duruma gelen ya da getirilen bir kişi sağlıklı düşünebilir mi? Ya da şöyle diyelim, Kılıçdaroğlu bu davette söylenen acaba kaç sözü ya da cümleyi anlamıştır.
Sözü uzatmayayım, herkes kendisini bir an Kılıçdaroğlu’nun yerine koysun. Biz böyle bir duruma düşsek ne yaparız? Ne yapardık? Ortadoğulu olduğu için müthiş gerilirdik v salonu terk edip giderdik. Ya içimize dönerek saatlerce bu kadar saygısız, pervasız, hor, barbar olan bu kişiliğe kendi içimizde tonlarca küfür ederdik. Etmiyor muyuz?
Benzer bir yaklaşımı yer yer alevi öncülerine, demokratik siyasetle uğraşan Kürt liderlerle, sivil toplumculara derken tüm topluma uyguluyorlar. Hatırlıyorum bir keresinde benzer bir yaklaşımı güya Türkiye’nin en zenginleri olan TUSİAD’lı birine yapmıştı. Ve o kişi muhtemelen halen kendine gelememiştir.
AKP’nin ve Erdoğan’ın yöntemi gerçekten de egemenlerin tarihine yeni bir yöntem zenginliği olarak geçecektir. Hep en çirkin ahlaksızlığı yapacaklar hem de sanki hiçbir şey olmamış gibi yaşamlarını sürdürmeleri, taktik zenginlik açısından örnek alınabilecek bir yöntemdir. Hem de Erdoğan yöntemi.
Erdoğan ve ekibiyle uğraşan ne kadar farklı siyasi eğilim olursa olsun, bunların bu ruhen çökerten psikolojik savaş yöntemi iyi bilinmelidir. Çünkü bu yöntemi tüm AKP’liler uyguluyor. Parlamentoyu bir izleyin. Takip ettikleri yöntemlere bir bakın. Bu yöntemi sık hem de çok fazla sık uyguladıklarını göreceksiniz.
Bunların bu yöntemine karşı etkisiz kalınmak istenmiyorsa, rahmetli Kemal Sunal gibi, “kovulmadım istifa ediyorum” diyerek resti çekmesini bilmek gerekiyor. “Aman niye benimle konuşmadılar, neden bana bakmadılar, görmediler mi, bir şey mi yaptım, bir şey mi oldu” demeden “hadi oradan” diyerek zırnık etki altında kalınmamalıdır. Çünkü bunların stratejileri bireyin psikolojisiyle oynama üzerine kuruludur. Bir kere bir bireyin ya da toplumun ruhsal durumuyla oynamışsanız, etkilemişseniz oraya istediğiniz gibi nüfus edebilir hatta etkileyebilirsiniz. Psikoloji biliminin bu en basit formülünü AKP öyle ustaca kullanıyor ki, neredeyse etkilemediği tek kişiyi bile bırakmamaktadır. Bu etkilemeye AKP’nin karşıtları yani karşı cephesinde yer alanlar da dahildir.
Burada gerçekten de yanında mısınız, karşısında mı duruyorsunuz çok önemli olmamaktadır. Önemli olan size aşıladıkları ruhsal durumdur. Bir kere sizlerde böyle bir durum yaratmış ise orada artık sizin kendinizi savunacak bir mekanizmanız kalmamış demektir.
Bu duruma gelmemek için öncelikli olarak AKP ve Erdoğan’ın tüm yol ve yöntemleri de dahil-özelde de yok sayma politikalarını- bilince çıkarak, bilince çıkarken özelde kendini katmadan, sağlıklı bir şekilde değerlendirerek karşısında durmasını bilmeliyiz.
Böyle yapar isek, yapabilir isek o zaman bu gerçekten de çok kirli bir tarzda yürütülen faşizan yapıya karşı kendimizi korumuş ve kollamış oluruz birde Türkiye toplumlarını da bu çirkin politik biçimine karşı da savunmuş ve korumuş oluruz.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
bir atın sırtında
- Ayrıntılar
Çünkü devlet ve hükümet Kürt halkının varlığını kabul etmemektedir. Kürtleri geçmişte yaşamış, bugün ise Türkleşmiş bir varlık olarak görmektedir. Bu nedenle “Kürt kökenli Türkler” olarak bakmaktadır. Böyle olunca da Kürt halkının özgürlük direnişini “Terörizm” ve “Dış güçlerin oyunu” olarak ele almaktadır. Kürt halkının varlık ve özgürlük eylemlerini “Türk düşmanlığı” olarak değerlendirmektedir. Bu nedenle de devlet ve hükümet “Kürt düşmanlığı” stratejisine oturmuş bulunmaktadır.
Böyle olunca da devlet ve hükümetin süreçten anladığı “terörü bitirmek” olmaktadır. Bu nedenle soruna hep “güvenlikçi” anlayışla ve bir “asayiş sorunu” olarak bakmaktadır. Bu durum aslında tarafların “süreç” kelimesine yükledikleri anlamı birbirinden yüz seksen derece farklı hale getirmektedir. Kürtler süreci “Kürt sorununun çözümü” süreci olarak, yani Kürt halkının ulusal-demokratik haklarına kavuşması süreci olarak anlar ve ele alırken, devlet ve AKP hükümeti ise süreci “terörün bitirilmesi” süreci olarak, yani PKK ve Kürt direnişinin imha ve tasfiye edilmesi süreci olarak anlamakta ve ele almaktadır.
Elbette söz konusu bu görüş farklılığı sürecin ilerlememesinin ve bir çözüm süreci haline gelememesinin esasıdır. Dolayısıyla “süreç” üzerine yaşananlar bir türlü stratejik bir boyut kazanamamakta ve sonunda hep taktik yaklaşımlar olarak kalmaktadır. Sorunun bu tarz farklı anlaşılması ve ele alınması sürdükçe de söz konusu sürecin taktik boyutu aşıp stratejik boyut kazanması imkansızdır. Yani taraflar hep birbirine karşı güvensiz olacaklar ve yine hep birbirinden siyasi kazanç sağlamaya çalışacaklardır.
Kuşkusuz sorunu ele almada anlayış ve yaklaşım farklılıkları aşılıp zihniyet ve politika birliği yaratılabilse, o zaman sorunun çözüm süreci çok hızlı ve kolay gelişir ve dünyanın bu en ağır sorunu çok kolay bir biçimde ve bir anda çözüme kavuşur. Fakat bir türlü buna ulaşılamamakta ve yakın zamanda öyle kolaylıkla ulaşılabilecek bir noktada da gözükmemektedir. İşte böyle bir durumda söz konusu “süreç” tartışmaları gündeme gelmekte ve bir anlamda sorunu çözmekten önce aradaki anlayış ve yaklaşım farklılıklarını gidermeyi hedefleyen bir süreç olmaktadır. Bu durum da söz konusu süreç tartışmaları kapsamında içerikle birlikte “yöntem” ve “zaman” kavramlarını da öne çıkarmakta ve adeta püf noktalar haline getirmektedir.
Aslında Kürt sorununun çözümü ve demokratikleşme tartışmaları çerçevesinde geçmişte de bu durumlar hep var olmuştur. Örneğin “oyalama” ve “erteleme” tartışmaları hep bu noktadan kaynaklanmıştır. Dikkat edilirse, tarafların geçmişe ilişkin birbirlerine yönelttikleri eleştiri veya suçlamalar en fazla bu kavramlar çerçevesindedir. Bu da anlayış ve yaklaşım birliğinin yaratılamadığı bir ortamda çözüm süreci geliştirebilmek için zorunlu olmaktadır.
Şimdi basına yansıyan bilgilere göre, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Müzakere Süreci Taslağı” adı altında geliştirdiği yeni projenin de içerik yanında en önemli bölümlerinin “yöntem” ve “zaman” mefhumları olduğu anlaşılmaktadır. Bir gün söz konusu taslak bütünüyle yayınlanırsa elbette her şeyi tümüyle öğreneceğiz. Ancak mevcut haliyle de taslağın içerdiği püf noktaları esas itibariyle öğrenmiş ve anlamış durumdayız.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın geliştirdiği Barış ve Demokratik Müzakere Süreci Taslağı’nın dokuz bölümden oluşan bir içerik kısmının bulunduğu ve esas olarak müzakere edilerek bunların netleştirilmesinin hedeflendiği ifade edilmektedir. Bunların Kürt sorununun çözümü kadar Türkiye ve Ortadoğu’nun demokratikleşmesini de içerdiği anlaşılmaktadır. Bunlar arasında ekolojik sorunlarla kadın özgürlük sorununun çok önemli yer tuttuğu belirtilmektedir.
Ancak söz konusu boyutlarda gereken müzakerenin yapılıp sonuçlara ulaşılabilmesi için çok önemli iki kavram “yöntem” ve “zaman” olmaktadır. Bu nedenle Kürt Halk Önderi’nin “yöntem” konusunu birinci madde olarak ele aldığı ve tüm ayrıntılarına kadar inceleyip netleştirmeye çalıştığı belirtilmektedir. Öyle ki, bunlar arasında tutanak tutmaktan, sonuçları yazılı hale getirip imzalamaya kadar her şey vardır. Düşünebiliyor musunuz, yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde Kürt sorunu gibi bir halkın varlık-yokluk sorunu olan bir konuda belge ve imza konusu tartışma gündeminin başında gelen bir husus olmaktadır. Elbette bu durumun başka bir örneği yoktur. Çünkü Kürt halkı gibi inkar edilen ve kültürel soykırıma tabi tutulan başka bir halk yoktur. Demek ki bu durum inkar ve imha sisteminden, yani kültürel soykırım rejiminden kaynaklanmaktadır.
Yöntem gibi “zaman” kavramı da son Taslak'ta öne çıkmaktadır. Hatta daha öncekilerden farklı olarak, son Barış ve Demokratik Müzakere Süreci Taslağı’nda “zaman” mefhumu çok daha öne çıkmakta ve neredeyse en önemlisi haline gelmektedir. Kuşkusuz bunun için özel bir bölüm yoktur, fakat “Eylem Planı” bölümünün tümüyle bunu içerdiği de bir gerçektir. Bu çerçevede Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın her şeyi ve tüm zamanı gün gün ve ay ay takvime bağladığı ve sürecin ilerleyip başarıya ulaşılması için bu takvime göre hareket etmeyi gerekli ve zorunlu gördüğü nettir.
Kısaca çok daha açık bir biçimde anlaşılmaktadır ki, Önder Abdullah Öcalan demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümünü hemen şimdi istemekte ve oyalama kabilinden zamana yaymalara karşı çıkmaktadır. Bunun için de Şubat başına kadar müzakere sürecinin tamamlanmasını gerekli görmektedir. Şubat, Mart ve Nisan aylarını ise ulaşılan sonuçların pratikleşeceği dönem olarak öngörmektedir. Nisan sonundan itibaren ise artık normalleşme dönemine geçmeyi hedeflemektedir.
Kuşkusuz bu durum Kürt tarafının samimiyeti, çözümde istekliliği ve kendine güveni olarak görülebilir. Ve bu hususlar da çok önemlidir. Yine karşı tarafa güvensizliği ve oyalamacı yaklaşımlara karşı tedbiri olarak da ele alınabilir. Elbette bu hususlar da önemlidir ve basit ele alınamaz. Kürt sorununun ağırlığı ve 1993’ten beri devam eden sürecin varlığı dikkate alınırsa, Önder Abdullah Öcalan’ın bu denli duyarlı olmasının nedenleri kolayca anlaşılır.
Bütün bunlar ne anlama geliyor? Çok açık ki, söz konusu sürecin özünde etkili bir mücadele süreci olduğu ve başka türlü yaklaşılamayacağı anlamına geliyor. Böyle bir mücadele görevi de kuşkusuz başta gençler ve kadınlar olmak üzere Kürt halkına ve Türkiye toplumuna, onun devrimci-demokratik güçlerine düşüyor. Bu konuda yanlış anlamamak, mücadele yöntemlerinde yaratıcı olmak ve örgütlü-planlı hareket etmek büyük önem taşıyor.
Örneğin söz konusu takvimde bir günlük bir erteleme bile olsa halkın ve demokratik güçlerin kıyameti koparması gerekiyor. Oysa daha şimdiden AKP’nin oyalayıcı ve erteleyici yaklaşımları açıkça görülüyor. Örneğin Önder Abdullah Öcalan, tarafların görüşlerinin on gün içinde kendisine ulaştırılmasını istedi. KCK Yönetimi ayın 9’unda, yani onuncu günde cevabını aracılık yapan HDP Heyeti’ne bildirdiğini açıkladı. Fakat bugün on dördüncü gündür ve hala HDP Heyeti İmralı’ya gidip KCK’nin görüşlerini Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a iletebilmiş değildir. Daha Heyet’in İmralı’ya ne zaman gideceği de belli değildir.
Bu durumun ve dolayısıyla AKP Hükümeti'nin tutumunun sürece ters olduğu ve daha şimdiden oyalama ve erteleme anlamına geldiği açıktır. Tabii bu da tüm halkın ve demokratik güçlerin derhal ve etkili eylemlerle protesto etmesini gerektirir. AKP sürecin ruhuna ve takvimine uygun hareket etmediği gibi, bir de yalan ve demagojiyle HDP’ye saldırmaya çalışmaktadır. İşte bu noktada halkın ve demokratik güçlerin anında harekete geçmesi önemlidir. Süreç AKP’ye karşı demokratik siyasi mücadeleyi yükseltmeyi gerektirmektedir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 20 Aralık günü saat 05:00 ile 07:00 ve 21 Aralık günü(bugün) 01:00 ile 22:00 arasında Medya Savunma alanlarımızdan Zap bölgesi üzerinde işgalci TC ordusuna ait insansız hava araçları keşif uçuşları gerçekleştirirken; saat 20:00 ile 22:00 arasında ise savaş uçaklarının alan üzerinde hareketliliği gözlemlenmiştir.
- Ayrıntılar