Basına ve Kamuoyuna!
Son iki gündür Hakkari'nin Çukurca ilçesine bağlı Şehit Rüstem alanı ve sınır hattında işgalci TC ordusuna ait helikopterlerin yoğun hareketliliği yaşanmıştır. Yaşanan hareketlilik devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Kapitalist sisteme karşı savunmamı geliştirirken yapmam gereken ilk işleyişlerden biri onun zihni formatlarından kurtulmaktır. Nasıl ki İslamiyet’in her işe başlarken bir ‘Bismillah’ı varsa, kapitalizmin de benzer kutsalları vardır. Mademki ondan kurtulmak istiyoruz, o halde her şeyden önce onun niyet duasını reddetmeliyiz. Bunların başında empoze ettiği ‘bilim yöntemi’ gelmektedir. Bahsedilen, toplumsal yaşamın süzgecinden geçen ve insan toplumu var oldukça onsuz olmayacağı ‘özgürlük ahlakı’ ve etiği değildir. Tersine, onu yadsıma temelinde anlamsızlaştırarak dağılmasına ve yozlaşmasına yol açan en gelişmiş köleci yaşam zihniyeti, onu var kılan maddi ve manevi kültürüdür.
Bundan kurtulmaya çalışırken, temel argümanım bizzat KENDİMDEN başkası olamaz. Descartes, kapitalizme belki de pek farkında olmadan zemin sunduğu felsefesiyle her şeyden şüphe ederken, en son kendisi kalmıştı. Kendisinden de şüphe etmeli miydi? Daha da önemli olan, nasıl o duruma düşmüştü? Tarihte onun durumuna benzeyen birkaç Evren’in olduğunu biliyoruz. Sümer rahiplerinin tanrı inşaları, İbrahim peygamberin derin tanrıcı şüpheleri (sonuncu örneği Hz. Muhammed’in tanrı serüvenidir), İonya septisizmi (şüpheciliği) ilk hatırlanması gereken örneklerdir. Bu tarihsel aşamalarda içine girilen ve ret gerektiren önceki zihniyetler toplumu köklü biçimlendirme, tarzlara uğratma özelliklerine sahiptir. En azından temel paradigma sağlarlar. Köklü bir zihniyetin (ideolojik yapısallık da denilebilir) uç veren yeni bir yaşam tarzı karşısında yetmezliğe düşmesi şüphenin esas nedenidir. Yeni yaşam için gerekli zihniyet kalıpları ise çok zordur ve köklü kişilik sıçraması ister. Adına ister peygambersel çıkış, ister filozofik aşama, isterse bilimsel keşif diyelim, esas olarak aynı ihtiyaca yanıt aramaktadırlar. Yeni toplumsal yaşamın olmazsa olmazı olan yeni zihniyet kalıpları nasıl döşenecektir? Korkunç şüphecilik bu ara aşamanın özelliğidir.
16. yüzyılda kapitalizmin kalıcı yükselişine beşiklik eden mekânda (yaklaşık bugünkü Hollanda) Descartes, Spinoza ve Erasmus’un müthiş yaşamları böylesi bir tarihsel aşamanın izini taşımaktadır.
Yaşam tarihim 1950’lerde başlayan bir zamana denk gelmektedir. Kapitalizmin zamanın küresel hamlesinin zirvesine ulaştığı yıllardır. Mekânım halen çok köklü zihni kalıplarının kalıntıları olan neolitik (tarım, köy devrimi) çağla kent uygarlığının ilklerinin en uzun süreler halinde yaşadığı Toros-Zagros dağ sisteminin çerçevelediği ünlü Verimli Hilal’in en mümbit toprağı Mezopotamya’nın yukarı kısımlarıdır: Uygarlığa çıkış yaptıran dağ etekleri. Neolitik geçişin görkemli adaklarının sunulduğu (Urfa yakınlarında ilk örneği açığa çıkan 12 bin yıllık büyük dikili taşların çevrelediği tapınak kültleri) temel alanlar.
Kapitalist sistemin bekçileri tarafından çok sistematik biçimde, adeta Zeus’un Prometheus’u bağladığı Kafkas kayalıklarına taş çıkartan biçimde İmralı adasına mahkûm edilmem kendiliğin sistem zıtlığını çözmeyi zorunlu kılmaktadır derken, bu tarihi gerçekleri hatırlayıp yeniden çözümlemeden, anlamı fark edemeyiz. Türkiye Cumhuriyeti’ne takılmamın, olsa olsa İspanyol boğa güreşinde hep kırmızı şala saldıran boğadan pek farkı olmaz. Türkiye Cumhuriyeti şüphesiz bir boğa güreşçisine indirgenmiştir. Öyle rol kesilmiştir. Sürekli ve verimlice bu rolde oynanmak istenmektedir. Ama bize, bana gerekli olan, bu vahşi oyunun (ki, kral oyunudur) gerçek sahiplerini tüm yaşam gerçekleriyle tanımlamaktır.
Toplumun bütünlüğünü ilgilendiren büyük yanılgılara düşmemek açısından, Karl Marks örneğini önemle göz önünde tutmalıyız. Marks’ın kapitalizmi çözmek ve ondan kurtulmak isteyen önde gelen bir kişilik olduğundan veya olmak istediğinden kuşku duyulamaz. Ama ondan esinlenen muazzam toplumsal değişimlerin kapitalizmin en iyi hizmetçiliğini aşamadıkları genel olarak kabul gören bir görüştür. Aptal bir Marksist mürit olmayacağım açıktır.
Kendi kimliğimi tanımlamaya çalışırken temel parametrelerden hareket etme istemim anlaşılmaya değerdir. Nedir bunlar? Neolitiğe geçiş ve neolitik zihniyet kalıntıları ve yaşam alışkanlıkları, kent uygarlığına dayalı iktidar hiyerarşileri ve devlet kültleri ve nihayet tarihin hiçbir dönemiyle kıyaslanmayacak ölçeklerde kapitalizm oyunu gerçekleri.
Daha alt bir katmandan da bahsetmek gerekir: İnsan türünün ayırt edici özellikleri. Yaşam için sunduğu risk ve kolaylıkları.
Bu satırları sıralarken, kapitalizmin meşruiyet sınırları kapsamındaki yerimin farkındayım. Ona dayanarak yaşa-dığımı veya Prometeleştirildiğimi inkâr edecek değilim. Gücünün ve içindeki anlamının her saat yoğunlaşan açılımlarla bu farkındalığını geliştiriyorum.
Bilinen örneklerden kalkarsak, Sasani iktidar kapısında Mani, İslamik iktidar kapılarında İmam Hüseyin, Hallacı Mansur, Sühreverdi bir yandan, İsa geleneğinden yüzlerce aziz ve azizeler diğer yandan, ayrıca Buda geleneğinin dehşetinden kaçtığı iktidar kurbanları, kilisenin engizisyon ateşlerinden geçenler ve kapitalizmin soykırıma varan dehşetleri yazılı kültürün tespitlerinin uç örnekleridir. Bu başat örneklerin ortak özellikleri, yaşamın farkındalığında ısrarlı olmalarıydı. Yaşamla aralarına örülmek istenen perdeye takılmak istemiyorlardı. Suçları buydu.
Eğer yaşam-ölüm ikilemi müthiş bir açmaza düşürülmüşse, nedeni kesinlikle toplumsaldır. Esas olarak ne önümüze serilen anlamıyla bir ölüm vardır, ne de sürekli reklamı yapılan bir yaşamın yaşamla alakası vardır. Simülasyo’nun yaşam gerçeğimiz haline getirildiğini (yaşamın mekanik taklidi olarak anlaşılmalı) anlamak durumundayız. Yaşama en sıradan bir saygı bu lanetli döngel çemberinden kurtulmayı gerektirir.
Altmış yaşıma dayandım. İlkokul öncesi tabir edilen yaşam meraklarım esas olarak aşılmadı. Halen o sınırlarda-yım. Kapitalizmin meşruiyet sınırlarında büyüyemiyorum. Adeta o sınırlarda ya sahtekârca bir yaşam, ya cüce kalmak kaçınılmaz gibi geliyor. Ya da hepsi; simülasyon, sahtekâr, cüce, aldanıcı, vicdansız, çirkin, cahil. Fakat yaşam tüm değerlerin üstünde tutulmak durumundadır. Esas görevi de anlaşılmaktır. Anlayabilmek yaşamaktır. Yaşayabilmek anlamak içindir. Kozmos’un başka bir yorumu olacağını sanmıyorum. Mutlak anlam ne kadar gerçekleşmesi imkânsıza yakın denecek kadar zorsa da, yaşamı sürükleyen gerçeklik olduğunda ısrarlıyım. Hiçbir güç anlam gücünden daha güçlü olamaz veya anlam karşısında sahte gösteriler olmaktan kurtulamaz.
Yine kendime gelmeliyim. Belirtmeye çalıştığım bu sözde yaşam parametreleri yaşam meraklarıma cevap olmaktan yoksun oldukları gibi, derin kuşkulara düşmemin de esas nedeniydiler. Sadece şüphelenmiyorum, tiksiniyorum da.
Kanserli vakalar yaşamın anlam savunuculuğunun bittiği yerde veya anlamsızlık anlam diye sunulduğunda önlenemez hale gelir. Bunun da nedeni kesinlikle toplumsaldır. Kanserin bir toplumsal hastalık olduğu antropolojinin sıradan bir gerçekliğidir. Anlamsızlık veya kör madde yığınlaşması hücreyi sardığında kanserleşme başlar.
Soranlarımın bazı sorularına yanıt için bazı belirlemeler yapmam saygı gereğidir. Bu satırlara başladığımda, Türkiye Cumhuriyeti’nin en üst yürütme heyetiyle kapitalist sistemin en üst heyeti olan ABD yürütmesi “PKK’yi ABD, Türkiye ve Irak Hükümetlerinin ortak düşmanı ilan ediyoruz” derken, yerim ve zamanımın anlamını daha derinliğine kavramak deneyim gereğidir.
Şunu demeye çalışıyorum: Kapitalist yaşam tarzı bana göre değil. Ara sıra özenmediğimi söyleyemem. Ama hiç başarı yeteneğimin olmadığının tamamen farkındayım. Ondan önceki ve birlikte özümsendikleri halleriyle bir ‘koca erkek’ olamayacağımın da farkındayım. Sistem açısından gülünç kalındığım söylenebilir. Ama ben sistemi korkunç kanlı, baskılı ve sömürülü görüyorum. Bu olguların varoluşçuluğunda yaşamın tam bir iğrençlik, tiksinti olduğu filozofik yaşamımın karşı parametresi veya paradigmasıdır. Kendimi hiç abartmayacağımdan eminim. Ama bir insan olarak kendimi savunmam hem en temel bir yaşam belirtisi, hem de toplumsallıkta yaşam iddiası olanlara karşı temel ahlaki görevimdir. Eğer iktidarlarca çizilen anlamına katılmadığım, fakat yine de ciddiye alınması gereken anlamlı bir yurttaşlıktan bahsedeceksek, ona karşı da görevli yaşamayı bilmek bu ahlakın gereğidir. Sorun yaşayıp yaşamamak değil, doğru yaşamayı bilmektir; her ne kadar doğru yaşamayı çok başarmasak da, daha önemlisi onun arayışından vazgeçmemek, o yolun yolcusu olmaktır.
Kapitalist sistemde tarihte hiç olmadığı kadar sözle eylem arasındaki kopukluktan da öteye, geliştirilmiş bir ihanet var kılınmıştır. Sözler sanki hep eylemi yanlışlamak içindir. Eylem hiç olmadığı kadar hegemonik sistemin kulluğunda adeta mekânik bir aygıt gibi rol sahibi kılınmıştır.
Küresel imparatorluk aşamasındaki kapitalizmin doğası çözümlenmeden, özgür yaşama ilişkin program ve form kestirmenin her tür saptırılmaya açık olacağı birçok tarihsel örnekten anlaşılmaktadır. Söylenecek her söz, yapılacak her eylem, diğer bir deyişle teori-pratik rakibinin sahasında kendine rol biçemez. En azından dört yüz yıldır hegemonik bir hal alan kapitalistikmodernitenin gelenekselleşen, en fanatik dinden daha çok kültleşen kavram ve uygulamalarına karşı en yetkin evliya, peygamber ve Budistik yaklaşımları geliştirilmeden, sistemin değirmenine aptalca su taşımaktan kurtulunamaz. Anti-kapitalizmler çok işlendi. Gelinen aşamada bunların ezici çoğunluğunun kapitalizmin değirmenine en aptalca su taşıyanından kurtulunamadığı yetkince itiraf edilmelidir.
Küreselliğin zirvesindeki kapitalizmi hiç de güçlü görmüyorum. Belki de en zayıf aşamasındadır. Aslında her zaman naif ve kırılmaya müsaittir. Gerçekleşemeyen de toplumun ona karşı doğru ve yetkin savunulmasıdır. Sadece bir benzetme olarak değil, gerçeğinde de toplumsal kanser hastalığı olarak tanımlayabileceğimiz kapitalist hegemonyacılar da diğer kaderler gibi kader olarak yorumlanamaz. Kapitalizm en zayıf bir heğomonik sistem olarak değerlendirilmek durumundadır. Gerekli olan, tek kişilikte kalsa bile, toplumsallığın doğru ve yetkin yaşanmasıdır. Tarihte hep yapılagelen, ‘güçlü adam’ veya ‘hegemonya karşı onunla aynı silahları kullanmaktır. Hem anlayış hem eylem olarak aynılık benzerini doğuracaktır. Olan da budur. Roma’ya karşı birçok Roma doğmuştur. Daha da eskisi, orijinali olan Uruk sitesi, halen kendini ‘Yeni Irak’ olarak doğurmaya devam etmektedir. Değişim çok az, tekrar çok fazladır.
Hegemonyayı abartmamak da önemlidir. Toplumlar hiçbir zaman iktidarı, sömürüyü, baskıyı isteyerek benimsemedikleri gibi, onsuz yaşanmaz aşamasında da olmamışlardır. Şöylesi anlayışlardan da kurtulmak gerekir: ‘Yepyeni toplum’, art arda gelen benzemez ‘toplum biçimleri’ en içi boş kavramlardır. İnsan türünün varoluş tarzı olarak toplumlar gelişirler; ama benzer olarak. Aşk eğer gözü körse, en aşağılık durumlara, cehaletin en yoğunlaşmış haline götürebilir. Bu ister iktidar aşkında, ister cinsellik aşkında olsun böyledir. Anlamla yüklü olduğunda ise aşk bir ‘Nirvana’ değerindedir. Fenafillâhtır; gerçeğin içinde erimek oluyor; Enelhaktır; adil, özgür toplumun kendini hükümran kılma, yani tam demokrasi olma halidir.
Köy toplumuna teslim olmamakla doğru hareket ettiğimden eminim. Yanlış olan, kapitalistikmoderniteyi ışık sanmaktı. Geç çözümlendiğinde, köy toplumu da olsa, henüz demokratikleşmemiş de olsa, hele hele ulus-devlet, endüstri gibi temel kategorik aşamaların çok uzağında da kalınsa, radikal kopuş büyük bir hataydı. Üzüntülerimin köklü bir kaynağı burada yatar. Adını pek anmadığım babam bendeki yaşam enerjisini doğru fark etmek kadar, çok acı bir gerçeği yüzüme söylerken, en az anam kadar arifaneydi. Bilgece söylüyordu. “Öldüğümde bir damla gözyaşı bile dökmezsin” sözü hala hatırımdadır. Eski dünyanın inanmışlarındandı. Emek dünyasındandı ve özü itibariyle demokrattı. Kapitalist tanrısallığın bende bu denli lanetli ve aldatıcı bir çekiciliğe nasıl yol açtığını hala araştırıp duruyorum.
Karl Marks kapitalizmi daha çok pozitivist bir yaklaşımla çözümlemek istedi. O da yarım kaldı. İktidar ve devlete el bile atmadı. Bu yaklaşıma hiçbir zaman derinlik kazandıramadım. Sömürü olgusunu kavrıyorum. Ama o bana hep bir sonuç gibi geldi. İşe sonuçtan başlamak, çok eksikli bir yaklaşım ve politik olarak da tam bir savunmasızlık halidir. Aslında yanı başında 1848’ler gibi bir devrim süreci yaşanıyordu. Burjuvazinin iktidara yürüyüşü kadar, senyörlerin dökülüşünü ve dönüşümünü çok iyi gözlemliyordu. Ekonomi-politik, felsefe ve sosyalizmle yoğunca ilgiliydi. Fakat toplumların ezici yoksul, emekçi çoğunluklarına karşı bir ahtapot gibi sarsalayıcı, yeniden organize olan iktidar olgusunu kavramayı bir yana bırakalım, kendi sistematiğinin sonuçta ona alet olmasını bile engelleyemedi. Önerdiği teorik-pratik modelin kapitalist hegemonyacılığı beslediğinin farkında olmadı. En son örneği olan Çin pratiğinin ABD hegemon kapitalizminin en güçlü dayanağı konumuna düşmesi, bu farkında olamamayla yakından bağlantılıdır.
Kapitalist hegemonyacılığı o kadar güçlüyse, bunun en temel nedeni yol açtığı gönüllü kölelikteki yarıştır. Bugün yüksek ücrete karşı olabilecek tek bir işçi var mıdır? Durum gerçekten hazindir.
Kapitalizmle mücadelede yoğunlaştığımda, aklıma hep karı-koca ilişkisi düşer. Eğer koca ortama göre karıya normal bir yaşam sunmuşsa, bu kadını kocaya karşı mücadeleye çekmek ne kadar zorsa, işçiyi de eğer dolgun bir ücret vermişse, efendisi kapitaliste karşı mücadeleye çekmek o denli zordur. Bırakın özgürleşmeyi, basit bir ücret sınırında bile kapitalist efendiye karşı takla atan işçi, toplumsal çokluklara karşı artık efendisinin sistematiğinin bir uşağıdır. Hele işsizler ordusu çığ gibi büyürken, konumu güvencede olan bir işçi aynen devlet memuru kadar, belki de ondan daha fazla kendini güvencede sayar.
Kaldı ki, devlet bürokratı ne kadar proleterleşiyorsa, proleter saflarda da o denli bürokratlaşma vardır. Bir nevi burjuva soyluluğuyla feodal soyluluğun tepedeki karışımının benzeri tabanda işçi-memur arasında gerçekleşmektedir.
Köy toplumundan beni mıknatıs gibi çeken kent toplumu, çözümlenmiş haliyle benim için toplumsal sorunun esas mekânıdır. Toplumun içteki çürüyüşü kadar çevreden kopuşunun da baş suçlusu, kent ve yol açtığı toplumsallıktır. Daha doğrusu, sınıflı devletli uygarlığın kentinin toplumudur. En ilkel klan toplumu bile yaşama karşı kent uygarlığı kadar cahil değildir. Tersine, uygarlaşmış kent toplumu kapitalist aşamada tam bir çevre katliamcısına dönüşmüşse, bu herhalde bünyesindeki sistematik cehaletleşmesinden kaynaklanmaktadır.
Duygusal zekâdan kopmuş akıl ve anlamını çoktan yitirmiş cinsellik, kapitalizmin kanserojen gerçekliğinin temel göstergeleridir. İktidar için nükleer dehşete bel bağlamaktan tutalım, ucuz işçilik için dünyaya sığmayacak nüfuslar sistemin özüyle, özellikle onun iktidar biçimlenişiyle ilgilidir. Dünya savaşları, sömürge savaşları ve tüm topluma karşı her düzeyde kılcal damarlara kadar etkileyen iktidar savaşımları sistemin iflasından başka anlama gelmez.
Liberalizm, bireysellik kapitalizmin ana ideolojik ekseni olarak sıkça ileri sürülür. Ama şunu iddia edebilirim ki, hiçbir sistem kapitalizmin ideolojik hegemonyası kadar bireyi kendine tutsak etme gücünde olmamıştır.
Denilebilir ki, halen konuştuğun dil içerik olarak sistemin meşruiyetinden pek uzak değildir, sen de sistemin ürünüsün. Fakat içinde bulunduğum mekân, sistem karşıtlığına layık bir konumdadır. Derinden farkındayım ki, şahsımda iyi bir anti-kapitalist yargılanıyor ve yargılıyor. Yargılanma doğaldır ki hukuku katbekat aşmaktadır. Dört yüz yıldır kapitalist hegemonyacılığın eritme değirmeninde sayısız halk kültürü yok edildi. Büyüdüğüm mekân adeta bir eski kültürler mezarlığıdır. Kazısan her taraftan bir kültür fışkıracaktır. Mensubu sayılmam gereken, henüz kendini tam kavramsallaştıramamış olan Kürtler, tüm bu kültürlerin mezar sessizliğindeki tanıkları gibidir. Tarihin neredeyse tüm ilklerini yaratan kültürlerin mezarlarının bile silinmeyle yüz yüze kalması büyük acı verir. Günümüzdeki Irak vahşeti bir anlamda kültürlerin intikamıdır.
Ortadoğu kültürünü kapitalizme karşı savunmak gerekir. Şüphesiz Batı oryantalizmini aşmadan başarılacak bir görev değildir bu. Yeniden İslamcılık ise, tepeden tırnağa kadar en kof bir oryantalizm türevidir. Oryantalizmi ve İslamizmi sağ ve sol yorumlarıyla birlikte aştıktan sonra geriye ne kalır sorusu akla gelecektir. Asıl savunmam bu noktadan sonra geliştirilmek durumundadır. Aksi halde ben de çoktan bir kusmuktan ibaret bir sistem sözcüsü olmaktan elbette kurtulamayacağım. O savunma değil, papağanca tekrarlama olur.
Kapitalizmin zafer mekânı Kuzeybatı Avrupa’nın sahil kıyıları ve İngiltere adasıydı. Kapitalizm zafer yürüyüşünü dört yüz yıldır dünya-sistem seviyesinde sürdürmektedir. Tökezlendiği yer Ortadoğu kadim kültür merkezleridir. Aslında kapitalizmin kendisi bu kültürün en son inkârcı, hayırsız evladı konumundadır. Aralarındaki çatışma sanıldığından daha fazla derindir. Şu an gerçekleşen, acemiler savaşıdır. Adeta İskender’le Üçüncü Darius’un kopyaları oynanmaktadır. G. W. Bush ne kadar İskender’se, AhimeydiNecat da o denli Darius’tur. Diyalektik çelişki çok derinlerde ve çok biçimlilik altında cereyan etmektedir. Çelişki sadece egemen klikler arasında dile gelmemektedir. Toplumun iktidar karşıtlığı da kapsamlıca devreye girmiş durumdadır.
Şahsımda dile gelen veya dile getirmeye çalıştığım, iktidar karşıtlığının komple biçimleridir. Kapitalizmin kâr sızdırması bu biçimlerden sadece birisidir. Ona karşı olmak sosyalist olmaya yetmez. Kaldı ki, bu kendi başına bir başarı vaadi de olamaz. Tüm direniş ve özgür yaşam formlarını iç içe sözlü ve eylemli olarak adeta bir orkestraysan stilinde icra etmedikçe, ya ‘Agade’ye Lanet’ ya da ‘Nippur’aAğıt ’tan öteye gidilemez.
Yaşadıklarımı dostlarım ve yoldaşlarım ağır trajedi olarak da değerlendirmektedirler. Ama şundan emin olsunlar ki, bu trajedi olmasaydı, biz özgür yaşamı tanımayacaktık. Her şey beş kuruş etmez bir durumdayken, nasıl birbirimizin yüzüne bakabiliriz ki! Babasının ölümüne bile gözyaşı dökemeyen bir evlat durumundayken, yaşamın hangi onurundan bahsedebilirdik? Yanlış anlamayın. O ölüm yılında, 1976’da ben ilk Kürdistan seferini özgür kimlik idealiyle Ağrı Dağı eteklerinde başlatmıştım. Halen Serhatlı Kürtlerin bu yürüyüşün tek bir adımını bile kutsallıkla andıklarını duydum. Fakat gerçekliğimiz yerinde yine ağır durmaktadır. Tam otuz beş yıldır özgürlük yürüyüşünden öte adeta maratonu diyebileceğim bu çıkış bu satırlarla kendini anlamlandırmaktadır. Her nefesi, her mekânı, her kişisi bir destan değerinde olan bu maraton nasıl sonuçlanacak?
İskendervari ordularımla zafer üstüne zafer kazansaydım bile, bu kesinlikle özgürlüğün zaferi olmayacaktı. Kaldı ki, askeri zaferler özgürlük değil, kölelik getirir. Onunla kendini, dost ve yoldaşlarını savunduğunda ancak bir değeri olur. Tersine kendimi iktidar zaferine karşı savunmayı en az iktidara karşı savunmak kadar gerekli görüyorum. Olsaydı bile, ordularımın zaferlerine karşı savunmayı en büyük cihat sayardım.
Gerçekliğimizde yaşam yerlerde sürünüyor. Anlamını tümüyle yitirmiştir. Müthiş bir yalan ve kendini kandırma, her yere sızmış bir çirkinlik, baykuşlar kadar bile ötmeyen diller ortamındayız. Tek kişilik odamda tam dokuz yıldır dayanabiliyorsam, bu, dışarının daha da beter olmasıyla da biraz bağlantılıdır.
Savunmam genelde ana nehir olarak uygarlık sürecine karşı geliştirilirken, kapitalist hegemonyacılığa karşı daha derinlikli olacaktır. Sistemin sonuna gelindiğine dair birçok işaret olduğu kadar, gerçek bilge kişiler de aynı kanıda birleşiyorlar. Sorun kaostan hangi sağlıklı, özgür, demokratik ve eşitçe çıkışların toplumsallaştırılacağında yatıyor.
Kapitalist sistem bile temelde kendini kendinden kurtarmaya çalışırken, toplumsallık inşalarında ne kadar dikkat etmemiz gerektiği anlaşılır bir husustur. Eğer iki yüz yıllık sosyalizmlerimiz bile kapitale asimile olmuşlarsa, herhalde bu büyük insanlık idealleri olan savaşçıların anısına benzer bir akıbet getirebilecek lanetliler tayfasından olamayız. Daha da ötesi, Sokrates’i, Buda’yı, Zerdüşt’ü susmuş ve son sözlerini söylemiş sayamayız. Onları yaşamsallaştırmak dün gibi bize yeni gelmedikçe, özgürlük felsefesinden hiçbir şey anlamamış sayılırız. Bir de inleyen insanlık var, onun acılarına yanıt olmadan; tüketilen bir doğa var, bu durdurulmadan; ihanete uğramış aşk var, cevaplamadan hangi yaşamdan bahsedebiliriz?
Savunmamın bilimselliğine ilişkin olarak da söyleyebileceğim ilk söz, hangi bilimsellik sorusu olacaktır.
Eğer bilim esas olarak ‘kendini bilmek’se, sanıldığının aksine, en çok da sistemin resmi ideoloji olarak benimsediği pozitivizm bu gerçeklikten uzaklaştırıcı rol oynar. Çok eleştirdiği din ve metafizik aşamalar, belki de pozitivizmden daha fazla bilime yakındırlar. Tabii ki başta insani bilimler. Kaldı ki, tabii bilimler denilen disiplinlere de derinliğine bakıldığında, onlar da son tahlilde insani bilim kategorisinden sayılır. Belki de en sığ metafizik ve dinin kendisi pozitivizmdir. İnsanlık tarihin hiçbir aşamasında bu denli zincirlerinden vahşice boşalmamıştı. Yine bu denli kıskıvrak bağlanmamıştı. Doğa ve toplum üzerinde bu denli iktidar icrasına girilmemişti. Bunlar ancak pozitivist din ve metafizikle gerçekleşir oldu.
Kendini bilme sağlanmadıkça, girişilecek her bilimsel çaba en tehlikeli dogmatik din ve felsefelerle sonuçlanmaktan kurtulamaz. Kendini bilmeyle insan merkezci düşünceyi kastetmiyorum. Kozmos ve kaos ’un ancak iç gözlemle, derin deneyimleri dışlamayan sezgilerimizle kavranabileceğini belirtmek istiyorum. Özne-nesne ayrımına dayalı bilimin kölelik meşrulaştırması olduğunu yeri geldikçe göstereceğim. Öznelciliğin de kendini abartma ve aşırı küçültmeyle aynı kapıya çıktığını kanıtlayacağım. Bilimsel objektifliğin en rezil kapitalizm ve hegemonya taraftarlığı olduğunu da aynı minvalde sergileyeceğim. Bizim felsefemiz bir atın gözlerindeki anlamı sezmekten tutalım, bir kuşun sesindeki anlamı çözmeye kadar yaşamı bir bütün olarak algılar. Yaşlı bilgeye büyük saygıdan başlayıp, bir ceylan kadar ürkek bir genç kızın gözlerindeki arayışa yanıt olmaya kadar anlam yüklüdür. Hele hele soykırım beteri bir cinsellik anlayışının sonucu olan çocuk yapımındaki büyük cehaletin insandaki ve heğomonik sistemlerdeki nedenlerini çözmekten tutalım, yaşamın tüm evrim halkalarını kendinde çözmeye çalışan bir bilimi esas alır.
Kapitalizm bilimi geliştirmedi, bilimi kullandı. Bilimin böylesi kullanımı sadece ahlaki olarak en kötücül durumlara yol açmakla kalmaz, Hiroşima’ları genelleştirir. Anlamlı yaşamı bitirir. Medyatik yaşam, simülasyon, bilimin zaferi midir? Yoksa yaşamın anlam yitimi midir? Burada teknolojiden, bilimsel keşiflerden bahsetmiyorum. Bilicilik dini olarak pozitivizmin bilim olmadığını açıklamak istiyorum.
Pozitivizmin bilimsellik hükümranlığından kurtulmadan, başta ulus-devlet olmak üzere hiçbir iktidar hükümranlığından kurtulunamaz. Pozitivizm çağımızın gerçek mutçuluğunun dinidir.
Sonuç olarak, Descartesvari bir kuşkuculuk hastalığı zihnimi sürekli kemirdi. İnanılacak, bağlanılacak hiçbir değer tanımama durumuna düştüm. Bu bendeki eski kültürün trajik yitimi kadar, karşımda bir dev gibi -Leviathan- yükselen kapitalist modernizminerişilmezlik korkusundan kaynaklanıyordu. Kendime zar zor inanıyordum. Daha doğrusu, ayakta tutunmaya çalışıyordum. Şüphesiz bu garip bir durumdur. Toplumlar bu durumlarda bir yolunu bulup üyelerinin başını ve yüreğini bağlamasını bilirler. Garip olan diğer bir husus, bir toplumum olduğuna da inanamıyordum. Aile ve köye inancımı bu koşullarda kaybettim. Üniversiteye kadar okumam, devrimciliğim, daha önceki dinciliğim hep dostlar alışverişte görsün kabilinden göstermelikti. Keskin bir nihilist de değildim. Bir şeyi gönülden anlamıyordum ki, köklüce gereklerini yapayım. İşin daha da ilginç tarafı, başta öğretmenlerim olmak üzere çevrem beni zeki ve inançlı buluyordu. Bir nevi yarı-deli yarı da olmadığıma emindim. Fakat geriden bugün baktığımda, bu uzun dönemin pek yararsız bir dönem olmadığını da fark ediyorum. Kopuş ve bağlanmama, gerçeğe koşuşta beyaz sayfa açma, zemin temizleme gibi bir anlamı da beraberinde taşır.
Kişiliğim bu özelliğiyle hegemonik sistemin yapısal krizini daha iyi tanımama katkı sundu. Tarihi de yorumlayacak gücü kazanmıştım. Kaotik ortamdan korkma yerine, anlam yükleme ve çıkış sağlamada ideali kıldı. Dogmatik inançların, düz hatlarda ilerlemenin, bilimsel kesinliklerin ve katı yasallıkların aynı hükümran zihniyetten kaynaklandığını fark etmek son derece rahatlığı getirdi. Doğanın işleyiş tarzının insanda kazandığı boyutları rahatlıkla sezebilmem tam bir bilinç patlamasına yol açtı. Korku ve şüphenin temelindeki kendime yabancılaşma aşıldıkça, yüksek algı gücü ve yorumlama yeteneği her insani koşul için gerekli bilinç ve cesareti fazlasıyla veriyordu.
Derin araştırmalara ihtiyaç duymadan kapitalizmin kendisini bir kriz rejimi olarak değerlendirmek, konjonktürel sürelere dayanmadan da kapasitem dâhilindeydi. Kent, sınıf ve devlet temelli uygarlığın kapitalist aşaması, insan aklının son evresi olmak şurada kalsın, dayandığı geleneksel aklın tükenişi ve özgürlük aklının olanca zenginliğiyle ortaya çıkışıydı. Bu anlamda kapitalist modernite umut çağı olarak yorumlanabilir.
Önder APO
- Ayrıntılar
“Şehide, şehidine hakkını vermeyenler, onların anısını esas alıp yaşamını düzenlemeyenler, parti gerçeğimizin de sağlıklı bir militanı haline gelemezler.”
Batman-Gercüş doğumlu olan Ronahi arkadaş, daha küçük yaşlardayken, devletin baskıları ve ekonomik nedenlerden kaynaklı ailesiyle Türkiye’nin büyük metropollerin’den olan İzmir’e göç etmek zorunda kalmışlardır. Yaşadıkları göç ve sonrasındaki sıkıntılar nedeniyle Ronahi arkadaş ve ailesi kendi gerçekliklerinden uzaklaşmak ve kendilerini unutmak yerine, daha çok kendi gerçeklilerine sarılmışlardır. Kürdistan-i değerler temel yaşam gerekçeleri olmuş ve Kürt olmanın gereklerini yerine getirmişlerdir. Bir yandan ekonomik anlamda yaşamlarını kurma çabası sürmüş, diğer yandan ülkelerinden uzaklaştırılmalarının acısı ve topraklarının hasretiyle yurtsever bilinci geliştirme çalışmalarında yer almışlardır. Düşmanın göçerterek, ekonomik anlamda kendine bağlamak istediği onurlu Kürt halkı, Ronahi arkadaşın ailesi şahsında devleti ve politikalarını boşa çıkarmıştır.
Ronahi arkadaş da yaşananlardan etkilenip arayışların içerisine girmiştir. İzmir’in kalabalık sokaklarında sistemin tüketen çarkına şahitlik eden Ronahi arkadaş, her geçen gün yüreğinde büyüyen ülke özlemini anlama kavuşturma yoluna girmiştir.
Yaşananlar daha en başından dayanılmaz boyuttaydı. Kendi topraklarından, insanlarından uzak, dilinin, renklerinin, özlemlerinin yasaklandığı bir ortamda yaşamanın derin acısıydı bu dayanılmazlığı besleyen. Ama doğru zamanın geldiğini bilecek kadar bilinçliydi Ronahi arkadaş. Kürt özgürlük hareketinin hem içten hem de dıştan çok yoğun saldırıların hedefi olduğu, Kürt halkının hakaretlerle, yok saymalarla, inkârlarla teslim alınmak istendiği, Kürt halk önderi Önder Apo’nun vahşi işkence ve uygulamalara maruz kaldığı bir süreçte özgür yaşam mekânlarına yönelmesi bunu net göstermiştir. Sistemin tüm ‘bitirdik, kalmadılar, dağlar boşaltıldı vb.’ gibi politika ve propagandalarına kanmayıp, özel savaş politikalarını boşa çıkararak özgürlükten yana tavır koyması bunun göstergesidir. Ronahi arkadaş şahsında dönemin Kürt gençliğinin, kapitalist moderniteye, Türk devletine, özel savaş politikalarına karşı takındığı duruş özgür yaşam duruşudur. Özgürlüğü dağlarda, mücadeleyi gerillada aramanın temelinde yatan gerçeklik budur.
Büyük insanlar büyük çıkışlara sahip olanlardır. En kötü, çıkış yapılamaz denilen zamanlarda bile gözünü kırpmadan mücadele alanını çığlığıyla ve yaşamıyla doldurandır. Büyük insanlar büyük başarmada ısrar edendir. İddiasını büyük tutarak büyük başarıp, büyük yaşayandır. Ronahi arkadaşta büyük bir insandı. Çünkü Ronahi arkadaşın iddia düzeyi, başarı istemi, özgür yaşamı geliştirme kararlılığı hep büyüktü. Büyük yozlaşmaların özgürlük hareketine ve Kürt halkına dayatıldığı 2004 sürecinde çıkış sahibi olmak tamamıyla bunun göstergesiydi. Çünkü böylesi süreçler büyük çıkışları gerektiren süreçlerdir. Ronahi arkadaş dağlara yönelerek, gerilla saflarında mücadele halayına tutuşarak büyük çıkışını yaptı.
2004 yılında, hem hareket hem de düşman açısından bir hareketlenmenin olduğu süreçte gerilla saflarına yönelerek özgürlük dağlarıyla olan buluşmasını sağlamıştır. Yeni şervan devresinden sonra düzenlemesi HRK alanına olan Ronahi arkadaş, özgür yaşam dağlarına adım attığı ilk andan itibaren eğitimine özel önem göstermiştir. Çünkü Ronahi arkadaş, bilinç gelişmedikçe mücadelenin anlam itibariyle yetersiz kalacağının farkındalığını kendisinde oluşturmuştur. Bu temelde önderlik çözümlemeleri ve kitapları başta olmak üzere ne kadar örgütsel materyal ve mücadeleye ilişkin belge bulursa okur ve arkadaşlarla tartışarak anlama çabasında olmuştur. Önderlik ideolojisini, özelde kadın kurtuluş ideolojisini derinlikli bir şekilde tanıyıp, özümseyerek kendi yaşamında sergileme çabası hep en üst düzeyde olmuştur. Yaşam içerisinde örgütselliği esas alan duruşuyla tüm arkadaşların saygı ve sevgisini kazanan Ronahi arkadaş, kadın-erkek ayrımına gitmeden anladığı her şeyi herkesle paylaşmayı kendisine esas almıştır. Anlamak istediğini de çekinmeden herkese sorar, ortamı bir yoğunlaşma içine sürüklerdi. Birilerinin söylemine gerek duymadan, kendi kendine yetmenin, iradeli ve inisiyatifli olmanın en güzel resmi olmuştur Ronahi arkadaş.
Ronahi arkadaş örgütsel ve ideolojik duruşuyla yaşam içerisinde gelişen yanlışlıklara, kişilikte açığa çıkan sorunlara karşı içerisine girdiği tavırla da arkadaşların sevgi ve saygısını kazanmıştır. Her şeyden önemlisi farkındalığı yaratmak ve ona göre harekete geçmek en temel yöntemi olmuştur. Ronahi arkadaş sırf konuşma olsun, laf olsun diye konuşmazdı. Ne diyeceğini, ne için dediğini iyi bilirdi. Bundan kaynaklı yaşam içerisindeki refleksleri de arkadaşları tarafından doğal karşılanırdı. Örneğin, ihanete giden bir şahıs için bir kişinin ‘önerisi vardı, örgüt neden kabul etmedi’ söylemini kullanması üzerine; sakin, anlaşılır, kendinden emin bir edayla, örgütsel duruşundan ve devrimci kararlılığından taviz vermeden şu cevabı verdi:
“Bizler bu örgütün birer militanı olarak, özgürlükten yana tavrımızı koyup öz irademizle dağların yolunu tutarak özgür yaşam arayışına koyulduk. İlk geldiğimizde biz neydik, şimdi neyiz? Bu örgüt bizi biz yaptı, toplumsal gerçekliğimizi, insanlığımızı açığa çıkarttı. Ancak Önderliğin ve örgütün tüm çabalarına karşılık, sistem içinden beraberimizde getirdiğimiz hastalıkları da hep yanı başımızda tuttuk. Hem örgütle, hem de bu hastalıklarla beraber yaşayabileceğimizi sandık. Oysaki gerçeklik böyle değildi. İradesini özgür yaşamla güçlendirmeyen böylesi kişilikler ne yapılırsa yapılsın, eninde sonunda düşmanın uzatacağı kırıntılara koşacağı aşikârdır. Bundan kaynaklı kimse bu temelde kalkıp da örgütü, bu yaşamı ve yoldaşlığı küçük düşürmeye kalkmasın. Böylesi bir tutum ve duruşun sahibi olanlar, ihaneti en derinden içinde yaşayanlardır.”
Bu kararlı, istikrarlı, örgütsel ve devrimci duruşundan kaynaklı birçok arkadaşı O’na ‘Yaşamımın Komutanı’ unvanını layık görmüştü. Ronahi arkadaş yaşam duruşu ve sevinciyle bunu hak etmişti. Yaşama karşılıksız ve hesapsız katılımıyla, güler yüzlülüğü ve sempatikliğiyle tüm gözleri üzerine çekiyordu. Ronahi arkadaşın badem içi rengindeki gözleri her an bir tebessüm halindeydi. Çok nadir bir şekilde arkadaşları onu tek başına ya da hüzünlü görürdü. Ronahi arkadaşın en büyük moral ve yoğunlaşma kaynağı yoldaşlarıydı. Yoldaşlarından büyük güç alırdı. Yoldaşlarıyla olduğu sürece hiçbir şeyin kendisini mutsuzluğa itemeyeceğini, çünkü yoldaşlarıyla tüm sorunları, mutsuzlukları sevince dönüştüreceğine inanıyordu. Bu inançla yoldaşlarıyla yaşama sarılırdı.
Cevap olamadığı, üstesinden gelemediği, güç getiremediği durumlar karşısında kendini bir köşeye kapatma, yalnız kalma, içine kapanma gibi alışkanlıkları yoktu. Böylesi kişiliklerle mücadelesi keskindi. Kimsenin bu sistem içi duruşuyla bu yaşama katılamayacağı, bunun kabul edilemeyeceğini ve bir şekilde yoldaşlarıyla bir paylaşım içerisinde olunması gerektiğini sürekli dile getirirdi. Sadece dile getirmez aynı zamanda gördüğü böylesi arkadaşlarla diyalog içerisinde olarak anlamaya ve bildiklerini anlatmaya çalışırdı.
Ancak Ronahi arkadaş çok tıkandığında, düşünsel anlamda zorlanmalar yaşadığında arkadaşlarıyla tartışır bu tıkanıklığı aşmaya çalışırdı. Böylesi durumlarda en çok önderliğe başvururdu. Önderliğin düşünce ve felsefesine yönelerek kendi kişiliğinde yaşanan yetersizlikleri ve çözümsüzlükleri aşmaya çalışırdı. Nitekim bu yöntemi başarılı olur ve önderlikten anladıklarını yoldaşlarıyla paylaşmayı bir sorumluluk olarak bilirdi.
Ronahi arkadaş partiye adım attığı ilk günden, yönetim olup şehit düşünceye kadar hep sorumlu davranmayı bildi. Sorun varsa birilerine atmak, başkasında, kendi dışında görmek yerine öncelikli olarak kendisiyle yüzleşme cesareti gösterirdi. Çünkü bilirdi ki kendisiyle yüzleşmeden, kendi kişiliğindeki hastalıklarla mücadele etmeden dışarıda yaşanan sorunlara, bir başkasının hastalıklarına müdahale edemezdi. Bu temelde kendine karşı acımasız ve ilkelerden taviz vermezdi. Bir arkadaşa gelen en ufak eleştiriyi bile kendisine gelmiş gibi hareket eder, hemen o gelen eleştirinin özeleştirisini yaşamıyla pratikleştirirdi.
Faşist İran devletinin 2007-2008 yıllarında yoğunlaşan saldırıları özgürlük hareketini de daha fazla mücadele etmeye yöneltti. Yıl içerisinde gelişen birçok gerilla hamlesi arkadaşların içerisinde büyük bir heyecan oluşturdu. Faşist İran rejiminin zindanlardaki saldırıları var olan heyecanı öfkeye dönüştürdü ve daha geniş eylemsellikleri beraberinde getirdi. Ronahi arkadaş da, yaşanan bu süreç karşısında kayıtsız kalamayacağını, bir şeyler yapması gerektiğini her seferinde dile getirdi. Bu temelde kaldığı alandaki bir karakola eylem hazırlıklarına Ronahi arkadaş da katılır. Yönetim düzeyinde eyleme katılan Ronahi arkadaş saldırı gurubunda yer alır.
Ronahi arkadaş ilk eylemi olmaması nedeniyle, arkadaşlarına büyük moral ve destek olurdu. İlk kez böylesi bir eyleme katılacak olan arkadaşları motive ederek, onlara tecrübelerini aktarırdı. Bazen güzel sesiyle bir şarkı dillendirerek gecede biriken zifiriliği dağıttı. Bazen bir halayın başına geçerek yoldaşlarının sevincine ortak oldu. Bazen de, eylemin daha iyi başarıya ulaşması için planlama üzerinde yoğunlaşıp, arkadaşlarına görüşlerini sundu.
Eyleme gitmeden önce, arkadaşlarıyla vedalaşmayan Ronahi arkadaş, arkadaşlarına ‘tüm vedaları literatüründen çıkardığını’ belirtmişti. Ronahi arkadaşın tek korkusu bir gün gelir de yalnız kalma ihtimaliydi. Ama Ronahi arkadaş bu ihtimali aklına getirmemeye, sürekli yoldaşlarıyla olacağı inancıyla mücadeleye girişirdi. Ronahi bir şeyler hissetmiş gibi, eylem alanına gideceği zaman geride kalan arkadaşlarına sıkıca sarılmış, tebessümler içerisinde bademiçi rengindeki gözlerinden birkaç damla yaş inmiş. Her ne kadar arkadaşları buna anlam veremeseler de, onlar da sıkıca büyük bir sevgi ve saygıyla Ronahi arkadaşa sarılmışlar ve gidişini selamlamışlar.
Ronahi arkadaş bu son sarılmadan sonra, üzerine gittiği karakoldan, eylem başarılı olmasına rağmen, ağır yaralı olduğundan çıkamaz. Büyük kayıplar veren düşman güçleri yaşadıkları bu yenikliğin acısını Ronahi arkadaşın cansız bedeninden çıkarmak istercesine yerlerde sürüklerler. Ama Ronahi arkadaş ölümsüzler kervanına katılmıştır. Ronahi arkadaşı tekrar tekrar öldürmek isteyen düşman güçleri, Ronahi arkadaşın milyonların yüreğinde ve mücadelesinde yaşadığını bilemeyecek kadar gözü kara ve saldırgandılar.
Ronahi arkadaş son görevini de başarılı bir şekilde yerine getirerek, aydınlattığı yolda on binlerin yürümesini sağladı. Eylemdeki duruşuyla nasıl ‘yaşamın komutanı’ olunacağını tekrar gösterdi. Şimdi Ronahi arkadaşın birer savaşçısı olarak, oluşturmak istediği yaşamı önder Apo’nun ideoloji ve felsefesiyle donatarak inşa ediyoruz. Önder Apo’nun büyük emek ve çabaları sonucunda, geri dönülemez bir boyuta gelen mücadelemiz şimdi şehide bağlılığın gereği olarak tüm dönemlerden daha çok zafere yaklaşmış durumdadır.
Bugün gelinen aşamada şehit gerçekliği ve yaşamımızdaki yeri daha belirgin bir şekilde kendisini göstermektedir. Yaşanan sürecin yaratıcısı şehitlerimizi anmak, onların, mücadeleleriyle aydınlattığı yolda doğru pratik ve yaşamın sahibi olmak gerekir. Bunu sağladığımız derece onlara, özlemlerine ve hayallerine doğru cevabı vermiş oluruz. Uğruna canlarını, umutlarını adadıkları bu yolun onurlu birer sürdürücüsü olabiliriz. Bu temelde tüm şehitlerimizin mücadele gerekçesi olan özgür ve onurlu bir yaşamın oluşturulması ve geliştirilmesi sorumluluğunu herkesin en derinden hissederek, bu temelde döneme cevap olması gerekir. Bu da varolan sürecin doğru bir temelde bilince çıkarılması, ihtiyaçlarının belirlenmesi ve zaman-mekân birlikteliğini yakalayarak yaşamda sergilemesiyle
Gerillanın kaleminden
- Ayrıntılar
Devrim bir anlamıyla insanın kendini edebe çekme hareketidir. Esasta insan devrimi kendine karşı yapar. İçten ya da dıştan dayatma ile olsun bir bozulma, bir çürüme hali yaşanmaktadır. Giderek yaşanan daha fazla çirkinleşme daha fazla köleliktir. Öz ve biçim doğal halini yitirmektedir. Anlam yitimi derindir. Üretim, yaratım, canlanmanın önüne geçmiştir, tüketim, ölüm ve donuklaşma başat olmuştur.
İlkeler, insanı var eden ilkeler can çekişmektedir. Değerler, en yüce en kutsal değerler ayağa düşmüştür. Kötülükler kol gezmektedir. Yalan, hile, gasp, inkar, tecavüz meşruiyet statüsünü işgal etmiştir. Ne edep, ne adap kalmıştır. Her şey yaşamın kendisi tanınmaz haldedir. Büyük bir utanmazlık hali almış başını gitmiş, vicdan can çekişmektedir.
İnsan, toplum var olma yok olmanın yol kavşağındadır. İşte böylesi anların kurtuluş kimliğidir devrim. Bir utanma, bir silkinme, bir ayağa kalkış, bir diriliş gerçekleşmesidir. Bu da öncelikle kişinin kendisinde hayat bulur, ete- kemiğe bürünür. Terbiyesi, ahlakı, vicdanı bozulmaya yüz tutmuş insanın yeniden kendine gelme, özüne, sözüne dönme kendini özgür kılma kalkışmasıdır. Bu da başlı başına büyük bir vicdan hareketinin adı olmayı, sadece adı da değil onun sözü ve eylem gücüne kavuşmayı ifade eder.
Gerçekte birçoğumuz neden gerçek devrimciler olamıyoruz. Neden duruşu, sözü ve eylemi ile bunun gerçekleşme düzeyini yakalayamıyoruz. Bunca yıla- yıllara, bunca zorluğa ve de bunca şansa, imkâna rağmen neden sözümüzün ayağa düşürücüsü oluyoruz?
Gerçektende düşmüş, düşürülmüş kölelik zincirleriyle sıkı sıkıya bağlanmış, kendi kimliğinden, özgür gelişme ve yaşamın koşullarından uzaklaştırılmış bir halkın, bir toplumun içinde sağlıklı, kâmil insan bulmak çok zordur, neredeyse imkânsız gibidir. Böylesi pek az çıkar. Çıkarsa da on yıllarda, yüz yıllarda bir veya birkaç tanesi ya çıkar ya çıkmaz. Ve tarihin de böyle kime önderlik, öncülük, kurtarıcılık, kahramanlık rolünü oynattırmak ister. Ezici çoğunluk ise yarım yamalaktır. Yara bere hastalık içindedir. İşte önder ve öncüler ayağa kalkıp yürüyüşe geçtiklerinde böylesi bir çoğunlukla yolculuk yapmak zorundadırlar.
Ve bu çoğunluğun içinde militanlar savaşçılar yetiştirilmek zorundadır. Bütün zayıflık ve hastalıklarına rağmen deyim yerindeyse “zorbela biraz kalburüstüne çıkabilenler” dışında da aday yoktur, başkaca. Yani biz hele hele yaşadığımız devirde mumla da arasak sağlıklı ki bu vicdani ahlaki düzeyin yanında fizikten tutalım, yetenek ve yetkinliğe kadar istediğimiz kişileri bulamayız. Çünkü devrim bu halk düşmüşlüğe karşı bir çıkış olarak gelişiyor.
Tabi ki bu kaderine razı olma boyun eğme kabul etme anlamına gelmiyor. Tam tesrie gerçekçi bir analizle doğru bir değerlendirme yapmak anlamına geliyor. Mademki bir devrimi bunun için başlattık, o halde devrim saflarına gelen bizler, hızla kendimizi aşarak yeterli hale getirmeliyiz. Sadece kendimizi değil yoldaşımızı, yoldaşlarımızı ve halkımızın her ferdini var olan ve zorla dayatılan aşağılık köle statüsünden çıkarmak gerekiyor. Nefes alış verişlerimize kadar, her şeyimizi buna kilitlemeli bunun başarısına koşullanmalıyız. Kendine sevdalı, bin bir dereden su getiren, gerekçeci, sorumsuz, yüzeysel, mücadelesiz, utançsız, tutkusuz ve azimsiz bunu başarmak elbette mümkün değildir.
Kendisi mükemmel olmadığı halde kimseyi beğenmeyen, hep mükemmeli isteyen, köleliğin tüm biçimleri ile ‘barışık’ yaşayan kabul- ret ölçülerinden kopuk, kendine büyüklüğü, yüceliği, özgürlüğü, büyük hitap ve yüksek edebi yakıştırmayan bir kişilik, ne halkla devrimden- devrimcilikten, özgürlük ve kurtuluştan bahsedebilir ki!
Sonuç itibariyle kişi kendi özgür gerçekleşmesini başarmadıkça, hiçbir kazmaya sap da olamaz. Kendini en yetkin adaba kavuşturma, edepli kılma olmazsa olmaz kabilindedir. Kendisinde yenik, kendisinde başarısız bir bireyin başka kişiliklerde veya toplumda zaferi ve başarıyı yakalaması mümkün değildir. Kendisiyle mücadelesinde sürekli başarılı ve zaferli bir düzey yakalayabilenler ise adeta sel gibi coşarak dağlardan vadilere, ovalara sel gibi akar ve tüm gerekli topraklara hayat taşımayı başarılar. Bundan daha görkemli ve bundan daha heyecanlı bir başka yürüyüş de yoktur. Bizden istenen ve bize layık olan ve bir türlü hakkını vermediğimiz yarı da, yolda belki de yerde bıraktığımız görev de budur. Bunun kabullenmek devrimci ruhu, vicdani katletmektir. İnsan insanlığı katletmektir. Bütün kötülüklerin ve günahların ortağı olmaktır. Bu hale düşene nerede vicdan demeye de gerek yoktur, artık.
Rêber APO
- Ayrıntılar
Yaşam iddiam çok büyük. Anlamlı bir yaşamın ve büyük bir eylemin sahibi olmak istiyorum. Yaşamı ve insanları çok sevdiğim için bu eylemi gerçekleştirmek istiyorum.
Bunları söylemeden önce mutlaka uzun huzurlu, susmuştun. Yüzyıllarca süren bir sessizliğin anlamını çözmek ister gibi, susmuştun. Bu sözlerinin altında, yine onlara ilişkin başka bir sessizlik vardı ki bize uzaktır. Yüzyıllardır ulaşmaya çalıştığımız bir derinlikten ilk kez, işte böylece, topraklarımıza benzeyen bazı sesleri şimdi sende duyabildik. Yine de, anlamakta güçlük çekiyorduk; gül renkli bir gözkapağı olup açılan sözlerinin altındaki sessizliğin ne anlama geldiğini anlamaya çalıştık.
Sessizlik, büyük ayrılıkların, büyük uzaklıkların diliydi. Bunları söylemeden önceki sessizliğinin altında hangi bilgelik, anlaşılmamış derinlik gizliydi? Evet, senin sessizliğinde ölüme benzeyen bir yan varsa eğer, mutlaka öldürmeye benzeyen bir yan da vardı. Yaşamdan sözederken ki, güzelliğinin altında, anlamakta güçlük çektiğimiz başka bir şey vardı.
Sana işte, büyük sessizliği hak etmiş bir güzellik olan sana; rüzgâra karışmış olan, toprağa ve bu suretle canımıza karışmış olan sana, bir öykü anlattık.
"Sebil", kimin öyküsüydü? Tam hatırlayamıyorduk. Bir Grek MİT’i miydi? Ne olursa olsun, Bill’in öyküsünde sana ilişkin bir yan vardı.
İşte:
Çok güzel bir kızdı Sybill. Yalnızca güzellikler için yetenekli gözlere sahip insanlar değil, aynı zamanda tanrılar da Sybill'in müthiş güzelliğine hayran kaldılar. Ve hem güzelliği görmeye vergili gözlere sahip insanlar, hem de tanrılar, böylesine bir güzelliği ödüllendirmek amacıyla, Sybill'e ölümsüzlük bağışladılar. Ve onu sonsuza kadar hiç yaşlanmadan yaşayacağı bir cam fanusun içine yerleştirerek, güzellikler için yetenekli gözlere sahip olanların görebileceği bir yere koydular. Yüzyıllarca herkes gelip bu güzelliği büyülenerek, büyük bir hayranlıkla seyretti. Ancak bir gün, güzellik için duyarlı yüreğe sahip olanlardan biri, Sybill'in neler hissettiğini anlamak isteğiyle, fanusun kapağını açtı. Ve ona sordu: "Sybill", dedi, "bir isteğin var mı?"
"Tek bir isteğim var", dedi Sybill. "Ölmek istiyorum."
Bir güzelliğe ölümsüzlük bağışlanabilir mi? Yoksa güzelliğin büyüsü onun ölümlü olmasında mıdır? Ve ya; bir güzelliğin kendisini ölümsüz kılması ne demektir? Bir güzelliğin hangi koşullar altında tek isteği ölüm olabilir?
Bütün sözlerimizin altında gerçekte var olan büyük sessizliğin anlamı nedir? Bizler, özgürlüğümüzün ifade biçimleri olarak başka hangi simgeleri edinebiliriz? Varolma savaşının bu kadar çapraşık biçimlerinde, ölümün yaşamla örtüştüğü, içiçe geçtiği dünyamızda, kendi öz davranışlarımızı tam olarak anlayabilir miyiz?
"Yaşam iddiam çok büyük. Yaşam iddiam çok büyük. Anlamlı bir yaşamın ve büyük bir eylemin sahibi olmak istiyorum. Yaşamı ve insanları çok sevdiğim için bu eylemi gerçekleştirmek istiyorum."
Yine bir Kürt öyküsünden duymuş olmamız gerekiyordu. Gözlerine vurulan aşığına, gözlerini çıkararak ak fincanlarda sunan o masal kızının davranışı geliyordu aklımıza. İşte sen de, bir bakış gibi sundun kendini; kendini bir aşka açtın. O zaman hatırladık ki, Ruben Galuci'nin kurşuna dizilmeden önce söylediği sözlerin altındaki sessizliği açtın.
"Öldüğümü duyduğunda adımı söyleme
Söyleme adımın on bir harfini
Gözlerimden uyku akıyor
Sevdim
Ve hakkettim sessizliği..."
Söz bir örtüydü ve onun altındaki belirsizlikte, senin eylemin duruyordu. Kavuşma şarkılarına mezar olmuş göğüslerimiz, işte senin ateşten cevabınla açıldı. Ateşten bir göğüs olarak açıldın; göğsünde "muhayyel Kürdistanda, yani hepimizin düşüne bir kapı açtın. Hepimiz, ülkenin bu ateşten kapısına yüzümüzü ve yürüyüşümüzü dönerek, göğsünün alev kanatları arasından gireceğiz. Artık kavuşma günlerinden söz edebiliriz; artık konuşmadan da, örttükleri uzun sessizliğin etkisiyle sabah sisleri gibi uçup giden sözleri kullanmadan da, yüzyıllardır sağırlaşmış yüreklerin, bizi duyup anlamalarını sağlayabiliriz. Taş kesilmiş dillerin toprağa ve gökyüzüne benzeyen bazı yeni, güzel, bize dair, ak elmastan sözler söylemesini sağlayabiliriz.
Bizi işte, büyük sessizlik içinden yeniden doğurdun.
Dersim'de yangınlar arayışındaki o rüzgâra karıştığı için, adını söylemeksizin de, seni anabiliriz. Evet, sağırlaşmış yüreklerimiz duydu şimdi; evet; ülkemizin dağlarında, vadilerinde, savurmak için yangından saçlar arayan o rüzgar senin sesindir ki ona karışıp dağıldın; bu topraklar senin gözlerindir ki bire bin veren bereketli buğday taneleri olup karıştın. Değil mi ki bizi yeniden doğurdun artık, hepimiz şimdi büyük kavuşmadan söz edebiliriz.
1996
Rêber APO
- Ayrıntılar
Maraş katliamı 24 Aralık 1978 tarihinde gerçekleşti. Tabii bir günün işi değildi. Birkaç gün hatta haftalarca sürdü. Bir dönemecin başlangıcı da oldu. Katliam sırasında Ecevit başkanlığından CHP hükümeti vardı. Ve bu hükümete dayalı olarak sonu 12E eylül 1980 faşist askeri darbesine kadar giden bir süreç başladı. Yani askeri yönetimin ilk adımları atıldı. Sıkıyönetim ilanı bu katliam ardından başladı. Katliamın şimdi 33.yıldönümü yaşanıyor. Otuz dördüncü yılına giriyoruz. Bu vesileyle ben katledilen tüm demokrasi şehitlerini saygıyla anıyorum. Otuz üç yıldır PKK öncülüğünde bu katliamı yürüten güçlere karşı Kürt halkının özgür ve demokratik yaşamını öngören Türkiye’nin demokratikleştirilmesi için çaba harcayan büyük bir mücadele verildi. Onbinlerce şehit kanıyla sulandı bu büyük mücadele. Dolayısıyla hepsini bu vesileyle saygı ve minnetle anıyorum. Maraş katliamının şehitlerinin ve ardından süren mücadelenin şehitlerinin kanlarının yerde kalmadığını, anılarına doğru sahip çıkıldığını, katliamcılardan hesap sormak üzere özgürlük ve demokrasi mücadelesinin kesintisiz sürdürüldüğünü rahatlıkla söyleyebilirim. Bu bakımdan bir nebze tabii rahatız. Şehitlerimizin anılarına bağlı kaldığımız için belli bir vicdan rahatlığı, huzuru içindeyiz diyebilirim. Fakat kuşkusuz sona gitmeyen bir mücadele. Henüz devam ediyor tüm boyutlarıyla. Katliamcılar hala devredeler. Fırsat buldukça yeni yeni katliamlar tezgahlamak için harekete geçmekten geri durmuyorlar. Dolayısıyla bunlara karşı hep uyanık olmamız gerekiyor. Tehlike gerici saldırılar henüz ortadan kalkmış değil. Demokratik bir Türkiye, bu temelde özgür bir Kürdistan henüz tam yaratılmış bulunmuyor. Bu bakımdan da mücadelemiz otuz üç yıl olduğu gibi bugün de kanla, şiddetle, büyük fedakarlık ve cesaret gösterme temelinde sürüyor. Otuz üç yıldır devam eden bir çarpışma bu. Bugün de birçok boyutuyla sürüyor. Bunları insan ilk elden belirtebilir.
Tabii Maraş katliamı olduğunda biz henüz PKK’nin kuruluş kongresini yeni tamamlamıştık. Daha bir ay bile geçmemişti. Öyle ki Önder Apo tarafından tüm yoldaşlar tarafından bu katliam PKK’ye karşı bir saldırıymış gibi, PKK’nin kuruluşuna inkar ve imha sisteminin, faşist gericiliğin bir cevap vermesi gibi algılandı. Bu, yanlış bir algılama da değildi tabii. Tarihsel süreç, gerçeklerinin bir boyutunun da böyle olduğunu netçe ortaya koydu. Şunu insan rahatlıkla belirtebilir. Tabii bu katliamı Türk kontrgerillası düzenledi. Bundan hiçbir kuşku yok. Zaten dönemin başbakanı Bülent Ecevit de ilk defa o zaman işte bir kontrgerillanın, gladionun devlet içerisinde, hatta ordu içerisinde yuvalanmış olduğundan söz etti. Seferberlik Tetkik Kurulu diye bir kurulun varlığından, bunun Türk hükümetinden değil de Amerika’dan maaş aldığından söz etti. Büyük bir telaşa kapılmıştı. Kamuoyu önünde. O telaşını yaptığı açıklama sürecinde netçe gösterdi. İçine girdiği şaşkınlığı gizleyemiyordu da. Düşünün, bu kadar toplum ve devlet gerçeğiyle ilgili bir kişi 1960’dan sonra hemen bakan olabilmiş, hükümette, devlette bu kadar yer almış bir kişi bile devlet içinde bu tür örgütlenmelerin olduğunu bilemiyormuş. İlk defa karşılaşmanın şaşkınlığını o zaman yaşıyordu. Ne kadar gizli ve sinsi bir faaliyetin var olduğunu anlamak bu bakımdan zor değil. Bunun için şunları bu otuz üçüncü yıl vesilesiyle net ifade edebiliriz. Maraş katliamı bir boyutuyla PKK’nin kuruluşuna karşı inkar ve imha sisteminin sömürgeci gericiliğin verdiği bir cevaptı, bir saldırıydı. Maraş katliamını Türk kontrgerillası örgütledi, düzenledi, yönetti. Katliamdan kontrgerillanın, şimdi Ergenekon diye yargılanan oluşumun siyah bölümü kullanıldı. Aslında siyah Ergenekoncular, kara Ergenekoncular bu katliamın kullanılan, katliamı gerçekleştiren güçler oldular. Yani MHP’liler kullanıldı. Bu da bilinen bir gerçek. Katliamın hedefi Kürtler ve Alevilerdi. Aleviliği ve Kürtlüğü kendi şahsında birleştiren kişiler ve topluluklar ise bu katliamın doğrudan hedefiydiler. Mazlumlar, katledilenler Kürtler ve Aleviler oldular. Kürt Aleviler oldular. Aslında bir yerde Torosların, güneydoğu Torosların Kürtlükten ve Alevilikten temizlenmesi hedefini güden bir girişimdi, katliamdı bu.
Şimdi Dersim tartışmaları yürütülüyor mesela. Dersim katliamının nedenleri, amaçları, yürüten güçler, hedefleri belirlenmeye çalışılıyor. Temel amaç olarak ne çıkıyor ortaya? Belli bir coğrafyada Kürt ve Alevi nüfusu azaltma, yok etme hedefinin güdüldüğü ortaya çıkıyor. Katliamla, bir kısmı yok edilirken geri kalanlar da büyük bir korku ve panik içine sokularak sürgün edilmeleri hedefleniyor. Dolayısıyla fiziki katliamla sürgün birbirini tamamlayan, iç içe geçen olgular olarak gerçekleşiyor. Bu Osmanlı döneminde de böyle, cumhuriyet tarihinin çok değişik dönemlerinde de böyledir. Fiziki yok etme ve tehcire, yani sürgüne dayanarak belli coğrafyalar ya insansılaştırılıyor, ya da belli kesimlerden temizleniyor. Etnik temizlik yapılıyor, mezhepsel temizlik yapılıyor. Dersim katliamının bu amaçla yapıldığını herkes biliyor. Şimdi bir kere daha tartışmalar bu gerçeği net olarak ortaya çıkarıyor.
Maraş katliamının temel hedefi de buydu. Aslında güneydoğu Torosları Kürtlerden ve Alevilerden temizlemek. Kürtsüzleştirmek, Alevisizleştirmek amacıyla yapılıyordu, hedef buydu. Aslında arkasından da bu devam ettirildi. Yani bu katliam sadece 24 Aralık 1978’de bir gün, ya da birkaç gün yaşanan bir olay olmadı. Arkasından sıkıyönetim olarak devam etti, arkasından da 12 Eylül faşist askeri yönetimi olarak devam etti. Sonuç, Maraş ve çevresinde büyük bir boşaltma hareketi yaşatıldı. O coğrafya Kürtsüzleştirildi, Alevisizleştirildi. Belli sayıda bir insan çok vahşi yöntemlerle katledildi. Ama geri kalanlar da korku, panik içine sokularak dünyanın dört bir yanına savruldu. Avrupa’nın varoşları, ta Amerika’ya, Kanada’ya, şuraya buraya kadar uzanan bütün alanlar Maraş’ın içinden, ilçelerinden, çevresinden böyle bir süreçte kaçan, sığınan insanlarla doldu. Hala nereye, ne kadar insanın gittiği, bu insanların ne yaptığı, nasıl yaşadığı bilinmiyor. Otuz üç yıldır dünyanın dört bir yanında çok zayıf, perişan durumda yaşayanlar var. Bu anlamda aslında nasıl ki 1937-38’de Dersim katliamıyla Dersim alanında Kürtlük ve Alevilik zayıflatılmaya, buralar Türkleştirilmeye ve Sünnileştirilmeye çalışıldıysa, 1978 Maraş katliamı ardından da güneydoğu Toroslar benzer bir biçimde Kürtsüzleştirilmeye ve Alevisizleştirilmeye çalışıldı. Bu konuda da önemli bir sonuç alındığı söylenebilir. Gerçekten de geriye dönüp bakmak lazım. Ne kaldı Dersim’den, Dersim kimliğinden, Kürtlük kimliğinden, Alevi kimliğinden? Bırak kimliği, nüfus olarak, demografi olarak ne kaldı? Tarihin en kadim toplumu, en eski halkı dünyanın dört bir yanına savrulmuş, perperişan olarak yaşamaya çalışıyor. Dersim ise hala yeni soykırım ve katliamlarla insan toplum katliamı yetmemiş, şimdi coğrafyanın katliamı, doğanın katliamıyla da yaşanmaz hale getirilmeye çalışılıyor. Aynı şey Maraş katliamı için de geçerli. Toroslar açısından da geçerli. Burası da gerçekten de Kürtlere ve onlarla birlikte tüm etnik topluluklara, mezhepsel topluluklara 1925’ten itibaren Türkiye Cumhuriyeti tarafından dayatılan soykırıma, asimilasyona karşı yeni bir direniş PKK ile PKK öncülüğüyle Önder Apo tarafından örgütlendirilip geliştirilmeye başlandığı andan itibaren, bu direnişi anında boğmak, yok etmek, soykırım rejimini işler kılıp başarıya götürmek amacıyla bu katliamlar gerçekleştirildi ve hala devam eden bir süreçtir. Şimdi var olan karşılıkla bir mücadele oluyor ama şunu da herkes görüyor; PKK doğuşunu aslında o coğrafyalarda yaptı. Antep’te, Maraş’ta, Adıyaman’da, Dersim’de en büyük çıkışını gerçekleştirdi. İdeolojik doğuşunu, gençlik hareketi oluşunu, Kürdistan’a yerleşme, kökleşme, bir gençlik hareketi olmaktan halk hareketi haline gelmeyi bu coğrafyalarda yürüttüğü mücadeleyle, buralardaki insanların katılımıyla sürdürdü. Fakat şimdi dönüp bakalım ortada özgürlük mücadelesinin diğer yerlere göre çok zayıf yaşadığı gerçeği var. Bırak özgürlük mücadelesinin zayıflığını, ortada bir toplum yok, nüfus yok. Neredeyse boş, insan yaşamaz bir coğrafya ortaya çıkartılmış durumda. Şimdi bunlar önemli gerçekler, bunları görmemiz gerekiyor.
Diğer boyutuyla tabii güncel siyaset açısından da bütün bu hedefleri gerçekleştirmek üzere Maraş katliamının yeni bir sürecin başlangıcı olduğunu ifade ettik. Gerçekten de devlet, devlet içerisindeki derin devlet, Ergenekon ya da kontrgerilla yeni bir süreci geliştirmeye karar kılmıştı. Bir dönemeci ifade etti Maraş katliamı. Maraş katliamını doğru değerlendirenler daha sonraki süreci başarıyla karşıladılar. Doğru değerlendiremeyenler tabii gelişmeleri doğru öngöremediler, kendilerini hazırlıklı kılamadılar, dolayısıyla da yaşanan mücadelede başarıla olamadılar. Bu noktada ben şunu söyleyebilirim. Maraş katliamı üzerine en doğru, kapsamlı, gerçekçi tespiti, değerlendirmeleri Önder Abdullah Öcalan yaptı. Bir broşürü vardır, “Maraş Katliamı Üzerine Değerlendirme” başlığı altında kitapçık olarak da yayımlanmıştır. Bu aslında katliam üzerine PKK’nin önde gelen kadrolarıyla yapılan bir toplantıdaki bir değerlendirmeydi. Bu da gösteriyor ki katliamı derinden hisseden, deyim yerindeyse iliklerine kadar hisseden, anlayan ve buna göre de ciddi yaklaşım gösteren bir bilince, duyarlılığa Önder Apo sahipti. Tarihsel olarak da, güncel siyaset açısından da katliamın nedenlerini, katliamı yapan güçleri, bu katliamın hedeflerini gerçeğe en yakın bir biçimde ve en kapsamlı olarak değerlendirmeyi bildi. Bunun için de PKK soykırım rejimi karşısında bir özgür ve demokratik yaşam duruşu, bir direniş gerçeği olarak gelişmeyi bildi. Bu katliamın da tıpkı 18 Mayıs 1977 tarihinde Antep’te Haki Karer yoldaşın katledilmesinin PKK’nin gelişimi üzerindeki etkisi kadar PKK gelişimi üzerinde etkisi vardır. Maraş katliamının da bu düzeyde etkisinin olduğu tartışma götürmüyor. Her şeyden önce yakın siyaset açısından şu değerlendirmeyi netçe yapmıştı Önder Apo o zaman. Devlet yeni bir sürece girmiştir. Bu öyle sıradan, tesadüfen yapılan bir eylem değil, girişim değil. Yeni bir sürecin başlangıcıdır, bu sürecin adı da yeni bir askeri darbe sürecidir. Dolayısıyla gidiş askeri darbeyedir. Yakın zamanda askeri darbe olacaktır, o halde bütün ideolojik, siyasi, örgütsel duruş, hazırlık ve çalışmaları olası bir askeri darbenin gelişimine göre hazırlamak, ayarlamak gerekir” değerlendirmesinde, tespitinde bulundu. PKK daha sonraki süreçte bütün çalışmalarını, hazırlıklarını buna göre yaptı. Yurtdışına çıkış, bu değerlendirme sonucunda oldu. Giderek daha fazla direnişe yönelme, hatta direniş içine silahı katma eğilimi bundan ortaya çıktı. Şehirdeki direnişi dağa taşırma, kıra çekilme, gerillalaşma anlayışı, girişimi, çabası bu değerlendirmeye dayalı olarak devletin derin devletin Maraş katliamıyla verdiği mesajlara bir cevap olarak ortaya çıktı. Pratikte yeterli oldu, yetersiz oldu, hata ve eksiklikler yaşandı ayrı bir mesele ama dikkat edilirse 12 Eylül faşist askeri darbesinin olacağını önceden bilen, darbeyi en hazırlıklı, bilinçli karşılayan, dolayısıyla darbe tarafından ezilmediği gibi 12 Eylül faşizmine karşı da siyasi, silahlı, her türlü direniş içine girme gücünü gösteren tek hareket Türkiye çapında PKK oldu. PKK’nin böyle bir tarihsel gelişme kaydedebilmesi, böyle bir mücadele içine girebilmiş olması işte Önder Apo’nun Maraş katliamı üzerine yaptığı doğru gerçekçi tespitler analizler temelinde gerçekleşti. O tespitlere dayanarak PKK kendisini daha şiddetli bir gerici faşist saldırganlığa, katliamcılığa karşı hazırlamayı öngördü. Bunun için bir yandan Siverek direnişi üzerinden Kürdistan’da gerillalaşmaya adım atarken diğer yandan Lübnan, Filistin alanında direnişçi güçlerle devrimci demokratik güçlerle ilişki kurarak Ortadoğu direnişiyle ittifak içine girme, birlik olma adımını attı. İşte bu adımlar PKK’yi bu Maraş katliamıyla başlayan sıkıyönetimler, askeri yönetimler karşısında ayakta tuttuğu gibi ardından gelen 12 Eylül 1980 faşist askeri darbesi karşısında da ayakta tuttu. Darbeye karşı da zindanda direndi PKK, yurtdışında Lübnan, Filistin alanında direndi. Mevcut eğitim ve örgütlülük düzeyinin yetmediğini görünce kendisini ideolojik ve askeri olarak daha güçlü kılabilmek için yoğun bir eğitimden geçirdi, gerillalaştırdı. 15 Ağustos 1984 devrimci atılımına, direnişine bu temelde ulaştı. 12 Eylül faşizmine verilen en temel cevap 15 Ağustos direnişi oldu. Bir yerde PKK hamlesine karşı Maraş katliamıyla inkar ve imha sisteminin Türk faşizminin başlattığı saldırganlığın 12 Eylül faşist askeri darbesi biçimindeki sürmesine karşı PKK’nin hamlesi de 15 Ağustos silahlı direniş hamlesi olarak ortaya çıktı tabii. O zamana kadar zindan direnişi olarak geri faşizme karşı direndi, yurt dışı direnişi olarak faşizme karşı direndi, Filistin halkıyla omuz omuza bölge ve dünya gericiliğine karşı emperyalizme karşı savaş yürüttü. Bütün bunlar PKK’yi hem gerçekleri daha iyi görür, uluslar arası, bölgesel gerçekleri, Türkiye ve Kürdistan gerçeğini daha derinden görür, anlar hale getirdi hem de her türlü faşist gerici saldırganlığa, katliamlara karşı daha güçlü, daha etkili direnir hale getirdi. İşte otuzüç yıldır Maraş katliamının intikamını almak üzere PKK de bir direniş yürütüyor. Aslında PKK’nin bir boyutu da Maraş katliamının intikamını alma hareketi olması. Maraş katliamıyla amaçlanan Kürt’ü yok etme, Alevi’yi yok etme, ezileni yok etme, kim baskı sömürü altındaysa azınlıklar mıdır, köleleştirilen kadın mıdır, Türkiye sınırları içinde kim ötekileştiriliyor, baskı, işkence altına alınıyor, köleleştiriliyor, yok edilmek isteniliyorsa, üzerinde katliam uygulanıyorsa onları sahiplenme, onları bilinçlendirip hareket geçirerek bütün bu baskı ve katliama karşı direnerek, ona karşı durarak onların intikamını alma hareketi olarak ortaya çıktı. Bu geçen otuz üç yılın hikayesi böyledir. Dolayısıyla büyük bir direniş dönemidir bu dönem. Büyük özgür duruş dönemidir. İnsanlığın, ezilenlerin hem etnik hem mezhepsel olarak hem cins olarak büyük bir direnme iradesi gösterdiği dönemdir. PKK ile yaşanan direniş, PKK ile ortaya çıkan gerçekleşen olgu bu.
Şimdi bu çerçevede tabii ki bu direniş bir de devlet gerçeğini, egemenlik gerçeğini, onun kendi egemenliğini sürdürmede uyguladığı yol yöntem olayını daha çok açığa çıkardı. Bir yandan gericiliğe karşı katliama karşı direnme, intikam alma hareketi olurken diğer yandan büyük bir aydınlanma hareketi oldu. Tarihsel gerçeklikleri bir bir aydınlattı. Tarihin ne olduğunu, neyin doğru neyin yalan olduğunu netçe ortaya çıkardı. Gerçek anlamda da devlet diye egemenlik sistemi diye oluşturulan mekanizmanın büyük bir katliam olayını olduğunu ortaya çıkardı. Netçe gösterdi. Öncesi ve sonrasıyla aslında Maraş katliamının da böyle bir katliam silsilesinin bir önemli parçası, bir devam olduğu netçe görüldü. Dolayısıyla Maraş katliamını Türk devlet gerçeğinin önemli bir açığa çıkartılması, netleştirilmesi olarak görmek lazım. Tesadüfi bir olay değil. Kontrgerilla derken, bu kontrgerilla devletin özünden ayrı değil. MHP’liler kullanılırken, bunlar bir parti olarak kullanılmamışlardır. Derin devletin, kontrgerillacılığın, onun yönlendirdiği işte faşist milliyetçi zihniyetin, ideolojinin, siyasetin bir pratikleşmesi olarak bunlar gerçekleşmiştir. Bu durumları iyi görmek gerekli.
Diğer yandan tabii bu mevcut devletin TC olarak şekillenen sistemin nasıl bir faşist diktatöryal bir egemenlik sistemi olduğunu, kendi egemenliğini nasıl vahşi katliamlarla gerçekleştirdiğini ortaya çıkarttı. Dolayısıyla da tarih olarak TC sınırları içindeki insanlara öğretilenin büyük bir yalandan başka bir şey olmadığını netleştirdi. İşte bilmem gericiliğe karşı direnildi. Bilmem vahşilere karşı direnildi. Haydutlara karşı direnildi. Mücadele edildi denen şeyin aslında büyük bir katliam hareketi olduğunu, ezme, yok etme ve tek tipleştirme temelinde gerçekleşen bir saldırganlık olduğunu, bunun da Türk ulus devlet gerçeği olarak ortaya çıktığını herkese gösterdi. Şimdi bu gerçeği daha iyi görüyoruz, anlıyoruz. Sadece biz anlamıyoruz, PKK bunları ifade etmiyor. Artık bu aydınlama herkese yayıldı. Herkes görüyor. Sağı da, solu da, İslamcısı da, değişik toplumsal kesimler de bunu görüyorlar. Basın her gün bu tür tartışmalarla doludur. Bu devlet gerçeğinin nasıl bir karabasan olduğunu, faşizm, katliam diktatöryal duruş tekçilik olduğunu, kendi dışında Türkçü ve egemen dinci yapı dışında var olan bütün dilleri, kültürleri, uygarlıkları, duruşları, yaşamları yok etmeyi, katletmeyi hedeflediğini herkes görüyor artık. Bunu tartışıyorlar. Bu bakımdan da Maraş katliamı öncesindeki çok sayıda katliamı bu temelde gerçekleştiğini şimdi daha iyi anlıyoruz, değerlendiriyoruz. 1925’te Amed’te, Bingöl’de yaşanan katliam, Şex Said isyanı adı altında gerçekleştirilen Kürt kırımı, katliamı. Daha sonra Ağrı’da, Zilan’da 1929’larda, 1930-31’lerde gerçekleştirilen Kürt kırımı, katliamı, 1937-38’de Dersim’de hem Kürt hem Alevi kırımı, katliamı bunların belli başlıları oluyor. Ama böyle değildir. Diyorlar ki 28 Kürt isyanı oldu. Bu şu anlama geliyor. 28 kez Cumhuriyet yönetimi altında Kürt katliamı gerçekleşmiştir. Ne kadar Alevi gerçekleşmiştir? Alevilerin bunu araştırıp ortaya çıkartmaları gerekiyor aslında. Henüz bu gerçek tam bilinmiyor. Öyle bir sefer, iki sefer değildir. Yine kaç kez azınlıklara, Hıristiyan topluluklara, Ermenilere, Süryanilere, Asurîlere karşı katliamlar gerçekleştirilmiş? Tabii bir de bunun içerisinde sınıf ve cins baskısı, katliamı var. Kadın üzerindeki tecavüz ne kadar yapılmış? Her gün televizyonlar ballandıra ballandıra anlatıyorlar. Şurada da kadın katledildi, şurada da kadın katledildi. Öyle ki kadına karşı bir katliam savaşı günlük olarak yürütülüyor. Bu net bir şey. Bunun AKP hükümeti ile bağı var tabii. AKP’nin Türkçü, Sünni ve erkek egemen karakteriyle bağı var. Ezilenler üzerinde, en çok ezilen olarak da kadın üzerindeki katliamı, kat be kat arttırmıştır ama bu tabii şimdi ortaya çıkmadı. Dün de vardı. Önceki gün de vardı. Onlarca yıl öncesinde de yaşanan bir durumdu. Aynı zamanda sınıf baskısı, sınıf katliamı, işçiler üzerinde, emekçiler üzerinde, köylüler üzerindeki ağır baskı, katliamlar, sömürüler böyle bir rejim altında yaşatıldı.
Bu temelde tabii ki en çok katliamı yaşatıldığı coğrafya Kürdistan coğrafyası oluyor. En çok Kürt toplumuna, Alevi toplumuna, azınlıklara ve kadına katliam dayatılmış bulunuyor. Bu gerçekler şimdi netçe açığa çıkarılmıştır. Bunu herkes biliyor. Değerlendiriyor artık. Şimdi PKK direnişi ile aydınlatılan bu gerçeklik içerisinde herkes şu veya bu düzeyde bu katliam gerçeğini görüyor ve dillendiriyor. Bol bol tartışıyorlar, yazıyorlar, çiziyorlar, konuşuyorlar. PKK herkesin ağzını açtı. Herkese dil oldu, herkese bilinç oldu, irade oldu. Bunu görmek istemeyenler var. Tersine bu gerçeği teslim etmek istemeyenler var. Sağa sola çekiştirip sanki bu gerçekleri, gelişmeleri kendisi yaratmış gibi görenler, göstermeye çalışanlar var ama olsun. Ne yaparlarsa yapsınlar da fakat bu duruma birilerinin sayesinde geldiklerini bilselerdi iyi olurdu. İster kabul etsin, ister etmesinler ama dilleri PKK ile çözüldü. Bilinçleri PKK ile oluştu. İradeleri PKK ile gelişti. Bu katliam rejimi karşısında bir çift söz söyleyebiliyorlarsa bunu PKK’nin direnmesi sayesinde yapıyorlar. Bunu her kes iyi bilmek durumunda. Bunu bilemeyenler gaflet içindedirler. Büyük yanılgı içindedirler. Bunu da net olarak görmek gerekli.
Maraş katliamı döneminde de katliam sadece Maraş sınırlı değildi. Hemen Maraş öncesinde de katliamlar oldu. Bilmem Çorum katliamı, değişik yerlerde işte Malatya’da, Adıyaman’da benzeri şeyler vardı. Yani Türk-Kürt, Alevi-Sünni toplumların iç içe yaşadığı bu çelişkilerin yoğun olduğu hassas coğrafyada toplumsal kargaşayı, çatışmayı yaratabilmek için devleti ele geçirmek isteyen faşist gericilik saldırıya geçmiştir. Kolay katliam yaratma, olay çıkartma dolayısıyla işte terör vardır diyerek darbe yapıp iktidarı ele geçirme imkanı buralarda vardı. Kenan Evren yönetiminin bunu yaptığı biliniyor. Kenan Evren’in kendisi de itiraf etti defalarca. Birçok çevre de bunu artık yazdı, çizdi, değerlendirdi, gördü. Herkes çok iyi biliyor ki 12 Eylül 1980 askeri darbesi bir anda olmadı. Kenan Evren genelkurmay başkanı olduktan hemen sonra başlamış bir süreçtir. Ve bu Kenan Evren’in iddia ettiği gibi başkalarının yarattığı terör nedeniyle olmadı. Terörü en çok Kenan Evren’in başında olduğu Özel Harp Dairesi kışkırttı, örgütledi, yürüttü. Tabii bu kontrgerilla güçlerinin geliştirdiği çeşitli saldırganlığa karşı halk kesimlerinin direnci de vardı. Gençlik direndi, Kürtler direndi, Aleviler direndiler. Sol demokrat devrimci akım direndi. Özgürlük için, demokrasi için, insan hakları için. Ama iyi bilelim ki bir de bunun içinde gerçekten de çok bilinçli planlı bir biçimde geliştirilen kontrgerilla saldırısı, terörü vardı. Bunlar daha çok kendisini bu katliamlarda gösterdi. Maraş katliamı bu kontrgerilla marifetlerinden bir tanesiydi. Onun gibi birçok marifet de o kontrgerilla bulundu. Daha sonrasında da bu katliamcı gerçek sürdü. Yani Maraş katliamı ardından gerçekleşen 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra da bu sistemin katliamcı gerçeği sona ermedi. Günlük yaşam bir katliamdır ezilenler için. Tecavüzkârdır. Bu gerçeği görmemiz, itiraf etmemiz, doğru anlamamız gerekli.
Diğer yandan bu olağanlaşmış günlük yaşam ötesinde bir de dönem dönem gerçekleşen ezilenler, emekçiler üzerinde yaşanan katliamlar var, işçilere dönük katliamlar var. Mesela birçok kez yaşandı. Kürdistan’da zaten yaşanan gerçekten de insanlık dışı bir katliam oldu. Bir soykırım oldu 12 Eylül 1980 askeri rejimi saldırıları altında. Nelerin yapıldığını Amed zindanından tutalım da günümüze kadar daha da ne tür kirli işlerin çevrildiğini şimdi hala açığa çıkartamıyor devlet. Geçmişe dönüp bakamıyor. Geçmişle yüzleş diye birçok çağrı geliyor, yüzleşemiyor. Dönüp bakamıyor. Neden? Çünkü çok kirli çok kara geçmiş. İnsanlık dışıdır. Öyle az buz bir katliam, saldırganlık yaşanmamıştır. İşkence, katliam devlet eliyle çok ileri düzeyde yaşatılmıştır. İşkencehanelerde sorgu odalarında zindanlarda yapıldığı gibi bu daha da savaş adı altında gerillaya karşı, köyde halka karşı yapıldı. Kürdistan’da 4 bin köy yakıldı. Milyonlarca insan yerinden, yurdundan sürüldü. Binlercesi faili meçhul denilen saldırılar altında katledildi. Bu bir Kürt katliamıydı. Aslında 12 Eylül darbesi altında Kürdistan’da yaşanan Şex Said dönemindeki katliamla, 1937-38 Dersim katliamıyla hiç farkı bulunmayan onların bir devamı niteliğinde olan bir katliam gerçeğidir, katliam sürecidir. Bunu hiç unutmamak gerekiyor. Bu katliam sadece tabii Kürtlerle de sınırlı kalmamıştır. Kadın üzerindeki baskı katmerli olarak sürdü, bugün günlük bir cinayet şebekesi, sistemi olarak devam ediyor. Azınlıklar gerçekten de bu dönemde ülkeden sürüldüler. Türkiye’de adeta yaşayamaz hale geldiler. Kürtlerle birlikte toplu olarak en çok katledilen kesim Aleviler oldu tabii. Alevilik üzerindeki baskı hiç durmadığı gibi darbeden on üç yıl sonra yaşanan Sivas katliamını unutmayalım. Maraş katliamı, Aralık 1978, bir de Temmuz 1993 Sivas katliamı var. O da Alevi katliamı. Demokratik insanlığın katliamı. Aslında bir tür Kürt katliamı da oluyor. Dikkat edilirse Kürdistan’da özgürlük için direnişin en çok geliştiği yoğunlaştığı dönemlerden biriydi. Dolayısıyla nasıl ki Maraş katliamı PKK’nin gelişimine karşı bir saldırıydıysa soykırım rejiminin bir cevabı idiyse Sivas katliamı da aslında PKK’nin silahlı direnişinin, Kürdistan’da etkinlik kazanmasına karşı bir tehdit, bir soykırım saldırısı idi. Tabii bu Kürtlüğü ve Aleviliği birlikte hedefledi. Çünkü etnik olarak en çok ezilen, katliamdan geçirilen, baskı altında tutulan iki kesim oluyor. Kürtlük ve Aleviliğin kaderi bu anlamda çok iç içe geçmiş, çok birleşmiş bulunuyor. Bu gerçeği iyi görmemiz, doğru anlamamız gerekli. Ne yapıldığı Madımak otelinde ülkenin aydınları, sanatçıları, düşünen insanları, demokratik güçleri cayır cayır yakıldılar. Bugün o katliamı yapanların önemli bir kesimi AKP sıralarında mecliste milletvekili olarak oturuyorlar. Maraş katliamı yapanlar ardından Sivas katliamını yapanlar bu katliamlarla bir şeyi araladılar, bir şeye yol açtılar. AKP iktidarının yolunun böyle açıldığını herhalde net görüyoruz. Öyle bu katliamlar demek ki amaçsız değildir, boşa gitmemiş. Birilerine kapıları açmıştır. Egemenlik iktidar olma şansı vermiş. Bir de işin bu boyutu var. Bu gerçeği var.
Son olarak ben şu hususa da değinmek isterim. Bu katliamlar çerçevesinde. Katliamları sadece bir şiddet, nefret, bir fiziki yok etme olayı olarak görmemek lazım. Tabii büyük bir dehşet, korkutma, ürkütme hareketi. Belli kesimleri fiziki olarak yok ediyor da. Önce ifade ettim, katliam sürgünle, tehcirle birlikte oluyor. Bazı alanları belli topluluklardan boşaltmayı hedefliyor. Fakat daha önemlisi bu katliamın bir soykırım hareketi olduğudur. Bu gerçeği görmek gerekli. Bir kültürel soykırımı hareketi olarak gerçekleştirildi. Bir kısmı fiziki katliam oluyor, sürgün oluyor ama esas olarak da onun yarattığı dehşetle, korkuyla daha büyük bir katliam beyaz katliam gerçekleştiriliyor, kültürel soykırım gerçekleştiriliyor. Bu asimilasyona dönüştürülüyor. Diller yok ediliyor, kültürler yok ediliyor, iradeler kırılıyor, yok ediliyor, insanlık yok ediliyor. Bir derin asimilasyon, soykırım yaşanıyor. Bununla işte Kürtlük yok ediliyor, Türkleştiriliyor. Gerçekten de bilinci, belleği yok edilen bir Kürt duruşu, toplumu, insanı ortaya çıkartılıyor. Öyle ki kraldan daha kralcı, Türk’ten daha Türkçü, topluluklar ortaya çıkartılıyor. Aleviliğin durumu öyle. Bütün ezilenlerin, mevcut soykırım rejimi altında yaşadıkları gerçek bu. Sonuçta celladına koşan bir durum ortaya çıkıyor. Derin bir asimilasyon yaşanıyor. Zaten bunun için yapılıyor. Türkleştirmek, Sünnileştirmek, erkekleştirmek için yapılıyor. Sonuçta bütün bu katliamların belli ölçüde amacına ulaştığını, amaçladığı doğrultuda gelişmeyi yarattığını görüyoruz. Gerçekten de kraldan daha kral, Türk’ten daha Türkçü olan Kürtleri, Sünni’den daha Sünnici olan Alevileri, erkekleşmiş bazı kadınları görüyoruz. Gerçek anlamda üzerlerinde uygulanan soykırımın başarıldığını görüyoruz. Asimilasyonun gerçekleştiğini görüyoruz. Amaç asimile etmek. Çoğulculuğu, dilleri, kültürleri, renkleri, cinsleri yok ederek asimile etmekle, tekleştirmektir. Faşizm tekleştirmek demektir. Teklik, faşizmin işidir, diktatörlüğün işidir. İşte bu tekçilik ulus devlet tekçiliğinin özü esası faşizmdir. Türkiye cumhuriyeti devleti olarak karşımıza çıkartılan bugün ulus devlettir, iyidir diye bazılarının allayıp pullayıp savunmaya çalıştığı başbakan Tayyip Erdoğan’ın bile tek millet, tek devlet, tek dil, tek bilmem bayrak diye tek tek edebiyatı yaptığı şeyin altında aslında büyük bir faşizm var. Bu tekçilik Hitler’ciliktir, Mussolini'ciliktir, faşizmdir. Faşizmin de tek renk vardır. Renklerin hepsine karşıdır ve her şeyi karartmayı öngörür. İşte bu karartma ortaya çıkıyor. Bu karartma da diğer renklerin hepsinin yok edilmesini ifade ediyor. Bu yok edilme fiziki katliam değildir yalnız başına. Fiziki katliam bir bölümü olurken daha büyük katliam beyaz katliam olarak yani asimilasyon olarak yaşanıyor, kültürel katliam olarak yaşanıyor. Sonuçta tam bir belleksizlik, ruhsuzluk, iradesizlik, kimliksizlik, kişiliksizlik ortaya çıkıyor. Cellâdını bilmeyen, dost düşman tanımayan, cellâdına koşan bir gerçeklik ortaya çıkıyor. Kedinin fareyle oynaması gibi bir şeydir bu durum. Kedi fare oyununa çok iyi benziyor. Kedi nasıl şamarı vurunca beyni dağılan fare kediye doğru koşmak zorunda kalıyorsa işte bu faşizmin saldırıları karşısında ezilen insanlar da belleği, ruhu, beyni dağılınca cellâdına koşuyor. Kendi üzerinde yaşanan katliamı görmüyor, soykırımı görmüyor, bu soykırımın hedefini kabul eder hale geliyor, içselleştiriyor, asimile oluyor, eriyor. Bu yönlü bir insanlık katliamının Anadolu ve Mezopotamya’da yaşandığını görüyoruz. Mevcut devlet gerçeğinin böyle bir insanlık katliamı gerçeği olduğu artık netçe açığa çıkıyor. Herkes bunu görmeli, itiraf etmeli. Öyle dil ucuyla, kenardan, köşeden eğip bükerek geçiştirmeye kimse çalışmasın. Net olalım, açık koyalım. Neye hizmet etmiştir? Bu coğrafyada yaşayan insanlara bu devlet denen olgu nelerini sağlamıştır? Ekmek mi verdi, su mu verdi, özgürlük mü verdi, güvenlik mi verdi? En büyük tehdidi, en büyük katliamı, en büyük zulmü kendisi yaşattı. Her türlü katliamı gerçekleştirdi. Yok etti ve kendine benzetmeye çalıştı. Onun için de eğip bükmeden gerçek yüzüyle ortaya koymak gerekli. Bir insanlık katliamı. Bir etnik katliam. Bir sınıf, sömürü katliamı. Bir cins katliamı. Bu rejim altında yaşanmıştır. Şimdi açığa çıkan bu netçe görülüyor. Herkes biraz uykudan uyanır gibi ayılıyor PKK direnişi sayesinde, Kürt halkının direnişi sayesinde, kadın uyanıyor uykudan, alevi uyanıyor, Ermeni’si, Süryani’si uyanıyor, işçisi, köylüsü, emekçisi, memuru uyanıyor. Herkes uyanıyor, özgürlük istiyor. Adalet istiyor, hakkını istiyor, eşitlik istiyor. Kısaca demokrasi istiyor. Maraş katliamı demokrasiyi katleden, faşist diktatöryal baskı sürecinin ortasında gerçekleşen bir olguyken şimdi Maraş katliamına karşı cevap olarak da gelişen PKK direnişinin otuz üçüncü yıldönümünde ortaya çıkardığı bütün ezilenlerin, katledilenlerin biraz kendine gelmesi, bilinçlenmesi bu katliamları anlaması, tanıması ve onların hesabını sorma temelinde özgür demokratik yaşam için arayışa girmesidir, hak istemesidir, mücadele etmesidir, bir araya gelmesidir. Bu da özgürlük mücadelesinde, demokrasi mücadelesinde oluşuyor. Otuz üçüncü yıl dönümünde Maraş katliamını hem Kürt halkı olarak hem de Türkiye demokrasi hareketi olarak böyle karşılıyoruz. Bu bakımdan da katliam gerçeğini biraz aydınlatmış ve katliamın belli bir hesabını sormuş durumdayız. Bundan sonra yürütülecek mücadeleyle de katliamcılığı tümden yok ederek katliamda şehit düşenlerin anılarını daha çok sahip çıkacağız. Bu katliama Kürdistan’ı özgürleştirerek, Türkiye’yi demokratikleştirerek, Türkiye cumhuriyeti sınırları içindeki herkesi özgür, eşit, adaletli bir yaşamı demokratik çerçevede sürdürür hale getirerek anılarını yaşatacağız. Maraş katliamının şehitlerinin anılarına vereceğimiz cevap şimdiye kadar böyle bir demokratikleşme oldu, bundan sonra da demokrasinin zaferi olacak.
DURAN KALKAN
- Ayrıntılar
Sözlükler vekâlet kelimesini: “Birinin yerine, bakmak, görevini üstlenmek” diye tanımlıyor. İngilizce’de Vekâlet Savaşlarına, Proxy Wars, yani “Başkalarının yerine, bir savaşı yürütmek” deniliyor.
Türkler, tarihlerinde bolca başkalarının yerine savaş yürütmüşlerdir. Türkler en çok Birinci Dünya Paylaşım Savaşı’nda başkalarının savaşını birçok halka karşı yürütmüşlerdir. Özelde Alman İmparatorluğu’nun bir koçbaşısı gibi ne kadar çok halkı katliamlarda ve kıyımlarda geçirdiklerine tarih şahittir.
Yine TC Devleti’nin de böyle başkaları adına yürüttüğü savaşlar bolca görülmüştür. En bilineni NATO’yla, ABD çıkarları için Kuzey Kore’ye karşı içine girdikleri savaştır. Dünyanın öbür ucunda bulunan, belki de TC Devleti’nin nerede olduğunu bile bilmeyen bir Devlete ya da halkla karşı bazı maddi çıkarlar için, yürütülen bu savaşta, ne kadar çok fakir-fukara; Türk, Kürt, Laz, Arap ve başka halklardan insanın öldüğünü halen tam bileni de yoktur.
Özcesi TC Devleti bolca başkalarının vekili olarak, onlar adına savaşlara katılmış ve ne kadar mazlum insanı katlettiklerinin ise belki de hesabı kitabı yoktur. Belki hiçbir gün bu hesap kitap bilinmeyecektir de. NATO’nun vurucu gücü olan Gladio’nun örgütlediği Özel Harp Daire’siyle işlenen bolca suçlar olduğunu da herkes zaten bilmektedir.
Başkaları adına savaşın ve savaşların nasıl yürütüldüğünü iyi bilen ve iyi öğrenen TC Devleti, şimdi AKP denilen, işi-gücü yalan üzerine kurulu olan yeşil faşist partinin öncülüğünde, kendisi adına başkalarını savaştırmaktadır. Ne de olsa parası ve pulu bol olan bir devlettir, TC Devleti. Birde bezirgânlığı, tüccarlığı, almayı-satmayı iyi bilen bir iktidarı vardır. Aynı zamanda ise oldukça derinlerde seyreden bir Türk-İslam Sentezciliği de.
İşte bu oldukça alım-satım işlerinde hünerli olan AKP denilen bezirgânlar, Kürtlere karşı düşmanlıklarını başkalarını aracı yaparak sürdürmek için -uzun yıllardır yaptıkları planlarını hayata geçirme fırsatının- en iyi yolunu şimdilik bulmuşlardır. Bir müddet önce birçok tırşıkçı Kürt diye tabir edilen, ihanetçiyi ve işbirlikçiyi bolca kullandılar. Yine ilkel milliyetçileri de az kullanmadılar. Ve tabi bunu yaparken birçok sözde aydını ve sanatçıyı da Proxy Wariors olarak kullanmasını bildi. Tümünü esasta Özgür İradeli Kürt’ü ortadan kaldırmak için kullandı. Halen birçok tırşıkçı kişiyi kullanmaya devam etse de; geçti Bor’un pazarı, sür eşeği Niğde’ye misali, yapmak istediğini hem yapamamış hem de deşifre olmuştur. Gerçeklik böyle olsa da düşmanlığından AKP’nin bir adım geri atmadığı da yine açıktır.
Tam da böylesine deşifre olmuş ve iflas etmiş bir zaman diliminde, DAİŞ denilen ve uluslararası güçlerin beslemesi sonucu bir an’da öne çıkan, Ortadoğu’yu kasıp kavuran, tetikçi bir hareket ortaya çıktı. Daha önceleri bu tetikçileri dolaylı ve dolaysız TC Devleti desteklemiş olsa da, kısa bir sürede bu kadar öne çıkacağını hesaplayamadıkları için, ilişkilerini gizli tutmuşlardır. Ancak gelişim göstermeye başladığı andan itibaren ise, birebir ilişkilenerek, destek sunarak, parasal, tıbbi derken askeri yardımlar yaparak tamamen yakınlaşmıştır. Hatta birçok yerde TC Devleti’nin askeri komutanları bizatihi bu toplama çete güçlerine; hem eğitim vermiş, hem de bizatihi yöneterek, savaş meydanlarında yürütmüşlerdir. Bunun böyle olduğunu günlük olarak zaten herkes ekranlarda izlemekte ve görmektedir.
DAİŞ gibi oldukça faşizan, insanlık düşmanı bir Soykırım Gücü’nü ele geçiren TC Devleti, yıllar yılı hesaplaşmaya çalıştığı ve bir türlü alt edemediği Özgür Kürt’ü ve onun Özgürlük Hareketi’ne karşı yeni bir silah bulmuş oldu. Kürtleri zaten yıllar yılı Kültürel Soykırım’da geçirmek için ne kadar çaba sarf ettiğini herkes biliyor ve görüyor.
Örneğin birkaç yıl önce AKP kurmaylarının MİT teşkilatıyla ortak hazırladıkları Milli Bütünleşme Projesi adlı belgenin bir paragrafında: “Yapılması gereken, bölücü ideolojinin ulaştığı bütün başarıları ortadan kaldıracak bir politikayı bilimsel esaslara dayandırmaktır ve kendisini Kürt olarak tanımlayan bölge halkının eritilerek “Milli Bütünleşme Projesine” dahil edilmesidir. Özetle, örgütün etnik tarih inşası engellenmeli, sosyolojik ve psikolojik bölünmeyi tamir edici, toplumsal bütünleşmeyi geliştirici politikalar geliştirilmelidir” denilmektedir.
Başka bir paragrafta ise: “Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatına da toplumsal rehabilitasyon sürecinde çok önemli görevler düşmektedir. Ancak Başkanlığın mevcut yapısı ve klasik görev zihniyeti ile böyle bir görevin üstesinden gelmesi mümkün değildir. Başkanlığın bu noktada devletin ilgili kurumları ile daha etkili bir dayanışma içinde olunması gerekmektedir. Özel olarak yetiştirilmiş imamların bölgeye gönderilmesi ve bu imamların örgütün anti-propagandasını yapacak şekilde donatılması, bölgedeki istihbarat güçlerimizle birlikte çalışmaları gerekmektedir” denilmektedir.
Ve yine başka bir paragrafta ise: “Etnik kimliğin devlet tarafından tanınması masum bir istek değildir “Etnik kimlik, adeta yeni siyasal toplumun tutkalı olarak hayal edilmiştir.” Bu yeni siyasi toplumun oluşmasında bir ara adımı teşkil edecek olan etnik milletleşmeyi zorlaştıran hususun devletin direnişi olduğu unutulmamalıdır” denilmektedir.
“Devletle halk arasında bütünleşmeyi sağlamak açısından milli/millileşmiş bir yerel elit şarttır. Bu elit devletin bölgede dayanacağı temel payanda olacaktır. Son beş yıllık süreç içinde bu elit mensupların büyük bölümü bölgeden ayrılmışlardır. Bu elit gereken ekonomik ve siyasal önlemler alınarak, tekrar inşa edilmelidir. Bu oluşturulan elit kesim ve dışarıda yaşayan bölge elit kesimiyle bölgede sürekli bir araya gelinmeli ve birlik mesajları verilmelidir” diyen bu paragrafta ise söylemek ve yapmak istedikleri açıktır.
Yukarıya aldığımız alıntılar esasta var olan zihniyeti ve bu zihniyetin yapmak istediklerini göstermek içindi. Özcesi AKP adındaki Türk İslam Sentezcisi parti, kesinlikle milliyetçi ve militaristtir. Böyle olduğu için Kürt düşmanıdır. Kürt karşıtıdır. Özelde de Özgür Kürt’e karşı mütenakızdır. Siz, sözde çözüm dediklerine bakmayın. Sıkışmışlıklarından ve de kendilerince başka seçimler ve kazanımlar elde etmek için hep süreç hem de çözüm süreci demektedirler. Özleri yukarıda ifade ettiğimiz gibi Kürt karşıtlığıdır.
Bu karşıtlıklarını en ileri düzeyde düşmanlığa DAİŞ eliyle çevirdiklerini bugün herkes görüyor. Bugüne kadar başkaları tarafından düzenli olarak kullanılanlar, bu kez başkalarını kendi çıkarları için harekete geçirmişlerdir. Başkalarını kendi çıkarları için harekete geçirmeye Vekâlet Savaşı deniliyor. Ve bunu bugün TC Devleti en ileri düzeyde Kürtlere karşı uyguluyor.
Dikkat edelim; dünyanın tümü bir telden çalıyor, TC Devleti bir başka telden çalıyor. Günlük olarak nasıl DAİŞ ile ilişkili ve ilişkide olduğunu yeniden yeniden ortaya çıkan farklı görüntülerde görüyoruz. Bunları görmesek bile Kürtleri kuşatmak, Kürtleri düşürmek ve Kürtleri kıyımdan geçirmek için hangi dolaplar çevirdiklerini de günlük olarak zaten hepimiz görüyoruz.
Sözü uzatmayacağız, ama belirtelim ki; yalancının mumu yadsıya kadar yanar ve ardından ise söner. “Camdan evde oturanlar başkalarına taş atmamalıdırlar” diye de bir söz vardır. Sanılmasın ki Özgür Kürt yaptığınızı unutur. Elbette Özgür Kürt’ün ve de Özgür Kürt’ün dostlarının da hem sizin adınıza Vekâlet Savaşı verenlere ve hem de bizatihi sizlere söyleyecekleri birkaç sözleri olur ve olacaktır da.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
TC sisteminde çeteleşme, PKK’ye yansımaları ve çıkarılması gereken dersler. Türkiye Cumhuriyeti gerek kuruluşunda ve gerekse günümüzde yaşadığı önemli çözülüş sürecinde, çeteleşme biçiminde kuruluşlara gitmekte ve içindeki engelleri olduğu kadar karşısındaki hedeflerini de düşürmekte bu yöntemi oldukça kullanmakta ve bunda da epey ustalaştığı görülmektedir.
M. Kemal hareketinin kendisi dönemin bir Osmanlı nizamında bir çete hareketi olarak ortaya çıkar ve bu o zaman açıkça da söylenir. İttihat Terakkicilik tamamen yine bir çete sistemi altında çalışır. Hele oluşturduğu o Teşkilat-ı Mahsusa (yani o dönemin MİT’i), dünyada örneği az görülen ve hatta belki de ilk örneği sayılabilecek bir devletin içinde, ama gizli bir çete olarak kendisini örgütlendirir. Özellikle İmparatorluğu dağılış sürecinde ayakta tutmanın temel yöntemi, Teşkilatı Mahsusa’nın çeteleşme tarzıdır. İmparatorluğun kurtulamayacağı anlaşılınca, aynı çeteler Anadolu’ya yayılırlar. Kuvai Milliye adı altındaki teşkilatlanmalarda oldukça etkilidirler. M. Kemal başlangıçta bunları oldukça kullanır. Örneğin Çerkez Ethem’in de hareketi, son tahlilde Teşkilat-i Mahsusa’nın bir üyesi olması itibariyla, çetedir. Ama eğilimi padişah yanlısı isyancılardan değil, özellikle Bolşevik etkilenmeden ötürü Anadolu ihtilalinin yönündedir. Ve buna benzer efeler hareketi de tipik bir çete hareketi olarak anlaşılır. Zaten ismi de o zaman odur.
M. Kemal başlangıçta bunlara dayanır. Hatta daha sonra da İnönü ile birlikte Batı Cephe Komutanlığı’nı oluştururken öncelikle bunları tasfiye etme gereği duyar, "Düzenli ordulaşmayı bozuyorlar, önünde ciddi bir engeldir" diye. Sahte birinci, ikinci İnönü Zaferi edebiyatı yapılır ve işte nizama gelmeyen Çerkez Ethem tasfiye edilir. Daha sonra Ankara’da -ki biz hepsini olumsuz anlamda söylemiyoruz- mevcut M. Kemal çizgisine yatmayan birçok çevre vardır, onlar da benzer yöntemlerle tasfiye edilir, ta 1925, 1926 Lara kadar. Cumhuriyet'in bilinen nizamı bu yıllarda artık kök salmaya başlar. Meclis içinde bile Topal Osman ve benzerleri cinayet işlerler, ama M. Kemal'in bizzat kendisi işlerini hallettikten sonra bunların da defterini kapatır. Önce kullanır, sonra kapatır, hatta cezalandırır.
Cumhuriyet'in daha sonraki sürecinde, özellikle dünya çapında komünist hareketin, sosyalist sistemin ortaya çıkması ve NATO’nun kuruluşuyla birlikte Türkiye’nin de NATO’ya girişi sürecinde ‘Gladio’ adı altında dünya çapında bir çete olayı ortaya çıkar. Gladio’nun özelliği şu; NATO bünyesindeki ülkelerde gerek komünist hareketlerine, gerekse ulusal grupların eylemlerine gizli, kanun dışı yöntemlerle saldırı aygıtıdır. Özellikle ABD’nin bizzat eğitip finanse etmesiyle oluşturulan bu aygıt, yani çete tipi bu örgütlenme kasıp kavurur. Denile bilinir ki, tüm ulusal kurtuluş hareketlerine ve komünist örgütlenmelere karşı, 1952’lerden itibaren oluşturulan bu örgüt büyük bir savaş yürütür. Ve yine ayni tarihten itibaren bu örgütlenmenin içine Türkiye de girer. İlk subayı Türkeş’tir. Anılarında da yazar; Ankara’dan ilk çağrılan, Amerika’da eğitime gönderilen Alparslan Türkeş’tir. Orada gördüğü eğitim, kontrgerilla eğitimidir. Daha sonra Türkiye ’ye geldiğinde Elazığ bölgesinde bu görevini sürdürür. 'Toplumsal ilişkiler bölümü' adı altında, ordu içinde ve toplumla bağlantılı ilk nüvelerini eker. HalaElazığ’ın faşizmin beşiği olması Türkeş’in bu ilk görevlendirmeleriyle bağlantılı.
Burada mühim olan ordu içinde bir subayın, NATO’nun gladio taktiklerine uygun olarak bir yeni örgütlenmeyi sivillere dayalı olarak geliştirmesidir. Devletin bütün kurumlarında olduğu kadar toplumun sivil kurumlarında da, bu çete veya bu Özel Harp Dairesi'nin birimleri ortaya çıkar. MHP’nin temelleri böyle atılır. Şimdiki çete başı diye tabir edilen Mehmet Ağar da oradandır ve o dönemin örgütlenmesi içindedir. Bilindiği üzere bu çeteleşmeye dayalı olarak Türkeş 1960 darbesinin en önde gelen albayıdır. Hatta Başbakan olarak ilk başlarda görev görür; çok etkilidir ve toptan ele geçirmeye çalıştığında, özellikle CHP-İnönü faktörü başta olmak üzere klasik devlet yanlısı kesimlerle -bunlar tabii burjuvazinin çok önemli bir kesimi, resmi nizami devletin de sahibidirler- karşı karşıya gelir. İktidarı ABD’ye dayalı böyle bir Türkeş hareketinin, Gladio’nun ele geçirmesi demek, onların bütün imkânlarını elinden alması demektir, ikinci düzeye düşürmesi demektir. Bütün onlara dayalı sermayenin, hatta devlet kapitalizminin darbe yemesi demektir. Dolayısıyla İnönü ve ona dayalı Gürsel, daha çok da Madanoğlu... Ekibi bunu sürgün ettirir. ABD’ye dayalı bu Özel Harp ekibine karşı, İnönü gibi oldukça Cumhuriyet'in kuruluşunda büyük yeri olan ve resmi devletin sahibi olan, hem parti başkanı, hem de sermayenin, adeta devlet kapitalizminin bu en güçlü temsilcisi daha hakim çıkar. Talat Aydemir gibi, yine Türkeş’le ilişki içerisinde olan bazılarının darbelerini de bastırır ve bildiğimiz gibi 27 mayıs darbesinin yönlendiricisi ve özellikle daha o dönemde dayatalan bu tarz bir darbenin önlenmesini sağlayarak bildiğimiz ‘65 sonrası bir süreci de geliştirirler.
Bu sürecin tipik özelliği bilindiği üzere, Amerika’ya dayalı o Özel Harp Dairesi'nin etkinliğinin artması, sivil kanatlarının oluşturulması, MHP gibi, komünizmle mücadele dernekleri, Ülkü Ocakları gibi, hatta kısmen İslam içinde de Türk İslam sendeciliği gibi değişik eğilimlerin örgütlendirilmesidir. Solda da tabii bir açılım olur, Sovyetlere bağlı TKP’lerden tutalım bağımsız devrimci sol gruplara kadar büyük bir açılım baş gösterir. Ve dönem, tipik devlete dayalı çeteleşmelerle sol grupların çatışmasına sahne olur. Bir kez da-ha 12 Mart darbesi ortaya çıkar. Bu darbenin içinde Özel Harp Dairesi biraz daha etkilidir 27 Mayıs'a nazaran. Fakat hala İnönü hayattadır ve CHP bu darbeyi de giderek yönlendirmeye çalışır. Özellikle Ecevit hareketiyle birlikte, biraz daha solu önlemek için sola açılarak, Memduh Tağmaç gibi bir ustalaşmayı geriletirler. Burada yine Türkeş’e yakınlığı ve Özel Harp Dairesi'nin etkilemelerine açık olan bu kesim, tabii ki gücünü geliştirir, korur, ama tam istediği hâkimiyeti elde edemez. Çünkü güçler dengesinde durum henüz buna hazır değildir. CHP olsun, merkez partiler olsun (bu Adalet Partisi de başta olmak üzere), yine çok daha etkili sol gruplar olsun, böyle bir darbe yapmaya fırsat vermezler. Koşullar o kadar olgunlaşmış da değildir. Burada çok önemli olan, MHP’ye dayalı çeteleşmelerin devlete dayanarak muazzam açılım sağ-lamaları, neredeyse devleti önemli noktalarda ele geçirecek düzeye gelmeleri söz konusudur. Türkeş başbakan yardımcı-lığına kadar gelir. Milliyetçi CHP’ye adı altında kuruluş, özellikle ‘77’den itibaren çok etkili olur.
6 Aralık 1997
Rêber APO
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 2 Aralık günü saat 13:30'da Siirt'e bağlı Sira ve Xırbekol köyleri arasındaki alanlara yönelik işgalci TC ordusu tarafından bir operasyon başlatmıştır.
- Ayrıntılar
PKK’nin otuz yedinci yılına girişi, Kürdistan’ın dört bir yanında ve Kürtlerin yaşadığı tüm dünya ülkelerinde görkemli ve coşkulu törenlerle kutlandı. Günlere ve haftalara yayılan bu kutlamalar hala da devam ediyor. Bu yıldönümünün daha öncekilerden farkı var ve en heyecanlı kutlamaların yaşandığı kesin. Elbette bu durumu IŞİD faşizmine karşı başta Şengal ve Kobanê olmak üzere tüm cephelerde gerillanın ortaya koyduğu kahramanca direniş yaratıyor. Bu temelde gerilla Kürt halkının ve Kürdistan’ın esas savunma gücü haline gelmiş bulunuyor.
Bununla birlikte, otuz altı yıllık mücadele içinde tarihi öneme sahip gelişmeler ortaya çıkartılmış durumda. Otuz yedinci yıla girerken şu hususlar bir kez daha doğrulandı: Son otuz altı yılda Kürdistan’da özgürlük, Kürtlük ve insanlık adına yaşanan tüm gelişmeler PKK’nin doğrudan veya dolaylı etkisi altında olmuştur. Geçmişte dolaylı etkisi altında gerçekleşenler de otuz altıncı yılda doğrudan etkiyle sağlananlar haline gelmiştir. Güney Kürdistan’daki mevcut yönetimin ve toplumun IŞİD saldırıları karşısında korunması gibi!
Diğer yandan otuz altıncı yıl mücadelesinin PKK’yi küreselleştirdiği biliniyor. Dolayısıyla PKK’nin otuz yedinci yıla girişi küresel düzeyde kutlanıyor. Bu durumun küresel düzeyde Kürdü inkar eden sistemin kırılmaya başladığını gösterdiği açık. Yine tüm ezilenlere hitap eden Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın teorik-ideolojik çizgisinin hedef kitleye güçlü bir biçimde ulaşmaya başladığı ortada. Kuşkusuz bunlar gerçekleşmiş olan tarihsel gelişmelerdir.
Ama daha önemlisi, Birinci Dünya Savaşı ardından yok sayılan ve yok edilmesi için üzerinde soykırım uygulanan Kürt toplumunun, PKK’nin otuz altı yıllık mücadelesi sonucunda kendisini yok sayan dünyanın umudu ve öncü gücü haline gelmiş olmasıdır. Bu gerçek başta kadınlar ve gençler olmak üzere tüm ezilenler ve halklar açısından böyle olduğu gibi, IŞİD faşizmi karşısında direnemeyen tüm devletler açısından da böyledir.
Herhalde küresel düzeyde son kırk yılda yaşanan en önemli olay budur. Antifaşist dünya, kırk yıl önce dünyanın yok saydığı bir halkın varlık ve özgürlük mücadelesi etrafında birleşmiş ve kendi varlığını burada görür hale gelmiştir. Bu durum reel sosyalizmin çözülüşünden de, Körfez Savaşı'ndan da, ABD müdahalelerinden de çok daha önemlidir. Aslında son yarım yüzyılın mucizesi olarak tanımlanabilir. İşte PKK’nin otuz yedinci yıla girişinin bu kadar yaygın ve görkemli kutlanmasını yaratan temel gerçeklik budur. Her yerde Kürt halkı, “PKK halktır, halk burada” demiştir. PKK’yi kendi kimliği olarak gördüğünü açıkça ifade etmiştir.
Sürece yön veren esas gerçeklik bu olmasına rağmen, MHP Lideri Devlet Bahçeli 28 Kasım günü, yani PKK’nin yeni yıla girişi kutlamalarının yoğun olarak yaşandığı bir günde Dersim’e, yani söz konusu kutlamaları en çok yaşayan Kürt illerinden birisine gitmiştir. Tabi bu hareket durduk yere ciddi bir gerginliğe ve çatışmaya vesile olmuştur. Aslında yaşananlardan çok daha fazla ve sert olaylar da olabilirdi. Eğer bunlar olmadıysa, bu durumu Dersim halkının ve Kürt Özgürlük Hareketi'nin sağduyusuna bağlamak gerekir.
Şimdi MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin bu tutumunun tam bir provokasyon olduğu tartışmasızdır. Başta Dersimliler olmak üzere tüm Kürt toplumu üzerinde çok ağır bir tahrik etkisi yapmıştır. Fakat MHP Lideri Devlet Bahçeli’yi bu davranışa tahrik edenin de Başbakan Ahmet Davutoğlu olduğu açıktır. Birkaç gün önce Dersim’de yaptığı bir konuşmada, “Yüreği yetiyorsa Bahçeli Dersim’e gelsin” diyerek çok açık bir tahrikte bulunmuştur. Yine Bahçeli’nin Dersim’e gitmesi üzerine de “Önemli olan biz söylemeden önce gitmesiydi” diyerek söz konusu tahriki sürdürmüştür.
Ahmet Davutoğlu’nun bu sözlerinin son derece gayriciddi olduğu açıktır. Geçmişte benzer sözleri Tayyip Erdoğan da zaman zaman söylüyordu. Fakat asıl güç olan Tayyip Erdoğan yine de bazı hususlara dikkat ediyordu. Tayyip Erdoğan’ın kopya kağıdı olan Ahmet Davutoğlu bu kadar da yapamıyor. Aslında oturduğu koltuğun ehli olamadığını ortaya koyuyor. Daha birkaç ay geçmeden su kaynatmaya başlamış bulunuyor.
AKP Genel Başkanı ve Başbakan Ahmet Davutoğlu MHP Lideri Bahçeli’yi niçin tahrik ediyor ve bunu niçin Dersim üzerinden yapıyor? Bunun AKP ile MHP arasındaki bir seçim kavgası olduğu söylenebilir. Zira her iki partinin de hitap ettiği ortak bir kitle var ve 2015 genel seçiminde bu kitlenin tutumu önemli olacak. Bu anlamda AKP yönetiminin MHP’nin üzerine gitmesi anlaşılırdır. Fakat bunun PKK’nin otuz altıncı kuruluş yıldönümünde olması ve Dersim üzerinden yapılması anlaşılmazdır. Çünkü her iki durumda çok ciddi bir çatışma etkenidir. O halde AKP Yönetimi Dersim’de çatışmaların olmasını ve PKK ile MHP’nin çatışmasını istemektedir. Ahmet Davutoğlu’nun söz ve davranışlarının başka bir izahı yoktur.
Fakat AKP yönetiminin Dersim yaklaşımları bununla sınırlı da değildir. İster Cumhurbaşkanı ister Başbakan olsun, bir bakıyorsunuz ortada hiçbir neden yokken cırt-bırt Dersim üzerine bir şeyler söyleyiveriyorlar. Yani Ahmet Davutoğlu’nun en son Devlet Bahçeli’yi tahriki tesadüf ve tekil bir olay değil. AKP yönetimi CHP’yi sıkıştırmak istedi mi, en kolay yöntem olarak Dersim üzerine konuşmayı buluyor ve tarihi Dersim soykırımını böylesi ucuz bir polemiğe ve oy kavgasına alet ediyor.
Bunu çok uzun bir süredir bilinçli ve planlı olarak Tayyip Erdoğan yapıyordu ve şimdi de yapıyor. Şimdi bir de çömezi Ahmet Davutoğlu aynı şeyi yapmak istiyor. Ama tabi Tayyip Erdoğan gibi usta olmadığı için yüzüne gözüne bulaştırıyor. Öyle anlaşılıyor ki, AKP yöneticileri Dersim soykırımı üzerinden, Dersim halkının derin acıları üzerinden siyasi karşıtlarına karşı mücadele yürütmeyi planlamış bulunuyor. Çünkü sadece CHP’ye dönük yaklaşım böyle değil, aynı zamanda HDP ve MHP’ye dönük yaklaşım da böyledir.
Bu biçimde AKP, Dersim soykırımı nedeniyle sözde “Özür dilemiş” oluyor. AKP yağdanlığı basın bu durumu böyle gösteriyor. Halbuki AKP Yönetimi Dersim soykırımı üzerinde oynuyor, Dersim halkının acılarını oy avcılığında kullanmaya çalışıyor. Bu kadar ciddiyetsizliğe ve vahşete de pes doğrusu! Şimdiye kadar hiçbir parti böylesi acılı olaylarla böyle alay etmedi, tarihi acılara böyle ucuz yaklaşmadı. CHP soykırımı uygulayan parti oldu, fakat sonuçlarına karşı bu tür ciddiyetsiz bir yaklaşım içinde olmadı.
Açıkça görülüyor ki, AKP Yönetimi Dersim Soykırımı'nı tanıma ve özür dileme gibi ciddi bir tutum göstermiyor. Tersine Dersim halkının acılarıyla oynuyor, bu acılar üzerinde oy avcılığı yapıyor. Bu tutum Dersim halkına da tüm Kürt halkına da ciddi bir saldırı ve hakarettir. Burada Dersim Kürt gerçeğini de, Alevi gerçeğini de tanıma diye bir şey yoktur. Tersine bunlara hakaret etme ve alaya alma, gayriciddi bir tutumla bunlardan yararlanma çabası vardır.
Peki Dersim halkı ve tüm Kürt halkı AKP’nin bu tür hakaretlerine karşı daha ne kadar sessiz kalacaktır? AKP’nin at oynatmasına daha ne kadar fırsat verilecektir? Bu noktada artık kesin tutumlu olmak ve AKP’ye hak ettiği dersi gecikmeden vermek gerekiyor. Dersim halkının ve Kürt toplumunun acılarına bu tür ciddiyetsiz ve çıkarcı yaklaşımlara asla fırsat vermemek gerekiyor. AKP gerçeğini iyi tanımak, karşıtlarını çatıştırma oyununa gelmemek ve ağzının payını vermek önem taşıyor. Dersim halkının da Kürtlerin de, tüm demokratik güçlerin de en temel görevidir bu.
Dersim gerçeği tarihin derinliklerinden gelen büyük bir özgür toplumsallık gerçeğidir. Bu gerçeğe dayatılan 1937-38 katliamları tamı tamına bir soykırımdır ve en ağır bir insanlık suçudur. Dolayısıyla Dersim halkının yaşadıkları ciddidir ve ciddiyetle ele almayı gerektirir. Yani AKP cıvıklığıyla ele almayı kaldırmaz. Dersim soykırımına çok ciddi yaklaşmak gerekir ve suçlularının mutlaka hesabını vermesi zorunludur. AKP yaklaşımı da, CHP ve MHP yaklaşımı da özünde soykırıma sahip çıkma yaklaşımıdır ve birbirinden pek farklı değildir. Bu yaklaşımın hesabını sormak demokratik güçlerin en temel görevlerinden birisidir.
Bu temelde Dersim Soykırımı'nı lanetliyor, katledilişlerinin yetmiş yedinci yıldönümünde Dersim direnişçileri Seyit Rıza ve arkadaşlarını saygıyla anıyoruz!
Selahattin Erdem
Kaynak: Yeni Özgür Politika
- Ayrıntılar