Güncel siyasal durumun bazı özellikleri ve Ulusal Kurtuluş Mücadelemiz üzerindeki olası etkilerini değerlendirirken, bu temelde savaş taktiklerimizin daha da yetkinleştirilmesi gerektiğini de ortaya koymak gerekiyor.
Türkiye Cumhuriyeti, 12 Eylül faşizmi ile içine girdiği çözülüş sürecinden kurtulma çabalarını günümüzde de sürdürmektedir. Biz, Türkiye Cumhuriyeti olgusunu başından beri giderek derinleşen bir çözümlemeye uğrattık. Bu Cumhuriyet'in, kapitalist sistemin hangi aşamasında ortaya çıktığını ve Türk egemen sınıflarının burjuvalaşma sürecini, onun özelliklerini inceledik. TC'nin, Ulusal Kurtuluş Savaşı aşamasında nasıl evrimleştiğini, Kemalist diktatörlükle vardığı düzeyi, bunun özelliklerini inceledik.
Daha sonraki süreçte, bir yerde yükselmeyi ve gelişmeyi ifade eden, Kemalist dönemle daha da büyüyen bir kapitalizm ve burjuvalaşmanın olgunluk dönemine kendi çapında tekabül edebilen sürecin, 1970'lerden itibaren de ağır bir bunalımın içine girdiğini açıkça gördük. Türk kapitalizminin kendini sürdürmede artık zorlandığını, bir çok çürüme belirtisini ortaya çıkardığını biliyoruz. Aynı zamanda da, bu durum emekçilerin hareketine yol açmış ve buna da 12 Mart darbesiyle karşılık verilmek istendiği görülmüştür. Gelişmeler bu temelde ilerlerken; yani bir yandan düzenin çürümesi, bunalımın derinleşmesi olurken; diğer yandan ise buna tepki olarak gelişen, bunu aşma rolü ile yükümlü olan emekçi halklar seçeneğinin kendini devreye koyması gerçekleşkiştir. Bununla birlikte daha derin ve daha kapsamlı bir müdahale olan 12 Eylül askeri darbesine gidilmiştir.
12 Eylül askeri diktatörlüğünün, esasta çöküş çağındaki Cumhuriyet'i zorla yaşatmak, çok sınırlı olan burjuvaparlâmenterdemokratik, hatta sivil bile diyemeyeceğimiz yöntem yerine, askeri yöntemi bir kez daha, hem de uzun ve kalıcı bir biçimde devreye sokmak olduğunu belirttik.
TC, bir anlamda askeri bir Cumhuriyet'tir.
Eğer bir de burjuva anlamda ve o görüntüde bir demokrasicilik oyunu oynanıyorsa, bu da askerin müsaadesi ölçüsünde bir demokrasiciliktir. Nitekim Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrasındaki deneyimler, tamamen ordu hakimiyetindeki bir sivilleşme veya eğer demokrasicilik denilen bir şey varsa, bunlar tamamen ordunun himayesinde bir denemedir. 27 Mayıs'tan sonra da bu böyledir. 12 Mart'tan sonra da bu böyledir. Ve daha kapsamlı olarak da 12 Eylül askeri yönetiminden sonra böyledir. Kurulan çok partili yaşam, sözüm ona burjuvaparlâmenterdemokratik yaşamı tamamen askerlerin koruması altında, icazetiyle, onların gözetimi ve denetimi altında yürütülmektedir. Bu Türkiye gerçeğidir, TC'nin temel bir özelliğidir. Askeri bir cumhuriyet tanımı bu anlamda gerçekçidir. Bu askeri cumhuriyet, zaman zaman bazı parlâmenter maskelerle kendini demokrat gibi gösterirken, bazen de apaçık bu maskeyi atarak, apoletleri ve militarizmi ile sırıtmaktadır. Ama hiçbir zaman ordunun denetimi azalmamıştır, geriletilmemiştir. Bilakis bütün kapitalizmin gelişim süreci boyunca yaygınlık göstermiştir. Ordunun militarizasyonu, yani toplum üzerindeki etkileri, kapitalist gelişmeyle orantılı olarak artmıştır. Bazıları sivil görünüme aldanarak, hatta "demokrasicilik de yapılabilinir" oyununa aldanarak partiler kurmuş, hatta iktidara gelmişlerdir. Ama BayarMenderes olayında görüldüğü gibi, bu yanılgılarının cezasını idam sehpasında çekmişlerdir. Yani asıl güç ve otorite sahibinin ordu olduğunu, onun emrinde olmak gerektiğini, bunu aştıklarında ise başlarına neler geleceğini kestirmediklerinden ötürü bu duruma gelmişlerdir. 12 Mart'ta olsun, 12 Eylül'de olsun, yine kendini bir şey sanan, sözüm ona demokrat, 'ordunun, politikacıların emrinde olması gerektiğini' söyleyen bir Demirel örneği vardır. Onun da hemen bir korkutmayla nasıl şapkasını alıp kaçtığını, koltuğunu nasıl terkettiğini iyi biliyoruz.
Dolayısıyla politik yaşam üzerinde tamamen ağırlıkta olan ordu oluyor. Bu konuda ortaya çıkan yanılsamalar, özellikle bir çok yanlış taktiğe de yol açıyor. Hatta bazı sol gruplaşmalar kendini sadece 'Türkiye'de bir burjuvademokrasisi varmış' gibi gruplaştırmaya çalışıyorlar. Bildiğiniz gibi, legalleşmenin bu temelde ele alınışı, TKP örneğinde de gördüğümüz gibi illegalitenin sakat bir temelde kavranışı, yani Türkiye Cumhuriyeti'nin gerçek özüyle değerlendirilip ona göre bir örgütlemenin, bir mücadele tarzının tutturulamaması, sadece düzen içi değil, düzen dışında olduğunu iddia edenlerin de büyük darbeler yemelerine ve bunu çok ağır ödemelerine yol açıyor. Bu önemlidir. PKK bugün eğer PKK olabilmişse, bunu Türkiye Cumhuriyeti'ni sağlam kavrayışına borçludur. Onu sağlam kavrayış, ona karşı doğru tutum alış, bizi azçok onun karşısında ayakta tutmuştur. Ama bunun doğru olmayan kavrayışı, düzen içi sivil güçleriyle, düzen dışı sözüm ona muhalif güçlerin bunlar sol da olabilir, dinci de olabilir ezilmelerine yol açmıştır. Neden? Çünkü karşılarındaki gerçeği bütün yönleriyle kavrayıp ona göre tedbir, örgüt ve taktik geliştiremediklerinden ötürü bu böyledir.
Bizim başından beri TC üzerine kafa yormamız yerinde bir durumdur. Başta Kemalizm ve Kemalist dönem olmak üzere, kapitalist gelişmenin bütün özelliklerini adım adım takip etmemiz ve bu gelişmenin politika üzerindeki, politik toplum üzerindeki etkilerini ortaya çıkarmamız, ordu ile bağlantısını araştırmamız isabetli olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti, bu anlamda Güney Amerika'daki cumhuriyetlerden daha çok askeridir. Ortadoğu'nun diğer ülkelerindeki rejimlerden daha fazla askeridir, hatta hepsinin öncülüğüdür, prototipidir. Esas itibarıyla toplum üzerinde ordunun hükmü icra edilir. Orduda tutturulan yaşam tarzı ve disiplin toplumu etkiler. Subay ailesi, subay ahlakı giderek toplumun ahlakı, disiplini haline getirilir. Askermillet edebiyatı da buradan ileri geliyor. Türkiye milletini esasta şekillendiren ordudur. Dolayısıyla orduda olup biten, ordunun yaşam felsefesi, yaşam alışkanlıkları, ona hakim olan disiplin, egemen sınıfların lehine emekçilerin aleyhinedir. Bu topluma aşılanır. Sonuçta oldukça boyun eğmeci, militarist, otoriteyi göklere çıkaran bir toplum ortaya çıkar. "Asker her şeydir, bir no'lu kurtarıcıdır" formülünde ifadesini bulan ve zorda kaldıkça "ordumuz gelsin, bizi kurtarsın" tutumunda dile getirilen, ama esasta da sonuna kadar despotizme boyun eğmeyi ifade eden yaklaşımdır. Ve bunun da demokratik tutumla hiçbir alakası yoktur.
Günümüzde sömürü söz konusu olduğunda, muazzam bir sömürü ortamına karşı edilgence bir tavır içinde bulunmaya kadar götüren bir durum ortaya çıkar. Bugün Türkiye'de devrimci hareketin ve daha da ötesi emekçilerin tepkilerinin çok sınırlı olmasının altında bu gerçek yatıyor. Aile ortamının, köle ilişkilerinin üretildiği bir ocak olması bu gerçekle bağlantılıdır. En sıradan bir halk mücadelesinin geliştirilmeyişinin altında bu gerçek vardır. Bu dünyada eşine ender rastlanılan bir gerçektir. Cumhuriyet'in bu karekteri 1970'lerin sonlarında, zorlanma sonuncunda bir kez daha kendini göstermek zorunda kaldı. Rolün asıl sahibi olan ordu, dişlerini göstererek kendi ucubesi olan bu varlığı bir kez daha kurtarma, hatta yeniden kurma sevdasına düştü. Bu anlamda 12 Eylül rejiminin amacı, kendilerinin de belirttiği gibi "Cumhuriyeti kurtarma ve kollama hareketiydi, bunu yaptık" diyorlar. Bir anlamda yeniden kurabilmektir. Çünkü çözümsüzlük içindedirler. Nasıl kurduklarını da iyi biliyoruz.
Bu rejim, kuruluşunun onuncu yılına girdi. Cumhuriyet'in yeniden kuruluşunun onuncu yılı yaşanıyor. Bu çok önemli bir yaşamdır. Büyük bir çıkmazı yaşadıklarını her gün kendileri de itiraf ediyorlar. Darbeler çözüm değildir. Darbeler toplum sorunlarını daha da kötüye götürmekten öteye bir rol oynamıyorlar. Dolayısıyla yeni bir yaklaşıma ihtiyacımız vardır, yeni bir felsefeye ihtiyaç vardır. Bu temelde Türkiye somutunda tam bir kargaşa ve arayış yaşanıyor.
Ordunun da bir seçenek olmaktan çıkması çok önemlidir. Ordunun toplumun sorunlarını ve kördüğümünü çözen bir kılıç olmadığının anlaşılması çok önemlidir. Hareketimizin bunu göstermesi de en önemli başarılardan birisidir. Bir toplum ki, temel ekonomik, sosyal, siyasal gelişim sorunlarını tümüyle zor gücünden bekliyor, ordudan bekliyor, kılıçtan bekliyor. O toplum en kötü konumu yaşayan ve bunu yaşamaya kendini mecbur eden bir konumdadır. Bu konumun ortaya çıkardığı anlam ve yaklaşımın doğru olmadığı, toplumun bu kötü beklentisinin her türlü demokratik, dolayısıyla toplumsal gelişmenin önünde engel teşkil ettiği çok iyi ortaya çıkmıştır. Türk kamuoyu, ordu gerçeğini şimdi daha iyi tartışıyor. Bir tabu olmaktan çıkarılması gerektiğini söylüyor. Gelişme esaslarının ve maddelerinin yeni arayışlarla ortaya çıkarılmasına önem veriyor. Özellikle bir burjuva liberalizmi gelişecekse, gerçeğe bu yönüyle yaklaşmaya çalışmalıdır. Yine bir emekçi seçenek, devrimci seçenek ortaya çıkacaksa, bunu her zamankinden daha fazla kavramaya çalışacaktır.
Biz, ordunun böyle bir çözüm gücü olmadığını göstermekle, bunlara en büyük yararı sağlamış oluyoruz. Çok önceleri belirttiğimiz bir söz vardır; "eylemlerimizin en önemli bir sonucu da ordunun bir çözüm gücü olamayacağını kanıtlamaktır" diyorduk. Bu artık çok iyi kanıtlanmıştır. Şimdiye kadar toplum zorda mı kalmış, kriz veya bunalım mı var, bunu burjuva anlamda veya devrimci bir tarzda emekçi sınıfların çözmesi gerekirken, bu en ucuz biçimde geçiştirilmiştir. Ya sağcunta, ya solcunta gelir, kurtarır. Dıştan bir kuvvete, ordu içindeki kuvvete bel bağlamışlardır. Kendi asıl rollerini düşüncede, siyasal bir örgüt geliştirmede ve devrimci bir örgüt kurmada göstermişlerdir. Sürekli "hazır kuvvetler gelsin kurtarsın" mantığı hakim olmuştur. Hazır kuvvetler de aslında çıplak zoru uygulamaktan başka bir şey yapmaz. Ordular hiçbir zaman üretemezler, yaratamazlar. Ordular varolanı ele geçirirler. Varolan eğer egemenlerin ve sömürücülerin hizmetinde ise, onlara peşkeş çekerler. Eğer halkların ordusu varsa, bu ordu halkların hakkını, emeklerinin karşılığını sömürücülerden alır.
Türkiye ordusunun baştan beri, yani Osmanlılar'dan bu yana en kodaman ve sömürücü kesimlerin hizmetinde olduğu bilinmektedir. Eğer emekçiler, hatta orta kesimler değer kazanmışlarsa, bu değerleri bunları elinden tekrar almakta kullanılan bir araç olmaktan öteye rol oynamamışlardır. Nitekim 12 Eylül askeri yönetimi döneminde, orta sınıflardan tutalım işci sınıfına kadar, köylülükten tutalım aydınlara kadar, hepsinin yaşam düzeylerinde yüzde elliden aşağıya bir kayma olmuştur. Bu da şunu gösteriyor ki; ordu toplumda biriken değerlerin çok büyük bir kesimini egemen üst tabakaya aktarmaktan öteye bir rolün sahibi değildir. Bunun için işkence yapmıştır, politika yapmıştır, baskın yapmıştır, her gün otoritesini pekiştirmiştir. Yoksullaşmanın da esas nedeni budur. Toplum bugün bunu biraz daha iyi anlamaya çalışıyor.
Türk toplumunda egemen olan yargı; özellikle ordunun bu rolünü böyle görmek yerine, "geldi, bizi kurtardı" biçiminde bir yargıdır. Halbuki elindekini de aldı, egemen burjuvaziye taşırdı. Bu yargıya ulaşması, bu gerçeği kavraması gerekirken, geleneksel ordu hakimiyeti, halkı dünyanın hiçbir ülkesinde görülmeyen geri bir düşünsel ve hatta siyaset dışı kalma ortamı içinde tutmuştur. Demek ki ordu meselesinin günümüzde anlaşılması, biraz da TC gerçeğinin anlaşılmasıdır. Aynı zamanda TC gerçeğinin anlaşılması da ordunun anlaşılmasıdır. Ve bu konudaki kavrayış, toplumsal sınıfların kendi rollerini daha iyi anlamasını, kendi çıkarlarını daha iyi görmeyi ve giderek politikayı kendi çıkarları temelinde düşünmeyi, örgütleşmeyi, tavır içine girmeyi doğurmaktadır. Günümüzde ortaya çıkan budur ve bu konuda büyük bir kargaşalık ve arayış vardır.
1990'lara doğru giderken, eskiden kopma, bir anlamda ordu denetimi, despotik ve antidemokratik toplumun biçimlenişinden kurtulup herkesin biraz da kendi gerçeğine yönelmesi ve bu temelde bir şeyler olmaya çabalaması anlamlıdır. Neler ayakta kalacaktır, o da ayrı bir meseledir. Herkesin çelişkilerin çözümünü böylesine bir zor güce havale ettiği dönemin geride kalması, herkesin kendi çelişkilerini bizzat görmesi ve bu çelişkilerin çözümünde bilinç sahibi olması, güç sahibi olması gerçeği aslında günümüzde en çok olumlu karşılanacak ve sonuç alabilecek durumdur. Gelinen bu nokta ve ulaşılan sonuçlar bu temelde anlamlı gelişmektedir. Orduya dayalı kafa yapısının bu aydın olsun, profesör olsun, solcu olsun farketmez olumlu hiçbir şey üretemeyeceklerinin açığa çıkması, bu gelişmenin önemli bir parçasıdır. Toplumun artık kendi adına düşünmesi, toplumsal sınıflarının kendi çıkarları adına ve özgüçleri ile düşünmek zorunda bırakılmaları, Türkiye toplumu için ciddi ve tarihsel bir aşamayı teşkil ediyor. Bu anlamda bir olguşlamadan bahsedilebilir. Sağlıklı arayış içinde bulunanların gelişme şansının daha fazla olduğundan da bahsedilebilir. Bu yaklaşım çerçevesinde, günlük olup bitenlere baktığımızda, durumları daha iyi kavramak ve anlamak kolaylaşıyor.
Rêber APO
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 18 Kasım günü Siirt'in Eruh ilçesine bağlı Mêrgê ve Dırişkê alanları üzerinde işgalci TC ordusuna ait savaş uçaklarının hareketliliği yaşanırken 19 Kasım günü sabah saatlerinde ise bu hareketlilik operasyona dönüşerek devam etmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
17 Kasım günü Şırnak’a bağlı Gabar Dağı etrafında bulunan işgalci TC ordusunun Gire Cotyar karakolu hem karakol çevresini hem de araziyi havan ve obüs toplarıyla bombalamıştır.18 Kasım günü ise saat 17:30 ile 18:30 arasında Gabar alanı üzerinde işgalci TC ordusuna ait savaş uçaklarının hareketliliği gözlemlenmiştir. Ayrıca saat 17:30 ile 20:00 arasında insansız hava araçları da alan üzerinde keşif uçuşları yapmıştır. Bu bölgedeki askeri hareketlilik devam etmektedir.
- Ayrıntılar
15 Eylül’de faşist IŞİD çetelerinin saldırısıyla başlayan Kobanê Savaşı üçüncü ayına girdi. İki ayı aşkın bir süredir Kobanê halkı ve Rojava Devriminin özgürlük ve savunma gücü YPG-YPJ kuvvetleri söz konusu faşist ve soykırımcı saldırıya karşı direniyor. Bu direnişe tüm Kürt halkı ve demokratik güçler de çok önemli bir destek veriyor. Direniş kendi etrafında küresel düzeyde faşizme karşı bir Demokrasi Cephesi yaratmış bulunuyor. YPG-YPJ güçleri ile Güney Kürdistan Pêşmergeleri ve ÖSO birlikleri arasındaki ittifak da bu temelde gerçekleşmiş oluyor. ABD öncülüğündeki koalisyonun direnişe desteği de bu temelde gerçekleşiyor.
Kobanê direnişinin atmış günü aşarak üçüncü ayına girmiş olması mucize gibi bir şey. Neden? Çünkü, gerçeği söylemek gerekirse içinde olanlar da dahil hiç kimse direnişin bu kadar uzun süreceğine inanmıyordu. Saldırıyı başlatanlarsa iki günde, bilemedin bir hafta içinde Kobanê’yi düşürüp tümden ele geçireceklerini hesap ve umut ediyorlardı. Fakat yanıldılar. Küçük gördükleri ve yeteneklerine inanmadıkları Kürtler, onlara tarihin en büyük dersini verdi. Küresel insanlık da başta uzun süre seyirci kalsa da, Kürt direnişinin özgür insanlığa katkılarını görünce giderek destek verme eğilimine girdi.
Şimdi yaşanan direniş Kütler açısından da, insanlık açısından da kıvanç verici bir temelde ilerliyor. Direnişte yeni ve önemli siyasal ve askeri gelişmeler ortaya çıkıyor. Denebilir ki, “1 Kasım Dünya Kobanê Günü” ile birlikte bölgedeki her şey değişmiş durumda. Çünkü, bu durum Kürtler üzerindeki küresel inkarı ortadan kaldırdı. Dünya genelinde yeni bir cepheleşme ve ittifak düzeni ortaya çıkardı. Artık bölgedeki hiçbir şey Kobanê direnişinden önceki gibi değildir ve böyle bir dönüş de olamaz. Bölgedeki ilişki ve ittifaklar yeniden karılıyor ve bu durum yeni bir Ortadoğu’nun oluşmasına doğru yol alıyor.
Kürtler açısından şu söylenebilir: Artık yeni ve demokratik bir Ortadoğu Kürtsüz asla var olamaz. Böylece yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde yok oluş sürecine alınan Kürtler, yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde insanlığın yükselen güneşi oluyor. Yeni ve demokratik Ortadoğu’nun öncü kurucu öğesi haline geliyor. Kürt Ulusal Kongresi temelinde Kürtlerin demokratik birliğinin zemini sağlamca döşenmiş bulunuyor. Kürtler için küresel ilişki ve ittifakların önü ardına kadar açılmış hale geliyor.
Küresel inkar kırılıp Kürt birliği ve uluslar arası ilişkilerinin önü tamamen açılırken, bölgenin kültürel soykırımcı ve sömürgeci güçlerinin Kürt inkarını devam ettirmekteki ısrarları sürüyor. Bu noktada İran Devleti fazla ses çıkarmaz ve büyük olasılıkla gelişmeleri anlamaya çalışırken, Türk Devleti ve AKP Hükümeti adeta yavuz hırsız misali Kürtleri suçlayarak onlardan geri adım atmalarını istiyor. Belli ki AKP Hükümetinin bu tutumu nafile ve tehlikelidir. Çünkü demokratik Kürt yükselişi karşısında durmak hiç kimseye yarar getirmez. Dolayısıyla bunda ısrar edenler çok geçmeden kendi kendilerine ne kadar tehlikeli bir kuyu kazmış olduklarını görürler.
Kobanê direnişi öyle bir noktaya geldi ki, karşısında hiçbir güç duramıyor. Karşısında duranlar hemen insanlık vicdanında lanetleniyor. Dolayısıyla özünde karşıt olanlar bile görünüşte direniş yanında durarak ondan faydalanmaya çalışıyor. Herkes Kobanê direnişinin yarattığı olumlu etkiden biraz pay kapmaya çalışıyor. Bu nedenle AKP’nin karşı durmaya çalışması sadece kendini bitirir. Kürtlerle demokrasi ve kardeşlik temelinde birlik oluşturamayan bir Türkiye’nin bu dünyada hiçbir geleceği olamaz.
Böyle önemli siyasal gelişmeler yaratmış olan Kobanê direnişi askeri bakımdan da önemli gelişmeler yaratıyor. Faşist IŞİD saldırıları durdurulup kırılmış durumda. Artık IŞİD çeteleri ilerleyemiyor. Şimdi taktik saldırı ve ilerleme sırası direniş güçlerinin eline geçmiş bulunuyor. Kobanê’den gelen haberler YPG-YPJ güçlerinin artık daha aktif olduğunu ve şehrin önemli bir kısmını IŞİD’den geri aldığını gösteriyor. Dolayısıyla direniş güçleri şimdi daha umutlu ve güvenli hareket ediyor. YPG Karargahından yapılan açıklamalar direniş güçlerinin hızla ilerleyeceğini gösteriyor.
Daha da önemlisi, YPG Karargahı artık gerilla taktikleri uygulayabilecek bir konuma ulaştıklarını ifade ediyor. Bu durumda şimdi artık savaş sadece Kobanê içinde ve savunma mevzilerinde sürmüyor. Bir yandan Kobanê içindeki savunma savaşı etkin olarak sürdürülürken, diğer yandan YPG-YPJ birlikleri kırsal alanda gerilla harekatları düzenliyor. Halep- Til Ebyad yolunu YPG güçleri kesip denetime alırken, Til Ebyad- Kobanê yolunu da sık sık işlemez kılıyor. Kırsalda birçok alanın YPG-YPJ güçlerinin kontrolünde olduğu belirtiliyor.
Kuşkusuz bu durum önemlidir ve YPG’nin gerilla yapar hale gelmesi savaşın gidişatını değiştirecektir. Bu konuda AKP Hükümetinin çetelere desteği de ciddi bir sonuç vermeyecektir. Kaldı ki IŞİD ile ittifak AKP için gittikçe astarı yüzünden pahalı hale gelmiş bulunuyor. Çünkü, gün geçmiyor ki bu konuda yeni bir bilgi ortaya çıkmasın. Eskiden Musul’da kalan elçilik personelinin operasyon gücü olduğu söylenirdi. Şimdi ise Kobanê’ye dönük IŞİD saldırılarını Süleyman Şah Türbesindeki Türk özel kuvvetlerinin planladığı ve yönettiği söyleniyor. AKP mevcut politikalarını sürdürüp Kürt düşmanlığı yaptıkça hep bu tarzda ifadelere maruz kalacaktır.
Elbette Kürdistan, Bölge ve dünyada bu kadar tarihi gelişmelere yol açın bir direniş bedelsiz yürütülmemektedir. Kobanê ve Rojava direnişi güç eşitsizliği de değil, her türlü teknik güce karşı Kürt yurtseverliğinin göğüs germesi temelinde yürütülmektedir. Bu da büyük kahramanlıkları ve tarihsel destan yazmaları ortaya çıkarmaktadır. Kürtler her gün onlarca şehit ve yaralı vererek bu zorlu direnişi geliştirmektedir.
Kimler kahramanca savaşıp şehit düşmedi ki geçen iki ay içinde!? YPG-YPJ’nin yüzlerce şehidi ve yaralısı var. Bunların her biri diğerinden kahraman! Gerçekten tarihin en büyük fedailik ve kahramanlık hareketi yaşanıyor. Büyük Zindan Direnişçiliği gerillada doruğa ulaşmış bulunuyor. Tarihin şen çocukları en büyük özgürlük destanını yazıyor. Arîn fedailiği ve Diyar kahramanlığına her gün yenileri ekleniyor. Bunlardan biri de Ekim ayının son haftasında şehit düşen Destîna Gulaber adlı takım komutanı oluyor.
Destîna Gulaber adlı Kandil’in tombul kızı, Kobanê’nin tarih yazan büyük kahramanlarının en sonuncuları arasında yer alıyor. Kandil’de başlayan mütevazi yaşam, Kobanê’de ölümsüzlük mertebesine ulaşıyor. Daha küçük yaşta olmasına rağmen, 2000 yılında Kandil’in gerilla güçlerinin eline geçmesinden heyecan duyarak gerillaya katılan o günün Gulaber’i, Kobanê’nin IŞİD faşistlerine geçit vermeyen Komutan Destîna’sı oluyor. Destîna komutasındaki bir takım kadın gerilla gücü, IŞİD’in gün boyunca her türlü tekniği kullanma temelinde saldırı sürdürmesine rağmen savunduğu binayı terk ve teslim etmiyor. Çaresiz ve başarısız kalan faşist IŞİD çeteleri, çareyi tüm binayı havaya uçurarak direnişçileri katletmekte buluyor. Böylece özgür kadın iradesi karşısında küçüldükçe küçülüyor.
Destîna, Kürdistan özgürlük gerillasının fedailik ve kahramanlık özünü ifade ediyor. Kürt kadınının özgür yaşam tutkusunun ve yenilmez iradesinin sembolü oluyor. Kadın gerillacılığının ulaştığı kahramanlık ve direngenlik düzeyini gösteriyor. Tüm Kürt kızlarına ve özelde de Kandil ve Başur kızlarına özgürlük için direnme çağrısı yapıyor. Biz inanıyoruz ki, cefakar ve kahraman Kürt kadınları Destîna’nın silahını yerde bırakmayacak! Özgür Kürdistan ve özgür yaşam amacını başararak Destîna’nın rahat uyumasını sağlayacak! Kandil’in afacan kızı Destîna Gulaber şahsında tüm Kobanê direniş şehitlerini bir kez daha saygı ve minnetle anıyoruz!
Selahattin ERDEM
Kaynak: Yeni Özgür Politika Gazetesi
- Ayrıntılar
Gecenin bu vaktinde kar yağıyor tüm nefeslere. Biraz da damlalar var tüm kirlenmişliklere inat saflığı barındıran içinde. Karını ayıklamak, bir taç yapmak isterdim ama kar eridi, damlalar ıslattı tüm gülüşlerimi. Sebepsiz takılıyorum peşine bir sis bulutunun. Karma karışık düşünce yoğunluğunun kanatlarında havalandım ve zamanın dar bir aralığında boşluktan yuvarlanmışçasına belirsiz bir yarına doğru yol aldım. Daralan bir geceden arta kalan sessizliği yırtmak, sınırlar delmek, sürgünler bozmak istiyorum ama her köşe başında devriye yasaklar yakalar bakışlarımı. Firarlar eklerim sonra not defterime, susmalar barındıran, korkmuş ve bir yanı hep bozguna uğramış halde. Ve sonra diğer yanıma sarılmak isterim. Yakamı bırakmayan tüm çirkin, kokuşmuş sırıtmalara aldırış etmeden, utanmadan, sıkılmadan. Dün gibi, tertemiz, çocuk saflığında… Ama bir yanılgıdır benimkisi, üstü açıktır şimdi her şeyin, gün yüzüne vurmuştur, ulu orta yerde, tüm bakışlar üzerimde. Kim ne derse desin, ben ne dersem diyeyim. Kime göre, neye göre! Ama yine aynı yerde ve soluksuz kalmış halde. Tarih bizi affedecek miydi? Ben tarihi affedecek miydim?
Aynalar yine yalancı, gözler masum. Eller terlerken dolunaya yakın, benim uykularım kaçar, kâbuslar kovalar düşlerimi. Ten solmuş, buz gibi ve biraz da ürpermiş halde. Üzerime çığ düşmüşçesine çaresiz ve yapa yalnız… Göğsümün tam üzerinde bir sızıdır beni savunmasız yakalayan bakışların. Gizlidir şimdi gözlerimden akan her yaş. Birde alnımdan dökülen ter taneleri… Islaktır bakışlar, ıslatıyor yağmurlar, bu gece hep ıslak kalacak.
Nice yaşanılanı bıraktık ardımızda, kanadı kırık bir kuş misali çırpınsa da, ardımıza bile bakmadan devam etmiştik yollara. Oysa acılar çöktükçe bağrımıza, ağır aksak, sarhoş sızılar yüklendik. Sonra delice bir çırpınma ve sisli, dumanlı bir gökyüzü. Bir hayli zaman oldu, haberim bile olmadı ama göçtü buralardan dolunay.
Gecenin bir yarısı, her yer karanlık, bir diğer yanı aydınlık. Yok olmak ya da var oluşun kırılgan sureti. Ha desen yırtılacakmış gibi sesler. Gecenin rengi olmaz diyenler gecede boğulacaklar. Islanırken gecede gülüşler bir algının aldanmışlığına kapılacak ve sere serpe uzanacaktır yalnızlığa, farkında bile olmadan. Hep bir şeyler eksik, bir yanı acı ve sessizlik…
Başucumda bir defter, bir kalem, birde en ucuzundan bir paket sigara… Dumanını ciğerlerime, ta en derine çekiyorum, belki diye… Bir yıldız yakalarım, bir haykırsam sesim duyururum belki de. İzi kalsın her bir taşın üzerinde susmaların, hiç kimsenin sözüne yoktur sözüm. Ölene dek mühürlerim gözlerime, kendi sesinde sessizliğe mahkûm olmuş seslerimi.
Sarıl şimdi diyor yüreğim, sarıl sımsıkı gülen her göze. Masumdur onlar, yalan bilmez, sadece doğrulardır zulasında bir ömür beslediği. Kırılma, nedensiz değil hiçbir şey. Kaybeden bulur, aramasını bilirse, peşine takılma gücünü kendinde yaratırsa, yüzleşme cesareti varsa.
Kış incitse de dağları, yüreğinin derinliklerine kar pınarları akıtır. Yüzü ıslatan yaşlar ağrıtsa da gözleri, onlar yüreği birçok kirden arındırandır. Aksın, bırak hep kaçak olacak değil ya ıslanmalarımız. Keder diye akıtılanlar bir reyhan inceliğinde şimdi tam karşımda. Emanet diye saklarım tüm ayrılıklarımı. Boşalan ellerime merhem diye sürdüm yaşlarını, yumuşatır diye nasırlarımı. Kader diye sarıldıklarım! Oysa ne de günahsızdı farkında olmadan avuçlarımdan kayıp gidenler. Görseniz ne ihtişamlıydı, bir öfke patlaması beklide…
Bu gecede bitecek, yarın yine bu gün olacak. Bu geceden bana arta kalan mı? Koynumda biriktirdiğim yağmur kokusu ve… Bir dahası olmayacak biliyorum. Bu kış bahara evirilecektir, dağ boylarından sular akacaktır ve şafaklar dolunaylı bir geceden sonra bir başka kızıl olacaktır. Ama bu gecede kalmasın diye hiçbir bakış, not düşüyorum belirli bir zaman aralığına. Ve kalın harflerle adını kazıyorum bu gecenin gözlerine. Ve biriktirdiğim nice ay kokulu gülüşlerimi rüzgârın kanatlarına takıyorum. Götürsün diye nice uzak diyarlara. Ne de olsa bir dahası olmayacaktı bu gecenin. Savur şimdi diyorum yüreğime, sesinin soluğunda yükselt haykırışını ve elveda kalana, merhaba yeniden gelene…
Güneşin kıyısında, ateşten sahillere vuracağım. Ve alevleriyle yıkayacağım tüm birikmiş yalnızlıklarımı. Küllerini rüzgârlara bırakıp nefeslerimi dumanından arındıracağım. Söyleyemediğim, dilden dökülemeden buharlaşmış nice sevinçlerimi tozlanmış raflardan indireceğim. Ve tüm ağlamalarımı başucuma koyup yollara koyulacağım. Yollar uzun, engellerle dolu, bazen düşerken, bazen yalpalanacağım ama her şeye inat umudun ezgisinde dillendireceğim özgürlük türkümüzü.
Çığlık çığlığa, bir o diyardan bir diğer diyara sürerim tüm duygularımı. Islık gibi, kulakları delercesine yankılanacaktır ve tüm boşlukları dolduracaktır haykırışım. Alevler saçılacak, ateşler yanacak gökyüzüne doğru. Dumanlar yükseltip, yağmurlar yağdıracağım o özlem bulutlarından. Çember daralacak belki de. Kaygılar artacak, biten güller solmaya yüz tutacak. Ama her şeye rağmen muradına erinecektir özlemi çekilen umut dolu yarınlara, özgür yarınlara… Ve kekik kokulu çocuklar yükselecek dört parça yurdumun her bir yanından, körpecik bir fidan gibi, özgürlüğe susamış, güneşe ulaşma umuduyla nefes alan…
Haydi, takıl peşine rüzgârın, tüm vücudunda hisset, teninin her zerresine işlensin. Bırak tarasın saçlarını, sonra esintiyle gelen ıslaklığı merhem diye sür kapanmak bilmeyen yarana. Biraz da sakla, kötü günlerinde dost olsun diye sana. Ve bağır, haykır, bir çığlık ol, bastır tüm bastırma girişimlerine karşı. Es gecenin yüreğine doğru, estikçe öğren özgür olmanın sınırsızlığını.
Yücesinde, en zirvesinde kahpelikler, kendini bilmezlikler ve daha nice soysuzluklar... Hepsine inat, gecede savrulan bulutların kanatlarında türkü söylemek var ya…
Bu gece de bitecek, yarın sabah olduğunda belki kar yeniden yağar ve beyaza bürüyecek her yanı. Bana kalan mı? Koynumda biriktirdiğim yağmur kokusu ve bu gecenin ıslak bakışları…
Gerillanın kaleminden
2014
- Ayrıntılar
Ortadoğu’da üçüncü destansı çalışmam, kadın özgürlüğüne ilişkin olanıdır. Bana göre anayurtların ve emeğin kurtuluş çalışmalarından daha öncelikli olması gereken bu çalışma en zor olanıydı. Kadın, gericiliğin ve köleciliğin ilk ve köklü ezilen sınıfı, ulusu ve cinsiydi. Görünüşte cins farklılığı, eşitsizlik ve baskı için gerekçe yapılır. Tarih derinliğine araştırıldığında anlaşılacaktır ki, kadınlar tamamen sosyal ve siyasal egemenliğin ilk kurbanlarıdır. Kadın insanlığa dayatılan her tür eşitsizliğin ve köleleştirmenin ilk sınıfıdır. Kadın köleleştirildikten, evin uysal ve evcil bir nesnesi (özne değil) haline getirildikten sonra, sıra sınıflı toplumu ve devleti yaratmaya gelmiştir. Zalim ve yalancı erkek kadını düşürdükten sonra, bundan aldığı cesaretle diğer insanları ve kendi cinsini de ezmeye ve tutsak kılmaya yeltenmiş; en büyük yalancı düşünce sistemleri olan mitolojileri ve dinleri yaratmıştır. Tabii halklar için doğruya yaklaştıran mitoloji ve dinler de vardır. Biz egemenler ve sömürücülerin yalancılık ve zorbalık üreten din ve mitolojilerinden bahsediyoruz. Bu din ve mitolojilere bakıldığında, kadın bin bir hile ve zorbalıkla görkemli tanrıça tahtından adım adım düşürülmekte, önemsiz kılınmakta ve en son yok edilmektedir. Özgürlük savaşçısı olup da bunu görmemem mümkün olamazdı. Ana tanrıça dinini yaratmış ve ilk aşk tanrıçalarına mekân olmuş bu toprakların özgürlük çocuğu olarak, ilk büyüklerimizi ve tutku kaynaklarımızı anlamaya çalışacak, araştıracak ve varlık gerekçelerini bulacaktım.
Kadın sorununa yüklenmem bir kişisel onur sorunu olmamın ötesindedir. Basit cinsellik ihtiyaçlarının ise tam karşısındadır. Cinslerin buluşmasını mutlaka hayvani cinsel güdünün üstüne, büyük dostluğun ve yoldaşlığın seviyesine çıkarmak, bana gerçek bir yiğitlik gibi geldi ve kadına uzanmaktan çekinmenin korkaklık olduğunu fark ettim. Korkuyu egemen erkek yaratmıştı. Namus adı altında bu oyunu oynuyordu. ‘Seviyorum’ derken bile, ikinci seferinde bıçaklıyordu. Haksızlığı dehşet vericiydi. Cins olarak kadını hırpalamış, fiziğini, zekâsını ve duygularını mahvetmişti. Kadını inanılmaz derinliklere düşürmüştü. En benim diyen sosyalist erkek ve hatta kadın bile bu oyunun basit figüranları olmaktan kendilerini kurtaramıyordu. Özgürlüğe büyük susamışlığın verdiği güçle soruna yüklendim. Çok sayıda çözümlemeler, diyaloglar, derinlikli konuşmalar yaptım. Bir sahipleri olarak değil de, bir sanatkâr olarak, güzel bir fizik duruştan zekâ kıvılcımı olmalarına ve dillerinin sesiyle hiçbir maddenin veremeyeceği tadı verebilecek düzeye ulaşmalarına kadar her şeylerine müdahale ettim. Yetiştiler, büyük yetiştiler, ama toydular. Lanetli yaşam ve erkek efendileri yanı başlarındaydılar. Onlara karşı ve onlarla birlikte büyük öz cins savaşımını verecek tecrübe ve ustalıktan yoksundular. Bu acıyla kendilerini uçurumlar dan attılar. Ateşlerde yaktılar, bombalarla parçaladılar. Onlar kahramanlık adına her şeyi yaptılar. Ama yalnızdılar. Karşılarındaki erkeklik, kaba yaklaşımından başka tür bir yaklaşımı, eşitlerin büyük dostluğunu ve yoldaşlığını aklına getirmek istemiyordu. Çiçekler gibi solup gidiyorlardı.
Hainleri ve işbirlikçileri çıksa da, bu çabalara candan katılanlarını unutmak asla mümkün değildir. Hele şehitleri, bu toprakların ve halklarımızın en kutsal azizeleri olarak her zaman anılacaklardır. Onlar gerçek birer yiğit tanrıça durumundadırlar. Kalanların birliklerini, partileşmelerini saygıyla karşıladım, yardımcı oldum. Özgür ve güzel yaşamın garantisi olmaları gerektiğini hep söyledim. Bir gün mutlaka gerici, yalancı ve zorba erkeği hizaya getirecek güçlü kadına ulaşacaklarına dair duyduğum inançla çabalarımı sonuna kadar sürdürdüm. İnsan sadece mülkü olan kadınıyla büyümez, erkek olmaz. Ben böyle ne büyümek, ne de erkek olmak istedim; hatta böyle olmayı onur kırıcı buldum.
Kadını zor duruma düşürdüğümü biliyorum. Onları ateşten bir parça haline getirdiğimi de biliyorum. İçlerinden büyük düşmanlık edenlerin ve çok haksızlık yapanların olduğunu da biliyorum. Onları yalnız kıldığımı da biliyorum. Ama bilmelerini istediğim en önemli bir hakikat, onların savaşın da barışın da kaderini belirleyecek kadar güçlü olmaları gerektiğidir. Bu olmadan yaşam haramdır. Bu olmadan aşk olmaz. Bu olmadan hiçbir özlem giderilemez. Yalnızlık ve ayrılık, bu büyüklüklerin elde edilmesi ve egemenlik kazanması için, geçilmesi gereken yol ve ödenmesi gereken borç faturalarıdır. Ana tanrıça ve aşk tanrıçalarının diyarında bin yılların kaybettirdiği özgürlük ve eşitlik gücüyle, kadın merkezli çalışma ve savaşımında güzellik ve zekânın yeniden yaratılacağına, var olanın yeni toplumsal sözleşmeyi hayata geçirecek kadar özgüce kavuşacağına dair umut ve inancımı belirtirim. Tüm sevgi ve saygı dolu kadın yoldaşlığında iddia kadar, çabalarıma bir aşk işçisi olarak son nefesime değin devam edeceğim kesindir. Anlam verecekleri ve ihtiyaç duydukları kadar kadın yoldaşların olduğum ve hep öyle kalacağım kuşkusuzdur.
Tanrıça kültüne içten inanacak kadar saygı ve sevgi gücüne ulaştım. Büyük kadın savaşımımı ne kadar gözden düşürmeye çalışsalar da hakkını verdim. Hem bir kadın için en kutsal görevlere ihanet edeceksin ve protestocu yaşayacaksın, hem de soylu kadın yoldaşlığı için üzerine düşeni yapmayacaksın! Bu asla kabul edilemez. Başta PKK olmak üzere, tüm ilgili çevrelere kadın savaşımının basite alınacak bir yönü olmadığını göstermeye çalıştım. En az zorba ve ya-lancı erkek tanrıları kadar, doğrunun ve aşkın gücü olan tanrıça dünyasının da tanınmasını, gerekli saygı ve sevginin içten gösterilmesini ilkelice ve ciddiyetle sonuna kadar göstermeye ve dayatmaya çalıştım.
Bu dağlarda özgür kadın gruplarını hep tanrıça esiniyle selâmlayıp öyle ‘anlamlaşmaya’ çalıştım. Sıkça haberlerde geçen “Kamyon ve traktör kasalarına doldurulmuş bir grup Güneydoğulu kadın filân bölgede ırgatçılığa giderken yol kazasında öldüler” cümlesini duydukça, sözde bu kadınların sahibi erkek, aile, hiyerarşi ve devletine olan öfkemi hiçbir olaya daha göstermediğimi de sıkça hatırlarım. Tanrıça soyundan geriye bu kadar düşüş nasıl olabilir? Aklımın, ruhumun asla kabullenmediği bu düşüşü zihnime asla yedirmedim. Benim için kadın ya tanrıça kutsallığı içinde olacak ya da hiç olmayacaktı. Şu sözün doğruluğunu hep düşünürüm: “Bir toplumun kadınlarının yaşam düzeyi, o toplumun tanımında esas ölçüttür.”
Anam için neolitiğin ‘ana tanrıça kültüründen kalma’ sözünü kullanmıştım. Onlar gibi şişmandı. Modernitenin yapay ana inşası ondaki kutsallığı görmemi engellemişti. Hayatımda büyük acılar yaşamama rağmen, hiçbir olaya ciddi olarak ağlamadım. Fakat modernite kalıplarını yıktıktan sonra, başta anam ve onun şahsında tüm bölge (Ortadoğu) analarını hep içim burkularak ve gözlerim yaşararak hatırlarım, bakarım. Anamın zorbelâ taşıdığı kuyu satılından (bakracından) daha yarı yoldayken yere indirip yudumladığım suyun anlamına, en seçkin ve yürek burkucu hatıralarım öyle bakarım. Herkesin yaşadığı anababa ilişkilerine, moderniteyi tüm zihin kalıplarında yıktıktan sonra bakmalarını tavsiye ederim. Aynı bakış açılarını tüm neolitikten kalma ‘köyün ilişkilerine’ de yansıtmalarını isterim. Modernitenin en büyük zaferi, şüphesiz on beş bin yıllık inşa edilmiş kültür bakışımızı yıkması ve hiçe indirgemeyi başarmasıdır. Bu kadar yıkılmış ve hiçe indirgenmiş birey ve topluluklarından soylu, özgür bir bakış, direniş ve yaşam tutkusu beklenemeyeceği anlaşılırdır.
Kavisin dağ eteklerindeki her bitki ve hayvan canlısı benim için bir tutku nesnesiydi. Onlarda sanki kutsal bir mana varmış gibi bakardım. Onlar benim için, ben onlar için yaratılmış birer arkadaştık. Peşlerinden çok koştum, aşkla. Benim aşkım biraz böyleydi. Halen bu konuda en affetmediğim hareketim, avladığım kuşların başını hiçbir acıma hissi duymadan koparmamdı. Özne nesne anlayışı altındaki derin tehlikeyi bu olaylar kadar hiçbir anlatım bana göstermedi. Ekolojik tercihim çocukluğumun bu tutku ve suçunun itirafıyla yakından bağlantılıdır. Avcılık kültüründen kalma bu büyük ruh tehlikesini birer avcılıktan ibaret olan ‘güçlü sömürgen, buyurgan adamın’ sanatı olan iktidar ve savaşlarının maskesini düşürmekle (maskeli ve maskesiz tanrılarla, örtük ve çıplak krallar) ancak giderebilecektim. Bitki ve hayvanların dilini anlamadıkça ne kendimizi anlayabilecek, ne de ekolojik toplumcu olabilecektik. Beni bırakmayan bitki ve hayvanlarımın anılarına böyle anlam verecektim.
İtiraf etmeliyim ki, bir dönem ben de modernite hastalığına tutularak, ana baba dâhil, her şeyinden kaçmak istedim. Hayatta en büyük yanılgımın bu olduğunu kendime sıkça itiraf ederim, ama Broadway’ın gözleminden tümüyle kopmadığımı biliyorum; o eteklerin çocuğu olarak, dağların başını tanrı ve tanrıçaların kutsal tahtı, eteklerini ise bolca yarattıkları cennetin köşe parçaları olarak görüp hep dolaşmak istedim. Adım daha çocukken ‘dağ delisi’ olarak çık-mıştı. Sonradan öğrendim, bu yaşam daha çok tanrı Dionysos’a aitmiş. Peşinde ve paşında (Kürtçe, önünde ve arkasında) Bakha’lar adlı özgür ve sanatkâr kızlar grubu dolaşırmış. Birlikte yiyip içip eğlenirlermiş. Bu tanrısal yaşamı sevmiştim. Filozof Nietzsche de bu tanrıyı Zeus’a tercih etmiş, hatta birçok özdeyişinin altına ‘Dionysos’un Çömezi’ unvanını atarmış. Köydeyken ve dinin gereklerine pek uymasa da, kızlarla nişan, baş göz oyunlarından çok, birlikte oynamaya çok istekliydim. Doğalı da bana göre böyle olmalıydı. Hâkim kültürün kadını kapatmasına asla hoşgörü göstermedim. Namus dedikleri kanunu tanımadım. Halen kadınla sınırsız özgür tartışmaya, oynamaya, yaşamın diğer tüm kutsallarını paylaşmaya yanıtım ‘evet’, ama birbiriyle adına ne dersek diyelim, gerekçesi ne olursa olsun, güç temelinde ve mülkiyet kokan köleliklere, bağlılıklara ise sonuna kadar ‘Hayır’dır.
Dağların eteklerinden hemen başlayan ovaların bahar açılışından güz kapanışına kadar üretime hazırlanmasını, derlenmesini, harmanlanmasını, tanelerin toplanmasını babamın çiftçiliğinden hatırladıkça, hiçbir romanın vermediği duygu yüklenimlerimi zor tutarım. Büyük hayıflanmam var. Neden o tanrı yolcularını tam anlayıp arkadaş olamadık? Gerçi tüm ilişkilerim arkadaşlık içindeydi. Ama o korkunç modernite ilişkileri yüzünden, ölümünün bile büyük yasını tutamamayı halen affedemiyorum. Belki de babaların en güçsüz, ama saf, temiz tanrı kullarından biriydi. Fakat bana göre çiftçi babalar en değerlisidir yine.
Toplumsal gerçeklikten kaçmak zannedildiğinden daha zordur. Özellikle bireyi olunan soy toplumu için bu böyledir. Yedi yaş civarında anayla girilen toplumsal yarış süreci, halk tabiriyle yetmişine kadar öyle gider. Ananın toplumsallaşmanın esas gücü olduğu bilimsel olarak da tespit edilen bir doğrudur. Kişiliğim açısından ilk suçum, ananın bu hakkını kuşkulu bulmam ve kendi toplumsallığıma en erkenden kendimin karar vermesidir. Evrenimiz hakkında son bilimsel tespitlere göre en azından yirmi milyar yıllık bir zamanın çok özgün bir yaratımı olan insan toplumunu anasız ve efendisi olarak yalnız yaşamaya cüret etmem başlı başına incelenmesi gereken bir konudur. Anamın büyük uyarılarını, boğma denemelerini ciddiye alsaydım, yaşadığım trajedilerin yolu açılmayabilirdi, ama annem bin yılların tanrıça kültünün belki de tükenmekte olan en çözümsüz son kalıntı simgesiydi. Çocuk halimle bu simgeden korkmamak kadar sevgi ihtiyacını da pek duymamakta kendimi özgür hissetmekten çekinmedim. Fakat yaşamamın tek şartının onun namus ve onuru olduğunu, bunu korumamdan geçtiğini de bir an için de olsa unutmadım. Onurunu koruyacaktım, ama kendimce doğru bulduğum biçimde. Bu dersten sonra anam benim için artık yoktu. O tanrıça artığı ilgimden silinirken, benim için ne duyduğunu hiç sorgulama gereğini duymadım. Zalimce bir ayrılış, ama bu bir gerçekti. Kehanetleri mi, bedduaları mı desem, söyledikleri ağırlaşan trajik anlarda hep hatırlanır oldu. En değme bilgenin tespit edemeyeceği doğrulardı bunlar. Bir büyük doğrusu, “Arkadaşlarına çok güveniyorsun, ama çok yalnız kalacaksın” biçimindeydi. Fakat benim doğrum da arkadaşlarımla toplumsallığı ben kuracaktım.
Yaşam öykümün kuruluşu böyle başlar. İsteseydi de anamın bana vereceği bir toplumu yoktu. Çoktan dağıtılmıştı. Onun yapmak istediği bir yaşam tutamağıydı.
AmanoslardanZagroslara kadar bu silsileler altında yaşamış ve halen yaşayan halkları, dağların zirvesindeki tahtlarında oturan tanrı ve tanrıçaların kutsal yolcuları olarak değerlendiririm. Moderniteye göre ‘geri’lik suçlamasının artık kesinlikle tersinin doğru olduğuna inanıyorum. İlerilik gerilik bir ideolojik yargı olup, sadece geri değil, insanlık düşmanı olan kapitalist modernite zihniyetini iyi çözmek, gerçek insanî temellere inmek olduğundan özgürlüğe büyük dönüş sağladığıma inanıyorum. KÂRCILIK, ENDÜSTRİYALİZM ve ULUS DEVLETÇİLİK’ ten ibaret modernite cehenneminden kurtulmakla her şey daha iyi anlaşılıyor ve yaşamın anlam zenginliğine yol açıyor.
Şunu demeye çalışıyorum: Kapitalist yaşam tarzı bana göre değil. Ara sıra özenmediğimi söyleyemem. Ama hiç başarı yeteneğimin olmadığının tamamen farkındayım. Ondan önceki ve birlikte özümsendikleri halleriyle bir ‘koca erkek’ olamayacağımın da farkındayım. Sistem açısından gülünç kalındığım söylenebilir. Ama ben sistemi korkunç kanlı, baskılı ve sömürülü görüyorum. Bu olguların varoluşçuluğunda yaşamın tam bir iğrençlik, tiksinti olduğu filozofik yaşamımın karşı parametresi veya paradigmasıdır. Kendimi hiç abartmayacağımdan eminim. Ama bir insan olarak kendimi savunmam hem en temel bir yaşam belirtisi, hem de toplumsallıkta yaşam iddiası olanlara karşı temel ahlaki görevimdir. Eğer iktidarlarca çizilen anlamına katılmadığım, fakat yine de ciddiye alınması gereken anlamlı bir yurttaşlıktan bahsedeceksek, ona karşı da görevli yaşamayı bilmek bu ahlakın gereğidir. Sorun yaşayıp yaşamamak değil, doğru yaşamayı bilmektir. Her ne kadar doğru yaşamayı çok başarmasak da, daha önemlisi onun arayışından vazgeçmemek, o yolun yolcusu olmaktır.
Derlemeler
Reber APO
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1- 15 Kasım günü saat 11.15'te Kerkük'e bağlı Daqok nahyesinde bulunan Vahdê ve Xalid köyleri arasında çetelerin bir hareketliliği gelişiyor.
- Ayrıntılar
Devrimci hareketimizin, PKK adıyla kendini açıkça ilan ederek yürüttüğü savaşımda; tarihsel, eşine rastlanmayan, halkımızın bağımsızlık ve özgürlük tarihinde bir o kadar eşi görülmemiş, halk ve ülke, ulusal ve toplumsal kimliğinden ne koparılıp alınabiliyorsa alınmış, baskı ve sömürün de ötesinde varlığını yitirmiş bir halde devralınan gerçekliğini, savaşarak yeniden kazandırmanın, büyük gelişme ve derslerle dolu on dört yılını geride bırakırken, on beşinci yılı, artan zafer umudu kadar somut olanaklarla karşılamaktadır.
Çok yönlü kazanımlarıyla, hep başkaları için en kötü tarzda kullanılan bir hammadde, bir malzeme olmaktan çıkıp her şeyiyle kendisi için, özgürlüğü ve bağımsızlığı için, insanlığın tutkulu, iradeli, bilinçli savaşımına büyük değer veriyor, kazanmaktan başka hiçbir seçenek tanımıyor.
Bir anlamda zafer sadece bir zaman meselesi olarak değerlendiriliyor. Bu anlamıyla parti tarihimiz sadece siyasi bir tarih olmuyor; ilkel kominal dönemin içinden insanın çıkış özellikleri kadar, günümüzün en inceltilmiş emperyalist sömürgeci imha ve asimilasyonundan da çıkışın, böylesine en çelişkili gerçeğin devrimci tarzda aşılması oluyor. Bir çok yakınçağ devriminin olumlu özelliklerini içeriğe katması ve yine insan olmanın temel özelliklerini, ona hükmeden ilkelerini benimserken; günümüzün insanlığının önündeki en büyük tehlikeleri, onun dayandığı kapitalist sistemi de karşılayan ve bir nevi kapitalizm anlamına gelen reel-sosyalizmin olumsuzluklarına karşı sosyalist tutumu değiştirerek, gerçekleşen bir öncülük kurumu ve bu temelde bir halkın dirilişine imkan verme olayı oluyor.
Halen baş çelişki olarak savaşılan ve günümüzün en gerici ve hatta sadece bölgesel değil, uluslararası alanda da bu yönüyle merkezi bir yer işgal eden TC egemenliğine karşı geliştirilen çözümlemeleri devrimci pratikle tamamlama süreci buna dayanıyor, uluslararası devrimin yeni aşamasına cevap olmayı da içeriyor.
PKK'nin 1992 yılındaki, savaşım mücadelesine dayatılan, açık ve resmi olarak TC önderliğindeki karşı-devrimci savaşıma, neredeyse bütün dünya resmi, gayri resmi egemen güçlerinin destek vermesi, başarısı için elden ne geliyorsa sunmaları, bunun oldukça açığa çıkması ve yine Kürdistan tarihinin en çarpıcı gerçeği olan iç ihanetin, en gelişmiş işbirlikçilik örneğini sunan Güney Kürdistan'daki savaşla, bu yılı da kendi lehlerine tamamlamaya çalışmaları, mevcut savaşımın bir Ulusal Kurtuluş Savaşımından çok, bölgesel, siyasal gerçeklerle kaynaşan, etkileyen, etkilenen bir oluşumdan öteye, evrensel bir anlama bürünmeye yatkın bir düzeyde olduğunu, çarpıcı bir biçimde pratikte gösterdi.
Bazı dönemlerin evrensel özellikleri olan devrimleri gibi ki, Fransız Devrimi, Bolşevik Devrimi böyle devrimlerdir, bir devrimci odaklanmayla karşı karşıya olduğumuzu, daha önceleri teoride, fakat geçen 1991 yılında da pratikte, artık herkesin görebileceği bir açıklıkla ortaya koyduk.
Hiç şüphesiz, bu savaşımın en başta kendisi için verildiğini bilen Kürdistan halkı bunu iliklerine kadar duymuştur. Bu savaşımın ulusal gerçeği için ne anlama geldiğini, onun için birliğin, örgütlenmenin, bilinçlenmenin ne olduğunu, ne kadar ihtiyaç haline geldiğini, tarihinde belki de ilk defa böylesine anlamış ve kazanmış bulunuyor. Daha da ötesi, bir türlü, temel insan hakları, ulus hakları, özgürlük için isyan haklarına layık görülmeyen, yaşama şansı var mı yok mu, olsa da hangi sınırlar dahilin de olmalı biçiminde anlamsız bir tartışmanın muhatabı durumundaki Kürt halkı, kimlik sorununa hiçbir dönemle kıyaslanmayacak bir biçimde karşılık vermeye çalışıyor. Kimliğe sahiplenme gereği duyuyor ve gün geçtikçe bunun savaşla bağlantısı, onun siyasetiyle ve siyasetinin de her düzeydeki örgütlenişiyle ilgili çarpıcı sorunları kadar, çözüm yollarına çaba ve bilinç kazandırmaya çalışıyor.
Sadece dünya’nın kendisini kabul etmeye hazır olmama talihsizliğini değil, vahşi bir düşmanın, her türlü yöntemle imhasını, zoraki örgütlenmesini de değil, bir o denli kendinden kopuşun, kendinden vazgeçmenin her türlü alçaltıcı, aşağılaştırıcı sonuçlarını görerek, onunla savaşmanın ne kadar vazgeçilmez olduğunu bilinç haline getiriyor ve bütün bunlar sıcak bir savaşım ortamı içinde gerçekleşiyor.
Derinden bütün bunlar oluşur ve yaşanırken, daha da yüzeye baktığımızda, özellikle düşman cephesinde akıl almaz bir özel savaşım her cephede tırmandırılıyor. İç ve dış alanda azami olarak ne yapılması gerekiyorsa, sonuca doğru götürülüyor. Özellikle onun psikolojik boyutu, bellekleri, ruhları daha da anlamsız kılmak, saptırmak, yabancılaştırmak için ne lazımsa, özellikle de basın-yayın tekniğini de çok iyi kullanarak, bir de bu yönüyle eşi görülmemiş bir boyuta tırmandırılıyor.
Öyle bir PKK umacısı yaratılıyor ki, düzen açısından, bütün sorunların kaynağında PKK yatıyormuş gibi hayal yaratıldığı kadar, eğer üzerine yürürlerse, ezerlerse bütün sorunlardan kurtulacaklarmış gibi, topluma sahte umutlar yayılıyor ve bu temelde birçok çarpıtmalar yapılıyor. "PKK kimdir, APO kimdir? Türklükle nasıl oynuyorlar" gibi, her türlü akıl almaz, özünün çok tersi değerlendirmelere gidiyorlar. Terörün de en dehşetli biçimleri uygulanarak, insanlar paramparça ediliyor, iplere bağlanarak helikopterlerden sarkıtılıyor, panzerlerle sürükleniyor, ceset teşhirleri günlük vakalardan oluşuyor. Bir anlamda Türklük, son bir savaşı kazanmak için her şeyi ortaya koyuyor.
Dünyanın da normal ölçülerle anlamak istemediği, hatta kendi çağdaş, ulusal, sınıfsal ölçüleriyle yaklaşmamaya kadar, kendi temel ahlaki, hukuki, siyasi ilkelerini yadsıyarak bu gerçeğe uygulamamaktadır. Yeni olan nedir? Bu gerçekle kendisine yönelen nedir? Biraz da bunun verdiği korkuyla yaklaşıyorlar. Bunda bencillik var. Günümüzde burjuvazi, tek bir kişi bile kalsa, bir devrimciden ne kadar korktuğunun da açık bir örneği ile karşımızdadır.
Bütün dünya PKK devrimciliğine, bilerek veya bilmeyerek, veya çoğu da bilmeyerek karşı dururken, aslında burjuvazinin karşı devrimci ruhu bir kez daha şunu fark ediyor ki, bütün dünya, adına "Yeni Düzen" dediği biçimde de gerçekleşse ve "tecrit ettim, her şeyiyle yüklendim, mutlak yenilmelidir" dediği noktada da yüklense, böyle dediğinde bile ne kadar ürktüğünü, telaşlı olduğunu, PKK'nin bu büyük direniş savaşımı bir kere daha gösterdi.
Kocaman imparatorlukları aşan devletler var. Tarihte birçok güçlü imparatorluklardan çok ileri, daha güçlü imparatorluklar var. Yine de korkuyorlar. ABD sözcülerine, İngiliz sözcülerine bakalım ve hatta Rus hükümetine bakalım; hepsi "al sana bu kadar helikopter, destekliyoruz seni" diyorlar. Bölge güçlerine bakalım; "bizi de tehdit edebilir, birleşelim, zirveler yapalım" diyorlar. İç gericiliğe bakalım; "aman imdadımıza gelin" deyip böylesine bir birleşme içine girmeleri, devrimin yetkin bir temsilcisinden, egemenlerin duyduğu korkunun en çarpıcı örneklerinden birisini temsil ettiğini ortaya koyuyor. Bu ancak kapsamlı bir devrimci olguyu yaşamakla mümkündür.
Bir dönemlerin egemen Roma düzenleri vardı. Yine Firavunlar düzeni, doğunun görkemli imparatorlukları vardı. Küçük çıkışlarla giderek sonlarının nasıl geldiğini biliyoruz. Bir anlamda kapitalist imparatorlukların da buna benzer bir çözülüşü söz konusu oluyor. Her şeyi elinde, ama güvensizler. Uluslararası kapitalist gericilik, şu anda "tek dünya nizamıyım" biçiminde kendine anlam vermeye çalışırken bile kuşkulu, hatta en bunalımlı, belirsizliklerle dolu dediği bir durumu yaşıyor. Zirvedeki imparatorlukların yıkılışı, başlangıcındaki gibi bir oluşum bir kez daha yaşanıyor.
Tam da bu noktada, "bu PKK denilen olay da nereden çıkıyor" sorusunu soruyorlar. "Yıkılışımıza bir dinamit olmasın, bir çözücü başlangıç yapmasın" diye kuşkuyla bakıyorlar. Kendi ilkelerinin de önemli kısmını ihanet ederek, temel insan haklarını, ulus haklarını hiçe sayarak ve bir anlamda kendilerini yadsıyan bu yaklaşımlarıyla yenilgi tohumlarını içeren tutum içinde bulunuyorlar.
Bütün bunları PKK bilinçli bir tarzda mı hazırladı? Biraz bilinçli ki, bunun ilk ifadesi PKK'nin devrimci teorisidir. Biraz kendiliğindeni de ortaya çıkaran, onun yürüttüğü politik, pratik savaşımıdır. Tarihte hiç şüphesiz her şey baştan sona planlı, bilinçli gelişmez. Biraz bilinç kadar kendiliğindenlik de önemli rol oynar. Ama gelinen nokta, PKK'yi artık böyle bir gerçeklikle yüz yüze bırakmıştır.
Bütün etkenler, salt ulusal sınırla yetinilemeyeceğini, ulusal kurtuluş çuluk ve hatta demokratik bir toplumla işin içinden kendini sıyıramayacağını, giderek bölgeselleşen, evrenselleşen ve bunun için daha derinlikli bir noktada sosyalizm içeriği, mevcut sosyalizm deneyimlerini aşan, yaşanılabilir bir sosyalizme ulaşma ihtiyacı duyulan, onun siyasal ifadesi, ulusal düzeyi kadar, uluslararası düzeyin de yeni ifadesi olmaya zorluyor. Birey hakkı kadar, toplumun kolektif hakkını da bu muhteva içinde sağlam ele almaya, değerlendirmeye götürüyor. Ya böyle gelişir, başarır, ya da ele alamaz, başarısızlığa uğrama noktasına dayanır.
O halde, PKK gerçeğinde sadece Ulusal Kurtuluş Savaşımı, ona dayatılan özel savaşla ilgilenemeyiz. Bunda bile başarı için, PKK öncülüğünün içeriğine bakmak gerekiyor. İçeriğini dar, milli sınırlama sığdırılmasının, diğer birçok ulusal kurtuluş örneğinde görüldüğü gibi, günümüz devrimlerinden bir tanesi haline gelmekle bile, onlar kadar başarı sağlayamayacağımızı görüyorum. Dolayısıyla mevcut devrimci hareket, daha fazla sosyalistleşmek veya mevcut sosyalist deneyimlerden çıkarılacak dersler temelinde, özellikle başarısızlığa yol açan nedenleri aşarak yaşanılabilir. Bu, sosyalizmi hem ilkede, hem uygulama düzeyinde gerçekleştirmekle karşı karşıya olduğunu, başta sosyalizme bu yaklaşımın, artık daha açık ilkeli olduğu kadar, uygulamalı örneğini de temsil etmek gerektiği bilincindeyiz. Onun somutlaşanı iyi gösterme iddiası kadar, kararı kadar, bizzat yaşamında gerçekleştiriyor.
Bu geçen kısa tarihi süre içinde bile, "acaba PKK'yi böylesine savaşkan kılan nedir" şeklinde bir soru sorulsa, herhalde sosyalizme iddialı bir giriş olduğu açıktır. Daha o zaman kokusu her tarafa yayılan reel sosyalizme, onun her türlü hastalıklarına geçit vermeyen sosyalizme inanç duymak kadar, bir bilim işi olduğuna hükmeden ve onun bilinciyle donanmayı, bütün görevlerin önüne koyan, bu konuda politik çıkarlara alet olmayan, ilkesel olmayı her türlü taktik gelişmenin önünde ele alan, bunda oldukça tutarlı kalabilen, inanç ve bilincini temiz tutan bir parti olmaya büyük özen gösteriyor ve savaşın ruhu bu tutum oluyor. Halen PKK'nin bu büyük kahramanlığına yol açan nedir denilirse, temelde yatan bu ruhtur, bilinçtir. Aynı zamanda onun az-çok yaşam tarzı haline getirilmesidir cevabı verilebilir. Bundan eminiz.
Bunun dışında PKK olayına açıklık getirmek, en temel özellik de söz konusu olduğunda zordur. Buna şu da ilave edilebilir. İnsan soyunun en yüce, en toplumsal, en devrimci gelişime açık olan bireyin özgürleşmesi kadar, bunun toplumsal ifadesi olmayı, halk ve ulus gerçeği kadar, uluslararası dayanışmanın en eşit özgülüne açık olan ve bu anlamda insani düşüncenin, tutkunun, iradenin en seçkinini esas alan, bunda oldukça da ısrarlı davranan tutumun somut gerçeği oluyor.
PKK gerçekliği ve özellikle çözümlenmeye çalışılırsa görülecektir ki, geriye çeken ne varsa ona karşı, şovenizme, onun her türlü baskı ve sömürüsüne götüren ne varsa kararlılıkla, bilinçli karşılık veren, bunun yanında emeğe dayalı, eşitlikçi, özgürlükçü tutumlara çok açık ve bunun için her şeyini ortaya koyan tutumların ifadesi olma anlamına da geliyor.Öncelikle bu özellikleri bir ulus gerçeğinde, savaşımla nakşetmeye çalışırken, en ufak bir şovenizme düşmemek kadar, dar çıkarcı sınıf, sosyal kesim çıkarlarına düşmemek için özlü davranıyoruz. Şoven ulusçuluk, her şeyin sınıf için olması veya dar sınıfçılık, aslında bir madalyonun iki yüzü oluyor. Bu konuda, insan, milliyetine, cinsiyetine ve gelişim seviyelerine bakılmaksızın esas alınır. Böylece en özgür insan tanımına kendi içinde gerçeklik kazandırmaya çalışıyor.
1992 KASIM
Reber APO
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 13 Kasım günü saat 19:30 ile 14 Kasım günü saat 02:30 arasında işgalci TC ordusuna ait insansız hava araçları Medya Savunma alanlarımızdan Zap bölgesi üzerinde, 14 Kasım günü(bugün) saat 00:00 ile 01:00 arasında ise Avaşin alanı üzerinde işgalci TC ordusuna ait insansız hava araçları yoğun keşif uçuşları gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
1970’li yılların devrimci militanlarından ve Devrimci Yol Hareketinin önderlerinden Nasuh Mitap yaşamını yitirdi. Kendisini saygıyla anıyoruz ve her zaman da anacağız. Tüm devrimci-demokratik güçlere de baş sağlığı diliyoruz. Nasuh Mitap’ın büyük emekler verdiği özgürlük ve demokrasi mücadelesinin daha çok büyüyerek zafere ulaşacağına inanıyoruz. Yine Kobani sınırında Türk askerinin kurşunları ile katledilen yürekli kadın Kadriye Ortakaya’yı da saygı ve minnetle anıyoruz. Büyük emek verdiği ve iman edercesine inandığı Kobani direnişinin mutlaka zafere ulaşacağını belirtiyoruz.
Nasuh Mitap, 12 Mart 1971 faşist-askeri darbesine karşı direnen genç militanlardan biri oluyor. Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C Hareketinin gençlik kesiminde yer alıyor. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 faşist askeri darbelerinin ağır işkencelerini yaşıyor. Belli ki ölümüne yol açan kanser hastalığı uzun yılları kapsayan bu işkence ve hapishane sürecinde oluşmuş bulunuyor. Tabi kolay değil 12 Mart ve 12 Eylül işkencelerine dayanmak.
Nasuh Mitap’ın 1974-1980 arasında devrimci gençlik mücadelesine önderlik eden militanlardan olduğu biliniyor. O mücadele ki, Özel Harp Dairesi’nin paramiliter faşist güç olarak MHP gençlik kollarını donatıp devrimci gençliğe ve emekçilere saldırttığı ortamda her gün onlarca çatışma yaşanarak verilmiş bulunuyor. Bu dönem mücadelesinin yüzlerce şehidi var. Yine faşist MHP saldırılarına dayanarak darbe yapan 12 Eylül cuntasının da idam ve işkence ile katlettiği yüzlerce şehit var. Bu vesileyle tüm özgürlük ve demokrasi mücadelesi şehitlerini saygıyla anıyoruz.
Nasuh Mitap’ı 12 Mart faşizminin aşılmasında önemli yeri olan Ankara Demokratik Yüksek Öğrenim Derneği-ADYÖD sürecinden tanıyoruz. Bizden bir önceki devrimci kuşaktan oluyor. Kendisi 1971 direnişinin genci olurken, bizim kuşak da ADYÖD direniş sürecinin genci oluyor. Dolayısıyla dikkatle izlediğimiz ve her şeyi öğrenmeye çalıştığımız devrimci ağabeylerimiz içinde yer alıyor. MHP faşizmine karşı devrimci gençlik mücadelesinde önemli bir yere ve role sahip bulunuyor.
Hem bir devrimci gençlik mücadelesi olması ve hem de sosyalist hareketin yeniden toparlanmasını ifade etmesi bakımından ADYÖD pratiğinin çok önemli ve öğretici dersleri var. Çok kısa bir süreyi kapsamış olsa da, bu gerçek değişmiyor. Zaten daha bir yılını bile doldurmadan kapatılması da bu gerçeği ifade ediyor. Eğer kökleştirilmek istenen faşist sisteme ciddi zararlar vermeseydi, hemen kapatmazlardı. Daha birkaç aylık bir mücadele gücüyken kapatılmış olması, faşist düzene ne kadar karşıt olduğunu ve zarar verdiğini gösteriyor.
Devrimci Gençlik Hareketinin ADYÖD çatısı altında yürütülen bölümünün öğrettiği iki temel olgu var: Birlik ve mücadelecilik! Bunun sağlanmasında da Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile Nasuh Mitap’ın tutumu ve çabaları belirleyici role sahip. Bir yerde bu iki genç devrimcinin tutumu, çabaları ve tartışmaları ADYÖD pratiğini yarattı diyebiliriz. 1974 baharında ADYÖD’ü oluşturabilmek için bu iki devrimcinin haftalara yayılan tartışmaları daha taptaze belleğimizde duruyor.
Demek ki ADYÖD pratiği öyle kolay ve çabasız gerçekleşmedi. Yine bilinçsiz ve ilkesiz gerçekleşen bir hareket olmadı. Tersine haftalarca süren tartışmalar ve aylarca harcanan çabalar sonucunda ilkelere dayanan bir devrimci-demokratik birlik olarak ortaya çıktı. Demek ki doğru yaklaşılır ve çaba harcanırsa devrimci-demokratik güçler bir örgütsel çatı altında birleşebiliyorlar. Faşizme ve oligarşiye karşı birlik içinde demokrasi mücadelesi verebiliyorlar.
Nasuh Mitap’ın cenaze törenini tv’den izliyoruz. Devrimci-demokratik güçlerin çok büyük bir bölümü 1970’li yılların devrimci gençlik önderi Nasuh Mitap’ın tabutu başında bir araya gelmiş bulunuyor. 1974 baharında ADYÖD çatısı altında tüm devrimci-demokratik güçlerin birleştirilmesinde en önemli rollerden birini oynayan Nasuh Mitap, tam kırk yıl sonra cenaze töreninde de tüm devrimci-demokratik güçleri birleştirmeyi başarıyor. Cenaze töreni gibi kısa süreliğine bile olsa söz konusu bir araya gelişi önemsememiz gerekiyor.
Eğer devrimci-demokratik güçlerin yeni bir birliğine vesile olursa, herhalde o zaman Nasuh Mitap mezarında daha rahat uyuyacak. Eğer tüm devrimci-demokratik güçler bir çatı altında birleştirilirse, işte o zaman Nasuh Mitap’ın anısına doğru sahip çıkılmış olacak. Bu nedenle de tüm devrimci-demokratik güçlere büyük görev ve sorumluluklar düşüyor. Neredeyse Ortadoğu’nun her yerinde devrimci durumun yaşandığı bir süreçte Türkiye’deki devrimci-demokratik güçlerin birliği bölgesel düzeyde hayati önem taşıyor.
Hem Türkiye, hem de Ortadoğu tarihi öneme sahip çok kritik bir süreçten geçiyor. Körfez Savaşı ile başlayan ve adına Üçüncü Dünya Savaşı denen süreç bölgemizi böyle bir noktaya getirmiş bulunuyor. Yine 2011 başından itibaren gelişen ve adına “Arap Baharı” denen süreç Suriye ve Irak çatışmalarına sahne olarak Kobani pratiğinde Kürdistan’a kilitlenmiş bir konumu yaşıyor. Bu da Kürdistan üzerindeki sömürgeci egemenliği birinci dereceden yürüten Türkiye’nin söz konusu siyasi-askeri mücadelenin merkezi haline gelmiş olması gerçeğini ifade ediyor.
Peki böyle bir süreçte Kürt karşıtı stratejide ısrar eden ve IŞİD faşizmi ile birlikte olan AKP iktidarıyla Türkiye nereye gidecek? Bu soruyu kendine sormayana, sorup da doğru ve yeterli cevap vermeyene değil devrimci-demokrat, yurtsever ve aydın bir insan bile denemez. Böylesi kişi ve hareketler tarihin acımasız yargısından ve suçlamasından kurtulamaz. Eğer 2015 genel seçiminden de başarıyla çıkarsa AKP’nin yeni bir Kürt savaşı temelinde Türkiye’yi felakete götüreceği açık. 30 Ekim Milli Güvenlik Kurulu toplantısının böyle bir karar aldığı tartışmasız.
Peki 2015 seçiminde AKP’yi kim yenilgiye uğratacak ve Türkiye’yi söz konusu felakete yuvarlanmaktan kim kurtaracak? Herhalde aklı başında olan hiç kimse bunu MHP’nin yapabileceğini düşünmez. O halde geriye CHP kalıyor. Peki bugünün CHP’si bunu yapabilir mi? Yapamayacağı çok açık. Hem siyasal ve stratejik yaklaşımı, hem de örgütsel durumu bunu açıkça gösteriyor. Günümüz CHP’si AKP’yi aşan hiçbir şey söyleyemiyor. O halde Türkiye’yi AKP’den kurtarma görevini CHP’nin yerine getireceğini beklemek, MHP’den beklemekten pek farklı değil. Dolayısıyla CHP’den beklentili olarak destekleyici konuma düşmek tarihin en hatalı demokratik siyaseti olur.
O halde geriye kim ya da kimler kalıyor? Çok açık ki, tüm eğilimlerden demokratik güçler, tüm demokratik güçlerin birliği. Türkiye’yi böyle bir süreçte AKP felaketinden ancak demokratik siyaset kurtarabilir. Bunu tek başına başaracak bir demokratik hareket olmadığına göre, o halde tüm demokratik güçlerin birliği zorunlu. Yani HDP, ÖDP, EMEP başta olmak üzere tüm demokratik güçlerin seçim ve eylem birliği yapmaları 2015 seçiminde Türkiye’yi yeni bir alternatif çıkışa götürebilir. Yoksa karşı karşıya kalınacak felaketten demokratik güçler de sorumlu olur.
Biz bunu söyleyince, bazı partiler “Biz devrimciyiz, devrimci birlik yaratırız” diyorlar. Nasuh Mitap’ın da içinde yer aldığı Mahir Çayan hareketinin devrimci olduğunu belirtiyorlar. Böylece “Demokratik birliği” güya geri görüyorlar. Halbuki söz konusu devrimciler hep demokratik halk devriminden söz ediyorlardı. Dolayısıyla başarı için “Demokratik birlik” şarttır. Kaldı ki istedikleri kadar devrimci birlik yapsınlar, kimse kendilerine bir şey demiyor. Yine en geniş demokratik birlik, devrimciler arası birliği dışlamıyor ve engellemiyor.
Bu nedenle böylesi kritik bir tarihi süreçte herkesin konumunu gözden geçirmesi ve 2015 seçiminde AKP’yi gerileterek demokratik siyaseti yönetim alternatifi yapacak bir birlik tutumu içine girmesi büyük önem taşıyor. Bu temelde Kadriye Ortakaya ile Nasuh Mitap’ı bir kez daha saygıyla anıyoruz. Anılarının tüm demokratik güçlerin birliğini yaratmaya vesile olmasını diliyoruz! Yüksek bir sorumlulukla bunun başarılacağına dair inancımızı bir kez daha ifade ediyoruz.
Selahattin ERDEM
Kaynak: Yeni Özgür Politika Gazetesi
- Ayrıntılar