Dersim Kürdistan tarihinde özgün bir yeri olan bir alandır. Denile bilir ki Dersim topraklarına uzun yıllar tek bir düşman askeri ayak basmamıştır. Dersim Alevi bir bölge olarak aşiretler tarafından idare ediliyordu. Dini bağlardan dolayı birbirinden elbette kopuk değillerdi. Dersim’e uzun yıllardan sonra ilk kez 1938 yılında yabancı askerler ayak basacaklardı.
Kürdistan’ın birçok yeri susturulunca sıra Dersim’e gelecekti. Önceleri Dersimle özel ilişki kurup Kürt isyanlarında tarafsız kalmasını isteyen Kemalist rejim adım adım Dersim’e dönük saldırı hazırlığı başlatacaktı. Önce “Tunceli Kanunu” nu 25 Aralık 1935’te çıkaracaklardır. Dersim ismi değiştirilecektir. Kendilerince “gümüş kapısını” bir tunç eliyle fethedeceklerdir. Bunun için Dersim’in ismini Tunceli yapacaklardır. Kürdistan’da isyan ardından birçok yere Genel Müfettişlikler kurulur. Dersim birkaç il’le birlikte birinci genel Müffetişlik içerisinde yerini alacaktır. Ancak gelecekte saldırılarını daha sağlam merkezileştirmek için dördüncü Genel Valilik kurulacaktır. Başına ise Abdullah Alpdoğan getirilecektir. Hem Dersim’in valisi hem de askeri kumandanıdır.
Dersime özgü kararname salt Dersim merkezini kapsamamaktadır. Bu kararname Dersim’e komşu Alevi yerleşim merkezlerini de içine almaktadır. Yukarıda dile geldiği gibi Dersim’in silahlarını iade etmesi istenir. Silahsızlandırma için kanun çıkarılır. Dersim silahları vermeyince, Dersim kuşatılır ve “Yasak Bölge” ilan edilir. Abluka ve yasak bölge ilan etmekle birlikte Dersim’in etrafına askeri kışlalar kurulur. Karakollar kurulur. Mameki yani Manikan köyü-eskiden Mazgirt’e bağlı bir köy-Tunceli’nin yönetim merkezi olarak kullanılacaktır.
Düşman Dersim’i çaktırmadan kuşatırken Dersim liderlerinden Seyit Rıza Kemalist rejime bu durumun kaldırılması için mektup yazacaktır. Askeri yapıların yapılmaması ve savaş için yapılan tüm ulaşım çalışmalarının da durdurulmasını ister. Ayrıca Kemalist rejimin silahları toplama kararının da geri alınması ister. Lakin devlet Dersim’i “gözündeki çıban” olarak görmektedir ve çıkarmakta karar kılmıştır. Bunun için Seyit Rıza’nın dediklerine kulak asmayarak çalışmalarını sürdürecektir. Durumun giderek kritikleşmesi üzerine Dersimliler direniş başlatırlar.
Kürdistan’da 1920’lerdeki isyanların en sonuncusu Dersim İsyanı’dır. Dersim hareketi öncesi mecliste hazırlıklar yapılmıştır. Yöre halkından 200 bin silah istenmektedir. Bu arada Dersim’e tanınan özgün haklar kaldırılmaktadır. Çok bilinçlice yapılan bu tahrik isyana teşvik ederek ezme istemidir. Nitekim sonradan geliştirilen “Sel Hareketleri” önceden planlanmış olarak ortaya çıkmaktadırlar. Devletin topyekûn yönelim hazırlıklarına rağmen Kürtler arası birlik sağlanamıyor, birçok aşiret devlet yanlısı ve kimi de tarafsızlık adına yerinde durmaktadır. Kıyasıya bir direniş ardından 1937 yılında isyan hafızalarda silinmeyecek bir şekilde bastırılıyor Kimi tanıklara göre Munzur Nehri günlerce kırmızı akıyor. Çok vahşice bastırılan isyanda işbirlikçik ve ihanet de eksik olmuyor. İsyanın komutanı olarak bilinen Ali Şer ve eşi Zarife hanımın kafasını keserek Türk ordusuna götüren Rayberler tarihi tekerrür ettirirler. Sonra da kelle avcısı olarak mağara mağara dolaşarak Kürt isyancılarının kellesi karşılığı altın alırlar. Tabi kendi halkına karşı en iğrenç biçimde kullanılan bu uşak ve satılmış kişilikler kullanıldıktan sonra tasfiye edilirler.
Aynı zamanda 1937’nin 28 nisan ayında büyük bir komplo sonucunda Zarife Hanım ve Ali şerrin katledildiği ve büyük bir ihanete uğradığı gündür. Belki Kürdistan tarihinde çokça ismi duyulan zarife hanının isyanlarda oynadığı rol ve misyonu hep duyulur. Zarife bir Kürt kadını olarak o dönemde isyanın başarılı bir şekilde sonuçlanmasına en çok katkı sunan kadınlardan birisi olmaktadır. Zarife hanımda var olan cesaret ve mücadele azminin güçlülüğü büyük yurtseverlik ruhundan doğduğunu dile getirmek yerinde olacaktır. Zarife hanın bu anlamda Kürdistan toprakları ve kültürel haklarının savunmada direnişiyle sembol düzeyine ulaştığını dile getirmek gerekir. Eşiyle birlikte Türk devlet güçlerinin soykırım ve talan politikalarına karşı omuz omuza verip direnmişleredir. Tabi bu direniş salt Zarife hanımla sınırlı kalmamaktadır. Bir çok Kürt kadını ve erkeği düşmana karşı görkemli bir mücadele vermişlerdir. Teslimiyet ve ihaneti kabul etmemek için yaşlısıyla,çocuğuyla, genciyle sırf düşman tarafından esir alınmamak için diri diri kendilerini uçurumlardan atmışlardır. Ali şer ise devrimci bir karakter sahip olduğu, ve neterlektüel özelliklerinin önde kendisinde mevcut olduğu bilinir. Okumayı çok seven ve sırtında taşıdığı çantasından hiç kitap eksik etmiyen bir inanca sahip olduğu söylenir. Dersim direnişi her yere yayılacaktır. Düşman istediğini elde edemeyecektir. Binlerce askerle, yüzlerce topla ve yine uçakla saldırmalarına rağmen sonuç almaktan çok uzaktırlar. Dersim’in o görkemli coğrafyası Türk ordusuna aman vermemektedir. Bunu gören düşmanlar tarihte çokça kullandıkları hile taktiklerine başvuracaklardır. Barış teklifi, görüşme teklifi…
Seyit Rıza’ya Erzincan valisi haber göndererek devletin Dersimlilerin isteklerini kabul edeceğini iletir. 5 Eylül 1937 yılında Seyit Rıza birkaç arkadaşıyla birlikte Erzincan’a gitmek için yola çıkar. Yolda karşılaşacağı bir askeri birliğe valinin kendisini istediğini söyleyecektir. Askerler onu ve arkadaşlarını valinin yanına getireceklerdir. Seyit Rıza ve yoldaşları tutuklanacaklardır. Toplam 58 kişiyle birlikte Seyit Rıza’da alelacele yargılanacaktır. Mahkeme 11 kişiye idam kararını verir. Ancak öyle bir oyun yapılır ki -eşine insanlık tarihinde az rastlanır- düzmece bir mahkemeyle gece yarısı etraf ışıklandırarak gündüz süsü verilerek idam edilirler. Dört kişi yaşlı olduğu için idam 30 yıl hapse çevirtilir. Seyit Rıza ise 18 Kasım 1937 yılında Elezağı Buğday Meydanında infaz edilir. Seyit Rıza gururla idam sehpasına doğru ilerler ve cellâdı itip, ipi boynuna geçirir. Sandalyeye ayağı ile tekme vurup kendi infazını da kendisi gerçekleştirir. Diğer infaz edilen altı Kürt direnişçinin isimleri şöyledir; Resik Hüseyin, Seyd Wuşên, Fındık Ağa, Hasan Ağa, Hasan, Ali Ağa.
İsyanın liderleri katledildikten sonra ağırlıklı olarak isyan bitmiştir. Ancak 1938 yılına kadar farklı yerlerde parça parça direnişler sürdürülecektir. TC’nin amacı isyanı bastırmak değildir. Kaldı ki Dersim isyandan ziyade TC’nin saldırılarına karşı direnişe geçmiştir. Meşru müdafaadan başka yapılan bir şey yoktur. Dediğimiz gibi parça parça direnişler Seyit Rıza’nın idamı ardından da devam edecektir. TC tümden bir ibreti alemlik bir durum yaratmak için saldırıların hızını kesmeyecektir. Tersine daha sinsice bu sürdürülecektir. Binlerce insan katledilir. Evleri yakılır, yıkılır. Öyle ki bir daha kimse buralarda direniş adına bir yaprak kıpırdatmamalıdır. Hedef budur. Katliamlar o düzeye vardırılır ki bir kişi için binlerce insan operasyonlara çıkartılır. Yakalanan her Kürt kızına yüzlerce asker tecavüz eder. Dersim kan ağlayacaktır. Binlerce Kürt kızı ‘Rumilerin’-Kürtler Osmanlı ve Türk askerlerine Rumi demektedir-eline geçmemek için kendilerini kayalıklardan ve uçurumlardan ölümün kucağına atacaklardır. Binlercesi en kuytu köşelerde mağaralara saklanarak yaşamanın yolunu aralamaya çalışacaktır. On binlerce Dersimli katledilecektir. Onlarca mağaranın ağzı betonlanarak içerisine sığınan binlerce Dersimli canlı canlı mezara gömülecektir. 200’ün üzerinde köy yakılacaktır, binlerce ev tahrip edilecektir. On binlercesi zoraki sürgün edilecektir. Tuhaf olan ise direnişin bastırılmasında TC’nin yanında yer alanların da sürgüne tabi tutulmalarıdır. Yapılan uluslararası hukuk tanımlamalarına göre soykırımdır. Sistematik yok etme girişimidir. Eğer soykırım, ırksal, dinsel, siyasal ya da etnik bir grubun bilerek ve sistemli biçimde yok edilmesi olarak tanımlanıyorsa yapılan tek kelime ile Jenosittir.
Direniş bastırıldıktan sonra 10 yıl boyunca Dersim “Yasak Bölge“ ilan edilecektir. Sistematik fiziki soykırımın ardından Türk devleti bu kez beyaz katliam diye bilinen kültürel soykırımı devreye koyacaktır. Öncelikle Dersim’e boydan boya yatılı okulları yerleştirilecektir. Askeri kışlalar görülecek olan en büyük yapılardır. Yeni doğan bebeler öncelikle Kemal, Kazım, İsmet isimlerini alacaklardır. Hızlandırılmış özel bir Türkleştirme programı devreye konulacaktır. Burada başarılacak bir Türkleştirme dalga dalga tüm Kürdistan’a ihraç edilebilecektir. Tüm sömürgeci devletler ve emperyalist kamp bir prensip olarak direnişin geliştiği sahaları tersine çevirebilmek için her şeyi sarf edebilmektedirler.
Dersimde gerillacılık yapan yoldaşlarımızın gözleriyle görüp anlattıklarından hala bugün bile Laç Deresi'nde, Kutu Deresi'nde, Ali Boğazı'nda kurşuna dizilen, Iksor uçurumlarından atılan binlerce insanın kemiklerinin varlığını öğreniyoruz.
Oldukça kanlı geçen bu süreç, kahramanlıkların ve o ölçüde ihaneti de bol olan bir tarihi kesiti ifade eder. Tarihi değerlendirememe, öngörülü olamama, dünya ile bağ kuramama, içte birlikteliği yaratamama, başarısızlığın temel nedenlerindendir. İç ihanet ve sürece cevap olabilecek önderliği yaratamama; büyük çıkışlar yapıldığında da bu büyüklüğe layık disiplini gösterememe de yine başarısızlığın nedenlerindendir.
Sonuç olarak Kürdistan boydan boya yeniden işgal edilerek tüm yaşam emareleri durdurulmaya çalışılmıştır. Arta kalmış olan yaşam emarelerini de ezmek için 1943’te sınır kaçakçılığı yaptıkları için Orgeneral Muğlalının talimatıyla katledilen 33 Kürt köylü olayında görüldüğü gibi, suni gündemlerle son direnişleri de ezmeyi ve dilsiz bir toplum hatta kendinden kaçan bir toplum yaratmayı amaçlamışlardır. Ve bu sinsi planlarını önemli ölçüde başarmışlardır.
Bu olaydan sonra geri de kalan yurtsever duygulara da ipotek konulmuştur. Halk sindirilmiştir. Bu seçim herhalde tesadüf olmamalıdır. Yıl 1943’tür. Doğu Kürdistan’da Kürt halkının bir kalkışı vardır. İran KDP’si kurulmuştur. Kürtler adım adım kendilerini örgütlüyorlar. Bunun önü alınmalıdır. Kürtlere öyle bir ders vereceksin ki kendisine gelmesin. Ve 33 kurşun katliamı. Ve yıllarca yurtseverlik mücadelesinde uzak duran bir Özalp ve çevresi! Yurtsever olmadıklarından değil. Tersine yurtseverlikleri derin olduğu için bu olay tertiplenir. Ama unutmayalım uzun bir süre oralarda yaprak kıpırdamayacaktır. Kürdistan Özgürlük Hareketi şaha kalktığında ilk katılması gereken yerlerin başında buraların gelmesi gerekirken bu böyle olmayacak. Ancak devrimin ileri safhalarında korku duvarı yıkıldıkça, beyinlerinde ki karakollar sarsıldıkça buranın gençleri dağlara akın edecek ve geçmişin hesabını sormaya cesaret edeceklerdir.
Bu anlamda bir kez daha dersim katliamında şehit düşen Kürdistan evlatlarını Zarife hamım ve Ali şerin şahadet yıl dönümlerinde anıyoruz ve onların mücadelelerine bağlılığın bir gereği olarak 2014 yılı mücadelemizi güçlendireceğimizin sözünü yeniliyoruz
HPG -BİM YAYINLARI
- Ayrıntılar
Toplumsal gerçeklikte tarihini tanımak, tarihi doğru yorumlamak önemli bir yere sahiptir. Nasıl ki insan, ekmek ve su olmadan yaşamazsa tarihini bilmeyerek yaşayamaz. Tarih toplumun kimliği oluyor. Kendini tanıma kimliği, kendini adlandırma kimliği. Aslında kendini var kılmadır tarihi bilmek… Bu yüzden tarihle birey iç içe beslenerek yeni bir yaşamın inşasında kilit bir yere sahiptir. Birey tarihsiz, tarihte bireysiz olamaz. Aslında tarihi tarih yapan yani toplumsal gerçekliği var kılan bireyin gerçekliği, aldığı misyon ve yerine getirdiği sorumluluklarıdır. Bir birey tarih yazabildiği gibi yeni ve özgür yaşamı da oluşturabilir.
Tarihten süre gelen güçlü bir kadın duruşu vardır her zaman. İlk toplayan, ilk yaratan, ilk etrafında sistemleştiren bir ana gerçeği. Ana demek esas demek, toplumsallıkta başat rol oynamak demektir. Bu çerçevede toplumsal gerçekliğe bakıldığında her ne kadar eskisine göre çok güçlü olmayan az da olsa silikleşmeyle yüz yüze kalan bir ana gerçekliği söz konusuysa da ancak halende belirleyici olan, yeşermekte olan kökleriyle toplumsallığı oluşturan, yeniden var kılan bir ana gerçekliği. Şimdi bile kimlik sorunumuzun ortadan kaldırılmasının tek ismi, tek sığınak alanımız yine ana kucağı yine ana gerçekliği olmaktadır. Anaya dönüş ile insan eliyle oluşturulan tüm sorunlarımız ortadan kakacağı gerçekliği gözler önündedir. Yine anaya dönmek yani ilke yani esasa dönmek…
Ana toplayan, doyuran, varlığı oluşturandır. Ana eksenli bir toplum vardı ve hep de var olacak. Ataerkil sisteme geçişle birlikte erkek her şeyi kendinde özdeşleştirmek istedi. Bunu gerçekleştirmek için yol ve yöntemini bile belirledi. Ancak hesaplayamadığı bir gerçeklik vardı. O da “ana” çığlık atabilecek bir alan her zaman yaratabilirdi. Bir çatlaklık, bir gedik bile özgürlük çığlığını atmasına yeterdi. Küçücük bir gedik bile zamanla büyür ve tıpkı tarihte olduğu gibi tekrardan tüm toplumu kapsayabilirdi. Ana yaratandı, yoktan var kınla. Bu anacıl olmanın temel özelliğidir. Kıskaç altında tutulmuş bir ana, imkânsızın bile başaramadığı lahzada bir ana, yeniden yaratıp bulaşıcı özgürlük çığlıklarını dilden dile dolaştıracak bir türkü yaratabilirdi. Nitekim öylede oldu. Bir ana tek bir ana bile tüm dünyayı değiştirebilecek güce sahiptir. O ana değil miydi insanlığın gözünü ilk toplumsallığa açtığında en önde olan. O ana değil miydi bir yıldız gibi parlayarak başköşeye oturan. O ana değil miydi doyurdu, topladı, tüm ihtiyaçları karşıladı. O ana değil miydi inancı, ayakta durmayı, güzelliği, umudu tüm insanlığın gönlüne aşılayan.
Topluma cevap olan kutsallaşır. Kutsallık sahiplenmektir. Kutsallık ahlakiliği oturtmaktır. Kim ki bunları yapabildiyse o kutsallaşmıştır. Analar tüm bunları yaptığı için kutsallıkla eş değerdir.
Derler ki; daha çocuk anne karnındayken yani daha cenin dönemindeyken anne ile dış dünyayla olan bağını kurmaktaymış. Annenin düşünce yapısı, duyguları çocuğu etkilermiş. Anne asi ise çocukta asi, anne isyancı ise çocukta isyancı, anne boyun eğmez ittiatkar değilse çocukta öyleymiş. Bağlantı anne ile kuruluyormuş ve bu çocuk doğduktan bir döneme kadarda belirleyici bir rol oynuyormuş. İşte bu gerçeklikle bile bakıldığında hepimiz analarımızın çocuklarıyız. Daha sonra toplumsal gerçekliğin kişilikteki etkisini göz ardı etmemek şartıyla tespit edilen bu hakikatler gerçekliğin payını taşımaktadır. Özellikle de Kürt analarının duruşuna baktığımızda direnişçi evlatlarıyla bunu çok rahatlıkla belirtebiliriz.
Üveyş ana sende böyle bir ana gerçekliğiyle hareket ettin. Bilge insanımızın çocukluğunda ki şekillenmesinde önemli pay sahibisin. Mıho ve Cımo ile olan kavgada intikam almanın gerçekliğini söyleyen bir ana. Kendi kavgalarından aile gerçekliğini gösteren bir ana. Otoriterliğiyle kadının kutsallığını, tanrıçalığını ifade eden bir an. Sürekli öğreten ama yaşam gerçekliğiyle öğreten bir ana. Kendinden emin olan duruşunla, kişiliğinle tüm annelerin odağı haline geldin. Analar senin mirasına sahiplenme temelinde yaklaşıyor şimdilerde. Hepsi bir Üveyş ana olma istemiyle dolu…
Daha Önderlik küçükken bile tanrıça bilgeliğiyle bir yaklaşım içerisinde olarak belirlemeler yapmıştın. Halen bile akıllarda ve unutulmayacak olan sözlerdi onlar. Bu da şimdilerde bile hep bir derinleşme zemini oluyor.
Hep merak ettiğim bir şey var tanrıça anam; kızdın mı, gücendin mi istediğin kumaş alınmadı diye. Yoksa görüyor musun şimdi bizleri. On metre kumaşa karşılık tanrıça kutsallığının bilgeliğiyle bir araya gelip de kadın özgürlük hareketinin oluşumuyla sunulan bu hediye ile gururlanıyor musun? Kadın hareketinin özgürlük çığlıkları senin çığlıkların senin sesin tüm bu sesler. Sen olmasaydın eğer, tüm bunlarda olmayacaktı. Her şeyi sana borçluyuz. Sen olmasaydın eğer tüm bunlarda olmayacaktı. Her şeyi sana borçluyuz. Bir 4 Nisan günü attığın çığlıklar güzel günlerin müjdeleyicisiydi aslında. Tüm umudumuz o çığlıklarda, tüm sevincimiz orada kilitliydi. Bir 4 Nisan gün dünya güzeli bir ananın sevinç nidalarıyla özgür ve güzel günlere koşuyoruz.
Resimlerde görmüştüm seni. Otoriter, kendinden emin, özgüveni olan ve sonuna kadar doğal toplumu yaşayan tanrıça ananın duruşuna sahip bir ana. Başında halesinin eksik olduğu ancak gönül gözüyle bakıldığında yıldızlarla donatılmış bir hali var. Bizleri görüyor muzun tanrıça ana. Sana ana diyorum, alınmıyorsun değil mi? Çünkü sen milyonların anasısın. Çünkü sen tüm gerillaların anasısın. Çünkü sen tüm Kürtlerin anasısın. Kürt anarlı senin özünle serhıldanlarda en önde, bazen canlı kalkan, bazen savaşın en yaman yanında, bazen tüm gözyaşların durması için, barış için çığlık atmakta, bazen yürüyüşle önde yürüyen… Bunların hepsi sensin. Sen varsın onlarda.
Yine sensiz bir nisan ayına doğru giderken yokluğunun acısı yüreğimizi acıtırken bizimle oluşunu hissetmemiz bize mutluluk vermektedir. 4 Nisan’ı yarattığın için minnettarız sana.
Bir 11 Nisan 1993’te aramızdan fizikmen ayrıldın, ruhun içimizde. Bizleri izlediğini biliyor ve hissedebiliyorum. Bizimlesin ve hepte öyle olacaksın tanrıça anam.
Sterk Laşer
- Ayrıntılar
Diyarbakır zindan direnişi, Partimizi önemli oranda besledi ve dışarıda yürütülen direniş çabalarının en büyük yardımcısı oldu. Bu, Partimizin zaferi mutlaka kazanması gerektiğine ilişkin yapılan büyük bir davetti. Bu davete karşılık veren Partimiz ve Parti Önderliği, bunun sonucunda son bir kaç yılın direniş aşamasına ulaşmıştır. Ancak, o yılları hiç unutmamak, yaşananları ve gelişmeleri yeniden ve yeniden düşünmek çok öğretici ve geliştirici olacaktır. Bu yıllarda, kim, neye karşı, nasıl ve hangi koşullarda direndi? Bunu özellikle bir türlü örgütlenemeyen, örgütlenme ve eğitim imkânlarını değerlendiremeyenler için sormak gerekiyor. Çünkü bu konuda kendisini açığa vuran birçok yanlış anlayış ve yaklaşım söz konusudur.
Bir yandan "şöyle büyük devrimcilerdi, anılarına şöyle bağlı kalacağız" denilecek, diğer yandan ise, bununla taban tabana zıt bir pratiğin içine girilecek; işte korkunç bir iki yüzlülük, düşkünlük ve kahredilmesinin tam da zamanı olan bir durumdur. Tam bir çelişki olan bir durum, nerede ve nasıl ortaya çıkarsa çıksın, asla kabul edilmemelidir. Çeşitli gerekçeler ve kişisel özellikler ileri sürülerek, bu mazeret kapatılamaz. Ve hiçbir şekilde de kavga arkadaşlığı ve anıların gerçek sahipleri bu biçimde yapılamaz. Gerçek kavga arkadaşları ve anı sahipleri bu kadar yakın olan geçmişi unutamazlar. Yaşanan o zulüm, bu zulme karşı kahramanca direnişleri unutulur mu? Bunu unutanlar, gaflet ve hatta delalet içinde olanlar, hangi gerekçeyle kendilerine "onların yoldaşlarıyız" diyebilirler?
Türk sömürgeci faşizminin kanla, baskı, zulüm ve işkenceyle içini doldurduğu bu yıllarda, kazanılan sadece bir direnişçilik değildir. Bugün daha iyi görülmektedir ki, kazanılan bir halkın sarsılmayan kurtuluş umududur. Umudu da herkes yaratamaz. Umut için çok laf söylenebilir, onun üzerine bol bol edebiyat yapılabilir. Umut üzerine edebiyat yapmak, onun için anlamsız çabalarda bulunmak kolaydır, ama umudun gerçek yaratıcısı olmak zordur. Ancak Partimizde umudun gerçek yaratıcıları, direnişçiler ve direniş şehitleri vardır. Bunların anıları ve mücadelelerini iyi kavranmak ve çağrılarına da gerekli cevaplar mutlaka verilmek zorundadır. Öyle kolay değildir, alacakaranlıkta umudun yaratıcısı olmak. İşte Partimizin ölçüsü, direnme esası budur ve bunu Partiler de, halkımızda böyle görmek ve anlamak durumundadırlar.
O dönemde zindanlarda çok sınırlı eğitim imkânları var. İçerde hiçbir yazı yok. Radyo dinlenemiyor, gazete, kitap okunamıyor, ama buna rağmen kendini eğiten bir devrimcilik var. Yine kendini asla sorun yapmayan, canla başla yoldaşlarını koruyan, onları direnişe çağıran bir önderlik var. Bu gerçeklik karşısında sormak gerekir. Parti içinde ve halkımız saflarında, hangi birey bundan daha zor ve dehşetli koşullar yaşamıştır? O halde, Partimizin esas ölçüsü bu zindan direnişçiliği olacak, Parti halka ve militanlara bunu özümsetecek ve bunu daha sonraki pratiğinde yaşatmayı da temel alacaktır. Bunun dışındaki diğer yol nasıl bir yoldur? Bu da karanlığın altında teslim olma, karanlığın içinde ihaneti seçme yoludur. Bu yolu seçenler de vardır. Bunlar çok veya az ifadelerle kendilerini şöyle tanımladılar; "yoktur böyle bir halk gerçekliği, bu gerçeklik asla kazanılmayacak, var olan gerçeklik Kemalizm’in gerçekliğidir". İşte bu ihanet çeteleri de bayrak altında savaştılar, saldırdılar ve halen de saldırılarını sürdürüyorlar.
O halde, tarihte bu iki ordu arasında; direnenler ve umudun yaratıcılarıyla, sömürgeciler ve ihanetçiler, yani umudu söndürmeye çalışanlar arasında, büyük bir kavga ve meydan muharebesi olmuştur. Bu unutulmaz. Bu kavga halen bütün şiddetiyle sürüyor. Biz Parti ve halk olarak, bu kavganın sıcaklığını duymamazlık edemeyiz. Bu kavganın neresindeyiz; içinde miyiz, dışında mıyız? Tabii ki, içindeyiz. Bu kavga kesin bir kavgadır. Bu kavga, büyük zulüm ve buna karşı varlığını savunanların kavgasıdır. Bu kavga, kendilerine mutlaka yeni bir yol çizenlerin ve bu yolda yürümekte kararlı olanlarla onları bundan alıkoymak için, çağın tüm gerici gücünü ve tarihin bütün vahşetini yedeğine alarak karşı dikilenlerin kavgasıdır. O halde, Parti ve halk olarak kendimizi eğiterek savaştırırken, dayanacağımız zemin ve temel alacağımız değerlerin çok net ve belirgin olduğu açıktır. Bu nedenle, bu konuda şaşırma, oyuna gelme ve karmaşık durumda bulunma, oldukça anlamsız ve kabul edilemeyecek bir durumdur. Karmaşık kalmak, düşmanın etkisi altında yaşamak, bunda da ısrar etmek, bireyin kendisini iki tarafa karşı da idare ettirerek yaşaması, artık mümkün olmayacaktır. Çünkü gerçekler çok yakıcıdır. Ya o tarafta, ya da bu tarafta yer alınacaktır. Ortada kalmak, iki tarafın ateşi altında çok kötü bir sonu kabullenmekten başka bir şey değildir. Bu nedenle geçmişi bir de bu yönüyle yeniden anımsamalıyız.
1997 Nisan
Reber APO
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 7 Nisan tarihinde işgalci TC ordusu Bingöl-Amed karayolunda bulunan Korxe karakolunun yapımına hız verilmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 6 Nisan tarihinde saat 09:00 ile 10:00 işgalci TC ordusuna ait Skorsky ve Kobra tipi helikopterlerin Şemzinan sınır hattında bulunan Goste tepesi ve çevresinde yoğun hareketliliği gelişmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Gerilla güçlerimizin denetimi altında bulunan alanlarda yoğunlaşan askeri hareketlilik, yeni mevzi tutma ve askeri karakolların inşaatının hızlandırılması olarak işgalci TC ordusu tarafından arttırılarak sürdürülmüştür. Buna güçlerimiz cevap vermiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 4 Nisan tarihinde saat 12:00 ile 13:00 arası işgalci TC ordusuna ait insansız hava araçları Medya Savunma Alanlarımızdan Metina bölgemiz üzerinde keşif uçuşu gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 3 Nisan tarihinde saat 14:00 ile 15:00 arasında işgalci TC ordusuna ait savaş uçakları Medya Savunma Alanlarımızdan Zap bölgemiz üzerinde uçuş gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Sanat etkinliğinden bahsedilebilinir. Sanat dersi, diğer bir toplumsal kategori olarak işlenir. Özellikle sanatın toplumdaki işlevi, tarih boyunca sanat tarihi, temel sanat biçimleri; müzik, folklor, resim, edebiyat tanım düzeyinde ve tarih içinde gelişimleri ile birlikte anlatılabilinir.
Bu genel bilgiler yanında dersin kendi toplumsal gerçekliğimize uyarlanması da sağlanır. Toplumumuzun sanatı veya sanatsızlığı ne düzeydedir? Sanattan uzaklaştırılmışlık, egemen ulusun sanatının özümsetilmesi, bu konuda kendi sanatımızın özünden boşaltılarak sömürgeciliğin hizmetine koşturulması nasıl olmuştur, sanatta sömürgecilik nedir? Nasıl karşı koyuldu? Devrimci sanata nasıl bir yönelim olmalıdır? Devrimci sanatın belli başlı bölümleri olan müzikte, folklorda, edebiyatta yönelme nasıl olmalıdır? Ulusal kurtuluş sürecimizde, ulusal kurtuluş sanatı ne demektir? Nasıl bir işlevi vardır? Giderek nasıl bir örgütlülüğü olmalıdır?
Özellikle halkımız, ulusal özelliklerini daha çok bazı folklor ve müzik değerlerinde korumaktadır. Sanatın bir bölümü olarak bu alanlara biz nasıl bir devrimci yaklaşım gösterebiliriz? Ve halkın ayağa kaldırılmasında, örgütlendirilmesinde işlevlerini nasıl yerine getirebilirler? Burada düşmanın oldukça dayattığı körleştirici, özünden boşaltıcı, inançsız, sefalet peşinde koşan karşıdevrimci sanat dayatmaları yerine; kendi devrimci sanatımızın moral kazandırıcı ahlakla ilişkisinden bahsediyoruz. Diğer yandan onları coşkuya, öz bilincine kavuşturmaya, milli kimliğine kavuşturmaya, savaşa cesaretle yaklaşmalarını sağlamaya, fedakârlık geliştirmeye, kendini korkusuz ifade etmeye nasıl bir katkıda bulunabilir?
Unutulmamalı ki, cesaretin moral etkeni ve devrimci sanatla ilişkisi vardır. Bütün bu etkinlikleri sağlamak için müziği, folkloru, edebiyatı nasıl uyarlayacak ve yenileyeceğiz? Bu konuda görevler nelerdir, bunları da aydınlatmalıdır. Kısaca devrimci kurtuluş mücadelemizin aynı zamanda bir sanatsal temeli vardır. Sanatımızı sürekli sömürgeci dayatmalara kaşı yeniden ele almaya, onu geliştirip korumaya götürür. Diğer yandan devrimci süreç içerisinde yenileştirmeye, dönüştürmeye, sağlam biçimlenişlerine kavuşturmaya hizmet eder. Bu anlamda ayağının üstüne kalkıp iyi bir cephe savaşımının hizmetinde rolünü yerine tam getiren bir kurum olarak işlev görür. Dolayısıyla bu dersin toplumun en önemli etkinliklerinden birisi olarak değerlendirilip sizi gereken bilince ulaştırması, bu etkinliğin daha çok da ulusal kurtuluş sürecimizde kurumlaştırılması, cephe savaşımının ve giderek yeni bir toplum kuruluşumuzun sağlam bir etkinliği olarak ele alınmaya, rolünü oynatmaya bizi götürecektir. Dersin konusu budur.
Şimdiye kadar bölük-pörçük işlediğiniz bu konuyu daha sistemli işlemek ve özellikle de kurtuluş sürecimize nasıl etkide bulunacağı, devrimimizin onu nasıl etkilediği, onun devrimci sürecimizi nasıl etkileyeceği gerçekçi bir biçimde işlenmelidir. Diğer halkların devrim süreçlerinden çeşitli örneklemelerden yararlanarak, derse hakkını verip böylelikle de Parti'yi ve Parti'nin önderlik ettiği devrim sürecini güçlendirmek mümkün hale gelecektir. Konu böyle somut ve kuru bilgiler olarak ele alınmaktan çok, mücadeleye çok yakından bağlı ele alınıp mücadele üzerindeki etkisini de iyi ortaya koyacak bir tarzda işlenmelidir. Hatta bir programa, bir örgütlemeye kavuşturmayı da içerecek bir biçimde değerlendirilip militanı, militan faaliyeti güçlendirmedeki rolünü yerine getirebilmelidir.
Aile Kurumu:
Sosyal derslerimizden olan aile kurumu üzerine oldukça bilgilendirmede bulunulmuştur. Bu nedenle konuyu açamayacağım. Daha yetkince bir biçimde ele alınmalıdır.
Aile çözümlemelerinde kadın-erkek ilişkileri ve daha çok da ulusal kurtuluş sürecimizde bu probleme nasıl yaklaşılacağı açımlanabilir. Örneklemeler yoluyla derse daha yetkince yaklaşma, özellikle militanların bu konudaki çarpık yaklaşımlarını ve ilişkilerini düzeltip yerine devrime daha da hizmet eden, başta aile içinde olmak üzere, bütün toplum içinde devrimci eşit ve özgür ilişkilere ulaşmak dersin amaçlarındandır. Özellikle atıl bırakılan kadın emeğinin devrime çekilmesi, bu ilişkilerdeki devrimcileşmeyle yakından bağlıdır. Bunun örgütlenmeye dönüşümü, örgütlenme özelliği vardır. Çok geniş bir kitle olduğu için, kadının kendi çelişkileri temelinde mücadeleye daha özgü katılma durumu vardır.
Bütünüyle toplumun devrimcileşmesinde olduğu gibi, karşıdevrimci yapıda tutulmasıyla da ilişkisi vardır. 12 Eylül faşizminin bu konudaki rolü bilinmektedir. Devrimci gelişmemizde de rolü ortaya çıkarılmış bulunmaktadır. Derse böylesine yaratıcı bir biçimde yaklaşmak gerekiyor.
Ailenin, toplumlar tarihi boyunca gelişmesi, mülkiyet ile ilişkisi ortaya konulmuştur. Bu konuda, özellikle Engels'in kitabı hayli öğreticidir. Düzen içinde, devlet ve düzenle ilişkisi önemlidir.
Toplumumuzda karşıdevrimin aileye vermek istediği rol biliniliyor. Bizim bütün bunlara eleştirisel yaklaşımımız, yerine getirmek istediğimiz ilişkilerin düzeni anlayış düzeyinde konulmaya çalışılıyor. Yine giderek devrimci aile ilişkileri nasıl geliştirilebilinir sorusuna da cevap vermeye çalışıyoruz. Daha yaratıcı, günün ihtiyaçlarına daha da cevap veren yaklaşımları geliştirirsek, çeşitli halkların devrimci süreçlerdeki yaklaşımlarından ders çıkarıp kendimiz için de en yaratıcı sonuçlara varabilirsek, bu dersten azami yararlanıp devrimci mücadelemizin gelişmesinde oldukça hizmet edici bir kuruma, ilişkilere dönüştürebiliriz. Dersin amacı da bunu başarmaktır.
1989
Reber APO
- Ayrıntılar
Önderliğimizin 4 Nisanla doğuşu, doğuşu demokratik kurtuluş ve özgür yaşamı inşa etme doğuşudur.
Doğuş, var oluşa başlangıçtır. Sancılıdır ve bu sancı var olmanın nedenli zor olduğuna işaret eder.
Var olmak sancıyla başlar, zorludur ama anlamı, çeşitlilik ve farklılığı yaratanda bu sancılı var oluş biçimidir. Birey ve toplum yaşamı açısından fiziki doğuşu, aynı zamandaobireyin anlam yaratmaya doğuşu olarak da anlayabiliriz. Tabi o birey ve toplumun doğduktan sonraki anlam birikimini ve hakikat mücadelesini ne kadar yürüttüğüne bağlı olarak, anlamlı yada anlamsız bir doğuş olduğu açığa çıkar.
Başkan APO’nun 4 Nisan’da doğuşu ve bu doğuşun kutsal bir anlamla kutlanışı, işte bu anlam yükü ve hakikat yaratımı ile bağlantılıdır. Önderliğimizin doğuşu ve yaşamını doğuş içinde doğuşlar olarak tanımlamakmümkündür.Önderlik anlam ve hakikat yitimine uğrayan,aşksızlaşan yaşamı kendinden başlayarak bireyde ve toplumda yeniden yeniden doğurandır.
Önderlik, yaşamı özgürlük anlamı ve hakikati ile yeniden doğurandır. Fiziki doğuştan, manevi özgürlüksel doğuşlar yaratmaya doğru çok kutsal bir yol açandır. İşte bu yolda ilk doğum sancısı gibi zorludur. Çünkü burada söz konusu olan sadece fiziki varoluş değildir, toplumsal ve bilimsel varoluştur. Ki gerek kapitalist modernitenin birey ve topluma karşı korkunç savaşımına, gerekse de Kürt insanın çağımızdaki bitirilişliğine, her türlü soykırım politikasıyla tükenmişliğine karşı ancak böyle zorlu ve sancılı bir varoluş mücadelesini vererek karşı konulabilir, daha da önemlisi bu mücadele sürecine süreklileştirilebilirdi. Fakat bu da sancılı, zorlu yaşamak anlamına gelir. Zaten Önderliğimizin büyüklüğü de buradan geliyor. Fakat bu zorluklarla, sancılarla, zorluklarla yaşamayı göze almakta, hatta bundan zevk duyarak yaşamasını bilendir. Fiziki olarak Üveyş anadan doğan Önderliğimiz, yaşamı kavramaya başladıktan sonra, hep yeni doğumlar yapmaya çalışmıştır. Aslında yeni doğumlara cesaret etmesinin altında, kendisini doğuran ananın doğurmaktan kaynaklı çocuk üzerinde hak iddia etmesine karşı verdiği amansız mücadele vardır. İnsan yaşamı birilerinin üzerinde hak iddia etmesi ile, tahakküm kurmasıyla yaşanılamaz! İlk isyan doğuşla birlikte açığa çıkan varlığın, bu varoluş biçimine karşı geliştirdiği isyandır. Önderliğimizin çocukluğunda geliştirdiği isyanlar, geliştirdiği ilişkiler, hep en iyisini ve en doğrusunu gerçekleştirme arayışı, özünde buradan kaynağını alıyor. Ve sadece çocukluğu değil, daha sonraki arayışlar ve aşamalar hep aynı kaynaktan besleniyor. Hiç bozulmadan, yaşanmadan.
“çocukluğuma hiç ihanet etmedim” demesi, bir hakikat inşasını ifade eder. Gerçekten de ilk doğuş ve varlığın çocukluk aşaması, doğuşun, yani varlığın özüdür, tohumudur. Saftır, bozulmamıştır, yalansızdır, bu nedenle de güzeldir, özgürdür ve aşklıdır. Önderliğimiz’in çocukluğuna hiç ihanet etmemesi, toplum kırımı, soykırımı, kadın kırımını, çocuk kırımını yaratan kapitalist sisteme, yine Ortadoğu’nun merkezi uygarlık sistemine teslim olmaması, hep zor oluş biçimine, çocukluğuna bağlı kalmasından kaynaklıdır. İlk sürekli bir manevi doğuşu, yeniden doğuşları gerçekleştirmesi de bu ilk doğuş karakterinden, özünü yitirmemesinden, hep bu özü ve karakteri sürekli büyütmesinden kaynaklıdır.
İlk isyandan PKK isyanına kadar, günümüze kadar Önderliğimiz’in temel isyan gerekçesi, insanın ve toplumun varoluş özüne-biçimine aykırı olan egemen sistem, onun yaratmış olduğu yaşam ve ilişki biçimi olmuştur. Fiziki doğuştan, özgürlükçü manevi doğuşlar yaratmanın diyalektiği buradadır. Bu diyalektik inkâr edilen, yok sayılan Kürdü ve Kürdistan’ı yeniden diriltti ve bugün Kürt halkı mücadele ve örgütlü gücü her gününü ve her mekânını bir bayram şenliğinde kutlar gibi yaşıyor.
4 Nisanla birlikte fiziksel birinci doğuş, PKK mücadelesinin geliştirilmesi ile birlikte ikinci doğuş, İmralı süreci ile birlikte de üçüncü doğuş olarak da ifadelendirdi Önderliğimiz kendi yaşamla mücadele sürecini. Bu tanımlamada da görüyoruz ki, Önderlik varoluş süreçlerini ve var olmanın gerçekleşme biçimini hem birbirinden koparmıyor ve hem de özünü koruyarak geliştiren bir diyalektikle ele alıyor. İkinci doğuşta birinci doğuşa verilen anlamı bir örgütle isyana, mücadeleye dönüşmesinin, üçüncü doğuşta ise isyanın bir özgür yaşamını inşa etmeye dönüşmesine tanık oluyoruz. Dikkat edersek hep bir doğuş var, ama özgür ve eşit de var olmanın savaşımı temelinde bir doğuş var. Kendi doğasını, özünü, birey ve toplum olma özünü yaratma ve bunu savunma temelinde bir doğuş, varoluş var.
Önderliğimizin fiziki doğuş gününü kutlaması, tabi ki her şeyden önce Önderliğimizin doğuşa verdiği anlamı çözümleyerek, doğru bir temelde gerçekleşebilir. Çünkü Önderliğimizin yaşamı şunu ispatlamıştır; doğuş ve varoluş bir isyandır, bir yapılanmadır, inşa etmedir. Var oluşu aşma ve yeniden yapılandırma gibi esası vardır, birey de bu esasa göre yaşayabilmelidir. Yaşam bu esas göre ise insan evrenle, doğayla, toplumla ve kendisiyle uyumlu olunabilir. Aksi takdirde doğuşun, var olmanın sancılarını, bunun yarattığı anlamları çözmeden bir yaşayış, insanca bir yaşayış değildir. Nitekim özellikle de kapitalizmin insanlığa karşı yürüttüğü savaş, yaşam diye sunduğu gerçek dışılık her şeyden önce ilk doğuşları anlamsızlaştırılması, çarpıtılması temelinde gerçekleştirilmesidir. Acımasız egemen savaşların, cinayetlerin, katliamların, doğayı hiç vicdanı sızlamadan katletmeleri, yaşamı yaratan kadınların sürekli cinayetlerekurban edilmesinin, varoluşun kansız aşaması olan çocukların her türlü fırsatta ele geçirilmesinin nedenini de kapitalizmin bu varoluşa karşı düşmanlığıdır.
4 Nisan’da da Önderliğimizin fiziki doğuşunun ardından gerçekleştirdiği isyan ve özgür yaşamı inşa etme doğuşlarını, bu manada egemen sisteme, erkek egemenlik sistemine karşı en büyük hakikati ifade ettiğini görüyoruz. İçinde olduğumuz süreç ve gelişmeler, bize bu doğruyu en çarpıcı biçimlerde göstermektedir. Başkan Apo’nun doğuşuyla bir halkın doğuşu, kadınların doğuşu, çocukların doğuşu yeniden ve özgürce gerçekleşmesidir. Bu nedenle kadın, erkek, çocuk, genç, yaşlı, Türk, Kürt, Arap, Ermeni, Alman, Önderliği tanıyan, anlayan herkes bu doğuşun sancısını ve neşesini, coşkusunu, heyecanını yaşıyor. Evet, bugün Kürdistan halkında bayram havası, neşesi var. Çünkü Kürdistan’da özgür ve eşit yaşamın doğuş sistemi inşa olurken, tüm Ortadoğu halklarının kadınlarına çok büyük bir model örnek olmaktadır. Kürtler bunun sevincini ve gururunu yaşıyorlar.
Önderliğimiz üçüncü doğuşunu gerçekleştirdiği İmralı mekânını aşmıştır ki, esaret altında olsa da ne kadar özgür ve doğurgan olduğunu bir kez daha ispatlamıştır. Özgürlük temelli doğuşlar zamanının ve mekânını da aşan bir özelliğe sahiptir. Önderliğimiz’de üçüncü doğuşu özgürlük sistemini inşa etme temelinde gerçekleştirerek zamanı ve mekânı aşmıştır. Bu gün Ortadoğu ve dünyaya damgasını vuran ideolojik, politik, örgüt ve ahlak bütünlüğü olduğunu net olarak herkese göstermiştir. Bu yanıyla Önderliğimiz zaten özgürdür. Tabiî ki bu bizim için yeterli olamaz. Önderliğimiz’in İmralı esaretinden kurtulması, toplumuyla, örgütüyle, gerillasıyla, özgür Kürdistan topraklarıyla, doğasıyla bir olması hepimizin en büyük hedefi, yaşam ve mücadele görevidir. Bu görev Ortadoğu’da, Kürdistan’da yaşamı onurlandırma ve kutsama gibi anlama da sahiptir.
Bu nedenle bu 4 Nisan’da Önderliğimiz’in doğum gününü kutlarken, Önderliğimiz’in İmralı’da ki doğuşu olan demokratik ve özgür yaşam doğuşunu da kutluyoruz. Biliyor ve inanıyoruz ki bu doğuşun anlamına denk ilk kutlamayla özgürlük bizimle olacaktır. Ve yine biliyoruz ki, böyle bir bilinçle hareket ettiğimiz oranda başaracağız, başardıkça da 4 Nisanlarda Önderliğimizle birlikte ağaç dikeceğiz…
Çiğdem Doğu
- Ayrıntılar