Basına ve Kamuoyuna
1. 2 Nisan tarihinde öğleden sonra işgalci TC ordusuna ait insansız hava araçları Amed'e bağlı Şehit Kendal ve Şehit Serxwebun alanları üzerinde yoğun keşif uçuşu gerçekleştirmiştir. Bu uçuşlar 3 Nisan sabahına kadar devam etmiştir.
- Ayrıntılar
Şehitlerimiz hakkında anlamlı bir değerlendirme yapabiliriz. Her şey bizi şehitleri gerçek yaşayan değerler haline getirmeye zorluyor. Onların kesinleştirdiği değerlere derin bir kavrayışla yaklaşmak kadar onu keskin bir uygulama gücü haline getirmesini de bilmemiz gerekir. Ancak o zaman onlara ulaştığımızı, onları temsil ettiğimizi söyleyebiliriz.
Özgürlük şehitlerimizin özgünlüğünü yaşamlarıyla, hangi zaman ve zeminde hangi yaşam gerçekleriyle ortaya çıktıklarını tespit etmek önemlidir. Bununla da yetinmemek gerekir. Onlara bağlı olmak, onları olduğu gibi, yaşamın düzeyine nasıl getireceğimizi bilmemizle yakından bağlantılıdır. Bu aynı zamanda bütün Parti faaliyetlerimizin en soylu özetlenmesidir de.
PKK şehitlerinin herhangi bir hareketin değerlerinden farklı olduğunu, hem de bir çok yönden farklı bir anlam içerdiğini biliyoruz. İnsanlar mutlaka günü geldiğinde ölürler. Hepsine şehit denilmez. Oysa direniş şehitlerimiz gelişmenin gerçek sahibidirler. İnsanlar çok çeşitli amaçlar doğrultusunda, kızgın savaşlar içinde ölürler. Herkes onlara değişik ölçülerde şehitlik mertebesi verir, yüceltme sıfatları yakıştırır. Bu hareketlerin sınıf ve ulus temeli, ideolojik politik gerekçeleri ve hangi aşamada gerçekleştirildikleri göz önüne alınarak böyle yüceltme sıfatları belirlenir. Hepsinde temel bir özellik olarak karşımıza çıkan, davanın ciddiyetinin sembolü olmalarıdır. Amaçlarının ciddi ve güçlülüğü, insanların en değerli varlıkları olan canlarını adayabilecek kadar bir öneme haiz olduklarını kanıtlıyor.
Mertebeleri o hareketin içinden geçtiği sürecin amansız zorlukları, iniş ve çıkış dönemlerini başarıyla aşmak için gösterilmesi gereken çabanın büyüklüğüyle bağlantılıdır. O çabanın sergilendiği dönemlerde gerçekleşen mertebelenme söz konusudur. Tarihe baktığımızda bütün soylu dinlerin, inançların, yine insana özgü önemli tüm çıkışların öncüleri kahramanca adlara layık olduğu gibi, kendini ilk feda edenleri de büyük şehitlerdir. Böylesi önemli bütün çıkışlar kahramanca bir yürüyüşü getirir. Bunun da en önde yürüyenlerin kanı pahasına olmadan zafere erişemiyor.
Şehitler önemli bütün yürüyüşler, çıkışlar uğrunda gerçekleştirdikleri amaca bağlı olarak kendi kişiliklerini öne çıkarırlar. Onlar ilk cesareti, ilk büyük fedakârlığı gösteren ve böylelikle de daha sonraki yığınların hareketini mümkün kılan kişiliklerdir. Anlamını burada tamamlarlar. Bütün gelişmeleri koşullandırma özelliğinde olan ister şehit olsunlar, ister onları kişiliklerinde temsil edip kesintisiz ve giderek daha da yoğunca sürdürenler olsun tarihte sürekli yad edilir, yüceleştirilir ve anıları kutsallaştırılır. Anılara bağlı kalındıkça amacın tam gerçekleşmesi sağlanır.
Eğer şehitlerin gerçekleştirdikleri ortam son derece bencil çıkarlara bakılmışsa, o zaman kesinlikle yüce amaçlardan kaçınılıyor demektir. Korku iliklere kadar sinmiş, öngörü denilen bir durum söz konusu değilse değerlere sahip çıkılmamış demektir.
Karanlık, umutsuz bir ortamda yaratıcı çıkışa, büyük aydınlık hareketine, cesaret ve fedakârlığa ihtiyaç gösteriliyorsa, işte böyle koşullar ileri çıkışın, bunun ilk öncülerinin şehitliğinin mertebesini belirler. Bunu belirlediği gibi, gerçekleşen devrimin de büyüklüğünü olanaklı hale getirir. Çok çeşitli toplumlarda ve tarihi dönemlerde yaşanan böylesine gelişmelere devrimler adı verilir. İster toplumsal, siyasal nitelikli olsun, isterse onların daha dar, küçük ölçeklerde temsili olsun, ister bilimsel, teknik ve kültürel devrimlerinde olsun bu sürekli böyledir. Kısaca, insanlık tarihi ancak böylesine öncüler eliyle yeri ve zamanı geldiğinde ilerleme imkanına kavuşur.
Bu öyle bir durumdur ki, daha sonra yüceltiliyor, kutsallaştırılıyor. Aslında önemi ve rolü gereği böyle olmaktadır. Toplumların ilerlemesindeki büyük katkılarından ötürü böyle olmaktadır. Daha sonraki fetişleştirme, putlaştırma doğru olmamakla birlikte, sebebsiz de değildir. Kişinin rolünün bu durumlarda sık sık abartılması söz konusu olabilir. Çünkü bu dönemler öyle dönemlerdir ki ve öyle zor koşullar ortaya çıkmıştır ki, kişilerin belirleyici bir rol oynamaları söz konusudur. Daha sonra tarih neredeyse adeta bu tip kişilerin zincirleme bir yaşantısına indirgenir. Bu tarihi anlayışı biliniyor. Diyalektik materyalist bir tarih anlayışı değildir. Fakat tarihin önemli düğüm noktalarının çözümlenişinde veya ileriye götürülüşünde bu tip yüceltilmiş kişilerin önemli rollerinden ötürü anlaşılır nedenleri vardır.
Demek ki abartmak kadar, böylesine bir rolün yadsınması da doğru değildir. Böylesine zor durumda olan insan topluluklarına, onun toplumsal gelişim evrelerine böyle kişiliklerin bir ihtiyaç olarak belirmesi ve şartlar birleştiğinde ortaya çıkması anlaşılırdır ve gereklidir. Böylesine öncüler en büyük cesaret ve fedakârlıkla, yine öngörü keskinliğiyle sürekli öne atılırlar. Bu öne atılmalarda bazıları erkenden şehit oldular. Bu kişiler o davanın amaçlarının büyüklüğü kadar büyüktürler. Daha sonra gelişecek, özgürleşecek halkın kendisi kadar büyüktürler ve tarihe de bu temelde damgasını vururlar. Gerçek yaşayan değerler haline gelirler. Burada kişinin fiziksel varlığı veya yokluğu söz konusu değildir. Burada büyük amaçlar bir topluluk açısından kurtuluş için yücelmek ve özgürleşmek için ulaşılması kaçınılmaz hale geldiğinde, bu kişilerde sembolleşir. Ve yaşamın sürükleyici gücü haline gelirler. Dolayısıyla da şehitlik gerçek bir özgür halk gerçeğinde, sınıf gerçeğinde, ulus gerçeğinde ifadesini buluyor. Şehitler, halkın yüreği, ahlakı ve temel amaçlarının sembolü olurlar. Bu da o kişinin tümüyle bir halkta yaşaması demektir. Tarih bu konuda sayısız örneklerle doludur.
Bizim çıkış koşullarımızda da alabildiğine zifiri karanlık, olumsuzluğun had safhada bulunması gerçeği vardı. Çıkış ve öngörü yerine geleceğe karşı tam bir kör gibi hareket edildiği, özellikle de güncel çıkara, hem de beş metelik pahasına satıldığı bir ortam vardı. Herkesin kendi basit güdülerini yaşamak için yarış ettiği, burnunun ötesini görmeyecek kadar dar, kısır kaldığı dönemdir. Böylesine dönemlerin çıkış amacının belirlenmesi ve eğer bu belirlenmişse de, onu kişilikte temsil edip tüm gücüyle bu amaca ulaşmak için cesaret ve fedakârlığın en büyüğünün sergilenmesi, yine küçük bir öncü topluluğun buna girişmesi çok büyük anlama sahiptir. Bizim içinde çıkış dönemimizde durumun tamı tamına böyle olduğunu iyi bilmek gerekiyor.
Çağdaş halk topluluklarının hiçbirinde görülmeyen, uluslararası çağdaş gerçeklikten tecrit edilme, tarihsel gerçeklikten derin bir tarzda kopma, kendi gerçekliğine katmerli bir yabancılaşma yaşanmaktaydı. Alabildiğine iddiasız, umudun kıyısında bile dolaşmayan ve kendini düşkün gördükçe sürekli yoksulluk duygusuna, hatta iğrenmeye kadar götüren bir duyguya kaptırma durumu vardı. Böylece bir toplumsal bunalım, zayıflık, düşkünlük iliklere kadar yaşanıyordu. Çağdaş halklar gerçekliğinin belki de en gerisinde bir durum söz konusuydu. Bu anlamda Kürdistan gerçekliği en çok ihanete uğramış, çağ tarafından unutulmuş, sadece çağı değil, kendi kendisini önemli bir halde inkar etmiş ve üzerinde her türlü baskının, sömürünün, dalaverenin, soysuzluğun cirit attığı bir gerçekliği yaşamaktaydı. Burada yaşama ad vermekte bile güçlük çekildiğinin bir gerçeklik olduğunu iyi biliyoruz.
İşte böylesine bir gerçeklikten yola çıkma, yaratılması gereken düşünce kıvılcımlarından tutalım zulme, her türlü kendini inkara, inançsızlığa karşı olmaya kadar, onu aşma gücünü gösterme, onu giderek zafere ulaşılabilinir adımların sahibi kılma çok büyük bir öneme haizdir. Temsilinin cesareti kadar, bilincinin de çok güçlü olmasını isteyen ve çok gerekli olan bir oluşumdur. Eğer bu dönemin özelliklerini tüm yönleriyle kavramakta güçlük çekersek, ilk öncüleri olduğu kadar, şehitleri de anlamayacağımız ortaya çıkar. Dolayısıyla şehitliğin anlamına sağlam bir kavrayış ve uygulama gücünü kazandırmak istiyorsak, çıkış koşullarını iliklerimize kadar duymamız gerekiyor. Buna müdahalenin her sözcüğünden tutalım tüm eylemlerine kadar hepsini kavramak, rolleri yerli yerine oturtmak ve derin gerçeklerle yüklü olarak kendimizi güçlendirmek, bunu anlamanın ve temsilinin baş koşuludur. Bu anlamda ilk şehitlerimizin çok büyük bir değeri olduğunu görüyoruz.
Başarı şansına onun önderliğinde kurtarılacak, özgürleştirilecek halk tarafından bile zor inanılan, inanılmaktan da öteye kaçınılan, ama doğruluğu da gittikçe açıkça ortaya çıkan bir durum söz konusuydu. Mutlaka belli bir grup tarafından temsil edilmesi gereken, karşısında her dönemde olduğu gibi çok vahşi, zalim bir gücün yok etme tehlikesini iliklerine kadar hisseden, ama buna rağmen yine de yürümeyi şart kılan bir dönemin savaşçıları büyük savaşçılardır. Bunların şehitliği büyük şehitliklerdir. Şehitler PKK'nin oluşumunda amaç uğruna gerektiğinde insanın kendini verecek kadar doğru ve yetkin olduğunu kitlelere inandırmamızda en büyük kanıt oldu.
Şehitler, tam da bu noktada en değerli varlıklarını, en değerli yaşam kesitlerinde gözlerini kırpmadan düşmanın vahşiliğini, zalimliğini bilerek üzerine gidip başarmışlarsa, işte zaferin en temel koşullarından birisini elde etmiş sayılırlar. Şehitlerimizin rolü böylesine büyük bir roldür ve büyüktür. İlk şehitler olması anlamını çok daha fazla büyütüyor. İlk şehitler alacakaranlıkla aydınlık bir gelecek arasında kurulan bir köprü olurlar. Bu köprü biraz ilerlemek isteyenlerin mutlaka üzerinden geçmesi gereken bir köprüdür. Onlar, yüzyıllardan beri kitlelere sinmiş korkuyu kırmakla, bilinçsizliği aydınlığa çevirmekle ve bu konuda gerekirse kendini nasıl feda edebileceğini göstermekle böylesine bir köprü rolünü yerine getiriyorlar. Aslında daha sonrakiler biraz açılmış bu yoldan ilerlemeye koyuluyorlar. Dikkat edilirse, insan daha az cesaret ve fedakârlık yapmayla böylesine aydınlanmış yolda yürüyebilirler. Dolayısıyla esas olarak yolu düzleştirme ve kolaylaştırma söz konusudur. Şehitlerin gerçekleştirdiği büyük hizmet de budur.
Eğer bir çok kişinin tamamen çekindiği, ama mutlaka ilerlemek isteniliyorsa kurbanların verilmesini emreden bir dönemde böyle mensuplarını ortaya çıkarmış ve onlar da gerektiği gibi davranmışlarsa, o davanın yürüme şansı yüksektir. PKK davasının daha başlangıçta böyle bir şansa kavuştuğu söylenebilir. Doğruluğu ve çıkış gerekçeleri bunu mümkün kılıyor. Şehitler bunun yoğunlaşmış ifadesi oluyor.
Böylesine tanımlayabileceğimiz şehitler kurumu, daha sonraki gelişim sürecinde neleri ifade eder? Başta Haki Karer olmak üzere, tüm şehitlerimizin çok yüksek bir ifadeye kavuştuğunu söyleyebiliriz. Bir ideolojik inanç grubunu yaratmaya çalıştığımız bu dönemde, inançlarımıza ve ideolojimize kararlı bağlılığımızın ne kadar keskin, dönülmez olduğunu bu şehidimizin örneğinde çok net olarak ortaya koyduk. Düşünceleri uğruna şehit olmak, inançları uğruna gözünü kırpmadan kendini feda etmek bizim ideolojik gruplaşmamız döneminde gerçekleşmiştir. Daha o dönemde bile bu oluşumun temelinde, gerekirse kanımızı akıtarak yürüyebileceğimizin güçlü ifadesi söz konusudur. Elbette ki karşı tarafın da grubumuzu köklü inançlarımızdan, düşüncelerimizden, çabamızdan uzaklaştırması ve bunun için yok etmeyi gündeme sokması söz konusudur. Bu böylesine bir aşamadır ve cesaret edilmiştir, geriye adım atılmamıştır.
Grubumuz ilk şehidin anısına bağlılığını hareketin amaçlarına daha bir derinlik kazandırma, bunu daha ileri bir örgütlülüğe kavuşturma olarak gösterdi. Bağlılığın bir gereği olarak hep daha ileri amaçlar çizme gerçekleştirildi. Vurgulamak istediğimiz; dava arkadaşlığına bağlı olma, anıya üstün değer biçme, onu mevcut koşullar içinde nereye kadar, nasıl ilerletilebiliyorsa oraya götürmesini bilmektir. Ağlamak, sızlamak anıya ihanettir. Çünkü o çok temel bir şey için öne atıldı, onun zaferini ve başarısını istiyordu. Dolayısıyla anıya bağlı kalmak isteyen, eğer tutarlı olmak istiyorsa, şehidin bıraktığı yerden daha güçlü, daha örgütlü, bu anlamda daha kapsamlı bir amaca kavuşturarak yürümeyi bilmelidir. Bağlılığın bundan başka bir tanımı olamaz. Biz tam da bu dönemde böyle yaptık. Amaçlarımızın Parti programına dönüştürülmesi ve gevşek örgütlenme yerine, daha resmi, daha bağlayıcı olan örgütlenmeye dönüşmesinin gerektiğini söyledik. Bu anıya bağlılıktır, cesaret ve öne atılmadır. Bildiğiniz gibi kendimizi bir adım daha ilerletme böyle sağlanmıştır.
Biz anılara bağlılığa her yıl daha güçlü bir eylemlilik ve örgütlülükle karşılık verelim derken, şehitlerimizin de sayısını artırdık. Bu şüphesiz daha sağlıklı olmanın, gerekirse bunun için daha çok fedakârlığın ve cesur davranmanın gereğidir. Ve yapılan da budur. Eğer 1978 7980' lerde her bakımdan daha yoğun bir gelişme yaşanmışsa, bu özelliğimizle yakından bağlantılıdır. Her yıl dönümünde yürütülen eylemler, hem düşmanı biraz daha geriletti, hem de fedakârlık oranımızı arttırmıştır. Ve bunlar sürekli yeniden bir başlangıç, doğuş anlamına da gelmiştir.
Haki Karer'in anısı Hilvan gerçeğine dönüşmüştür. Şahadetinin birinci yıldönümünde, Halil Çavgun, Hilvan gerçeği içinde ortaya çıkan bir şehidimizdir. Ve Hilvan gerçeği daha sonra kitleselleşen bir gerçek olmuştur. Bu da Siverek direnişine yol açmıştır. Orada da feodalizmin en güçlü bir kalesinin sarsılması, iliklerine kadar bastırılması söz konusu olmuştur. Halil Çavgun'un anısına bağlılık, faşist ve gerici bir çetenin Hilvan kitlesi üzerindeki her türlü baskı ve sömürüsünün yerle bir edilmesi olmuştur. Yöredeki güçlü feodalizmin otoritesinin önemli oranda parçalanmasına götürmüştür. Kürdistan'ın modern ulusal direnişinde dönemin en ileri çıkışına yol açmıştır. Hilvan direnişi büyük bir özgürlük atılımıdır.
Siverek direnişi Partimizin resmi ilanı, eylemle ilanı ve kitleselleşmenin temel adımı olmuştur. Demek ki anıya bağlılık, onu halkımızın gerçeğine dönüştürmesinde ifadesini buluyor. Daha kararlı bağlılık, onun özgürlükçü atılımının gerçekleştirilmesinde bizi şiddetli kararlı bir tavıra itmiştir. Bu direniş gerçeğinin altında şehide bağlılık vardır. Bu anlamda şehidin zaferi söz konusudur.
Partileşmenin bu döneminde görülüyor ki, şehitlerimiz sayıca artmıştı, kitlesel bir temele kavuşturulmuşlardı. O dönemde düşman buna devlet çapında Maraş katliamıyla cevap vererek susturmak istemişti. Biz de direnmeyle karşı koyacağımızı, resmi Parti ilanıyla gösterdik ve bu da gelişmeye yol açmıştır. Bu gelişmeleri korumak için daha fazla çaba, daha fazla kararlılık ve cesaret gösterme gereği ortaya çıkmıştı. Böylece Partiyi yaşatmanın derin endişesi ve çabası içine girilmiştir. Bu bizi Partiyi her halükarda yaşatmak için çareler bulmaya itmiştir. Halkımızın modern ulusal direnişinin kesintiye uğratılmaması için ilk defa yurt dışına uzanabilecek kadar çare aramaya, onu bu tarzda sürekli kılmaya zorlamıştır. Bu da daha fazla direnme, daha fazla sorumluluk demektir. Daha fazla sorumluluk demek ise, daha fazla çaba harcamak demektir.
1988
Reber APO
- Ayrıntılar
Yazımızın bu bölümünde lanet ve kutsalın kenti Urfa’yı yönetmeye aday iki siyasi geleneğin bölgede, Türkiye’de ve yereldeki politikalarını anlamaya, anlatmaya çalışacağız. Bununla birlikte siyaseti tanımlama biçimleri, uygulama biçimlerini de karşılaştıracağız.
Bu konuda ilk değineceğimiz konu siyasetin tanımlama biçimine ilişkindir. İki gücün birbirine zıt iki ayrı siyaset anlayışı vardır. Birincisi AKP’nin siyaset anlayışıdır. Onlar siyaseti seyislik kelimesini esas alarak tanımlayanlardandırlar. Yani halkı yönetmeyi at terbiye etmeye benzetirler. Bunu açık söylemezler. At terbiye eder gibi halkı terbiye etmeyi, koyun güder gibi halkı gütmeyi amaçlarlar. Şu da çok rahat söylenebilir AKP Nemrut tarzı bir siyaset ve yönetimi esas alır. Erdoğan’ın on yıllık pratiği Nemrutları aratmayacak niteliktedir. Tek sorun sadece biraz dikkatli bakabilmektedir. Nemrut tarzı siyaset nasıldır. Devleti kutsar. Tekliği kutsar. Tek imparatorun, tek kişinin, tek makamın dediği dediktir. Genelde erkeklerin egemenliğidir. Temsili demokrasi denen aslında demokrasiyle hiçbir alakası olmayan liberalizmin yalanlarından olan bir yöntemi kullanır. Bu nedir? Birkaç yılda bir bir belediye başkanı yada milletvekili seçersin sonrasına karışmazsın, eleştirmezsin, sorunların çözümü için her şeyi seçtiğin kişiye havale edersin. Seçtiğin kişi yapamazsa dört yıl boyunca onun derdini çekmek zorunda kalırsın. Ve bu süre zarfında hiçbir şey yapma sorumluluğu yoktur kimsenin.
Peki, BDP’nin siyaseti tanımlama tarzı nedir? Seçimlerde kullandıkları sloganda da belirtilen “Kendimizi de kentimizi de kendimiz “yöneteceğiz sloganı bunu en güzel ifade eden tanımlamalardan biridir. BDP tek kişinin değil halkın sokak, sokak, mahalle mahalle, etnik, dini grupların, herkesin kendi kimliğiyle örgütlenerek kentin yönetimine katılmasını esas alır. Belediye eşbaşkanlığı tüm mahalle ve sokak meclislerinden çıkan kararları, uygulayacak yerdir. Halkın bu örgütlülüğüyle yukarıya bile havale etmeden kendi sorununu kendisinin çözmesini esas alır. Yani bürokrasiyi değil, merkezi değil, yereli esas alan bir siyaset anlayışı vardır. AKP’nin çoğunluğu erkek olan ve yıllardır kadınların katliamına göz yuman, kadınların katliamına yol açan politikaları ortadadır.Kadını sadece bir doğum makinesi ve zevk aracı olarak görmektedir. BDP eş başkanlık sistemiyle de somutlaşan kadının yaşamın her alanına olduğu gibi siyasete de özgürce katılımını, örgütlü bir biçimde katılımını savunur. Yıllardır yürüttüğü mücadele bunun en somut örneğidir.
Urfa halklar mozaiği olan bir kenttir. Arap, Kürt, Türk başta olmak üzere pek çok renkten oluşur. Sadece etnik açıdan renkli değil farklı dini kesimlerde Urfa’nın bileşenlerindendir. Alevi, Sünni, Ezidibaşta olmak üzere pek çok dini grup Urfa’da yaşar. Şimdiye kadar ne bir halkın, ne de dini grubun temsili yerel yönetimlerde sağlanmamıştır. AKP’nin böyle bir politikası yoktur. BDP tüm farklılıkları örgütlülükleriyle kabul eden, yerel yönetimde söz hakkı sahibi kılan anlayışı taşır.
Siyaseti tanımlamak kadar doğru uygulayabilmek de önemlidir.Teori ve uygulama arasında olması gereken uyumun yanında genel bölge politikalarıyla-yerel kente ilişkin politikalar arasında bir uyumun olması şarttır. Her ağzını açtığında barıştan bahsetse de AKP, Kürt sorununun çözümü için Kürt Halk Önderi’nin başlattığı sürece dürüstçe katılmamaktadır. Günü kurtarma dışında bir amacı gözükmemektedir. On yıllık iktidarı boyunca halkların temel kültürel haklarını koruyacak, yaşamsallaştıracak hiçbir düzenleme yapmamıştır. Bir Kürt çocuğunun kendi ana dilinde eğitim görmesini bile sindiremeyecek bir klasik devletçi siyasetin sahibidir. BDP ise tüm toplumsal renklerin kendi kimliklerini, kültürlerini korumak, geliştirmek için, bunu yasal güvenceye kavuşturmak için mücadele eder.
Partilerin Türkiye içi siyaseti kadar bölgede ve dünyada izlediği, savunduğu politikaların da Urfa’ya etkisi olacaktır. Olmaktadır. En basitinden son yıllarda Suriye’de gelişen iç savaşta bir taraf olarak, savaşı körükleyen güç olarak AKP bölgede tam bir huzursuzluk ortamı yaratmıştır. Bölgede gelişen savaşın zararını en çok Urfalılar yaşamaktadır. Sınırın diğer tarafında yaratılmaya çalışılan demokratik yönetime saldıranları örgütleyen güç AKP’dir. Saldırıya uğrayanlar sınırın diğer tarafında olsalar da Urfalıların akrabalarıdırlar. Ve yıllardır koparılmaya çalışılan ilişkilere inat sürdürülmekte olan bir ilişkileri vardır. AKP yürüttüğü saldırılarla, Nusra çetelerini kullanarak binlerce kişinin katledilmesinde suç ortaklığı yapmıştır.
Pek çok gücün olduğu gibi Türkiye’nin de uyguladığı politikalar yüzünden on binlerce insan mültecileşmiştir. Medyada tersini yansıtmaya çalışsa da Türkiye’nin kurduğu mülteci kampları fuhuş mafyalarının, organ mafyalarının merkezleri konumuna gelmiştir.
BDP neyi savunmaktadır? Barışı. Demokrasiyi. Öyle slogan değil. Gerçekten savaşı körükleyen politikalara karşı yıllardır serhıldanlarla mücadele etmiştir. Mecliste sesini duyurabildiği kadar ses olmaya çalışmıştır. BDP Suriye halkının mültecileşmesini değil orada zor durumda olan halka yardım için mücadele etmiştir. Tabi bu yardımlar AKP hükümetinin işine gelmediğinden bazen ilaç ve gıda yardımları aylarca sınırda bekletilmiş, engellenmiştir.BDPRojava’da kurulan demokratik yönetimleri tanır desteklerken AKP Rojava’yıkaosa sürüklemek için elinden gelen her şeyi yapmıştır.
Bu politikaların böyle devam etmesi durumunda hem genel Türkiye hem de Urfa çok daha ciddi zararlar görecektir.
Bir tarafta kan-katliamdan sorumlu AKP varken, bir tarafta Türkiye’de bölgede barışı savunan BDP vardır.
Bir tarafta halkın mültecileşmesi üzerinden siyasi rant elde eden bir AKP varken, diğer taraftan mültecileşmeye karşı duran bir BDP vardır.
Kandan beslenen laneti temsil eden AKP iken, barış ve huzuru savunan BDP’nin mücadelesinin kutsal olduğu tartışmasızdır.
Hangi siyaset kazanacaktır?
Nemrut siyaseti mi, çağdaş İbrahim-i siyaset mi?
Şimdi seçim Urfalılarındır. Laneti mi seçeceklerdir, kutsalı mı?
Laneti mi yayacaklar, laneti mi örgütleyecekler yoksa kutsalı mı?
Bitti
G.Suat Tekin
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 25 Mart tarihinde saat 12:00 ile 12:30 arası işgalci TC ordusu Hakkari’nin Şemzinan ilçesine bağlı Gerdiya bölgesinde bulunan Derik Köyünde yeni bir karakol inşa etmeye başlamıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 24 Mart tarihinde başlayan işgalci TC ordusunun Medya Savunma alanlarımızdan Zap bölgesi üzerindeki yoğun keşif uçuşları son iki gündür sabahın erken saatlerinde başlayıp akşama kadar devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 24 Mart tarihinde saat 12:00 ile 12:30 arası işgalci TC ordusuna ait savaş uçakları Medya savunma alanlarımızdan Metina, Zagros ve Gare bölgelerimiz üzerinde yoğun uçuş gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 22 Mart tarihinde saat 05:30 ile 08:00 arası işgalci TC ordusuna ait insansız hava araçları Medya savunma alanlarımızdan Zap bölgemiz üzerinde yoğun keşif uçuşu gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Bir deyim vardır; “can çıkar huy çıkmaz” diye. Yine: “Alışkanlıkların zincirleri, önce duyulmayacak kadar hafif, sonra kırılmayacak kadar güçlü olur” denilir.
Öyle görülüyor ki KDP adındaki oluşum özelde bu oluşuma yıllarca öncülük eden Barzani ailesi bir türlü edindikleri birçok alışkanlıkları terk edemeyeceklerdir. Huy misali canları çıksa da öyle görülüyor ki bundan vazgeçmeyecekler.
KDP belki de Barzani ailesi -demek gerekiyor- kuruluşundan bir müddet sonra ve ağırlıklı olarak 1963’lerden 1964’lerden sonra Kürdistan'da gelişen ve gelişebilme potansiyeli olan her harekete, her özgürlük çığlığını kendi dar ailesel çıkarları gereği karşı çıkmaya ve bunun içinde bu özgürlük çığlıklarını hem feda etmeye hem de bastırmaya ant içmiştir.
Burada uzun uzun KDP ve Barzani ailesinin tarihçesini açma gereği duymuyoruz. Doğu Kürdistan devrimcilerine karşı yaptıkları biliniyor. Nasıl o parçanın devrimcilerini teslim alarak İran’a teslim ettikleri de biliniyor. Bizatihi İ-KDP öncülerinden Süleyman Muini, Mele Avare ve İsmail Şehzade’leri katlettiler. Hilmi Tevfik halen ortada nasıl kaldırıldığı bilinmiyor. Yine Dr. Qasımlo’nun Barzaniler için söyledikleri ortada.
Kuzey Kürdistan’ın en seçkin iki devrimcisi olan Dr. Şıvan ve Sait Elçi’nin KDP tarafından nasıl tasfiye ettiklerini de herkes biliyor. Ve tabii daha önceleri güçlü bir demokrat ve yurtsever olan Faik Bucak’ın katledilişini de herkes az çok biliyor.
Güney Kürdistan'da Ali Asker ve arkadaşlarının başlarına geleni de Güney Kürdistan'da herkes biliyor. Yine 1996 yılında Dr. Sirwan’ın nasıl hunharca katledildiğini de herkes biliyor. Ve tabi 1997 yılında Hewler’de hasta hanede tedavi olan Kürdistan devrimcilerinin nasıl hunharca katledildiğini de herkes biliyor.
Sözü uzatmadan belirtelim ki KDP ve özelde de Barzani ailesi Kürt halkına karşı –kendi dar ailesel maddi ve iktidar çıkarları için- on yıllardır yapmadığını bırakmamıştır.
En son Rojava Kürdistan Devrimine karşı düşmanlıkları ise en açık bilinenidir. Erdoğanlarla birlikte el ele, kol kola yaptıkları açıklamaları herkes duydu. Basınlarında Rojava Devrimi karşıtlığını da herkes duydu. Rojava Devriminin nasıl bir devrim olmadığını, nasıl bir BAAS devlet işbirlikçisi olduğunu ve böyle ağıza alınmayacak birçok hakareti de sarf etmeyi esirgemedikleri gibi aylarca Rojava’ya açılan kapıyı ekonomik olarak çökertmek için her şeyi yaptılar. Bunlar yetmedi çetelere para ve silah verdiler. Bunlar yetmedi Türkiye devletinden Rojava’ya açılan diğer kapıların açılmamaları için dayatmalarda bulundular ve halen de bulunuyorlar.
Evet,KDP ve Barzani bunların hepsini yaptı ve halen de yapıyor. Bunlar yetmedi bu kez Kuzey Kürdistan'da süren seçimlere AKP yandaşı olarak katılmaya başladılar. Nedeni açıktır;AKP Barzani ailesiyle milyarlarca dolarlık petrol, alt yapı, inşaat, ihale derken her türden ekonomik anlaşmalar yapmıştır. AKP giderse Barzani ailesine giden bu milyarlarca dolarlık gelirler gidecek. Elbette bir sürü başka hesap ve kitapta cabası.
30 Mart seçimlerine birkaç gün kala Neçirvan Barzani’nin işte Van’a gelişinin altında yatan temel nedenler budur. AKP’nin bir bakanı gibi Kürdistan'da AKP’nin seçim kampanyasına katılmak için gelmiştir. Seçim meydanlarında Erdoğan ve Kürdistan'da işbirlikçiliği iliklerine kadar yaşayan güruhlaşmış beyin ve yüreklerini para karşılığına satmış kişilerle podyuma ve mitinglere çıkmasına gerek yoktur. Bu çok açık olur ki tepki toplamaya müsait duruma gelirler. Bunun için öyle yapmayacaklardır, ancak birçok çevrelerle ilişkilenerek AKP’nin seçimleri kazanması için teşvik edecektir. Güney Kürdistan'da kimilerine ekonomik çalışmalar yürütmeleri için sözler vereceklerdir. Böyle çevrelerden seçimde aktif olarak AKP’nin yanında yer almalarını isteyeceklerdir.
Elbette Neçirvan’ın yapacaklarının tümü bunlar değildir. Kendilerince Kuzey Kürdistan’a müdahale etmek için eski KDP’lileri, Avrupalarda yaşayıpta AKP tarafından özgürlük hareketinin karşıtlığını yapmak için getirilenleri, eskinin tüm düşmanlarını derken Hizbullahçıları AKP’ye destek sunmaya davet edecek ve bunun için aktif çalışma yürütmelerini isteyecektir.
Derler ya: “Alışkanlık, bir halata benzer. Her gün bir lifi örer ve sonunda, onu koparamayacak kadar güçlü yaparız” misali Barzani ailesi her gün ama her gün kendilerini kelepçeleyecek halatlar örmektedirler. Maalesef bu halatların kendileri için ne anlama geleceğini de bir türlü anlamamaktadırlar.
Güney Kürdistan'da yaklaşık 6 aydır seçimler yapılmıştır. Ancak bir türlü bir hükümet kurulamıyor. Bunun üzerinde düşünüp önce kendi sorunlarına yoğunlaşma yerine neredeyse günlük olarak AKP’nin bir yağdanlığı gibi Kuzey ve Rojava Kürdistan’ını karıştırmak için çalışıyorlar. Herkesin bir sabrı vardır. Allah korusun bu sabır taşırsa o zaman Güney Kürdistan'da aylarca hükümetinin kurulmasını bekleyen kesimler acaba ne yaparlar?
Önemli bir soru buyken diğer önemli bir soru ise sözde KDP’nin ortasında bulunan D’nin demokrat ya da demokratik anlamında kullanılmasına rağmen, altı aydır Güney Kürdistan'da neden hükümet kurulamıyor sorusudur? Bu soruyu kendilerini KDP’ye duygu olarak yakın duranlar bu kendilerine iyi sormalıdırlar.KDP’ye ekonomik olarak yakın duranlar iyi sormalıdırlar.
Dediğimiz gibi sözü uzatmadan yeniden belirtelim ki: “Alışkanlıklar, bırakılmazlarsa, zamanla ihtiyaç haline gelirler.” Gerçekten de KDP ve Barzani ailesi için Kürt halkının çıkarlarına düşmanlık yapma tamamen bir alışkanlık haline gelmiştir. Bu alışkanlıklar KDP ve Barzani ailesi için tamamen birer kelepçe haline de gelmiştir.
Maalesef bu kelepçenin anahtarını ise Neçirvan Barzani’nin AKP Van seçim gezisinde görüldüğü gibi, KDP çoktan kaybetmiştir.
HAYRİ ENGİN
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
İşgalci TC ordusunun Medya Savunma Alanlarındaki hava hareketliliği özellikle Newrozla beraber yoğun bir şekilde devam etmektedir. Ayın 20'sinde başlayan savaş uçakları ve keşif uçuşları hareketliliği şimdiye kadar devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Newroz'u kutluyoruz, halkımız bu Newroz günlerinde en iyi konuşmayı, giyinmeyi, türkü söylemeyi, hatta yemeyi, içmeyi bir gelenek olarak yaşıyor. Biz de böyle olması için büyük özen gösteriyoruz.
Böylesi Newroz günlerinde bizdeki yaşamı tanımak giderek bir tutku halini alıyor. Hele bu yaşama neredeyse ilk başlar gibi başlamak ve yine neredeyse binlerce yılın köleliğiyle yaklaşmak hem çok umutlandırıyor hem de çok öfkelendiriyor. Kendine büyük saygıyı yakıştırmak, hele bunu yiğitliğe karşı konuşturmak çok önem taşıyor. Yalnız yeni gün, yeni yaşam ve onun bayramı, ama gerçeğimizin nasıl olduğunu göstermeden böyle kutlamaya girişmek, bir ikiyüzlülükten öteye anlam taşımaz. Bu bayramları oldum olası özüne uygun yakalamaya çalışmakla birlikte, pek de öyle bir bayramlık durumumuzun olmadığını da gördük. Hele bu son yılların anlam kazanan Newrozlarına düşmanın katliamlarla cevap vermesi bizi bayram gerçeğine biraz daha gerçekçi yaklaşmaya zorladı ve biz bu yılki bayramı kapalı yerlerimizde gerçeğimizi düşünerek kutlamanın daha doğru olacağına inandık. Savaşı daha hazırlıklı karşılamak için düşünmek, mümkünse gerillayı daha iyi savaştırmak temelinde kutlamak gerekir.Bunun dışındaki kutlamaların yalan, sahte olacağını ve halkı zor duruma düşüreceğini gördük. Bu tuzağı bozmaya çalışıyoruz. Düşmanın dayatmak istediği gibi bir bayram olmadığı halde, bayram varmış gibi davranmak gafletin en gelişmiş düzeyini gösterir. Buna alet olmamaya büyük özen gösteriyoruz.
Halk geçen Newrozlara, hatta çocukluk günlerimizdeki Newrozlara rengarenk giysileriyle, yiyecekleriyle ve en güler yüzlü ifadesiyle, coşkuyla katılmak istiyordu. Biz de öyle anlamak, katılmak istiyorduk. Ama gün geçtikçe gerçekler dünyasıyla karşılaştıkça gördük ki, bayramlar çoktan bizim bayramlarımız olmaktan çıkmış, bizi başkalarının eğlencesi durumuna getirmiş. Ve ilgimizi azalttık, hatta hiçbir günden farklı olmayan günlerdir dedik, öylesine ilgisizdik. Bizim olası bayramlarımız nasıl olabilir? Bunu düşündük ve sonuçta gerillamızla yavaş yavaş gerçek Newrozların önünü açmak istedik ve son yıllarda bizim olmaya uygun bazı Newrozlar, Newroz günleri kutlanmaya çalışıldı. Düşman buna kan kusturdu, üstün teknik gücüyle, itiyle, çakalıyla saldırdı ve biz şimdi Newroz’u daha iyi anlamaya çalışıyoruz. Çok daha gerçekçi ve bizim olması gereken, bizim istediğimiz biçimde kutlanması gereken Newrozlara hazırlık yapıyoruz ve bu hazırlıkları en gelişmiş özgürlük araçlarımızla, onun savaşımıyla, halkımızın savaşa hazır tutkusu, iradesiyle karşılıyoruz. Bu, güzel bir Newroz’a hazırlanma günleridir. İnanıyorum ki, halkımız da bundan memnundur ve tam istediği gibi kutlamasa da, kutlamanın eşiğinde böyle iyi savaşmaya veya kendini iyi konuşturmaya, özgürlük giysileriyle ve türküleriyle hazırlanmaya çalışmak, en az onu bütün yönleriyle yaşamak kadar değerlidir. Bunu gösterdiğimiz için memnunuz. Biz biraz daha derini görmek ihtiyacındayız, hem de böylesi günlerde, duyguların ön plana çıktığı günlerde en derin düşünceyle girmek zorundayız. Saygıyı başka türlü elde etmenin, ona dayalı sevgiyi, coşkuyu yakalamanın başka çaresi yoktur. Ve hemen akla PKK gerçeği geliyor; PKK’de yaşam gerçeği, PKK’de savaş gerçeği, çok yönlü mücadele, onu her tarafa çekiştirebilen, onu ilk ilerletenler, onun kahramanı olanlar, onun ayak bağı olanlar, onu geri çekenler, onu öne çekenler, onun tutkusu içinde olanlar, onun öfkesi içinde olanlar neredeyse yaşamın biricik gerçeği haline gelmiş. Buna şaşırmıyoruz.
Bu kadar şehit kanıyla, bu kadar büyük direnişle ve cesaretin, fedakarlığın eşsiz örnekleriyle dolu bir hareketin gerçeğinde bir halkı yakalamak, bir ulusu, bir insanlığı yakalamak ve yaşatmak en tercih edilen, en coşkulu ve görkemli tercihimiz oluyor. Böylesi bir yaşam, özgürlük irademizin kendisi oluyor. Savaşı yıllar önce çok düşündük; daha o kışın her bakımdan zorlayıcı koşullarından yeni çıkmışız, oldukça donmuşuz, azıklarımız az kalmış, en az kışın soğukluğu kadar, işgalin, istilanın soğukluğu da çok yoksul bırakmış ve öyle bahara yaklaşıyoruz. Umut baharı, baharları, sadece o kadar. Biz kendi dönemimizin baharlarını sadece umut olmaktan çıkarmanın büyük gereğine de inandık, umudun gerçekleşmesi daha tatlıdır dedik ve yüklendik. O düşünceler, o uğraşlar biraz da yüzyılların, bin yılların umuduna, doğru bir gerçekleştirme şansı vermek içindi. Başka türlü saygı olmuyor, başka türlü insanın uğraşısı erdemli olmuyor. İçeriksiz laflardan bıktık, çirkin suratlardan, ağız dalaşmalarından nefret ettik. Kürt yaşamı, o kendini kendi eliyle akrep gibi zehirleyen yaşam ihanet yaşamıdır. Bu ne kadar bıktırıcı ve nefret ettirici de olsa onu anlatmak ve göstermek istedik.
İhanetin gerçeğini ortaya çıkarmak ve en önemlisi de ona karşı savaşımı vermek kolay mı sanılır! Senin her şeyini beş paralık duruma getirmiş, hatta daha da kötüye çevirmiş düşmanı sinesinde seyretmek, ona karşı ağlamak, sızlamaktan başka hiçbir şey yapmamak ve kötü bir isyanla daha da beterin beteri bir duruma düşmekten başka yol olmadan yaşamak kolay mı sanılıyor! O günleri çok düşündük, bugünler nasıl böyle günler olmaktan çıkarılır diyerek ona büyük anlam vermek istedik. Ve çok az kişi anlamak istedi, çok az kişi bu temelde kaderi paylaşmak, birleştirmek istedi. Habire kaçış, habire ölüm daha çok tercih edildi. Kendine, kendi yaşamına, olması gereken yaşamına bu kadar ters ve haince yaklaş, yabancının, işgalcinin yaşamına bu kadar koş; kutsal kitapların cennet beldesi diye tabir ettikleri ülkeyi bu kadar ucuz terk et, hem de ardına bakmadan! Hem de tarih boyunca buraya girmek için, burayı yaşama çevirmek için insanlığın en soylu çabasını harcayacaksın ve sen ardına bile bakmadan, el bile sallamadan “bu harabeden, bu viraneden, artık karın doyurmaz, yaşatmaz bu yerden kurtuluyorum” diye kaçıp gideceksin! Bu ağırdır ve anlamını çokça bilmedikleri bir ihanettir. Ve biz gerçekten o çocuk halimizle, o çok zor günlerimizle bunun böyle olmaması gerektiğini, bu beldeden böyle kopuşun pek hayra alamet olmadığını düşündük. Adeta ‘ben çok yoksulum, çok fukarayım, çaresizim’ diyen bir arkadaştan kopar gibi bir kopuştu bu.
Böyle olmamalı; çaresiz olabilir, kimsesi olmayabilir, sanırım o gün için karın doyuracak bir yer olarak da görülmeyebilir; hele yabancıların, metropollerin sana sundukları gibi rengarenk yaşamı olmayabilir, ama ben tam da burada biraz durup adaletli olmaya çalıştım. Ata, ana, baba ocağı neden bu kadar kolay, hem de hor görülerek terk ediliyor? Aklıma hemen bu beldelerin harabeleri geldi; kurdu, kuşu, yılanı, çıyanı geldi, bu bir yılan, çıyan bile olsa, ondan kopmanın sakıncaları geldi. Sanki gerçekten kuşlar yalnız kalıyor gibi bir duyguyla ayrılıyorduk ve oraya her dönüşte büyük bir tepkiyle, o ata ocağına ilgi veya rahatsız edici bir tutum içindeydik. Böyle olmaması gerekirdi. Ne kavga biliyorsun, ne görebiliyorsun ve gerçek bir ikilem içinde dolanıp durman söz konusu. Yabancının, işgalcinin ne kadar seni cezbeden yanları, yerleri, yaşamları da olsa sen tümüyle kopamıyorsun, işte bu seni devrime yöneltiyor.
Arayış bu ve giderek devrim düşüncesi bunun örgütlü savaşımı oluyor. Biz devrime böyle başladık. Şimdi bunları neden anlatma gereği duyuyorum? Halen doğru bir yurda dönüş, ata ocağına dönüşün, insanlığın ocağına, beşiğine dönüşün anlamını çok az bildiğiniz için anlatıyorum. Yıllarca orada kalıp da güzel bir sayfa açmaya, bir şiirsel sayfa açmaya özen göstermeyenlere bunu söylüyorum. Kaldı ki bana göre gerçekten yaşamın her anı, her günü bir şiirsel anlatım kadar güzel olmalıydı. Tabii sömürgecinin mücadelesine kapılmayacaksın, fakat kendinin de kendine ilişkin sunabileceği hemen hemen hiçbir şey kalmamış. İnsana gidiyorsun yüzünü çeviriyor, köyüne gidiyorsun fazla umut vaat etmiyor. Kör, naçar biz böyle seyrederdik; Urfa’yı seyrederdik, Diyarbakır’ı seyrederdik, dağları seyrederdik. Dağların doruklarındaki kar içimizi biraz aydınlatırdı. Orada bir temizlik vardı, dağların dorukları biraz umutlandırırdı, muhtemelen orada bir özgürlük var diye düşündük. O tarihi harabelerin yanına varırdık, kimlerdi bu insanlar? Orada biraz büyüklüğü gördük. Onlar da bizim gibi bu topraklara yakın yaşamışlar. Kimdir bu büyük kayaları oralara çıkaranlar, o büyük sütunları dikenler, o yazı yazan eller, kim? Onların tutkusu, aşkı neydi? Ve bu, kendi cüceliğimiz konusunda bizi utandırır dururdu.
Birecik Kalesi’nin dibinde ilk girdiğinde dikkati çeken hep o sütunlar, o büyük taş parçalarıydı. Ve yine hor görmeye çalıştığım, o kalenin dibindeki dükkanlarda kulakları sağır eden odun kesicilerinin, hayvan satıcılarının, çok ucuz öteberi satan bir ticaretin ayak sesleri, gürültüsü, alışılmaz sözleriydi. Bir uygarlık köprüsü kurulmuştu, Birecik Köprüsü. O köprü, sanki bilinmez bir yere senin en değerli nesnelerini taşıyıp götürüyor. Gidişi pek anlamlı bulamamıştım. Tabii bütün bunlar dönmemecesine mi gideceksin, tekrar mı döneceksin sorularını akla getirir. Köprüyü aşmak gerçekten aşmak mıdır, yoksa düşmek midir? Hep öyle ikircikliydi geliş-gidişler.
Biz metropol günlerine fazla bağlanıp cazibesine kapılmadık. Belki de o, bizim çok durgunlaştırıcı, hırpalayıcı, çoktan düşürülmüş kişiliğimize görünüşte bir şeyler verebilirdi ve biz de iyi almaya çalışıyorduk. Karnı aç olanın midesine her şeyi indirmesi gibi sunulan bir çok şeyi indirmeye çalışırdık. İçinde ne var demeden, ne kadarı zehirler, ne kadarı mide öz suyu haline gelebilir demeden atıştırdık. Ne bulursak atıştırdık. Tabii bu, erken yaşta bizi yordu. Pek de iyi bir mide doyurması olmadığı ortaya çıkıyordu. Giderek kendimiz için gerekli olanı almaya çalıştık. İşte bu felsefedir, bu sosyalizmdir, bu giderek devrimci düşüncelerdir. Bu düşünceyle metropollerle tanışmaya çalıştık. Sömürgecilerin “hizmetinde” olaya yöneldiğimizde de, bir küçük memuru olmaya çalıştığımızda da ilk aklımıza gelenler; para buradan gelir, paranın bir çekim gücü vardır, ama niçin? Diyarbakır’a geldik, bir kadastro memuru için eğer kafasını çalıştırırsa iyi bir para yeridir. Rüşvetin baştan çıkarıcı eli cebime girdiğinde kabul etmeli miyim, etmemeli miyim, bu rüşvetçilikle çok alınmış, satılmış kişiliklerden birisi mi oluyorum biçimindeki endişeyi sabaha kadar tartışırken bir yolunu buldum. Muhtemelen o günün bazı ortamlarına göre devrimci niyetlerim olabilir, ulusal niyetlerim olabilir, bu toplumu bu halinden çıkarmaya benzer bazı tasavvurlarım olabilir, onun için kullanamaz mıyım? Bu daha hayırlı olabilir dedim ve indirdim cebe. Bir yatırım oluyor, devrim yatırımı ve ’70’li yıllar böyle karşılandı. Tabii gezdik, gördük, biraz daha ağalığın gücünü gördük, mülkiyeti tanıdık. Kürdistan’a yönelim biraz daha hazırlık istiyordu.
Demek ki, çok köklü bir geleneğin de ürünü olsa, o küçük rüşvetin bir devrim yatırımı olması hem bizi çok iyi sorgulayan hem de uyartan bir gelişmeydi. Rüşveti yedin, ama devrim nerede, devrim ne olacak? Evet, devrim için daha fazla hazırlık gerekiyordu. O sıralar Diyarbakır’ın kara taşına bakıyordum, Temmuz sıcaklığında buralarda ne bitebilir? Gerçekten en az o kara taşlar kadar kara yürekler söz konusu. Eski büyüklüğe çağrı yapan tarihi anıtlar var, türküler var, dinliyoruz. Ama geride ne kadar eser kalmış ve bunlara kim sahiplik ediyor? Onun hareketi, onun acıları içinde fazla kalmadan tekrar bir metropol çıkışımız oldu. Biraz yaşayabilir miyim, yaşayacaksam bu sefer devrimin tam sesi olarak buralara yönelebilir miyim? Bu duygu ve düşüncelerle ’70’li yılları düşmanın o büyük kalelerinde karşılamaya çalıştık. Biraz çelişkilidir; Atatürk’ün kabri dibinde kendi mayalanmamızı son sınıra kadar hazırlamak istedik. Ve bilindiği üzere oldukça da anlatmaya çalıştık. Bir küçücük grup az bir umutla ve çok az bir hazırlıkla ’73’ün baharını, onun Newroz’unu o Newroz gününde karşılamaya çalıştık. Ülkemizin adını ağzımıza alalım mı? O zaman herkes “Doğu” diyordu. Artık burası Kürdistan olsun dedik. Kitaplarda böyle sözcükler geçiyor. Bir çok sol grup vardı, bir grup da bu ülke için olsun dedik. Ama bir kaç kelimeden daha fazla bilgi dağarcığı yok, genel teori uluslar üzerine çok şey söylüyor, ama biz nasıl bir ulusuz, nasıl bir ülkeyiz? Genel teori parti üzerine çok şey söylüyor, ama biz partileşmenin neresindeyiz, nasıl başlayacağız? Büyük bir sır var, cevabı oluşturmak gerçekten bir kaç büyük cephe savaşından daha fazla sorumluluk isteyen, yaratıcılık isteyen bir savaş ister. İşte buna da kör-naçar girmeye çalışacaktık.
Biraz o dürüstlüğümüz, o topraklara halen olan ilgimiz, o “beni unutma” diyen dağlar, taşlar, kurtlar, kuşlar, varsa devrim teorisi, varsa devrim partisi bize göre de biraz oluşamaz mı dedirtiyordu. Gerçek anlamda ahım şahım bir yanımız yoktu, ama bir soysuz gibi “metropole kavuştum, yüksek okula da kapağı attım, hele de cebime sıcak paralar gelir” diyerek kendimi yere atmadım. Biraz daha ileri amaç, onun biraz daha genel düşüncesi ve biraz daha çıkara bulaşmamış arkadaşlık ilişkileri kurduk. Samimiydik, inançlıydık, artık güçlenmek de istiyorduk. 1973 Newroz’u böyle karşılandı. Dikkat edilirse anlamlı bir karşılayış, ülke adını ağzımıza alıyoruz, ayrıca sömürgedir diyoruz. İlk defa bu sözcükler çıkıyor ve bunun için bir de bağımsız bir grup yerindedir. Çünkü o zamanın Marksizm-Leninizm adına ahkam kesenler küçük bir grup oluşturmayı bile Marksizm’e “ihanet” sayıyorlardı. Biz bu anlamda ihanetse olsun dedik ve kendi grubumuza yönelme gereği duyduk. Bunlar önemli gelişmelerdir.
Düşmanın kalesinde, Ankara’sında, Anıtkabir’in dibinde ulusal kurtuluşçu düşünce mayalandı, biraz ortaya çıktı; sosyalizmle tanışma, çağdaşlığın düşünce biçimleriyle tanışma gerçekleşti. Belirttiğim gibi oburcasına ne kadarını hazmeder demeden atıştırıyorduk, ama hiç olmazsa gerekli olanı özümseriz diyorduk. O yılları böyle değerlendirmek gerekiyor. Dolayısıyla ruhumuzu satmadığımızı söyleyebilirim. Bin bir yerden düzene bağlanmak istenilen kişiliğimizi satmamaya büyük özen gösterdiğimi belirtebilirim. Örneğin Diyarbakır’ın da beni yerel gerici mihraklara bağlamadığını söyleyebilirim. Biraz bağımsız, özgür kalmaya çalışıyoruz. Seni her taraftan yutmak isteyen, hele biraz memurlaştın mı, biraz böyle para gördün mü, biraz yüksekokul gördün mü her taraftan seni bağlamaya çalışan ve en kötüsü de senin kendi içindeki ihtiras, kendi içindeki o döneme göre çok tutkulu düzen içi yaşamın, paracıl yaşamın, kendi geriliğin, başkalarının yaşamına dört elle koşuşun seni götürebilirdi. Artık tesadüf müdür, istisna mıdır veya biraz yitirilmeyen bazı insani ve halkımıza özgü yanlar mıdır bizi böyle tedbirli olmaya götüren. Söylendiği gibi genel bir ülke, bir sömürge söylemi, bir grup niyeti, öyle sanıyorum ki bu yıllara karşı bizi sigortalayan temel gerçekler oluyor.
Tabii insanlık öyle kolay kazanılmıyor, şerefli, onurlu olmak öyle sanıldığı gibi kolay değil. Kendine karşı saygıyı yitirmek çok kolay, saygı kazanmak ise bu yıllarda çok zor. Her şey seni senden alıp götürüyor. Ama her şey bu yıllarda seni senden alıp tanınmaz hale getiriyor ve sen zenginleşiyorum diyorsun, ama müthiş köleleşiyorsun; özgürleşiyorum diyorsun, ama görülmemiş ihaneti yaşıyorsun, bağımsızlaşıyorum ve böylece çağdaşlaşıyorum diyorsun! İlk çağın kölelerini anladık, prangaya vururlardı, pazarlarda alıp satarlardı ve sonuçları belliydi. Ama bu çağdaş kölelik, bu Kürt köleliğinin de gerçekten ne tarihte eşine rastlanıyor, ne de çağdaşlıkta böyle kölelik biçimlerine tanık oluyoruz. Onun gerçeği içinde yutulmamak, bu nedenle Ankara’sında yutulmamak çok önemli oluyor.
Derlemeler
Reber APO
- Ayrıntılar