Basına ve Kamuouyuna!
Demokratik çözüm yürüyüşü çerçevesinde büyük duyarlılık ve hassasiyetle sürdürdüğümüz yürüyüşümüz devam etmektedir. Botan ve Dersim Sahalarından yola çıkan gruplarımız 23 Ağustos tarihinde Medya Savunma Alanlarımıza ulaşmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 18 ve 20 Ağustos tarihleri Arasında işgalci TC ordusu Batmana bağlı Sason mıntıkasında yoğun askeri hareketlilik geliştirmiştir. Ayrıca Batmana bağlı Mawa, Mehina ve Guharê mıntıkalarına da skorski helikopterlerle indirmeler yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Önderliğimizin ve Hareketimizin aldığı karar ve yürürlükteki Demokratik Çözüm yürüyüşü çerçevesinde Karadeniz, Dersim ve Serhat bölgelerinden yola çıkan gruplarımız Medya Savunma Alanlarımıza TC ordusu hareketliliğine rağmen ulaşmıştır.
- Ayrıntılar
Halkımıza ve Kamuoyuna!
15 Ağustos tarihi adımımızın yıldönümünü andığımız bu önemli süreçte Kahraman Şehitlerimizi anarak büyük özgürlük yürüyüşünü her zamankinden daha güçlü sürdüreceğimizin sözünü yeniliyoruz.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 20 Ağustos günü saat 17.00 ile 19.00 arası Medya Savunma Alanlarımızdan Zap 'a bağlı Talisa, Erbiş köyü, Erbiş boğazı ve Şehit Çolemerg mıntıkaları işgalci TC Ordusu tarafından obüs ve havanlarla bombalanmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 19 Ağustos günü saat 11.00 ile 12.00 arası işgalci TC ordusuna ait savaş uçakları Medya Savunma Alanlarımızdan Zap bölgemiz üzerinde alçak uçuş yapmıştır.
- Ayrıntılar
Kürdistan tarihinde Mahabad bir yaradır. Hem de tüm Kürtlerin belki de en büyük kapanmayan yaralarından bir tanesi…
Mahabad Cumhuriyeti 1946 yılının ocak ayında kurulmuş ancak 1947 olmadan yıkılmıştır. Mahabad Cumhuriyeti’nin liderliğini yapmış olan ak yüzlü Qazi Muhammed ve iki yoldaşı ise 31 Mart 1947 günü aynı Cumhuriyeti’nin ilan edildiği Mahabad’ın Çarçıra meydanında tüm Kürtlerin gözleri önünde idam sehpalarında katledilmişlerdir.
Tarihi az çok bilinler bilirler ki Mahabad Cumhuriyeti sadece Mahabad Cumhuriyeti’nin eksiklerinden dolayı yıkılmamıştır. Tam tersine dış güçlerin adeta topyekün Mahabad’ın başına çullanmalarıyla yıkılmıştır. İkinci dünya savaşında sözde galip çıkan demokrasi cephesi öyle görülüyor ki 1946 yılında Yalta’da yaptıkları konferansla Kürtlerin üzerlerini çizmişlerdir. Ve olan yeni kurulmuş olan Mahabad Cumhuriyeti’ne olmuştur.
Sovyetler Kızıl Ordularını çekmişlerdir. Kızıl Ordularıyla birlikte Kürtlere sundukları yardımları da. Ne de olsa Yalta ile Doğu Avrupa’yı elde etmişlerdir. Geride kalan diğer alanlar ise demokrasi cephesinin üyelerine peşkeş çekilmiştir. Ve bu sözde demokrasi cephesinin en temel güçlerinden bir tanesi İngiltere’dir. İngiltere, daha doğrusu İngilizler ise 1800’lerden başlayarak Kürtlere karşı düşmanlık faaliyetleri içerisinde olarak her zaman Kürtlere karşı olmuşlardır. Öyle ki nerede Kürtlere karşı bir oyun sergilense ve bu oyunların altı eşilse kesinlikle altında İngilizlerin çıktığını tarih bize göstermiştir. Tabi bu kez sadece İngilizler yoktur, bu kez yeni yetme ABD’lilerde vardır. Fransızları saymadan olmaz. Onları da ekleyelim. Türkiye devletini saymaya gerek bile yoktur.
İşte tüm bu güçler 1946 yıllarının sonlarına geldiğimizde topyekün bir merkezden İran devletinin arkasında durarak Mahabad Cumhuriyeti’nin yıkılmasında başrolde yer aldılar.
Arada bu kez yaklaşık 67 yıl geçti, bu kez yer Mahabad değil bu kez yer Rojava Kürdistan’ı. Ancak aktörler yine benzer.
Tuhaf, ama bir gerçek. gerçekten de aktörler benzer. Sovyetler bu kez Rusya olarak Esat rejiminin yanında yer alarak Kürtlerin kazanımlarını görmemezlikten geliyorlar. İran zaten dünden Kürtlerin tasfiyesi için hazır. Türkler aynı 1946 yılında olduğu gibi Kürtlerin hiçbir statü elde etmemeleri için karşıt cephede yerini almaktadırlar. ABD aynen 67 yıl öncesi gibi yine Kürtlerin kazanımlarını tasfiye etmek için iş başında. İngiltere ya da Avrupa’da aynı çizgide.
Tuhaf dedik ya bu kez aynen 1946 yılında nasıl Molla Mustafa Barzani bir mermi patlatmadan Mahabad’ı tek bırakmış ise bugünde benzer bir doku devam ediyor. Bu kez PDK hem maddi hem de manevi desteklerini Kürtlerin Rojava’da tasfiye edilmesi için sarf etmekten vazgeçmiyor. Önce Rojava’da Kürtlere saldıran sözde kimi güce silah ve para veriyor, böyle Kürtlerin kazanımlarına karşı saldırı içerisinde oluyor. Diğer yandan ise Rojava ile olan sınırlarını kuş uçmaz temelde kapatarak Rojava’ya tümden bir ambargo uyguluyor. Geçen yılki ambargo biliniyor. Ancak bu kez ki ambargo tek başına uygulanan bir ambargo değildir. Öyle görülüyor ki yukarıda isimlerini verdiklerimiz güçlerin ortak bir kararını PDK uyguluyor.
Evet, gerçekten de bugün Rojava’ya karşı birçok güç saldırı içerisindedir. Hem de ortak bir cephe oluşturarak bu saldırılar yapılıyor. El Nusra gibi El Kaideci bir güç ABD ile aynı eksende yerini alabiliyor. Yine TC devleti Beşar Esat ile aynı çizgide Kürtlerekarşı buluşabiliyor. Yukarıda dile getirdiğimiz gibi İran, Hizbullah derken birçok Arap devleti de Kürtlere karşı cephenin içerisinde Kürtlere karşı yer alıyorlar. Ve bu ortaklaşmayı da öyle gizli kapaklı yürütmüyorlar. Kimi zaman açık açık alenen yürütüyorlar.
Ne var ki tüm bu saldırıları yaparlarken bir şeyi unutuyorlar, o da Kürtlerin artık eski Kürtler olmadıkları gerçeğidir.
Kürtler artık Mahabad Cumhuriyeti’nde oldukları gibi tecrit değildirler. Yine Mahabad gibi sınırlı bir sahada da örgütlenmiş değildirler. Yine Mahabad gibi silahı olan komutanlarının meydanı terk eden bir durumları da yoktur. Tam tersine Mahabad’ın içine düştüklerine düşmemek için bu kez Kürtler hem geniş bir sahada, hem daha hacimli hem de daha büyük askeri bir güçle kendilerini örgütlemişlerdir. Yine hiç olmadığı kadar Kürtler kitlesel bir güce de kendisini eriştirmişlerdir.
Bunun için diyoruz ki Rojava Mahabad Cumhuriyeti değildir. Mahabad Cumhuriyeti elbette onurumuzdur, ancak bu kez onurumuzu hiç kimseye ama hiç kimseye teslim etme niyetimiz ve düşüncemiz yoktur. Bu kez Kürtler topyekün Rojava’nın tüm kazanımlarını sağlama almak için canlarını ateşten gömlek yaparak Rojava devrimini tasfiye etmek isteyen güçlere karşı koruyacaklardır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
“dağ Çiçeklerim”
“Her sömürgeci ulus, faşist eğilim tohumunu bünyesinde taşır” derler.
1712 doğan ve 1778 ölen Jean Jacques Rousseau Toplumsal Sözleşme isimli kitabında “Yalnızca gücü ve güçten doğan etkiyi dikkate alacak olsaydım, derdim ki bir halk eğer boyun eğmek zorundaysa ve boyun eğiyorsa iyi ediyordur. Fakat boyunduruğunu silip atabilecek duruma gelir gelmez silip atarsa daha iyi eder. Çünkü özgürlüğü elinden alınan bu hangi hakka dayandırılarak yapılmışsa aynı hakka dayanarak onu geri alma hakkı vardır. İnsanın özgürlüğünden vazgeçmek demek insan olma niteliğinden insan haklarından hatta ödevlerinden vazgeçmesi demektir. Böyle bir vazgeçiş insan doğasıyla bağdaşmaz. Çünkü özgürlük elde edilebilir, ama kaybedildi mi bir daha ele geçmez” der.
Kürtleri sömürgecilik statüsünde tutanlar Kürtleri sadece sömürgeci statüsünde tutmamışlardır. Onlar birde Kürtlere biçtikleri sömürgeci statüyü özendirmek için ne kadar da büyük uğraşlar sergilemişler…
Bir halkı adeta belleksizleştirmek için giriştikleri uğraşları üstelik kitaplaştırarak alay etmekten de geri durmamışlardır…
Durmamanın da ilerisinde adeta alay ederler, nasıl bitirdiklerini birde alandıra ballandıra tüm dünyaya anlatarak ne kadar da büyük bir medeniyet eylemi yaptıklarını anlatırlar…
İşte “Dağ Çiçeklerim” adlı kitap tam 20 yıl boyunca Kürdistan’da öğretmenlik yapan bir hanımın öyküsüdür. Üstelik bu yıllar 1930’lı yıllardır. Yani Kürdistan’da fiziki soykırımın diz boyu yaşandığı yıllardır. Daha doğrusu fiziki soykırımı gerçekleştiren TC devleti bu kez fiziki soykırımı-kızıl katliamı-kültürel soykırımla-beyaz katliamla-tamamlamak istediği yıllardır. Dersim katliamının bir numaralı uygulayıcısı ve Kürt halkının düşmanı olan Abdullah Alpdoğan’ın Kürdistan’da görev yaptığı yıllardır…
Kitapta Kürdistan’ın kızıl katliam ardından nasıl Türkçeye yani Türkçe diline açıldığını sayfa sayfa görüyoruz. Köylerde çocukların nasıl zoraki alınıp yatılı okullara getirildiğini görüyoruz. Adım adım Türkçenin nasıl benimsetildiğini ve kendi ana dillerinin nasıl adım adım unutturulduğunu da çokça görüyoruz.
Eksik olan: “Her şey kusursuz olurdu … yerliler olmasaydı,” demeleridir. Ama kolonyalist, sömürgeleştirilen olmadan sömürgenin hiçbir anlamı olmayacağını bilir.” Ve bunun için yerlinin kalması, ama kendine benzeşerek kalması, kendisini inkar etmesi, kendisinden uzaklaşarak tam kullanılacak bir hale getirilmesi gerekir ki sömürgecilik para etsin.
İşte sömürgeciliği tümden yerleştirebilmek için ise öncelikle çocukları-özelde de kız çocuklarını-alıp dillerini Türkçeleştirmek gerekir. Dillerini onlarda çalarak yabancı olan bir dilli onların ağızlarına, beyinlerine ve yapabilirlerse dünyanın tüm hileleriyle yüreklerine şırınga edebilmelidir. Başka türlü sömürge insanı sömürgecinin hizmetine koşturulamaz, koşturulamayacağı gibi günün birinde mutlaka bu yaşadığı topraklarda yabancı olanlara karşı bir duruş içerisine girer.
Evet: “Üstelik sömürge insanının ana dili, duyguları, düşünceleri ve rüyalarıyla ayakta kalan dili, yumuşaklığını ve merakını ifade ettiği o dil, yani en büyük duygusal etkiyi yapan dil, aslında en az değer verilen dildir. Ülkede ya da halkların birliğinde bir statüsü yoktur. Bir işe girmek, kendine bir yer edinmek, toplulukta ve dünyada var olmak isterse, önce efendilerinin diline boyun eğmek zorundadır. Sömürge insanı içindeki dil çatışmasında, ezilen anadil olur. Bu zayıf dili bir kenara bırakmaya, yabancıların gözünden saklamaya bizzat kendisi koyulur” hale getirmek için sömürge insanını çok uğraşmak gerekir.
“Sıdıka Avar, Türkiye'nin çağdaşlaşması amacıyla, bir ülkü doğrultusunda, sarsılmaz bir iradeyle, zorlukların üstesinden gelebilmek için büyük bir dirençle didinmiştir. Eğitim, insanın yeniden yaratılması ise, bu işi büyük ölçüde gerçekleştirmiştir. Bu nitelikleriyle Sıdıka Avar, öğretmenlerin önünde parlayan bir yıldızdır” denilmektedir kitabın girişinde.
Tuhaf değil mi? Birilerini kültürel olarak yok edeceksin, bitireceksin, yok sayacaksın, yabancı diliyle asimile edeceksin ve bunun adı ya da yapanın adı “parlayan yıldız” olacak. Halbuki böyle bir dil katliamını yapan, kültürel katliamı yapana sadece ve sadece insanlık suçu yapmaktan dolayı uluslararası alanda yargı kurumunun önüne çıkarmak gerekir. .
Yine kitabın girişinde, kitabı tanıtırken:
“Okuyucunun bu gerçek yaşam gizlerinde, kendisini sürükleyecek, düşündürecek, aslında içinde taşıdığı insan - vatan - toprak' sevgisini bütün sıcaklığıyla bir kez daha duyuracak çok şey bulacağına inanıyorum. Okudukça vatanını, insanını, dağını, ovasını, toprağını, taşını, köyünü, komünü, varlarıyla yoklarıyla daha bir başka sevecektir, biliyorum…” denilmektedir.
Vatan dedikleri başkalarının vatanı, dağ dedikleri başka halkların katledildiği dağlar, ova dedikleri talan ettikleri ovalar, taş dedikleri orada yaşayan insanların başına yağdırılan taşlar, komün dedikleri katledilen komünler, varları yokları dedikleri ise yıllarca ellerinde her şeyleri alınarak sürgün edilen insan… ve tabii birde katledilen on binlerce insan…
Yine kitabın girişinde:
“Avar'ı görüyorum; yalçın dağlara yüz vermiş katır sürüyor, geçit vermez kayalarda 'dağ çiçekleri' arıyor... Avar'ı görüyorum; başörtüsü, şalvarını çekmiş, yoksul, toprak damda köy kadınlarına yavrularının gelecek bilincini aşılıyor... Avar'ı görüyorum, okuluna getirebildiği 'dağ çiçeklerinin dikenleşmiş saçlarından bit ayıklıyor... Avar'ı görüyorum; sınıfta, atölyede, yemekhane, yatakhanede, tuvalette 'çiçekleri'ne yaşam yolları öğretiyor... Avar'ı görüyorum; yoksul sınıfında 'çiçeklerinin kulaklarına, kalplerine Türk dilinin müziğini işliyor...” deniyor ve devam ediliyor.
Bir halkın dilinden bu kadar mı rahatsız ve tepkilisiniz?
Bu kadar mı bir halkın diline kin ve nefret besliyorsunuz?
Bir halkı yok etmek için bin dereden su getirerek o halkın evlatlarını, özelde de kızlarını kendi öz kültürlerinden, öz dillerinden yani ana dillerinden kopartmak için neler yapıldığını görünce insan kendinden utanıyor. Öyle ki Kürt çocuklarını asimile ederek, kendi kişiliklerine yabancılaştırmak için müthiş bir sömürgeci azim gösterilirken, bizler bugün bile halen kendi ana dillimiz olanı korumak ya da geliştirmek için sömürgecilerin bizlerin dillerini yok etmek ettiklerinden gösterdikleri ısrarı ve çabayı sergilemiyoruz.
“Dağ çiçeklerim” adlı kitabı okuduğumuzda sömürgecilerin oto asimilasyon dedikleri iletin gerçekleşmesi için ne kadar da çok dağ dağ, ova ova, ev ev dolaştıklarını görüyoruz.
Ve diyoruz ki sömürgeciler bizleri kültürel olarak yok etmek istediklerinden daha fazla ama daha büyük bir kampanya yani mücadeleyle bizler kendi dilimize ve kültürümüze sahip çıkmalıyız. Aksi taktirde Jacques Rousseau dediği: “İnsanın özgürlüğünden vazgeçmek demek insan olma niteliğinden insan haklarından hatta ödevlerinden vazgeçmesi demektir” durumuna düşeriz ki bu da insanlıktan çıkmakla eş anlamlı olacaktır.
Evet, diyoruz ki sömürgeciliği her yönüyle, etraflıca analiz ederek, yaptıklarının karşısına kendi öz kültürümüzle cevap vererek, ruhsal, düşünsel ve beyinsel olarak özgürlüğümüze doğru adım atalım.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
14 Ağustos günü saat 08.00 de Hakkari'nin Şemdinli ilçesine bağlı Gelişim, Konserve ve Kanala alanlarında işgalci TC ordusu tarafından bir operasyon başlatılmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 11 Ağustos tarihinden itibaren 3 gün boyunca Şırnak ili Besta bölgesi sınırları içinde bulunan Şehriban’a bağlı Risor alanında işgalci TC ordusunun yoğun hareketliliği gelişmiştir.
- Ayrıntılar