Basına ve Kamuoyuna!
Hakkari köy korucuları derneği başkanı ve geçici köy korucusu Sadi Özatak 20 ağustos 2012 tarihinde Hakkari'de gerilla güçlerimiz tarafından göz altına alınmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 9 Ekim günü saat 14.00 ile 16.00 arası işgalci TC ordusuna ait savaş uçakları Medya Savunma Alanlarına bağlı Zap bölgesi üzerinde uçuş gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Bir devrim kadrosu olarak yoğunlaşma sorunlarınız bütün ağırlığıyla devam ediyor ve çözüm sınırlı bir gelişmeyi yakalıyor. Düşman karşısındaki duruşunuz, ağır darbelerle sendeleyişiniz ve hatta bunun farkında bile olmayışınız yaşam karşısındaki gerçekliğinizi de ifade ediyor. Gerek ideolojiye, gerek devrimci pratiğin kendisine karşı ilgi zayıflığından tutalım, çok tehlikeli, yanlış, yetmez yaklaşımları sergilemeniz yenilmiş kişiliğin diğer bir ifadesidir. Bunu öyle kendiliğindenlikle, normal toplumsal gelişmenin bir ifadesi olarak sanmak mümkün değildir.
Sizin geriliklerinize karşı yürüttüğümüz savaşla, direkt düşmana karşı yürütülen savaş neredeyse tam üst üste bindi. Sizin dayattığınız savaş aslında düşmanın dayattığından daha tehlikeli, ayırt edilmesi, ayrıştırılması, aşılması çok daha büyük bir çabayı gerektirir. Sözümona devrimin kadroları olması gereken sizlerin kişiliği, düşmanın bilinçli ajan oluşturmasından da daha tehlikeli ve düşmanın da bunu farkederek bir politika içine girmesi sözkonusudur.
Bunu aşma iradenizin kendini fazla göstermemekle beraber, kendi kendine öfkeli veya gelişmeyi dayatan Parti ölçülerine bir nevi karşı intikamla yönelmesi de çoğunlukla yaşanıyor. Ne kadar geri yanlarınıza vurulsa o kadar karşı tepki geliştiriyorsunuz. Zayıflıklarınıza basmamızı hakaret gibi görüyorsunuz veya altında ezilip gitme biçiminde yaklaşım da gösteriyorsunuz. Bu da tabi devrimin temel öncülük, kurumlaşma, uygun adımlarla pratikleşmeyi boşa çıkarıyor. Size dayatılan başarma zorunluluğun kabul görülmesi şurda kalsın çok çeşitli tepkilerle sürekli önlenmeye çalışılıyor. Dayandığınız en büyük silah; “benden bu kadar, kötürüm olmuşum, gücüm yetmez, kafam almıyor, iradem paramparça, yaratamıyorum, çoktan işim bitmiş” gibi geleneksel toplumun düşman tarafından ezilişinin yansıtılması oluyor. En büyük silahınız çaresizlik silahıdır. Elinizden gelen çok içeriksiz, etkileyici amaca fazla yer vermeme. Bunu parçalamak istedik, fakat hani bir mermer taşi kadar saglamliga biraz sahip olmadiginiz için adeta dökülmedik bir tarafınız kalmıyor. Böyle toprak çıkıyor, kof çıkıyor. Çok çeşitli yönleriyle gerçekleri ne kadar yansıtmaya çalışıyorsak, anlam yoksunluğu ve anlama da olsa yüzgeri olma gibi refleksle karşılaşıyoruz. Artık burada iyi niyet, şu çaba bu çaba önemli olmuyor. Devrimler öyle birşeydir ki ya başarı çizgisinde amansız yürürsün, ya yerle bir olursun. Normal, vasat bir yürüyüş tarzı devrimde en kötü kaybediş tarzıdır. Tamamen sizin duruşunuza denk düşüyor. Nasıl ki bizim yaşam halkımızın başına bela olmuşsa, sizin de başınıza bu anlamda devrimcilik bela olmuş.
Devrimci yaşam diye hareket etme, parantez içinde devrim, kişilikte başlarken bile şiddetli bir hesaplaşmayla başlar. Büyük hesaplaşmayı kendinde yapmayanlar, belki devrimci saflarda olurlar ama devrimin yürüyüşcüsü olamazlar. Devrimde savaşabilirler de, ama çözemezler; devrimci gibi yaşar gözükürler, ama aslında devrimci tarzda yaşayamazlar. Devrimci eğitimi bile nasıl ele aldığınız meçhuldür, karışıklıklarla doludur. Ne kadar ciddi olduğunuz, gerçekten devrimci olmak isteyip istemediğiniz belli değildir. Eski yaşama göre bu yaşam hoşunuza gidiyor veya hoşunuza gittiği kadar 'ben varım' diyorsunuz. Tamamen heveslerle kendinizi fazla sağlam temeli olmayan hislerle bazı düşüncelerle idare ediyorsunuz.
Bugünler hatta yüzyılın sonları ısrarla “devrimler artık gereksizdir” veya emperyalizme göre; “herşey kontrol altındadır, istediğimiz gibi degişiklikler olabilir, özgürlük de istediğimiz gibi olur, kişi haklari da, ulusal sorunlar da, biz nasıl istersek öyle halledilir”. Bu görüşe göre eğer sözkonusu bizim halk gerçekliğimiz ise adımız bile geçmez. Belki bazı halklar için bazı kişiler için bir takım düzenlemeler olabilir ama bizim için bu görüşün içinde yer almak bile sözkonusu değildir. Tabi bunu size söyletmek, düzeltmek önemlidir. Daha kendinizi asgari düzeyde bireysel cahilliğinizle hesaplaşmayı, yaşamı çıplak düşmana karşı nasıl götüreceğinizi bile aslında kararlaştırmış değilsiniz. Bırak emperyalizme karşı olmak, siz aslında kendi içinizdeki basit geriliklere bile karşı olamıyorsunuz.
Bu anlamda bir kurtuluş kadrosundan ziyade tamamen kurtarılmayı bekleyen bir hasta konumunu arz ediyorsunuz. Bütün hal ve hareketlerinize baktığımızda, “Parti veya devrim beni ne zaman kurtaracak” gibi bir havadasınız. Bu da tabi devrimcinin tanımına ters düşüyor. Devrimci kurtarıcıdır. Baktıkça dediğim gibi yani çoğu kendinin kurtuluşunu bekliyor. Halkı da unutmuşlar, bu anlayış çoğaldı, kendini inanılmaz ölçüde önümüze koydu. Yani, “Parti önce beni kurtarsın, kurtuluşu bekleyen halk değil benim”. Nasıl gelişti, bunu neden böyle yaygınlaştırdınız, anlamak gerçekten zor. Zaten bütün devrimlerin başını da bu anlayış yemiştir.
Devrimler genelde yücelme hareketleridir. Bireysel fedakarlığın zirveleştiği, ruhların yüceldiği, bilincin genelleştiği toplumsal durumları ifade ederler ve bu devletleşmeye kadar gidebilir. Ben sizin devrimcilik anlayışınızı biraz anlamaya çalıştığımda, böyle bırakalım genelde bir yüceleşmeyi, “nedir bu başıma gelen” gibi bir hava içinde kalıyorsunuz. Tabi bunun altında vurguladığım gibi düzen çok örgütlenmiş, çok sığ bir yaşamı dayatmış veya kendi toplumsal gerçekliğimizde de bütün yaşam yollarını tıkamış, herşeye razı edilecek bir yaklaşımı geçerli kılmış. Daha da ötesi sizi yedi yaşından itibaren objektif bir düzen kişiliği, ajanı gibi yetiştirmiş. Bir yerden değil birkaç yerden çarpıtmış. Sağı-solu belli olmayan, kendini neye verip vermediği anlaşılmayan, karmaşık duygular, sağlam olmayan düşünceler, her attığı adımdan bir hata çıkaran, bol bol ağlayan, sızlayan, yaşama derinlikli bir yaklaşma gücü bile olmayan, bırakalım onu değiştirmeyi, dönüştürmeyi, varolan içindeki tehlikeyi, ölümü bile anlayamayan kişilik ağlamaktan başka ne yapar?
Ağlamak şu: Yani sizin gösterdiğiniz bu tepkiler, gülüşler bile bana göre bir nevi ağlamaktır. Hem olup biteni anlamamak, buna göre bir tavır geliştirememekte bir ağlamaktır. Bütün bunların aşılması kişinin kendini gerçekten mükemmel örgütlemesine bağlıdır. Tam bir bireysel insiyatifin patlaması gerekiyor. Bunun yerine sizin bireycilik dediğiniz şey daha farklı. Açık söylemeliyim ki kapitalist anlamda bir bireycilik sizin bireyciliğinizden çok ileride. Kapitalist bireycilik bazen ilerleticidir. Sizde o da yok. Sanırım içinizde devrimcilikle uğraşmak isteyen bazı arkadaşlar olabilir. Öyle cüretli arkadaşlar belki çıkabilir içinizde, ama şimdiye kadar pek başarılı örneklerini göremedik. Bana böyle o köylülerin kulaklarını sağır eden boş laflamaları gibi geliyor. Devrimci ortamımızdaki diyalog işte “laf et, boşluğu doldur” kabilinden. Çok köklü çare düşünüp ona göre ortamı canlandırma, işte ona göre ortamı ordulaştırma, savaştırma, tabi başarı oranını yükseltmek gibi bir hava içine giren, kendini bundan böyle sorumlu gören tipler çıkmıyor ortamımızda. Yaygın bir kesim ise tam bir farfaracı, yani “Parti beni idare etsin” havasından başka herhangi birşey arzetmiyor.
Toplumda belki sekiz, on saat çalışırdı, güzel bir çabası, işi getirebilirdi. Bazılarının içimizde tembelleşmesi de var. Genel emeğe, genel birikime kendini dayatarak bireysel yaşatmayı muazzam alışkanlık haline getiren az değil. Bu da daha tehlikeli bir yaklaşım biçimidir. Çünkü bilindiği gibi Parti genel emeğin yoğunlaşmış biçimidir. Milyonların çabalarının bileşkesi, şehitlerin mirası, devrimci faaliyetlerimizin bir birikimidir. Şimdi adam geliyor bunun içine bakıyor ki düzene göre muazzam bir fırsat. Bir gün de yaşasa ona göre değiyor herşeye. Dolayısıyla kendini dağıtıyor. “Ne olursa olsun” diyor “ben herşeye razıyım, ölsem de razıyım, bir gün yaşasam da razıyım”. Sanırım son dönem kadro yığınlaşması böyle bir anlayışın sonucu kendini böyle yoğunca dayattı. Onların vicdan ölçülerine göre ölse de yaşasa da çok iyi. Vicdanı diyor ki “namusu da kurtardım, vurdum da düşmanı, intikamı da aldım, yeter”. İçten içe vicdanı bu. Doğrusu vicdansızlığı o.
Şunu da önemle vurgulamalıyım ki sizin öyle derin vicdani ve temel değerler karşısında ciddi bir duygulanmanız da yok. Ben sizin duygularınızdan nefret ediyorum. Son dönemlerde duygu derinliğinin olmadığını görüyorum. Dağlar kadar duygulanacak değerleri ortaya çıkarmamıza rağmen, bazıları bana süper namussuz gibi geliyor. Öyle basit, çocukça oynayan, öyle fazla değerlerden yararlanmasını bile bilmiyor. Bu kişiliklerden bizim memnun olmamız mümkün değil. Taktik duyguları bile gelişmiyor. Olup bitenin çok kıymetli bir değeri olacaksa onu bile görmemezlikten geliyor. Hatta kurnazca onun üstüne biniyor. Böyle birçok ilginç, kurnazca yaklaşımlar var. Dediğim gibi bir yürek yok. Böyle ciddi bir düşünce ihtiyacı da duymuyor. Laflarla öğrenmiş bazı şeyler idare et gitsin. Disiplinden anladığı böyle sert bir gözetim. Belki o zaman kendine gelebilir. Tabi bizim koşullarımızda da bu mümkün değil ve doğru da değil.
Bizim disiplin anlayışımız gönüllülüktür, içtendir. Tabi başka halklarda yüzyılların entellektüel, sanatsal, çok çeşitli toplumsal hareketleriyle sağlanan gelişmeyi düşmanın yaklaşımlarından dolayı bizim tamamen devrimci hareketin kendisi içinde sağlamadaki zorunluluğumuz veya bizim diğer toplumsal gerçekliklerden çok farklı bir toplumsal düzeyi yaşamamız, bunun altındaki objektif nedendir veya bizim devrimimiz de bunu gözönüne getiriyor. Yani yüzyılların işini, hem sanatın, bilmem her tür siyasal, toplumsal gelişme düzeylerinin bizde normal olmayışı devrimci yöntemlerle hepsini kestirmemizi istiyor. Şimdi normal toplumsal gelişmeyi bile anlamadıktan sonra devrimsel düzenlemeleri nasıl anlayacaksınız? Bu sizi şaşkınlığa itiyor. Ben bunu çözmek için kendimi ortaya koymuştum. Kendi yaşam tarzımı çok çarpıcı ortaya koydum anlarsınız diye. Belki biraz anlıyorsunuz ama tabi ona göre yapılanmanız çok zor.
Bizim kırk yılda yaptığımızı sizin kalkıpta bütün desteklerimize rağmen aslında çok büyük bir kolaylık, çok büyük bir imkan varken, kurumuş kişilikleriniz, çok çeşitli tepkilerinizle “ben olamam, gelemem” diyor veya “şurası bana yarar, burası bana yarar, ona göre olurum” diyorsunuz. Tanınmazlık bu. Aslında biz yaşamın dikkat edilirse hemen herşeyinden kopartılmışız. Toprağından, özgürlüğünden, kişisel sağlığından, eğitiminden, kültüründen, tarihinden, geleceğinden, gününden kopartılmışız ki bunun düşüncesi bile oluşamıyor sizde. Neden yoksul bırakıldığınızı ve kim tarafından yoksun kılındığınızı düşüncede tam kavramak mümkün değil. Lafta genel bazı doğrularla ancak oluyor ama yürekten bunu bir doktrin, katı ideolojik hat haline getirmeniz nerede?
Aslında devrimimizin incelikleri var, avantajları var, zorlukları da var, uğraşılmaya çok değer bir konu. Bunun bütün verilerini biz size sunduk ama dediğim gibi gerçeklik üzerinde yoğunlaşmayı çeşitli nedenlerle savsakladığınız için, güç getiremediğiniz için bu olağanüstü çaba ve onun her tür yaratıcı geliştiriciliği bizde tek yoldur, bu yönlerine bir türlü akıl erdiremiyorsunuz. Ben yine kendimi hep gözönüne getiriyorum, 'neden bu kadar hareketli olabildim?' diyorum, çünkü başka tür özgür yaşama adımlar atılamaz. Doğru bir heyecanı, sevgisi, coşkusu olmayan bir yaşam, hatta daha da kötüsü bırakalım yaşamı da, düşmanın tamamen ruhsuzlaştırdığı, hep ihanete, inkara koşturduğu bir yaşam olur. En üste yükseltseler bile seni, daha da alçaklaşırsın. Yani yükseltmesinin kendisi bir süper alçalmadır.
Düşünelim yani, çoğunuz yaşamı halen düşmanın sınırlarında yükselme gibi anlıyor. Para öyle, kültür, siyaset, hatta düşünürsen herşeyde öyle. O da elinize geçmiyor. O zaman herşeyi boşver, bomboştur. Devrimi bir yöntem olarak önünüze koyduğumuzda en az anladığınız kendinizi kattığınız gibi ilkel böyle tepkilerle vuruşma. Tabi bu fazla sonuç vermez. Bu temelde bazı sonuçları kabul etmenizi emirle değil, dayatmayla değil, parti çok istiyor diye de değil, kendi iç dünyanızda bir alt-üst oluşu, bir hesaplaşmayı, 'ben ne olacağım, ne yapacağım, gerçekten birşeylere değecekmiyim, benim gerçekten bir yaşam şansım var mı, ben gerçekten neyi yaşıyorum, amaçlı mı, ne amacım var, nasıl, hangi yürüyüşle?' gibi bazı soruları sizde yaratmak istiyoruz. Bu konuda da sizde fazla tepki yok. En iyi tepkiniz “boşver, böyle gelmiş böyle gider”. Tabi bu yaklaşım sizin cüceliğinizin tipik ifadesidir. Böyle yapan adam büyümez. Dağlar kadar imkanı önlerine koy nasıl bakacağını bile kestiremez. Kurgusu böyle olan kişilik. Ama varsa bir canlılığınız, yaşam iddianız, bazı soruları mutlaka kendinize sormanız lazım. Bizim aldığımız tedbirler de bu. Benim yapabileceğim en ince iş bu. Başka birşey yok. Bazı soruları size sordurtacağım. Yani böyle boş boş bakan, herşeyi birbirine karıştıran kişilik yerine hiç olmazsa bazı köklü soruları size hissettireceğiz.
Yaşam sizin sandığınız gibi değil, benim sorduğum sorular temelinde gelişebilir. Hiç kendinizi kandırmayın, hiç yüzeysel geçiştirmeyelim de. Siz kaybettirilmiş, bütünüyle lanetlenmiş, nereye bakarsam tam temel zemininden kaydırılmış yaşama ilişkin bazı soruları kendinize soracaksınız. “Ben tanrıya bağlıyım, ben bilmem partiye, Önderliğe bağlıyım” diyeceksiniz. Yeter! Bunu demekle bu soruları cevaplandıramazsınız. Hatta soruları bile kendinize soramazsınız. Bırakalım cevapları, çözümlü yaşamı ne yapalım gerçek bu.
Şunu ben boşuna vurgulamadım. Ben yaşama gözümü ilk açtığımda, daha okul okumadan, daha dünyayla tanışmadan durumun felaketini anlamıştım. Doğal insanın istemine cevap vermeyen bir dünyayla karşı karşıyaydım. Sizi büyütmüşler, sözümona adam etmişler ve yaşa diyor. Sonra da bir bakıyorsun yaşanacak birşey yok. İşte bu sizin kişiliğinizin bütün düzeylerini gösteriyor. İşte zavallı, düşünemez, örgütlenemez, savaşamaz, adım atar vurulur, yenilir, saygısızdır, çirkindir. Çoğunuzun gerçeği bu, başka birşey elinizden gelmiyor. Kürt tarihine bakın hepsi ahvahlarla doludur. En yiğidi bile beklenmedik tarzda vurulmuştur. Hiçbirisinin yüreklice, “işte ben de başardım, bu dünyada bir gelişmeye yolaçtım” diyeni var mı? Siz onların çok daha gerisindeki bir durumu arz ediyorsunuz. Bütün bunlar size acaba soru sordurtacak mı?
'Nasıl yaşayacaksınız, nerede, kimlerle' desem, örgütle mi, savaşla mı yaşayacaksınız? Habire gönderdik işte. En benim diyen komutan adamın etrafında geliştirdiği, bizi boğacak sorunları arttırmak. Daha doğrusu bunalımı geliştirmek. Bir çare, bir yol açma gücü olma şurda kalsın bastırıyor, yontuyor, sonuç nereye gidecek kendisi bile izah edemiyor, ama işte günü kurtardıysa yeter. Elinden fazla birşey gelmiyor. Elinden birşey gelebilmesi için anlayabilmesi, iradelenmesi, sorgulaması gerekiyor. Ona da yanaşmıyor.
Bazı imkanları ben yıllardır ulaştırıyorum. Şimdi bu şuna çok benziyor. Benim babam ve anamın işte “oğlum seni biraz büyüttük, aileyi idare et” Ben, çok tuhaftır o zaman biraz maaşlıydım, ama maaşımı onlara göndermedim. Pek doğru bulmamıştım, böyle bana dayanarak yaşamaları pek doğru değil demiştim. Şimdi düşünüyorum aile için yapmadığımı sizin için yapmışım. Daha değişik ve geniş bir aile olduğu için herhalde yapma gereği duyuyorum. Sanıyorum 'ulaştır bizimkilere, ulaştır dayansınlar, ulaştır işte biraz daha yaşasınlar, ocakları körelmesin' gibi bir zihniyetle sizin için çalışıyorum. Aslında karşıydım ama, ana-babalar belki biraz daha büyük oldukları için onlar kendilerini yaşatırlar, ya siz çocuk gibisiniz, yardım olmasa çil yavrusu gibi gideceğiniz için bu büyük çalışma temposunu gösteriyorum.
Aslında sizin gerçekliğiniz karşısında insanın vicdanı da dayanmıyor. Ne düzen dahilinde, ne savaş ortamındaki yaşam dahilindesiniz, bizim için büyük bir vicdani sorun haline gelmiştir. Bu son müthiş tempoyu sanırım onun için gösterdim, yoksa anlayış olarak karşıyım. Ama o zaman da dediğim gibi çil yavrusu gibi dağıtılıyorsunuz. Kendinizi ayakta tutma haliniz yok. Kuruyacaklar dağda koştur ha koştur.
Sözde devrim sülalesini kurtarmak için. Büyüdükte diyemiyorsunuz. Bazı arkadaşlarımız var 45 yaşını buldular, gerçekten halen bir bebek gibiler. Yani insan çocuklardan umutlu olur, büyürse adam olur diye, 45 yaşındaki adamı ben büyüteyim desem insan kendi kendine alay eder. 45 yaşından sonra adam büyütülür mü? Normal yaş büyümesi 20 sınırındadır. Ondan sonra insanlar genelde durur. Bizimki 45 yaşında, ben şimdi nasıl büyüteceğim?
Sırtüstü bıraksak sizi, 'gidin büyüdünüz' desem, 'kendi kendinizi idare edin' desem, bahaneniz hazır, kaçarsınız. Dört gözle beklediğiniz birşey. İlk aklınıza gelen şeyleri biliyorum. Nasıl ki ailede büyümüş, her an ailenin dışına taşmaya can atıyorsa, sizin durumunuz da ona benziyor ama sonra başınıza gelecek felaket, bu da umurunuzda değil. Kız evden kaçar, bilmem sokağa düşer, oğlan evden kaçar serseri olur. Sonra belki aklı başına gelir ama iş işten geçmiştir. Tabi sizin durum bundan daha tehlikeli. En büyük silahınız ucuz hayallere, olmayacak dualara sığınmak ve amin demek olur. Bu aile yaklaşımı bizi zorluyor. Ne zamana kadar kiminize daha nasıl bakalım, büyümediniz mi? Dayanamaz mısınız, yaşayamaz mısınız? Ulusal aile budur. Yeni özgür temellerde toplumsal aile.
Tüm bunlara dayanarak söylüyorum, acaba bazı çetin soruları sorup ben adam olabilirim diyebilecek misiniz? Bunları söylerken abartmıyorum. Çünkü bu yaşa geldim, bunca çabanın sahibiyim halen böyle kafesleri parçalarcasına hamle yapıyorum. Siz, hazır yerde özgürlük alanlarında kıpırdayamıyorsunuz. Yaptığınız işte kargaşadır. Tabi mesele 'sen şu kadar suçlusun, sen şu kadar öyle değil' demiyoruz, öyle anlamamalısınız. Bu bir sistem meselesi, bir iradelerin sergilenmesi gereken mesele, o gücü gösteremiyorsunuz.
Hatta bazı iyi niyetler geliştirilmiş. İyi niyetlerle, yine ailenin namuslu evlat fedakarlığıyla kendini dağıtması, bitirmesi de söz konusudur. Aile namusu ki, zaten sizin namus anlayışınız bunu geçmiyor: İşte böyle kendini feda eden, üst düzeye çıkarmıyorsunuz. Büyük abiler, ablalar meselesi de beni daraltıyor. En büyüyen de bunu söylüyor, başka birşey söylemiyor: “Ben senin büyük abinim, beni dinle” Şimdi bu komutanların tüm meselesi de böyledir.
Halbuki biz bunlara karşıyız. Düşmanın bile son zamanlardaki iddiasi şu: “Gelin, tamam sizin üzerinize fazla gelmiştik, sizi inkar etmiştik, bazı şeyler düşünüyoruz ama önce büyük hakiminize bağlı olun, onun dediklerini esas alın, size birşeyler vereceğiz. Tamam anladık neye itiraz ettiğinizi ama büyüklerinize, büyük hakiminize öyle isyan edip durmayın. Böyle farklı bir irade dayatmayın.” Düşman cephesindeki politika bu. Diyorlar ki; “bunlar biraz isyan ettiler, tamam onları böyle oyalayabilecek bazı şeyleri önlerine koyalım” Sizi kendi halinize bıraksak düşmanla olası bir kabullenişiniz bunu aşmayacak. Aslında tüm toplumu hemen hemen bu hale getirmiş, birçok örgütü ayarlamış. Benim bazı çabalarım var, şimdi bunu halletmek istiyor. Bunun için aslında birçok tedbiri de almış, sizlerin de çoğunu ayarlamış aslında. Tabi dediğim gibi sorgu mantığım güçlü. Özgür irade, beğeni ölçülerim çok farklıdır. Bu sorun diyelim; sorun yaratan siz değilsiniz. Düşman karşısında kuzu gibisiniz buna eminim. Sizi halletmesi çok basit.
Açık söyleyeyim, biz buna tenezzül etmeyiz. Beğenilerimiz, bizim ölçülerimiz çok farklı, ben bunu büyük bir hakaret olarak görürüm. Sizin tarz yaşam, sizin tarz beğeni, sizin tarz birşeylere ikna olma, sizin tarz savaşma benim için bir küçüklüktür. Bırak değer vermeyi, saygı bile duyulmaz. Bu bizim savaşçılığımızdır. Ben savaşçılıktan zevk alan bir insanım, o tarz yaşam bizim gıdamızdır. Siz de bunun büyük yorgunu demeyelim ama adeta bunun altında ezilip büzülensiniz. Aşk yok, büyük öfkeler yok, dolayısıyla kişilikleriniz ancak ırgatçılık -varolan o eskiden hamalcılık- onun biraz yeni döneme uyarlanmış biçimi.
Abartma da yapmıyorum. Keşke içinizden böyle fırlayanlar olsa, bütün gücümüzle destekleriz. Ama o hava yok. Denedik, çoğuna yetki verdik, yüzüne, gözüne bulaştırdı. Keşke bazı anlamlı, içeriği güçlü istemleri sizde doğurabilsek. Aslında çoğunuz sözümona yaşamak istiyor. “Benim haklarım, ben ne zaman yaşayacağım” gibi bazı hisleriniz var, o da kendini kandırmaktır. Ciddi değerli şeyler istediğinize inanmıyorum. İnansaydım hepsi sizin olsun derdim. Sizin istediğiniz şeyler çok farklı, sigara gibi şeyler, uyuşturucu. Sosyetenin içtiği uyuşturucunun bir anlamı var ama sizin kendinizi uyuşturmanızın da hiçbir özelliği yok. Lafla uyuşturma, basit, incir çekirdeği kabilinden şeylerle kendini uyuşturma. Mesela ben de kendimi uyuşturmuşum. Beni uyuşturan nedir? Beni uyuşturan kesin büyük çabalardır. Mesela her ele aldığım olayda bir müthişlik var, bir çarpıcılık var, şok edici durumlar vardır. Beni de bunlar uyuşturur, ya da uyuşturmaz da hareketlendirir.
Gerçekten nasıl yaşayacağınızı insan hiç kestiremiyor. Serbest bıraksak önce kendini bol bol sere serpe yere atar, derinden bir sigara çekebilir. Canı birşey isterse onu yapar. Canı istemek, demin söylediğim gibi büyük amaçtan kopuk, onu zaten engel gibi görür, yani “çok sıktı” der. Toplumun küçük işleri, avrat işleri, koca işleri belki onlari biraz uğraştırabilir. Zaten aç kalır, herhalde ondan sonra da telaşla bir parça ekmeği kurtarmak için kendini şuraya vurur, buraya vurur. Zaten ömrü fazla kalmamıştır. Ondan sonra yaşayıp yaşamaması hiç önemli değildir.
Biz yaşamın böyle olmaması için o büyük fırtınayı kopardık. Halen fırtına havasında yol alıyoruz. Halen bu halimle bile bir dağlara düşsem, bir halkın içine girsem aynı heyecanla halen devam ediyoruz. Büyük dalgalar halinde yayılma, bir anlamı büyük olan işe yol açmak bizim halen bağlı olduğumuz bir ilkedir, bir hareket tarzıdır. Dünyayı verseler ben bu tarzımla değiştirmem. Yani hem de gönüllü, dikkat ederseniz beni kimse zorlayamaz. Böyle bir dünya acaba sizin için sözkonusu olamaz mı diye düşünüyorum. Çünkü bu sürükleyebilir. Bunun dışında hiçbir şans göremiyorum sizin yaşamınızda, yürüyüşünüzde. Tabi benim adıma da bu kadar kendinizi kandırmanız çok kötü, tehlikeli. Yazık edeceğiz, çünkü ben adamı kolay yaşatmam, bu da çok çarpıcı bir gerçeklik. Benim adamı kolay yaşatmama diye korkunç bir özelliğim var. Eskiden beri böyleydi. Adımız etrafında birçok söylenti var ve bu doğrudur.
Çok büyük bir ahdım, inadım var. Seni asla kolay yaşatmayacağım, hatta seni yaşatmayacağım biçiminde. Seni bu halinle yaşatmayacağım. Bunu müthiş çalışarak gerçekleştirdik. Tabi sizin de inatlariniz var ama sizin inatlarınız örgütsüz, zavallı. Benim ki çok daha planlı, örgütlü. Düşünün ve kendinizi benimle kıyaslayın. Aramızda hem büyük fark var, hem de birbirimize tersiz. Ama diyeceksiniz, sen kendi kendini bulup buluşturup yarattın. Doğru, belki de bunun tek ifadesiyim. Ama mühim olan mahkum olduğunuz gerçekler, çünkü hepiniz bana göre rahatsızsınız bazı düşmanlardan. Mühim olan onları parçalamaksa, onun tek ifadesi benim geliştirdiğim ifadedir. Savunma ve saldırı tarzı.
Biz sadece düşmanı rahatsız etmeyiz, sizin gibi uyurgezerleri de müthiş rahatsiz ederiz, yaşatmayız. Bunu biraz peşinen bilin, ona göre durumları ayarlayın. Tabi dediğim gibi sizin buna karşı savunma mekanizmanız korkunç bir kandırma. Ben bu yönünüze şaşıyorum. Lafla kandırıyorsunuz, ucuz pratikle kandırıyorsunuz, bana yutturmanız gerçekten zor. Ben çok zor beğenen kişiyim. Kendimi beğenmediğim için bu hallere düşürdüm. Sizi nasıl beğeneyim? Diyeceksiniz “vay bu başımıza gelen”, sizin başınıza bunu ben getirmedim, sizi bu duruma getirenlere 'vay' deyin.
Ben anama boşuna söylemedim. Suçlu! beni niye doğurdun ve savaştım kendisiyle. Siz halen soru bile sormuyorsunuz “ben bu dünyada nasıl yaşıyorum” diye. Bazı şarkılar var gidin o şarkıları bol bol söyleyin. Nedir o, 'ben nasıl yaşıyorum' diyor, Orhan Gencebay’ı yeniden dinleyin, yeni bir sürü genç popçular çıkmış, onları da dinleyin; onlarda bile devrimcilik var, sizde yok. Onlar yaşama itiraz ediyorlar. Tabi yaşam arayışları bizimki gibi toplumsal, siyasal değil; aşırı bireyci, toplumun aleyhine ama yine de bir devrimdir. Karşı-devrim temelindedir. Faşistler bile kendilerine göre çete oldular, müthiş milyarları vurdular. Dikkat ederseniz bütün o zenginlikleri ele geçirdiler. Onlar da faşistler için bir devrim.
En yoksul, en altta, en zavallı kalan siz oldunuz. Toplum nasıl mahkum edildiyse, Partinin içinde de siz bunu bana söylettiriyorsunuz “biz de böyleyiz”. Halbuki bana göre ben devrimciliği sürdürdüm, büyük bir devrimciliği sürdürdüm. Aslında mümkünse yeniden anılarınızı canlandırın. Nasıl doğdunuz, nasıl bu diyarlardan koptunuz, kimler sizi kandırdı, neden böyle çaresiz duruma düşürüldünüz? Hatta bir köşeye çekilip duygulanmanız için hüngür hüngür ağlayabilirsiniz de. Yalnız bunu açıkta yapmayın veya böyle bizim karşımızda çeşitli yetersizlikleri ortaya koyarak ağlamayın, köşeye çekilin, uygulama odaları var, orada bol bol ağlayın. Gözyaşlarınızı iyice sildikten sonra karşımıza çıkın. Çünkü ayıptır. Hiç ağlamadığım halde halen ben bile meydanlara tam cesaretle çıkmıyorum.
Hayret ettiğim diğer nokta da, nasıl böyle huzura çıkıyorsunuz? Her tarafta bakıyorum, salına salına birçok yere çıkıyorsunuz. Hele savaşa, şaşmamak elde değil. Ağlamadan çıkmak istiyorsanız gerçekten kendinizi gözden geçirin. Sizi zorla ne yaşama, ne savaşa herhangi bir meydana sürmüyoruz. Ama böyle cüretli bir tarzla da kendinizi dayatmayın. Allah size yardımcı olsun. Biraz yardımcı oluyoruz, o da yetmiyorsa dediğim gibi ananızla hesaplaşın, sizi doğuran nedenler var, onlarla savaşın.
Benimki semboliktir, aslında onlarla da çok savaştım, kıyamet kadar savaştım, sonra beni zorlayan bütün nedenlerle savaştım. Devletle savaştım, hatta tüm insanlıkla savaşıyoruz. Zaten başka türlü de olmaz. Beni yaşatmayan kimdir? “İnsanlıktır" diyebilirim. Mevcut insanlıktır, mevcut emperyalizmdir, mevcut sömürgecilik, en son TC faşizmidir. Daha sonra onun şartlandırdığı herşey. Bizim savaşı bu kadar genelleştirmemizin nedenleri şu: Beni yaşatmıyor bu dünya, beni yaşatmayan dünyayla benim savaşmam en doğrusudur. Diğer tarz nedir? Diğer tarz kölelerin tarzıdır, benim de köle olmaya niyetim yok. Acaba sizin de niyetiniz yok mu? Bu soruyu siz emin bir biçimde kendinize soramaz mısınız? Yani “ben bu dünyayla boğuşacağım ve asla köle yaşamayacağım” gibi bir kararınızın olduğunu sanmıyorum. Çünkü eğer bu karar köklü olsaydı fırtınalaşırdınız şimdiye kadar.
Çok ilginçtir, ben kendimi bu erken yaşlarda örgütledim. Korkunç bir filozofun göstermeyeceği akıllılıkla hemen hemen hayatın her anını birbirine ekledim ve planlayarak, çok duyarlı kılarak geldim. Sizde ise bunun en ufak belirtisi bile yok. Ne olacak, bana dayanarak yaşamak en tehlikelisidir. Herşeye dayanarak yaşayın ama bana dayanarak yaşamayın. Bana dayanarak insan ancak canından olur veya beni bile aşan bir kahramanlıkla ancak yaşama gücü gösterirsiniz. Benimle, bana dayanarak yaşamak mümkün. Bunu çok açık söylüyorum. Belki bir sırdır ama beni bile aşan bir kahramanca güç göstermezseniz ben yaşatmam. Ana-babamı bile yaşatmadım. Bacılarımı, kardeşlerimi benim elimden zor alıyorlardı.
Diğer özellikte şuydu: Küçük yaştan beri çocukları alırdım, bazı yaratım değerler vardı, onları paylaştırırdım, yaşama çekerdim. Ama nereye doğru çektim; işte bugüne kadar geldim bu yerlere doğru çektim. İçimizdeki bireyciliklerde ısrar edenlerin sürekli kulakları çınlasın onlara söylüyorum. Bireycilikle bizim içimizde yaşamak mümkün değil. Düzeni yaşatmıyoruz içimizde, düzenin basit bir kopyesini nasıl yaşatacağız? Bunun için diyorum acaba gönül gözünüzde böyle bir duygu, düşünce bir anlama yeteneği geliştirir mi? Şimdi bu nedir diye beni anlamaya çalışıyorsunuz. Dinler gibi gözüküyorsunuz, ama çok önemli bir iki doğruyu bile çıkardığınızı sanmıyorum. Değil bu kadar aylarca dersler vermek, birkaç tane yarım saatlik bir anlatım bile bizim gerçek militanı ortaya çıkarmaya yeter. Bugün yine Barzani temsilcisi “aman ateşkes” diye çağrıda bulunuyor. Bu bile sizin için ne anlama gelebilir. Bu adam 15 yıldır tek birşey, hatta 20 yılı aşkındır hiçbirşeyimizi anlamak istemedi. Yani bu gerillanın en büyük havası mı, kendilerine göre birşey yaratmışlar; “birincidirler, ilk sıradadırlar”. Şimdi bas bas bağırıyor. Halbuki en çok silahı olan, en büyük savaş ağasıydı. Herkes belki “ben silahla savaşamam” diyebilirdi, ama o demezdi. İşte o da bu noktaya geldi. Bu bizim tarzımızla ilgili. Eskiden sağa-sola koşuyorlardı. Şimdi direkt bana koşmak zorundadır. Çünkü bizimkilerin ağırlıklı bir bölümü sürekli kuyrukçuluk yapıyor, çoğu da kaçtı. PKK’den yüzlerce kaçan var orada. İnat ettik, bu mücadele tarzımızla bu noktaya getirdik. Yarın TC’de o noktaya getirilecektir. Yani kendime güveniyorum. Aslında bu örnekler kendimi kanıtlayacağımı gösteriyor.
Çıkaracağınız en önemli sonuç aslında olmalı, anlamalısınız. Barzani gibi birisi anladıysa, siz neden bu gerici tarzınızı bana dayatmakla, yani bir yerde iç savaşınızı böyle dayatmakla uğraştıracaksınız. Onun kadar güçlü müsünüz? Sizin tüm gücünüz zavallılığınızda yatıyor veya kendini kandırmakta. Ama bu yanlış, bu konularda da biz tedbir almışız. Baba, reis, Allah, peygamber kavramlarını aştırmışız. O açıdan ilkellikler savaşımını durdurun. Ama birgün Barzani gibi siz de yalvaracaksınız. “Ateşkes, ateşkes” diyeceksiniz. Yani size ayıp olur o zaman. Barzani zaten savaşıyor, bize bir faydası da yok. Barzani’nin savaşı parayla, kendi kendini büyüklük duygusuna kaptırmış biraz da politika yapıyordu. Belki anlamı var ama peki sizinki ne politikası? Vazgeçin, bana göre vazgeçmezseniz ne olur, elimden kurtulmak çok zor. Tehdit etmek istemiyorum ama savaşçı olduğumuzu da göz ardı edemezsiniz. Anam elimden kurtulamadı, siz nasıl kurtulacaksınız? Gidin sorun beni araştırın çok zor. Planlıyım ve birgün “aman Allah” diyeceksiniz. Yoldaş olarak bu duruma düşmeyin.
Benim de çıkaracağım sonuç biraz ciddi olacağım. Hiç olmazsa kendimi yürütebilecek bir tarza sahip olacağım. Asker olmak budur. Ne sanıyorsunuz yani biz neyiz, beni ne sanıyorsunuz. Madem bu kadar askerlik, silah dediniz, tabi ki ona göre sizden hakkini isteyeceğim. Düşün, askerliğin asgari kurallarıyla bile uyuşmuyorsunuz. Çocuklar gibi komando elbisesi giymişsiniz, naylon silahları da omuza takmışsınız, yürüyüş yapıyorsunuz. Yeter bu oyun! Bu işi artık gerçeğine göre yürütelim. Bu yaşta yapmazsak ne zaman yapacağız. Yapmayalım diyorsanız elinizi havaya kaldırın, “bu iş bize göre degil” deyin. Türk ordusunda bile denir işte; “Mehmetçiğin elbisesinin şerefi vardır.” Potininden tutalım, düğmesine kadar sağlam bağlarlar. Çünkü “şereftir” derler. Geçen gün biliyorsunuz eğitimsiz, cahil kadın ağzından yine birşey kaçırdı. “Şerefsiz onbaşı” dedi. Türk ordusu ayağa kalktı, toplum neredeyse üzerine yürüdü. Ağzından kaçırdı tabi, ama bu çok önemli bir söz. “Siyasi onbaşı” dedim diye kıvırttı durdu, ama asker anladı. "Sen misin, onbaşıya şerefsiz diyen?" dediler. Aslında gerçekten şerefsiz onbaşıdır, ordu sistemi ama çok bağnaz kendi sistemi. Onlar bu kadar bağnazsa, biz neden askeri gerçeğimizde ağırbaşlı olmayacağız. Ayıp olmasın söylemesi ama o Kemal Sunal’ın askerliğine biraz benziyor. Biz nasıl kabul ederiz. O açıdan çok ciddi olmak zorundayız, bundan kaçamazsınız. Yani Barzani gibi birisi bile yola geldiğine göre yavaş yavaş gerilikler, anlayışsızlıklar çok red edilecek şeyleri hızla bırakın.
Siz yoldaşlarsınız, bizimle savaş yürütme diye bir açık kararınız yok. Partileşmeye ordulaşmaya geldiniz. Gençsiniz, belki ben yorgun, argın, dargın olabilirim, ama sizin olmamanız gerekiyor. Kendinizi biraz toparlayın, inandırıcı olun. “Ben dayanamıyorum” diyen bizzat gelip başvursun ama kendini kandırmasın. Birkaç yılınızı adayın bu işe yigitçe, dürüstçe. Zaten herşeyi kaybetmişiz. Belki bu tarzda ısrar edersek bana göre tek şansınızdır. Ama bu sefer tamamını temiz anlayın. O kadar eleştiri yapıyoruz, bir daha olmasın yani aşılsın. Herkes yiğit olamaz. Yiğitlik istiyorsanız ölçüleri bunlardır. Bize layık görmüyorsunuz. Birkaç tane yigitçe ifade ve kişilik bizde de çıksın, bunu kendimize layık görelim. Biliyorsunuz sizin yaptığınızı gerçekten kocakarılar bile yapmaz.
Son dönem çözümlemeleri bu anlama geliyordu. Sanırım okumuşsunuzdur, epeyce yoğunlaştınız da. Umarım doğru yoğunlaştınız. Ordu kurmakta kararlıyız bunu her saha için söylüyoruz. Kültür kurumlarının ordulaşmasından tutalım, en askeri sıcak savaşım ordusunu kurmaya kadar, kadın ordulaşmasından tutalım, televizyonun ordulaşmasına kadar, hepsinin tutturulması gereken düzeyi olacak. Buna denk gelen adımları atarsanız bana göre devrim için en doğrusunu yapmış olursunuz.
Muhtemelen dediğim gibi algı düzeyiniz, yaklaşım düzeyiniz çok ters. Bu bize karşı bir savaş ama dediğim gibi en büyük ağayı dize getirdik. Ondan sonra sizin gücünüz ne olacak? Tabi boyun eğin anlamında değil, ben sizden boyun eğmenizi istemiyorum. Doğrulara büyük bir duyarlılıkla, yüreklilikle yeterli çabaya sahip olmakla gerçekleştirilmeli. “Bu yiğitliği göstereceğiz, bu konuda ısrarlı olacağız ve mutlaka adam olacağız” diyeceksiniz. Bunu yaparsanız kesinlikle bizimle olağanüstü yürüyebilirsiniz, coşarak hatta. Yok gereklerine böyle yaklaşmazsanız “biraz daha kendi tarzıma göre, biraz daha kendi inadıma göre, kendi küçücük numaralarıma göre” derseniz, acımasız otorite sizi giderek zaten boşa çıkarıyor. Son noktaya kadar da sizi sıkacaktır. Bu bir tehdit değil, doğrulara gerçekçi ve zaman kaybetmeksizin yaklaşma saygınlığı demektir. Yani kendinize değer biçmedir. Kendinizi gerçek ölçülerle adam haline getirmeye cüret etmektir. Mecburuz buna, en iyi işimiz budur. Devam edeceğiz bu çerçevede.
Benim bütün bu anlattıklarım aslında hem ilk derstir, hem de son derstir. İlk başlangıç sözleridir, son zafer sözleri de bu temeldedir. Uzun yıllar gördüm ki, bir türlü gerekene ciddiyetle yaklaşmadığınız için çok zora girdiniz, çok zarar gördünüz ve verdiniz de, yenildiniz, az başardınız. Bunları aşmak istiyoruz. 'Ben buna inanıyorum, sizi de inandırmak istiyorum' demeyeceğim aslında açıktır da. Biraz anlayışla yaklaşırsanız neden olmayasınız? Sizi engelleyen ciddi bir engelin kalmaması gerekiyor. Zorla kendi kendimizi de engel olarak dayatırız derseniz, bu iş olmaz. Böyle bir özgürlük kimseye yoktur, yani adam olamamanın bir özgürlük olduğuna inanmıyoruz. Geriliklere, bütün kaybediş nedenlerine özgürlük istemek, doğru bir özgürlük anlayışı değildir.
Özgürlüğün tek doğru tanımı, büyüyen, zenginleşen, yaratan kişi olma, halk olma, ulus olma, insan olma ifadesidir. Bunun dışındaki tanımlar asla özgürlük sözcüğü ile izah edilemez. Daraltmayı istemek, yenilgiyi istemek, tembelliği istemek, ilgisizlik, bilmem işte örgütsüzlük, başarısızlığın bir çok nedenleri, rahatlığı istemek, anlayış istemek doğru bir özgürlük istemi değildir. Onun için diyorum vazgeçmeniz gerekir. Özgürlük mü, bireycilik mi dersiniz bunlar yanlış. Diğerini, yani gerçek özgürlüğü, onun savaşımını mühendis inceliği ile ölçelim. Yine büyük bir siyaset meydanı gibi tartışalım. Yürekle, yüksek anlayışlarla böylesi özgürlük savaşımını yürütmek, hatta niçin, dolayısıyla nasıl yürüyeceğini kestirmiş savaşçılar topluluğu oluruz. Bu gereklidir, en iyisidir de.
Tekrar vurguluyorum, herşeyden kaçılır da bu tarzdan kaçınılmaz. Çünkü ne de olsa biz savaşın içindeyiz. PKK artık ulusal, uluslararası, siyasal, askeri olarak hem özgürlük iradesidir, hem de çembere alınmak ister. Amansız bir savaş hareketidir ve gerekli bu. Çünkü ben kırk yıldır gerçekten araştırıyorum, bunun dışında bizim iflah olacağımıza dair hiçbir ipucu yoktur. Yalan! Bize sunulan bütün reçeteler yanlış yazılmış. Tek doğru yaşam reçetesi budur. O açıdan zaten bazı önemli gelişmeler de var.
Dikkat edilirse PKK olayındaki gelişme hem ulusal, hem toplumsal gelişmedir, başattır, hakimdir, hem de dostun düşmanın dikkate aldığı tek önemli gerçekleşmedir. Zaten yürekçe de görüyorsunuz bu güzelleştiriyor, insanı anlamlı kılıyor. Yaşam dediğimiz olayı mümkünse böyle elde etmek imkan dahiline oldukça girmiştir. Bununla oynamayalım, tabi bunun için de anı anına savaş gerekli olduğunu asla gözardı etmeyelim. Tam tersine giderek pekişen saflar, gelişen düşünceler, duygular giderek kendini örgütlesin ama ciddiyetle, herkesin belli bir katkısı olmalıdır. Kimse kimsenin emeği üzerine ucuz kurulmasın. Herkes özgür, yani sosyalist emekle -o yaratıcıdır da- katılsın ve özgür kimliğin ifadesi olsun. Bir yarış olacaksa yine bu temelde olsun. Sanırım bu bizi böyle tam başarıya doğru götürecek.
Nereden bakılırsa bakılsın gelişmeler bunu göstermiştir. Belki çok zorlandık, tek başımıza büyük yüklendik ama mühim olan sonuçtur, gelişmedir, o da vardır. Bunu kendinize artık utanmadan, sıkılmadan mal ediyorsunuz. Ama bunun çok usta bir savaşçısı kadar, yöneticisi ve onun her alanda gerekli emek savaşçısı oluyorsunuz. Bu konuda son derece düşünceli, planlı olmak kadar yerinde, gerekli çabayı da esirgemiyorsunuz. Bu işte yeni kadro çözüm tarzıdır. PKK’nin kadrosu işte böyle çözüme kavuşur ve kavuşturur. Bu da sonuca götürecektir. Bu okulun en temel görevi bu kadroyu yaratmaktır. Buraya bunun için gelinir.
En yüce, halkımızın, insanlığın da önünde en değerlı çalışmadır. Çok zor gerçekleştiriliyor. Düşmanı bol, hatta diyebilirim ki en büyük savaş gerçeğidir bu. Mutlaka gereken dersleri tam almanız lazım. Bütün boyutlarıyla, felsefeden tutalım basit lojistik, yani maddi yaşam olanaklarının bile iç içeligi hep burda veriliyor, öğretiliyor. Diplomasi, bilmem uluslararasi realiteden tutalım, bizim en gizlenmiş, kaybedilmiş gerçeklerimizi bulmaya kadar az-çok burda en iyi öğretiliyor. En çarpıcı ve çok gerekli savaş taktiklerinden tutalım, yaşamın en duyarlı yönlerine göre hepsine belli bir açıklık kazandırılıyor. Yegane okuldur da. Büyük bir şans olarak görmeli ve tabi bir halka, hatta bir insanlığa karşı sorumlu olduğunuzu bilerek bu okulun değerini takdir edeceksiniz. Doğru öğreneceksiniz, doğru çıkacaksıniz. Bana göre bunu hem hak etmişiz, hem de başka çaremiz yok. Ben bile bu kadar dayanabiliyorsam, bu anlamının büyüklüğünden dolayıdır. Şimdiye kadar ki yetersiz katılımları muazzam bir yeterliliğe dönüştürmeli. Yani burası merkezi bir okul olduğundan dolayı söylemiyorum tüm Parti için geçerliliği var. Her saha için, bu okulun bir mekanla da ilişkisi yoktur, yani şuranın buranın okulu da demiyoruz dikkat edilirse. Partimizin temel kadro okulu.
Buradaki derslerle Parti militanlığı yapılır. Her yerde ve her zaman bu derslerin öğrettikleriyle yaşamı, savaşı yaratmaya koşulur. Başka da vurguladığım gibi gelişme, başarma yerimiz yok, olanağımız, okulumuz yok. Ciddi eğilmelisiniz, sonuç aldığınızda “iyi bir öğrencisi oldum, alınması gerekeni aldım” dediğinizde biz güvenebilmeliyiz. Gittiğiniz yerin hem yılmaz hem başarılı bir savaşçısı olduğunuza emin olmalıyız. Hedef bu olmalı. Bunun için günlerinizi çok iyi değerlendirin. Bütün değerlendirmeler elinizde. Bana göre küçümsenemez çalışmalar sunulmuştur. Kendinizi günlük olarak örgütleyin, gerekeni alacaksınız.
Benim fazla müdahale etmeme de bence gerek yok. Çünkü şimdiye kadarki dersleri anlamadan benim başka dersleri derinleştirmem bana pek tutarlı gelmiyor. Mevcut dersleri iyi özümseyin ki daha derinleştirmeyi bir istek haline ben de kendim için getireyim ve gerçekleştireyim. Kısaca size bağlı, biz üzerimize düşeni yapmakla da yetinmiyoruz ama alamazsanız, aldığınız boğazınıza düğümlenirse ben ne diye vereyim. Aldığınıza dayanarak daha iyi alacağınıza inanarak kendi katkılarımı tabi ki sunuyorum.
Bu çerçevede ülkemize taşırılan değerli gruplarımız oldu. Ağırlıklı bölümü görev sahalarına ulaşmıştır. Bu değeri takdir ederlerse çok önemli bir gelişmedir. Büyük bir imkandır, şanstır ama mutlaka gidenler bunu bütün bir sorumlulukla ve çok çarpıcı yeniliklerle birlikte bu oldukları alanda yaşamsal kılmaları, başarıya büyük bir tutkuyla bağlanmaları gerekir. Bu eğitsel çalışmalarımıza devam ediyoruz. Hatta her zamanki hedefimiz şudur: Önceki devrenin yapamadığını bir sonraki devre yapacaktır. Tam başarılamayanı başaracaktır. PKK’nin oldum olası bir sloganı da budur ve biz şimdiye kadar bu slogan, bu temel kural altında devrelerimizi daha ön-cekilerini tamamlayan bir biçimde ele aldık ve şimdi görüyoruz ki bu sonuç almıştır.
Dolayısıyla bu devremiz de daha önceki tüm devrelerin yapamadığını yapma gibi bir amaca da sahiptir. Bunun için bütün diğer devrelerin tecrübesini iyi özümseyecek, sorunlarını görecek, çözüm imkanlarını bulacak ve bunu gösterdiğinde işte kalanı da ben tamamlarım diyecektir. Kesinlikle nicel ve nitel düzeyimiz buna cevap verecek durumdadır. En doğru yaklaşım budur ve burada ciddi bir engel olarak da şu anlayışı, şu kişiliği, bilmem kimliği, şu geçmişi ve şu düşman dayatmalarını görmeyelim önümüzde. Varsa da aşma ustalığını gösterelim. Bunun için sanırım buradayız ve Partimizin bu genele de yayılacak devresine burada öncelikle kendimizde bir cevap veriyoruz.
Her zaman Önderlik sahasının şöyle bir özelliği vardır: Geneli sürekli etkiler ve bu etkileme de gerçekten düşmanın son yönelimlerine bakalım, iç ihanet sanırım çözülüyor, ağırlıklı olarak çözülme ihtimali her zamankinden daha fazla yükselmiştir. TC’nin de fazla inat edeceğini sanmıyoruz. Belli bir çözüme doğru taşırılıyor. Tabi düşmandır o, ufak bir fırsat buldu mu imha etmek isteyecektir. Ama bizim de dayattıklarımız az değil, bunu daha da böyle dayatırsak sanırım bunu biz çözeceğiz. Bunu artık neredeyse düşman kabul eder noktaya gelmiştir. Ama tekrar söyleyeyim, bu ağır sorumluluk bizim sırtımızdadır. Öyle geçmişte yaptığınız gibi rolünü savsaklayarak, işte imkanlar artmıştır kendimizi bilmem böyle dayatarak bu bir felakettir. Zaten çoğumuzun ne kadar zor duruma düştüğünü gözönüne getirirseniz, ısrar ederseniz önce siz halledileceksiniz.
Devrimin öncü kadrosu gereken disiplini, yüksek sorumluluğu, çözüm yeteneğini bir an bile savsaklayamaz ve onu oportünistçe istismar edemez. Eğer bunu anlıyor, gereklerine göre kendimizi yatırabiliyorsak bana göre bu işler kesin bu devre temelinde de daha sağlam yürüyecek. Varolan birçok eksik, yanlış giderilecek. Başarı için çok gerekli olan bazı hususlara da ulaşacak ve tam başarıya gitmede çok önemli bir rolü oynayacaktır.
Reber APO
2 Ekim 1997
- Ayrıntılar
aKürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a yönelik düzenlenen 9 Ekim 1998 Uluslar arası komplosunun on altıncı yılına giriliyor. Önder Abdullah Öcalan ve Kürt halkı tam 15 yıldır uluslar arası komplo saldırılarına karşı yiğitçe direniyor. Bu mücadelede binlerce şehit verdi. On binlerce insan işkencelerden geçip tutuklandı. On altıncı yıla girerken bu kahramanca mücadele bütün görkemiyle devam ediyor.
On beş yıl boyunca her alandan gelen saldırılara karşı direnmek kuşkusuz dile kolay. Belki de tarihte örneği az bulunur. Başta ABD olmak üzere küresel kapitalist modernite sisteminin tüm güçlerinin saldırıya katıldığı dikkate alınırsa bu direnişin büyüklüğü çok daha iyi anlaşılır. Kendini çok şişiren devlet güçlerinin bu tür saldırılar karşısında değil on beş yıl, on beş ay bile direnemedikleri göz önüne getirilirse, on beş yıl süren Kürt direnişinin tarihi anlamı çok daha iyi görülür.
Bilindiği gibi 9 Ekim 1998’de Önder Abdullah Öcalan şahsında Kürtlere karşı geliştirilen uluslar arası komplo, ABD öncülüğündeki küresel sistemin Körfez Savaşıyla başlattığı Ortadoğu müdahalesinin çok önemli bir parçasıydı. ABD Yönetimi, Körfez Savaşı ardından Ortadoğu müdahalesini Filistin ve Kürdistan Kurtuluş Hareketlerine yönelik olarak sürdürmüştü. Filistin Kurtuluş Hareketine dayatılan Oslo barış süreci ile Kürdistan Özgürlük Mücadelesine dayatılan çekiç güç operasyonu bu müdahaleyi ifade ediyordu. 9 Ekim 1998 komplosu bu müdahalenin yeni bir aşamasını oluşturuyordu.
9 Ekim komplosuyla Önder Abdullah Öcalan’ın imhasının ve bu temelde Kürdistan Özgürlük Hareketinin tasfiyesinin hedeflendiği biliniyor. Yani Kürtler tam on beş yıldır uluslar arası imha saldırısına karşı direniyorlar. Bu on beş yıl içinde neler olmadı ki! Kaç tane despot yerle bir oldu. Kaç devlet yıkıldı. Kaç lider ve iktidar yenilgiye uğradı. Ama 15 Şubat komplosu gerçekleşmiş ve İmralı işkence sistemi ortaya çıkarılmış olsa da, Kürt Halk Önderi ve Kürdistan Özgürlük Mücadelesi etkinliğini sürdürmeye devam ediyor. Değil tasfiye olmak, eskiye göre gücünü ve iddiasını daha da artırmış bulunuyor.
Bu süreçte tasfiye olanların başında Saddam Hüseyin ve iktidarı geliyor. Halbuki ABD’nin Ortadoğu’ya müdahale süreci Saddam Hüseyin yönetiminin Kuveyt’i işgaliyle başlamıştı. Saddam Hüseyin kendisini Ortadoğu direnişinin önderi olarak ilan etmişti. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a yönelik tezgahlanan 15 Şubat komplosunda Saddam Hüseyin yönetimine müdahale pazarlık konusu yapılmıştı. Önder Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesi “ABD’nin Saddam yönetimine karşı askeri müdahalesine Türkiye’nin destek vermesi” karşılığında olmuştu.
Peki nerede şimdi bu pazarlığı yapan ABD ve TC yönetimleri? Nerede Saddam Hüseyin ve BAAS yönetimi? Ama Kürtler ve Kürt özgürlük mücadelesi ayakta! İmralı koşullarında da olsa Önder Abdullah Öcalan küresel kapitalist modernite sistemini ve onun yarattığı Kürtlere yönelik kültürel soykırım rejimini yargılamış durumda. Bu biçimde de olsa uluslar arası komployu yenilgiye uğratmış ve İmralı mücadelesini kazanmış durumda.
Körfez Savaşıyla başlayan müdahale süreci ve Kürtlere yönelik uluslar arası komplo değerlendirilirken, kuşkusuz Türkiye’deki 28 Şubat darbesi üzerinde de durmak gerekir. Erbakan yönetimine karşı geliştirilen bu darbenin de bu süreçle bağlı olduğu tartışmasızdır. Darbe sonrasında Necmeddin Erbakan’ın ve hareketinin ne hale getirildiği ortadadır. Günümüzdeki AKP iktidarının ve Tayyip Erdoğan kişiliğinin bu darbe içinden çıkartıldığı da sürecin başka bir gerçeğidir. Yani AKP ve iktidarı ABD’nin Ortadoğu müdahalesinin bir çocuğu olmuştur.
Kürt Halk Önderi’ne ve Kürt halkına yöneltilen uluslar arası komploda kullanılan kişilik ya da iktidarların akıbeti de ilginçtir. Komploda en çok kullanılan güçlerin başında kuşkusuz dönemin Yunanistan hükümeti gelmektedir. Peki nerededir Yunanistan’ın PASOK partisi ve iktidarı? Komployla Türk-Yunan ilişkilerinin düzeltilmesi, NATO’nun Güneydoğu kanadının güçlendirilmesi, bu temelde ABD ile Yunanistan’ın kazançlı çıkması amaçlanmıştı. Peki ne kadar gerçekleşti bu amaç?
Herkes çok iyi biliyor ki uluslar arası komplonun en uğursuz rol oynayan tehlikeli kişiliği devrik Mısır diktatörü Hüsnü Mübarekti. Bu rolü nedeniyledir ki komplo sürecinin en uzun yöneticisi olan Tayyip Erdoğan “Mübarek kardeşim” demişti. Peki nerede şimdi zalim Mısır diktatörü? Yıllarca hizmet ettiği efendilerinden “Canını bağışlamasını” dilenmiyor mu? Demek ki Kürt halkına yaptıkları yanına kalmadı. Mazlum Kürt halkının ahı zalimi bu hale getirdi.
Hüsnü Mübarek gibi komploda tehlikeli rol oynayan başka kişilikler de var. Bir tanesi İtalyan faşisti Berlusconi. Faşist Mussolini’nin ardıllarından olan bu kişinin akıbeti de ortada. Yine on bin dolara kendini satan Rus ayyaşı Yeltsin’in sonunu da gördük. Hepsinin yerinde yeller esiyor şimdi. Kürt Halk Önderi ve Kürt halkı her türlü saldırıya karşı yiğitçe direnip onuruyla ayakta kalırken, bu tür diktatörlerin sonunun ne olduğunu herkes görüyor.
On beş yıllık komplo sürecinde bir de Suriye’nin oynadığı rol var. 9 Ekim komplosu ardından Suriye politikasında da yüz seksen derecelik bir değişimin yaşandığı biliniyor. Adana anlaşmasıyla sözde bir Türkiye-Suriye dostluk sürecinin geliştirilmeye çalışıldığını hepimiz biliyoruz. Daha önce Kürtlerle dostluk çizgisinde olan Suriye yönetimi, komplo ile birlikte Türkiye’nin kuyruğuna takılan bir çizgiye girmiştir. Öyle ki, birbirine “Kardeşim” diye hitap eden Tayyip Erdoğan ile Beşar Esat yönetimleri kendilerini “İki devlet, tek hükümet” ilan edecek kadar ileri gitmişlerdir.
Peki ya şimdiki durum nedir? Nerede Erdoğan-Esat kardeşliği? Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ı Suriye’den çıkartıp AKP ile kardeşlik oluşturmaya çalışan Esat yönetiminin başına neler geldi? Tarih boyunca Anadolu’da yönetim olan hiçbir güç, Ortadoğu’ya ve Arabistan’a yönelik olarak Tayyip Erdoğan’ın yaptıklarını yapmadı. Hiç kimse Tayyip Erdoğan gibi Ortadoğu ve Arap alemini satmadı. Tayyip Erdoğan hem de bunu sahte dostluk gösterileri içinde aldatarak yaptı.
Şimdi herhalde herkes bu on beş yılın muhasebesini yapacaktır. Hem Kürtlerin durumunu ve Ortadoğu’da halklar için oynadıkları rolü, hem de AKP’yi ve Ortadoğu’da halklara karşı oynadığı ajanlık rolünü değerlendirecektir. Üçüncü Dünya Savaşı denen süreç Suriye üzerinde gittikçe derinleşirken Ortadoğu’da kartlar yeniden karılacak ve yeni ilişki ve ittifaklar gelişme gösterecektir.
Uluslar arası komploya karşı mücadelenin on altıncı yılına girilirken Kürtler her zamankinden daha çok güçlü ve bu sürece hazır durumdadır. Komploya karşı on beş yıllık mücadelenin hem büyük birikimine ve hem de büyük tecrübesine sahiptir. Dahası Önder Abdullah Öcalan’ın kapsamlı değerlendirmeleri temelinde uluslar arası komplo bilincini derinliğine edinmiş durumdadır.
Kürt halkı uluslar arası komplo gerçeğinin nasıl imha ve tasfiye amaçlı ve çok yönlü bir saldırı olduğunu artık derinliğine bilince çıkarmıştır. Böyle tehlikeli bir saldırının inkar ve imha sistemine dayandığını, kültürel soykırım rejiminin gereği olduğunu her Kürt insanı çok iyi anlamıştır. Dolayısıyla bir halk olarak var olmanın ve özgür yaşamanın uluslar arası komployu tümden yenmeye ve İmralı sistemini parçalamaya bağlı olduğunu iyice görmüştür.
Kısaca Kürt halkı on beş yıl öncesine göre çok daha bilinçli, örgütlü ve hazırlıklıdır. Kürt gençleri ve kadınları on beş yıl öncesine göre çok daha öfkeli ve kararlıdır. On altıncı yılda “Önder Abdullah Öcalan’a Özgürlük” şiarıyla uluslar arası komploya karşı daha güçlü ve etkili bir tarzda mücadele etmek ve kazanmakta ısrarlıdır. Geçmiş on beş yılın sonuçları dikkate alınırsa, on altıncı yılda komplonun ve İmralı sisteminin tümden parçalanarak özgürlük hedefinin başarılacağı söylenebilir.
Selahattin ERDEM
Yeni Özgürpolitika
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
3 Ekim tarihinde akşam saatlerinde işgalci TC ordusuna ait 2 Panzer ve 6 adet Kirpi aracı Hakkari'nin Çukurca ilçesine bağlı Bilican karakoluna takviye yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 2 Ekim tarihinde sabah Mardin Stewrê bağlı Barman Beldesi ve Eltê alanında işgalci TC ordusu tarafından zırhlı araçlar ve piyadelerle bir operasyon başlatıyor.
- Ayrıntılar
İnsan içine doğduğu toplumla var oluyor. Çoğu zaman toplum olmadan insanın var olamayacağı, var olsa bile bizim kullandığımız manada insan olamayacağı söyleniyor. İnsan bu bağlamda sadece biyolojik bir varlık olarak ele alınmıyor. İnsan derken toplumsallık bir varlık olarak ele alınması söz konusudur.
Bugün içine doğduğumuz çağda halen Kürtler tanınmıyor. Başka bir deyimle Kürtlerin toplumsallığı kabul edilmiyor. Kürtler kendi toplumsal varlıklarını kabul ettirebilmek için tam 40 yıldır direniş halindedirler. Toplumsallığını kabul ettirmek için verilen bedeller oldukça ağır da olmuştur. Belki de bu toplumsallığı köklü bir şekilde kabul ettirmek için daha büyük bedeller de ödenebilir. Bunun nedeni açıktır; toplumsallığın tanınmıyorsa, kabul görmüyorsa orada bir ret ve inkar vardır. İnkarın ve ret olduğu yerde ise fiziki ve kültürel yok oluş süreci devrededir demektir.
Eğer bugün Kürdistan’da yüksek bir sesle kültürel soykırım diye haykırıyorsak bunun nedeni bu gerçekliktir. Kürtlerin toplumsallığı bilinçli bir şekilde kabul edilmiyor, ret ediliyor, inkar ediliyor. Ve bununla da hedeflenen uzun vadeye yayılmış bir yok etme yani imha sürecidir. Buna kimimiz asimilasyon diyoruz, kimimiz de kültürel soykırım diyoruz. Kürt halk önderliği kaleme aldığı bir çalışmasında: “Kültürel Soykırım Kıskacında Kürtleri Savunmak” başlığını kullanıyor. Gerçekten de Kürt toplumsallığını ısrarla ret etmek özü itibariyle Kürtler için tehlike çanlarının çalması demektir.
Kürt toplumsallığına en büyük saldırı ise bilinçli bir şekilde geliştirilen, geliştirilmek istenen bireycilikle yapıldığını unutmamız gerekiyor.
Bireycilik bilindiği gibi kapitalizmin bir hastalığı daha doğrusu kapitalist modernitenin bilinçli bir şekilde tüm insan toplumsallığını dağıtmak için özenle geliştirdiği, ahlaki ve politik değerlerden uzak yaşam biçimidir.
“Toplumsal ahlakın çok zayıfladığı ve kapitalizmin özellikle postmodern aşamasında içine girdiği ‘gemisini kurtaran kaptandır’ ilkesinin egemen olduğu aşamasında, toplumsal değer yargılarıyla bağlarını kopartmış kimliği ifade eden insanlık durumu tam bir bireycilik hali olmaktadır. Bireycilikte bireyin kendi toplumuyla ilişkisi topluma saldırı durumu olmaktadır. Bu durum bir bencil olarak sadece tüketmekle yetinme hali değildir. Bencilik sadece kendini düşünme gerçekliği olduğundan, kendi çıkarı için toplum ve diğer toplumsal katmanlarla sürekli çatışır halde olmayı yaratır.”
Dikkat edecek olursak, insanlığın şafak vaktinde bugüne gelmesinde en önemli rol toplumsallığın oynadığı roldür. Toplumsallık insanlığı bugüne getiren temel güç olmuştur. İnsanlığın en temel değerleri olarak her zaman ahlak örnek gösterilir. Dayanışma yine öyle. Ortaklaşma keza. Yardımlaşma. Birbirini düşünme. Birbirini koruma, savunma, ortak değerler uğruna birlikte yaşama vb. yine tüm dinlerin verdikleri mesajlar da hep toplumsallığın güçlendirmesine dönük mesajlar olmuştur.
Ne zaman toplumsallığı kutsayan mesajlar azalır, ağırlıkta yıkım anlarında yani ahlaki çöküşlerin yaşandığı anlarda. Ahlaki çöküşlerin yaşandığı anlar en büyük vurgunların yapıldığı an’lar olarak da bilinir. Hırsızlık, fuhuş, pazarlama, yıkma, çalma, yalan-dolan, savaşlar gibi durumlar dikkat edilirse en çokta ahlaki çöküş anlarında rağbet bulur.
Bunun için öncelikli olarak ahlaka vurmak gerekir. Yani öncelikli olarak toplumsallığa vurmak gerekiyor. Toplumsallığa vurmanın en etkili silahı da yukarıda ifade etmeye çalıştığımız bireycilikle yapılır.
“Bireycilik, birey ve bireyselliğin toplumsal değerlerden adeta intikam alırcasına tam bir toplum karşıtlığına dönüşmesi durumunu yaşamasıdır. Bunun için bireyciliğe kapitalizmin insan tipi demek yerindedir. Bu insanda toplumun tüm ahlaki değerlerine saldırmak temel bir davranıştır. Her şey ama her şey –kendisi de dahil- bu kişiliğin alım-satım malzemesidir. Günübirlik yaşam felsefesi içinde olmak ve tarihsel değer yargılara yabancılık, bu insan tipinin en belirgin özelliği olmaktadır. Toplumsal kolektivizme gelmeyen bireycilik, insanlar arası ilişkilerde çıkarcı olduğundan saldırgandır.”
Saldırganlığını kendi çıkarları için inanılmaz ölçüde savunmasıyla bağlantılıdır. Bir bit’i için yakmayacağı döşek ya da yorgan yoktur. Kendi çıkarı için satmayacağı değer de yoktur.
“Bireycilik, bireyin toplumda göstermesi gereken sorumluluk ve yaratıcılığı gösteremez. Bu gerçeklik, toplumu ören temel ilke olarak ahlaka saldırmak demektir. Sürekli kendi çıkarını esas alan insanın karşısındaki insanları düşünmemesi gerekir. Bunun için de karşıdakini kendisi gibi bir insan olarak ele almamak, kendisinden faydalandığı ve kendisi için kullanabildiği kadar yakınlık duymak, bireycilikle ortaya çıkan önemli bir anti-sosyal ilişki olmaktadır. Bu yaklaşımda insanın insana güven duyması gerçekleşmez. Toplumsal ilişkilerde ören ve kuran değil çözen ve yıkan ilişkiler üzerinden toplumda yeni ilişki ağları gerçekleştirir. Toplumdaki dayanışma, yardımlaşma, kolektivizm gibi temel insani ilişkiler en anlamsız ilişkilere dönüştürülünce, kendini kurtarmak, kendini kurtarınca da birçok insanı batırmak temel 'insani' özellikler biçiminde yeni bir sapkın yaşamın doğrusu haline getirilir.”
Kürt halk önderliği: “Kapitalist modernite dönemi, bireycilik ve tekelciliğin azami geliştirilmesi sonucunda ahlâki ve politik toplumun en işlevsiz halini yaşadığı dönemdir. Azami iktidar olarak ulus-devlet, politik karakterini azami ölçüde yitirmiş toplumdur. Ulus-devlet böylesi bir toplumu doğurur. Hatta ortada toplum diye bir şey kalmaz. Toplum ulus-devlet ve küreselleşen şirketler içinde âdeta eritilmiştir. Michel Foucault bu noktada toplumun savunulmasını özgürlüğün temeli olarak görür. Toplumun yitirilmesini (aşırı bireycilik ve tekeller tarafından, modernitenin ta kendisi olarak) sadece özgürlüğün değil insanın da yitirilmesi olarak değerlendirir” demektedir.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 1 Ekim günü saat 11.00 ile 17.00 arası Medya Savunma Alanlarımızdan Zap bölgemize bağlı Talısa, Ş.Karwan,Tepê Mırişka, Boğaza Erbiş, Gara Biçuk, Gara Mezin ve Şehit Dünya alanlarına işgalci TC ordusu Obüs ve havanlarla bir bombardıman gerçekleştirmiştir
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 30 Eylül günü saat 04:00'te Hakkari'nin Şemdinli'ye bağlı Gelişim köyü çevresi, Boğaza Tehta Sıla ve Tepê Kanalan alanlarında işgalci TC ordusuna Bağlı 150 asker ile kobra desteğinde bir operasyon başlatılmıştır
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
21 Ağustos 2012 tarihinde medya savunma alanlarımızdan Xakurke bölgemize işgalci TC ordusu tarafından yapılan hava saldırısında Zerdeşt yoldaşımız ağır yaralandıktan sonra özgürlük şehitler kervanına katılmıştır.
- Ayrıntılar