Türkçe’de bazı kelimeler var ki onların yaşamdaki karşılığını bulmak büyük keyif verir insana. Mesela, sereserpe yatmak! O kadar çok çağrışımlı bir kelime ki hem her durumu anlatan, hem de anlattığı her durumda gerçeği eksik bırakan bir kelime. Bir adam şimdi uzanmış yanıbaşımda. Kelimenin gerçek anlamıyla sereserpe... Yaşlı ana kıta gibi duruyor. Ben kucağımda bilgisayarım, onun yakın kıyısında Aborjin kıtası gibi duruyorum. Ona yıllardır Aborjin kıtası hikâyeleri anlatıyorum. Her seferinde yaşlı ana kıtanın Himalayalarına benzeyen göbeğinde depremler oluyormuş gibi gülerek dinliyor hikâyeleri.
Uzak kıtanın yakın halkı olan Aborjinleri anlatırken, Kürt masalları ve destanlarındaki atalarının hikâyelerini dinler gibi sevecenlik ve merakla dinliyor. Yine göğsünün sol kafesinden kopup yan kıyıdaki Aborjin ülkesine göç etmiş olan kardeşlerinden bahsederken, sanki onlar hala kalbinin içindeymiş gibi sevgi ve özlemle bahsediyor onlardan. Bu sohbetler zaman-mekân mesafelerinin allak-bullak olduğu duygular dünyası yaratıyor ikimizde de. Size mektup yazacağımı duyan bütün dağlılar gibi sevinçle selamlarını yolluyor. Aborjinleşmiş Kürt ve zaten Kürt olan Aborjin kardeşlerine benim üzerimden selam göndermeleri beni hem onure ediyor, hem de onların selamına içerdikleri bütün anlamları ulaştırabilir miyim kaygısıyla beni tedirgin ediyorlar.
Aborjine çıkmış ya adım, beni bir nevi uzak bir kıtanın yakın temsilcisi olarak görüyorlar. Keşke anlatabilsem Aborjin kardeşlerime, kendilerine kalpleri kadar yakın dağların oğulları ve kızlarının kalplerinin ne kadar Aborjin olabildiklerini. Ve keşke Türkçe’nin sınırlı kelime hazinesinin çok çok dışlarına taşarak anlatabilsem Aborjin ülkesine göç etmiş kardeşlerini ne kadar yakın hissettiklerini. Dünya denen bu gezegende mekân olarak kendilerinden koparılmış her kardeşlerini yüreklerinde nasıl bu kadar ustaca biraraya getirebildiklerini size tam anlatamamanın kaygısıyla yazıyorum her kelimeyi.
İnsanın gerçek ülkesi kalbinin coğrafyasıdır. Ve dağların kalbinin coğrafyasında Aborjin ülkesindeki kardeşlerinin yeri oldukça belirgin. Uzun yıllardır bir kıtayı dağlara ve dağlıların kalbine taşırmanın elçiliğini de yapıyorum bir anlamda. Hani bu elçilik Aborjin ülkesini işgal edenlerin şatafatlı ama taş gibi soğuk elçilikleri kadar olmasa da, Aborjinlerin Avustralya parlamentosunun tam önüne yeşil çimlerin kenarına kondurdukları baraka kadar sıcak ve içten bir temsiliyet kazanmış durumda. Ve emin olun, Aborjin ülkesini sorarlarken bir güne bir gün, işgalcilerin o namı almış yürümüş modern kentlerine dair en küçük bir merak ve ilgi görmedim onların dağ gözlerinde.
Ne zaman söz açılsa ana kıtanın kıyısından uzaklara sürüklenmiş o kara parçasından, ya kardeşleri olan Aborjinlerden ya da Aborjin kardeşlerine karışmış topraklarının kardeş çocuklarından açılıyor sohbetlerimiz. Size bu mektubu yazarken o sereserpe yaşlı ana kıtaya, sizin, kendinizi ne kadar devrimin ve dünyanın merkezinde gördüğünüzü anlatıyordum espriyle karışık. Ve her zamanki gibi zamanın ve mekânın neresinde olursa olsun, kendileriyle birlikte atan her kalbin, evrenin merkezi olduğuna inanan ve kalplerini oraya akıtan bir ilgi ve sevgiyle dinlemesine şaşırmadan edemedim.
Her geçen gün daha iyi anlıyorum bu içinde yaşadığım dağların nasıl bu kadar canlı olabildiğini. Bu dağların kalbi dünyanın dört bir tarafına yayılmış halkların kalbi ile birlikte atıyor. Kalplerinin damarı görünmez bağlarla kendilerini hisseden bütün dünyalıların kalplerine bağlanmış adeta. Nerede bir kalp onları hissederek kımıldasa, kanı onların yüreğine heyecanla yaşam diye akıyor.
Milyonlara ulaşmış bir hareketin temsilcileri olan bu insanların dünyanın öte kıyısı sayılabilecek bir kıtadaki bir avuç kardeşlerinin kendilerine dair tek bir sözlerini bile bu kadar büyük bir coşku ve sevgiyle karşılamalarına anlam veremedim uzun zaman. Şimdilerde onların kalplerinin görünmez damarlarla bir ağ gibi dünyayı sararak kendilerine dair en küçük ilgi ve sevgi zerreciklerini toplayarak koskocaman bir kalbe dönüştürebildiklerini görebiliyorum. Ve o kadar hassasiyetle koruyorlar ki kurdukları bu bağları, hani kalbinizin bir damarı kopsa ya da bir damardan kalbinize kan akmasa çalışmaz olur ya kalbiniz, onların da bağları tamamen böyle örülmüş. Tek bir bağın bile ne kadar yaşamsal değerde olduğunu, kalbim onların kalbine karışınca daha iyi anlıyor ve görebiliyorum.
Şimdi bu satırları size yazarken Zağrosların en asi mekânlarından, kelimeleri aşan o bağı kurabilir miyim diye telaşlanıyorum bir taraftan. Ama bir tarafım da, zaten kalbimin damarlarının Aborjin topraklarından hiç kopmamış olmanın rahatlığında kelimeler ötesi ulaşmaya çalışıyorum sevincindedir.
Onları size taşırmanın sevincine ,sizleri dağların ve dağlıların kalbine taşırma sevinci ile bütünleştirerek yazıyorum. Bir tarafım kalbime dağları sığdırmanın coşkunlukla taşan heyecanındayken, bir tarafım o uzak kıtaya kalbimin damarlarından bir köprü döşüyebilmiş olmanın mutluluğu ve sevincindedir. Belki bazen yarı şaka ‘siz dünyanın merkezi değilsiniz’ diyordum ya, şimdi size rahatlıkla diyebilirim ki, bu dünyanın merkezi sizin dağlarla ve dağlılarla birlikte atan yüreklerinizdir. Çünkü dağların merkezi zaman ve mekânın ötesinde, onlara hayat veren ve onlarla birlikte atan kalplerin damarındaki kanın tek bir hücresidir bazen.
Ve şimdi sizi dağlarda dağlılarla birlikte anmanın keyfini yaşarken bir yanım, bir yanım tek tek her birinize ulaşamamış olmanın burukluğundadır. Aborjin toprakları benim için sadece sürgünlük yurdum değildir. Ben o topraklarda Sydney denen o kentin meydanında ateşten doğurdum kendimi. Belki de ondandır bir yanım Şerevdinlerin koçer çocuğuyken, bir yanım Aborjin yurdunun Aborjin çocuğudur. Ve belki bu yüzdendir bir yanım, Zağros dağlarında Şerevdîn’ini bulmanın huzurundayken, bir yanım, Aborjin ülkesinde sürgün olmanın burukluğundadır.
Bir yanım bütün dağlıları birer Bêrtî koçeri gibi kucaklamanın sevincindeyken, bir yanım Aborjin kardeşlerime misafirliğe gitmiş sürgün kardeşlerimin özlemindedir. Kalbimin bir yanı Zağrosların uçurumlarında kelebek çırpınışlı sevinçlerdeyken, diğer yanı bir kangurunun kesesindeki yavrunun şaşkınlığında ve çocukça hüznündedir. Bir yanım doğduğum toprakların bağrında olmanın halayındayken, bir yanım ateşten doğuşuma tanıklık eden kardeşlerimin hasretindedir. ..
Umarım aklımı bir kenara koyarak sadece kalbimde yankılanan kelimelerle size ulaştırmaya çalıştığım bu mektubu hepiniz okursunuz. Ve eğer umduğum gibi şu anda bu mektubu okuyorsanız, eksik ifadelerimi dağları kelimelere sığdıramama çaresizliğime vermenizi diliyorum. Kaldı ki sizinle paylaştığım duyguları kelimelere dökülmeksizin anlayabildiğinizi kalbimin çırpınışları bana hissettiriyor.
Eğer bugün bu dağlarda bir devrim fırtınası esiyorsa, emin olun ki bu bir kelebek devrimidir. Dünyanın dört bir yanındaki kalbi kelebek insanların kalp çırpınışlarının rüzgârı, Kürdistan dağlarının asiliklerinde bir fırtınaya dönüşüyor.
Bu dağlara dair kalbinizdeki her duygu, dilinizdeki her kelime, hayatınızdaki her eylem dağların kalbine akan kan damarlarıdır. Kelamın ötesinde kalplerimiz arasında kurulu olan en kadim köprüler bizi birbirine bağlayan hayat damarlarıdır. Bu damarlardan duygu ve düşüncelerimiz her hangi bir biçimde ve her hangi bir vesileyle akmaya devam ediyorsa, bilin ki dinmeyecektir bu fırtına. Ve yine bilmenizi isterim ki, kalplerinize dağları ne kadar sığdırıyorsanız, siz de o kadar dağların kalbinde atan hayat damarlarısınız.
Bu mektup vesilesiyle Aborjin topraklarında yaşayan bütün kardeşlerimi dağların kelebek çırpınışlı kalbinin heyecanı, özlemi ve sevgisiyle kucaklıyorum. Sizler dağların kalbisiniz. Umarım kalbiniz dağlarla dolar. Ve bugüne kadar uzak bir umut diye kalbimizde taşıdığımız herşeyin adım adım gerçekleşmesine sizin de katılmanızın yolları açılır bir gün. Umarım bugün dağlardan başlayıp ülkemizin dört bir yanında ve halklarımızın bulunduğu bütün zaman ve mekânlarda özgür bir yaşama dönüşen hayatlarımızın her şeyiyle bütünleşeceği günleri birlikte yaşarız.
Kalplerimizin görünmez damarlarından birbirine akan duygu ve düşünceleri, birbirimizin gözlerine bakarak kelama dökmenin bir gerçek olduğu günlerdeyiz. Paylaştığımız sevinçleri dağların dilanlarında el ele paylaşmanın, özlemimiz olan özgür topraklarda Amed surlarında bir ADALI’nın sesinde ve soluğunda, kulaklarımızdan kalbimize aktığı günleri kelebek heyecanında yaşayacağımız zamanların geldiğine olan inancımı paylaşmak isterim. Bu inanç, duygu ve düşüncelerle hepinizi tekrar ve teker teker kalbimin yanık göğüs kafesine bastırarak kucaklıyorum...
Sevgilerimle!
Zağroslardan ...
Jêhat Bêrtî
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
10 Eylül tarihinde Dersim'in Aliboğazı alanına bağlı Bozanlar mıntıkasında işgalci TC ordusunun bir operasyonu başlamıştır. Bu operasyon zırhlı araçlarla pusulamalar biçimde halen sürmektedir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 6 Eylül tarihinden itibaren işgalci TC ordusuna ait insansız hava araçları Medya Savunma alanlarımızdan Zap bölgemiz üzerinde yoğun keşif uçuşları yapmıştır.
- Ayrıntılar
Demokrasi kavram olarak halkın yönetimi anlamına geldiğini herkes söyler. Yada klasik anlamda halkın iktidarı sözcüğü de çokça kullanılır.
Devrimlerin alt üst oluşları ifade ettiği de bir gerçek. Eskinin yıkıldığı, yeninin ise doğmaya aday olduğu da bir o kadar gerçek.
Geçmişlerde alt üst oluşları sadece negatif anlamda bir yıkma olarak anlaşıldığı da bilinmektedir. Yani yıkmanın, sözün tam manasıyla yıkmak olarak algılandığı gerçekliği göz önüne getirildiğinde neredeyse negatif anlamlarla yüklendiği de bir gerçektir.
Devrimlerin ise halkların tarihlerinde ne anlama geldiğini ise en çok halklar bilir. Çünkü devrim anları sözün tam manasıyla halkın demokrasinin yaşandığı anlardır. Sistemlerin yıkıldığı ya da yıkılmaya yüz tuttuğu ancak yeninin de henüz ortaya çıkmadığı anlarda -kimisi buna geçiş anları, kimisi kaos anları demekte-demokrasini en yalın ve derin hali yaşanır.
Boşuna tarihin böyle anları tüm renklerin ve ustaların “yüz çiçek açsın, yüz fikir birbiriyle tartışsın” manasında söylediği gibi kendisini açığa vurduğu anlar olmamışlardır. Böyle anlarda toplumun tüm kesimleri istemlerini en yalın bir şekilde kendilerini açığa vururlar.
Demokrasiyi bir yönüyle halkın kendi kendine yönetmesi olarak ele almıştık, ancak bir başka daha çarpıcı tanım ise yetkilerinin paylaşımıdır. Yani yetkilerin mümkün mertebe çok ele yayılması ve dağılmasıdır. Devrim anları işte tam da böyle anlardır.
İktidar güçleri artık yapmak istediklerini yapamaz durumdaysalar ve iktidar güçleri tüm yönetim güçlerini yitirmişler ise ya da yitirmeye başlamışlar ise, sistemleri param parça olmaya doğru gitmiş ise orada sözün tam manasıyla artık devrim anları yaşanıyordur demektir.
Şimdi Rojava’da yaşananlar, yukarıda dile gelenler ışığında tamamen bir devrimdir. Sömürgeci güçlerin iktidarı sarsılmıştır. Rojava’da Kürtler ve diğer halklar yan yana Baas rejiminin denetimi dışında yaşamaktadırlar. Kendi yönetimlerini parça parça inşa etmektedirler. Yıllardır söyleyemediklerini, yapamadıklarını özgürce her ortamda, tüm platformlarda haykırmaktadırlar. Bir adım daha ileriye götürecek olursak, sözün gerçek anlamında kendi demokrasilerini hürce yaşamaktadırlar.
Devrim anları dediğimiz anlar işte böylesine inşa anlarıdır. Bugün Rojava’da büyük bir inşa çalışması yaşanmaktadır. Kimin ne yeteneği varsa, kimin ne düşüncesi varsa, kimin nasıl bir projesi varsa bu anlarda gerçekleştirme zemini tüm zamanlarda daha fazladır.
Kim hayallerini gerçekleştirmek istiyor?
Kim tüm potansiyelini açığa çıkarmak istiyor?
Kim halkının ve halklarının yüreğinde ebediyen yerini almak istiyor?
Kim tarihin bu en nazik anında tarihe ismini altın harflerle yazmak istiyor?
Kim bugüne kadar bir türlü yapamadıklarını tüm yüreğiyle gerçekleştirmek istiyor?
Gerçekten de böyle onlarca soruyu peş peşe dizmek mümkündür. Çünkü süreç bir devrim anıdır. Süreç en ileri düzeyde demokrasiyi yaşama ve yaşatma anıdır. Süreç böyle hızlı akan tarihi bir anda akma anıdır.
Bunun için diyoruz ki kendisini gerçekleştirmek isteyenler yönünü Rojava Kürdistan’ına vermelidir. “Rojava’yı destekliyoruz” sözleri yerine bizatihi Rojava’ya yüzümüzü dönerek devrim anlarının tüm sıcaklığını yaşamaya gidelim.
Devrim anları hem böyle bireyin kendi hayallerini gerçekleştirdiği anlar iken, hem de yeteneklerini zirveye çıkardığı anlardır. Yani sevinçli ve coşkulu olma anları tamamen en iyi bir şekilde böylesi anlarda yaşandığı için birde yüreğimizi coşku seli ile çağlama anıdır bu an.
Sözü uzatmadan, bugün Rojava’da yaşanan böylesine coşkulu devrim anlarına katılmak, kendine gerçekleştirmek her Kürdistanlı gencin temel bir görevidir.
Yeniden belirtelim, yüzümüzü Rojava’ya çevirelim.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 6-7 Eylül tarihlerinde Medya Savunma Alanlarımızdan Haftanin, Metina, Zap ve Gare de işgalci TC ordusuna ait insansız hava Araçları'nın yoğun keşif uçuşları olmuştur.
- Ayrıntılar
Vekâlet kelimesini vekillik olarak ele almıştık. Vekilliği ise: “Birinin, işini görmesi için kendi yerine bıraktığı veya yetki verdiği kimse” diye tanımlamıştık. Vekâlet etmeyi ise: “Birinin yerine, bakmak, görevini üstlenmek” diye kullanmıştık.
Bu durumda Vekâlet Savaş’ını “başkalarının yerine, bir savaşı yürütmek” olarak ele alınabileceğini dile getirmiştik.
Bir önceki yazımızda Vekalet Savaşlarının yerine sorunları kendi içinde çözme anlamına gelecek yaklaşımımızı dile getirerek: “Bu ise gerçekten artık başkalarının savaşlarını sürdürmekten vazgeçmekten geçer” demiştik. Yine, “Bu ise gerçekten var olan sorunları, başkalarını araya koymadan dolaysız çözmekten geçiyor” demiştik.
Kürdistan’ın 1800’lerden bu yana tümden savaş altına ya da içine alındığını hemen belirtelim. Bu savaş altına alma sadece Kuzey Kürdistan’da yaşanan bir gerçeklik olmadığını da hemen belirtelim. Kürdistan’ın dört parçasında başta Osmanlılar olmak üzere, İranlılar ve özelde de İngilizlerin çok kirli bir şekilde Kürtlere karşı savaş içerisinde yer aldıklarını da belirtelim.
İngilizlerin kendileri için her zaman birilerini savaşa sürdüklerini belirtmiştik. İngilizlerin o meşhur olan: “Böl, parçala ve yönet” politikaları gerçek manada tamda Vekâlet Savaşlarını dile getirir. Bölerek, parçalayarak sonrada yöneterek politika yapmak demek esasta başkalarını kendi maşası haline getirerek, kendi yerine savaşa sürmek demektir. Başkalarını kendi yerine savaşa sürmek demek gerçekten de ciddi maharet ve yetenek sahibi olmak demektir. Ve bu ciddi zeka ve yeteneğin İngilizlerden bulunduğu, Afrika’nın köleleştirme tarihini bilen herkes iyi bilir. Afrika’da insanların nasıl insanlık dışı uygulamalarla adeta insanlıktan çıkarıldığını tarih bize yazar.
Afrika’yı biliriz ancak biz Amerika’da nelerin yapıldığını da biliriz. Halkların nasıl soykırımdan geçirildiklerini de bilmeyenler yok gibidir. Eğer bugün ABD dünyanın her tarafında cirit atıyorsa bunun akıl hocalığını kesinlikle İngiliz siyasetinin yaptığını bilmeyen de yoktur.
Özcesi Kürdistan 1800 yıllarında boydan boya savaşa sürüklenmiş ve yüz yıl boyunca da onlarca katliamlarla yüz yüze gelmiştir. Kürtlerin tüm yenilgilerinin altında İngilizlerin bulunduğunu da tarih bize yazıyor. Asurlarla Kürtlerin, Ermenilerle Kürtlerin, Yezidilerle Müslümanların derken birçok farklı rengin birbirine karşı kırdırılmasının altında da kesinlikle İngilizlerin olduğunu da tarih yazıyor. Bu kadar kirlilik sadece ve sadece Ortadoğu’da kirli emellerini yürütebilmek içindi. Yine Basra Körfezi’nin Rusların eline geçmemesi içindi. Çıkarları zedelenmemesi için on binlerce insanı birbirine karşı kullanarak, kırdırarak savaştırmak sadece ve sadece kendi adına savaştırmaktı ki buna da biz Vekalet Savaşı ya da Vekalet Savaşları diyoruz.
Benzer bir durumu Kürtler bu kez daha ağır bir şekilde 1920’lerin başında yaşadılar. Bu kez Kürtler daha fazla katliamlarla yüz yüze gelmişlerdir. Ancak daha ağır olan durum ise bu kez Kürtlerin uluslararası sistem dışına itilmeleri daha doğrusu atılmaları olmuştur. Yani Kürtler yok sayılmışlardır, inkar edilmişlerdir. Sonrada göreceğiz ki uluslararası hukukun dışında tutulan Kürtler bu inkardan dolayı birçok İngiltere destekli ulus devleti tarafından imhaya tabi tutulacaklar, ancak dünyanın hiçbir ülkesinde- devletinde demek daha doğru olur- bu soykırımlara karşı tek bir itiraz ve refleks bile gelişmemiştir. Bırakalım sömürgeci devletlere karşı duruşu, uluslararası güçler birde Kürtleri gerici, şaki ve günümüzde ise terörist diye damgalayarak soykırımcılara arka çıkmışlardır. Bunları yaparlarken de her zaman birilerini kendileri için kullanarak yaptıklarını da belirtmemiz gerekir.
Sözü çok uzatmadan, bugünde İngilizler-buna siz ABD’de diyebilirsiniz-birilerini kendileri için savaştırıyor. Yani Vekaleten kendilerini için Savaşanları bularak, parasını vererek savaşa sürüklüyorlar.
Örneğin bugün Rojava Kürdistan’ında Kürt halkı ilk kez kendi öz yönetimini oluşturmak için kollarını sıvamıştır. 19 Temmuz 2012 yılında ilan edilen devrim esasta kendi yolunu çizme devrimidir. Kürtler kendi yolunu daha güçlü bir şekilde çizmek isterlerken bu kez yeniden ama daha kirli ve sinsi bir şekilde Vekalet Savaşçıları devreye girmiştir.
ABD ve İngiltere Suriye’de kendi sistemlerini kurmak istiyorlar ancak bir türlü bugüne kadar istediklerini gerçekleştiremediler. Bu hengamede Kürtler kendi devrimlerini ilan ederek bir adım ileriye atıldılar. Kürtlerin Rojava Devrimi bunların beklemediği bir adım olmuştur. ABD’nin bölgede jandarması olan AKP hükümeti Rojava Devrimi’ne en sert karşı çıkan olmuştur. Bunun için bölgede taşeron rolünü oynayan AKP birçok paralı çeteleri devreye koyarak Rojava Devrimi’nin üstüne salmaya başladı. Tüm bu planlar tutmayınca bu kez Rojava Devrimi’ne karşı Güney Kürdistan’da ilişkileri en üst seviyede olan güçleri Türkiye’nin eliyle ABD harekete geçirdi. Yani Türkiye’nin harekete geçirdikleri Güney Güçleri Rojava Devrimi’ne karşı şimdilik açıkta olmasa da, fiilen bir savaş başlatmışlardır. Sınırın kapatılması, El Parti adındaki çete bir örgütün silahlandırılması gibi birçok fiili karşıtlığını içerisinde bizatihi KDP vardır. KDP’nin bir kısmı vardır.
Dikkat edilirse Suriye’de yürütülen savaş bir nevi ABD’nin bölgede hegemonyasını daha fazla geliştirme savaşıdır. Ancak şimdiye kadar ABD devreye girmemiştir. İngiltere devreye girmemiştir. Lakin savaş da durmamıştır. Başka bir deyişle, ABD’nin yerine savaşan başka güçler vardır. Yani birileri ABD ve İngiltere’nin savaşını Vekaleten alarak yürütmektedir. Bu durumda Vekâleten Savaşı yürüten güçlerin başında birisi Türkiye iken diğer önemli Vekalet Savaş gücü ise KDP’dir.
Maalesef bu kez Vekaleten devralınan Savaşı emperyalist devletler ve Türkiye adına KDP, Rojava Kürtlerine karşı yürütmektedir. Bunun ise Kürtlerin iç ilişkileri açısından çok hayırlı bir savaş biçimi olmadığı ileride tarihin bize göstereceği açıktır.
Devam edecek
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 5 Eylül tarihinden itibaren Şırnak Uludere'ye bağlı Gırê Şivan ve Girê Serbend alanlarında işgalci TC ordusu tarafından yoğun pusulamalar yapılmaktadır. Kato Jirka da ise yoğun keşif uçuşları yapılmaktadır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 3-4-5 Eylül tarihlerinde Medya Savunma Alanlarımızdan Haftanin, Metina, Gare, Xakurke ve Kandil alanlarımızda işgalci TC ordusuna ait Keşif uçaklarının yoğun keşif uçuşları olmuştur.
- Ayrıntılar
Sizde bu gerilik, emredilen, anlaşılması gereken hedefe göre, çizgiye göre değerlere gelmedikçe bizdeki tabi kendimizi kaybetmeyeceksek sözümüzün sahibi olacaksak bu yüklenme devam edecektir. Dayatmalarla size iş yaptırmak mümkün değil de, fakat bir insanın kendi içinden bazen hırsları, öfkeleri, kederi olur ve her zaman dediğim gibi herkesin üzerinde düşünmesi gereken gerçeklere ilişkin anlayışının arzusunun gelişmesi gerekir. Siz de bunlar da çok zayıf. Gelip böyle bir düşmanın sadece bir halkın siyasi iradesini kırması ve mutlak yönde hakimiyetini kurmasını yeterli görmediği, beyinlerine, yüreklerine kadar girip tanınmaz hale getirmesi, hem oldukça hasta ve çaresiz, hem de tüm yönleriyle bir sinir hastalığına tutulmuş kişiler yarattıkça işlerin ne kadar zor olduğunu her geçen gün daha iyi anlıyoruz.
Mesele sadece siyasi anlamda yenilgi hakimiyeti olsaydı, onu çözmek ona karşı tedbir geliştirmek rahat olabilirdi. Biz bunu daha önce yaptığımızı sanıyorduk, ama şimdi görüyoruz ki yürüyemeyen kişilik yapınız, daha değişik, çok daha derinlikli bir vuruluşu, beyinden ve yürekten büyük tahribatı yaşıyor. Hatta birde birisi kendinden tamamen vazgeçtimi, sağlığına kavuşmayı bile mesele yapmadı mı bu insandan herşey beklenebilir. Hasta hep kendine bakılmasını ister, halbuki kurtuluş örgütünün tarifi gereği hasta bir toplumu sadece tedavi etmek değil, onu sağlığına kavuşturmakla onun için düşmanlarıyla, mikroplarıyla da savaşmayı gerektirir. Bırakalım bunu, kendi sağlığınıza bile fazla emniyet vermeyişiniz sizi nereye götürecek? Tabii bu bir anlatım türü.
Devrimciler için özellikle olmaması gerekiyordu. Başlarken bu işe, devrime başlarken diyeceğim bunu da fazla tutarlı gerçekçi bulmuyorum. Aslında sizin, yaşamın edebiyatına herhangi bir anlam verdiğinizi sanmıyorum. Bireycilik anlamında bile birşeyler yapmak istediğiniz de kuşkulu, o kadar derbeder. Şimdi ben devrimciliğe birkaç sözcükle başladığımda o gündür bu gündür tarzımı, tempomu düşürmeden geldim. Mesele öyle bilinç, bazı imkanlarla yola çıkmak değil, dünyada benim kadar az bilinç ya da az imkanla yürüyen ve düşmana karşı çıkan olmamıştır, ama biz buraya kadar kendimizi getirdik ve şimdi sizi zafere götürecek imkanları bile önünüze koyduğumuzda sorun olmaktan başka elinizden gelen ne var?
Düşünün, bizde de bir sorumluluk anlayışı vardı. Biz tek başımıza çıktık. Olağanüstü anlayışlı olma, olağanüstü ilgi duyma, büyüme, çok sıradan imkan var mı, yok mu, onu yaratma, bununla biz buraya geldik. Halen uğraşıyoruz. Kendinize bakın, kendinizden iğrenmiyor musunuz? Hazır bu kadar imkanla devrimde yürümemeyi siz nasıl kendinize izah edeceksiniz? Sadece yaramazlık, dediğim gibi düşmanın provake ettiği kişilik. “Ben sinirliyim, ben bozuğum, ben şuyum.” Sersemliktir, bu kelimelerle siz neyi izah edebilirsiniz? Bunu söyleceğinize bu işin içine ilk adımı bile atmayacaktınız. Hayret ettiğim nokta bu, insanın biraz saygısı bile olsa, bırakalım devrimin içinde niye böyle yaşıyorsunuz? Size kim söyledi böyle yaşanılabilinir?
Yani ilk terbiyeyi nasıl almak gerektiğini size söylüyorum. Şimdi çok açık ki rezilsiniz, çok açık ki düşman kapısında da beş metelik etmiyorsunuz. Nereye gidiyorsanız kapılar kapalı. Bu çok açık, herşey aleyhimize. Peki insan bundan hiç bir sonuç çıkarmaz mı? En çok çıkarılan sonuç; lümpenizme sarılma, 'kafam karışık, her tarafım delikdeşik', her türlü ucuz kişilik numaraları. Peki bununla ne kazanılabilinir?
Önyargıları yaşam konusunda kırmak gerekir ve çok ciddi bir hazırlanmayı becermeniz gerekiyor. Aklınız biraz çalışmaya başlamışsa kendinize soru sormayı ve işlerin gidişatı hakkında bir hükme varmayı bilmeniz lazım.
Benim bu devre süresince sadece size değil, kendime de dahil hep sorduğum soru; 'keşke böyle yaşanılmasaydı'. Hep anama söylediğim o ilk söz aklıma geliyor. 'Sen misin beni doğuran, sen suçlusun' dedim. Bütün doğuşunuzu suç olarak görüyorum. Aslında bu halinizle suç kişiliğidir. Fakat ben dersimi almıştım ve kendimi müthiş eğittim. Düşünüyorum, benim eğitilecek hiçbir imkanım yoktu. Sömürgeci okullar insanı zaten sürekli baştan çıkarıyordu. Üniversitesine kadar, yaşam konusunda, gerçekler konusunda. Tek başıma bana yön verebilecek doğruları bulmaya çalışıyordum. Bu yaşam şansını kaybetmemek veya yaşayacaksam doğru yaşayabilmek için.
Şimdi size bakıyorum hiç yaşamı sorgulama yok, yanlış yaşayıpyaşamadığını değerlendirme yok. Bir hastalık ki hepsi Kemalizmin veya onun zorla ayakta tuttuğu her tür gericiliğin şartlandırması altında, ipe sapa gelmez, yaşam adı altında her türlü rezalet, kepazelik, beyinsizlik, yüreksizlik var. Ben hala şaşıyorum. Başını sallıyor, geliyor. Yaşam hakkında bu büyük bir ayıptır. Ben onun için terbiyemi çok sıkı yapmaya çalıştım. Yani insanlar karşısına çıkacaksam illa bir doğru çözümüm olacak dedim. Ve kesin attığım adım kabul görecek. İşte terbiye, ilkem bu iki kelimede gizli, ben hiçbir zaman düşman da dahil karşısına bir anlayışsızlıkla çıkmadım. Yersiz bir söz söylemedim. Size bakıyorum, bu kadar eğitmeye çalışıyorum yanlışlıklar şurda kalsın hepsi çaresizlikten ibaret. Bir gururla bir yere giriş yok, ülkeye gidecekler, endişeliyim yani hangisinin doğru bir adım atacağı konusunda sağlam bir güvenim pek gelişmiyor. Gidecek, nasıl kandıracak kendisini, nasıl kişilerle oynayacak, nasıl kendi kendini uyduruk yöntemlerle dayatacak? Budur genele hakim olan anlayış. Çünkü gurur yok. Çünkü derinden anlama yok. Çünkü gerçekten büyük bir işi yapma istemi yok.
Örgütlenmemiş kişilik yapısı, dayatmacı, oldukça despotik, anlayışsız ve çirkince. Fırsat buldu mu eğer biraz da yetkiye kavuştu mu, onun hiç anlam önemini gözönüne getirmeden, kör güdülerinden ne geliyorsa onu dayatır. İsterse canı çıksın. Vicdanı buna kadar götüren bir kişi hiçbir şeyi başaramaz, iyi geliştiremez, zaten diğerleri de büyük çaresiz. “Ben devrim yapacağım. Ben işlere yön vereceğim, birşeyler başaracağım.” Bırak bu duyguyu rahat yaşayabildiyse kırıntılar da yeter. Hele bir sigara buldu mu o kadar. Büyük hevesler, büyük arzular, büyük umutlar, bazı büyük işlere kendini yatırma aklına bile gelmez. Peki biz ne olacağız? Düşünüyorum da sizleri, yaşamı bundan sonra nasıl geliştireceksiniz? Hadi hepsinden istemiyoruz da, 'burada şöyle bir yaşam rotası geliştirelim veya rotası çizilmiş bunda yürüyelim' diyen bir yiğit çıksa insan yine 'bravo' diyecek. Binlerce içinden bir tane yiğit çıkmadı. Göreceksiniz belki siz de o kadar söz vereceksiniz herhalde yine çıkmaz. Tekrar söyleyeyim, bunda kasıt aramıyorum fakat kurgulanmış kişilikleriniz buna fazla yer vermeyecek.
Bu saha çalışmaları bana göre çok önemli. Biraz iddiası olana dağlar kadar iş yaptıracak çözüm gücünü herhalde suyun bu tarafında bırakıp gidecek, Yine kendisi nasıl bilirse öyle yapacak. Başarıymış, planmış, imkanmış, önemli imiş, birşeyler yapmak imiş, havaya uçar hepsi. Gerçekten insanı üzen şeyler. Nasıl vurulduğunu bile anlamadan gitmek. Savaştığını sanarken, belkide çok acımasız bir şeye girerken tüm bunları normal kabul etme. Bana doğalken, nerede ne mümkün doğal gelmesi bunu insana en büyük hakaret ve talihsizlik olarak görüyorum. Sizin bu tarz yürüyüşünüzü, herşeye bakışınızı, yorumlayışınızı zaten yorumlayışta yok tamamen çaresiz.
Olgun olmayı redediyorsunuz, anlayışlı olmayı redediyorsunuz. Birbirinize ne kadar muhtaç olduğunuzu anlamak istemiyorsunuz. Doğru temellerde yaklaşımın özünde inkar var. Nasıl böyle olmuşsunuz şaşıyorum. Bu bir güç meselesi. Neden bu kadar güçsüz düşürülmüşsünüz, neden biraz güç olmayı bilemediniz, hayatı neden bu kadar boşa geçirdiniz? Gerçi geçirttiler size artık yani sizin güç olma gibi durumunuz da hiçbir zaman olmadı ki. Düşmandan bir maaş alan kendini dünyanın en mutlu insanı hissediyor. Felsefe bu iken güç olma nerede aklınıza gelebilir?
Fakat bu benim adıma olunca ben öfkeleniyorum. Düşman sizinle herşeyi yapabilir de benimle bu olmaz, ben farklıyım. Bana aynı numarayı yapmak çok büyük öfkeme yol açıyor. Çok disiplinli, çok çalışmayı doğru bilen ve sonuçlarını da müthiş değerlendiren birisiyim. Sizin bu bana yaptıklarınızı yememyutmam imkansız. Benim adıma değil, sizi çalışma sahamda tutmam çok zor, sizi kabul etmem, yönlendirmem çok zor. Çünkü benim arkadaşlarım böyle olmaz. Böyle değil savaşçılık, böyle sürü bile besleyemez veya çobanlık bile yapamazsınız. Önderlik diyorsunuz, ama sizin yaşam çalışma tarzınızı bir çobanlık düzeyinde kabul edip size maaş vermem bile imkansızdır. Yapacağım ilk iş sizi muhasaraya (ablukaya alma) alıp, bir deliyi tımar eder gibi tamir etmek olacaktır. Bu kadar hassasiyet var.
Tabi hep öyle sözler söylemek istiyorum ki, yani bu anlamsızlık bana düşmanımdan daha öfkelendirici geliyor. Bunları yalnız başına size söylemiyorum, bütün camiaya, sözümona bu çizgi dahilinde olanlara söylüyorum. Nasıl cesaret ediyorlar bu sahada anlamıyorum, nasıl benim okulumda uluorta yapılıyor? Size bunu kim söylüyor? Daha da kötüsü oldu yanıbaşımızda, benim mutlak kurallarımla çelişen sürü sürü kişi eğitime gelmiş. Sözde burada bu kadar ders verdik, bir tek dersin ruhuna uygun davranış göstermediniz. İlgisizlik, bilmem her türlü sergilediğiniz o tutumlarınz var. 'Çok önemli bir hususa kafa yordum, kendimi burada müthiş ele aldım' diyeceğine, bırak onu tabi derin tarihi endişesi olmayanlar, bir halk uğruna gerçekten birşeyler yapma gereği bulmayanlar böyle davranır. Sanırım sizin durumunuz biraz buna da benziyor. Sanki o düşmanın söylediği; ‘bizim bu kölelerimizi baştan çıkardın’ gibisiniz. Köydeki yaklaşımlar da buydu, devletin de yaklaşımı buydu. Aslında sizi baştan çıkarmakla saflara kazanmıştım. Baştan çıkarmaya uygun durumunuz da yok. Bunu da sanırım iyi biliyorsunuz.
Bütün bunları kendi adıma hata yapmamanız için çok çarpıcı konuşma gereğini duyuyorum. Şunu hiç unutmayın bu ülkede değil elde silah savaşmak, benim gerçeklerim dışında yaprak bile kıpırdayamaz. Bunu kulağınıza gerçekten küpe değil kurşun yapın, asın. Bu böyledir; siz serserisiniz, siz bu ülkede silahla dolaşırken süper serserisiniz, bize hakim olan anlayışla uzaktan yakından alakanız yok. Benim bunu kabul etmem imkansiz. Savaşmayin bunu çok açik söylüyorum, benim adıma diyorum veya kendi adınıza olduğunuzu sanıyorsanız yanlış anlıyorsunuz. Gidin büyükbabalarınıza söyleyin böyle elde silah dolaşılamaz, hata yapıyorsunuz. Yürekleri hoplatıyorsunuz, büyük yanlışı yapmaya hakkınız yok, kimse size bu yanlışı yapın demiyor. Bu savaşın sıfırdan başlatıcısı benim ve sorumluluklarıma halen sahip çıktığımı açıklıkla belirtiyorum. Ama siz de o zaman bu neyin nesidir diye biraz kafa yormaya çalışın.
Tekrar vurguluyorum gidin bütün dünyaya danışın, silahsız mücadele çizgisi mümkünse ben sizi kabul ederim veya bu sandığınız bireysel tarzınızla silahçılık mümkünse onu da kabul ederim. Ama araştırın bütün kitapları, Kürdistan tarihini, sizin devrimciliğinizi kabul eder mi? Benden aldığınızın hepsi sizin olsun ama böyle bir durum yok. Kendinizi çok ters dayattınız ve tanınmaz hale getirdiniz. Şimdi bizi de patlatmak istiyorsunuz. Ayıp, gidin babanızın yanına, o size izin versin, benden neden onay istiyorsunuz?
Onay benim bizzat kendime uyguladığım yaşam gerçeklikleriyle mücadele tarzıyla bağlantılıdır. Eğer onunla olursa onay olur. Başka türlü ben sizin bu savaşçılığınızı mümkün değil onaylamam. Hiç moralinizi bozmayın, gidiyorsunuz eğer bizden birşey anladıysanız uygulama gücünüz varsa izin isteyin aksi halde imha olunur, ben onun altından kalkamam. Ölürseniz sağıma dönüp cesedinize bile bakmayacağımı bilmelisiniz. ‘Bir Başkanımız var, duyarlıdır, biz onunlayız’, hayır! Bu bir hastalıktı gitti diyeceğim. Ben sağlığıma çok düşkün bir insanım, gerçekten fiziki olarak bile ufak bir yaram oldu mu mutlaka onu aşmak zorundayım. Ufak bir sızıntıyı bile kolay kolay kendimle taşımam. Bunlar Önderlik hassasiyetleri. Bu hassasiyetle olmayan savaşçı benim savaşçım olamaz. Dolayısıyla savaşamaz da. Yeniden uyarıyorum yani bu hassasiyeti yakalayamamışsanız söyleyin size bir çare bulayım. Bir kenarda, bir köşede sizi bir yere yerleştirelim.
Biz gerçekten çok sağlam kişiliklerle yürümeyi esas alan kişilikleriz. Ben sizde ucubeliği gördüm. Bu son yıllarda savaşçılık adı altında sergilediklerinizle, çok büyük amaç bağlılığımız olmasa, düşmana karşı yenilmemek için çok büyük bir savaşımın içinde olmasaydım, sizin değil yıllarca saflarımızda kalmanızı, bir gününüzü bile kabul edemezdim. Bunu itiraf etmeliyim. Bana ne böyle yanlış yetişmişseniz? Vurmuş düşman, düşürmediği, kırmadığı, dökmediği, biçim vermediği hiçbir yer bırakmamış, bunu bana sunmak mümkün müdür?
Şiddetle kendimi savunma gereği duydum bu devrede. Ben de bir savaşçıyım. Sizden en yaşlısıyım fakat dikkat edin yani bir savaşçının olması gereken tüm özelliklerini kusursuz sergiliyorum. Ben de disipline bağlıyım, mesela düşünce, duygularıma tamamen savaş temelinde hakim olacak durumdayım. Değerlendirmelerim, tedbirlerim hep yerinde değil mi? Gözleriniz bunu görmüyor mu? Siz gidiyorsunuz bir ad bile veremiyorum yani savaş adı altında işlemedikleri halt yok, neymiş de bu da Apoculukmuş. Tamamen uyduruyorsunuz. Herşey olursunuz da Apocu olamazsınız. Bu trajikliği mutlaka sona erdirmeliyiz. Sizin gibi ne savaşılır, ne yaşanılır, ne ölünür.
Siz Agit’i büyük bir komutan olarak adlandırıyorsunuz. Bunda da büyük bir abartmacı, yalancısınız. Agit’in özelliği şuydu; saygılıydı, hareketlerinde hiç rahatsız edici yön bulamıyordum, zaten savaşmadı, bir yılı ya oldu ya olmadı, böyle büyük eylem falan da yapmadı. Agit’in özelliği bu işte yüreğini, beynini doğru koymaya çalışmasıydı. Benim onun kişiliğinde gördüğüm tek yan buydu. Bunu yücelttim, ben böyle sizin sandığınız gibi “büyük komutan, büyük işler yapan” diye değerlendirmedim. Atıyorsunuz siz, atıyorsunuz. Ama ahlakı çok güzeldi, çok terbiyeliydi ve oldukça disiplinliydi, attığı her adımı günlük olarak not ediyordu, ders çıkarıyordu. Toplantıda arkadaşlarına vermeye çalışıyordu ve oldukça çekici bir dille, kişilik davranışlarıyla bunu sergiliyordu. Yaşayamadı zaten, dediğim gibi bir senesi olmadı pratik içinde, ama bizim için çok önemliydi.
Sizin bütün özellikleriniz bizim esas aldığımız bu kişilik tarzı ile çelişiyor. Bakın günlük olarak yaşamında ders çıkarmak, bir toplantıda tartışmak, not etmek, yarını doğru planlama, tabi bütün bunları yaparken şematik değil, oldukça gerçekçi düşüncesini biraz zorlayarak ve yoldaşlarını hiç zorlamadan, onların bütün temel ihtiyaçlarına anlam vererek eğitme, siz hiç bunları yaptınız mı şimdiye kadar? Çok tuhaf adamlarsınız. Haki Karer’i hatırlıyorum. Antep’te ben bir gün odasına, çalıştığı yere gittim. Biriketlerle yeni yapılan ve pencereleri açık, hiçbir sıvası bile olmayan bir odada bir küçük grup gençle eğitim yapıyordu. Açtı çalışmasını önüme sabahleyin halen hatırımda. Birkaç zeytinle o çocuklara neler veriyordu, artık birkaç kuruş parayı sanırım zor bela kazanıyor. Ki sonradan Adana'da bir ara hammallık bile yapmış diye duyduk. Bu şekilde o grubu besliyormuş ve gecegündüz onların eğitimiyle uğraşıyormuş. Bir günlük çabasını böyle hatırlıyorum.
Şimdi size bakıyorum; eldeki parayı çarçur etmede, silahları paslandırmada, lojistiği bilmem tonlarca sağdasolda çürütmede, düşmana kaptırmada, dağ gibi mevzilerin gereklerini yerine getirmemede üstünüze yok. Sizin PKK militanlığı ile ne alakanız var? Hele bir de günlük yapılan hatalara bak, en ufacık bir savaş kuralını gözönüne getirmiyor. Son kayıplara bakın; roket düştü 3 kişi öldü, 5 kişi öldü, 10 kişi yaralandı. Rakamlar hep böyle. Kayıpların hepsi topla ilgili, gelen mermiyle ilgili. Savaş sırasında bir top en çok 5 metre çapında bir yeri tahrip eder. Olsa olsa orada da 1 kişi bulunur. Ya değer, ya değmez, değse de yüzde 50 şehit olur, yüzde 50 kalabilir. Ama bakın bizimkilere top geliyor içlerine düşüyor. Belli ki hepsi grup halindedir. Sürü psikolojisi ile hareket ediyorlar.
Bin defa size söyledik, düşman havadan ve karadan teknik kullanıyor, siz de bunu biliyorsunuz. Niye peki 10 metre aralıklarla mevzilen miyorsunuz? Çünkü onlara hakim olan gerilla psikolojisi, tarzı değil, sürü psikolojisidir. Bu basit kural size tarzınızı hatırlatmak için, “boşver gerek yok” tek elimden gelen bu. Utanmadan bir de soruşturuyorlarmış, ne soruşturması. Hergün kendini kandırmanın binbir örneklerini sergilerler. Gidin bakın yaşadıkları yere sefalet kokuyor. Burda bile bizim biraz yaklaşımlarımızın gücü kesilse kendinizi düşüremeyeceğiniz bir durum var mı? Hani devrimin sözünü vermiştiniz. Devrimciliği gerçekten altı ay da yapacaksanız bu çerçevede yapın, tarihe bir iz kalsın. Söylediklerim açık, yapmazsanız yine size yazık olacak, bazı olumlu yanlarınız var. Devrimcilik en güzel meslektir, devrimcilikte zorakilik yoktur. Devrimcilik hep en doğruyu arar, en güzeli arar, en başarılısını yapar.
PKK bu, bunu saptırmayalım. Bunun biraz ciddiyetini gösterelim. Tekrar söyleyeyim yani, bununla çok zavallı, çok güçsüz haliniz aşınır, adam olursunuz, yani saygı duyulan, ne yaptığını bilen, karşımıza çıktı mı bir değer arz eden biri olursunuz. Siz hep bir suçlu gibi karşıma çıkıyorsunuz. Yakışır mı bu? Sağlam bir iş konusunda ne kadar çaliştiğini, ne kadar plan, ne kadar gerekleri uğruna çaba harcadığını anlatın, bunu yapın, en büyük yenilgiyi yaşasanız da biz yine sizi saygıyla karşılarız. Kimse neden zafer kazanamadın diye sizi suçlamıyor. Dikkat edin, neden yanlış yaşadınız, neden bu kadar kurallarla oynadınız diye sizi eleştiriyor veya suçluyoruz. ‘Ben bütün elimden geleni yaptım, elimde olmayan nedenlerle veya gücüm yetmediği için başaramadım’. Biz bu tutuma da saygı gösteririz, çünkü ciddidir, birisinde başaramadıysa mutlaka başka birisinde başarır.
Onbinlerce insanı çağırdık, bir tane akıllı dediğim gibi çıkma gücünü gösteremedi. Ben demiyorum hakim olmayın, tam tersine doğrular temelinde müthiş hakim olun, gücünüz, yetkiniz sürekli artsın, ama işleri başarma temelinde artsın yoksa yaratılan sorunlar yaptıklarınızı burnumuzdan adeta fitil fitil çıkarıyor. Bu kadar sorun çıkaracağınıza hiç yapmayın, hiç girişmeyin.
Umarım ciddiyete veya anlayışa, saygınlığa gelirsiniz. Burada yapılacak aslında hiçbir şey yok. Anlamlı bir eğitim anlamında bir dersin bile yeterli olduğuna inanarak biz verdik. Ama malesef bekleneni gösteremediniz. Sizi daha da zorlasak problem çıkar, dayanacak haliniz yok. Yüksek eğitim desem, hepsi yüksek eğitimli, ilkokul çocuğu ile üniversiteliyi de birlikte ayarlayarak, buluşturduk, verdik. Mesele benimle ilgili değil. Yine yaşam sizindir ve başarıya bağlı, değerli olanlarla ben zaten birlikte olmaya devam edeceğim. Yok özgürlük değerlerimizden, bizden kopmaya ya da bildiğini okumaya göre olanlar da özgürlük onun olsun, ne bildiği varsa yapsın derim. Ama sıkıştığında yalnız benden medet ummayacak, Parti’ye zarar vermeyecek. Tekrar söylüyorum, Parti’ye göre olmayan, sıkıştığında bize böyle yaramaz gibi dayatana ben en ufacık bile acı duymadan iyi bir kurşun sıkarım.
Açık söylüyorum, görev vereceğim. İşte korktuğunuz Cuma arkadaş adam vuruyormuş, evet Cuma’ya söyleyeceğim, işin gücün vurulması gereken adamları ayrıştır ‘vur’ diyeceğim. Bunun içinde bazılarınız da olabilir. Biz de yüreğimizi böyle soğutalım. Bütün bu çabalara layık olunamıyora 'bu itleri temizleyin' diyeceğim. Ne yapalım, eğitime gelemiyorsanız, işiniz, gücünüz bir yaşamı, kuralı bozmaksa 'iyi niyetliymişsin' ben ne yapayım? Savaşın iyi niyetle alakası yok ki. Savaş bir kural işi, savaş devrimci yaşam, bir öz işi, bir ilke işi, bir örgüt işidir. İşi gücü bunu bozmaksa yapma bir, etme iki, şöyle olur üç. Bütün bunlardan çıkar ne? Ucubelik. Başka yerde değil, ömür boyu veya yıllar boyu böyle olmak, birkaç yerde kusurlu, hatalı olan adamı içeri atarlar. Siz bunun da sınırlarını zorluyorsunuz. Tam tersine diyorsunuz ki ben böyle dayatacağım. Ordulaşmayı kabul etmiyor, yaşamın doğru, yenilmez tarzını kabul etmiyor. Ben kendim varım. Çok açığa çıktı ki, bu kendiniz dediğiniz olay düşmanın baştan çıkardığı bir canavar. Yani ben isim vermek istemiyorum. Düşman yarattığını bilir. 'Kıro' diyor, bu bir kırrodur. Devrimcilikle alakası yok. Kırro, kero yani eşşek. Ben bunu nasıl kabul edeceğim? Onun için biraz görüşlere değer verin. Özgürlük o değil.
Bizim için özgürlük amaçlara kilitlenmeyle birlikte kurallara doğru içeriği, doğru özü hayata geçirmek için böyle şiddetli çabaya bağlıdır. Özgürlüğün bunun dışında bir tanımı yoktur. Bütün bunları yine şunun için söylüyorum: Gidiyorsunuz, size perspektifleri hiçbir dönemde veya şimdiye kadar yapmadığımız kadar açıklıkla yapıyorum. Bütün bunları aynı zamanda kendi vicdan azabımı da halletmek için yapıyorum. Benim bir yürek sorunum vardır. Yüreğimi dayanılır kılmak için layık olmayanların, zora sokanların yarattığı sorunları yük haline getirmemek için gerekçelerini yaratmak zorundayım. Bu sizin için şu anlama gelir: Belirlenen ölçülere göre davranmadınız mı, değeriniz beş metelik bile etmez. İlgi beklemeyin, destek beklemeyin. Yaramazın tekisiniz, ona göre başınıza geleni kabul edin. Deliliğe, subjektif niyetlerle kendinizi yaralamaya hiç yetinmeyin. Yaparsanız, biraz ısrar ederseniz, bir kurşunla halledilirsiniz. Biz bu halka bir ordu, doğru savaş tarzı yaratmaya mecburuz. En büyük söz, ordu sözü budur, askeri söz budur.
Hiç kimse burayı serseri yatağına çeviremez. Ben gerekçelerinizi kabul etmiyorum. Şunu da size söyledim. Ananızdan yanlış doğmuşsunuz. Tekrar ananızın yanına. Benim nasıl bir savaşçı olduğumu herhalde çoktan anlamış olmanız lazımdı. Aylardır üzerinizde duruyorum. Anlayın, yok siz bir ordu kuracaksınız, ilkelerini ilan edin, ben geleyim, içine gireyim. İlkelerimden metelik kadar taviz vermedim. Tektim, tekrar söylüyorum, öyle gücüm de ortada yoktu, halim böyleydi. Halk adına yola çıkmadan önce çok hastalıklı, zavallı birisiniz ama halk adına yola çıktığımı anladıktan sonra tek bir güç buna ses bile çıkaramadı. İşte bir militan için gerçek budur, bunlar önemlidir.
İstemeye hiç hakkınız yok. İsteyin bakayım nasıl hizmet veriyorum size gösteririm. Bütün bunları anlayacaksınız. Bırakalım herşeyi, hercümerc, yazboz tahtası biçiminde sürüp gitsin. Öldürseniz bile bana bunu yutturamazsınız. Dağınık, bu sistemsiz, kendi kendine dağıtmış kişiliğinize alet olmam şurda dursun, affetmem imkansız. Bildiğinizi okursanız tekrar uyarıyorum, bildiğinizi okumaya eskisi gibi anlayışla karşılık verilmeyecek. Size çok çok uyanık olmanızı öneriyorum. Dert ortağınız olmayacağım. Bize duygusal bağlanmayacaksınız. O duygularınızın çirkinliğini şimdiden görerek kendimizi doğru ayarlayalım.
Dikkat edin tam bu noktada çocuklar gibi işi gücü ağlamazırlama sınırlarına götürme var. Normal bir ağlama var, bir de biliyorsunuz içini böyle davul gibi şişirip sonuna kadar zırlaması var. Politikada sizinki böyle bir ağlamadır aslında. Bu kadar zurnanın sesi midir sonuna kadar çıkarsa zırlar, onu görüyorum. Yapmayın güzel bir ses değil ki kulakları sağır eder biliyorsunuz. Peki ne sanıyorsunuz. Bakın hergün bizi sorguya çekiyorlar, hergün bizi imtihan ediyorlar. Peki biz aleme karşı kendimizi nasıl savunayım? Sizin çok yaptığınız gibi ağlayayım mı? Bir halk militanı bu rezil duruma düşer mi? Ben bu kadar zorluklarıma rağmen hiç bir gün karşınızda ağladım mı? Bu kadar kişi var etrafımda istifimi en ufacık tarzda bozdum mu? Çünkü ben halk adına onursuzluk edemem, kendimi küçük duruma düşüremem, yalvarmam. Ama sizin bütün hareketleriniz yalvarma, acındırma veya terbiyesizlik, zavallılık.
Tekrar söylüyorum, ben tektim, yıllarca herkes dalga geçiyordu benimle, ama istifimi bozmadım. Yüceliğimden metelik kadar taviz vermedim. Tekrar söylüyorum tektim, öyle gücüm de ortada yoktu ve halen de öyleyim. Halk adına yola çıkmadan önce çok hastalıklı, zavallı birisiydim. Ama halk adına yola çıktığımı anladıktan sonra tek bir gün rahatsız bir ses bile çıkarmadım. İşte gerçek budur. Bir militan için bunlar önemlidir, nettir. Kısa çerçeve size ömürboyu yeterlidir. Eğer anlayışınız varsa ben bu temelde sonuna kadar varım, zaten amansız çalışıyorum. Anlayamadık demeye hiç hakkınız yok. Çok güçsüzlük numaraları yaparak da boşa çıkarmaya hakkınız yok. Zorluklar hepimiz içindir ve biz bunları aşa aşa başarıyoruz.
Halk ordusunun ilk esası budur. Böyle söz verilir. Gücünüz yetmiyorsa hemen yanıbaşınızdakinden affınızı istersiniz. Ama yok, halk ordusunun bir eriyim diyorsanız, esas budur. Hiç kimse 'işte ordudur, benim yükümü kaldırır, ben yetkiyi ele geçirdim ve boşluk var' diyemez. 'Kimse beni görmüyor' deyip bu esasla çelişirse bu gerçekten hata yapıyor ve ağır ceza görecek.
Ordunun şöyle bir özelliği var. Herkes milimi milimine gereklerini yaparsan ordu ordudur. Meşhurdur yani Cengiz Han’ın hikayesini bilirsiniz. Atın nalı meselesi, bir çivisi bile eksik olduğunda büyük sorun çıkarır. 'Bir çivinin eksik olması, bir orduyu bozar' der. Düşünün sizin yalnız çivinizin bozuk olması değil, neredeyse her tarafınız bozuk çalıyor. Ordu böyle kurulur mu? Güçlü denetim alanlarımız yok diye, günlük denetimi size dayatmıyoruz diye, herkesin istediğini yapma anlamına gelmeyeceğini bilmelisiniz. Özdisiplin en iyi disiplindir. Özdenetim en iyi denetimdir.
Bütün bunlar yeniden doğuş dersleridir. Özgürlük için, ordu temelinde ve doğru savaşma esaslarıyla birlikte. Böyle yürüyenler kesinlikle engel de çıksa aşarlar, sorun da çıksa çözerler, eksiklikte olsa giderirler, dağ gibi sorunlar birikse de onları aşmasını bilirler. Bu benim yaşamımın bana öğrettiği en temel dersidir. Hiçbirinizin yükü bizimki kadar ağır olmadığı gibi, hiçbiriniz bizim bütün süreçler boyunca yokluklarla savaştığımız kadar, yokluklarla karşı karşıya değilsiniz. Gittiğiniz her yerde varlık nedenleri çoktur. İş yapma olanakları fazladır. Aydınlatmaya ihtiyaç duyuyorsanız son derece aydınlatılmışsınız. Gerisi sağlam yürür diye düşünüyorum. Ben bu yargımı değiştiremem. Değiştirenin kaybettiğini hepiniz biliyorsunuz. Değiştirmediğim için ben ayaktayım. Diğerleri güçsüz, bana ne? Çünkü kendileri bu tarihi doğru yargının gereklerine göre yürümediler. Ondan güçsüz düştüler.
Diyemezsiniz ki, sen kendi kendini dayattın, güçlendirdin. Hayır ben milimi milimine kurallara, devrimin genelde gereklerine, özelde kendi savaşımımızın ince sorunlarına büyük bir yürekle karşılık verdiğim için güçlüyüm. Siz bir çok gereklerini bir tarafa bıraktığınız için güçsüzsünüz, mahvoldunuz, suç sizin. Bu çabanızı doğru verseydiniz her biriniz bir destan yazardınız. Doğru vermediğiniz için şimdi zavallısınız. Suçu kendinizde arayacaksınız. Çözümünü de dolayısıyla kendinizde arayacaksınız.
Bir de 'imkansızdır' falan demeyin. Çok açık yani, biz işleri buraya getirdik. Artık kim imkansızdır diyebilir? Elinizi uzatsanız olduğunuz yerde iktidar olacaksınız. Güçsüz olan ne? Bütün bunlar eğer doğruysa, sözünüzün bu çerçevede sahibi iseniz, sizden haklı olarak önemli gelişmeleri beklemek kaçınılmazdır. Bir talihsizlik hep beni endişelendirir. Nedir o? Teknik nedenlerle işte bot devrildi, suya düştü veya aniden beklenmedik bir pusu diyeceğim, o da bana göre doğru değil, çünkü planlı yürüyüş pusuyu da kesinlikle açığa çıkartır. Kaza nedeni ne olabilir? Düşmanın hava saldırısı olabilir ki o da kaza nedeni olamaz, çünkü onun da tedbirlerini almak mümkündür. Dikkat edilirse kaza payı giderek azalıyor. Tedbirlik ne kadar fazla gelişirse, kaza diye bir şey olmaz, su kazası bile olamaz. Kar kazası bile olamaz, çünkü ona karşı da alınacak tedbirler çok. Giderek kaza ihtimali de en aza indirgenmiş olarak gidiyorsunuz. Dolayısıyla sizden hep önemli başarılar beklemek doğru bir anlayıştır. Doğru bir tutumdur. Sözü bu çerçevede veriyorsunuz. Bu bile sağlam yürümek ve sürekli başarmak için bence yeterlidir.
Derlemeler
Reber APO
- Ayrıntılar
Bagok dağında bulunan Agit Suruç Şehitliğine Türk sömürgeci güçlerine bağlı faşist ordu birlikleri saldırı düzenlemiştir. Saldırıda şehitlik tahrip edilmiş, şehitler ebedi istirahatgahlarından alınarak kaçırılmışlardır. Halen de nerede ve nasıl bir durumda bulunduklarına dair bir bilgi yoktur.
Olay sıradan bir olay değildir. Sıradan bir askerin, polisin ve hatta mülki amirin emir vererek yaptırdığı bir saldırı değildir. Olayın tümüyle AKP hükümetinin ve onun başbakanı T. Erdoğan’ın görüş, telkin ve emriyle olduğundan kuşku yoktur. Olay öyle “provakasyon”, “süreci sabote etmek isteyen güçlerin işi” vb açıklamalarla geçiştirilecek bir gelişme değildir.
Hiçbir ahlak, kültür ve inançta veya felsefe, ideoloji ve siyasette mezarlara ve mezarlıklara saldırı yoktur. Mezarlıklar veya ülkenin şehitliği o ülke ve halkın en kutsal yerleridir. Bir yerde her halk ve ülke yönünü şehitlerine döner. Çünkü her halk ve ülke şehitleri ile kendisini var etmiştir. Şehidi olmayan hiç bir halk ve ülke yoktur. Onun içinde şehitler ve şehitlikler her halk için en kutsal değerle olmuştur ve olmaya devam edecektir.
PKK hareketi bir şehitler hareketidir, şehitler partisidir. Kürdistan halkı şehitleriyle varoldu ve kendisini bugünlere getirdi. Sayıları binleri bulan bu ülkenin en yiğid, en kahraman ve en güzel evladları yaşamlarını, mensubu olduğu Kürt ulusu kendi anavatanı Kürdistan’da Farsın, Arabın, Türkün, İngilizin ve Fransızın kölesi ve uşağı olmasın diye feda ettiler. Köle ve uşak olarak yaşamaktansa özgürlük ve onurlu bir yaşam için hayatlarını ortaya koydular. Ve biz geride kalanlara da onurlu ve özgür yaşamın yolunu gösterdiler.
Şimdi sömürgeci Akp hükümeti Kürt ulusu için en kutsal mekânlara, şehitliklere saldırmaktadır.
Savaşın en kızgın olduğu dönemde Çemço, Haftanin ve Xakurkê şehitliklerine saldırmış ve zarar vermişlerdir. Şimdi ise 1 Eylül Dünya Barış gününden sonra Kürt halkının ve dostlarının onurlu bir barış için iradelerini ortaya koydukları günlerin hemen arkasından onlarda şehitliklerimize, şehitlerimize saldırarak, en kutsal varlıklarımıza saldırarak cevap vermiş oluyorlar. Saldırı bizi biz eden, var eden, koruyan ve büyüten değerlerimizedir. Şehitler dünümüz, bugünümüz ve yarınımız ise saldırı hem geçmişimize, hem bugünümüze hem de geleceğimizedir. Şimdi geçmişimize, bugünümüze ve geleceğimize saldıran bir alçak düşmanla karşı karşıyayız. İnsanlarımızı mezarlarında bile rahat bırakmamayı esas alan dünyanın en ahlaksız düşmanıyla karşı karşıyayız. Ölülerimize tahammülü olmayanların dirilerimize tahammülü olacağını beklemek yada düşünmek kendini yanıltmaktır. Hala bu dünyanın en düşkün insanlarından, bu halk ve ülkeyi tanıyan adımlar atmasını beklemek sadece ve sadece kendini aldatmaktır.
Bir ordu olarak Türk ordusu bir gerilla birimine saldırabilir, birçok gerillanın şehit olmasına yol açabilirdi. Ya da bir gerilla birliği ateşkes koşullarında da olsa sömürgeci işgal birliklerine saldırı düzenleyebilirdi. Bunlar askeri mantık ve politik mücadelede yeri olan normal durumlardır. Yani bir izahı yapılacak durumlardır. Savaş tarihinde birçok kez ateşkes konumunda da olsa taraflar birbirlerine kayıp verdirmişlerdir. Ama en kızgın döneminde bile birbirlerinin ölü, yaralı ve esirlerine saygıda kusur etmemişlerdir. Bunun da sayısız örnekleri vardır.
Şimdi sömürgeci Türk ordusu ateşkes konumunda, hele hele geri çekilme konumunda olan gerillaların mezarlarına saldırıyor, tahrip ediyor. Bu Kürt halkına ve onu var eden tüm değerlerine en büyük hakarettir.
Şimdi Kürtler bu hakareti kabul edecekler mi etmeyecekler mi? Bir iki basın açıklamasıyla olayı geçiştirecekler mi geçiştirmeyecekler mi? Başta T. Erdoğan, A. Gül, N. Özel, M. Gülerolmak üzere tüm sorumlular Kürt halkından özür dileyinceye kadar kıyameti koparırcasına serhıldan yapacaklar mı yapmayacaklar mı? Şimdi Kürtler böyle bir durumla karşı karşıyadırlar.
Hepimiz ya bizzat şehitlerimizi son yolculuklarına uğurlarken yanlarında olduk, henüz soğumamış bedenlerini kucakladık. Yada tabutlarını omuzlayarak son görevimizi yapmaya koyulduk. Veya anavatan toprağından bir avuç toprak avuçlayarak mezarlarına septik. Bazen şehidin annesi, babası bazen kız kardeşi veya kardeşi şöyle hakırmadı mı? “Oğlum veya kızım tüm Kürtlerin şehididir. Serok Apo’nun ve tüm Kürtlerin başı sağ olsun” demediler mi? Şehitleri biz Kürtlere emanet etmediler mi? Peki şimdi barbar ve soykırımcı Türk ordusu onlara yani bize emanet edilen bu kutsal emanetlere saldırmıyorlar mı? Bu saldırıyı herkes duymadı mı? Şayet duymuşsa o zaman daha ne duruyoruz. Serhıldana kalkmak için daha ne yapılması gerekiyor? Bundan daha büyük hakaret olur mu? En büyük onun abidesi şehitlerimize saldırmaktan daha büyük hakaret var mı? Eğer şehitlerimize bugün sahip çıkamayacaksak o zaman nasıl kendimizi onurlu ve şerefli welatparêzler olarak kabul edebiliriz. Sadece Nusaybin, Kızıltepe ve Mardin yetmez. Tüm Kürtler ve Kürdistan ayağa kalkmalı, kıyameti koparmalıdır.
Ya özgürlük ve onurlu bir yaşam ya ölüm.
Faşist Türk sömürgecilerine haddini bildirmenin zamanıdır. Yanı başımızda Rojava halkı kendi topraklarını korumak ve onurlarına sahip çıkmak için ayağa kalmış durumdadırlar. Ha El- Nusra çeteleri “Allahu Ekber” diyerek Rojava Kürtlerine saldırmış, kadın ve çocuk demeden herkesi katletmiş, ha T. Erdoğan’ın ordu sürüleri Türklük ve İslam adına Kürtlerin en kutsal değerleri olan şehitlerine saldırmış. Ne fark ediyor? O zaman Kuzey Kürdistan’lılar da en az Rojava Kürtleri kadar kendi değerlerine sahip çıkmak için ayağa kalmalıdır. Şehitlerimizin gözleri üzerimizde ve ruhları aramızdadır. Onlar bizden rahat uyuyabilecekleri bir ebedi özgür toprak parçası istiyorlar.Şehitlerimize verdiğimiz söze sadık kalalım. Onlara uzanan elleri bir daha saldıramayacak duruma getirmek üzere kıralım.
Ya şimdi ŞEHİTLERİMİZE sahip çıkalım ya hiçbir zaman!
Ya şimdi SERHILDAN ya hiçbir zaman!
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar