KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığı,yaptığı son açıklamayla Rojava Kürdistan halkını “Ülkede kalmaya,topraklarını terk etmemeye” çağırdı.Çünkü çok yoğun bir göç var,hatta ülkeden kaçış var.Rojava Kürdistan toprakları boşalıyor.Daha doğrusu bilinçli bir politikayla boşaltılıyor.Savaş Rojava’ya taşırılarak,kuralsız bir savaş yürütülerek ve de propaganda edilerek Rojava Kürdistan boşaltılmaya,insansızlaştırılmaya çalışılıyor.
KCK bu durumun bir oyun olduğunu belirtiyor.Aslında oyun içinde oyun oynanıyor.Önce çeşitli çete grupları oluşturularak,desteklenerek,beslenerek Rojava Devrimine ve halkına saldırtıldı.Giderek bu saldırılar Cephetül Nusra örgütünün saldırıları haline getirildi.Bir yandan El Nusra çeteleri sivil-asker ayrımı yapmadan tüm halka saldırırken,sivil yerlerde intihar eylemleri düzenlerken,diğer yandan da AKP ve KDP ticaret kapılarını kapattı.Böylece saldırılarla korkutulan ve ambargo ile zorlanan halk ülkeden kaçmaya yöneltildi.
Şimdi her gün oluk oluk insanlar Güney ve Kuzey Kürdistan’a kaçıyorlar.Kaçarak savaştan ve ambargodan kurtulmaya çalışıyorlar.AKP ve KDP bu kaçışı teşvik ediyor.Güney Kürdistan’a geçenleri ziyaret eden Mesut Barzani “Burası sizin eviniz,istediğiniz gibi kalabilirsiniz” diyerek Rojava’dan kaçışlara çağrı yapıyor.Tamda bu ortamda “Şam’da kimyasal silah kullanıldığı” haberleri yayılarak kaçışlar daha da hızlandırılmaya çalışılıyor.
KCK işte bunlara oyun diyor.Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığı,bu nedenle halkı sabırlı olmaya ve yerini-yurdunu terk etmemeye çağırıyor.Gerçekten de biraz yakından bakıldığında bir dizi oyunun iç içe oynandığı açıkça görülebiliyor.En başta KDP’nin tutumunda oyun var.Bir yandan sınır kapısını ticarete kapatarak halkın aç kalmasına yol açıyor,Rojava toplumunu savaşta desteklemiyor.Diğer yandan sınır kapısını sivil geçişlere açarak ve “Gelin,burası sizin ülkeniz” diyerek halkı Güney Kürdistan’a çağırıyor.Yani açıkça Rojava’yı boşaltmak istiyor.Peki bu oyun değil de nedir?
AKP’nin tutumu daha da derin ve kapsamlı bir oyunu içermektedir.En başta Rojava’ya saldıran çeteleri AKP örgütleyip silahlandırdı.Başta Ceylanpınar olmak üzere sınır kapılarından rahatça gidiş-dönüşlerini sağladı.Rojava’ya saldıran örgütler Antep’te,İstanbul’da toplantılar yaptılar.Kısaca Rojava’ya dönük saldırılar en çok Türkiye’den besleniyor.Diğer yandan baştan beri Rojava Devrimine karşı AKP ambargo uyguluyor. Tüm sınır kapılarını Rojava Devrimine kapalı tutuyor.
Bunlarla birlikte,aynı AKP Rojava halkının Türkiye’ye geçmesi için özel çaba harcıyor.İmkan yaratıyor,kolaylık sağlıyor,teşvik ediyor.Kuzeyli ailelerle akrabalık ilişkilerini kullanıyor.Bunlarla da yetinmiyor,Güney Kürdistan’a geçmiş olanları da Türkiye’ye geçmeleri için teşvik ediyor.Türkiye’de İstanbul’a kadar her tarafa bu insanları yayıyor.Dikkat edilirse,mülteci Arap toplumu için özel kamp kuruyor,ama Türkiye’ye kaçan Kürtler için kurmuyor.
AKP’nin buradaki amacı net ve açık.Birincisi,Rojava Devrimini tasfiye etmek istiyor.Rojava’da Kürtlerin bir siyasal statü kazanmalarına kesinlikle karşı.Bunu başka yollarla engelliyemiyorsa,o zaman Rojava’yı boşaltarak,insansızlaştırarak gerçekleştirmek istiyor.İkincisi,Rojavalı halkı Türkiye’ye yayarak asimile etmek,eritmek istiyor.Yani Rojava Kürtlerine de kültürel soykırım dayatıyor.O kadar obur ki,Kuzey Kürdistan toplumunu asimile etmesi yetmemiş,şimdi de Rojava Kürtlerini asimile etmeye,yutmaya çalışıyor.
Bunun en başta TC Devletinin yürüttüğü klasik inkar ve imha politikası olduğu açık.Belliki Suriye’deki savaş koşullarında da Türkiye yönetimi Rojava Kürtlerine bu politikayı dayatıyor,onları kültürel soykırıma tabi tutmak istiyor.Rojava’daki tüm oyunların da TC Devleti ve AKH hükümeti tarafından oynandığı açığa çıkıyor,bu konuda bir AKP-KDP ortaklığının var olduğu görülüyor.
Hatırlanırsa Rojava’daki 19 Temmuz 2012 Devriminden sonra Dışişleri Bakanlığı tarafından Hewler Konsolosluğuna gönderilen bir yazılı talimat geç en kış basına yansımıştı.Aslında şimdi yaşanan her şey o yazılı talimatta vardı.Demekki şimdi yaşanan olaylar,yani savaş ve göç daha o zamandan planlanmıştı.Suriye’deki Kürtlerin bir statü eldi etmemeleri için çalışılması,bu amaçla KDP’nin uyarılması,Rojava’da karışıklı4k çıkarılması,Rojava halkının göçe teşvik edilmesi,bu konuda Güney Kürdistan’ın “Özgür Kürdistan toprakları” denerek çekici kılınması,Güney Kürdistan’a geçen Kürtlerle ilişki kurularak Türkiye’ye geçişin teşvik edilmesi,bunların hepsi Türk Dışişleri Bakanmığının talimatında yazılıydı.
Şimdi aslında bütünüyle bu plan uygulanıyor.Satırı satırına Türk Dışişleri Bakanlığının Hewler Konsolosluğuna verdiği talimatın gerekleri yerine getiriliyor.Demekki her şeyin,tüm yaşananların arkasında TC ve AKP var.Her şey önceden planlanmış olarak yürütülüyor.Rojava’ya kültürel soykırım rejimi uygulanıyor.Başta KDP olmak üzere bazı Kürt grupları da bu oyuna alet oluyor.Hepsi bu kadar!
Tabi bu durumun bir de PYD boyutu var.Rojava Demokratik Toplum Hareketi(TEV-DEM) tüm bu politikalara ve saldırılara karşı yiğitçe direniyor.Rojava gençliğinin direnişi gerçekten kahramanca.YPG tam bir fedai hareketi haline geldi.Rojava halkı saldırılar karşısında da,ambargo uygulamaları karşısında da yılmıyor.Evet,tüm bunların hepsi doğru ve çok değerli.Hiç bir biçimde küçük görülemez.
Fakat her şey bu kadarla mı sınırlı? Yapılması gerekenler sadece bunlar mı? Mevcut durum karşısında başka şeyler yapılamaz mı? Bizce PYD’nin ve tüm Kürtlerin yaşananları bu sonuçlar temelinde de sorgulaması lazım.Dar ve tek yanlı duruş ve mücadelelerle sonuç alınamaz.Dahası zarar görme,kazanımları kaybetme bile yaşanabilir.Bu açıdan dikkatli olmak ve olayları çok yönlü ele almak gerekir.
Dikkat edelim,19 Temmuz Devrimi savaşla kazanılmadı,kansız bir devrimdi ve doğru siyasetin başarısı oldu.Bu siyasetin merkezinde de Rojava’yı çatışma alanı haline getirmemek ve herkesle taktik ilişki içinde olmak vardı.Fakat şimdi Rojava Özgürlük Hareketi bu tutumda görünmüyor.Her şeyden önce,çok savaşçı kesilmiş durumda ve her şeyi savaşla halletmek istiyor.Halbuki önce siyasal yaklaşım gerekli,siyasette derin ve geniş olmak gerekli.Ama sanki siyaset unutulmuş gibi. Herkesle ilişki içinde olmayı öngören bir hareket,şimdi neredeyse herkesle savaşır hale gelmiş durumda.Belliki bunun düzeltilmesi gerekiyor.
Diğer yandan düşmanı iyice tanımak ve doğru tarif etmek lazım.Karşıt olan herkese “Çete” deyip geçmek fazla sonuç vermez.Deniyor ki,bu çete denenler El Nusra örgütüne aitler.Yine El Nusra örgütü de El Kaide’nin bir kolu.Bu durumda Rojava Kürtleri ve dolayısıyla tüm Kürtler El Kaide ile savaşa tutuşmuş oluyorlar.Hem de seferberlik düzeyinde! Halbuki bizim bildiğimize göre hiçbir parçada Kürtlerin El Kaide ile savaş yapma kararı yok.El Kaide’ye “Çete” de demiyorlar.Ayrıca Rojava da dahil hiçbir yerde şu koşullarda Kürtlerin El Kaide ile savaştan kazançlı çıkması mümkün değil.
El Kaide’nin Kürtlerle savaşma ve Rojava Devrimini yıkma kararı varmı,bilmiyoruz.Normalde olmaması gerekiyor.El Kaide’nin Kürtlerle,PKK ile savaştan kazanacağı fazla bir şey olamaz.Kaldı ki El Kaide ya da onun kolları böyle bir şey yapmak istese bile,bu durum Kürtlerin hemen savaşmasını getirmez. “Oldu bittiye geldik”demek de politik duyarlılık ve tedbirden uzak olunduğunu gösterir.
O halde Kürtlerin Rojava Devrimini yıkma amaçlı saldırılara karşı kesin bir tutumla ve sonuna kadar direnirken,aynı zamanda siyasetin çözümleyiciliğini kullanmaları da önemlidir.Aynı zamanda KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığının ç ağrısına da kulak vermeli ve asla ülkeyi,Rojava’yı terk etmemelidir.Rojava halkı için şimdi şunlar lazım.Direniş,siyaset ve ülkede kalmak! Bu üç silahı iyi kullanırsa Rojava Devrimi yine kazanır ve her zaman kazanır!..
Selahattin ERDEM
Yeni Özgürpolitika
- Ayrıntılar
Kürdistan yüz yıllardır adeta çorak topraklara çevirtilmek için inanılmaz ölçüde katliamlarla yüz yüze getirilmiştir. Gelen vurmuş giden vurmuştur. Özelde ise 20. Yüz yılda bu katliamlar tavan yapmıştır. Kürdistan’ın bir bölgesinde deyimin tam manasıyla soykırımlar yapılmıştır. Kürdistan’da soykırımlar yapılırken kendilerini sözde medeniyetin temsilcileri ilan edenler gözlerini kapatmışlar, kulaklarını duymaz kılmışlar ve dillerini bantlayarak lal olmuşlar.
Özcesi Kürdistan’da Kürt halkı ve bu topraklarda yaşayan diğer halklar fiziki ve kültürel soykırımlara tabi tutulurken görmezden, duymazdan gelmişler. Yürekleri ziftli olanlar bırakalım görmemezlikten ve duymamazlıktan gelmeyi, üstelik sömürgeci devletlerin uygulamalarına arka çıkmışlar, desteklemişler ve yer yer de bizatihi yol yöntemler göstererek sömürgecilerin yaptıklarını daha da derinleştirmişlerdir.
Bu gidişat hiç şüphe yoktur ki iyi bir gidişat olmamıştır. Bu gidişata dur diyenler Kürdistan’ın birçok yerinde ortaya çıkmışlardır. Başkaldırmışlardır. Karşı durmuşlardır. Direnç göstermişlerdir. Yani birçok yerde Kürtler ve bu topraklarda yaşayan halkların gençleri Direnişe geçmişlerdir. Bundandır ki bugüne kadar Kürtlere gelebilmişlerdir.
Ne var ki tarih yeniden tekerrür ettirilmek isteniyor. Yeniden Kürtler bu topraklarda baskılanmaya, sindirilmeye çalışılıyor. Kürtlerin on yıllardır büyük mücadelelerle elde ettiklerini kimileri kirli oyunlarla yeniden ayakaltına almak istiyorlar. Bunu Türkiye yapıyor, bunu İran yapıyor, bunu Rojava’da yapmaya çalışıyorlar. Dört taraftan yapılıyor demeyeceğiz ancak Kürdistan’da en az 3 taraftan yeniden tehlike çanları çalıyor.
Tarihte ne zaman tehlike çanları çalmış ise ve bu halkın genç evlatları bu çanları duymamışlar ise orada kesinlikle yaşanmış olan felaketler olmuştur. Gençler yüreklerini avuçlarının içine almayıp yollara daha doğrusu yönlerini dağlara vermemişlerse orada yaşananlar kesinlikle trajediler olmuştur.
Evet, yeniden tarihi bir momentin eşiğindeyiz. Eski bir yoldaşımızın sıkça kullandığı bir deyim vardır, “ÇÖLE SU OLMAK” diye, tam da Çöle Su olma zamanı.
Çöle Su Olmak için önce su bulmak gerekiyor. Suyu bulmak için toprağı eşmek, toprağın bağrına girerek açığa çıkarmak gerekiyor. Su Kürdistan gençliğidir diyelim. Kürdistan gençlerini bulduk peki bu gençleri dağlara, özgürlük kavgasına nasıl ulaştıracağız? Bu gençleri kültürel soykırım gibi kırımlara karşı nasıl hareketlendireceğiz? Gençleri hem kendilerini korumasını, hem toplumu korumasını ve hem de dağa çıkmalarının yolunu nasıl göstereceğiz?
Evet, Kürdistan Çöl diyelim, gençliği de Su diyelim. Gençler her yerde var. Hem Kürdistan’da hem de Kürdistan dışında çok sayıda var. Su’yu bulduk dedik. Eğer Su’yun akacağı bir yol göstermezsek bu Su-derinden çıkarılmış olan Su-adım adım etrafını ıslatacak, hatta zamanla o Su oraları bataklığa çevirecek kadar çoğalacaktır. Ancak biz bataklık istemiyoruz. Biz gürül gürül akan bir Su istiyoruz. Biz birilerinin bu bataklıkta boğulmasını da istemiyoruz. Tersine biz bu Su’yun çorak olmuş Çölü yeşertmesi için açığa çıkartmışız, uğraşmışız hatta kazma küreklerle gün yüzüne çıkarmışız.
Evet, Çölün Su alması için, Çölün yeşermesi için Su’yu çıkardığımız yerlere kanallar işleyeceğiz, arklar yapacağız ve bir yolunu bulup o Su’yu oradan alıp Çölü Su’layacağız. Çölü yeşerteceğiz.
Peki, Su’yu kanallara akıtacak olanlar kimlerdir? Ya da buradaki Su kanalları kimlerdir diye sorulabilir?
Verilecek tek bir cevap vardır: gençlerin kendileri, yani örgütlenmiş olan gençler. Çöl var mı var. Su var mı var. O zaman bu Su’yu Çöle aktaracak olanlar peki nerede? Nerede bu kadar açığa çıkarılmış olan Su’yu buralara aktaracak kanallar ve arkları?
ÇÖLE SU OLMAK derken söylenmek istenen özcesi kanal ve ark olmaktır. Kanal ve ark olarak binlerce Kürdistanlı genç dağların doruklarına, öz savunma çalışmalarına, Rojava Devrimi’ne, Kürdistan’ın inşasına derken her tarafa akabilecek, oralarda yapılacak binlerce İş’e akabilmektir.
Evet, Çöle Su Olmak için bugün her zamankinden daha fazla Kürdistanlı gençlere ihtiyaç vardır.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Kürdistan yüz yıllardır adeta çorak topraklara çevirtilmek için inanılmaz ölçüde katliamlarla yüz yüze getirilmiştir. Gelen vurmuş giden vurmuştur. Özelde ise 20. Yüz yılda bu katliamlar tavan yapmıştır. Kürdistan’ın bir bölgesinde deyimin tam manasıyla soykırımlar yapılmıştır. Kürdistan’da soykırımlar yapılırken kendilerini sözde medeniyetin temsilcileri ilan edenler gözlerini kapatmışlar, kulaklarını duymaz kılmışlar ve dillerini bantlayarak lal olmuşlar.
Özcesi Kürdistan’da Kürt halkı ve bu topraklarda yaşayan diğer halklar fiziki ve kültürel soykırımlara tabi tutulurken görmezden, duymazdan gelmişler. Yürekleri ziftli olanlar bırakalım görmemezlikten ve duymamazlıktan gelmeyi, üstelik sömürgeci devletlerin uygulamalarına arka çıkmışlar, desteklemişler ve yer yer de bizatihi yol yöntemler göstererek sömürgecilerin yaptıklarını daha da derinleştirmişlerdir.
Bu gidişat hiç şüphe yoktur ki iyi bir gidişat olmamıştır. Bu gidişata dur diyenler Kürdistan’ın birçok yerinde ortaya çıkmışlardır. Başkaldırmışlardır. Karşı durmuşlardır. Direnç göstermişlerdir. Yani birçok yerde Kürtler ve bu topraklarda yaşayan halkların gençleri Direnişe geçmişlerdir. Bundandır ki bugüne kadar Kürtlere gelebilmişlerdir.
Ne var ki tarih yeniden tekerrür ettirilmek isteniyor. Yeniden Kürtler bu topraklarda baskılanmaya, sindirilmeye çalışılıyor. Kürtlerin on yıllardır büyük mücadelelerle elde ettiklerini kimileri kirli oyunlarla yeniden ayakaltına almak istiyorlar. Bunu Türkiye yapıyor, bunu İran yapıyor, bunu Rojava’da yapmaya çalışıyorlar. Dört taraftan yapılıyor demeyeceğiz ancak Kürdistan’da en az 3 taraftan yeniden tehlike çanları çalıyor.
Tarihte ne zaman tehlike çanları çalmış ise ve bu halkın genç evlatları bu çanları duymamışlar ise orada kesinlikle yaşanmış olan felaketler olmuştur. Gençler yüreklerini avuçlarının içine almayıp yollara daha doğrusu yönlerini dağlara vermemişlerse orada yaşananlar kesinlikle trajediler olmuştur.
Evet, yeniden tarihi bir momentin eşiğindeyiz. Eski bir yoldaşımızın sıkça kullandığı bir deyim vardır, “ÇÖLE SU OLMAK” diye, tam da Çöle Su olma zamanı.
Çöle Su Olmak için önce su bulmak gerekiyor. Suyu bulmak için toprağı eşmek, toprağın bağrına girerek açığa çıkarmak gerekiyor. Su Kürdistan gençliğidir diyelim. Kürdistan gençlerini bulduk peki bu gençleri dağlara, özgürlük kavgasına nasıl ulaştıracağız? Bu gençleri kültürel soykırım gibi kırımlara karşı nasıl hareketlendireceğiz? Gençleri hem kendilerini korumasını, hem toplumu korumasını ve hem de dağa çıkmalarının yolunu nasıl göstereceğiz?
Evet, Kürdistan Çöl diyelim, gençliği de Su diyelim. Gençler her yerde var. Hem Kürdistan’da hem de Kürdistan dışında çok sayıda var. Su’yu bulduk dedik. Eğer Su’yun akacağı bir yol göstermezsek bu Su-derinden çıkarılmış olan Su-adım adım etrafını ıslatacak, hatta zamanla o Su oraları bataklığa çevirecek kadar çoğalacaktır. Ancak biz bataklık istemiyoruz. Biz gürül gürül akan bir Su istiyoruz. Biz birilerinin bu bataklıkta boğulmasını da istemiyoruz. Tersine biz bu Su’yun çorak olmuş Çölü yeşertmesi için açığa çıkartmışız, uğraşmışız hatta kazma küreklerle gün yüzüne çıkarmışız.
Evet, Çölün Su alması için, Çölün yeşermesi için Su’yu çıkardığımız yerlere kanallar işleyeceğiz, arklar yapacağız ve bir yolunu bulup o Su’yu oradan alıp Çölü Su’layacağız. Çölü yeşerteceğiz.
Peki, Su’yu kanallara akıtacak olanlar kimlerdir? Ya da buradaki Su kanalları kimlerdir diye sorulabilir?
Verilecek tek bir cevap vardır: gençlerin kendileri, yani örgütlenmiş olan gençler. Çöl var mı var. Su var mı var. O zaman bu Su’yu Çöle aktaracak olanlar peki nerede? Nerede bu kadar açığa çıkarılmış olan Su’yu buralara aktaracak kanallar ve arkları?
ÇÖLE SU OLMAK derken söylenmek istenen özcesi kanal ve ark olmaktır. Kanal ve ark olarak binlerce Kürdistanlı genç dağların doruklarına, öz savunma çalışmalarına, Rojava Devrimi’ne, Kürdistan’ın inşasına derken her tarafa akabilecek, oralarda yapılacak binlerce İş’e akabilmektir.
Evet, Çöle Su Olmak için bugün her zamankinden daha fazla Kürdistanlı gençlere ihtiyaç vardır.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Vekâlet kelimesini vekillik olarak çevirebiliriz. Vekilliği ise: “Birinin, işini görmesi için kendi yerine bıraktığı veya yetki verdiği kimse” olarak tanımlayabiliriz. Vekâlet etmeyi ise: “Birinin yerine, bakmak, görevini üstlenmek” diye tanımlayabiliriz.
Bu durumda Vekâlet Savaş’ını “başkalarının yerine, bir savaşı yürütmek” olarak tanımlamak mümkündür.
Dünyada kendileri için başkalarının savaşmasını en iyi sağlayan güçlerin başında İngiltere gelir. O çokça bilinen İngiliz politikasının özü budur. O meşhur olan; “böl, parçala ve yönet” politikasının özü tamamen başkalarına vekil tutarak, ya da vekâletini vererek savaştırma işidir.
Bugün Ortadoğu’ya bakalım; neredeyse hiçbir yılı savaşsız geçmemiştir. Yüzlerce yıldır Ortadoğu gerçekten durulmamıştır. Ancak 1800’li yıllardan sonra bu durum daha da vahim bir hale getirilmiştir. Ve 1800’li yıllarla birlikte İngiltere’nin Ortadoğu’ya adım adım sızarak buralarda kendi “böl, parçala ve yönet” politikasını yaşama geçirmek için hep birilerini birilerine karşı kullanmıştır. Daha doğrusu İngiltere kendi çıkarlarını hayata geçirmek için hep birilerini kendi yerine savaşa sokmuştur. Birilerini tasfiye etmek için başka birilerini kullanmıştır. Çoğu zaman sadece devletleri kullanmamış, bireyleri, aileleri, tarikatları, aşiretleri, beylikleri derken kullanabileceği ne kadar böyle toplum ya da topluluk varsa çok kötü bir tarzda kullanmıştır.
Dikkat edilirse İngiltere öncülüğünde Ortadoğu’nun tüm coğrafyası adeta cetvellerle çizilirken hep birilerini birilerine karşı maşa olarak kullanmıştır. İngiltere çıkarlarını, başkalarını bir birine karşı kırdırtarak savunmuştur, korumuştur ve çoğu zamanda bu çıkarlarını elde etmeye vakıf da olmuştur.
İngiltere bu politikalarını 1800’li yıllardan beri birçok halka ya da birçok halk üzerinde uygulamıştır. Özelde biz Kürtler bu politikaların sonuçlarının ne kadar yıkıcı olduğunu herkesten daha iyi biliriz. Çünkü biz Kürtler birinci paylaşım ya da daha tanınmış adıyla birinci dünya savaşında yok sayıldık. Bırakalım yok sayılmayı param parça edildik. Dört parçaya bölündük. Her parçada ayrı bir şekilde cendere altına alındık. Bu yok sayılmanın bedelleri biz Kürtler için çok ağır oldu. Yüz binlerce insanımızın katledilmesi, yüz binlercesinin sürgün edilmesi derken dünyada eşine ender rastlanılacak olan bir sömürgeciliğin cenderesine alındık.
Sömürgeciler Kürtleri baskı altına, zulme ve yer yer soykırımlara tabi tutarlarken zannettiler ki emperyalist güçler onların bellerini sıvazlıyorlar. Halbuki bunlar emperyalist, namı diyar İngiliz politikalarıyla buralarda at koşturuyorlar. Yani bölüyorlar, parçalıyorlar ve de sonrada yönetiyorlar.
Söz konusu Kürtleri yok saymakla, sömürge altına almakla, bir kere Kürtler dıştalanmış oluyorlar, baskılanıyorlar. Bu duruma tahammül edemeyen Kürtler ise dört parçada her zaman bir fırsatını bulduklarında başkaldırıyorlar, direniyorlar. Sözde kendilerini bağımsız devlet diye bilen sömürgeci devletler ise bu kez Kürtlere saldırıyorlar, daha fazla baskılıyorlar. Özcesi Kürtler bu emperyalistlerin yarattığı duruma direniyorlar, emperyalistlerin destekledikleri sömürgeciler ise bastırıyorlar. Sonuç sürgit bir savaş Kürtler ve Kürtleri baskılayan sömürgeci devletler arasında bugüne kadar geldi.
Peki, bu durumda kazananlar kimler? Belki yer yer kazananlar sömürgeci devletlerdir. Ve yine belki yer yer kazananlar Kürtlerdir. Ancak bu kazanmalar hep biraz şaibelidir. Bu çatışmaların, savaşmaların hep bir kazananı kesindir, o da; Emperyalist devletlerdir.
Tekrar başlığımıza dönersek emperyalistlerin bu şekilde kazandıkları savaşlara biz Vekâlet Savaşı ya da Savaşları diyelim.
Peki, neden bizler başkalarının çıkarlarının savaşını ya da savaşlarını verelim? Neden hep bu aymaz politikanın kurbanı olalım? Neden ısrarla birilerinin güttüğü sürü olalım? Ve neden bu “böl, parçala ve yönet” politikasının kurbanı olmaya devam edelim?
Özcesi, artık bu kirli politikalarının kurbanı olmaktan çıkmanın zamanı. Bu kirli politikalarının kurbanı olmakta çıkabilmek ve çözebilmek için ise var olan sorunları kendi aramızda çözme iradesini göstermenin zamanı. Yani birilerinin maşası olmaktan çıkmanın zamanı.
Örneğin Kürtlerin ve Türklerin tam bin yıldır birlikte yaşadıkları söylenir. Şimdiye kadar tam üç kez en kritik anlarda, tehlikeli eşiklerden geçerek her iki halkta kazanmıştır. Birlikte kaderlerini çizmişlerdir. Kardeş halklar olmuşlardır.
Tarihi gerçekler böyle iken neden benzer bir şekilde tarihi yeniden güncellemeyelim? Yeniden kritik tarihi süreçlerden geçerken neden tarihte yaratılan kardeşleşmenin bir benzerini ortaya çıkarmayalım?
İçinde geçilen bu tarih süreçlerden başarıyla çıkabilmek için öncelikli olarak kardeşleşmeye inanarak, kardeşleşmenin tüm gereklerini yerine getirmemiz gerekir. Bu kardeşleşmenin yolu ise başkalarının çıkarları için savaşmaktan vazgeçilmekten geçiyor. Yani Vekâlet Savaşını ya da Savaşlarını terk etmekten geçiyor.
1920’lerde emperyalistlerin Ali Cengiz Oyunlarıyla Kürtleri dıştalayan politikaları bir an önce, hemen terk ederek, kendi halklarımızın ve de bu coğrafyada yaşayan tüm halkların çıkarlarını esas alan politikalara yeniden dönmemiz gerekiyor.
Bu ise gerçekten artık başkalarının savaşlarını sürdürmekten vazgeçmekten geçer. Bu ise gerçekten var olan sorunları, başkalarını araya koymadan dolaysız çözmekten geçiyor.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Kültürel soykırım, soykırımların en tehlikesi ve en kirli olanıdır. Tehlikeli ve kirli olması, soykırıma uğrayanların yaşadıkları durumu fark edememeleri ya da kültürel soykırıma tabi tutulmuş olanların bu soykırımı bilmeden içselleştirerek yaşamalarıdır.
Anlatılması ya da sade anlatılması hiç şüphe yoktur ki zordur bu soykırım türünün. Kültürel yok edilme altına alınmıştır, ancak bu yok olma tehdidini yaşayan bunun farkında bile değildir. Örneğin TC devleti Türkiye sınırları içerisinde yaşayan tüm halkları-özelde de Kürtleri-kendisi için tümden bir yayılma alanı olarak değerlendirmiş bunun için de ulus devlet politikaları gereği tek bir ulus yaratmak için diğer farklı kimlikler yok saymış, en iyisinden kendisine benzetmek için inanılmaz ölçüde bir kültürel soykırım politikası uygulamıştır. Öyle ki bu soykırım altına alınanlar çoğu zaman bunun farkında olmadıkları gibi tamamen bir oto asimilasyonla adeta devletin yapmak istediklerini bu kez kendileri yapmaya başlamışlardır.
Türk değildir Türk olduğunu söyler, kendi dilini konuşmaz Türkçe konuşur, kendi ulusal ya da etnik değerlere sahip çıkmaz tam tersine Türk devletinin çizdiklerine sahip çıkar. Yani ulus devlet denilen aygıtın yapmak istediklerini-bir kere içselleştirmiş ise-kendi kendine yapar. Farkına varmamak işte budur.
Kültürel soykırımı Önder Apo sade bir şekilde: “Temel mekanizma olarak hakim elit ve ulus-devletin dil ve kültürü içinde tümüyle tasfiye olmaya amaçlayan başta eğitim olmak üzere her türlü toplumsal kurumların cenderesi içine alınıp varlıkları sona erdirilmeye çalışılır. Fiziki imhaya göre daha sancılı ve uzun sürece yayılmış bir soykırım türüdür. Yarattığı sonuçlar fiziki soykırımdan daha felaketlidir” diye değerlendirir.
Bu durumu TC devleti Kürt halkına peki nasıl uygulamıştır? Ya da Kürtlerin bu hale gelmesi için sömürgeci devletler neler yapmışlardır diye sorulabilir?
Kürtleri dejenere ve eritmek için Kürdistan’a gönderilmiş olan bir Türk kadın öğretmenin anılarında birkaç örnek vererek söylenmek istenenler daha iyi anlatılabilir.
“Atatürk'ün genç misyoner kıza parmağını uzatıp - Git... Dağ köylerine git... Bir cemiyet kadın ve ana yoluyla fethedilir. Oradan alacağın kızları yetiştir... Sonra onları tekrar yerlerine gönder. Senin öğrettiklerini beraberlerinde götürecek, Öğreteceklerdir” der Atatürk.
Dikkat edilirse bir halkın kültürünü yok etmek için kızları özel hedef seçerek, Türk Kemalist sistem içerisinde eğiterek, Türk kılarak yeniden geldiği toplum içerisine göndererek tam bir tohumluk rolünü oynattırma hedeflenmiştir. Bir kere zehir zemberekle beyinler doldurulmuş ise gerisi bu zehir zembereği tüm Kürdistan’a yaymak kalıyor.
Peki, bu nasıl yapılacak?
Çok basit, özenle bu çocuklarla uğraşacaksın. Bir misyonar gibi, bir akıncı gibi. Ve bu akıncılar Dersim katliamı ardından adeta tüm Kürdistan’a birer mantar kolonisi gibi yayılmış ve gittikleri yerlere de zehir zembereklerini götürmüşlerdir.
Gidenlere Kemalist rejim:
“Örf, adet, düşünüş, görüş bakımından değişik bir grubu özümsemek zorundayız. Bu günkü mefkureyi aşılayabilmek ve şahsımızda Türklüğü sevdirme savaşım yüklü olduğumuzu bilerek çalışmak ve her tepkiyi iyi niyetle kabul etmek mecburiyeti ile karşı karşıyayız, Uğraştığımız camia, bizi iyi niyetle karşılamayan, bizi daima şüphe ile tereddütle görenlerin evlatlarına; günün terbiyesini ve Türk mefkuresini aşılama gibi çetin bir vazife ile vazifeli olduğumuzu idrak etmemiz icap eder. Bu yatılı çocuklarımız sade ders saatlerinde değil, asıl hariç zamanlarda uğraşmamız icap eden gruptur. Enstitü öğrencisi değildirler, şehir çocuğu değildirler. Her köy çocuğu gibi de değildirler. Çünkü dil dahîl bilmeden gelirler. Bu kadar değişik bir muhite düşen çocuğun şüpheci, aksi, yadırgan halini hoş karşılayarak garipliklerine, yalnızlıklarına, dertlerine derman olmak gerektir” ki ikna edilsinler, Türklüğü ve onların sundukları zehir zembereğe kansınlar.
Bu kadar mı? Elbette hayır daha fazlası yapılmalı ki kültürel yayılma tamamlansın ve Kürtler başta olmak üzere diğer kültürler yok olsun, yaşayamaz hale, kendi kültürlerini icra edemez hale gelsinler ki tükensinler, dirençleri kırılsın.
Sadece bu da değil, öyle ki kendi kültürüne karşı tepeden bakar hale gelsin. Aşağıdaki bir paragraf söylenenleri daha iyi özetliyor:
“Yukarı Mahalle'de bizi askerden yeni dönmüş iki genç karşıladı. Evleri beraber dolaştık. Onlar da kızların okumaya gönderilmesini istiyorlardı. Biz askere gidende okuma - yazma örgenirik, dünya görürük. Askerden dönende canımız istemez ki bu kızlarla evlenek. Bu köyde ne göriler ki örgeneler Hepi eşek, Biz de eskere gidende örgendik her şeyi. İnsan dünya göri, gözü acili” diyerek kabuklarına ne kadar yabancılaştığını gösteren bu sözcükler bir askere gitmeyle kültürel soykırımın bireyleri ne hale getirdiğine iyi görüyoruz.
Sözü uzatmayalım; herkesin, adım adım yok edilen, kültürel soykırımın en dehşetini yaşayan bu toprakların bir yoldaşımızın tabiriyle, Sessiz Çığlığını artık duyabilmesi gerekiyor. Bu topraklar henüz ölmemiş olupta mezara gömülen bir insanın durumunu yaşatıyor bize.
Düşünün ölmemiş bir insan, ancak ölü gibi duruyor. Gözleri kapalı, refleksleri ölü, hareketsiz. Ama şuuru yerinde, yaşadığını biliyor. Etrafta söylenen: “ölmüş, gömelim” sözlerini duyan ama bir şey yapamayan bu insanın SESSİZ ÇIĞLIĞINI DUYABİLMEK için biraz da olsa uyanma zamanıdır. Boşuna Buda hep Uyanık Ol dememiştir. Artık Uyanmanın ve Uyanık Ol’manın zamanı.
Diri diri mezara gömülmek üzere olan bu insan tıpkı biz Kürtlerin durumuna benziyor. Kürtler de diri diri gömülüyor. Kültürleri yok ediliyor. Bizler bırakalım sömürgeci devletin yok etme, inkar ve imha politikalarını, biz Kürtler kendimiz oto asimilasyonla kendi kendimizi eritiyoruz. Dilimizi kullanmıyoruz, kültürümüze sahip çıkmıyoruz, giyim kuşamını sarılmıyoruz, yemeklerini tercih etmiyoruz, derken yazıp çizmiyoruz. Evimizin içerisinde KURDÎ olmuyoruz.
İşte diyoruz ki artık ölüme yatırılmış olan kürdün yaşama direncinin belirtisi olan SESSİZ ÇIĞLIĞI DUYALIM. Kendimizde başlayarak oto asimilasyona son verelim, bulunduğumuz her yerde bu kültürel soykırıma karşı duralım.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Cennet kavramını tüm dinlerde görüyoruz. Kimileri Paradis diyor, kimileri Cennet, kimileri Dilmun derken birçok farklı isimlendirmeyi hayal edilen, ulaşılmak istenen ve uğruna ölümler göze alınan yerler için kullanıyor.
Cennet bu bağlamda tüm toplumların hafızalarının önemli bir parçası oluyor. Bunun içindir ki birçok toplumda bu hayal edilen yerin adlandırılması insanlara, özelde de kadına veriliyor.
Cennet sadelik oluyor, güzellik oluyor, ruh dinginliği oluyor, iyilik, doğruluk, temizlik, eşitlik, özgürlük, kardeşlik ve tabii ki paylaşımcılık oluyor. Bizim kullanmayı sevdiğimiz deyimle komünal yaşamın sürdüğü mekanlar oluyor. Tarihin tüm ilk direnişlerinin güçlü cennet arayışları hep bundan olmuştur.
Şair böylesine bir mekanı dilinden, kaleme kaleminden de kağıda dökerken boşuna:
“Tut ki..
Zaman adlı çizginin bir x noktasında
Ellerimle göklerine pençe pençe yıldızlar astığım dünyadayız.
Her köşe başında bir çeşme
her çeşmeden oluk oluk akan sular
Ve suların başında Hep bir ağızdan ipek bir yumak sarar gibi türkü söyleyen kızlar...
Ne Neron, ne Sezar, ne Hitler, ne Mussolini, ne Hiroşima…
Yasamızda, Kilit vurulmuş yasak kapıları kırmak yok, Açmak var
Suları gürül gürül akıtmak var
Ve tüm insanları İnsanca yaşatmak var.
Yasamızda Kan barut ateş ölüm Yok
O l m a y a c a k
Özgürlük ve kardeşlik var” dememiş.
Yukarıda şairin dile getirdiği ütopyalarda özlenen bir Cennet tasviridir.
Cennet yani Nucan Nurhak yoldaşta insanın rüyalarını, hayallerini ve ütopyalarını böyle dolu dolu süsleyen, kendisini özlenen kılan bir PKK militanıdır. Cennet gibi saf, cennet gibi temiz, cennet gibi güzel, cennet gibi iyi, cennet gibi doğru ve tabii ki cennet gibi Cennet bir yoldaş…
Nucan yoldaş 26 ağustos 2005 yılında yani tam 8 yıl önce aramızda ayrılarak, şehitler kervanına katılmıştır.
Onu tanıyanlar için bu geçen 8 yıl, 8 bin yıl gibi geliyor. Çünkü verdiği acı çok mu ama çok derinlere işlemiştir. Bir yandan böyle ağır bir acı verirken diğer yandan sanki 8 saniye öncesine bizden ayrılmış gibisine de acısı taze…
Nucan yoldaşı şahadet yıldönümünde anarken sadece acılarımızı yenilemiyoruz, aynı zamanda Devrimci Halk Savaşının öncü komutanlarından birisi olmasından dolayı büyük bir saygıyla anıyoruz.
O Dersim’e doğru yönünü verirken henüz Devrimci Halk Savaşımız birinci yılını yeni doldurmuş ve ikinci yılına adım atmaktaydı. Nelerin olup biteceği henüz kestirilememekteydi. Hatta 23 ağustos 2005 günü TC devletinin MGK toplantısında topyekün savaş kararı aldığı günlerdi. Yani Kürtlerin topyekün hedeflenerek yok edilmek istendiği tarihi bir kesitti.
Evet, Nucan yani Cennet Dirlik yoldaş böylesine bir ortamda yüzünü Dersim diyarlarına verirken, talihsiz bir şekilde Beşiri ovasında TC devletinin vahşice saldırısına maruz kalarak bir gurup yoldaşıyla birlikte şehitler kervanına katılmıştı.
Dersim yolculuğuna çıkmadan önce: “Her HPG gerillasının yüreğinin bir kenarında bir gün Dersim dağlarının zirvesine çıkma tutkusu vardır. Dersimi hep isyan, direniş kalesi olarak ele aldım ve geçmiş tarihte bunun somut örnekleri ile doludur. Mevcut aşamada bizim acımızdan stratejik önemi olan büyük bir mevzi” diyerek gidişinin ya da neden gitmesi gerektiğinin gerekçeleri kendisi açısından en yalın bir halde anlatmaktaydı.
Dersim ve ülke sevdası Nucan yoldaşta öyle doludizgindir ki bir başka mektubunda ise: “Ülkemin güzelliklerini görmek, yaşamak ve hissetmek gibi bir hakkım olduğuna inanıyorum” demiş ve özgürlüğe ve ülke olan hasretini en dokunaklı kelimelerle dile getirmiştir.
Dersim dağlarına gitme istemine örgüt onay vermeyince duygularını: “İnsanların istemlerine ket vurmanın, özgürlüğüne de ket vurmak olduğunu düşünüyorum” diyerek sitemlerini ve eleştirilerini alenen yapmıştır.
Özcesi Nucan yoldaş tam bir ülke hasretiyle yanıp tutuşurken onun neden soyadını Nurhak yaptığını ise: “Biliyorsun, Nurhakların bende çok ayrı bir yeri vardır. Nurhaklar benim yüreğimde gizli bir sevdadır" diyerek anlatmıştı.
Nurhaklar gerçekten de Nucan yoldaş için bir sevdadır, hem de çok büyük bir sevda. Nurhaklarda onun en çok hayran olduğu ve Kürtçe ‘de pısmam dediğimiz yani amcaoğlu dediğimiz, amcasının oğlu Sabri yani Şıho Dirlik yoldaşın şehit düştüğü mekanlardır. Sabri yoldaş tüm ailenin de değil tüm sülalenin de her zaman kendisine çizgi olarak esas aldığı bir Apocu militandı. 1980’ler öncesi Apocu olmuş, zindanda yıllarca işkenceler görmüş, Avrupa’ya örgüt tarafından gönderilmiş ve yeniden ülkeye dönerek 1993 yılının 29 Temmuz’unda Nurhakların ayaklarında, dibinde bulunan Engizeklerin Şahinkayası’nda yoldaşlarıyla birlikte şehitler kervanına katılmıştır.
İşte Nucan yoldaşın Nurhak sevdası budur. Dersim’e yolculuk aynı zamanda Nurhaklara uzanacak bir köprüdür. Ayrıca da tabii ki her gerillanın rüyasında, hayallinde yaşadığı direniş kalesinin ta kendisidir.
İşte Nucan yoldaş TC faşist devletinin topyekün savaş kararı aldığı günlerde yönünü Dersim’e çevirmiştir. Başkan Apo’nun “bana bağlı olanlar yönünü Botan’a, kuzeye versinler” dediği bir zamanda Nucan yoldaş hiçbir tereddüt göstermeden yönünü Kuzey’e vermiştir. Nucan’ın Nucan yapan en büyük gerçeklik bu militanca duruşunda saklıdır. Çünkü “bir militan militanlığının gereklerini gerekli yerde yapmalıdır” diyen Erdal yoldaşın da iyi bir takipçisi olabilmek için militanın görevlerine sarılarak yollara düşmüştür.
Nucan yoldaşta kendisinin üzerine düşeni yapma bilinciyle faşizme karşı direnişi daha da kökleştirmek için yönünü Kuzey sahalarına vermiştir.
Ve faşizme karşı yönünü, yüzünü çevirerek direnişin tam ortasında yer almanın sonuçları bugün hepimiz birlikte görüyoruz. Gürül gürül akan bir halk, her zamankinden daha büyük ve dik bir duruş, yeniden yeşeren bir umut ve de dimdik ayakta duran bir özgürlük mücadelesi.
İşte bu durum Nucan yoldaş gibi yüzlerce PKK militanı yoldaşın Önder Apo’ya gösterdikleri bağlılıkların sonucu ortaya çıkan bir gerçeklik olarak bugün daha iyi görülüyor.
8’inci şahadet yıldönümü yaşadığımız bu günlerde onunla hem yoldaşlık yapmış, hem onunla yakın kan bağı içerisinde olan biri olarak her zaman, tüm mekanlarda onun anısına bağlı kalacağımı, kalacağımızın inancı ve kararlığıyla yeniden ama bu kez daha güçlü bir şekilde “şehitlerimiz geçmişimiz, bugünümüz, geleceğimizdir” diyerek onların yolunda asla şaşmayacağız.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 29 Ağustos günü sabahı Şırnak'ın Uludere ilçesine bağlı Radar ve Sineht tepeleri çevresinde işgalci TC ordu birlikleri geniş bir pusu faaliyeti yürütmektedir. Alandaki pusulama faaliyeti halen devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 23 – 28 Ağustos tarihleri arasında işgalci TC ordusunun Muş’a bağlı Kozmê ve Sêmalê alanlarında gizli birliklerle pusulamalar yapmaktadır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Önderliğimizin ve hareketimizin yapmış olduğu tarihi çağrı doğrultusunda sürdürdüğümüz demokratik çözüm yürüyüşümüz büyük fedakârlıklarla sürmektedir. Bu çerçeve de Dersim ve değişik alanlardan gelen 2 grubumuz Medya Savunma Alanlarımıza ulaşmıştır.
- Ayrıntılar
Dağlar Kürdistan coğrafyasıyla neredeyse eş anlamlı olarak ele alınan birer gerçekliktirler. Kürdistan’da dağ ve dağlar denildiğinde her zaman özgür yaşama arayışı ile başkaldırış akıllara gelir. Öyle ki kürdün özgürce nefes alıp verdiği coğrafik parçaların başında dağlar gelir.
Nedeni açıktır; Kürtler bugünlere gelmişlerse, gelebilmişlerse borçlu oldukları en temel dayanakları dağlar olmuşlardır. Kürdistan tarihin fi döneminden beri sürekli işgalleri yaşamışlar. Kürtler sadece son yüz yılda param parça edilmemişlerdir, Kürtler dediğimiz gibi tarihin çok gerilerinden başlayarak her zaman her türlü işgali ve talanı yaşamış bir halktır. İşgal edilme belki direk Kürtlerle bağlantılı değildir de. Orası bilinmez. Ancak gerçeklik, Kürtlerin bu coğrafyalarda hep vurulmuş olmalarıdır. Bu vuruşmalarda Kürtler iki duruşla karşılık vermişlerdir; bir dağlara sığınarak direnerek, ikinci bir seçenek olarak ise özelde ovalık alanlarda sessini çıkarmayarak, var olanı kabul ederek. Ve yer yerde Kürtlerin egemenleri durumunda olanların ise teslim olarak ihanet yolunu seçerek.
Bu iki çizgi bugüne kadar çok köklü bir şekilde yaşayabilmiştir. Bir çizgi direnişi esas almış ve bir çizgide teslimiyete kendisini yatırmıştır. Çok uzaklara gitmeden etrafımıza baktığımızda direniş çizgisiyle teslimiyet çizgisini şimdi de net görebiliriz. Birileri devlet kapılarında yağdanlıklar olarak-çoğu zaman da kendi halkına karşı-kullanılırken, birileri dağların doruklara çıkanların arkasında her türden işkenceyi, zorluğu ve ölümü de göze alarak yaşamaya onurlu yaşamaya çalışıyor.
Evet, bu iki çizgi çok net bir şekilde bugünde devrededir. İhanet ve direniş ya da işbirlikçilik ve kahramanlık…
PKK öncülüğünde Kürdistan devrimcileri tam 30 yıldır sert hem de silahlı bir mücadele içerisinde oldular. Her mücadelenin bir barışının ya da uzlaşmasının da olacağı bilinciyle Kürdistan gerillası hep var olan sorunları çözmek, çatışkıya bir son vererek Kürt halkının doğuştan gelen haklarını yeniden elden etmek için bir duruş sahibi olmuştur. En son Kürt halk önderliği 21 Mart Amed Newroz’unda tarihi bir açıklamada bulundu. Kürdistan halkları bu açıklamayı bir manifesto olarak karşıladı ve ona göre de pozisyon aldılar. Kürdistan halkları gibi Kürdistan gerillası da benzer bir pozisyon aldı. Hatta daha ileri giderek Kürt halk önderliğinin yaptığı açıklamaya sonuna kadar bağlı kalacaklarını açıkladılar ve ona göre de Güney Kürdistan’a çekilme sürecine girdiler.
Evet, Kürdistan gerillası var olan sorunları onurlu bir şekilde çözüm yoluna girmesi için her türden fedakârlığı yaparak bugüne kadar bu sürece katkısını sundu. Ne var ki sömürgecilik muhtemelen sömürgecilerin ruh haliyle bağlantılı olarak, Kürtlerin, Kürt halk önderliğinin, Kürdistan halklarının, dostlarının, demokratlarının, aydınlarının derken özelde de gerillanın sarf ettiği çabaları görmemezlikten gelerek, “duymadım, görmedim, söylemedim” üçlüsünü oynuyor. Hem böyle bir üçlüyü oynuyor hem de korkunç derecede şişirilmiş bir ego ile Megaloman bir tarzda “dediğim dedik, çaldığım düdük” diyerek herkesi aşağılıyor.
Özcesi tarihi manifestoya ters bir şekilde söylem ve eylemlerde bulunuyor. Ve öyle görülüyor ki bu ters söylem ve eylemleri söylemeye ve yapmaya devam edecekler. Şişirilmiş egolarından vazgeçmeyecekler.
Sözü çok uzatmadan, bizler bugünlere kimsenin sayesinde gelmedik. Bizler bugünlere öncelikli olarak halkımıza dayandık, dağlarımıza dayandık ve tabii birde bin kere haklı ve doğru olan ideolojimize dayanarak mücadelenin en sertine atıldık. Ve eğer Türkiye’de az da olsa kimi demokratik gelişmeler ve açılımlar olmuş ise bunlarda yine bu mücadele sayesinde ortaya çıkarılmıştır. Eğer 12 Eylül faşist rejimi alaşağı edilmiş ve yerine bugün her zaman devlet içerisinde dıştalananlar iktidara gelmiş ise yine bu mücadelenin sayesinde olmuştur. Ve tabii eğer bugün burnundan kıl aldırılmayan maço generaller zindanlara atılabiliyorlar ise yine bu mücadelenin ortaya çıkardığı direniştendir.
Hulasa, özgürlük çığlıklarımızı, özgürlük arayışlarımızı, kimseye boyun eğmeden yaşama arzumuzun en yalın bir şekilde yaşandığı ve haykırıldığı yerlerin başında yine Dağlar gelmektedir. Halkımızın ve gerillamızın Özgürlük dağları gelmektedir.
Bunun için diyoruz ki, birilerinin inadına tasfiye etme çabalarına karşı yeniden daha güçlü bir şekilde TEK YOL YİNE DAĞLAR diyerek dağların yolunu tutmaya çağırıyoruz…
Hayri Engin
- Ayrıntılar