Biz Kürtlerin 1920’li yıllardan daha doğrusu 1940’lardan sonra yaşadığımız en büyük sorun kendimiz olamamamız gerçekliğidir. Buna biz kendine yabancılaşma ya da yabancılaştırma diyoruz.
Denilecek ki Kürdistan tarihinde kendi olamama gerçekliği şöyle ya da böyle her zaman var ola gelmiştir. “Buna ilk örnek olarak Enkidu’yu gösterebilir. Ya da Harpagos gösterilebilir. Aslında böyle tarihte kendi halkına ve kendi değerlerine bolca ihanet eden kişilikleri sıralamak mümkündür de denilebilir. En son Aşiret mekteplerinde eğitilipte halklara karşı kullanılmış olanları da dile getirmek olasıdır” da denilebilir.
Hiç şüphe yoktur ki Kürtlerin tarihinde bolca ihanet etmiş kişilikler çıkmıştır. Bu ihanet etme gerçekliği başka halklarda da bolca görülebilir. Gidip halkların tarihine baktığımızda ne kadar da çok halklarına karşı ihanet etmiş olan insanları gördüğümüzde şaşırmamak hiçte elden olmayacaktır. En çarpıcı örnek bugün neredeyse dünyaya en ileri düzeyde hükmeden Yahudileri gösterebiliriz. Söylediklerimizi ispata kalkmadan sadece Tevrat kitabında Yahudilere dönük söylenenleri, yazılanları dile getirmek bile bu makalenin çok daha ötesinde büyük hacimli kitapları aşabilecek nicelikte ihanet ve iç çelişkilerle doludur.
Özcesi halkların tarihinde ihanetlerin yaşanması hiçbir zaman kabul edilmeseler de birer gerçeklik oldukları açıktır. Ancak biz Kürtlerde özelde 1940’lardan sonra özelde de Kuzey Kürdistan'da yaşanan başka gerçekler de vardır.
1920 ile 1940 yılları arasında Kürdistan'da inanılmaz ölçüde bir Kürt soykırım yaşanmıştır. Bugün bizlerin kimi, Dersim katliamını duymuşuzdur. Halbuki Zilan, Ağrı ve onlarca böyle irili ufaklı katliamlar Kürdistan'da bu yirmi yıl içerisinde bolca yaşanmıştır. Demirel’in bir dönem söz ettiği “28 isyan” özünde Kürdistan'da 28 büyük-küçük soykırım pratikleriydi. Biz bu yirmi yıllık sürece Kırmızı Katliam diyoruz. Kürtçe sözcüklerle, Komkujıya Sor diye bu katliamları tanımladık.
Kırmızı Katliam’dan sonra Kürdistan'da uygulanmaya konulan yeni ve daha tehlikeli ve yok edici soykırım türüyse Beyaz Katliam olmuştur. Beyaz Katliam’ı bizler beyinsel ve kültürel soykırım olarak tanımlıyoruz. Önder Apo kültürel soykırım için: “Hakim elit ve ulus-devlet kültürüne göre zayıf ve gelişmemiş durumda bulunan halk, etnik ve inanç gruplarının üzerinde uygulanır. Temel mekanizma olarak hakim elit ve ulus-devletin dil ve kültürü içinde tümüyle tasfiye olmaya amaçlayan başta eğitim olmak üzere her türlü toplumsal kurumların cenderesi içine alınıp varlıkları sona erdirilmeye çalışılır. Fiziki imhaya göre daha sancılı ve uzun sürece yayılmış bir soykırım türüdür. Yarattığı sonuçlar fiziki soykırımdan daha felaketlidir. Bir halk veya herhangi bir topluluk için yaşamda karşılaşabileceği en büyük felaket niteliğindedir. Varlığını, kimliğini toplum doğasının tüm maddi ve manevi kültürel unsurlarını terk etmeye zorlanmak, uzun sürece yayılmış kitlesel çarmıha gerilmekle özdeştir”demişti.
Özcesi Kürdistan'da 1940’larda uygulanan esasta kültürel soykırım olmuştur. Kültürel soykırımın temel hedefi vurmak istediği insanı beyninden, yüreğinden ve de vicdanından vurmaktır. Önce beyin ve yürek felç edilecek ki bir daha o bireyi şaha kalkmasın, kendisi olamasın. Bu beyin ve yürekten vurmanın en temel silahı eğitim kurumlarına alarak gerçekleştirmektir. Söz konusu Kürtler ise Türk devlet okullarına alarak Türkleştirmektir. Yapabilir ise Kürtçeyi yani hedef aldığı bireylerin ana dillerini unutturarak onları Türk haline getirmektir. Bunu yaparken birde sanki çok büyük bir iyilik yaparcasına bu vahşet uygulamısını uygulayabilmek ciddi bir maharet işidir. Yine diğer etkili bir silah ise askerliktir. Meslek edindirmektir. Memurluktur. Derken kendi siyasal partilerinin içine alarak tümden kendinden birisi haline getirmektir.
İşte yukarıda dile getirdiklerimiz gerçekleştirmenin yolu yordamı Beyaz Katliam politikalarıdır. Ve TC devleti bu vahşet politikalarını Kürdistan'da çok acımasızca uygulamasını bilmiştir.
Öyle ki Kürtleri en çok Dersim’de olsa da Kürdistan’ın birçok alanında katliama tabi tutan partinin adı CHP’dir. Bu katliamı en içten uygulayan kişi ise İsmet İnönü’dür. Yine Atatürk’tür.
Ancak bugün bu katliamı uygulayan partinin başında bulunan kişi, bir Kürt, daha doğrusu Beyaz Kürt’tür. Yine Tuncelili-dikkat edilirse Dersim demiyoruz-Tuncelili diyoruz. Çünkü bu kişi Kürdistan'da Beyaz Katliamı en iyi özümsemiş kişiliklerin başında gelen bir kişiliktir. Bu öyle bir kişiliksizliği yaşıyor ki AKP gibi özünde milliyetçi bir parti bile “Beyaz Türklere kendini kabul ettirmek için kendi aslına bile sahip çıkamıyor” mealinde sözlerle bu Beyaz Katliam’la kendisi olmaktan çıkarılmış kişiliğe yönelebiliyor.
Bizlerin çok söyleyeceği bir şey olamaz. Beyaz Türk beyaz Türk’tür. Beyaz Türklerin de ne kadar Kürdistan'da halkların düşmanlığına oynadığı da herkesin malumudur. Özelde de CHP adındaki geçmişin Kemalist faşizan partisinin de Kürtlere ve halklara neler yaşattığı da ortadadır.
Bizim söyleyeceğimiz ya da söyleyebileceğimiz olsa olsa Kürtler başta olmak üzere Kürdistanlı ve Türkiye halkların artık ellerini böylesine kirli bir partiden ellerini yıkamalarıdır. İslamiyet’in o meşhur sözüyle “boş ol, boş ol, boş ol” diyerek yollarını CHP ile ayırmalarıdır.
Kılıçdaroğlu ve Kılıçdaroğlu gibi olan kişiliklere ise bizler; Frantz Fanon’un Siyah Deri Beyaz Maske kitabında söylediği gibi onlar: “KENDİ OMUZLARI ÜZERİNDE BAŞKALARININ KAFASINI TAŞIMAYA-GEZDİRMEYE RAZI” kişiliklerdir deyip kendi mücadelemize devam edeceğiz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Van'ın Çaldıran ilçesinde bulunan ve 4 Temmuz 2013 tarihinde toplu bir şekilde BDP'ye geçen Şêxikî aşireti düşman tarafından tehdit edilerek aşiret üyesi iki kişi kaçırılarak serbest bırakılmaları karşılığında 700 milyar fidye istenmiştir.
- Ayrıntılar
Bundan l5 yıl önce Partinin temelini atan Kemal, Hayri gibi yoldaşlar direniş kararını verdiğinde bir kez daha Partinin büyüklüğünü göstermiştir. Ne teslimiyet, ne düşüş sonuna kadar direniş! Tarihte de, yaşamımızda da büyük adım olmuştur. Yine bu anıya dürüstçe yaklaşmak isteyen bu temelde sonuç çıkarmak isteyenler için her yönüyle bu gerçeğe kendilerini ulaştırmalıdırlar. Aksi halde bu direnişe ve bu şehitlere layık olamaz ve kendilerinden bir şey çıkmaz. Hatta diyebilirim ki bu gerçeklikten sizlerde belli bir uzaklaşma yaşanmaktadır. Her şeyden önce bu anı üzerinde durduğumuzda Parti gerçeği nedir sorusu karşısında kendi gerçeğimizi göz önüne getirmek zorundayız. Şimdi sizin uzaklaştığınız ve onunla oynadığınız Parti gerçeğinin ta kendisidir.
Olmaz! Bu gerçeklikten uzak olmakla Partilileşme olmaz. Her arkadaş kendi üzerinde durup gerçekliğini göz önüne getirdiği taktirde bu direnişlere karşı hesap veremeyeceğini, layık olamayacağını görecektir. Çünkü yüzünüz ak değil, şimdiye kadar sorun yaratmaktan öteye bir şey yapmadınız. Şimdiye kadar ağlamaktan başka ne yaptınız. Bu hepinizin bir ayıbıdır. Şehitlerin karşısında bu halinizle duramazsınız, ayıptır. Şimdi bakıyorum herkes keyfine göre Parti gerçeğiyle oynuyor; savaşta, örgütlenmede, eğitimde her yönüyle oynamayı kendisi için bir sanat haline getirmiştir. Bu sizin ayıbınızdır. Bu ayıbıyla kişi hiç bir yere ulaşamaz. Tabi "çok zayıfız, güçsüz, bundan başka ne yapalım" diyeceksiniz. Bu sizin diliniz ve bunu her zaman söylüyorsunuz. Kabul edilmez! Bu şehitlerin anısı üzerine konuştuğum zaman böyle Partililiği ve sizi kabul edemem. Kaldı ki bu durumda ben kendimi bile kabul edemiyorum, sizi nasıl kabul edeceğim? Bu zayıflıklarla mı, bu sahtekârlıkla mı, bu kandırmayla mı, bu düşüşle mi sizi kabul edeceğim.
Bu günlerde bazı hususlar üzerinde duruyoruz. Yine Parti adına hafif, dar, güçsüz bir yaşama tenezzül etmeyi bir sanat haline getirmişler. Bununla da sınırlı kalmayarak Partiye ve bu büyük direnişlere layık görüyorlar. Güçsüzsünüz, söz sahibi olamazsınız. Bunun içinde en dürüstün elinden ancak ucuz bir ölüm gelir. Fakat bu arkadaşlar kendilerini ucuz ölüme yatırmadılar. 14 Temmuz direnişi ucuz bir ölüm için değildi. Büyük bir ölümdü; hatta ölüm değil büyük bir yaşamdı. Ülkede, savaşta ucuz ölen arkadaşlarımız için "büyük şehitlerdir, güçlüdürler" diyemiyorum. Neden? Çünkü direnmeden gidiyorlar. Eğer 14 Temmuz anısına doğru yaklaşacak olursak; iğne ucu kadar yaşam ve çalışma imkanı bulduklarında bu arkadaşlar sonuna kadar değerlendiriyordu. Şimdi ben size bakıyorum, eğer biraz harekete geçseniz ülkeyi alabilirsiniz. Ama ne yazık ki doğru bir çalışmayı doğru bir adıma dönüştürmeye tenezzül edemiyorsunuz, tabi bu insanı kahrediyor. Parti ruhunu, Parti büyüklüğünü kendinizden uzaklaştırmışsınız. Bu kendinize yapacağınız büyük bir kötülük, kölelik, hatta düşkünlüktür. Kendinizi böyle nasıl kabul edebiliyorsunuz, hayret ediyorum. Bu kadar çalışmama rağmen kendi kendimi bile kabul edemiyorum. Hayır!
Kişi büyümenin yolunu tutmadan kendinden razı olamaz. Bir şey yapamıyorlar, kendilerini bile yapamıyorlar. Buna rağmen kendilerine PKK adına bir usul yaratıyorlar. Bu büyük anıya bağlı kalmak istiyorsak, biraz dürüstlük varsa, değerlerimizi böyle unutmak istemiyorsak, mutlaka kendimizde bir şeyler yaratmak zorundayız. Kendi içimizde bazı esaslara vararak daha doğru, birlikte büyük yürüyebilmeliyiz. PKK'nin saflığı, PKK'nin dürüstlüğü bu yoldaşların gerçeğindedir. Şimdi kendinize bakın ne kadar bu büyüklüklesiniz? Yine doğru yaklaşacak olursak; Partinin adını yükseltmek istediler, Parti amacından uzaklaşmamak için büyük bir vahşet altında, her gün tahammül edilemeyecek işkenceler altında küçük bir yaşam imkanı bularak direndiler. Bu amaç içindi bu direniş. Burada hemen kendinizi karşılaştırın; ülke toprakları üzerinde, dağların başında, silahlı, gruplar halindesiniz, yine de düşmana karşı bir kaç doğru adım atamıyorsunuz. Bu şehitleri, bu direnişleri gözlerinizin önüne getirdiğinizde kişi kendi hakkında ne diyebilir? Bundan uzaklaşma var. Bu uzaklaşmayı kendinize nasıl layık gördünüz ben de şaşıyorum. Bu kadar büyük Parti derslerini verdik, uzun bir zamandır yetişmeniz için hazırlığınız için çok büyük yardımlarda bulunduk. Ancak çıkardığınız sonuç; "düşkün kişiliğimi nasıl yaşatabilirim"dir. En büyük tepkimiz de buna yöneliktir.
PKK şehitleri bunlar değildir. PKK direnişi bu değildir. İçinizden bazıları veya bir çoğunuz, bir çok yönde bir şeyler yaratmak istiyorsunuz. PKK büyüklüğünden uzak bir PKK yaratmak istiyorsunuz. Ben her zaman söylüyorum, bu kişiliğinizle yalan söylüyorsunuz, kendinizi kandırıyorsunuz. PKK mukaddestir, PKK kişilikleri dürüsttür: Mazlum, Kemal, Hayrilere eğer biraz bağlılığınız varsa sahip olduğunuz bu kişilikle yürümeniz mümkün değildir. Bu kişiliği şimdiye kadar Parti içinde nasıl yürüttünüz, buna nasıl cesaret ediyorsunuz. Gerçekten vicdansız mısınız, terbiyesiz misiniz, anlayamıyorum. Neden böyle oldunuz? Çok mu zayıfsınız, çok mu düşkünsünüz, çok mu çaresizsiniz; bunu anlamak istiyorum. Bu doğru değildir, bu zindan direnişi temelinde değildir, bu 14 Temmuz'a bağlılık değildir. Ben bu yoldaşları, bu direnişi sizden ve Parti adına yürütülenlerden koruyorum. Ya bu arkadaşların ruhuna ulaşır, ya 14 Temmuz ruhu yakalanır, ya da bu ruhu sonuna kadar sizden koruyacağız. Kesinlikle söz veriyorum ki bunu koruyacağım. Sizi kabul edemem ve etmediğimi de görüyorsunuz. Parti içinde kimse kalmasa da bu düşkün kişilikleri kendimize yaklaştırmayız, zayıf insanı da kendimize yaklaştırmayacağız. PKK, kahramanlık Partisidir. 14 Temmuz çok büyük bir yüceliktir. Bunu alçaltamayız, ayaklar altına alamayız. Bunu size layık göremeyiz. Layık olmayan şey layık değildir. Ben kendimi de layık göremiyorum. Ancak onların temsilcisiyim, vasiyetlerini takip ediyorum. Bu kişiliklerinizle yürüyemem ki, en ufak bir eksikliğiniz de olsa kabul etmem.
Bugün 14 Temmuz direnişinin yıldönümü vesilesiyle bir şeyler yaparak anmak istiyorsanız, eğer gerçekten dürüstseniz, bir şeyler anlamak istiyorsanız bu arkadaşların sergiledikleri direniş gerçekliğine doğru yaklaşmak zorundasınız; hangi koşullarda neye karşı, neyle, nasıl yürüttüler bunları aklınıza getireceksiniz, kendi gerçeğinizle kıyaslayacaksınız. "Ben ne kadar bağlıyım, ne kadar onunlayım" hesabını dürüst ve doğru vermezseniz siz gerçekten sahtekârsınız. Sahtekârlığı adeta kendilerine meslek edinmişler. Bunları herkes için söylüyorum. Bazı arkadaşlar bizi çok incitti. Yani bilemiyorum, insan büyümeden neden bu kadar kaçıyor şaşırıyorum. O arkadaşlara onca büyük imkân sunduk, hiç önem bile vermediler. Vicdanınız neden bu kadar kara, gerçekten insan bir sonuç çıkaramıyor. Size kim "böyle yaşayın" dedi? Bu yaşam üslubu kimindir, bu savaş tarzı kimindir? Mazlum, Kemal, Hayrilerin mi, Agitlerin mi? Hayır! O halde kimindir? Bunun cevabını vereceksiniz. Aksi halde sizi kabul edemeyiz. Her gün bunun üzerinde duruyorum. Özgürlük istiyorsunuz, şerefli bir yaşam istiyorsunuz; işte yolu da budur. Neden bu yolun üstünde yürüyemiyorsunuz? Kötülüğün rüzgarına kapılıyorsunuz. İşte gördünüz ne kadar kaçıyorlar. Tabii çok nedenleri vardır. Büyük imkânlar önündedir, üzerinde durmaya tenezzül etmiyorlar. Bunun için gerçekten bu tarihi anının adımın üzerinde durmak istiyorsanız acaba dürüst müdürler, değil midirler diyorum. Yani bir anının üzerinde durmak insana sonuna kadar yeter. Uzun bir süredir "PKK adına her yönüyle hareket edebiliriz" diyorlar. Olmaz! PKK esastır. Eğer PKK gerçeği tutturulmazsa Kürdistan’da yaşam yürümez, hiç bir şey yürümez
Neydi bu direniş? Zindanda ihanet büyük olunca şahinler tamamen düşürmek istediler; "PKK adına kimse kalmamalı", hatta "hepsi PKK'ye karşı çıksın", tabi ki "PKK'de vatanı inkar etsin, halkı inkar etsin". Bunun karşısında arkadaşlarda "biz canımızı vereceğiz, bu kararı vereceğiz" dediler. 14 Temmuz kararı; Partinin adının ortadan kalkmaması için halk ve Kürdistan adının, insanlık adının ortadan kalkmaması içindi. İşte bu Partinin kararıdır: İhanete karşıydı, büyük zulme karşıydı, düşkün yaşama karşıydı. Hemen hemen hepsi sizin gibi zayıftılar, imha olmayla karşı karşıyaydılar. O zaman bu kahraman arkadaşlar "gün direnme günüdür" diyerek zayıflıkların önünü aldılar. Şimdide düşman çok şiddetlice üstümüze geliyor. Şimdi de Kürdistan'da ihanet büyüktür, ihanet çok büyümüştür. Direniş de büyümüştür. Aynı zamanda içimizde düşkünlükte var, teslim olma var. Ülkenin dört bir yanında ne kadar direniş varsa o kadar teslimiyet yine düşkün bir yaşam var. Eğer 14 Temmuz'a bağlıyız diyorsanız bu günde de kahramanca bazı adımlar isteniyor. Zindandaki gibi değil; savaşın her yönünde, çalışmanın her yönünde 14 Temmuz ruhuna bağlı adımlar atılması gerekiyor. Kendi ruhunuzda adım atın, öyle olmazsanız sahtekârsınız. Büyük değerlerle ucuz yaşamınızı sürdürmek istiyorsunuz, tabi ki bizimde bunu kabul etmemiz mümkün değildir. Diğer bir husus da şudur: Önderliği tanımıyorsunuz. Çok düşkünsünüz, kirli insanlarsınız, her zaman bizi kendi seviyenize düşürmek istiyorsunuz. Tabi ki bu da mümkün değil. Ben sizden bir şey rica ediyorum; biraz büyümeyi tanıyın, kendinizi yetiştiremeseniz de onunla oynamayın, ihanet etmeyin, koruyun. Eğer bu da elinizden gelmezse çıkın gidin. Ben kendim bile bu kişiliğimi her gün ellerimin altında eritiyorum. Fakat size bakıyorum kendinizi paşa gibi yapmışsınız. PKK dışında her şey sizde var, düşkünlük var, zayıflık var, düşünce dağılmış, ruh dağılmış, büyük bir kararı yok. Kendisiyle büyük bir şey yapamaz, böyle şerefli bir yaşam tutamaz, yarı ölü gibidir. Her zaman kendisini sorun yapıyor; "ben kapalıyım, yüzeyselim, bilmem ben neyim." Budur işte bundan başka bir şey değil, en iyisi de ucuz bir ölüm. Büyük bir başarı diyen, büyük bir adım diyen, "bende PKK'nin büyük şehitlerinden eksik yapmam, sonuna kadar düşüncem ve yaşamım budur" diyen böylesi yoldaşlar içinizde yetişiyor mu? Kendinize ve etrafınıza bakın, kim böyle yapıyor?
Sizin üzerinize fazla geliyorum diye değil, siz kendi kendinizi dar bir duruma sokmuşsunuz. Bu Parti imkânlarıyla kendinizi büyütebilirdiniz, hepiniz yapabilirdiniz. Size çok zaman da vermiştik. Kendinizi büyültebileceğiniz ortamı da önünüze vermiştik. Siz anlamadınız, sürekli "ucuz bir yaşam" dediniz. Hep keyfiyete tenezzül ettiniz. Bu da tabi ki düşmanın isteğiydi. Düşmanın isteği kişinin işte böyle ucuz bir kişilikle yaşamasıdır. Budur yani bu da tanımadığınız bir şey değildir. Eskiden beri bu kişilik bizim için sefaletti, içinde hayırlı olan bir şey yok. Bu direniş buna karşıdır. Sadece düşmanın zulmü değil, binlerce arkadaş hemen hemen düşüyordu, "ben teslim olayım mı, olmayayım mı?" bu haldeydi arkadaşlar. İşte 14 Temmuz direnişi çoğunlukla buna karşıydı. Ben şimdi bakıyorum hiç bir arkadaş bundan kendisine bir sonuç çıkarmıyor. Çoğunuzda bu haldesiniz, bura zindan değil. Burası dağ başıdır, elinizde silah var, burada doğru dürüst yürütemiyorsunuz, bu teslimiyetten de daha kötüdür. İşte ben diyorum siz bu anılarla sözleşmek, kararlaşmak istiyorsanız kendinizi böyle bırakamazsınız. Herkes söz sahibi olamaz, sizin gibi insanlar kendilerini yenilememişler. Söz sahibi, karar sahibi olmaktan uzaktır. "Partinin bazı imkanlarıyla sonunda düşmanın yanına kadar giderim", bu PKK değildir. Ben bunu anlamanızı istiyorum. Bu PKK gerçekliği değildir. Bu dönemde bu en büyük kötülüktür, hatta düşmandan daha çok bize karşı bir direniştir. Bu düşmana karşı değil, PKK büyüklüğüne karşı direnmedir.
Belki size acayip gelebilir, ama bu yaşamınız düşmanın hamleleri gibi sizi PKK'ye ve 14 Temmuz'a karşı direnişe kaldırıyor. Düşmanın baskısı, düşmanın zoru ülkenin her yanında, savaş sahalarında sizi yumuşattı, şaşırttı, sonuç itibarıyla hepiniz PKK içinde direniş halindesiniz. Tabi bu direniş 14 Temmuz direnişi değildir. Agit yoldaşların ki değildir. Bu direniş PKK'ye karşı olan direniştir. Tuhaf bir şey PKK içinde çoğunuz birçok yanınızla PKK karşısında engel teşkil ediyorsunuz. Engelden de öteye daha çok direniyorsunuz. "Biz Partileşemeyiz, Parti taktiklerine ulaşamayız, Parti hattına ulaşamayız", gece gündüz bunları söylüyorsunuz. "Yakamızı bırak, biraz kendimizi yaşamak istiyoruz, küçük yaşamak istiyoruz", gece gündüz bunu söylüyorsunuz. Bu da dürüst değil, bu kabul edilemez. Neden? Ne hakkınız var?
Şimdi siz hepiniz benden PKK Partisini, bu büyük şehitler Partisini küçük burjuva Partisi yapmamı istiyorsunuz. %90 küçük burjuva bir Parti istiyorsunuz. Bu halinizle PKK Partisi olabilir misiniz? Kendinizi Mazlum, Hayri, Kemal'in çizgisine ulaştırabilir misiniz? Birçoğunuzun kişilikleri ortadadır. Doğru hesap verilmelidir. Biz ne kadar o büyük şehitlerin Partisiyleyiz. Bu değerler tümden unutulmuş, çoğunlukla da ülkedekilerde savaşta yer alanlarda bu tümden unutulmuş.
Kim komutandır, kim keyfi yaşamın sahibidir, kim kendini yaşıyor, kim tümden Parti esasları dışı, hatta savaş esasları dışı, kim kurnazdır, kim oyunlar çeviriyor; bunlar üzerinde duruyorlar. "Düşmanı derinden vuralım, düşmanı büyük vuralım, büyük yoldaşlıklar yaratalım" bunları tümden unutmuşlar. Bu nedir? Kim sizi alıştırdı? Öğretmenlerinizin hepsi şeytandır, büyük şehitler değil. Büyük şehitlerden uzak, hatta düşmanın kendisidir. Düşmanın zoru sizi halden düşürmüş, sizi iflas ettirmiş. Neden sizden büyük yoldaşlar çıkmıyor, neden? Bunca yıldır zindanda değilsiniz, özgürsünüz, Partinin bütün kitapları elinizin altında, neden büyüyemiyorsunuz. Kendinize bu hesabı soracaksınız, sormazsanız kimse size "şereflisiniz" diyemez. Sonuna kadar namuslu olamazsınız. Başaramayan, çalışmasını doğru dürüst yapamayan tabi ki namussuzdur, düşkündür. Düşkün insanda beş para etmez. Düşkün insanın bir değeri olur mu? Bir savunma yönteminiz var, o da "ben ağlarım". Ağlayanlarda namussuzdur yani. Ağlamak kahramanlık mıdır? 14 Temmuz ağlama mıdır, direnme midir? 14 Temmuz başarı mıdır, düşüş müdür? 14 Temmuz kahramanlık mı, korkaklık mıdır? Bunların hepsini göz önüne getirmek zorundasınız.
Siz söz sahibi olamıyorsunuz çoğunlukla buna üzülüyorum. Siz kimin arkadaşısınız. Gerçekten Mazlum, Kemal, Hayrilerin arkadaşları mısınız? Onlara mı yakınsınız, yoksa Şahin'e mi? Şahin rahatlıkla teslim olmadı, hatta Şahin içimizdeyken çok çalışıyordu. Sizden on kat daha fazla çalışıyordu, ben tanıyorum. İçinde bulunduğunuz zor ortamda olsaydı belki sizden daha çok savaşırdı da. Burada yine bir şey insanın aklına geliyor. Böyle büyük ihanet etmiş bir insan dahi yerinizde olsaydı, belki sizden daha iyi olabilirdi. Eğer siz onun yerinde olsaydınız, belki daha kötü olabilirdiniz. Yani yeriniz Mazlum, Kemal, Hayri'nin yanı değil, konumunuz Şahinlerden daha kötüdür. Neden? Bu yaşam Parti içinde büyük bir çalışmanın kaynağı olamaz, bu budur. Bundan başka şeyleri kendinize kabul ettiremiyorsunuz. Parti içinde yeni bir adet ortaya çıkmış; hiç çalışma Parti imkanları üzerinde otur ve yaşat kendini!? Yahu sen kendini nasıl yaşatırsın? Eğitimini yapmıyorsun, düşmanın üstünde hiç durmuyorsun, bazı taktikler, örgütlenmeler üzerinde durmuyorsun. Ondan sonra da etrafını yık, boz, zafersiz kendini yaşat, çalışmadan kendini yaşat; bu sahtekârlıktır, böyle olmaz. Suçu arkadaşının üstüne at, etrafını suçla, kendini de temiz çıkart; bu sahtekârlıktır. Binlercesi bu şekilde kendi bireysellikleri için ya da düşkünlükleri için imkan yaratma peşindedirler.
Daha derin açmak istemiyorum, anlayabildiğinize inanıyorum. Eğer bu durumu değiştirmezseniz; savaş içerisinde, halk içerisinde komutanlıkta, savaşçılıkta bu halinizi değiştiremezsiniz, değil düşmana karşı, bize karşı; değil 14 Temmuz'la, 14 Temmuz'a karşı bir direniyorsunuz demektir. Burada yanlış yapmayın. Bu arkadaşlar bu direnişte 60 gün aç susuz, bir deri bir kemik kaldılar, bununla neyi ispatlamak istiyorlardı? "Bu düşkün yaşamı, eriyip elimizden giden yaşamı kabul etmiyoruz. Biz ölümü kabul ediyoruz. Yavaş yavaş vücudumuzun, kemiklerimizin erimesini kabul ediyoruz ama düşmanın istediği yaşamı kabul etmiyoruz. Biz PKK'yi bırakmayacağız",işte budur 14 Temmuz başka bir şey değildir. Kendinize bakın; "düşman yok biz güçlüyüz" diyerek kendi kendinizi eritiyorsunuz. Mesela savaştaki arkadaşlar bilirler; "Parti esasları kalmadı, gerilla adına ideoloji, siyaset kalmadı, yoldaşlık kalmadı" diyorlar. Yine köylü kurnazlığı, kimileri arkadaşlarını şehit ediyor, kimilerin arkadaşları elden gidiyor üzerinde durmuyor, onlarca şahadet oluyor kendisini sorumlu görmüyor. Şehitlerin anısına bir şey yapmıyor. Her gün haberleri alıyorsunuz, "anılarına ne yapayım, ben nasıl bir sorumluluk altındayım", demiyor. Bu komutanlık değildir, savaşçılık değildir, bu hıyanettir. Bundan biraz korkun, eğer sözünüz varsa, Partiyle olmayı istiyorsanız dürüst olun. Bunun derinliğini, anlamını kavrayın.
En büyük korkum bu Partiden var olan uzaklaşmadır. Yani şimdi bakıyorum bu kişilikler Partiyi istila etmiş, Parti diye bir şey bırakmamış. Bunlar gözünüzün önünde yaşanırken, kendinizden bile haberiniz olmuyor. Bu durumda Kürdistan için bir şey elimizde kalmıyor. İhanet kalıyor işte Kürtlük adına. Görüyorsunuz ihanet ne kadar yaşıyor.
Mühim olan eğer gerçekten bu anıya bağlı kalarak 14 Temmuz'un 15. yılında bir sonuca ulaşmak istiyorsanız, üzerinde durduğum bu noktaları kendinize esas alarak üzerinde durun, kendinizle kıyaslayın, böylece kendinizi doğrulara ulaştırabilirsiniz. Parti meselesi tek benim meselem değil, bu yoldaşlar neden şehit oldu. Elimizde bir şeyler kalması, bir şerefin kalması için şahadete ulaştılar, yoksa kendileri için değil. Kendileri için olsaydı böyle direnmezlerdi. Bir halk için, bir tarih için, bir insan için bunları yaptılar. Eğer sizlerde söz sahibi iseniz, sizlerde bunlara devam edebilirsiniz. Sözün sahibi olmak devam etmektir, hangi durumda olursan ol. Her gün vahşet altındaydılar, en büyük darlık içerisindeydiler. Buna rağmen bu kadar direndiler. Sizin durumunuz ise iyidir, niye büyük direnemeyeceksiniz. Kimse "imkânım yoktur" demesin bunların hepsi yalandır. En büyük vahşet, en büyük imkansızlık Diyarbakır zindanındaydı. Hatta tarihte bile öyle vahşet yoktur. Ama bunlar direndiler.
Kahramanlığı kendinize layık görün. Her şeyle oynayın ama bu büyük, mukaddes değerlerlerle oynamayın. Sizden fazla bir şey istemiyoruz. Büyümeniz üzerinde durun. Hatta düşmanla baş edemiyorsan kendinle başet. "Kendimi yapacağım" de, "doğru Partileşeceğiz", "Partileşmeden uzaklaşmayacağım" deyin. Ben bunları niçin ısrarla söylüyorum. Siz dün Parti içinde yaşamınızla bu değerleri mahvettiniz. Siz Parti esaslarını, Parti yoldaşlığını, hepsini boşalttınız. Niçin böyle yaptınız? Parti içinde karşınızdaki düşman zindandaki düşmandan daha mı büyüktü? Hayır! Hiç düşman yoktu, siz kendi kendinize böyle yaptınız. Şimdi de sizi kabul etmemi istiyorsunuz. Bu büyük şehitler sizi afetsin, kabul etsin, hayır! Parti yaşamıyla, Önderlik yaşamıyla oynayanlar af edilemezler, kabul edilemezler. Kendinizi kandırıyorsunuz. "Biz çaresiz kaldık, zayıfız, bazı hususlarımız düşmandan kalmış, eski toplumdan kalmadır" demeyin. Bütün bunlar yalandır. Bu arkadaşlar için de aynı şeyler geçerliydi. Ama hayır! Siz de olan daha başka bir şeydir. Parti üzerindeki oyun, Partiyi küçük burjuva partisi yapmaktır.Bundan başka bir şey değildir. Tabii bu da Partiyle savaş yürütmektir. Parti içinde Partiye karşı savaştır, başka türlü izah edilemez. Bunun için tekrarlıyorum şehitlerin anılarına bağlı kalmak istiyorsanız, söz sahibiyseniz, çizdiğimiz bu çerçeve temelinde üzerinde bir kez daha durun. Siz fazla yorulmamışsınız. Size bazı imkanlar vermişiz. Her şeyden önce bu büyük şehitlerin yolunda, bu büyük direnişin yolunda kendinizi kararlaştırın. Ama dürüstlükle, onların gerçeği temelinde kararlaştırın. Size dile getirdiğimiz bu hususları büyük bir istekle, büyük bir iradeyle kendinize esas alın. Gerçekten PKK militanlığının gerçekliği sizde yürütülsün. Siz böyle yaparsanız, Mazlum, Kemal, Hayrilerin arkadaşısınız, büyüyeceksiniz de, büyük adımlar atacaksınız. "Etrafımız bizi şaşırtıyor, etrafımız bizi yoldan çıkarıyor" demeyin. Hayır! Düşmanda bu arkadaşları yoldan çıkarmak istiyordu. Oyun büyüktü ama başaramadılar. Ama burada düşman da yok, siz kendi kendinizi yoldan çıkarıyorsunuz.
Bazı şeyleri anladığınıza inanıyorum. Yine Önderlik her şeyden önce şehitlerin temsilcisidir. Kimse bunu unutmasın ve bizden de bir şey istemesin. Kesinlikle kabul etmiyorum. Benim istediğim, yaptıklarım şehitlerin isteğidir, diğer şeylerin benim için fazla kıymeti yoktur.
Onların amacı, onların vasiyeti onların yaşamı üzerinde ben söz sahibiyim. Yaptıkları vasiyet temelinde sözüm var, yürütüyorum da. Bu noktayı anlayacaksınız. Anladınız mı bizimle yürürsünüz. Keyfiyetinizle üstümüze yetersizliklerinizi atmayacaksınız, zayıflıklarınızla bize yaklaşmayacaksınız. Çaresizliğinizle, yanlışlıklarınızla, düşkünlüklerinizle bize yaklaşmayacaksınız. Bu şehitlere yanaşmayacaksınız. Ben her zaman şehitlere söz verdim. Haki yoldaşa söz verdim, Partiyi ilan ettik. Mazlum, Kemal, Hayri yoldaşlara söz verdim, ülkeye büyük dönüşü gerçekleştirdik. İşte Mehmet Karasungur yoldaşa söz verdim, Güney Kürdistan'ı devrime ulaştırdık. Kimse inanmıyordu ama biz yaptık. Agit yoldaşlara söz verdik, Kürdistan'ın tamamına gerillayı donattık. Bütün bunlar şehitlere verdiğimiz sözlerdir. Zilan yoldaşa söz verdik, kadın özgürlüğünü yükselttik, büyüttük. Bunların hepsi sözdür ve yürümüştür de. Kendinizde de saygı ve takdiri görüyorsanız kendinizi söz sahibi yapın. Bundan başka sizin için hiç bir şeyin değeri yoktur. Yeme içme hepsi zafer içindir. Konuşma, yürütme hepsi Partinin büyümesi içindir. Bizde keyfiyet falan yok, bizde her şey insanın büyümesi temelindedir. Her şey büyük direniş içindir. Bunun için Parti içinde başka bahanelere üzerimizde yürütmeyin ve yanaşmayın. Bunu ısrarla söylüyorum, sonra kötü düşersiniz.
Önderlik babanız değil, akrabanız değil, Önderlik Allahınız değil, reis ve muhtarınız değildir. Önderlik; her şeyden önce şehitlerin vasiyetidir, her şeyden önce direniştir, her şeyden önce Partidir, savaş çizgisidir. Eğer önderliği böyle tanımak istiyorsanız beraber yürürsünüz. Böyle tanımazsanız yaklaşmayın. Yaklaşırsanız ajansınız: Sömürgeciliğin ajanısınız, düşmüş toplumun ajanısınız, kötülüğün ajanısınız, müflis kişiliğin ajanısınız. Tabi bu da böyle yürümez, kabul edilmez. Biz zayıf insan için yoğuz, basit, hafif şeylerle olan insanlar için yoğuz. Biz onların düşmanıyız. Biz onların yok olmaları anlamına geliyoruz. Biz kalkmak isteyen bir insanla kendisini çare yapmak isteyen, kendisini direniş yapmak isteyen düşmana karşı kendini büyük silahlandırmak isteyenleriz. Bundan başka bir şey değiliz. Budur benim sözüm, büyük şehitlerimiz için, Parti içindeki böyle büyük kararlara şimdiye kadar yürümüştür ve yürüyecektir de. Eğer akıllıysanız, dürüstseniz sizde söz sahibi olmak istiyorsanız bu çerçeve temelinde bir kez daha en büyük kararı kendi kişiliğinde verin, kendinize karşı kendiniz için verin. Ben sizden istemiyorum, hayır şehitler sizden istiyor. Bu büyük direnişler sizden istiyor, bu temelde vereceksiniz. Eğer bu temelde verdiyseniz dürüstsünüz, kimse sizi durduramaz. Siz geride kalmazsınız, zayıfta kalmazsınız. Bu arkadaşlar zayıf kaldı mı, geride kaldılar mı, çok dar durumlarda büyüklüklerinden taviz verdiler mi? Hayır!
Bu büyük direnişten sonuçlar çıkarmak lazım. Hangi sahada altta-üstte hangi şekilde olursa olsun bu Partiden uzaklaşmayı ortadan kaldırmalıyız. 14 Temmuz kararına ulaşana dek bu uzaklaşmaya karşı durup kaldırmalıyız. Bu büyük şehitler, kendilerini tamamen büyük bir direniş yaptılar, sonuna kadar yürüdüler. Çalışmanız böyle olup sonuca ulaşırsa 14 Temmuz sahibisiniz. 14 Temmuz sahipleri her zaman büyüktürler. Bununla böyle yürüyenler bunun savaşını her yanda yürütenler; sabırla, bilinçle, çalışmayla savaş yürütenler her zaman zafer kazanırlar, başarılıdırlar.
Reber APO
14 Temmuz 1997
- Ayrıntılar
Son bir buçuk aydır; sırat köprüsünde ilerlemeye çalışan “demokratik siyaset ve özgür yaşamı inşa” süreci, gün aşırı artan şiddet sarmalına sürüklenmektedir.
Bir haftadan bu yana yapılan tartışmalar; hem hükümet cephesinden gelen açıklamalar, hem de akillerin çalışma raporlarının ardından yaşanan yeni polemikler, sürecin aslında ne kadar kırılgan ve ciddiyetsiz yaklaşımı kabul edemeyeceğini herkese ayan beyan göstermiş oldu.
Yine bunun yanında HPG’lilerin eylem bilançolarını ortalığa döken (!), çeşitli merkezler de yarayı daha çok kaşımaya, çözümsüzlüğü daha da keskin bir şekilde dillendirmeye çalışmaktadır.
Tüm bunların yanında askeri hareketliliğin artması, keşif/pusu atma vs benzeri faaliyetlerin devam etmesi, bunların devam edeceğine dair ilk ağızdan açıklamaların yapılmış olması gerçekten de durumun önemini ve hayatiyetini ortaya koymaktadır.
Geçtiğimiz günlerde İmralı’ya giden heyetin yaptığı açıklama da; Kürt Halk Önderliğinin “çözümü isteyenler de var, istemeyenler de” belirlemesi, işte ifade etmeye çalıştığımız bu noktalara dikkat çeken önemli bir vurgu olmaktadır.
Çözümü istemeyenlerin neden istemediğini anlamaya çalışmak, o konu üzerinde kafa yormak ayrı bir tartışmadır. Bizim üzerinde durmamızı gerektiren temel mesele; çözümü isteyenlerin ne yapması gerektiğidir!
Sürece bu şekilde yaklaştığımızda ve ne yapmak gerekiyor sorusuna cevap aramaya çalıştığımızda elbette toplumun/toplumsal dinamiklerin neler yaptığına, neleri yapması gerektiğine bakmak zorunda kalırız.
Gençliğin toplumsal sorunlardaki önemi ve dinamizmi çok iyi biliniyor. Toplumsal dinamiklerin bel kemiğini oluşturan gençliğin bu dönemde ne yapması gerektiği, neden kaçınması gerektiği de bu tartışmanın kapsamına giriyor.
Bu anlamıyla geçtiğimiz günlerde Cizre’de gençlerin gerçekleştirdiği; “diploma törenleri”, “kontrol noktaları” belki birçok yönüyle anlaşılırdır. Ne de olsa yıllarca özgürlük alanlarının kısıtlandığı, her türlü baskıya maruz kalındığı ve öz savunma gücünün yoksunluğu temelinde devleti temsil eden ceberutların bütün zulümlerini gerçekleştirdikleri mekanlara-sembollere duyulan öfkenin yanında, kendi olma’nın getirdiği bir özgüvenle gençlerin ortaya koyduğu bu görüntülerin anlaşılır olması, onların kabul edilir olduğu anlamına gelmez…
Özellikle Kürt Halk Önderliği tarafından başlatılan ve son dönemlerde her türlü saldırılarla boşa çıkarılmak istenen böylesi önemli bir süreçte, gençlerin böyle provokasyonlara açık/süreci zorlayabilecek eylemlerden uzak durması gereklidir.
Gün aşırı çözümsüzlüğü bu kadar güçlü bir şekilde geliştiren, AKP’nin ve Erdoğan’ın da bu kesimlerin çanaklarına yağ tutacak yaklaşımları ve söylemlerinin olduğu bu dönemde; siyasi bilincini ve politik öngörüsünü daha zengin ve doğru bir şekilde gençlerin kullanması gerekiyor. Yoksa iyi niyetle yapılan bu tür eylemler, ilerletilmeye çalışılan bu süreci daha zora sokabilir, hatta tıkanmasına da neden olabilir.
Peki, böyle olduğu için gençliğin enerjisini kullanmasına/siyasi yaklaşımını ve taleplerini bu süreçte en açık bir şekilde ifade etmesine müsaade edilmeyecek mi? Elbette kast etmeye çalıştığımız husus kesinlikle bu değildir. Maneviyatını ve tüm mücadele coşkusunu; gençliğin ruhundan alan bir hareketin böyle bir iz’anda bulunması ne mümkündür, ne de düşünülebilecek bir şeydir!
Bu dönemde gençliğin yapabileceği en büyük eylemsellik; hiç kuşkusuz süreci sabote etme girişimlerine daha duyarlı olan-halkın mücadelesini koruyan ve yükselten bir tutum içinde olmalıdır…
Lice’de halka yönelik gerçekleşen saldırılarda ve daha farklı alanlarda halkın meşru taleplerine-demokratik istemlerine karşın, gelişebilecek her türlü saldırı karşısında Kürt gençliğinin başta her türlü örgütlü yapısı olmak üzere, bütün kesimlerince daha duyarlı olması ve halkı koruması gerekmektedir. Ancak bu şekilde sürecin ilerleyişini zorlamayan ve halkın kendisini koruyan bir öz savunma anlayışı ortaya çıkabilir…
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
“Sen öyle bir ülkede ve öyle bir halk için savaşıyorsun ki, her şey acımasız bir terörle elinden alınmıştır. İnsan olma hakkını bile elinden almışlardır. Bu bağlamda senin vatan ve özgürlüğe ekmek-su kadar ihtiyacın vardır. Senin şeref ve onura ihtiyacın vardır. Tüm bunlar senin için düşman tarafından yok edilmiştir. Sen bunları kazanmak için özgürleşme mücadelesine adım attın. Ve sen bu nedenle o kadar öfkelisin ki, bunları ele geçirmek için özgürlük silahına sarılıyorsun. Eğer bu konuda bir yanılgın yoksa ve kararın kesinse vuruş tarzın belirlenmiştir. Değil kararsızlık, ikirciklik, eylemi planlamamak; bunlar kesinlikle söz konusu olamaz. Böylesi bir dava insanı müthiş vurucudur.”
Gençlik söz konusu olacaksa böyle olmalıdır. Engel tanımayan diye bir kavram vardır. Adeta su misali hiçbir şeye takılmadan yolunu izlemek gibi. Amaçtan kopmadan yürümek gibi. Hiçbir bariyeri tanımamak gibi. Sel gibi akmak gibi. Rüzgarların sırtına binerek uçmak gibi. Yelkenlerine rüzgarları alıp “ileri” der gibi. Rosinante’nin sırtına binerek tüm İspanya’yı dolaşmak gibi. Che gibi “Sloganlarımız, kulaktan kulağa yayılacaksa, silahlarımızı kavramak için başka eller uzanacaksa, başka insanlar mitralyöz sesleri ve yeni savaş naraları arasında cenazelerimize ağıt yakacaksa, ölüm hoş geldi, sefa geldi” demek gibi…
Başkan Apo: “Özgürlüğe yürüyen bir gençliği tutmak zordur” demektedir.
Nedeni açıktır. Emperyalist ve sömürgeciler için “Gençlik sistemlerin başına en başta bela olan kesimdir. Tarih boyunca bu çok iyi bilindiği için, eğitim adı altında gençlik kurban edilmekten tutalım, akla hayale gelmez uygulamalara tabi tutulmuştur. Hiyerarşik toplumun yükselişinde kadından sonra gençliğin bu duruma düşürülmesi belirleyici rol oynar. Gençliği kontrole alan düzenin kendini en güçlü hisseden düzen sayması boşuna değildir. Daha sonraki devletçi toplum sistemlerinin tümü gençliğe benzer bir uygulamayı dayatacaklarıdır. Zihni böyle yıkanan gençlik her işe koşturulabilir. Savaş dahil en zor işi meslek edinebilir. En önde tüm zor işlere sürülür. Özcesi yaşlıların zaaf ve gücünden kaynaklanan gençliği bağımlılaştırma ve güdümleme ilişkisi hızından ve yoğunluğundan hiç kaybetmeden hakim sistemlerin en güçlü sürdürücüleri kılınmışlardır.
Tekrar vurgulamalıyım: Gençlik fiziki bir olay değil toplumsal bir olaydır. Tıpkı kadınlığın fiziksel değil toplumsal bir olgu olması gibi. Bu iki olay üzerindeki çarpıtmaları kaynağına inerek açığa çıkartmak sosyal bilimin en temel görevidir.”
Dağlar bu sosyal bilim çarpıtmasının en derinden yeniden düzeltme stargahları, yani mekanlarıdır. Çünkü buralarda yapılan ilk ve temel iş yanlışları düzeltmektir. Yanlışa geçit vermeyerek doğruyu her şart altında yakalamaktır. Bunu yaparken de bireyin kendisiyle uyumlu olan ne varsa hepsini açığa çıkararak bireyi kendisiyle barışık hale getirmektir.
Evet, gençlik “Özgürlüğe yürüyen bir gençliği tutmak zordur” sözü tamda yerinde söylenmiş bir sözdür. Özgürlüğe yürürken kimse tarafında tutulamaz hale gelmek için öncelikli olarak tutulamayacak yerlere çıkmak gerekir. Öyle ki cehennem zebanileri gibi kendisini örgütlemiş olan kapitalist ve sömürgeci güçlerin pençesine takılmamak için onların yetişemeyecekleri yerlere yelken açmak gerekir.
İşte bu yerler öncelikli olarak kesinlikle dağların doruklarıdır. Dağların dorukları yıllardır özgürlük ruhunun ve heyecanının doruklarda yaşandığı mekanlardır. Özgürce haykırmak isteyenlerin gelecekleri biricik yer buralarıdır.
Bazı gençler diyecek ki biz duygularımızda hiçbir sömürgeciliğin ve kapitalist kirliliğin ulaşamayacağı arılığı yakalayabiliriz. Belki birkaç bin ya da bir kaç yüz binden bir genç duygularının arılığına güvenerek ayakta kalabilir. Böyle yapanlara ya da bunu başaranlara şimdiden başarılar diliyoruz. Ancak yaşam tecrübemiz bize göstermiştir ki gençliği tutsak alma girişimlerinden kendisini kurtaran genç ve gençlik neredeyse yok gibidir. Ve yine tecrübelerimize dayanarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki: Özgürlük dağları özgürlüğün tadılacak biricik yerlerdir. Buralarda birey yeter ki kendisini yeniden inşa etmeyi, yeniden yaratmayı esas alsın, gerisi sadece ve sadece ayrıntıdır. Gerisi sadece ve sadece teferruattır.
Evet, özgürlük ve özgürlük haykırışları için, çok seçenekli ve çok tercihli yaşam alanlarına tüm Türkiye ve Kürdistanlı halklarının gençlerini en derin ve samimi gerilla içtenliğimizle davet ediyoruz.
Yazımızı kapatırken yeniden:
“Özgürlüğe yürüyen bir gençliği tutmak zordur.” Hatta böyle bir gençliği tutmak imkansızdır.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Tarihsel-toplum gerçekliklerinin ışığında gençlik olgusunun ele alınması durumunda, anlaşılacaktır ki; devletçi hegemonyanın tanımlarının aksine, toplumların gerçek anlamda bir boy aynası olduğu rahatlıkla belirtilebilinir. Yani öz emeğin tam karşılığıdır. Ananın bitmek bilmez ilgi ve eğitiminin üretime dönüşüm mekanizmasıdır. Çaba emeğe dönüştüğü oranda üretimde de dişe dokunur, gözle görülür sonuçların elde edileceği kuşkusuzdur.
Değerlerin al-aşağı edilmesi elbette ki bu diyalektiğin çürümesini ortaya çıkarmıştır. Ne de olsa gücü, çevikliği, değiştirme-dönüştürme karakteri ve kavrayış yeteneği yüksek olan bir olgu mevzubahistir. Dolayısıyla iktidarcılığın amansız bir avı olarak hedeflemiş bir yapıdır. Bu temelde biyolojik-psikolojik, ideolojik-politik her türlü saldırı bombardımanına tabi tutulmaktan kurtulamamıştır. Bu biçimiyle bir devşirme ordusu yaratılarak, toplumun elinde ki en temel silah, topluma karşı acımasızca hatta büyük bir zevkle kullanılmaktadır. Önder APO bu çarkı şu şekilde izah etmektedir: “Topluma karşı toplum oluşturmak; doğal topluma karşı, iktidar ve devletin toplumunu oluşturmak. Bu oluşumda öz toplumdan soyutlanmış çocuklara ve gençlere bambaşka bir dil, kültür, tarih öğretilir. Özüne yabancılaştırma temel hedeftir. İktidarsız yaşamaları imkânsızlaştırılır. Hem ideolojik hem de maddi olarak kendilerine en devletçi kimlik kazandırılır.” Bunu yaparlarken toplumun öz eğitimi görmezden gelinir, hatta eğitim adı altında meşru bir kılıfa da büründürerek tamamen toplumsal değerlerden soyutlama hedef seçilir. Amaç kesinlikle topluma karşı eğitim görevini icra etmek değildir.
Bu ‘eğitim’ olayının bir diğer kazanımı devlet açısından; varlığına gelebilecek herhangi bir karşı saldırı olasılığını ta en başından itibaren savmaktır. Yoksa tarihsel olarak, gençliğin sistemlerin başına gelen en büyük bela olduğu su götürmez bir gerçekliktir. Bu özellik ana-kadının genlerinde mevcut olan bir özelliktir. Doğal olarak ana-kadının çocukları da bu özellikten nasibini almıştır.
Devlet organizasyonunun anacıl sisteme karşı kullandığı ilk büyük silah olarak gençlik; ihanet kapanında can çekişmekle beraber, kendi elleriyle zalimin teslim almasında başat rol oynadığı tüm toplumsal öz değerlerin sahiplerine tesliminde de böyle bir rol oynamak zorundadır. Bunu bilince çıkarmak için yakın tarihimize kadar dünyanın birçok mekanında ve içinde bulunduğumuz sıcak zaman diliminde ise Kürdistan'da çok ciddi bir diriliş ve öze dönüş hareketliliği paha biçilmez bir boyuta ermiştir. Bu durum halen özde bir kıvılcım, bir atom kütlesi hatta bir parçacık kadar da olsa bir ‘varlığın’ olduğunu göstermektedir demek yanlış olmaz. Hiçbir şey yoktan var olamayacağına göre, 1968 gençlik direnişi, PKK Hareketi ve bu gerçekliklerin birer varyantı olarak, Ortadoğu halk ayaklanmalarında ve en son Gezi Parkı gibi direnişlerde ki gençlik öncülüğü ‘varlığın’ en minimal düzeyden, yer yer optimal, yer yer ise en maksimal düzeye ulaşmasıyla ırkına yaraşır hamlelere tanıklık ediyor olmamız, yine bu özün varlığını ispatlamaktadır.
Bu bağlamda kapitalist modernitenin oyunlarını değerlendirmek ön açıcı olacaktır. Önder APO, “evrenin amacı özgürlüktür” diyerek, bir bütün kozmosun ve mikro kozmosların özgürlük meylini çok açık bir biçimde ifade etmektedir. Önderlik; “taşı yarıp filizlenen çiçeğin” arayışını dahi özgürlük meyli ile ifade ederken, düşünen mikro evren insanı ve daha da özüne inerek, gençliği bu arayışın en merkezinde değerlendirmemiz oldukça hayatidir! Çünkü devletçi-hegemon sultanın kentli-sınıflı-hiyerarşik düzene geçişinden, kapitalist modernitenin eliyle günümüze kadar ve şuan da dâhil türlü türlü yol ve yöntemlerle beynini uyuşturduğu, özgürlük dışında her şeyi düşündürüp-yaptırdığı kesimin başını çeken gençliktir. Kendisini her an sağda-solda patlamaya hazır serseri bir mayın misali göstermiş, düşünmenin o’nun işi olmadığı, kendisini dinleyip-uygulamasının yeterli olacağı söylenmiş, söylemekle yetinmemiş bunu hafızasının her bir hücresine de kazımıştır. Önder APO; “Hiyerarşik toplumda tecrübeli yaşlıların gençler üzerinde kurduğu baskı ve bağımlılaştırmadan da önemle bahsetmek gerekir. Jerontokrasi diye literatüre geçen bu konu bir gerçektir. Tecrübe yaşlıyı bir yandan güçlü kılarken, diğer yandan yaşlılık onu gittikçe zayıf, güçsüz kılmaktadır. Bu özellikleri yaşlıları, gençleri kendi hizmetlerine almaya zorlamaktadır. Zihinlerini doldurarak bu işlemi geliştirmektedirler. Tüm hareketlerini kendilerine bağlamaktadırlar. Ataerkillik bu olgudan da büyük güç almaktadır. Onların fiziki güçlerini kullanarak dilediklerini yaptırabilmektedirler. Gençlik üzerindeki bu bağımlaştırma günümüze kadar derinleşerek devam etmiştir. Tecrübe ve ideolojinin üstünlüğü kolayca kırılamaz. Gençliğin özgürlük istemi kaynağını bu tarihsel olgudan almaktadır. Yaşlı bilgelerden günümüz bilim adamı ve kurumlarına kadar gençliğe stratejik, hassas denilen bilgilerin en can alıcı kısmı verilmez. Verilenler daha çok onu uyuşturan ve bağımlılığını kalıcılaştıran bilgilerdir. Bilgiler verildiğinde uygulama araçları verilmez. Sürekli bir oyalama değişmez bir yönetim taktiğidir. Kadın üzerinde kurulan strateji ve taktiklerle ideolojik ve politik propaganda ve baskı sistemleri gençler için de geçerlidir. Gençliğin her zaman özgürlük istemesi fiziki yaş sınırından değil, bu özgül toplumsal baskı durumundan ileri gelmektedir. Ayyaş, toy delikanlı kavramları gençliği küçük düşürmek için uydurulan temel propaganda sözcükleridir. Yine hemen cinsel güdüye bağlamak, serkeşliğe çekmek, ezbere katı doğmalara bağlamak, gençlik enerjisinin sisteme yönelmesini engellemek ve düzeni sağlamakla bağlantılıdır.” diyerek, olayın tarihsel boyutunu ve karakterini analiz etmiştir.
Bu politikanın sahibi; şamandır, rahiptir, beydir, senyördür, patrondur, babadır, müdürdür, komutandır, bakandır, devlet başkanıdır vs. Ancak belirttiğimiz gibi bir zerre kadar dahi olsa, özünde özgürlük meyli olan gençliği tutabilmek, sıfırlamak ya da vasıfsızlaştırmak sıradan bir olay değildir. Önder APO bu konuyu şöyle izah etmekle beraber, gençliği hak ettiği tanıma da kavuşturmaktadır; “Özgürlüğe yürüyen bir gençliği tutmak zordur. Gençlik sistemlerin başına en başta bela olan kesimdir. Tarih boyunca bu çok iyi bilindiği için, eğitim adı altında gençlik kurban edilmekten tutalım, akla hayale gelmez uygulamalara tabi tutulmuştur. Hiyerarşik toplumun yükselişinde kadından sonra gençliğin bu duruma düşürülmesi belirleyici rol oynar. Gençliği kontrole alan düzenin kendini en güçlü hisseden düzen sayması boşuna değildir. Daha sonraki devletçi toplum sistemlerinin tümü gençliğe benzer bir uygulamayı dayatacaklarıdır. Zihni böyle yıkanan gençlik her işe koşturulabilir. Savaş dahil en zor işi meslek edinebilir. En önde tüm zor işlere sürülür. Özcesi yaşlıların zaaf ve gücünden kaynaklanan gençliği bağımlılaştırma ve güdümleme ilişkisi hızından ve yoğunluğundan hiç kaybetmeden hakim sistemlerin en güçlü sürdürücüleri kılınmışlardır.
Tekrar vurgulamalıyım: Gençlik fiziki bir olay değil toplumsal bir olaydır. Tıpkı kadınlığın fiziksel değil toplumsal bir olgu olması gibi. Bu iki olay üzerindeki çarpıtmaları kaynağına inerek açığa çıkartmak sosyal bilimin en temel görevidir.”
Bundandır ki gençlik dünyada ki en ‘yaman’ uygarlık birim veya birliklerine meydan okunarak, bozulmaya çalışılan yapısallığa muazzam direnişlerle karşılık verilmiştir. Amerika, İngiltere, Hollanda halk direnişlerinde, Küba, Vietnam, Güney Afrika vb. devrimlerde, Fransız ihtilalinde, Bolşevik parti pratik ve devriminde önemli katkı ve öncülükler biçiminde meydana çıkmış olmakla beraber, 1968 gençlik hareketinde ise tamamen gençlik önderlikli ve endeksli olağanüstü bir direniş hareketi enternasyonalist bir karakterle tanzim edilmiştir. Sosyalist devrimciliğin çok önemli ve eşine ender rastlanan merhalelerinden biridir.
1968 devrimci gençlik hareketi (özellikle Türkiye devrimci gençlik hareket ve önderleri), Özgürlük Hareketimize de ilham kaynağı olmuş; Önder APO, dönemin devrimci liderlerinin ilk başlarda sempatizanı ve giderek yoldaşı, mücadele bayraklarının devralıcısı, yapamadıklarının pratikçisi olmuştur. Her şeyden önce bu dönemin gençliğe ve gençlik hareketlerine kazandırmış olduğu mükemmel tanım ve ruhu her an anımsamak, hak ettiği değeri vermek ve pratikleştirmek son derece ahlaki ve politik bir görev olarak ele alınmak durumundadır.
Onlar ki bu temelde şehadeti, işkenceyi, zindanı göze aldılar ve bu uğurda ağır bedeller ödediler. 1972’de Deniz GEZMİŞ, Hüseyin İNAN ve Yusuf ASLAN’ın tutuklanmasına karşı, Mahir ÇAYAN ve dokuz yoldaşının Kızıldere direnişi ve ardından şehadeti; Mahir’lerin şehadeti üzerine Önderliğin 5 bin kişiyle üniversitede direnişe geçmesi, sonrasında tutuklanması, bu tanım ve ruhun ete-kemiğe bürünmesi ve can bulmasıdır. Düşmanın faşizm ordugâhları haline getirilen üniversitelerde bu tesirle girişilen devrim mücadelesi, toplumla bütünleşerek, bugün 7’den 70’e herkes tarafından hakkı teslim edilmektedir.
1968 gençlik hareketi yılları gelip geçici bir rüzgar, bir anlık heves, bir akıntı değil; aksine, halen tüm gücüyle esen bir fırtına, bir dalga, bir haykırış, bir çığlık, bir yaşam felsefesi ve bir devrimci gençlik akımıdır. Ve son derece bilinçli, ideolojik, fedailik temelinde gelişim kaydetmiştir. Günümüzde bu mirası layıkıyla en fazla Önder APO ve PKK Hareketi temsil etmektedir.
Önder APO ve Özgürlük Hareketimiz, tüm insanlığın özgürlük sorununun çözüm sorumluluğunu göğüsleyerek; dünyanın en aşağılık faşist devletlerinden tutalım da, en basitinden özünden ıraklaştırılmış aileye, aşirete, ulusa karşı akıl almaz bir mücadele cephesi oluşturmuştur. An’a, yani tarihe an’a doğru temelde cevap olabilecek en uygun yöntemlerle bu direnişi nihai sonuca götürmenin amansız takipçiliği yapılmaktadır.
Bunun için ağırlıklı olarak silahlı mücadele tarihimizde birçok kez hareketimiz düşmanlarına sorunların yumuşak zeminde halli için fırsatlar tanıyarak, arayışlarını zenginleştirmiştir. İçerisinde bulunduğumuz zaman zarfı da böylesi bir süreci kapsamaktadır. İnanılmaz emekler verilerek zemin hazırlanmakta, fedakârlıkta sınır tanınmayarak alan açılmaya ve konuşma ortamı, ölümsüzlük ortamı oluşturulmaya çalışılmaktadır. Tüm tek taraflılığa, tüm karşılıksızlığa ve Türk devletinin tahrikvari yaklaşımlarına rağmen, inadına yürütülen bir süreç olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Bu önder APO’nun barış ve zaferde ki ısrar ve inadıdır.
Gençlik bu ısrar ve inadın hem tartışmasız takipçisi hem de garantörü olmak durumundadır. Bunun için her fırsatı kendi lehine çevirebilmek için çok ince düşünerek, yaratıcılığını kullanmak ve 24 saati çalışmayı sürekli hale getirerek adeta 24 saati bile yetmez görerek pratikleştirici güç olmak gibi önemli bir role sahiptir.
Devlet gerillanın Güney Kürdistan’a çekilmesini fırsat bilerek şimdiye kadar korkusundan yapamadığı karakolları yapmaya hız vermiş, Kuzey Kürdistan'da ve Türkiye’de halka barbarca saldırmakta, en ufak bir hak arayışını polis terörüyle bastırmaktadır.
Gezi parkı olayları halen devam etmektedir. Gezi’de ki bir gençlik direnişidir. Önderliğimizin ve Hareketimizin başlattığı sürece dâhil edilebilecek bir direniştir. Bu direniş Anadolu ve Mezopotamya’nın birlik geliştirmesi durumunda devrimin ne kadar yakın olabileceğini, elle tutulabileceğini göstermiştir. Ancak hatalar ve yetmezlikler çok olmuştur. Her şeyden önce direniş koordinatörlüğü işletilemediğinden, farklı grup ve çıkar çevrelerinin-başta CHP gibi son derece devletçi, Kemalist yapılar gibi- denetimine alma girişimlerine açık hale gelmiş ve iç çekişmecilik yaşanmıştır. Bu ideolojik- politik yetmezlik olarak değerlendirilebilir. Yedekleme gerekli ölçüde yapılamadığından yer yer polisin üstünlüğü olabilmiştir. Bu nedenle şehadet ve yaralanmalar oldu. Her ne kadar yapılan eylem dünya kamuoyuna karşı mesajını verebildiyse de, inanılmaz başarılar elde etmek işten bile değildi. Bunun için daha örgütlü olma gerekliliği ve özellikle Önder APO’nun tüm Anadolu ve Kürdistan gençliği tarafından çok etraflıca irdelenmesi, Önder APO’nun mücadele tarz, yöntem ve sistematiği anlaşılmak zorundadır. Şayet Gezi Direnişi bu temelde ele alınsaydı, sadece Gezi Parkıyla sınırlı kalan bir çıkıştan ziyade; Türkiye halklarının yüzyıllardır beklediği ve hakkı olan bir kazanımı elde etmesi muhtemeldi. Tıpkı 1968 yılında gençlik hareketinin sergilediği bir çıkış gibi ama sonuç alan, kazanan bir pratik olarak tarihe adını yazabilirdi. Gençliğin gücünü görmesi açısından bu önemli bir deneyimleme olmuştur. Bu ise, geleceğe dair umut vermektedir. Bu nedenle, tam da atmosfer yakalanmışken direnişe hiç ara vermemek gerekir. Beklenen sonuçların elde edilmesi durumunda 1968 kuşağına benzerlikleri bir gerçek olur.
Aynı şekilde en son birkaç gün önce Lice’de yapılan provokasyon karakollarına karşı yürüyüşte Medeni YILDIRIM adlı genç yoldaş şehadete ulaştı. Böylesi eylemlerde muazzam örgütlü olunmadığı müddetçe kayıplara ve yoktan yaralanma ve tutuklanmalara varabilecek sonuçlar kaçınılmaz olur. Burada ideolojik-politik zayıflık başat roldedir. Cizre’de zamansız asayiş gösterisi yapılırken, Lice’de neden öz savunma bilinciyle karakola yürünmez ki? Savunmasız canlı-cansız varlık yoktur. Yerinde duran ağır bir taşın bile savunmasız olmadığı bilinirken, APOCU gençlik nasıl olur da savunmasız ya da zayıf bir savunmayla düşman kalekollarına karşı yürür? Neden olarak, söylemde “Önderlikle birlikte olduğumuzdur” denilecektir. Hâlbuki Önder APO’yla olmak demek; Önder APO’nun düşüncesini, tarzını, gerillacılığını ve bilincini kendinde gerçekleştirmektir. Yani Önder APO gibi görerek, Önder APO gibi bir vuruş tarzına sahip olmaktır. Şimdi eylemleri yükseltmenin ve her yerde direnişe geçmenin, gençlik olarak halkımızın savunmasını yapmamızın tam zamanıdır. Dolayısıyla iyi bir mücadele politiğine sahip olmanın da gerekliliği ortaya çıkıyor. Kendine görelik değil, APOİZM’le bütünleşerek aşılabilecek bir durumdur. Kürt Halkını imha etmek için yapılan karakollara, sokağa çıkan halkımızı, gençleri katletmelerine karşı aktif mücadele bu süreçte zincirin önemli bir halkası pozisyonundadır.
Önder APO gençliğini tanıyor ve tanımlıyor. Her zaman koruyor ve en sorunlu zamanlarda görev başına çağırıyor. “bana bağlı bir tek Kürt genci dahi kalsa, ben bu devrimi gerçekleştiririm” diyor. Bu kadar güven duyuyor yani. Dolayısıyla kendini devrimci bir halkın devrimci öncüleri olarak tanımlayan (bu doğru olandır) gençliğin ve APOCU Gençlik Hareketinin, içinde bulunduğumuz bu süreci farklı ele almasının ve kendine göre yorumlayarak, ‘sonsuz inisiyatif’ gibi bir perspektifle alanlara yetki vermesinin zararlarını hesap ederek; bunun yerine daha derinlikli, herkesi aktif eylemselliğe çeken ama sürece ivme kazandıran bir tarzı esas alma zorunluluğu(sorumluluğu) son durumlarla beraber daha da somut bir biçimde ortaya çıkmıştır.
Özcesi:
Eski coşkulu günlerde ki gibi: “Ey gençlik, Sen öyle bir ülkede ve öyle bir halk için savaşıyorsun ki, her şey acımasız bir terörle elinden alınmıştır. İnsan olma hakkını bile elinden almışlardır. Bu bağlamda senin vatan ve özgürlüğe ekmek-su kadar ihtiyacın vardır. Senin şeref ve onura ihtiyacın vardır. Tüm bunlar senin için düşman tarafından yok edilmiştir. Sen bunları kazanmak için gençliğe adım attın. Ve sen bu nedenle o kadar öfkelisin ki, bunları ele geçirmek için silaha sarılıyorsun. Eğer bu konuda bir yanılgın yoksa ve kararın kesinse vuruş tarzın belirlenmiştir. Değil kararsızlık, ikirciklik, eylemi planlamamak, silahını kullanmamak; bunlar kesinlikle söz konusu olamaz. Böylesi bir dava insanı müthiş vurucudur.”
Serhad TENDUREK
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 12 Temmuz tarihinde Kars’ın Kağızman ilçesine bağlı Mistafiye ve Xetesor köyleri arasında bulunan Tepê Zerdeş alanına yönelik işgalci TC ordusu bir operasyon başlatmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Demokratik Çözüm Yürüyüşünü yoğun askeri faaliyetlilikler arasında sürdüren Mardin grubumuz Medya savunma alanlarına ulaşmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. Kürdistan özgürlük mücadelesi değerlerine değer katan yiğit yoldaşlarımızdan Ekrem Redar ve Kurtay Faraşin arkadaşlarımız değişik tarihlerde Özgürlük Şehitleri kervanına katılmışlardır.
- Ayrıntılar
Barış kelimesi herkesin dilinde. Ancak barış kelimesinin hak ettiği gibi bir değer biçilmediği de o kadar bir gerçektir.
Kürt halk önderliği barışı tanımlarken şöyle söylüyor:
“Barış kelimesi kapitalist modernite koşullarında tuzak yüklü bir kelimedir. Doğru tanımlanmadan kullanımı çok sakıncalıdır. Bir kez daha tanımlarsak, barış ne tümüyle savaş halinin ortadan kaldırılmasıdır, ne de bir tarafın üstünlüğü altındaki istikrar durumu ve savaşın olmaması halidir. Barışta taraflar vardır; bir tarafın kesin üstünlüğü söz konusu değildir ve olmaması gerekir. Üçüncüsü, silahlar toplumun öz ahlâki ve politik kurumsal işleyişine rıza gösterme temelinde susturulmaktadır. Bu üç koşul ilkesel barışın temelidir. Gerçek bir barış bu ilkeli koşullara dayanmadıkça anlam ifade etmez.”
Kürdistanlı halklar barışa Kürt halk önderliğinin çizdiği bir bakışla bakıyorlar. Bunun için her zaman barış barış diye haykırıyorlar. Kürdistanlı halkların anladığı barış onurlu olanıdır. Kimliklerinin kabul edilişiyle ortaya çıkacak olan bir barıştır. Dillerinin, kültürlerinin, örf adetlerinin, tarihlerinin ve de benliklerinin, eşit ve adaletli bir ortamda kabul edildiği ve bunları yaşamaları için oluşmuş ya da hayal ettikleri bir barış ortamıdır.
Dikkat edilirse Kürtler başta olmak üzere bu toprakların ezilmiş ve horlanmış tüm insanları en çok barış sözcüğünü kullanmaktadırlar.
Bugün Kürdistan'da bir araştırma yapılsa ve bir soru olarak “en çok kullanılan kelime hangisidir(?)” deseler, kesinlikle en büyük oy oranıyla “Barış” sözcüğü olacaktır.
Öyle ki evladını gerilla olarak kaybeden anneden, eşini failleri belli olupta bir türlü yargı önüne çıkarılmamış olan katillerce kaybeden anaya, işkencelerden geçmiş çocuk yaştan gençlerden, camilerden hak yolunda namaz kılan nur yüzlü meleye, düşmanın çeşitli okulları ve kurumlarında cinsel taciz ve istismara uğramış genç kızdan, eğitim ortamlarında horlanan gençlere, devletçe onlarca kez hakarete uğramış aydınından sivil toplumcu olarak polisin gazını yiyen aktivistine kadar Kürdistanlıların hemen hepsi barış diyor.
Dikkat edilirse en çokta şehit gerillaların cenazeleri kaldırılırken analar, barış anaları haykırıyor barış sözcüğünü. Öyle ki “em barışê dıxwazın, barışê” diyerek haykırıyorlar. Binlerce, yer yer on binlerce insan seli gerilla cenazelerinin arkasında yürürken, yürüyüş kortejinde yer alanlara mikrofonları uzatsanız verecekleri cevap: “em barışê dıxwazın, barışê” olacaktır.
Gerçekler böyledir. Ve gerçekler çıplak olmayı sever derler. Gerçeklerin üstü örtülemez. Kürdistan'da 30 yıldır aralıksız bir savunma mücadelesi ya da savaşı veriliyor. Kürtlük ve bu topraklarda yaşayan halklar yeniden adeta küllerinden ayağa kalktılar. Yeniden kendileri olmaya başladılar. Yanı başında duran binlerce gerillaya güvenerek öz benlikleri, öz güvenleri günlük olarak arttı. Buna rağmen her ortamda, her yerde, her mitingde, her gösteride, her yürüyüşte, her konuşmada, her serzenişte, her haykırışta, her protestoda, her toplantıda, her konferansta, her kongrede, her etkinlikte, her kültürel şenlikte, her skeçte, her tiyatroda, her pantomimde, her hikayede Kürtler: “em barışê dıxwazın, barışê” diyorlar.
Kürtler günlük olarak “em barışê dıxwazın, barışê” derken Türkiye’de Türkler ya da beyaz Türkler ne diyor? Bırakalım beyaz Türkleri ve Türkleri, Türkiye’de sosyal demokrat kimliği maske olarak kullanan bir CHP bile savaş istiyor. Biz ulusalcı, ırkçılardan söz bile açmıyoruz. Gidin, bakın Türkiye’de kaç kişinin ağzından barış kelimesi çıkıyor. Bu barış kelimesini sarf edenlerin oranlarına bakın, genele vurulduğunda neredeyse cüzi bir orandır. “Türkiye halkları çözüm istiyor” derken gidin yakından bakın sarf ettikleri: “tek bayrak, tek devlet, tek vatan, tek dil, tek marş, tek din” ve tek tek teklerdir. Barış kelimesi burada pek görülmüyor.
Evet, yeniden belirtelim, barış kelimesi Kürtçedir. Bırakın siz Türkiye’de bu kelimenin ara sıra konuşulmuş olmasına. Hele hele iktidar cephesinde makyaj olarak kullanılmasına hiç aldanmayın.
Barış kelimesini Kürtlerin günlük olarak adeta bir amentü haline getirdiğini inanmayanlar gelip bir gün değil birkaç saat Kürtlerle yaşasın. Barış kelimesinin Kürtçe bir kavram olduğunu hemen anlayacaklardır.
Hayri Engin
- Ayrıntılar