Sözleri yerli yerine oturtmak önemlidir. Çünkü her sözün bir anlamı vardır. Bunun için sözleri kullanırken anlamlarından uzaklaştırmamalı ve içlerini boşaltmamalıyız. Söz anlamını yitirirse, içi boşaltılırsa yozlaşır. Bir kere sözler yozlaşmayı görsün, gelecek olan tek bir kelimeyle felakettir. Dinlerin çokça dile getirdikleri gibi kıyamettir.
Sözlükler istismarı: “İşletme, yararlanma, Birinin iyi niyetini kötüye kullanma, Sömürme” olarak ele alıyor. Tecavüz ise Arapça bir kelime. Genel manada: “Hücum etme, saldırma, saldırı, saldırış.“ yine: “Başkasının hakkına el uzatma.” Ahlaki açıdan ise: “Namusuna saldırma, sarkıntılık” olarak değerlendiriyor sözlükler.
Dikkat edilirse istismar ile tecavüz kelimesinin anlamları arasında dağlar kadar fark vardır. Öyle ki kıyamet koparılması gerekli olan yerde kelimelerin özüyle oynanarak toplumun göstereceği refleksleri öldürülmek için egemenler her türlü oyunu oynayabilmektedirler. Tersi de geçerlidir, egemenler toplumun normal karşılayacağı bir hususu özel ele alarak, kaşıyarak, manipüle ederek, yalanlarla, dolanlarla, şişerek toplumu gerebilmektedirler.
Bizler egemenlerin bu tür yol ve yöntemleri kendi psikolojik savaş araçları olarak kullandığını biliyoruz. Ancak sözde kendilerine demokrat diyenlere, sosyalistlere, toplumcu diyenlere ya da aydın ve sanatçılara ne demeli?
En son Bingöl’de bir Kürt kızına tecavüz eden 8 asker serbest bırakıldı. Daha önce benzer bir durum Mardin’de yaşı daha da küçük olan bir kıza yüzlerce devlet görevlisi tecavüz etmişti. Siirt YİBO’larında olup bitenleri de herkes biliyor. Yine benzer kirlilikleri Pozantı’da görmüştük. Gardiyanlar, öğretmenler aklandı. Tecavüzcüler bırakılırken de, küçük yaştaki kızların “gönüllüce” bu tecavüzde yer aldıklarını dile getiren gerekçeler öne sürülmüştü.
Devlettir bunu yapıyor. Çünkü devletin kendisi bir tecavüz organıdır. Yukarıda tecavüzü: “Hücum etme, saldırma, saldırı, saldırış“ olarak ele almıştık. Hangi devlet, denetimine aldığı topluma saldırmaz, hücum etmez, germez, baskılamaz, zoraki para almaz, hizaya getirmez? Verilecek olan cevap tek kelimeyle, tüm devletle bunu yapar.
Özcesi devletlerin tümü tarihsel olarak tecavüzcüdür. Çünkü toplumun değerlerine saldırarak, değerlerine el koymuşlardır. Öyle sanıldığı gibi gönüllü olarak sözleşmelerle toplumlar devletlere dahil olmamışlardır. Tam tersine nerede bir devlet varsa orada zor vardır, şiddet vardır, talan vardır, gasp vardır, hırsızlık vardır, çapulculuk vardır, baskı vardır, sindirme vardır, bireyi ve toplumu küçültme olduğu gibi toplumu köle haline getirme vardır. Böyle olan bir devlet elbette ki kendi silahlı kollama kuvvetlerini sonuna kadar savunacaktır. “Kel başa şimşir tarak” misali “tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş.”
Bunun için devlet ve devlete yakın olan çevrelerin Bingöl’de ve Mardin’de yine Türkiye ve Kürdistan’ın herhangi bir yerinde halklara ve fertlerine karşı devlet ve unsurların el uzatmalarını, tecavüzlerini koruyacakları ve üstünü örtecekleri anlaşılırdır.
Ya peki diğer kutupta yer alanlara ne demeli? Günlerce TV’lerde izliyoruz. Tüm bir toplumun kıyamet koparacak bir olaya “uzman çavuşların istismarı” gibi oldukça laubali, ciddiyetten uzak değerlendirmeleri insanı çileden çıkarıyor.
Bir toplum nasıl savunulacak? Bir toplumun değerlerine nasıl saygılı olunacak? Bir toplumun ahlaki değerlerine karşı bu denli düşürülmüş bir saldırıya karşı toplum ne yapacak? Bizler ne yapacağız?
Evet, bizlere düşecek olan, herhalde faşizanca gerçekleştirilmiş bu ve benzer olayları yumuşatmak olamaz. Olmamalıdır. Yapılması gerekli olan böylesine iktidarın toplumun tüm hücrelerine saldırısının en kirlisini deşifre ederek, toplumun yaşam emarelerini şaha kaldırmaktır. Toplumun haklı olan reflekslerini derman olmaktır.
Öyle ki toplumun göstereceği reflekslerle devletin ve de unsurların bir daha toplumun ahlaki değerlerine saldırısının önünü almaktır.
“Önemli olan, iyi bir ahlakla toplum ve bireyin donanmasıdır. Uygarlık ve modernite canavarlıkları (Leviathan) ne kadar saldırıp yok etmeye çalışsalar da, ahlaki toplumu o denli savunmaktan başka çaremiz yoktur. Toplumunu savunamayanın onurlu yaşam hakkı olamaz. Ama ahlak olmadan da toplumun savunması yapılamaz.”
Bu bilinç ve sorumlulukla devlet ve iktidar odaklarının toplumun ahlakına düşürmeye dönük yaptıkları, yapacakları her saldırıya karşı mutlaka ama mutlaka kendimizi savunarak cevap vermek insan olmanın olmazsa olmazlarının başında geldiği açıktır.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Kapitalist modernitenin tüm insanlığı felakete sürüklediğini –birkaç çapulcu sermayedar ve onların bekçileri dışında-herkes görüyor. Dünyamızın hem de çok güzel dünyamızın her geçen gün daha büyük tehlikelerle yüz yüze kaldığını gerçekten görmeyen yok gibidir.
Sistem deyim yerindeyse tam bir iflası yaşıyor. İflası bizler “Borçlarını ödeyemediği mahkeme kararı ile tespit ve ilân olunan tüccarın durumu, batkı ya da yenilgiye uğramak, değerini yitirme” olarak ele alır isek gerçek manada kapitalist sistemin bir çöküntüyü yaşadığını görebiliriz.
Ekolojik dengesizlikler bile dünyanın ne hale getirildiğine bakmamız için yeterdir Daha somut olarak: “Unutmamak gerekir ki, çevre halkaları milyonlarca yıllık evrimle oluşmuştur. Genelde son beş bin yıllık, özelde son iki yüz yıllık tahribatlar, milyonlarca yılın evrim halkalarından binlercesini koparmayı daha kısa sayılabilecek bu zaman diliminde gerçekleştirmişlerdir. Kırılış reaksiyonu başlamıştır. Nasıl durdurulacağı kestirilememektedir. Atmosferde başta karbondioksit (CO2) oranı ve diğer gazların yarattığı kirlenmenin, mevcut haliyle yüzlerce, hatta binlerce yıl temizlenemeyeceği öngörülmektedir. Bitkiler ve hayvanlar dünyasında yaşanan yıkımların sonuçları belki de tam anlamıyla ortaya çıkmış değildir. Ama her iki dünyanın da en az atmosfer kadar S.O.S işareti verdiği açıktır. Denizler ve ırmakların kirlenmesi ve çölleşme daha şimdiden felaket sınırlarına dayanmıştır. Tüm belirtiler kıyametin doğal dengenin bozulması sonucunda değil, bir kısım şebekeler halinde örgütlenmiş gruplar eliyle topluma yaşatılacağını göstermektedir. Elbette bu gidişata doğanın vereceği yanıtlar da olacaktır. Çünkü o da canlı ve zekâlıdır. Onun da tahammül gücünün sınırları vardır. Direnmesini yerinde ve zamanında gösterecek, bu yer ve zaman geldiğinde insanların gözyaşlarına bakmayacaktır. Çünkü kendilerinin yeteneklerine, bahşedilen değerlere ihanet etmekten hepsi sorumlu tutulacaktır. Kıyamet de böyle öngörülmüş değil miydi?”
Kıyamet yani çöküş dediğimiz budur.
Dikkat edilirse biz adaletsizliklerden söz bile açmadık.
Sınıflar arası dengesizlikler sonucu yaşanan ona çelişkilerden söz etmedik.
Birilerinin karnı daha fazla şişsin diye açlıktan kırılan milyonlardan da söz etmedik.
Kültürel soykırımlardan dolayı her geçen gün varlıkları tehlikeye düşünlerin her geçen gün gelişen tepkilerinden de söz açmadık.
İnsanlığın nur aynası olması gereken kadın cinsinin metanın da ötesinde sadece ve sadece birilerinin zevki için ayaklar altına alınmasını da dile getirmedik.
Bin yıllarca, binlerce, on binlerce ak yüzlü insanın özenle, milim milim geliştirdikleri toplumu ve toplumları bir arada tutma çimentosu olan ahlak değerlerini ayaklar altına alınmasından da söz açmadık.
Yüz binlerce yılın ürünü olan ortakçı yaşamın sonucu olarak ortaya çıkmış olan komünal değerlerin yitimine karşı başkaldıran toplumsal refleksten de söz etmedik.
Cüce haline getirilen insanın isyanından da söz etmedik.
Evet, böyle söz etmediğimiz yüzlerce değer vardır. Bu değerlerin tümü büyük bir arayış içerisindedir. Ne var ki arayışlarını bir araya getirerek, birleştirerek bir potaya taşırarak bu değerleri ayakaltına alan tekelci iktidarcı güç odaklarına karşı ciddi bir direniş içerisine giremiyorlar. Halbuki insanlığın neredeyse yüzde doksanın çok üstünde olan bir oran, var olan bu hırsızlık düzenine karşı müthiş öfkelidir. Öyle ki bir dakika bile bu sistemle yaşamak istememektedirler.
Başkan Apo bu çevrelere ilişkin: “Sistem konusunda ve sistemin krizde olduğuna ilişkin genellikle ortak kanıya sahipler. Çıkış konusundaki görüşleri söz konusu olduğunda aralarındaki farklar büyür. Evrimci değişimden devrimci değişime, barışçıl yöntemlerden savaşçıl yöntemlere kadar çok farklı yollar önerilir. Devlet ve iktidar değiştirmeyi devrim sananlar olduğu gibi, devletsiz ve iktidarsız toplumu önerenler de vardır. Hepsinin kökleri esas itibariyle Fransız Devrimi’ne dayanır. Düşünce yapıları milliyetçilikten komünizme, dincilikten pozitivizme, feminizmden ekolojiye kadar geniş bir perspektif sunar. Bunlarla oldukça iç içe oldukları halde bu gerçeği fark etmezler.
Bir genelleme yapılırsa, sosyal konumları itibariyle orta sınıfın iktidar ve sermaye tekelleri dışında kalan ana kesimine dayandıkları söylenebilir. Kapitalizm karşısında durumları gittikçe güçleşen, belli bir modern eğitimden geçmiş aydınların öncülüğünü yaptığı bu hareketler toplumun ezici çoğunluğunu kapsamaktan uzaktır. Kapitalizmde çıkarı olanlar kabaca yüzde on ise, kapitalizme muhalif olanların oranı da aynı seviyededir. Toplumun yüzde sekseni her iki kesim açısından kapitalist olmayan toplum olarak, çözümleme ve çözümlerde özne değil nesne konumundadır. Kapitalizm toplum üzerinde kârı hesaplarken, muhalifler toplumu ancak dışarıdan sürüklenilebilecek bir yığın gözüyle değerlendirirler. Kapitalist moderniteyi aşamamalarının temelinde bu gerçeklik yatar.”
Halbuki yapılması gerekli olan kapitalist moderniteyi aşmak olmalıdır. Bu ise en geniş yelpazede çok köklü ve derin bir ideolojik ve felsefik bakışı gerektirir. Bu geniş bakış edinildikten sonra da adım adım bu geniş kesimleri kapitalist sisteme karşı örgütlemeye gelir.
Bunu yapamaz isek kapitalist modernite bugüne kadar yaptığı gibi her zaman yeniden yeniden kendisini örgütleyerek yaşadığı sürekli krizden bir çıkışı hep bulabildiği gibi bundan böyle de bulabilecektir.
Boşuna: “Kapitalist modernite olarak sistemin sürdürülemez bir kriz yönetiminde yaşadığını belirtirken, yeni bir ‘devrimci durumdan’ bahsetmiyoruz. Devrimin objektif şartları olarak da değerlendirilen bu tip durumlar geçmiş tartışmalarda çok istismar edildi. Pek başarılı sonuçlar çıkarıldığı söylenemez. Krizlerden bol bol kriz yönetimleri kadar daha sert karşıdevrimler de çıkabiliyor” dememiştir Başkan Apo.
Bir kere perspektifimizi geniş tutmalıyız. Kapitalist moderniteyi gerileterek özlenen ve hayal edilen cennetimsi komünal demokratik sisteme ulaşabilmek için öncelikli olarak:
a-Geçmişin tüm sosyalist deneyimlerden yararlanmalıyız. Yine tüm sosyalist kesimlerle ilişki içerisinde olmalıyız.
b-Anarşist diye tabir edilen devlet ve her türlü iktidarı ret eden güçlerle ve bireylerle ilişkilenerek mutlaka ama mutlaka bir araya gelebilmeliyiz.
c-Başkan Apo’nun en eski sömürge ve ulus olarak değerlendirdiği kadını komünal demokratik sistemin en başat gücü görerek her yerde ilişkilenmeyi esas alarak bir nevi “En Eski Sömürgenin Başkaldırısı” deyip kadınsız bir başkaldırının mümkün olmayacağını bilmeliyiz.
d-Yok olmakla karşı karşı kalan dünyamızı kurtarmak isteyen herkesle ilişkilenmeyi esas alarak bir nevi “Çevrenin Başkaldırısı”na sahip çıkanlarla bir olmalıyız.
e-Ulus devlete karşı duran tüm çevrelerle ilişkilenmek. Çünkü Ulus devlet tekleştiricidir. Renksizliktir. Körlüktür. Karadır.
f-Bunun için öncelikli olarak her türden yerelliği ulus devlete karşı savunan, “Etnisite ve Demokratik Ulus Hareketleri”ni destekleyerek kültürel dejere olmalarını önünü almasını bilmeliyiz. Bu konuda müthiş ilkeli yaklaşarak tüm kültürel hareketlerle ilişkilenmesini bilmeliyiz.
g-Yine çokça muhafazakar ve gerici diye mimlenen, “Dinsel Kültür Hareketleri: Dinsel Geleneğin Canlanışı” olarak görerek yakın durmalıyız. Bu direnişi özünde kapitalist modernitenin ahlakı yok eden canavarlığına karşı bir başkaldırı olarak görmeli ve sahiplenilmelidir.
h-Başka bir eğilim ise, her çeşit komünalliği, yerelliği, kendisi olmak isteyen: “Kentsel, Yerel ve Bölgesel Özerklik Hareketleri”le de ilişkilenmek olmalıdır.
Özcesi kapitalist modernitenin karşısına çıkmak istiyorsak öncelikli olarak bu insanı cüceleştiren, ruhunu ve tüm maddi-manevi değerlerini kemiren sisteme karşı gücümüzü birleştirerek bir karşı koyuş içerisinde olmalıyız. Esas olan budur. Birçok kez yapıldığı gibi detaylara takılarak bir birbirimizi boğarak bir araya gelmeme olmamalıdır. Tersi olmalıdır. Birleşmek olmalıdır. Bir araya gelme olmalıdır. Ortaklaşma olmalıdır.
Bunun için diyoruz ki, kapitalist moderniteye karşı birleşmek, birleşmek ve yine birleşmek…
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Basına ve kamuoyuna!
1. 27 haziran günü saat 8.00 ile 10.00 arası İşgalci TC ordusuna ait savaş uçakları Medya Savunma Alanlarımıza bağlı Xakurke bölgemizde alçak uçuş yapmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. Bitlis’in Tatvan ilçesine bağlı Êz, Kusoka, Cihangez köyleriyle Hizan ilçesi kırsalında gerillalarımızın kıyafetlerini giyen kontra birlikler halka baskı yapmaktadır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. Geri çekilme faaliyetlerini sürdüren gerillalarımız Şırnak ili Çırav dağı mıntıkasında daha önce şahadete ulaşan 3 yoldaşımızın cenazelerini halka teslim etmiştir.
- Ayrıntılar
Önder Apo 21 Mart 2013 Amed Newroz’uyla Kürdistan'da milyonlarca insanın önünde yaptığı tarihi konuşmasıyla yeni bir çözüm yolunu hepimize gösterdi.
21 Mart’tan bu yana epey zaman geçti. Denilecek ki 21 Mart’ın üstünde sadece 3 ay geçmiştir. Normal süreçlerde 3 ay’ın bir kıymeti harbiyesi olmayabilir, lakin tarihin kritik anlarında bırakalım 3 ay’ı, günlerin, saatlerin önemleri vardır. Öyle ki akşam bir şey vardır, sabah kalkmışsınız ki başka bir şey vardır. Hatta öyle ki her şey değişmiş.
Evet, tarihi momentlerde geçerken her an’ın dolu dolu yaşanması gerekiyor. Öyle ki yapılması gerekli olanlar bir saniye bile ertelenmeden yerine getirilmelidir. Aksi taktirde o an geçmiş ise artık o an’ı bir daha yakalamak mümkün olamayabilir.
Önder Apo biz gerilladan yapmamızı istedikleri vardı. Ateşkes ilan ederek, zaman içerisinde çatışmasız bir ortamı yaratmak için Kuzey Kürdistan'da gerilla güçlerimizi çekmemizi istedi. Elbette Önder Apo’nun söylediği birçok husus daha vardı. Ancak biz gerillalar için en önemlileri ve de en zor olanları bunlardı. Tüm zorluklara rağmen önderliğimizin bizden istediklerini yerine getirmek için 21 Mart’ın ardından henüz iki gün geçmeden ateşkes ilan ettik. Yine 25 Nisan günü gerilla güçlerimizin 8 Mayıs 2013’de çekilmeye başlayacağını açıkladık. Ve nitekim Kuzey’de gelen birçok gerilla gücümüzün çekilişlerini ve de kendi alanlarımıza varışlarını da medya üzerinde Türkiye ve dünya halklarıyla paylaştık. Yaklaşık 6 aydır da bu gösterdiğimiz duyarlılıktan dolayı da tek bir askerin burnu kanamamıştır. Türkiye ortamı bu ateşkesten dolayı büyük bir nefes alarak kendine gelmeye başlamıştır.
Evet, gerillalar olarak yapacaklarımızı yaptık. Demokratik siyasete şans tanınması, fikirlerin tartışması ve çatışması için ya da zamanında bir liderin belirttiği gibi: “yüz çiçek açsın, bin fikir tartışsın” misali silahları kullanmadık. Biz kendi cephemizde bunları yaparken güya ortamın demokratikleşmesinin sözünü tüm halkların önünde Türkiye hükümeti deklere etmişti. Artık silahların yerine demokratik halklar öne çıkacaktı. Yine Kürdistan'da sürdürülmüş olan tüm kirli oyunlar, savaş hep gerillayla izah edilerek bir nevi tonlarca biber ve gazı Kürdistan halkına sıkılmasını silahlı mücadele ortamıyla izah etmeyi de ihmal etmediler. Bunları yaparlarken de Türkiye halklarını çok ama çok büyük manipülasyonlarla Kürdistan’da sürdürülen çok haklı devrimci direnişe karşı milliyetçilik ve tek bayrak, tek devlet, tek millet, tek vatan ve onca tekçi sloganları altında toplanmasını da başarmasını bilmişlerdir.
Gerilla çekilme kararı alıp geri çekilmeye başlayınca hiçte söylendiği gibi demokratik siyasetin önü açılmadı. Hiçte farklı düşüncelerin kendilerini özgürce ifade etmelerinin önü açılmadı. Hiçte içeriye rehin olarak alınan 8000 Kürt siyasetçisi, sivil toplumcu, barış aktivisti, sendikacısı, tıpçısı, feministi, melesi, çocuğu, genci bırakılmadı. Yine 400 kanser hatası olan tutsak serbest bırakılmadı.
Bırakalım bunların yapılmasını AKP iktidarı bir kere askeri amaçlarla keşif faaliyetlerini durdurmamıştır. Bugüne kadar planlamalarında olmayan yerlerde bile fırsat bu fırsat deyip karakollar inşa etmeye başlamışlardır. Yine koruculuğun lav edilmesi gerekirken korucu sayılarını artırmaya başlamışladır. Kürdistan kültürel mirasını sular altında bırakan barajları tam gaz inşa etmeye devam etmektedirler. Orman kesmeler Erciş’te görüldüğü gibi yüz binlercesini kesmek için harekete geçmişlerdir. Rojava'ya desteklediği ve silahlandırdığı çeteleriyle saldırmaya devam ediyorlar. Halen ağızlarını açarken terörist, eşkıya demekten vazgeçmediler. Hakaretleri günlük olarak sürüyor. Roborski olayını Sümen altı yapmaktan çekinmiyorlar.
Tuhaf Kürdistan'da sözde Kürt halkıyla barışmayı ararlarken bu kez dünyanın tonlarca biber ve gazını Türkiye halklarının yüzlerine sıkmaya başladılar.
Sözü çok uzatmadan AKP iktidarı gerillanın rahatlattığı Türkiye ortamını çok ama çok kötü bir şekilde kullandığı gözlemi her geçen gün gelişiyor.
Hani demokratik siyaset deniliyordu? Demokratik siyaset Gezi Parkında olup bitenler mi? Halen tutsak bulunan binlerce silahsız siyasetçi mi?
Hani düşünceler ve fikir savaşı yürütülsündü?
Ve hani silahlar susunca Kürdistan'da askeri hareketlik duracaktı?
Özcesi AKP iktidarının söyledikleri, topluma vaat ettiklerinin tek bir tanesi gerçekleşmemiştir. Tekçi zihniyet hatta megolomanlaşmış bir iktidar hırsı çok daha fazla bir şekilde toplumu tutsak almaya gelişerek devam etmektedir.
Durum buyken her halde gerillanın yapacakları olur. Kimse gerillanın iyi niyetini suiistimal etmemelidir. Ve hiç kimse fırsat bu fırsat deyip hem halkımızı tek görmemeli hem de Türkiye halklarını sahipsiz bilmemelidir.
Ve çok doğaldır ki Kürdistan gençliği ve duyarlı olan Türkiye gençliği bu şartlar altında bir an evvel bu gidişata dur demek için dağlara akmasını bilmeli.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Tüm dinlerin ortak bir noktası vardır; komünal yaşama çağrı yaparlar. Komünal yaşam esasen toplumsal olan yaşamdır. Ve dinler toplumsallaşmayı yaratmak için çalışırlar. Daha doğrusu toplumsallıktan kopmuş olanı frenleyerek raydan çıkışa dur deme hareketleridir.
PKK çıkışı itibariyle toplumsallaşmayı yaratmak için ortaya çıkmış bir harekettir. PKK, TC devletinin dayattığı yok oluşa dur demek için baş aşağıya gidişi frenleme hareketidir. Bu bağlamda PKK biraz da dinler tarihinde insanlığa umut olmuş hareketlere benzer. Aslında tüm sosyalist hareketlerin ortak noktaları da biraz dini hareketlere benzemeleridir. Tuhaf gelebilir ama dinler nasıl ki ortakçı yaşama çağrıysalar sosyalist hareketlerde hep ortaklaşmaya çağrı olmuşlardır.
Musa ile Yahudilerin çelişkisi Musa toplumsal bir yaşamı tercih ederken büyük bir Yahudi kesimi bireyci, ortaklaşmadan uzak bir yaşamı tercih etmeleridir. sept diye bilinen çalışmama günü esasen biriktirmeye karşı alınmış bir tedbirdir. Altı gün çalışacaksın yedinci gün ise ibadet edeceksin fikri esasen kirleten bireyci biriktirmeye karşı bir duruştur. Komünal duruş. Benzerini hatta daha ilerisini biz İsa’da görüyoruz. Neredeyse yaşamın özü ortakçılıktır. Kim İsa’nın elindeki lokmasını paylaşmadığı söyleyebilir ki? Ya Hz. Muhammed’i? Öyle bir sistemi hedefler ki tümden toplumsal olsun. Ya Zerdüşt’e, Buda’ya ve Konfüçyüs’e ne demeli?
Böyle nice insan sevdalısı Peygamberi sıralamak mümkündür.
Gerilla insanlığı toplumsallaştıran ne kadar insan eylemi varsa hepsine sahiplenen kimliktir. Gerilla bu bağlamda ilk toplumsal oluşum olan doğal toplumu en çağdaş biçimde temsil eden güçtür. Çağ olarak çok büyük farklılıklar olsa da aynı ilk çağlardaki gibi ortak çalışan, ortak üreten, ortak paylaşan, ortak yaşayan, ortak tüketen ve her kişinin ihtiyacına ve gücüne göre çalışmaya katılan kimliktir.
Daha da açalım.
Gerilla’nın yaşamı ortakçıdır. Aynı büyük insan Şeyh Bedrettin’in dediği gibi “her yerde her şeyde hep beraber demek için” misali, gerillanın yaşamı hep beraber. Size tuhaf gelebilir ama gerilla da en çok nefret edilen özelliklerin başında bireycilik kariyerizm, kıskançlık, yetkicilik gibi sadece birileri için biriktiren özellikler gelir. En sevilen özellikler; genelleştiren, ortaklaştıran, kolektifleştiren, hükmetmekten kaçınanlardır. Belki daha söylenecek çok özellikler vardır. Ama biz bunlarla yetinelim.
Gerilla’da ihtiyaçlar bir merkezden temin edilir. Kimin ne ihtiyacı varsa bulunduğu birim ya da gerilla gücü içerisinde liste halinde hazırlanıp ihtiyaçları temin edilen kuruma verilir. Ve bu kurum ihtiyaçlar temelinde bunları çözer. Burada para yok, burada mal ve mülk yoktur. Gerillanın üzerindeki her şey komünaldır. Toplumundur, gerilla toplumunun.
Bu bağlamda mülkiyet bireyler üzerinde yönlendirici rol oynayamaz, para birilerini yoldan çıkaramaz ya da para bireyleri satın alamaz. Çünkü burada para yoktur, burada mülkiyet yoktur. Ortak üretilip ortak ihtiyaçlar temelinde tüketilen değerler vardır. Bunun içindir ki her gerilla kendisini devrimin en iyi temsilcisi görür. Tuhaf gelebilir ama her gerilla kendini en iyi PKK’li bilir. Çünkü PKK en damıtılmış komünal yaşamdır. Gerilla ise bu damıtılmış komünal yaşamın cisimleştiği alanların başında gelir.
Evet, gerilla komünal kimliktir dedik. Komünalizm Kürtçe bir kelimeye yakın duruyor. Kom Kürtlerde toplum ya da topluluk anlamına gelir. Ve biz gerillalar bu toprakların rengi olarak hep ortak olandan yanayız. Giyimimiz, kuşamımız, silahlarımız vb. birçok şeyimiz birbirine yakındır. Hastaysanız farklı bir mazeretiniz varsa bu ayrı ancak bir gerekçeniz yoksa siz başka yoldaşların kullandıklarını kullanırsız. Gerilla da biraz maddi değerler açısından farklı durmak ayıplanır, hoş görülmez. Denilecek ki bunun dışında yaşayanlar olmadı mı? Bende derim ki böyleleri çok çıktı, belki halen içimizde de vardır. Ancak kim bunlara gerilla olarak görüyor ki? Ya da kim bunları PKK’li olarak görmüştür ki? Böylesine tipler içimizdeyken de isterlerse komutan olsunlar ama bunlar PKK’li olmadılar ve olamazlar.
Bir ton ton ailesi buna örnektir. Ton ton ailesi içimizdeyken de PKK’li değildiler. Zaten olmadıklarını kendileri bugün daha “samimice” itiraf ediyorlar. Önderlik bu aileyi eskiden beri emek yiyici olarak nitelemişti, hırsız ve lümpen olarak değerlendirmişti, bugünlerde bu tiplerin PKK’yle hep çeliştiklerini söylemeleri güzel bir şeydir. Ve bu aileye benzeyen birçok tip içimizden kaçıp gitmiş, temel bir nedeni de bu komünal yaşama gelmemeleridir. Bir önceki yazımızda üç felsefik ilkeden söz açmıştık. Bu ilkelerin yanına siz bu sade, komünal yaşamı da ekleyin. Birçok öğe ortak yaşama gelemedikleri için kendi bireyci, hayvanlaştırıcı, tüketen, bencil, hoyrat yaşamını dayatmaya kalkışmışlardır. Ve PKK’de bu geri bireycileştiren ve toplumda uzaklaştırıcı özeliklere karşı durduğunda kaçıp gitmişledir.
Sonuç yerine; gerilla komünal yaşamı en ileri düzeyde Bedreddince yaşayan toplumsal güçtür. Belki dünyanın birçok yerinde komünal yaşama denemeleri vardır. Ancak hiçbir yerde Kürdistan gerillası kadar bu düzeyde, kapsamlı, topluluk halinde olanı yoktur. Ve gerilla bu ortaklaşmayı sadece gerilla da uygulamıyor. Gerillaya meyilli ne kadar genç varsa bulundukları alanlarda benzer tarzda yaşamayı esas alıyorlar. Yine gerillaya bağlanmış kitlelerde benzer özellikler göstermektedirler. Ve bu yeni bir yaşamdır, yeni bir toplumsal kimliktir. Yani ortakçı, paylaşan, kolektif komünal kimliktir. Gerilla ise bu komünalizmin kimliğidir.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
26 Haziran günü saat 06.00 da İnsansız hava araçları ve Skorski helikopter deste Amed'e bağlı Pasur , Hazro ve Lice ilçeleri arasında işgalci TC ordusu tarafından bir operasyon başlatılmıştır.
- Ayrıntılar
Birçok yazarın ve aydının değerlendirdiği gibi 31 Mayıs ya da 1 Haziran Türkiye demokratik hareketi açısından önemli bir tarih olacağa şimdiden benziyor. Çünkü Gezi Parkı Direnişi olarak adlandırılan direnişin kendine has özelikleri vardı.
Şöyle ki:
-Her ne kadar iktidar saldırarak Taksim’de dışarıya atsa da onca gün aralıksız direniş halinde olunmak çok fazla önemlidir.
-Bu kadar farklı rengin aynı bir amaç etrafında bir araya gelmesi de bir ilktir.
-Gezi ile başlasa da tüm Türkiye’ye yayılmış olması da bir ilktir.
-Belki de hepsinde de önemli olan yatay bir şekilde direnişin sürdürülmesidir.
-Bugüne kadar sosyal medyanın negatif rol aldığını dikkate alırsak sosyal medyayla iletişim çağı dediğimiz bu çağda çok ciddi işlerin ortaya çıkarılacağıdır.
Yukarıda dile getirdiğimiz birkaç hususu önemsiyoruz. Elbette Türkiye tarihinde çok daha kapsamlı kalkışlar olmuştur. 1968 Gençlik Hareketinin Türkiye’ye sıçraması ardından dalga dalga gelişen direnişler önemliydi. Yine 1970’lerin ortalarında gösterilen refleksler de çok önemliydi. Kürdistan'da sürdürülen devrimci demokratik direniş dışında tutar isek Türkiye’de uzun yıllardır çok ciddi Gezi Parkı Direnişi gibi duruşların sergilenmediğini rahatlıkla dile getirebiliriz. Belki yer yer belli alanlarda daha geniş katılımlı kalkışlar olmuştur. Ancak Gezi Parkı Direnişi gibi bir kapsama asla ulaşmamışlardır.
Özcesi Gezi Parkı Direnişi önemli bir tecrübe olmuştur. Sıradan bir direnişle başlansa bile nerelere kadar götürülebileceğini, ya da birkaç ağaç ile başlayan bir tepkinin nasıl milyonları içine alarak yayılabileceğini hepimize göstermiştir. Bu bağlamda bu direnişi her yönüyle selamlamak gerekiyor.
Gezi Parkı Direnişi sadece bu eylemlikle kalırsa, bununla yetinilirse o zaman gösterilmiş olan büyük direnişin bir anlamı olmayacaktır. Çünkü rejim oldukça sinsidir. Kurnazdır. Hile ve yalanlarıyla herkesi kandırabilecek düzeydedir. Rejimin daha birkaç yıl önce Alevileri, Romenleri, Ermenileri derken birçok aydın, yazar sanat çevrelerini kandırdığını hepimiz gördük. Hatta sosyal demokrat kimlikli insanları da içine alarak göz boyamayla nasıl da bir demokratik bakışa sahip olduğunu da gördük. Avrupa’yı da belli bir süre idare ettiler. Yine birçok dev diye bileceğimiz gücü böyle alavere dalavere yöntemlerle aldatarak bugünlere geldiler. Özcesi rejim gerçekten çok ileri düzeyde maharetlere sahiptir. Öyle söylendiği gibi sadece ufak tefek ayak oyunları yapmamaktadırlar. Gelmiş geçmiş tüm rejimlerin hilelerini, kandırma yöntemlerini, göz boyamalarını ve de ne kadar maddi imkan varsa bunları da seferber ederek bireyleri etkilemesini çok iyi başaran bir rejimle ve iktidarla karşı karşıyayız.
Durum buyken bizlerin sadece bir direnişle bu kadar hileyi hele hele bu kadar iktidarlaşan bir gücü dizginleyeceğimiz düşünülmesin. Tek ses olan bir iktidar gücünün terbiye edilmesi, dizginlenmesi, demokratik çıkışlara yol açılması için Gezi Direnişi tarzı direnişleri çok daha ileriye düzeylere taşırarak yapmamız gerekmektedir. Lakin öyle görülüyor ki Gezi Direnişinde de görüldüğü gibi kimi milliyetçi, ırkçı hatta faşist diyeceğimiz çevrelerde, geçmişte kaybettikleri devlet rantına yenide konmak için yerlerini aldılar.
Demokratik direnişin ırkçılıkla alakası olamaz. Irkçı olanların asla ama asla demokratik olma dertleri olamaz. Yine iktidarcı güçlerin ortaya konulan direnişlerle bir ilgileri olamaz. Gezi Parkında Direnenler görüldüğü gibi birçok yönüyle ortaklığı savunurlarken, doğa katliamlarına karşı dururlarken, ırkçı, tek tipçi, iktidarcı odakların böyle bir dertlerinin olmadığı da iyi görülmelidir.
Türkiye’nin her yerine demokratik direnişin devam ettirilmesi gerektiğini dile getirirken bu direnişin daha anlamlı ve sonuç alıcı olabilmesi için kesinlikle Kürdistan'da sürdürülen devrimci demokratik direnişin iyi görülerek ortak hareket etme zeminleri aranmalıdır.
Öyle ki bizler ya da Türkiye’nin demokratikleşmesini isteyen güçlerin tümü kesinlikle demokratik değerler etrafında bir araya gelerek, gösterdiğimiz direnişin Mısır’daki gibi başkalarının eline geçmemesi için bunu yapabilmeyi başarmalıyız. Aksi taktirde gösterilecek tüm direnişlerin heba olacağı gibi başka iktidar odaklarının çıkarlarına çanak tutmaktan kurtulamayız.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Malum ülkenin topyekun direniş halinde olduğu biliniyor. Hatta belirli kesimlerle ve gruplarla sınırlı kalan, gezi parkı ve AKP’nin son zamanlarda dikta rejimlerine nazire edercesine gerçekleştirdiği siyaset merkezli itirazlarla perçinleşen direnişlerin daha da gelişeceği ve yüksek bir doza ulaşacağı kestiriliyor.
Konunun üzerinden ve yaşananlara dair Erdoğan’ın yaptığı her söylem, çıkışlar ona misliyle dönecek.
Meydanları dolduranların taleplerini anlamayan, kürt sorununda yeni dönemin ruhunu kendine göre yontmaya çalışan, IMF’e borç ödemesi bitti diye vaveylayı koparan, faiz lobisine çatan-muhalefetin her türlüsüne hiddetle racon kesen Erdoğan; son çıkışını güvenlikçi söylemlerin üzerine oturtmaya çalıştı.
Neydi bu; “polisi de yedirtmeyeceğiz” diyen Erdoğan, kitlesel desteğinin arkasına veya önüne kamusal/kolluk desteğini de almak istiyor. polise yönelik öfkenin ve protestoların gelişmesinin yanı sıra, yaşanan bu tuhaf akıl tutulmasında polislerin veya diğer kamusal tepkilerin de önüne geçmeye çalışıyor Erdoğan!
Tüm bu siyasi hesaplarıyla birlikte; polisine kalkan olmaya çalışıyor haliyle.
Erdoğan’ın söylemi olan; “polisi de yedirtmeyeceğiz” demesi bir yana, son 14 gün içerisinde 4 polisin intihar etmiş olması işin renginin ve asıl meselenin çok farklı olduğunu gösteriyor.
Ortaya konulan bu veriye göre; Erdoğan’ın siyasi hamlesinin daha farklı olduğunu anlamak mümkün. En azından bu konuda yürütmeye çalıştığı siyasi hamlenin okumasını daha farklı mercilerde yapmamız gerekiyor.
Emniyetin de doğruladığı bu verilere göre; eğer bu intiharlar gerçekten de son süreçte yaşanan çatışmalarla bağlantılıysa, ilgili kesimlerin şapkayı önüne koyup düşünmesi gerekiyor.
Yok olay böyle değil ve emniyetin dediği gibiyse; o zaman durumun ciddiyeti ve vahameti daha yakıcı olmakta!
Eylemlerde en ağır eleştirileri alan ve müthiş bir toplumsal basıncın altında kalan polisin, bugünlerde yaşanan durumlardan dolayı intihar etmişlerse; aslında bu durumun içinde çok zayıf da olsa gururun olduğunu gösteriyor.
Direniş alanlarındaki gençlerin pankartlarında; “polis onurlu ol, simit sat” diye yazması belki de onura bir davetti. Buna icabet mi etti polisler bu intiharlarla? Orası pek bilinmez, fakat devletin resmi söylemi olarak dile gelen; intiharların bu direnişler ve toplumsal akıl tutulmasıyla alakası yoksa, geriye kalan yorum olarak bu intiharların gelişmesi rutinmiş gibi öne çıkıyor.
Eğer bu ülkenin polisleri içinde her 3,5 günde bir intihar yaşanıyorsa gerçekten de durum çok ciddi ve kritiktir.
Tüm bunların üzerine bir de ülke başbakanı ve tüm olayların başaktörü konumundaki Erdoğan’ın polisine bu kadar açıktan sahip çıkması, ister istemez bütün yoğunlaşmaları ve okumaları birinci seçenek üzerinde topluyor.
Buna dayalı bir değerlendirmeye yapmaya çalıştığımızda Erdoğan; bu çatışmaların içindeki polisini sonuna kadar meydanlarda ve sokaklarda daha fazla tutmaya çalışıyor. Bundan dolayı da moral değeri olan bu açıklamayla aslında bu intiharlarla birlikte daha da açık bir gösteriye dönüşen polisteki karışıklığa ilk elden müdahale etmeye çalışıyor.
Esas bu politikalar ve şiddet eğilimli yaklaşımlarla; kendisinin polisleri yediği, yedirttiği gayet açıktır.
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar