Basına ve Kamuoyuna!
1. 3 Haziran günü Haftanine bağlı Şehit Kendal, Şehit Rênas ve Deriyê Dawetiya alanlarında işgalci TC ordusu tarafından bir operasyon başlatmak istenmiştir. Bu operasyona karşı bölge de bulunan Kürdistan halkı engel olmuştur.
- Ayrıntılar
Bu aralar gerilla çok tartışılıyor. Gerilla tartışılırken oldukça ters yerlere kayanları da görüyoruz. Yetersiz ele alanlarda az değil. Gerillalar olarak gerillayı biraz anlatmak bize düşüyor. Gelecek birkaç yazı da gerillayı ele alacağım.
Gerilla üzerine çok yazıldı çok çizildi. Gelecekte de bu böyle olacaktır. Çünkü gerilla taktiklerinin verildiği her yerde genelde ezilenlerin bir savunma aracı olarak devrede olagelmiştir. Yer yer ezenler de hiç şüphe yok ki bu ezilenlerin geliştirdiği direniş biçimini alarak ezilenlere karşı kullanmışlardır. Ancak genel olarak bu mücadele biçimi ezilenlerin direniş ve var olma biçimi olarak halen varlığını koruyor.
Gerilla kavramı üzerinden yola çıkarak Kürt Özgürlük Hareketi direnişçilerini sadece silahlı güçler olarak ele almak çok yanıltıcı sonuçlara götürür. Ve bu yanılgıyı sadece terörist devletin akıl verenleri yaşamamışlardır, aynı yanılgıyı özgürlük mücadelesi içerisinde yaşayanları da hep gördük. Özelde siyasal mücadelenin daha çok önde olduğu süreçlerde ve bu siyasal erki kendilerince elinde bulunduran gerilla ruhunda koparak geriye çark etmiş kimi birey ya da birey topluluklarında da aynı mantığı çoğu kez gördük.
Özgürlük mücadelesine katılan her birey özelde gerillaya katılır. Gerillaya katılmayı istemeyen ya da gerilla için dağa gelmeyene ender rastlanır. Yanlış katılımlar çok kısa sürede terk edilir. Çünkü dağların doruklarında biricik doğru yol gerillalaşmaktan geçer. Dediğimiz gibi özgürlük mücadelesine katılarak özgürlük dağlarına doğru yol alanlar hep biraz gerilla olmak isterler. Çünkü gerilla sıradan bir askeri çalışma değildir. Belki de Kürdistan gerillasına karşı sergilenen en büyük yanılgıda budur. Gerillanın sadece askeri bir güç olarak görülmesi çok dar ve sığ bir yaklaşımdır. Böyle yaklaşanlar her zaman feci yanılmışlardır.
Gerillaya katılan her birey-ister bilinçli ister bilinçsizce olsun-katılma gerekçeleri vardır. Katılan bireylerin ortak noktaları kapitalist sistem etkilerini her gün yaşayarak horlanmalarıdır. Sorun okumuş ya da okumamış olmanın çok uzağında bir gerçekliktir. Sorun fakir ya da zengin olmanın da ötesinde bir durumdur. Türk Kürt olmak, alevi suni olmada esas değildir. Dediğimiz gibi gerillaya gelen her bir bireyin geldiği ortama karşı bir duruşu vardır. Çok bilinçlice tercih edenden bilinçlice olmadan dağları tercih edene kadar bir geniş yelpaze elbette vardır. Ancak ortak nokta her gelenin bir kimlik kazanma istemidir. Sınıflı toplum bireyleri hiçleştiriyor. Bireylere karşı saygıyı öldürüyor. Sevginin genelleşmesini engelliyor. Her şeyden daha önemlisi ise gelen her bireyin derin ruhsal dünyasında sisteme karşı müthiş bir öfke uyandırıyor. Var olan sistem mutlaka bir şekilde bireylere hakarette bulunmuştur, bireyleri küçültmüştür, bireylerin kendilerini olmasını engellemiştir. Birde belki de daha da önem kazanan bir husus, insanın derinliklerine nüfus etmiş insani özeliklerinin yaşam bulmaması durumunda bu özelikleri pratikleştirmek istenen mekânlara kayılması şaşılacak bir durum olmamalıdır herhalde. İşte bu arayışı olanlar ilk elden alternatif yerlere gözlerini dikeler. Her insanda mutlaka bir arayış vardır, lakin sistem çoğu kez birçok gencin arayışını başka yerlere kanalize ederek içini boşaltabiliyor. İçi boşaltılmamışları dağların doruklarına ulaştırdığınızda yada böyle olanlar kendilerini dağlara attıklarında orada çok şey değişi veriyor. Bir benlik süreci derinden başlıyor.
İşte gerillaya katılımlar biraz da kendi benliğini arama temelinde olmaktadır. Kendi benliğini genelin benliğiyle birleştirmek ve buluşturmak başlıca bir amaç ve ulaşılmak istenen hedeftir. Bu ise çok az askeri çalışmayla ilintili bir gerçekliktir. Denilecek ki madem öyledir neden gerilla silahlı bir güçtür? Bende size bunun sadece bir görüntü olduğunu söyleyeceğim. Gerillanın ağırlıklı zamanı silahla geçmemektedir. Gerillanın ağırlıklı zamanı kendini yapmayla geçmektedir. İnsanın kendisi olabilmesi için müthiş kendisine yüklenmesi gerekiyor. Öyle sanıldığı gibi dağa çıktın mı hemen gerilla olunmuyor. Gerillaya gelmek sadece ve sadece lele meselesidir. Bunun çok uzun bir lolosu vardır. Lolosunun ağırlıklı bölümü eğitimdir. Kişilik oluşturmadır. Zayıf düşmüş, yenilmiş, dumura uğratılmış, kirletilmiş, bitirilmiş, sistemin çarkları arasında ezilmiş, kendine güvensiz, kendini beğenmiş, gerçeklerden uzak, yapay, hayali bir kişiliği aşarak kendisine güvenerek kendi karakter hatlarını oluşturmaktır. Kendi ayakları üzerinde yürüyen, herkese kafa tutabilecek, özgüven dolu, korkulardan uzak, hatta kendi kaderini eline alacak bir coşku seliyle haykıran bir kişilik yaratımıdır.
İşte gerillanın temel çalışması budur. Bu ise tümden ideolojik bir çalışmadır. Bu tümden felsefik bir çalışmadır. Bu tümden politik bir çalışmadır. Tümden sosyal bir çalışmadır ve tabiatı gereği bir kültür çalışmasıdır. Sonuç itibariyle kişilik oluşturma işidir. Ha denilecek ki askerlik nereden kaldı? Evet, askeri çalışmayla ki biz buna gerilla çalışması diyelim birey bu yukarıda sıralananları gerçekleştirmek için kendisini savunuyor. Bu bağlamda kendini savunan mekanizma olmazsa bir günde yok edilmek için her şey yapılmak istenir. Unutmayalım ilk günden beri gerillaya katılanların kandırıldıkları söyleniyor. Yani demek isteniyor ki siz bu gençleri elimizde alarak sömürme imkânı bırakmadınız. Ve bize geri verin ki bunları koyunlar gibi sağalım deniliyor. Yine unutmayalım Başkan Apo’ya en büyük suçlama gençlerin beyinlerini yıkaması olarak dile getiriliyor.
Evet, başkan Apo gençlerin beyinlerini yıkamıştır. Ve sadece beyinlerini değil, yüreklerini de, vicdanlarını da ve bir gencin neyi varsa her şeyini yıkamıştır. O kadar kirden kurtulmak isteniyorsa önce yıkanmak gerekir. İşte en büyük yıkamaya başkan Apo ideolojik doğrularla yaptı. Dağa çıkan her genci bir silahlı güç yapmadan önce ideolojik kimlik sahibi yapmaya çalıştı. Ve bunu yapamadığı yerlerde her zaman örgüte, halka, insanlığa zarar veren tipler çıkmıştır. İşte Şemdin Sakık, Şahin Baliç, Kör Cemal, Hogir ve tabii ki birkaç yıl önce Kürt halkına zarar veren ihanetçi işbirlikçi çete ekibi.
Özcesi gerilla bir ideolojik kimlik bildirimidir. Bir kendi olma mücadelesidir. Dik durarak insan olma onurunu taşıma kimliğidir. Ve böylesi bir güce ikiden bir gelin teslim olun çağrılarını yapmak Karayılan yoldaşın dediği gibi havaya, boşa sıkılmış kurşunlardan öteye bir anlam ifade etmez.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Gezi Parkı Direnişi’ni öncelikli olarak selamlıyor ve bu direniş içerisinde bedenlerini gelecek yarınlara feda edenlerin anıları önünde saygılıyla eğiliyoruz.
Gezi Parkı Direnişi tek kelimeyle dönemin bizden istediği toplumsal sorunlara karşı gösterilmesi gereken refleksin gösterilmiş olmasıdır. Çok kez devrimci duruşlardan söz edilir. Tek kelimeyle ifade edecek olursak, Gezi Parkında sergilenen direniş tamda istenen devrimci duruştur.
Devletler, kuruluşları gereği anti demokratik ve anti toplumcudurlar. Söylendiği gibi yurttaşların haklarını gözetmek için kurulmuş olan yapılar değildirler. Tam tersine devlet yurttaşların haklarını çalınmasıdır, birilerinin çıkarlarını da korunmasıdır. Toplumun yüzde 90’nının haklarını gasp ederken, geri kalan yüzde onluk kesime ise bunları peşkeş çekmektir.
Devlet zor bir aygıttır. Hırsızdır. Gaspçıdır. Sadece vergiler adına yapılan vurgunlara bakmamız bile yeterlidir. Özelde de kapitalizm çağındaki devlet kesinlikle böyledir. Başkan Apo’nun belirttiği gibi:
“Kapitalizm çağının kendisini toplumsal kriz olarak nitelemeyi uygun bulduk. Kapitalizmin en ekonomik uygarlık denilen ama ekonomi olmayan, kendini dıştan ekonomiye dayatan bir güç tekeli olarak meşru görülemeyeceğini temel tez olarak vurguladık. Toplum gibi çok kapsamlı bir topluluklar bütünü olan bir olgu üzerinde kapitalizm gibi en bencil, çıkarcı ve en çok savaşa başvuran bir gücün tahakküm kurması tarihte ‘olağanüstü’ bir durumu, yani ancak kriz halini ifade edebilir. Finans çağı bu gerçeğin bütün yönlerden toplumun her parçasında kendini yüzeye vurmasıdır. Sistemin sürekli terör üretmesi, toplumun büyük kısmını işsiz bırakması, işçiliğin bile bir nevi işsizlik durumuna indirgenmesi, kitle ve sürü toplumuna yol açılması, sanat, seks ve sporun endüstrileştirilmesi, iktidarın toplumun kılcal damarlarına kadar sızdırılması sistemin tükendiğinin göstergeleridir.”
İktidar ise devletten daha köklü ve yaygın olan bir gerçekliktir. Öyle ki iktidar karakteri gereği tüm toplumsal gözeneklere sızmadan edemez. Çünkü kesintisiz olmak zorundadır. İktidar bir yerlerde sekteye uğradı mı tümden adım adım ortada kalkışı söz konusu olabilir. Bunun için her yere girerek fethetmesi gerekir. Bir nevi toplumun tüm gözeneklerine sızarak tecavüz eden kültürdür.
Başkan Apo’nun şu tanımı çok çarpıcıdır: “Devlet tek kelimeyle oluşum itibariyle tabi bir terör yapılanmasıdır. Devleti elinde bulunduran iktidar ise daha vahim bir durumu yaşamaktadır. Doğası gereği iktidar baskısız yaşayamaz.”
Boşuna anarşistlerin önderlerinden Bakunin: “En demokrat adamın başına iktidar tacını geçirin, yirmi dört saat içinde en alçak bir diktatör olacak veya ahlâkı bozulacaktır” dememiştir.
Bunun için bizler AKP iktidarının yaptıklarını da anlamaktan zorlanmıyoruz. Ya da AKP’nin başındaki kişiliklerin komplekslerini anlamıyor değiliz. İktidar insanı en kötü diktatörden daha alçak yapar. Yeter ki iktidarının önünde engel görmezsin ve yeter ki atını koşturtmasının yolunu bulsun.
Sonuç itibariyle iktidar bir tecavüz kültürüdür. İlk günden beri de böyledir. Çünkü oluşum mayası birilerinin yetkilerini gasp ederek başlamıştır. Birilerini güç kullanarak kendine bağlamıştır. Birilerini güç kullanarak kendi mülkü etmiştir. Özel mülk dedikleri bir başkasına tecavüz ederek el konulan değerlerin kendi eline geçirilmiş çalınmış mallar değil midir? Bunların tümünü tarihi belgelerde okuyabiliriz, öğrenebiliriz.
“İktidar kendisinin olmadığı halde sürekli bir şeyleri güçle ele geçirme, kendine ait sayma, asimile etme, mülkleştirme, yurtlaştırma, aksi durumlarda yine zorla kendisinden atma, sürgün etme, yurtsuzlaştırma, işsizleştirme, mülksüzleştirme, genel olarak maddi ve manevi açıdan değersizleştirme eylemi ve sanatıdır. Bunu sadece ekonomik artık-ürün ve değere el koyma eylemiyle sınırlandırmak çok dar bir yaklaşım olur. Bu konuda ele geçirme asıldır. Fakat buna giden yolda binlerce başka değer de iktidar güçlerince ele geçirilir ki, toplamına iktidar demek daha gerçekçidir.”
Bunun için diyoruz ki AKP’nin liderlerinin ya da her hangi bir AKP’li yetkilinin konuşurken bile insana tecavüz eden sözlerini anlarız. Ancak anlamadığımız tecavüze karşı gösterilmesi gerekli olan refleksin gösterilmemesidir.
Halbuki insan doğası en küçük baskılamaya karşı bile sessiz kalamaz. Dikkat edilirse hoşumuza gitmeyen bir hareket bizi nasıl bir refleks göstermeye iter. Yer yer içimizde nasıl sunturlu küfürler savururuz.
Evet, insan doğası asla ama asla baskıya açık olan bir doğa değildir. İnsan doğası kesinlikle isyana açık olan bir yapıdadır. Öyle ki bir baskılamayı hissettiği anda depreşir. Öyle ki çoğu zaman o depreşmeyi kontrol edemez. Edemez çünkü içine işlemiştir.
Ne var ki Türkiye’de depreşmeler çok olsa da dışa vurma yoktur. Ya da dışa vurmalar kendi bedenimiz dışına taşmaz. En fazla evimizde ya da mahallemizde birkaç söz söyleriz. Ötesi gelmez. Bu bağlamda GEZİ PARKI DİRENİŞİ anlamlıdır. Ve Türkiye toplumunda bir şeylerin değişmeye başladığına işarettir.
Sorun birilerine karşı durup durmamak değildir. Sorun insan olarak sahamıza girildiğinde göstereceğimiz doğal ve örgütlü olan reflekstir. Kimilerine göre 12 ağacın kesimine karşı başlayan sivil bir protestoydu. Olsun. O ağaçların bize ait, topluma ait, doğaya ait olduğunu düşünür ve kesilmesini kendimizden bir şeylerin eksilmesi olarak ele alıyorsak o zaman protestomuz sadece haklı değil, bin kere de olsa meşrudur. Meşru olanı ise kendi doğamızda hissederek sahiplenmemiz kadar insani bir şey olabilir mi?
GEZİ PARKI DİRENİŞİ halbuki günlük olarak her yerde sergilenmesi gerekli olan bir direniştir. Aksi taktirde günlük olarak bizlere, haklarımıza, geleceğimize tecavüz eden devlet ve onun iktidar gücü olan hükümetlerin bu tecavüz kültürünü nasıl sınırlandıracağız?
Doğası gereği iktidarların despot olduklarını söyledik. Peki, kimler bu despotları ya da diktatörleri frenleyecek? Elbette ki bizler, sokaktakiler, analar, kadınlar, gençler, komüncüler, babalar, ihtiyarlar, neneler, sanatçılar, doğaseverler derken insanım diyen herkes. Her hangi bir durumda rahatsız olan herkes.
Özcesi tecavüz kültürünü durdurmak bu tecavüzü bedeninde hisseden herkesin görevidir. Yeniden GEZİ PARKI DİRENİŞİ’Nİ Kürdistan gerillaları olarak selamlıyoruz ve her zaman her baskı ve haksızlık yaşandığında her yerin GEZİ PARKI DİRENİŞİ kimi olması dileğimizle.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Parti hareketimizin tarihinde, genel anlamda üçüncü bir on yılın hamlesinin başlangıcındayız. Birinci hamle dönemimizde ideolojik anlamda nasıl bir özgür Kürdistan çıkışı yapıldıysa ve bunun sonuçları hayli büyük rol oynadıysa -ki birinci dönem aşağı yukarı 1973-’83, ikinci dönem 1983-’93 yılları arasındaki süreci kapsar- üçüncü dönemin rolü de, daha çok hareketi siyasal ve askeri açıdan ülkeye oturtma biçiminde belirtilebilir.
Önümüzdeki süreçte özgür bir Kürdistan’ı, en azından parça boyutunda kesinlikle hedeflenmek zorundadır. Nereden bakılırsa bakılsın, devrimci çabalar anlam bulacaksa, tümüyle olmasa da bunun artık bir parça vatanı kazanmak zorunda olduğu, bunun dışında başka bir seçeneğin hiçbir gerekçeyle kabul görmeyeceği, böylesi bir seçeneğin gelişme de gösteremeyeceği, bu anlamda “ya özgür bir vatan, ya ölüm” şiarının kesinkes bir yaşam ilkesi olduğu kesinlikle vurgulanabilir. Tam da bu noktada dönemsel çıkışlar anlatılmaya çalışılırken, onun neye tepki olduğunu, neyi dayanak aldığını, neyi hedeflediğini ve hangi tarzla koşturulduğunu çokça vurgulamaya çalıştık. Denilebilir ki, son ayların değerlendirmelerinde bir kez daha, ama oldukça derinlikli olarak lanetliler topluluğunun kim olduğunu, ne kadar borçta olduğunu, yaşamın nasıl haini ve suçlusu olduğunu ortaya koyduk.
Diğer yandan hedefin nasıl çizileceği, hedefe nasıl koşturulacağı, hedefin ufku, hedefin vazgeçilmezliği ve hedefin belirlediği çabanın niteliği, yorumu kadar uygulaması, çalışma ve vuruş tarzı bir o kadar kapsamlıca ele alınmak istendi. Böylesine bir lanetliler topluluğu, yine alabildiğine ihanete uğramış bir ülkenin haini olmaktan çıkıp nasıl yaşanılabilir bir topluluk olunabileceği ve onun için bir ülkenin vaat edilmesinin nasıl sağlanabileceği bütün yönleri ve gerekçeleriyle ortaya konulmaya çalışıldı. Sizin yaşam felsefeniz ve tarzlarınız ne olursa olsun, ister bir hayvancıl geleneği kendisine esas alsın, ister çok incelmiş bir düşman sızması gibi olsun veya en yaramaz ve bitik bireycilik biçiminde kendini göstersin, bir o kadar kapsamlıca ele alındınız.
Durumlar ele alındığında görüldü ki, siz bu özelliklere sığınarak ne yaşam hakkını savunabilir, ne koruyabilir ne de yaşayabilirsiniz. Bu yaşam, hiçbir gerekçeyle savunulmaz. Bu yaşamın saygısı ve sevgisi olamaz. Hiçbir sahte ağız ve lehçe bu gerçeği değiştiremez. Bu büyük yalanı, ikiyüzlülüğü, kandırılmışlığı, aldatılmışlığı, her türlü zavallılık kokan davranışı ve dili ne kadar ölüce veya kurnazca sunarsanız sunun, bu bir onur ve şeref olarak değerlendirilemez. Yaşamın ne maddiyatını ne de maneviyatını kurtaramaz. Hep böyle kala kala, ölü olduğunuz veya yaşadığınız belli olmadan çürüyüp gidersiniz. Biz bunu ortaya koyduk.
En insani, ulusal emellerine ve umutlarına anlam verememe, kendini onun kişiliğine yatıramama durumunda ne kadar yanılmış ve kendinizi ne kadar insan yerine koymuş olursanız olun, bununla ne fazla iddia ileri sürebilirsiniz ne de haklı bir gerekçeyle bir kazanma olanağı elde edebilirsiniz. Yani bu yaşam başınıza beladır ve kanıtlanmaya da çalışıldı. Çünkü bize o kadar dayatma var ki, neredeyse düşmanı unuttuk. Biz, ne hiçbir haini bizi arkamızdan hançerlettirecek kadar yanımıza yaklaştırdık, ne bize en ufak bir etkilenmede bulunduracak kadar düşmanı üzerimizde güçlü hissettik. Tamamen hissettiğimiz karşımızdakinin alçak olduğudur.
Yoldaşlık adına, -halk adına mı, herhangi bir şey adına mı desem- onun en temel gerçekleri konusunda başarısız, dağılmış, kendi kendini yenilmiş hisseden, ısrarla yanlışı yaşayan, bütün kanıtlama çabalarımıza rağmen yine oralı olmayan bu büyük alçak veya alçaklık bizi etkilemeye, büyük yürüyüş tarzımızı bozmaya ve başarı şansını azaltmaya çalıştı. Gerekçesi, dayanağı, ufku nedir? İçinde bir incir çekirdeği kadar bir şey var mı? Bir sigara dumanından daha fazla bir hayal ifade edebilir mi? Bunu kendisi de belki bilmez. Bu belki çok basit bir güdü, bir şaşkınlık, bir yaramazlık eseridir. Kötü doğmuş, kötü büyümüş. Hani denilir ya, düşmanın askeri, düşmanın karkeri (işçisi), düşmanın hamalı, düşmanın uşağı, düşmanın her türlü hizmetkarı veya avare, serseri, yalancı. Bu da öyledir.
Biz bu tarzı affedemeyeceğimizi ortaya koymaya çalıştık. Kendim de dahil kimseyi bununla yaşatmayacağımı bir kez daha derinliğine ortaya koydum. Bu kadar ölüm kalım sürecini yaşayacaksın, kendini doğru yolda yürütemeyeceksin! O zaman ben de, sen kimsin derim. Elindeki silahı doğru kullanmayacaksın, elinde teori var, konuşmayacaksın; elinde mevzi ve karargah var, kullanmayacaksın; elinde savaşım olanakları var, onlarla oynayacaksın. O zaman sen kimsin? Bunu ortaya koymaya çalıştım. İyi niyeti ne olursa olsun, adı sanı ne olursa olsun, eğer biri ölüm kalım sürecinde ısrarla “biz yapacak fazla bir iş bulamıyoruz” diyorsa, fazla mevzilenemediğini söylüyorsa, o zaman sen ne geziyorsun denilir. İnsanlığa düşman, soyuna sopuna düşman, cinsiyetine cibilliyetine düşman, saygısız kişi sen kimsin? Neden savaşamazsın? Neden gayrete gelemezsin? Neden senin küçük bir başarın olamaz? Bunu vurgulamaya çalıştık.
Ne kadar haklı olduğumuz sanırım şimdi biraz daha iyi anlaşılıyor. İddia şu; “özgürlük bize göre değil, kutsal bir vatan parçası bize göre olamaz.” O halde sana göre olan nedir? Aşağılık bir yenilgi, aşağılık bir kaçış, şu veya bu tür aşağılık bir ajanlık, bozgunculuk olur. Sana layık olan budur veya sen buna varsın. Örgütü işletmeyeceksin, örgütü dağıtacaksın, kendini de halen karşımızda tutacaksın. Buna yüz bulacaksın. Veya etkili-yetkili biri de olabilirsin, kendini yaşattığın zaman rahatlıkla kendi vicdanına yedireceksin, “ben ne kadar sağlam yaşıyorum” diyeceksin ya da sağa sola “yaşıyorum” diye tafra satacaksın. Bunu ortaya çıkarmaya çalıştım. Yoğunlaştıkça yoğunlaştık, işledikçe işledik ve gördük ki, olay sandığımızdan daha kapsamlıdır. İlişki, yaşam, tarz ve üslup kaçırtıcıdır. Düşmandan daha fazla özgür vatanı yasaklayan bu olmuştur. Düşmandan daha fazla bu, özel savaşı içimizde uygulamıştır, her alanda bir temsilcisini bulmuştur. Bunlar, hem de iyi niyetlilik adına, en dürüst geçinenler içinden çıkıyor. Bunun böyle olmasını ben istemedim. Kimler kendilerini nasıl dayattıklarını bilirler.
Dikkat edilirse, yoldaşları için en iyisi ve en güzelini istemekte ben kendim için kusursuzum da diyebilirim. Çok açıkça ortaya koydum ki, yedi yaşımdan beri arkadaş hatırı için gücüm oranında göstermediğim bir çaba yoktur. Bu, yaşamın esasını teşkil etmiştir. Ama tam da bu noktada arkadaşlıkla oynama görüldü. Bu bir Kürt kör düğümüydü ve lanetliydi. Biz ısrarla buna yüklendik, lanet ısrarla bize yüklendi. Biz böyle olamazsınız dedik, o böyle olursunuz dedi. Onun arkasında bin yıllık koca bir lanetli geçmiş var, bizim arkamızda ise kendimizden başka kimse yok. Ama büyük doğrularımız var. Bu aşağılığın arkasında ne kadar böyle bir tarih olursa olsun, onun yanında ne kadar bitmiş bir insanlık olursa olsun bizim doğrularımız daha baskın çıktı. Bizim tarzımız daha görkemli oldu. Bunu biraz kanıtladık.
Karşımda sizlerin değil, sülalenizin, atalarınızın olmasını isterdim. Asıl hesaplaşmam gerekenler, sizleri büyütenlerdir. Veya sizden bir adım öteye bazı yerlere ulaşsam, alanlara ve karargahlara ulaşsam. Kendime bir ahtım var, bir gün mutlaka ulaşacağım diyorum. Biz hep nasıl yaşadık, ben nasıl savaşarak yaşadım? Örgütçü müydün, bozguncu muydun? Bu süreçte çok ilginç bir şey ortaya çıktı, “bu adam üzerimize gelmesin” diyerek, bundan kaçış planlarını yaptılar. Yangından mal kaçırırcasına yetki kaçıranlar, yetkiyi kötüye kullananlar, biraz politika yapıyorum adı altında çıkara gömülenler, her düzeyde sevdalı bir sürü PKK istismarcısı bir nolu örgüt temsilcisinden bizi hiç anlamamış ve dinlememiş kişiye kadar birçokları bizi kullanmaya çalışıyorlar. Olanak var, yetki var, istismar var, bunları kullandıkça kullanıyorlar. Karşılarında benim gibi fukara biri olursa tabii bunları dayatırlar. Oldukça bilinçli, uyanık ve günü geldiğinde bir intikam sahibi olduğumu biraz gösterdiğime inanıyorum ve bunu gösterdim.
Şunu da açıkça belirttik: İnsanı kazanmak için, tutulacak bir tek yanı olsa bile, onunla kendisini kurtarmak ve en büyük desteği sunmak durumundayız. Bize ısrarla yaramazlığı, lanetliliği, lanetli topluluğu, kişiliği ve ilişkiyi dayatırsa, o zaman acımasız olacağım dedim. Eğer zarar verirsen, ben de öyle planlar kuracağım ki, Moskova’ya gitsen, Washington’a da ulaşsan, yerin dibine de girsen, mezara da gömülsen seni tutacağım. Kendimi o kadar boyutlandıracağım ki, sana ulaşacağım. Senin ruhunu hemen elinden almayacağım. Öyle derinleştim ki, o yaramaz ruhundan çok önce, ilgi diye bellediğin, yaşam diye bellediğin her şeyi dirhem dirhem elinden alacağım. Sana kaba bir işkence yapmayacağım. Vatan hainliğin ne olduğunu, bir kaçışın, bir bozgunculuğun, bir ülke düşmanlığının, bir soy düşmanlığının, özgürlük düşmanlığının ne olduğunu sana mutlaka hissettireceğim. Yapmayın diye çok rica etmiştim, biraz dürüstlük istemiştim. Şunu da söyledim: On saat kan ter içinde kalıyorsun -şu anda Türkiye ortalamasında veya yabancı ülke çalışması da dahil- ya bir ekmeği kurtarıyorsun, ya kurtaramıyorsun. Yine yaşamın ya kırkı buluyor, ya bulmuyor. Zararlı biri olma, seni hem de en güvenlikli bir biçimde yaşatayım. Fakat biraz insanca olabilecek misin? Yine gözü kara bir biçimde “madem bu örgütün içine girdim, yetkisiyle sarhoş olurum, olamadıysam sınırsız bozarım” anlayışında olanlar var. Ne hakla, ne verdin, ne istiyorsun? Bu soruları kendisine hiç sormuyor. Bu, AİDS gibi yeni bir hastalık türü. İngiltere’de bir canavar mikrop çıkmış, içinizde onun gibi canavar bir hastalık var. Kürt politikaya girerse, politikanın da bir hastalığı böyle ortaya çıkıyormuş. Tabii tehlikeli bir hastalık. Kendi haline bırakılırsa ne can ne de soy kalır. Bunu göstermeye çalıştık.
Siyasi hastalığın tedavisinde siyasi yöntemler bulunmak zorundadır. Yoksa bunlar yalnız bir hastayı götürmekle kalmazlar, bir halkın ve soyun da sonunu getirebilirler. Bunları neden dile getiriyorum? Hain arkamdan hançerlese hiç ciddiye almam veya olabilir, bu bir güç meselesidir. Karşımdaki düşman ulaşsa, tamam bu da onun bileceği iştir. Fakat içimizdeki hain, içimizdeki alçak, içimizdeki düşkün ve bozguncu adam karşısında haklı olarak, bu neyin nesi diyeceğiz. Biz hiçbir dönemle kıyaslanmayacak kadar bu iç hainle, düşkünle, savaş gerçeği ve yaşamın bütünüyle oynayanla uğraştık. Neden böyle oldu? Bunu, yaşam gerçeğimiz bize gösterdi. Yaşama gelememe, yaşamın savaşımına, onun örgütlenmesine, onun vicdanına gelememe bizi bu sonuca vardırdı.
Vatanı bu kadar elde etme olanağı doğmuşken, yine kaçış dünyanın hiçbir halkında bu kadar yüz bulamazken, herkes “bu kimdir, nedir” diye seninle alay ederken; sen de herkesin çölden kaçtığı sırada çöle koşarsan, herkes buzlu kutuplardan kaçarken kutup ülkelerine gidersen çok şey söylenmek zorundadır. Bütün bunları akıllı ve para getiren yaşam gibi değerlendirirsen, sadece ağlamakla, dövünmekle yetinmeyeceğiz, kıyamet koparacağız. İnsanlığın en utanılası bir kesimini oluşturacaksın, Afrika’nın siyah ırkından bile bin kat daha yitirilmiş bir durumda bulunacaksın, yine de gülüp oynayarak yaşadığını sanacaksın! Vicdan bütün bunları kabul edecek mi? Vicdanınız kabul etmeseydi, örgüt içinde böyle kalır mıydınız? Bu kadar lafazan, bu kadar yetmez, bu kadar ukala, bu kadar iş bilmez ve görevden anlamaz bir biçimde, bu kadar taktik ve yaşam dışı kalabilir miydiniz?
Yalancı ve sahte davranış derken, neyi kastettiğimi biraz gösterdiğimi sanıyorum. Neden bu kadar ısrarlı oldum? Sen örgütle, en temel değerlerle dalga geçersen ben de derinleşirim. Karşınızda çok etkili yetkili olmayabilirim, ama bazı değerleri savunacak gücüm de var. Seni yerle bir edemesem de sana hemen yenilecek durumda da değilim. Kendime verdiğim bir saygı sözüm var, bunu çiğnetmeyeceğim. Kendimi tanıdığımdan beri, pratikte güç getirmediğime hemen saldırmadım. Veya çok delicesine bir başarı peşinde koştum ya da olmayacak duaya amin dedirtmek istedim. Fakat özgür bir karar ve özgür bir davranışın sahibi olmak için kendimi sürekli tetikte tuttum. Belki bir gün fırsat doğar, belki olanak elde edilir, o zaman hesabını sorarım dedim. Bunu size gösterdik. Fırsatı çok iyi kullandığımı da gösterdim. Neden? Aslında böyleleri bu biçimde durursa, her alanda aşağılık, kopuk ve soytarı olan bazıları çabalarımıza kendilerini böyle dayatırlarsa, hemen hemen her birimde ve bir karargahta değerler çarçur edilirse, “nasıl kaçırtılır, nasıl işlenmez, nasıl yetiştirilmez” diye rapor üstüne rapor sunulursa veya etrafın, yaşamın böyle bir kişiliğin belirtileriyle dolu olursa tabii biz de derinleşiriz. O zaman daha derin düşünüp daha büyük davranışlarla güç yetirmeye çalışırız. Benim için yaşam durur, başka şeyleri pek ciddiye almam veya bir çılgın gibi de olabilirim. Ama ben büyük bir ısrarla bu tutumun hesabını sorarım.
Benim her dönem için böyle tarzlarım vardır. Kitle nereye sürüklenirse sürüklensin, arkadaş yapısı ne kadar bireyci olursa olsun, benim de her zaman bazı yön çizmelerim olmuştur. Sonuçta en büyük sözün, en büyük imkanın sahibi olan kim? Ben hiç adımı bile söylemedim, kendimi ileri sürmedim, dost ve düşman kendisi söyledi. Karşınızda büyük bir varlık olduğumu söylemeye tenezzül bile etmiyorum. Neden böyle oluyor veya ben neden böyle büyük olmak durumunda kalıyorum? Çok basittir, başımdaki küçüklerin kendini yığınca biriktirerek “biz de bir şeyiz” demelerine karşı durduğum, küçüklüğün savunulmasına, yanlışlığın ve çirkinliğin savunulmasına geçit vermediğim için büyüyen ben oluyorum. Bana dayatanlar beni büyüttü. Onlar bu anlamda benim iyi öğretmenlerim oldular. Ben her zaman akıllı bir öğrenci olduğum için iyi ders çıkarmasını bildim. Bu çok güzel bir yan. Düşmandan öğrenme, güzel bir öğrenme biçimidir, düşkünden öğrenme iyidir. Ben hep böyle öğretmenler olmanızı istemezdim. Ama bu gerçeklik şimdi böyle öğretmenlik yapıyor. Öğrenmeyi bileceğiz. Herhangi bir cephede, herhangi bir alan temsilciliğinde değerlerin nasıl harcandığının, yetkilerinin nasıl kullanılmadığının, hazır olan değerlerin nasıl çarçur edildiğinin ve peşkeş çekildiğinin sorumlusu herhalde ben değilim. Zaten eskiden herkes bu ülkeyi ve halkı, adı ve kimliği varsa ve bir kaç kuruş ediyorsa ucuza satardı. Bu eskiden geçerliydi, fakat benim dönemimde böyle olmaz. Ben kendime saygı sözü veren bir adamım. Kendine saygı sözü veren, bunu mümkünse insanlık adına, özelde bir ulus ve emek sahipleri adına vermişse hiç kimsenin buna saygılı olmaması düşünülemez. İş benim başıma düşmüş. Tek başıma da kalsam kaçmayacağım, saygılı yaşayacağım. Tabi görüldü ki, bu büyüklükmüş. Kendini o kadar akıllı sanan bireyciler, partimiz içindeki o korkunç bireyciler, kendine saygı karşısında ne olabildiler? Bu anlamda ne oldu, neye geçit verilmedi?
Benim dönemimde, benim sorumluluğum altında, PKK somutunda bir vatan sorunu vardır, bir özgür halk sorunu vardır, bir insan olma sorunu vardır. Bundan kaçamazsın. En zorlu veya ince savaşlar da olsa bu savaşları vereceksin, ama sızlanmadan. Yaşamak isteyen sensin, onun savaşımını vereceksin. Kaldı ki, iyi geçinen, özgür geçinen sen değil misin? Hiç olmazsa bu sözleri kirletme, anlamına göre yaşa. Neden yalancı olacaksın, neden sahte ve aldatılmış olacaksın? Doğru geçineceksin.
Ben mi o karargahlarda öyle yaşayın dedim? Ben mi size PKK’nin silahlarını böyle yetersiz ve yanlış kullanın dedim? Ben mi ideoloji ve siyaseti doğru kullanmayın dedim? Ben mi parti dışı kalın dedim? Ben mi taktik karşısında gayri ciddi oldum? Ben mi PKK’nin olanaklarını çarçur ettim? Ben mi savaşçıya sahip çıkmadım, ben mi ilgisiz davrandım? Hayır, dünya tanıktır ki, bu değerler için amansız savaşıyorum. Yaşamak zorundayız ve bunu kanıtlamaya çalıştık. Bir çocuğun elinden oyuncağını alırsan ağlar. Senin elinden vatan alınmış, özgürlük alınmış, her türlü kişilik hakların alınmış, bir çocuk kadar da mı ağlayamıyorsun? Bir kazanma olanağı var, buna yan gözle bakıyorsun, bunu anlamak istemiyorsun. Yine sorumsuzluk yapıyor, yine kaçışa yöneliyor, yine bozuyorsun. Bunu nasıl izah edeceksin?
Düşmanın büyük iddiaları var, “sen bir hiçsin” diyor. Belirttiğim gibi, düşmanı düşünmek bile istemedim, ciddiye almadım. En çok sahip çıkması ve ona öncülük etmesi gerekenlerin kendi kendilerine bozmaları kabul edilemez. Bin bir emekle bir örgüt olunmaya çalışılıyor. Bin bir dereden su getiriyoruz, gerekçe getiriyoruz. Neden örgütlenmemiz gerektiğini ortaya koyuyoruz. Örgütlü ve resmi olmamız gerekir diyoruz, o, “olmaz” diyor. Küçük bir mevzi kazandırmak için korkunç çaba gösterdik, korkunç yüklendik. Her şey hazır, neredeyse kurtarılmış bir ülkenin eşiğine getiriyoruz, fakat yürümesini bilmiyor, yürümüyor. Sağına soluna baksa, biraz iyi niyet ve dürüstlük olsa bir parça vatanı da, halkı da, kendisini de kurtarabilir, ama ilgi bile duymuyor. Bu insanı ne yapacaksın? Bunun cezası darağacı da olamaz. Buna daha değişik bir ceza gerekir. İşte biz, kendi ülkesindeki vatan hainliği üzerine, özgürlük düşmanlığı veya özgürlüğün gereksizliği üzerine iddiası olanlara, bunu böyle ele alanlara bunları söyledik.
Bu, çok utanılası bir toplumsal gerçekliktir, onun yansımaları ve etkisidir. Ama bu böyledir diye de asla görmezlikten gelemeyiz, kaderdir diye boyun eğemeyiz. Kendimi bunun için yaratılmış görmek ve gerekirse daha da amansız kılmak durumundayım. Dışta ve açıktaki düşmanı bırakır, bu özellikleri temsil edenlere yüklenirim, sizlere yüklenirim, yiğitlik ne olduğunu gösteririm. Örgüt üzerine, taktik üzerine, savaş sorunları üzerine oyunlarınız var. En olmadık yerde kaybetme ustalığınız var. Bu, ters bir iştir veya oportünizmin bin bir biçimidir, buna vuracağız. Nereye kadar: Halledinceye kadar, en temel değerlerle dalga geçmenize son verinceye kadar, vatanı Kabe gibi bir kıblegah haline getirinceye kadar, özgürlüğü güneş ölçüsünde ihtiyacını duyduğunuz bir çekim ışığı ve merkezi haline getirinceye kadar, kimliğe ve hakka, ekmek ve su ölçüsünde ihtiyaç hissettirinceye kadar, bunun için amansız bir biçimde savaşmayı ve gerekirse yaşamını vermeyi öğreninceye kadar, bunu uygulayıncaya kadar... Benim kendime sözüm budur, çağrım budur.
Ben kendimi aldatmak istemem. Ben şuna dayanırım; bilmem şu şöyle sürdürür, hiç önemli değildir, önemli olan benim kendime saygımdır. Ben burada halkı suçlamıyorum. Bu halk, uyandığı kadarıyla, şimdi en iyisi olmaya çalışan bir halktır. Halkla benim alıp veremediğim yoktur. Haini vardır, uykuda olanı vardır, onlarla uğraşırız. Benim sorunum, bütün çabalarıma rağmen, bütün olanaklara rağmen bu savaşımın öncülüğünün tutturulamamasıdır. “Biraz oynarız” denilmesin. Bunlar çok tehlikeli oyunlardır. Politik ve askeri sahaya giren birinin müthiş olması gerekir. “Biz tersini yaparız” diyor, ama hem silah istiyor hem de gerillaya gitmek istiyor. Hâlbuki sana ısrarla ‘ülkeye git’ diyen yoktu, ‘al silahı, git savaş’ diyen de yoktu. Peki ortaya çıkan bu durumlar nedir? Gelen bütün haberler ne kadar köylüleşmiş olduklarını, daha da kötüsü ilkelleştiklerini, yoldaşlarını katlettirecek kadar canavarlaştıklarını gösteriyor.
Taktiğe gelememek nedir? Benim burada el yordamıyla bile çözdüğüm taktik sorunu görememek ne demektir? On beş bini aşkın savaşçıyı tepeden tırnağa donatıp ülkeye ulaştırdık. Hepsi de fedaiydi. Birisi çıkıp da bunları düzenleyip şanlı bir eylem gerçekleştiremiyor. Yazboz tahtasına çeviriyor. Bir köye giriş çok mu zor bir olaydır? Hele o ilk zamanlarda nefesle bile kaldırılabilecek köyler veya ilişkiler vardı. Kaldı ki hepsi seni kurtarıcı gibi bekliyorlardı. Gidip hepsini düşman haline getirdiler. Ne kazandılar? Düşmana en iyi hizmet eder hale getirdiler. Bir köye girmek, bir köyü kazanmak hiç zor değildir. Biz her gün tanımadığımız bir insana merhaba deriz ve sonra o insan yirmi yıllık dostumuz olur. Benim tarzım halen budur. Sen partiyi bu kadar arkana alacaksın ve bu insanları böyle düşmanın kucağına iteceksin!
Biz sizin gibi hiç rahat hareket edecek bir çalışma alanı bulamadık, ülkede zaten mümkün de değildi. Bir özgür vatan parçasında faaliyet icra etmek, bir ev bulmak çok zordu. Biz burada bu olanaksızlıkları olanağa çevirmek için çalıştık. Ben bu yurt dışında on beş yılımı dolduruyorum. Küçücük bir dağ parçası bile diyemeyeceğimiz bir fırsatı gördüm ve nasıl yüklendim. İlk gün “al sana mezar kadar yer” demezlerdi. Sadece bir ziyaret ettim. Bir bakış, ardından bir adım atış... Çok iyi hatırlarım, şu kayanın altına girme özgürlüğüm olacak mı diye dört gözle beklerdim. En sonunda baktım özgürlük genişliyor, genişliyor ve orada on beş bin savaşçıyı eğittim. Ki hepsi de her şeyini inkar etmişti; ne vatanseverlik vardı ne de kimlik arayışı. Hasta insanlar yığınıydı. Hepsi vatan yoluna sokuldu. Bunlar açıktır. Sözümona ülkede gerilla vardı, ama aslında hepsinin buradan gönderildiğini düşman gördü ve “Mahsum Korkmaz Akademisi’ne şöyle yükleneceğiz” dedi. En son bütün dünya dengelerini zorlayarak bizi imha etmek istediğinde, biz bu mevziyi bıraktık. Başka mevzileri işletmekte zorluk çekmedik.
Peki, bizimkiler ne yaptılar? Mevzi anlayışları, karargah anlayışları, dağ anlayışları, olanak anlayışları neydi? Bunları hiç anlamak bile istemediler. Bu yabancı ülkenin çok az tahmin edilebilecek bir yerini büyük bir sabırla, ama büyük bir ruh, yücelik ve kutsallıkla -ki etkisi süreklidir- yaşanan bir yer haline getirdik. Sen havası, suyu, zozanı, vadisi ve rengârenk bin bir çiçeğiyle, Ortadoğu koşullarına göre gerçekten cennet olarak tabir edilecek bir yerde olduğun halde orayı nasıl mahvedilen bir yer haline getiriyorsun? Sen o görkemli dağları nasıl tutamadın? Şu anda doğru dürüst bir üs geliştirilmemiştir. O dağlar insanı saklamıyor mu? O dağlar insanı mevzilendirmiyor mu? Herhangi bir savaş biçimine fırsat vermiyor mu? Hayır, hepsi mümkün. Bakmıyor, doğru bakmıyor, gözü başka yerdedir. Biz de müdahale üstüne müdahale yapıyoruz.
Orası yaşam yeridir, kutsaldır. Biz ilk çıkış yaptığımızda oranın Kabe kadar değerli olduğunu belirttik. Anlam verememişler. Ruhları yokmuş, bilinçleri gelişmemiş veya çarpıtılmış, kokusunu alamıyorlar. En çok becerdikleri basit bir köycülükmüş. Özgürlük ufku, savaş yaklaşımı unutuldu. Baba sanatına yöneldiler, “köycülük yapalım” dediler. Yapmayın, etmeyin, biz böyle çıkış yapmak istemiyoruz dedik, ama hiç dinlemediler. Var olan kültürlerini konuşturdular. Bunlar somuttur, daha fazla açmak istemiyorum. Dağı böyle kullanamazsın dedik. Nasıl köyü ve köylüyü kullanamazsan, dağı da böyle kullanamazsın. Ben diğer savaşım olanaklarını söylemeyeceğim. Yani bir silahı bulabilmek için hangi tehlikeyi göze aldığımızı bilirim. Bir roket nedir, bir fırsat nedir, bunun hikayesi çok anlatılmıştır. Roket şimdi neredeyse havai fişek gibi kullanılıyor, eğlencelik olmuş. Tabii bu geçen on yıl içinde ülkeye böyle oturtulmanın sağlam olmayacağı açıktı. Derin çözümlemelerle bu durumu aştırmaya çalıştık. Anlayışı düzelt, şimdi de taktiği düzelt, taktiği oturt! Büyük anlayış savaşımı giderek taktik savaşıma kadar getirildi.
Her şeyin boşa gittiğini belirtmiyorum. Kuşkusuz şimdi savaşın olanakları artmıştır. Eğer içine zafer sığdırılacak bir dönem kazanılmamışsa, belirttiğim gibi bunun suçlusunun kim olduğu ortaya konulmaya çalışıldı. Bizim de kendimize sözümüz var. Her şeyin heba olup gitmesine göz yumacak değildik. Bazı değerleri tutacaktık. Artık ne kadar yetenekli olur, ne kadar güç yetirilebilir bu ayrıdır. Ama bazı olanaklar var. Şimdi hayli heyecanlı, bu kadar açığa çıkmış bir gerçeklik, kazanılmış ve de kaybedilmiş değerlerin bilinci üzerine çok iyi çizilmiş bir ideolojik ve siyasal hat, yine oldukça geliştirilmiş örgüt olanakları, oldukça tutulmuş mevziler, sayısız ilişkiler, savaşçılar, elini sallasan istediğin sayıda bulabileceğin savaşçı adaylar, istediğin kadar geliştirilebileceğin hareket mevzileri var.
Reber APO
23 Haziran 1994
- Ayrıntılar
Özgürlük mücadelesi sıcak günleri yaşıyor. Sıcaklık sadece mevsimle bağlantılı gelişen bir sıcaklık değildir. Sıcaklık mücadelenin dozajıyla ilgilidir. Her geçen gün daha hızlı bir tempoyla özgürlük mücadelesi sürdürülüyor. Evet, bunun için dağlara, özgürlük dağlarına akış eskisini kat be kat aşan bir nicelik ve nitelikle sürmelidir.
Reber Apo Newroz’da halkımıza ve halklara dönük yaptığı tarihi konuşmasının bir yerinde:
“Bugün yeni bir dönem başlıyor. Silahlı direniş sürecinden, demokratik siyaset sürecine kapı açılıyor. Siyasi, sosyal ve ekonomik yanı ağır basan bir süreç başlıyor; demokratik hakları, özgürlükleri, eşitliği esas alan bir anlayış gelişiyor. Biz, onlarca yılımızı bu halk için feda ettik, büyük bedeller ödedik. Bu fedakarlıkların, bu mücadelelerin hiçbiri boşa gitmedi. Kürtler öz benliğini, aslını ve kimliğini yeniden kazandı.
"Artık silahlar sussun, fikirler ve siyasetler konuşsun" noktasına geldik. Yok sayan, inkar eden, dışlayan modernist paradigma yerle bir oldu. Akan kan Türküne, Kürdüne, Lazına, Çerkezine bakmadan insandan, bu coğrafyanın bağrından akıyor.
Ben, bu çağrıma kulak veren milyonların şahitliğinde diyorum ki; artık yeni bir dönem başlıyor, silah değil, siyaset öne çıkıyor” demektedir.
Yukarıda dile getirilenler neyi ifade ediyor? Özgürlük mücadelesinin bitmediğini tam tersine geçmişi kat be kat aşan bir kavgayı, mücadeleyi gerektiğini ifade ediyor.
Yine öyle kiminin dile getirdiği gibi sanki her şey bitmiş gibi bir gerçekliği kesinlikle ifade etmiyor. Tam tersine zorluklar geçmişten kat be kat daha fazla olduğunu dile getiriyor. Bunun için bizlerin kendimizi kat be kat daha fazla eğitmemiz, yapmamız, örgütlememiz, eyleme geçmemiz, dilimizi kültürümüzü derken komple kişiliğimizi daha çekici kılmamız gerektiğini söylüyor.
Peki, bu kadar görev nasıl yerine getirilecektir? Durduk yerde bu görevlerin yerine getirilemeyeceği açıktır. Hele hele durduk yerde kendimizi halkımızın yüreğine yatıracak özelikleri kendimizde yaratmamız asla ama asla mümkün değildir.
Dikkat edilirse demokratik siyasetten çok yoğun bir şekilde bahsedilmektedir. Demokratik siyaset zihniyetin köklü değişmesini ya da derinleştirilmesini gerektirir. Bu ise ideolojik, felsefik ve teorik derinleşme demektir.
Peki, bu ideolojik, felsefik ve teorik derinleşmeyi özel savaşın, psikolojik savaşın ve de kapitalist modernist insanı anlık olarak teslim alan ortamlarında sağlıklı yürütülebilir mi? Ya da bu kadar bireyciliklerin, kirlerin, yine sistemin alıklaştırıcı yaşam biçimlerinin hakim olduğu ortamda rafine edilmiş ideolojik, felsefik, teorik yani derinleşmiş zihinsel dönüşümler mümkün müdür? Elbette ki hayır. Bireyin düşüncelerini rafine edebilmesi için mekanların çok önemli etkilerinin olduğu tüm peygambersel hareketlerde biliyoruz. Tüm peygamberlerin büyük yoğunlaşma hareketleri her zaman dağların en uç kuytu köşelerinde, uygarlık diye bilinen yaşam canavarlarından uzak mekanlardan gerçekleşmiştir. Yine birçok devrim hareketlerinde de bunu görebiliyoruz.
Özcesi sürecin dilini, üslubunu, eylemciliğini, gerekli olan eylem biçimlerini yakalayabilmek için, yaratıcı fikirlerle demokratik siyaseti tüm topluma yayabilmek için gerekli olan derin yoğunlaşmalar mutlaka ama mutlaka uygarlığın dışındaki alanlarda yakalana bilir.
Bazıların söylediği gibi özgürlük kavgası bitmemiştir. Tam tersine kavga eskisinden dediğimiz gibi kat be kat daha büyük bir çapta ve derinlikte asıl şimdi başlamıştır. Bunun için kimin ne söylediğine bakmadan özgürlük mücadelesini bugünlere getiren değerlere inanarak, bağlı kalarak özgürlük kavgamızı kesintisiz yürütmemiz temel bir görevimizdir.
Bu görevlerimizi yerine getirebilmek için de dediğimiz gibi zihniyet yapımızı mutlaka ama mutlaka yeniden gözden geçirmeliyiz. Zihniyet yapımızı en iyi bir şekilde hem gözden geçirecek, hem derinlik sağlatacak, hem de yeniden eksikleri varsa oluşturulacak olan sahaların en temeli dağlardır. Dağların zirveleridir. Dağların doruklarıdır.
Bunun için diyoruz ki gençler dağlara akmalıdır. Dağlara yeni zihniyet formunu kazanmak için akmalıdır. Demokratik siyaseti, kültürel gelişmeyi, sosyal bilimi, felsefeyi, bilimi derken gelecekte Kürdistan'da çok aktif olarak çalışmak isteyen bir genç için ne gerekliyse onu edinmesi için dağlara, hem de özgürlük dağlarının doruklarına…
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
4 Haziran tarihinde saat 17.00 ile 18.00 arası işgalci TC ordusu savaş uçakları Medya Savunma Alanlarımız da bulunan Zağros'a bağlı Çarçela alanı üzerinde alçak uçuş yapmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
8 Mayıs tarihinden itibaren gerçekleştirmekte olduğumuz Demokratik Çözüm Yürüyüşümüze Botan Sahamızdan gelen bir gerilla grubumuz daha katılmıştır. Gerilla grubumuz Medya Savunma Alanlarımıza ulaşmıştır.
- Ayrıntılar
Demokrasi halk yönetimi demek. Demokratik yönetim de halkın kendi kendini yönetmesi. Sayısı az toplum ya da topluluklarda kendi kendini yönetme işi doğrudan gerçekleşiyor. Nüfusu çok toplumlar ise bu işi seçilmiş temsilcilerin oluşturduğu meclisler üzerinden yapıyor. Yani seçilmiş halk meclisleri halkın iradesi ve karar gücü oluyor. Bu bakımdan halk yaşamında hayati öneme sahip rol oynuyor.
Meclisin böyle bir rol oynayabilmesi için her şeyden önce adil olarak seçilmiş ve yeterli olması gerekiyor. Yeterlilik sayı, temsiliyet ve nitelik noktasındadır. Yani bir toplumu temsil edecek meclisin, o toplumun nüfusuna göre yeterli sayıda olması, toplumu oluşturan tüm kesimlerin yeterli temsilcilerinin bulunması ve işe uygun bir bileşime sahip olması gerekir.
Seçim konusu ise çok daha büyük bir önem arz ediyor. Çünkü günümüz dünyasında meclissiz yönetim kalmamış durumda. Bu meclislerin hepsi de bir biçimde seçilerek oluşuyor. Atama topluluklara artık meclis denmiyor. Yönetimin mecliste olması ve meclislerin de seçimle oluşması, iktidar güçlerini seçim olayı üzerinde iyice yoğunlaştırmış bulunuyor. Bu temelde çeşit çeşit seçim tarzlarından binbir türlü seçim hilelerine kadar çok yönlü bir durum söz konusu.
Bu nedenle her seçim adaletli olmuyor. Bazen isteyen aday olamıyor, çoğunlukla aday olsa bile eşit koşullarda yarışamıyor. İktidarı, gücü ve sermayeyi elinde tutanlar ticaret yapar gibi seçimi de kazanıyorlar. Sonuçta ortaya seçilmiş bir meclis çıkıyor, ama bu meclis toplumun iradesini yansıtmıyor. Esas olarak iktidar ve sermaye sahiplerinin çıkarını gözeten bir topluluk oluyor.
Kuşkusuz bu tür seçimler adaletli değildir. Dolayısıyla seçilen meclis de demokratik olamaz. Bu tür meclislere demokratik halk meclisi denemez. Halk meclisleri halkın iradesini ortaya çıkaran adaletli bir seçimle oluşmuş ve demokratik yeterliliğe sahip meclislerdir. Ancak böylesi meclisler demokratik yönetim gücü olabilir.
Bir de meclislerin işleyiş ve çalışma sistemleri var. Bir meclisin demokratik yönetim gücü olabilmesi için adaletli seçilmesi ve yeterli temsil gücüne sahip olması gerekir, fakat bunlar yeterli olmaz. Bunlarla birlikte demokratik yönetim işlevini yerine getirecek bir örgütlülüğe ve işleyişe sahip olması gerekir. Bu noktada komisyon esasına göre çalışmak ve demokratik bir işleyişe sahip olmak öne çıkmaktadır.
Komisyon esasına göre çalışmak bir meclisin başarısı için şarttır. Bu, yeterince uzmanın gücüne dayanarak çalışmak anlamına gelir. Bu da meclisin karar gücünü geliştirir. Toplum yaşamının her alanına dair uzmanların oluşturduğu komisyonlar temelinde çalışması bir meclisi her zaman doğru ve yeterliliğe yakın kararlar almaya götürür. Böyle olmazsa meclisler karar alamazlar, alsalar bile kararları yeterli ve çözümleyici olmaz.
Komisyon gibi demokratik işleyiş de meclisin karar gücü açısından önemlidir. Komisyonlar karar metinlerini hazırlayan ön çalışma gücü olurken, demokratik işleyiş de bu metinlerin doğru ve yeterli karar haline getirilmesini sağlar. Rahatça tartışılan, herkesi katan, eşitlik ve adalet uygulayan bir ortamın doğru ve yeterli karar gücünü geliştireceği açıktır. Yoksa güçlünün ya da çoğunluğun dediği olur.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, demokratik konfederalizm sistemini her düzeyde bir halk meclisleri rejimi olarak tanımlamıştır. Kürdistan Halk Kongresi(Kongra Gel)’nden başlamak üzere parça, eyalet, bölge ve şehir düzeyindeki halk meclislerinden köy ve mahalle komünlerine kadar örgütlenmeyi ve tüm toplum yönetimini bu meclislere vermeyi öngörmüştür. KCK sisteminin demokratik olması bu duruma bağlıdır.
Bu doğrultuda yaklaşık on yıldır Kürdistan parçalarında ve yurtdışında örgütsel faaliyet yürütülmektedir. Bir parti-cephe sisteminden örgütlü demokratik toplum sistemine, yani halk meclislerine dayanan demokratik konfederalizm sistemine geçilmeye çalışılmaktadır. Bu konuda çok yoğun çabalar harcanmış ve çok önemli bir tecrübe yaşanmıştır. Şimdi tüm bunların dökümünü yapmaya ve bu konuda yeni bir hamle geliştirilmeye ihtiyaç vardır. Önder Abdullah Öcalan’ın yürüttüğü yeni demokratik çözüm süreci bunu gerektirmektedir.
Her şeyden önce, yaklaşık on yıldır yürütülen söz konusu çalışmalar hangi sonuçları vermiştir? Kaç meclis ve komün örgütlenmiştir? Bu meclis ve komünlerin sürekli olma ve rol oynama durumu nedir? Ne kadar karar veya kanun çıkarmış ve kendini ne kadar yönetim gücü yapmıştır? Kürt halk demokrasisini ifade eden halk meclisleri rejimi ne kadar gelişmiştir? Bu konuda olumlu ve olumsuz sonuçlar nelerdir? Her yerde ve herkesin bu sorular temelinde bir değerlendirme yaparak yeni hamleye yönelmesi başarı açısından şarttır.
Kuşkusuz biz burada geniş bir değerlendirme yapacak değiliz. Bu ne doğru ve ne de gereklidir. Bunu herkesin kendisi yapmalıdır. Fakat görünen o ki, halk meclislerini örgütleme ve işletme doğrultusunda yakın geçmişin heyecanında azalma yaşanmaktadır. Halk meclisine dayalı yönetim sistemi üzerine araştırma ve düşünce üretme de zayıftır. Yeterli düşünce olmazsa yaratıcı pratik nasıl gelişecek?
Bu konuda pratiği zayıflatan bazı hususlar vardır. Bunların tespit edilip giderilmesi, yeni bir hamleyi örgütlemek için kesin gereklidir. Örneğin araştırma zayıflığını ve heyecan azlığını belirttik. Oysa bunlar aşılmadan yeni hamle olmaz. Yine bu çalışmanın önünde ciddi zorluklar da vardır. Her yerde aynı olmasa da, birçok alanda ciddi engel ve zorluğun yaşandığı bir gerçektir.
Örneğin Kuzey’de bu çalışmalar suç sayılmış ve yasaklanmıştır. AKP yönetimi halk meclisleri örgütlemeyi “terör faaliyeti” sayıp yüzlerce siyasetçiyi tutuklamıştır. Hala binlerce tutuklu, onlarca toplu siyasi dava vardır. Bu saldırılar halk meclislerini örgütleme çalışmasını ciddi biçimde zorlamıştır. Bunlar biliniyor. Fakat her şeyi buraya bağlamak, bu durumu gerekçe göstererek yeni meclisler örgütlememeyi ve meclis sistemini geliştirmemeyi izah etmek doğru değildir. Evet, ciddi engel ve zorluk vardır, fakat ısrarlı ve direngen bir çalışmayla da bu engel ve zorluklar aşılıp çalışma geliştirilebilir. Burada ısrar ve direngenlikte zayıflık yaşanmaktadır.
Diğer yandan, bu konuda parti kadrosunun ciddi bir darlığı ve tutuculuğu yaşadığını geçen hafta yazmıştık. Kadro dar ve tutucu olursa meclis örgütlenmesine kim öncülük edecek? Demekki hızlı bir düzeltme gerekiyor. Kadrodan veya karşıtların baskısından kaynaklı olsun, bu konuda mevcut durum şudur: Halk meclislerini örgütleme çalışmasında bir zayıflık ve yetersizlik var. Geçmişte örgütlenenlerin bir kısmı dağılmış veya dağıtılmış. Olanlar da doğru ve yeterli bir tarzda işletilmiyor. Dolayısıyla halk meclisleri gerçek anlamda meclis olmuyor. İmkânlar varken yeni meclisler oluşturulmuyor.
Şimdi bu duruma kesin bir son vermek gerekiyor. Yeni süreç bu konuda engelleri kaldırıp yeni imkânlar açtı. Rojava devrimi çok önemli bir alan yarattı. Bunların etkisi dört parçada ve yurtdışında var. Halk meclislerini örgütleyip işletmek ve demokratik konfederalizm örgütlülüğünü bu temelde geliştirmek için her alan ciddi imkâna ve fırsata sahip. O halde her türlü hata ve yetersizliği aşarak bunları değerlendirmek lazım. Şimdi devrimci görev bu!
Selahattin ERDEM
Yeni Özgürpolitika
- Ayrıntılar
Cemal yoldaş dağa 2002 yılında gelmişti. Onu ben Kandil’de tanıyacaktım. Uzun bir süre aynı taburda kaldık. Tabur gücüne göre yaşı ileri sayılırdı. Tabur’daki yoldaşların yaş ortalaması 22 ya da 23 iken Cemal yoldaş 29 ya da 30 yaşlarındaydı.
Arkadaş yapısına göre yaşça büyük olması yer yer şaka konusu yapılabiliyordu. O 4 yıl boyunca Balkanlarda çeşitli düzeylerde çalışmalarda yer alarak gelmişti. Bu bağlamda yeni bir arkadaş değildi. Bir kadroydu. Birçok yerde görev almış en zor süreçlerden geçmişti. Ancak gerillada yeniydi. Yeni savaşçı eğitimi görmüş sonra da direkt bizim tabura gelmişti.
Cemal yoldaş örgüte yazdığı bir raporda kendisini tanıtırken şunları yazacaktı:
“ Raporumu yazarken kısa bir özgeçmişimi yazmak istiyorum. Ailem yurtsever, Amed merkezinde oturuyor. Örgütle ilk tanışmam 1990 sonlarında başladı. 1991’nin başında saflara gidip katılmak istedim. Fakat kabul edilmeyip beni geri gönderip milis olmamı istediler. Beş kişilik bir grupla komite kurup 1993’lere kadar aktif çalışmalara katıldım. Düşmanın yönelimlerinden sonra 1993–1996 yılına kadar aktif katılamamış olsak da ilişkimi sürdürdüm. Aynı zamanda çalışmak zorunda kaldım. Maddi durumumuz düşük olduğundan dolayı 1998 yıllarına kadar Amed ve metropollerde ayrı ayrı ilerde birkaç defa yakalanıp serbest bırakıldım somut kanıt olmadığından dolayı. 1998’de Bursa cezaeviyle ilişki kurdum. Sa. arkadaşlar tarafından Ro. üzeri Y.’a gittim.
Bilindiği gibi 9 Ekim komplosu başladı ve bunun önemli bir ayağı da Yunanistan’dı. Oldukça zorlu bir süreç yaşandı. 2002 yılına kadar Yunanistan’da kaldım. Birçok çalışmada kaldım. Aynı zamanda son bir buçuk yıldır Yunanistan yönetiminde yer alıyordum.
Ülkeye gelmek için birçok defa raporlar ve dayatmalarım oldu fakat kabul edilmiyordu. En son beni başka devletlere göndermek istediler ama ben kabul etmedim. Ülkeyi dayattım ve 2002’nin başında İran üzeri Kandil’e geldim… “
Evet, Cemal yoldaş önceleri partiye katılmak istemiş ancak arkadaşlar onu almamışlar bu kez Yunanistan’da kadro çalışması yaparken dağa gelmek istemiş bu kez oradakiler Cemal yoldaşı göndermemişlerdi. Netice de Cemal arkadaş gerilla için ileri yaş denilebilecek bir yaşta gerillayla buluşacaktı.
İşte ben onu bu süreçlerde tanımıştım. Biz ona takılmasına takılıyorduk ancak Cemal yoldaşı tanıyanlar da bilirler ki o kolay kolay daralmayan biridir. Ve bilirler ki o hiçbir yoldaşını incitmeyendir. Ve bilirler ki o ona görkemli yakışan gülümseme tüm takılmalara rağmen yüzünden düşmeyendir.
Evet, Cemal yoldaş dağa geç gelmiştir. Ancak adeta nasıl ki bir insan susar ve ilk gördüğü çaydan, arktan, pınardan, kaynaktan öyle doyasıya kendisini boyunca uzatarak içerse işte Cemal yoldaşın da ülkeye olan bu hasreti ancak ciddi bir dindirmeyle mümkün olabilirdi. Bunun arayışı içerisinde olan Cemal yoldaş yaşadığı onca cephe deneyimi, uluslararası deneyimi ve tabii ki halkla kadroyla deneyimi onu dağda sadece ve sadece avantajlı kılacaktı. Ve nitekim o erkenden hem de çok erkenden bulunduğu timin, takımın, bölüğün ve taburun en çok sayılanı olacaktır.
Müthiş soru soran bir arkadaştı. Sanki yeni katılmış gibi heyecanlı heyecanlı tartışırdı. Müthiş yaşama katılandı. Hiç de çekinmeden söyleyeyim: belki de dağın en komünal yaşayan yoldaşlarındandı. Nasıl olmuşta da o kadar Avrupa’da kalmasına rağmen bunu başarmıştı halen anlamış değilim.
Gerçekten sade ve saf bir Kürttü. Temizdi, saftı, sevgi dolu biriydi. Hani İsa’da bir yanağına vururlarsa diğer yanağını göster ilkesi var ya, Cemal yoldaşta bunun daha ilerisi vardı. O yoldaşlarını incitmemek için her iki yanağını da verendi.
Yaşamdaki duruşu oldukça radikaldi. Yaşam dışılıklara asla izin vermezdi. Taburun tümü Cemal yoldaşın eleştirilerinden korkardı. Çünkü onun yaşam duruşu sade olduğu için yaptığı eleştiriler daha anlamlı oluyordu, değerli oluyordu. Disiplinsizlik olduğunda eleştirirdi, çünkü o müthiş disiplinli bir gerillaydı. Fedakârsızlığı mı eleştirecek, o müthiş fedakâr bir yoldaştı. Ya da üslup konusunu mu eleştirecek, onun üslubu güzeldi.
Hatırlıyorum hafiften saz çalardı. Ve hafiften türkü söylerdi. Onun bulunduğu takımdan sadece ve sadece türkü söylememi ve de onun türkü söylemesini dinlemek için bir gün gitmiştik. Gece yarılarına kadar türkü söylemiştik.
Evet, Cemal yoldaş güzel bir insandı. Sonraları taburdan çıkmış ağır silah takımın sorumlusu yapmışlardır. Kani Cenge’nin şehit Kajin tepesinde 14,5’luk vardı yanında. Ve tabii bir sürü başka silahlar da. O bunların hepsini öğrenmişti. Sadece onunla kalmak için 2 gün yanında kalmıştım. Ve her konuşmak istediğimde onu cihazın başka bir kanalına çekerek bol bol tartışmışızdır.
Evet, Cemal arkadaş gerçekten dağın en güzel olanlarındandı. Sevecendi. Hep sormuşumdur; acaba dağda incittiği bir karınca var mı diye? Karıncaların dili olsa da daha doğrusu bizim anlayacağımız tarzda bir dilleri olsa kesinlikle hayır diye cevap vereceklerdir.
Cemal yoldaş ağır silah takımına gitmeden önce kuzey gruplarına girmişti. Ancak o dönem yaşadığı fizik sorunlarından dolayı 2003 yılında çıkarılmıştı. Ancak o hiçbir zaman pes etmemiş ağır silah takımından sonra Özel Kuvvetlere önerisini yapmış ve önerisi kabul olmuştur. Yıllarca Özel Kuvvetlerin bir elemanı olarak aktif çalışmalara katılmıştır.
Cemal yoldaş bu kez de Özel Kuvvetlerde adım adım kendisini geliştirecektir. Onun araştıran, inceleyen ve ona has olan nezaketi saygı dolu üslubuyla birleşince çok erkenden sevilen biri olacaktır. Ben onu Özel Kuvvetler çalışmasında birçok yerde görmüşümdür. Eskisi gibi sık değil ancak az da değil.
Onu en son kuzeye gitmeden önce 2007’da Zap’ta görecektim. Özel Kuvvetleri ziyarete gitmiştim. O da oradaydı. Ve kuzey için hazırlık yapıyordu. Aynen 2002 yılında yeni gelirken tanıdığım gibiydi. Canlıydı. Coşkuluydu. Sevecendi. Heyecanlıydı. Ve de ilgiliydi.
Evet, ona sanki zaman işlemiyordu. Onun ruhsal derinliklerindeki pozitif enerji adeta bitmeyen bir kaynak gibi onun yüzüne yansıyordu. Güleç kılıyordu. Samimi söyleyeyim ki onun kadar nazik bir gülüşe az rastlamışımdır. Doludizgin gülenleri, güleçleri görmüşümdür. Ama Cemal yoldaşın güleçliği kendisine hastı. Ona müthiş gidiyordu.
Evet, o bu güleçliğiyle kuzeye Dersim’e yöneldi. Hayali Amed’di ancak Kürdistan’ın başkenti her yerde hissedilebilirdi. Bir Dersim’de de insan Amed’i yaşayabilirdi. O bu heyecanla Dersim’e koyuldu.
Cemal yoldaş pratikte nasıl çalıştığını bilemiyorum ancak onunla kalan biri olarak karınca kararınca onun emeğini katarak çalıştığına adım gibi eminim. O gittiği her yerde istisnasız yoldaşlığın en güzelini yaşamış ve yaşatmıştır. O sanki PKK’nin yoldaşlığını süzülerek yaşayan biri olarak hiçbir zaman yoldaş kelimesini ağzından düşürmemiştir. O yoldaşlığı bir bayrak olarak yükseklerde hep dalgalandırmış ve en iyi yoldaş olarak kalmasını da bilmiştir.
8 Haziran 2008 yılında Ovacık’ta düşman güçleriyle yaşanan bir çatışmada Cemal yoldaşı, o güleç, sevecen, narin, emekçi ve yoldaşlığın güzel timsali yoldaşı kaybettik. Onu sonsuzluklara uğurladık.
Biliyoruz, biliyorum senin için çok mu ama çok erken oldu bu gidiş. Dağa geç gelmiştin hâlbuki senin dağı çok uzun yaşaman gerekirdi. Senin özlemini giderecek bir zamana ihtiyacın vardı. Ancak düşman buna izin vermedi.
Güzel yoldaş düşmana inat senin yoldaşların olarak senin bu dağlara olan özlemini hiç eksiltmeden yaşatacağımıza sana söz veriyoruz.
Ruhun şad olsun güleçliğin güzel timsali yoldaş, ruhun şad olsun.
Mücadele Arkadaşları
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
8 Mayıs tarihinde aldığımız karar doğrultusunda başlattığımız demokratik kurtuluş ve özgür yaşam Hamlesi yürüyüşümüz çerçevesinde 1 Haziran Tarihinde Botan Sahamızdan yeni bir grubumuz Medya Savunma Alanlarımıza ulaşmıştır.
- Ayrıntılar