Basına ve Kamuoyuna!
20 Ocak gününden beri Medya Savunma Alanları’nın Zap bölgesine bağlı Çiyaye Reş ve Xeregol alanlar ile Bêtkarê köyüne yönelik işgalci TC ordusu tarafından obüs ve havan toplarıyla bombardımanlar düzenlenmektedir. Saldırılar devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Havalar bozuk. Dışarıda sert bir rüzgar ve yere düşmek için hiç de acelesi olmadığı her halinden belli olan kar taneleri var. Yağsam mı yağmasam mı; yağsam da tutsam mı diye soruyor kar.
Mangamız ise dışarıyla tam tezat. Yoldaşların sohbetleri, sobanın sıcaklığı, televizyondan gelen acılı tarihin yanıklaştırdığı sesten yayılan Kürt ezgileri gevşetiyor insanı. İçim geçmiş, uyuya kalmışım.
Televizyondan gelen sesler değişmişti. Gözlerim kapalı dinliyordum. Duymaktan hiç de haz etmediğim bir sesin mikrofondan yayılan ekolu, kah yükselen kah heyecanlanan kibir ve horlamayla dolu, hakaretamiz söylemleri çalındı kulağıma.
Bükemediğin eli öpeceksin diyor ya atalarımız, anlıyorum ki ya bu sözden habersiz, ya da anlamını bilmiyor ve “Silahları bırakmalarını istiyorum” diyor ses.
Artık rüyalarından ayrılmadığı belli olan derin bir özlem ve tutkulu bir isteğin tek’li hezeyanlara sığdırılması gibi bağırıyor kalabalığa. Sonra da müsebbibi kendisi değilmiş gibi sıkılı yumrukların; “Sıkılı yumrukları aradan çekip, öfkenin, nefretin diline bir son verip insanca yaşamanın önünü açmamız, bunu güçlendirmemiz gerekiyor" gibi garip bir cümle kullanıyor.
Her zaman olduğu gibi işlediği suçu yüzüne vurulan ve yakalanmış olmanın utancını saldırgan bir üslupla bertaraf etmeye çalışanların ruh haliyle “Birileri çıkıyor hükümeti, devleti operasyon yapmakla bu süreci zedelemeyle suçluyor” feveranında bulunuyor.
Ve devam ediyor “Terör örgütü silahı bırakmadığı, saldırılarına son vermediği sürece biz terörle mücadeleyi kararlı şekilde sürdüreceğiz. Hiç kusura bakmasınlar, elinde silahla benim güvenlik güçlerime kast edenlere, arkadan gelip benim polisimi şehit edenlere karşı biz toprağımızı, vatanımızı geri adım atmadan savunuruz ve savunuyoruz.”
Tüm devlet kademelerinin sözcüsü, uygulayıcısı, başı olmakla yetinmeyerek cumhurbaşkanı görevi olan “başkomutanlığı” da kimselere kaptırmak istemeyen zat, cepheye inmeye hazırlanıyor.
Ecdadının at üzerindeki yıllarına atıfta bulunması da zaten boşuna değildi. “Yeni Osmanlıcılık” ya da “imparatorluk hayali” olarak adlandırılabilecek süreçte başta Kürtler olmak üzere el atabildiği her yerde yeni sömürgecilik kanalları açmaya uğraşan bir çağdışı söylem ve icraatla ‘istikrarlı’ bir şekilde ilerlemeye devam ediyor. Tabii ki yine saldırısının meşruiyetini yaratmak için “savunma” gerekçesine başvuruyor.
Halbuki kendileri de Türk iç ve dış politikasının “atak”, “dinamik”, “saldırgan”,“özneleşen” yönünden sıkça söz ediyorlar. Ve bu ‘yeni’ özelliklerle yeni işgal ve sömürü hareketini Kürdistan’da başarmamaları durumunda hiçbir yerde başaramayacaklarının farkındalar.
Saldıran, yumruklarını sıkan, “var mı bana yan bakan” narasıyla gelene geçene omuz atan ve ne hikmetse her seferinde dayak yemekten kurtulamayan sokak kabadayısı Erdoğan ve politikalarının başarı kazanma şansının sıfıra yakın olduğu ortadayken bu sözler tebessüm uyandırıyor.
Çünkü haklı değil ve çünkü meşru değil.
Yalan ve düzenbazlıkla, gerçekleri tersyüz etmekle, hile ve entrikayla, komplo ve kumpaslarla amacına ulaşmak isteyen her kişi, devlet ve topluluğun yaşadığı yenilgiyi yaşamak zorunda kalacağının oldukça farkında.
Son süreçteki yeniden sözde barış arayış ve söylemlerinin bu anlamıyla herhangi bir kıymet-i harbiyesi yok. Saldırganlığının bedelini ödetecek bir gerilla ordusunun varlığı uykularını kaçırmaya devam ediyor. Bu orduya duyulan sevginin, halkın her gün yaptığı “İNTİKAM” çağrılarının anlamını çok iyi biliyor. Bu nedenle de şu aşağıdaki saçma sözü yineliyor konuşmasında
“Sağduyulu, samimi en önemlisi de vicdanı olan bir insan, öldürmek için gelen teröristin hakkını değil, öldürmek için kurulmuş terör örgütünün hakkını değil insani olanın, insanın hakkını savunur. Böyle olması lazım.”
Yani, diyor ki, “Tamam, Paris olayında onları savundunuz ama onlar ölmüştü. Sakın ha sağların hakkını aramayın, onlarla birlik olmayın, yanaşmayın bile. PKK’yi meşrulaştıracak, bırakın onu, hakkında olumlu konuşacak tek insan kulunun alnını karışlarım. Hepsini ölmekten beter ederim.”
***
Dışarıdaki buza kesmiş havayla tam ters bir sıcaklık yayılıyor bedenime. Ne manganın sıcaklığı, ne yoldaşların varlığı değil bu sıcaklığın nedeni. Paris’ten, Nusaybin’den, Lice’den, Çele’den, Medya Savunma Alanları’ndan gelen haberlerin; halkımın İNTİKAM çağrıları ısıtıyor içimi.
Zat’ın feveranlarının, nafile çabalarının ve gözü dönmüş saldırganlığının yarattığı kin ve öfke alevlendiriyor ateşi.
Yüreğim ısındıkça ısınıyor. Binlerce yoldaşım gibi, halkım gibi...
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Daha henüz oyun çağımızdayken gerillada silah arkadaşı olduğumuz Halil İvedi (Fadıl) Hasan Çelik (Cemil), Hasan Adak (Behri) ve öteki pek çok arkadaş ile mahallede oyun arkadaşıydık. Halkımızın ve ülkemizin gerçekliğinden dolayı yarım kalan doyamadığımız oyunlarımızın özlemi içimde, yüreğimdedir hala.
Bunlar arasında en sık oynadığımız oyun Gurki bilezi oyunuydu. Bu oyunda: sicim ile sarılarak yapılmış yan yana açılmış iki avuç içine sığacak büyüklükte bir çaput top ile yukarıdan aşağı, topa vuruş noktasına doğru kalınlaşan orta boy bir sopa vardır. Takımlar, düz bir alanda, epeyce bir mesafede karşılıklı yerlerini aldıktan sonra, bir takımın görevlisi, topu karşı takımın üzerine fırlatır; karşı takımın görevlisi de elindeki sopa ile üzerine gelen topa vurmaya çalışır. Bu takım havalanan topu yakalarsa oyunu kazanır; yakalayamazsa kazanan öteki takım olur.
Bu satırları okuyan, batı merkezli düşünmekten muzdarip ışıldak okuyucu, o egemen nitelikli salt analitik “bilgeliği”nin ekeliği içinde:
Aaa… Bu oyun Amerikan beyzboluna ne çok benziyor… Diyecektir.
Ma, ne var ki böyle bir söylem ve yaklaşım; bir nineyi torununa benzeterek ona:
Aman nineciğim, torununuza ne kadar benziyorsunuz, hık demiş burnundan düşmüşsünüz vallahi, ancak bu kadar olur ha… Demek kadar absürt, abes, ve görünüşteki bütün kesinligine rağmen ters ve komik bir durumdur bu okuyucu…
Ma bu, her şeyi kedisiyle başlatan narsist eğemen batı merkezlilikteten, bu dramatik komiklikten hepimiz bir parça muzdarip değil miyiz?
Bizim Gurki bilezi Amerikan Beyzboluna değil, Amerikan Beyzbolu bizim Gurki bileyize benzetilebilir.
Çünkü bugünkü batı toplumları ve egemen sınıflı toplum uygarlığı, egemen tarihin kaydetmekten bilinçli bir özenle kaçındığı, yok saydığı kadın eksenli çağda, Kürdistan’dan-Botan’dan batıya Avrupa’ya göç eden kadın eksenli tarım toplumları ve onların tarım uygarlıklarının üzerinde yükselmektedir. Öyle ki günümüzün sanayi ve sanayi ötesi toplumlarının altyapılarındaki tarım toplumu ve tarım uygarlığının kadın eksenli temel degerlerini, mümkün olsa da tutup çekiversek, geriye beyni-iç organları alınmış insan kadavrası gibi bir şey kalır ki, bu da zaten mevtadır, okuyucu…
Nitekim bugünkü centilmen İngiliz egemenleri soyluların tutkulu hobileri Golf oyunu da bizim Botan çıkışlı bir oyundur. Centilmenler gocunmasınlar ama Botan’da bu oyunu özellikle Koçer çobanları oynarlar. Aryen çobanlarının ana yurtları Botan’ın sadık Koçer çobanlarının Anglo-sakson soylularından centilmenlerinden daha tutkulu oynadıkları bu oyunda: Gurki bilezi de ki toptan çok daha küçük ve çok daha sıkı sarılmış bir top (Kürtçe Go…) bu kez topa vuruş noktası bir sopa; ve topun içine girebileceği büyüklükte bir çukur vardır. Her oyuncu kendi başına olmak kaydıyla iki-üç-dört ve daha fazla oyuncuyla oynanan oyunda, oyuncular ellerindeki sopalarla vurdukları topu, yerdeki çukura sokmaya çalışırlar.
“Go bilezi” yani top oyunudur. “Go” ile “Golf”ün köklerinin de aynı olduğu görülür.
Gerillanın Anılarından
- Ayrıntılar
Bir kez daha Kürdistan özgürlük mücadelesinin öncü kadrolarından, PKK kurucularından Sakine CANSIZ yoldaşı ve yanında şehit düşen Fidan DOĞAN ve Leyla SAYLEMEZ şahsında Kürdistan Özgürlük hareketine, Kürdistan halkına ve Kürt kadınına yönelik Türk sömürgeci yeşil gladyonun bu alçakça saldırısını tüm devrimci nefretimle lanetliyorum. Bu her üç öncü yiğit Kürdistanlı kadına sıkılan kurşunlar, Kürdistan halkına, Kürdistan özgürlük hareketine ve Kürdistan kadınına ve özgür geleceğine sıkılmıştır. Halk ve ülke olarak bizi yok etmek, geleceksizleştirmek için yapılan bu katliam, kendi topraklarımızda özgürce yaşamımızın önünde engel olamayacaktır.
Leyla SAYLEMEZ’in kızkardeşinin Paris’te yapılan mitingde, yaşadığı büyük acıya rağmen söylediği “siz ne yaparsanız yapın, biz Kürdistan’ı kuracağız, Kürdistan’a gideceğiz orada yaşayacağız, ne yaparsanız yapın…!” sözleri Türk sömürgecileri başta olmak üzere, bu katliamda şu veya bu biçimde yer alan tüm uluslar arası güçlere verilen en büyük cevaptır!
Bu yiğit Kürdistanlı üç öncü kadın için, bu direniş ve cesaret abidesi, bu özgürlük ve onur sembolü devrimci kadınların anısı önünde eğilirken, bir kutsal yemin gibi söylenen sözlere canı gönülden katıldığımı belirtmek istiyorum. Bu tüm Kürdistanlıların da sürekli yenilenen yemini olmalıdır. Acımızı güce, birliğe,örgütlüğe, SERHILDANA ve büyük tarihsel intikama dönüştürmeliyiz. Bu eşsiz güzel insanlarımızın anısına verilecek en doğru cevap ancak böyle olur. Başka türlü yaklaşım ne düşünülebilir, ne kabul edilebilir.
Katillerin Türk sömürgecileri olduğundan kuşku yoktur. Son yıllarda PKK-KCK-HPG yönetiminin sömürgeci Türk hükümeti tarafından açıkça imha edilmesinin hedeflendiğini bilmeyen yoktur. Hatta bu ABD büyük elçisinin Türk hükümetine nasıl bir teklif götürdüğü de bilinmektedir. Tayyip Erdoğan, Hüseyin Çelik ve basınlarının katliamı “PKK’nin iç çatışması” olarak nitelemesi katillerin gerçeğini gizlemeye yetmez.
AKP devleti, Kürdistan Halk Önderiyle yaptığı görüşmeyi, çok farklı bir biçimde yansıtarak kendine göre istediği gibi bir atmosfer oluşturmaya çalışmaktadır. Bir taraftan AKP-Fethullah Gülen basını bir taraftan da, bunun etkisinde kalan bazı liberaller ve sınırlı Kürt çevreleri tarafından ortalık adeta “Barış” a kesilmişken, öte yandan Sakinelerin katliamı, hiç eksilmeyen siyasi soykırım operasyonları, gerillaya yönelik imha operasyonları ve en son olarak Nusaybin’de gerçekleştirilen operasyon sonucu Mehmet Şirin Cebe ’nin katledilmesi…Zap ve Gare’nin saatlerce sömürgeci Türk ordusunun savaş uçakları tarafından bombardıman edilmesi…Keşif uçaklarının yoğun keşif faaliyetleri…
Bütün bunları nasıl anlamak lazım? Bu nasıl bir barış sürecidir? Eğer barış bu ise, peki savaş nedir?
Sömürgeci AKP devletinin tüm tasfiye planları, Kürdistan halk önderinin İmralı’daki duruşu, Gerillanın devrimci hamlesi, halkın serhıldanlaşan eylemliliği ve Batı Kürdistan’daki Kürt halkının zaferi karşısında çökmüştür, çökertilmiştir. AKP devletinin başbakanının Kürdistan halk Önderi’nin ayağına gitmesinin temelinde böyle bir gerçeklik vardır. Kürt halkının yeminli düşmanlarından birisi olan Tayyip Erdoğan’ın sürekli bir biçimde söylediği ve izlediği bir politika vardır: krizi ve çıkmazları fırsata dönüştürme ve burdan çıkış yapma. Kürdistan özgürlük mücadelesi karşısında bir çöküşü yaşamasına rağmen bu durumu kendi lehine çevirmek için aynı yolu-yöntemi izlemek istediği anlaşılmaktadır.
Sömürgeci AKP rejiminin psikolojik savaş konusunda oldukça tecrübeli olduğunu belirtmekte yarar vardır.Türk devleti zaten Kürt ulusunun yokluğu temelinde oluşturulmuş bir özel savaş devlettidir. Sömürgeci AKP devleti yaşadığı krizli ve çöküş durumundan çıkarken başvurduğu en temel araç psikolojik savaş olmaktadır. Bunu da büyük mali gücü, iktidar olanakları ve eriştiği geniş medya tarafından yürütmektedir.
Öyleki, sanki bir barış ortamı var, sanki gerçekten de Kürdistan halk Önderiyle bir anlaşmaya varılmış gibi bir hava yaratılmış, yol haritası bile çıkarılmıştır! Cumhurbaşkanından, başbakanına ve basınına kadar AKP sömürgeciliği bir taraftan böyle bir hava yaratırken, öte yandan Kürdistan özgürlük hareketine, yönetimine ağzına geleni söylemeye devam etmektedir. Ancak öte yandan da, sanki bütün bunlar yokmuş gibi,” süreci sabote etmek isteyenler olabilir, süreç hassastır, herkes sözlerine, hareketlerine, üslubuna dikkat etmelidir, Kürdistan demeyin hassasiyet yaratır, Türklerin hassasiyetine dikkat etmek lazım( peki Kürt ulusunun hassasiyetleri ne olacak)” diye habire nasihatlar geliştirilmektedir! Ta bi Lice’de yılbaşı günü katledilen 10 özgürlük savaşçısına nasıl ve neden operasyon yapıldığı üzerinde neredeyse kimse durmak dahi istememektedir. Demek oluyor ki, Kürt çocuklarının ve özgürlük savaşçılarının payına düşen ölümdür! İşte psikolojik savaş operasyonu denilen olay böyle birşeydir.
Yine bir taraftan Hüseyin Çelik ve Tayyip Erdoğan Kürdistan özgürlük hareketini suçlarken öte yandan Bülent Arınç Amed’de timsah gözyaşlarını dökmektedir. Öyle döküyor ki, bazı Kürtleri gerçekten de etkileyebiliyor.
AKP sömürgeciliği açıktan planlanmış bir psikolojik operasyon yürütmektedir. Genel olarak psikolojik savaş, özgürlük mücadelesi yürüten örgütlere, birey ve çevrelere karşı yürütülen bir savaş olarak tanımlanır. Amaç, ''onların hislerini, düşüncelerini, objektif muhakeme yeteneklerini, davranışlarını etkilemektir''. Bunun için de, özel olarak semboller, bilgiler ve sözcükler seçilir. Yani zihinler, ruhlar ve davranışlar hedef alınır. İstenilen kalıba sokulmaya, sınırlar çizilmeye çalışılır. Söz ve davranış kalıpları hedef kitleye kabul ettirilmek hedeflenir. Öte yandan da hedef kitle içinde kafa karışıklığı, muğlaklık, kuşku yaratılarak, sonuçta parçalanarak etkisizleştirilmek istenir. “Zihin ve hafıza konularının inceliklerinden faydalanır, iyi bir konu seçip, onu çekici hale getirip, ısrarla tekrar etmek anlamına gelir. Bir tür beyin yıkama yöntemidir. Halk kitlelerinin daima, inanmak isteklerine ve ihtiyaçlarına hitap eder.” (psikolojik savaş)
Yukarda da izah ettiğimiz gibi, AKP için artık yolun sonuna gelinmişti. Plan-projeleri çökmüştür. Artık halkların barış ve çözüm talebi ve arayışı görmezden gelinmeyecek bir duruma gelmiştir. Barışa, Kürt ulusunun haklarına saygılı olma, tanıma ihtiyacından değil, buna mecbur olmuş olmaktan hareketle konuşmaktadır, sömürgeci hükümet. Tam da böyle bir ortamda, “Barış, diyalog, müzakere” sözcükleri bu AKP cenahı tarafından kullanılmaya başlandı. Kürt ulusunun özgürlük sorunu sadece Türk devletinin değil, bölgenin ve uluslararası sorun haline gelmiştir. Böyle bir ortamda kitlelerin dikkatini çekecek, taleplerine denk gelecek sözcük ancak ve ancak “Barış, diyalog, müzakere” sözcükleri olabilirdi. AKP de bu sözcükleri seçti ve bunları bugün çok yaygın bir biçimde kullanmaktadır. Bununla birlikte “terörü bitirmek, terör belasından kurtulmak, PKK’yi silahsızlandırmak” kavramlarını kullanmaktadır. İlk sözcüklerle Kürtleri, liberalleri avlamaya, diğer sözcüklerle de Türk kamuoyunu kazanmaya çalışmaktadır.
Burda samimiyet ve gerçek, adil çözüm değil, tasfiye planından sözetmek için çok daha somut neden vardır.
Öyleki Oramarda Kürdistan özgürlük gerillasına teslim olmak zorunda kalan sömürgeci türk ordusuna mensup sekiz türk askerini teslim alma ve kurtulması için girişim yapma yerine, “ keşke ölselerdi” diyen M.Ali Şahin gibi birisi, bugün bu sözcükler ağzına hiç yakışmamasına rağmen, bol bol kullanabilmektedir.
2009 Baharında iyi şeyler olacak diyerek, adeta siyasi soykırım operasyonlarının başlangıç vuruşunu yapan sömürgeci sistemin cumhurbaşkanı Abdullah Gül’de bugün herkese süreç konusunda nasihat etmektedir. Bunu da, Kürdistan özgürlük hareketine her türlü hakareti yaptıktan sonra yapmaktadır. Oysa bu Abdullah Gül dün gerillaları katleden sömürgeci ordu komutanlarına “ iyi iş becerdiniz çocuklar” diyen birisiydi. Ne oldu?
Tayyip Erdoğan ise sanki daha dün “ kadın da olsa, çocukta olsa güvenlik güçleri gereklerini yerine getireceklerdir, tek devlet, tek millet, tek vatan…bunu kabul etmeyen varsa başka yere gitsinler” diyen kişi değilmiş gibi, “barış savaştan daha zordur, biz zoru seçtik” diyebilmektedir. Roboski katliamını gerçekleştiren komutana ödül veren, Roboski katliamının yıldönümünde, katliamı savunan, normalleştiren T.Erdoğan nasıl olurda gerçek barış konusunda samimi olabilir? Kim inanır?
Hele hele Kürdistan halk Önderiyle görüşmeler başlatıldıktan sonra söylediklerini nasıl anlamak gerek? “Açık söyleyeyim. Anadilde eğitim diye şu anda masamızda verilmiş herhangi bir şey söz konusu değil. Böyle bir gündemimiz de yok. Şu anda Türkiye'de ana dilini öğrenmek için bütün imkanları hazırladık. Üniversitede, lisede buyursun seçmeli ders olarak girsin ana dilini öğrensin. Ama biz ülkemizde bölünmeye vesile olabilecek bu tür fırsatları veremeyiz. Birileri bizimle farklı konuları tartışıyorlar ve konuları da bilmiyorlar…Bölücü terör örgütünün Türkiye’yi terk etmesidir amaç, silah bırakarak terk etmesidir..Yani önce Kuzey Irak’a çekilmek sonra silah bırakmak değil.. Silah bırakarak çekilmek..AK Parti iktidarında af veya İmralı’ya ev hapsi olamaz”
Ya Fethullah Gülen münafığının son söylediklerine ne denmeli? Kürdistan özgürlük hareketine ve halkına yönelik olarak, “hakkı kötektir olan bunlar, allahım bunların da altlarını üstlerine getir, birliklerini boz, evlerine ateş sar, feryadını figan sar, köklerini kes, kurut ve işlerini bitir”. Kürdistan da, asimlasyonu geliştirmek ve Kürt ulusunun soykırımını tamamlamak için kurduğu cemaatin kadrolarının nasıl canla-başla çalıştıklarını, polis örgütünün de nasıl halkımıza, welatparezlere saldırdığını da herkes bilmektedir.
Kürdistan Halk Önderi ve KCK yönetimi türk sömürgeci sistemin temsilcileriyle üç yıl boyunca tartışma, müzakere yürüttüler. Sonuçlarının ise ortaya çıkan protokollerin reddi olduğunu artık herkes bilmektedir. Kürdistan özgürlük hareketinin samimiyeti karşısında, Kürdistan özgürlük hareketini tasfiye etmenin ve oyalanmanın hesaplandığı artık kimse için bir sır değildir.
2006 1 Ekim tarihinden başlayarak ilan edilen tüm tek taraflı ateşkesler karşısında, nasıl namertçe ve kalleşçe Kürdistan halk Önderinin İmralı da zehirlendiğini, gerillalara karşı imha operasyonları, halka baskı ve siyasi soykırım operasyonların yapıldığı bilinmektedir. Tabi bütün bunların da, Tayyip Erdoğan’ın 2005 yılında Amed’de, “Kürt sorunu benim sorunumdur, ben çözeceğim” dedikten sonra böyle bir sürece girilmişti. Ancak Tayyip Erdoğan’ın “düşünmezseniz Kürt sorunu yoktur” sözünü de Kürtler unutmuş değil.
“Aman barış süreci vardır, süreç bozulmasın, herkes dikkatli olmalı…vb.” sözlerin, nasihatların hedefi Türk sömürgecileri değildir. Bu nasihatların hedefi esas olarak Kürdistan Özgürlük Hareketi ve halkıdır. Kendileri istediğini söyleyecek, istediğini yapacak, ancak Kürdistan özgürlük hareketi ve Kürdistan halkı ise sessiz kalacak! Böylelikle Kürdistan özgürlük hareketi ve Kürdistan halkının morali bozulmak istenmekte, hareketsiz, eylemsiz bırakılarak teslim alınmak istenmektedir…
Bugün hemen hemen hepsi birer barış güvercini postuna bürünmüştür. Fakat bu postun altında kana susamış bir akbaba olduğu görmek gerekir. Zaten ne kadar kendini güvercine benzetmeye çalışırlarsa çalışsınlar, ağzını her açtıklarında bir akbaba ve leş kargası sesi çıkardıkları görülmektedir. Son olaylar bunu fazlasıyla ortaya koymaktadır.
Sömürgeci AKP devleti, halen bir ulus olarak Kürtleri ve anavatanları Kürdistan’ı kabul etmiş değildir. Halen tasfiye konseptinden vazgeçilmiş değildir. Bunu da, tüm AKP şeflerinin açıklamalarının yanısıra, en son olarak Yalçın Akdoğan’ın yazısındaki Hz.Muhammed’in Mekke’deki Müşriklerle yaptığı Hudeybiye anlaşması analizinden daha iyi anlıyoruz. Fethullah Gülen denilen münafığın ortaya attığı bu örnekten hareketle Yalçın Akdoğan’ın ulaştığı sonuç, başlatılan görüşmelerden neyin hedeflendiğini ortaya koymaktadır. Açık olan şudur ki, savaşla, sömürgeci devlet terörüyle yenemediği, tasfiye edemediği Kürdistan özgürlük hareketi ve hudeybiye anlaşması mantığıyla tasfiye etmektir.
Bütün bunlar gerçekten eşitlik, özgürlük temelinde Kürt sorununu çözmek isteyen güçlerin davranışları, sözleri, üslupları olabilir mi?
Sömürgeci devletin en akılı beyleri! Siz haşa Hazreti Muhammed ve ilk müminler topluluğu değilsiniz, biz de Mekkenin müşrikleri hiç değiliz. Siz zalimsiniz, müşriksiniz ve Kürdistan’da sömürgeci, işgalci bir güçsüzsünüz! Kürdistan halkına karşı bu kadar katliam uyguladınız, inkar-imha politikası geliştirdiniz. Biz anavatanımız Kürdistan’da özgürce yaşamak isteyen bir halkız! Sizin konumunuz müşriklere daha fazla benziyor! Haklı ve geleceği olan biziz! Kazanacak olan da…
21. Yüzyıl Kürdistan Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın felsefesinde Serhıldanlaşarak ilerleyen Kürdistan halkının olacağından kimsenin kuşkusu olmamalıdır.
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 16 Ocak tarihinde Mardin merkez de devlet hastanesi yakınlarında devreyi yapan ve devriye gezen polislere yönelik gerillalarımız bir eylem gerçekleştiriyor. Gerçekleşen bu eylemde net 1 düşman polisi ölmüştür
Kürdistan’ın başkenti Amed, dün yine tarihi günlerinden birine tanıklık etti. Amed’te bir milyona yakın insan, sel olup aktı. Yüz binler, üç özgürlük savaşçısını ölümsüzlüğe uğurladı: Sakine, Fidan ve Leyla…
Uluslar arası bir cinayetle fiziki olarak aramızda ayrılan bu üç devrimci, her gerillanın gitmek istediği Kürdistan’ın yüreği Amed’e son kez beraber geldiler. Dün Amed’in rengi hüzün ve öfkeydi. Yediden yetmişe hangi Amed’li ile konuşmak istesek sözcükler boğazlarına yumruk gibi oturuyordu. Zaten gözleri de söze pek yer bırakmıyordu…
Dün için çok şey söylenebilir ama bence dünün en önemli özelliklerinden biri Amed’in Ankara’ya tokat gibi verdiği cevaptı.
Bilindiği gibi Paris’in orta yerinde işlenen uluslar arası cinayetin hemen ardından cenaze merasimi tartışmaya başlanıldı. Önce TC hükümetin yandaş medyası, sonra Erdoğan’ın başdanışmanı Akdoğan ve sonunda Erdoğan da bu konuya dâhil oldu. Bu cenahın ruh hali aslında derin bir korkuyu yansıtıyordu. Aldıkları her nefesle sömürgecilerin korkulu rüyaları olan devrimciler, cenazeleriyle de sömürgecileri korkuya boğmuşlardı. Bunu anlamak zor değil ama bu cenahın ardına sığındıkları gerekçeler gerçekten hem çok komik hem de düşündürücü…
Erdoğan güruhunun ağzına sakız yaptıkları “Habur ve provokasyon” aslında sömürgeciliğin psikolojik savaşın bir parçasını yansıtıyor. Önce bir hatırlayalım Habur’da ne oldu? Kürt Halk Önderi Sayın Öcalan’ın çağrısıyla 2009 Ekim’inde bir grup gerilla dağdan ve bir grup sivil halk da Maxmur mülteci kampından barışa katkı yapmak için Türkiye’ye geldiler. TC devletinin beklentisi ve umudu gerillaların gelip kurbanlık koyun gibi başlarını sınırdan uzatmalarıydı. Gerillalar gelecekti ve TC de onları sıradanlaştıracaktı. Ama gerillalar Amed’e ulaştıklarında Batıkent Meydanı’na yine dün olduğu gibi iğne atsan yere düşmezdi. Amed adeta gerillalaşmıştı gerillalar da Amedleşmişti. Tıpkı dün aynı meydanda olduğu gibi…
Sömürgecilerin korktukları başına gelmişti. Yıllardır özel savaşın amansız cephelerinde gerillaya yapmadıkları saldırı kalmamıştı. Bununla da yetinmeyip kimyasal da dâhil her türlü silahla gerillana yönelmişlerdi. Hatta şehit ettikleri gerillaların cenazelerini parçalamaktan da geri kalmamışlardı. Ama yine de gerillayı Kürt halkının yüreğinden söküp alamamışlardı. Amed, o gün bunu her zaman olduğu gibi tekrardan ispatlamıştı tıpkı dün yine yaptığı gibi…
Ve sömürgecilerin kıyameti Amed’te kopmuştu… Sömürgeciler ortalığı velveleye vermişlerdi! Bir türlü kabullenemiyorlardı nasıl oluyor da Kürt halkı böyle sevinebiliyordu? Onlara göre Kürt halkı asla sevinmemeliydi. Eğer sevinmek, mutlu olmak kaçınılmaz olursa da bu, ancak sömürgecilerin belirlediği çerçevede olacaktı. Yani Kürt halkına açık açık şunu söylüyorlardı “biz nasıl istesek öyle sevineceksiniz. Mutluluğunuzun sınırını biz çizeceğiz. Çünkü siz Kürtler bizim sömürgemizsiniz.” 2009’da bu pervasızlığı gösteren sömürgeci TC, cenazeler konusunda da “Habur ve provokasyon” iddialarına sığınarak Kürt halkına şu mesajı veriyordu: “Sizin varlığınız bizim sömürgeliğimizden ibarettir. Sevincinizin sınırını biz belirlediğimiz gibi hüznünüzün de sınırını biz belirleyeceğiz.”
Sömürgeci TC devleti başbakanın öncülüğünde medyayı da arkalarına alarak cenazelerden günler önce kirli faaliyetlerine başladılar. Neymiş provokasyon olacakmış, süreç sabote olacakmış da mış mış… Amaçları cenazeye katılımı azaltarak dünya kamuoyuna “işte halk PKK’lilere sahip çıkmıyor” mesajını vermekti. Ama her zaman olduğu gibi Amed, Habur’dan gelen gerillaları karşıladığı aynı meydanda yüz binlerle tek yürek olup Ankara’ya tokat gibi şu cevabı verdi: “PKK HALKTIR HALK BURADA!”
Mem Amed
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 15 Ocak günü 22:00-23:00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarımızdan Kandil bölgesi sınırları içinde bulunan Silê köyüne yönelik işgalci TC ordusu savaş uçakları tarafından bir bombardıman düzenlenmiştir. Silê köyünde bulunan 6 evin tamamen isabet alınarak vurulduğu saldırıda birçok evde tahrip olmuş ve kullanılamaz hale gelmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 13 Ocak günü saat 14.00’da Mardin’in Nusaybin ilçesinde bir görev amacıyla bulunan Akif yoldaşımızla işgalci TC ordusuna ait özel harekat güçleri arasında bir çatışma yaşanmıştır.
- Ayrıntılar
10 Ocak günü Paris’te Kürdistan Enformasyon Bürosu’nda üç yoldaşımız katledildi. İsmi Sakine, ismi Fidan, ismi Leyla.
Sakine Cansız yoldaşın henüz PKK saflarına katılmadan önce ismini duyduğum ve yazılarını okuduğum bir PKK militanıydı. Özgürlük hareketini ilk günden başlayarak kadınlara farklı yaklaşan bir hareket olarak tanıdığımız için Sakine Cansız ismi anıldığında her zaman saygı uyandıran ve heyecan yaratan bir durumu yaşamışımdır. Bir dönemler Sakine arkadaş için Almanya’da özgürlüğüne kavuşması için bir dernek kurarak kampanya çalışması yürütmüştük.
Evet, Sakine yoldaşının böyle ismiyle büyüdük. Hayran olduk. Ve bizim olacaksa bir Roza’mız bu olur dedik. Ve bu duygularla Sakine yoldaşı 1991 yılında Bekaa’da Mahsum Korkmaz Akademi'sinde tanımıştım.
Hatırlıyorum bilgi gelmişti Sakine arkadaş bırakılmış diye. Önce Almanya’ya gitmiş ardından da Şam ve Şam’dan da Mahsum Korkmaz Akademi'sine gelecekti. O gün önderlikle birlikteydik. Aynı bu gün gibi aklımdadır, önderlik; “bugün yarın, bir militan göreceksiniz. Devrimciliğin ne olduğunu göreceksiniz. Yiğitliğin ne olduğunu göreceksiniz. Birde kendinizi göreceksiniz. Sakine Cansız yoldaşımız geliyor” derken gözleri gülüyordu. Sevinci zirvelerdeydi. Ve Sakine yoldaş gelmişti. İsmi Sara’ydı. Tanışma şansı bulmuştum. Almanya’daki kampanyamızı anlatmıştım. Yine o zaman Berlin’de çalışırken annesine ve kardeşlerini tanıma şansımda olmuştu, onları konuşmuştuk.
Sonra Sakine yoldaşı yani Sara yoldaşımızı Botan’da gördüm. Yanılmıyorsam Besta’ydı. Hareketli taburda yönetim düzeyinde yerini alıyordu. 1996 yılında ise Zap'ta yaşamını ele alan kitap çalışmasını yazarken basın mangasında yeniden görmüştüm. Bolca özlem gidermiştim. Sonrada hep gördük, güzel gülüşünü ve sıcak içten konuşmalarını ve bize yol göstericiliğini yaşadık. Ve Sakine yoldaşı en son 2010 yılında yine alanımıza geldiğinde görmüştük. Misafirimiz olmuştu.
Belki onu bazı yoldaşlar gibi anlatamam. Ancak onun benim için ve çoğumuz için ne ifade ettiğini dille getirebilirim. Sakine yani Sara yoldaşımız bizim için, benim için her zaman bizim Roza’mızdı. Roza Luxemburg’umuzdu. Roza’ya sadece direnişiyle, bilinciyle ve dirayetliyle benzemiyordu. Roza’ya dış görünüm olarakta benziyordu. Roza Luxemburg’un yaşam öyküsünü yani biyografisini okuduğumda Sakine yoldaşımızın gerçekten de bizim biricik Roza’mız olduğunu yeniden görmüştüm.
Bizim Roza’mız önderliğimizin dile getirdiği; “genç başladık, genç başaracağız” sözünün tam manasına göre olan bir militandı. Öyle ki yılların yıpranmışlıklarını şöyle ya da böyle birçok yoldaşta, -bunlar gençte olsa -görsekte bizim Roza’mız her zaman gençti. Zindanlar, dağlar, metropoller bir gün bile onu bu duruşunda soğutmamış, geri adım attırmamış, tam tersine örneğin en son 2010 yılında dağlarda yeniden gördüğümde bu performansını çok ileri düzeyde korumuştu. Neredeyse tüm gerilla güçlerini birim birim, birlik birlik dolaşarak yeni süreci anlatmıştı. Bizim bulunduğumuz güce de bu aktarımları yapmıştı.
Roza’mız böyleydi. Biz onun direnişçi yönüne, onun irade güçlü yaşamına, onun dil gücüne, kalem gücüne hiç değinmeyeceğiz. Çünkü bu yönleri fazlasıyla biliniyor. Diyarbakır zindanlarında halen ihanetçi olarak yaşayanlar bile onun zırnık bir milim geri adım atmadığını, düşmanlara ifade vermediğini, işkencelerde dik durduğunu anlatıyorlar. İradesinin çelikten oluşunu ise kendim dağlarda gördüm. Kalemini yine dil gücünü bizatihi hayranlıkla izleyen biri olarakta biliyorum.
Evet, böyle güzel ve hepimizin şöyle ya da böyle için için hayran olduğu büyüğümüz, sembolümüz, Roza’mızı bizden alıp götürdüler. Ama bilmiyorlar ki “genç başladık, genç başaracağız” sözünü nasıl pratikte tatbik ettiğini gören onun yeni nesil militanları olarak, ona yaraşırcasına inadına bizlerde bu ruhu koruyacağız. Bizlerde inadına Roza’mıza bağlı yaşayarak, onun o güzel insani ve devrimci meziyetlerinin tümünü kendimize ekerek devrimci direnişimizi sürdüreceğiz.
Birde Fidan’ımız vardı katledilen. Rojbin.
Dağlarda iki kez karşılaştım. Bir kez birkaç gün, bir defasında ise birkaç saat. Ve birde yazışmalarım olmuştur.
Avrupa Parlamentosu Sol Grup'un Fransız üyesi Marie-Christine Vergiat’ın “Hüzün ve acımı ifade edecek hiçbir söz bulamıyorum. Rojbin Fidan Doğan, benimle Kürt sorunu hakkında konuşan ilk insandı. Yaşam sevgisinin bireye indirgenmiş haliydi. O gülüşünü hiçbir zaman unutmayacağım” sözlerini okurken, bu sözleri ne kadar paylaştığımı ve gözlerimin dolduğunu da.
İlk merhabayla sanki yıllarca birlikte kalmışsınız gibi, sanki ona “önceden tanışıyor muyuz” sorusunu sormak gibi. Avrupa’da büyüdüğü halde sanki yıllarca dağların kızıymış gibi bir sıcaklık, güven ve rahatlık içinde. Bir insan ancak bu kadar güzel olabilir dedirtecek tarzda insana yakın sevgisiyle.
Onu çok anlatamayacağım ancak “Yaşam sevgisinin bireye indirgenmiş haliydi” sözleri ne kadar da ona uyuyor. Yine bir Türkiyeli gazetecinin yazdığı gibi: “Brüksel’de, Avrupa Parlamentosu’nda düzenlenen –yanılmıyorsam 9.’su idi- ‘Kürt Konferansı’nda herkesin yardımına hızır gibi koşan görevlilerden biriydi. Otel rezervasyonundan taksi ya da araç temini ile Avrupa Parlamentosu’na gidiş-gelişler, havaalanı transferleri, lokantalara ulaşmak gibi işleri gören, her tür uluslararası organizasyonda ‘olmazsa olmaz’ işlevi gören ‘meçhul askerler’in başında geliyordu.
Rojbin (yani Fidan Doğan), tıpkı gazete sayfalarına yansıdığı gibi, bembeyaz dişlerini açıkta bırakan sürekli gülümser haliyle, kıvır kıvır saçlarının altında sımsıcak bakan gözleriyle insanın içini ısıtıveren, alçakgönüllü ve son derece hareketli, sevimli, candan bir genç kız olarak canlandı hafızamda. Elbistanlı bir Alevi-Kürt kızı. Bizim toprakların gurbette yaşayan bir çocuğu.”
Bizim toprakların çocuğuydu Rojbin. Bunun için tanıştıktan sonra -tanışmadan önce de başka kanallarla selamlaşmamız oluyordu-her zaman ona selam göndermişimdir. Her zaman sormuşumdur. O güzel gülüşü, canlılığı, kıvrak zekayı, pratikçiliği, insan sevdalı duruşunu, insanı bir saniyede hemen kendine bağlayan sevgi selini unutmak mümkün değildir.
Böyle güzel bir insana kim kıyabilir? Hem de hiçbir ahlaki değerde yeri olmayan bir tarzda hunharca…
Bir Fidan’ımız kaydı gökyüzünde, unutulması ve kabul edilmesi mümkün olmayan…
Şunu belirtelim ki, Roza’mıza, Fidan’ımıza ve Leyla’mıza bizler onların özlemi olan özgürlük değerlerine sonuna kadar Kürdistan gerillası olarak bağlı kalacağız. Bağlı yaşayacağız.
Hiç kimse ama hiç kimse bizim Roza’mızı, Rojbin’imiz ve Ronahi’mizi unutacağımızı beklemesin. Bu vahşeti uygulayanları, çirkince saldırıyı gerçekleştirenleri asla ama asla af etmeyeceğimizi herkesin bilmesini de isteriz.
Dünyanın öyle sanıldığı kadar büyük bir dünya olmadığını da herkesin hele hele böyle pırlanta olan yoldaşlarımıza el uzatanların, dil uzatanların bilmesini isteriz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
İlkokula başladığım günü bugün de anımsıyorum. Kapalı, tek düze dünyamda yaşadığım farklı bir gündü. Merak, heyecan, şaşkınlık, sevinç, kaygı yüklü karmaşık duygular… O ilki yaşayan herkes bilir… Kahkahalar içinde gülmeye de, çığlıklarla ağlamaya da hazır halde sıralarında oturan öğrencilerin yazgısı artık öğretmen ve onun zihniyetine bağlıdır. Karşımızda kara tahtanın önünde ayakta konuşan yetişkin birini dinliyor, fakat söylediklerini bir türlü ayrıştırıp, anlayamıyorduk. Devletin bizi eğitmek, babamın deyimiyle “adam” etmek için yolladığı bu yetişkin kişinin o durumda neler hissettiğini bilemem. Fakat bizim duygularımızın toplamı büyük bir şaşkınlıktı.
Bir süre sonra bize hariçten gazel okuyarak sonuç alamayacağını anlamış olsa gerek ki öğretmen, üst sınıflardan bir öğrenciyi tercüman olarak getirdi. Kimin oğluydu anımsamıyorum ama bu tercüman öğrenci, öğretmenin bize ana dilimiz Kürtçeyi yasakladığını, yine ana dilimiz Kürtçe ile duyurdu. Tercümanımızın ana dilimiz Kürtçe ile bize bir bir izah ettiğine göre: bundan böyle derste, teneffüste birbirimizle; evde, anne, baba ve kardeşlerimizle Kürtçe konuşmayacaktık (!).
Öğretmen herhangi birimizin Kürtçe konuştuğunu görür ya da duyarsa bizi şiddetle cezalandıracağını, döveceğini söylüyordu. Dahası öğretmen kendisinin olmadığı, ulaşamadığı her yerde başkaları tarafından bu konuda izlenip, gözleneceğimizi, bu kişilerin Kürtçe konuştuğumuzu kendisine bildirmesi durumunda da bizi cezalandırıp, döveceğini söylüyordu.
Devlet bizi eğitmeye, bizi zor yoluyla ana dilimizden vazgeçmeye zorlayarak; ana dilimizi bize zor yoluyla unutturarak başladı. Devletin bize verdiği ilk ders bizim, devletten aldığımız ilk eğitim bu oldu.
Sen söyle okuyucu: bize terörist demekten, mazoşistlere özgü garip bir haz duyan devletin bu uygulamaları terör değilse nedir? Bundan daha zalim ve alçakça bir terör olur mu? Devletin bu yolla kişiliğini parçaladığı Kürt çocuklarının sayısı kaçtır? Bu yolla kişilikleri parçalanan Kürt çocuklarının toplumsal yaşamdaki durumları, sorunları nelerdir? Bu sorular Türkiye’nin ve dünyanın pedagoglarınca ele alınıp, işlenmesi gereken bir insanlık sorunudur. Daha okulun ilk günlerinde öğretmenin devlet adına koyduğu ana dil yasağına rağmen okulda, teneffüste ana dilimle Kürtçe konuştuğum için öğretmenin içimizden örgütlediği arkadaşlar tarafından ihbar edildim. Sınıfta öğretmen tarafından cezalandırılmak üzere arkadaşların karşısına kara tahtanın önüne çıkarıldım. Dört kişiydik; teneffüste okulun önünde kendimizi kaptırdığımız oyunda çığlıklarımız bile Kürtçeydi…
Ana dillerini konuşmaktan suçlu yedi yaşındaki dört çocuk olarak bak nasıl cezalandırıldık okuyucu: Kürtçe konuştuğumuz için bizi cezalandırmak üzere kara tahtanın önüne çıkaran öğretmen elinde esaslı bir sopayla başımıza dikilmiş vahşi bir öfke içinde:
Domalın ulan! Diye hırlıyordu.
Anlamı neydi, ne demekti bu? Bilmiyorduk. Öğretmenden ve onu bizi eğitmek için yollayan devletten çok geri (Botan vahşileri) olduğumuzdan anlayamıyorduk. Biz korku içinde ne yapacağımızı bilmez halde bön bön öğretmene bakıyorduk. O yani eğiticimiz pedagog da hırlama ötesine geçmiş, öfkeden öte cinnet içinde:
Domalın dedim ulan! Diye uluyordu.
Öğretmen (ama ne öğretmen…) kendisiyle dil birliğinden yoksun olduğumuz için; derste bize anlattığı şeylerin esasını bir de vücut diliyle anlatır, jest-mimik hareketleriyle olmadık maymunlukları, şebeklikleri yapardı.
Kendini Kürt çocuklarını Türkleştirme çalışmalarına adamış bu ülkücü büyük Türk pedagogu pandomim sanatından tatmin edici bir sonuç alamazsa, resim sanatına başvurur, küçük ‘vahşiler’ olarak bir türlü anlayamadığımız konuyu, ‘büyük uygar’ olarak o, birde kara tahta üzerinde beyaz tebeşirle çizdiği çizgilerle anlatırdı bize. Bu büyük Türk münevverine bir plaket olsun verilmiş midir acaba? Devlet bencil ve nankördür. Böylelerini alır, önce ekonomik olarak düşürüp, mahkum eder; sonra ideolojik kültürel olarak balon gibi şişirir, ardından da göreve atayarak, üç-beş kuruşa eşşek gibi çalıştırır. Sonra da egemen yaşamda ekonomik, psikolojik, toplumsal olarak her bakımdan domalmış halde bir kenara fırlatıp atar onu.
Bu domalma bahsinde öğretmen hırlayıp, uluyor fakat nedense bir türlü uygulamalı izaha girişmiyordu. Bunun yerine çılgın bir öfke cinnet içinde ve iğrenç küfürler eşliğinde:
Domalın ulan! A…. S… min…. Sıpaları diye haykırarak, elindeki sopayla kıyasıya vuruyordu bize.
Fakat biz, bizden istenenin ne olduğunu ve nasıl olduğunu bilmediğimizden iyice perişanlıyorduk okuyucu.
Sonunda kan-ter içinde çaresiz kalan ittihatçı büyük pedagog, üst sınıftan Türkçe bilen bir tercüman getirdi. Ona sorunu anlattı. O da bize uygulamalı olarak tercüme etti: buna göre;
Avuçlarımızı diz kapaklarımıza bastırıp, gövdemiz ve başımız yere paralel oluncaya dek belimizi kırıp, eğiliyorduk. Batı merkezli örgütlü egemenlerin Prusya ekolünden İttihatçı pedagogu da elindeki sopayla kalçalarımıza vuruyor, vuruyor, sonunda hırsını alamayıp, tekmeyle girişerek, bizi yere yıkıyordu.
İşte okuyucu bu İttihatçı pedagog öğretmen ve onu bize yollayan “yüce” devletten aldığımız ikinci ders bu oldu.
İkinci ders konumuz devşirme ittihatçı resmi Türk argosunun çocuk eğitimi (pedagojisi) ile ilgisinin ne olduğunun izahı elbette ki kuralsız asimilasyoncu devlet kurumuna düşer. Eğer yaşıyorsa, kendiside devlet tarafından ekonomik, psikolojik, toplumsal olarak domaltılıp, bir kenara atılmış olduğu kesin olan o zavallı, öğretmene değil.
Bu kadar değil okuyucu, konu ne denli kokuşmuş ve iğrenç bir konu olursa olsun, yine de ele alıp, kabaca irdelemek zorundayız.
Devlet görevlisi öğretmenin ana dilimiz Kürtçeyi konuştuğumuzda bize uyguladığı cezalardan biri de, kendi deyimiyle “eşek tranşıydı”. Devletin öğretmeni, o gün ya da o an eşşek saatinde değil de eğer “eşref” saatindeyse, ana dilini konuşma suçunu işlemiş olan erkek öğrencileri sınıfın önüne çıkarıyor, elindeki makas ile onların saçlarını çeşitli biçimlerde mesela bir favoriden ötekine, alından enseye kadar kesip kırparak “haç” işareti yapıyordu.
Ana dillerini konuşma suçunu işleyen kız arkadaşlar da, devlet öğretmeninin evine su ve odun taşıma, temizlik vb. angarya işleri yapmakla cezalandırılıyordu.
Bir de bu her bakımdan terbiyesiz hergele zıpçıktı İttihatçı devlet sıpası, hem hepimize toplu hem de her birimize ayrı ayrı “kırolar ve kıro” diye hitap ediyordu. Adabı ittihattan geliyor ya…
Bu konuda senin durumun nedir okuyucu? Devlet senin üzerine öğretmen kisvesine büründürdüğü hangi zebanisini yolladı? Ve ana dilini konuşma suçunu (!) işlediğinde sen daha yedi yaşındayken o küçücük ya da kepçe fakat kesinlikle pespembe saydam kulağından tutup körpe başını kara tahtaya çarptığında, o yaşta sana neler olduğunu bu güne dek anlayabildin mi? yalnız ve yalnızca ana dilini konuştuğun için seni nasıl dövdü? Sana hangi hakaretleri etti? Anımsıyor musun? Mutlaka anımsa ve asla unutma; nedenlerini, sonuçlarını anla, anlat va aş okuyucu!
İçimizdeki bu dert çok ağır ve çok derindir okuyucu… O yaşta uğradığımız derin kişilik kırılmalarımızın zaman içinde kişilik parçalanmalarına dönüştüğünü; bu konuda bütün yaşam süreçlerimizi belirleyen çok derin, çok ağır ve üstelik örtülü (bilincinde olmadığımız, ayrımına varmadan yaşadığımız) köklü kişilik sorunlarına neden olduğunu görüp anlamalıyız okuyucu.
İnsan kişiliğinin, yaşamının bütün süreçlerinde baştan sona belirleyici olan, toplumsal kültürel genleri üzerinden gelen kalıtsal ve bunun üzerine çevresine daha ana rahmindeyken sağlamaya başladığı edimsel alt yapı değerlerinin oluştuğu, sıfır altı yaş arası çekirdek birikimini alçakça kırıp, dökerek; bize “Türkleştiğin ve benim gibi olduğun oranda toplumsal yaşama katılabilirsin! Değilse sana yaşam hakkı tanımam. Kendini Kürt olarak ifade edemezsin!” diyen ve bu dediğini devlet zoruyla, şiddetle uygulayan bir zihniyetin hakim olduğu yaşama-düzene; kırılıp, parçalanmış bir kişilikle yedi yıl geriden başlamanın kendimizde, halkımızda ve insanlıkta yarattığı sonuçları anlatalım, ortaya koyup, tartışalım. Birbirimizin terapisti olalım, bu dertle, bu yükle yaşanmaz okuyucu…
Yaşadıklarımızın çocuklara uygulanan bir İttihatçı devlet terörü olduğunu haykıralım! Böyle bir terörle uğradığımız kişilik parçalanmaları ve kişilik sorunlarımız içinde egemen dünyada kendimizi toplumsal ifade çabamızın sonucu “arabeskliğimizi” anlayalım ve aşalım…
Böylesine ağır ve korkunç devlet terörü altında sürdürmeye çalıştığımız toplumsal yaşamda, çocuğun insanın sonradan kazanabileceği toplumsal yetenekleri, becerileri kazanamayıp, devlet terörüyle savrulduğumuz metropol varoşlarında heba olduğumuzu… Anlayalım ve herkese haykırarak duyuralım.
Doğanın insana lütfettiği, toplumsal, kültürel genlerimizdeki, potansiyel yeteneklerimizi açığa çıkaramadığımızı ve bizde yüklü bu harikulade insanlık değerlerinin açığa çıkmadan yitip, gittiğini, halkımızın ve insanlığın bu bakımdan tahmin edilemeyecek kayıplara uğradığını haykıralım! İç Asya’dan, Balkanlardan, Kafkasya’dan, Anadolu ve Mezopotamya’ya gelen devşirme birileri, geldikleri yerlerde uğradıkları kimlik yıkımının kompleksini, güçlerinin yettiği herkesi kimliksizleştirip, kendine benzetme çabası içindekiler ulus devlet kurup, temel güdülerini doyuracaklar diye, bize reva görülenlerini bütün çıplaklığıyla bütün dünyaya anlatalım.
Gerillanın Kaleminden
- Ayrıntılar