Basına ve Kamuoyuna!
31 Aralık günü 19.00-19.30 saatleri arasında Medya Savunma Alanları’na bağlı Avaşin alanına hatına yönelik işgalci TC ordusuna ait savaş uçakları tarafından bir bombardıman düzenlenmiştir.
- Ayrıntılar
Bir yandan Başbakan; “Roboski değil, Uludere” diyerek çıkışta bulunuyor.
Bir yandan bölgedeki AKP’liler “soruna daha akılcı siyasetler koymamız gerekiyor, bizi zorlayan gelişmeler var” diyerek serzenişte bulunuyor.
Bir yandan başbakan yardımcılarından biri “BDP’li kadın milletvekilinin acıklı geçmişine dair /empati/k” açıklamalarda bulunuyor.
Bir yandan farklı bir başbakan yardımcısı “çok yönlü ve uluslararası mücadele yürütüyoruz, silah bıraktıracağız” diyor.
Bir yandan da başbakanın akıl hocası olan hastalıklı bir adam malum gazetedeki haftalık makalesinde Osmanlı ile günümüz arasında, Kürtlerin sorunlarını ve PKK’nin bunda oynadığı rolü kendi mantık sınırları içinde açımlamaya çalışıyor.
Tüm bunların üstüne başbakan; “kuvvetler ayrılığından, bürokratik oligarşi”den söz ediyor.
Haydi gelin işin içinden çıkın! Ya da aklı erenler bu söylemlere, bu çıkışlara ve açıklamalara makul açıklamalarda bulunsun.
Öyle görünüyor ki; AKP ve onun kurmay heyeti yine seçim paradoksunu yaşıyorlar. Ondan dolayı da söylem erozyonu ve bilgi kirliliği devreye giriyor.
Elbette bu söylem karmaşası temel konu olan; Kürt sorunu ekseninde gelişiyor. Hükümetten birçok yetkilinin ve başbakanın söylemleri birbiri ile yoğun bir çatışma içinde.
Peki bunlar neden bu süreçte oluyor? Ya da ortaya çıkan bu tartışmaların tutarsızlıkları bir yana koyulduğunda; AKP’liler ve başbakanın kendisi ne yapmak istiyor?
AKP ve başbakan sınıfta kaldığı kürt siyaseti konusunda ciddi bir manada bir çıkış yolu arıyor. Etrafındakilerin ise bu konuda ciddi bir kabızlık içinde olduğu anlaşılıyor. Herhangi bir proje ya da fikir üretebilme gibi herhangi bir yetileri yok. Elbette başbakanın kürt siyasetinde açılım yapma ihtiyacı onun demokratik ya da insancıl karakterinden ileri gelen bir durum olmuyor.
Bu alanda ve sorunda ciddi bir açılıma ihtiyacı var; çünkü bu konu gün geçtikçe AKP’yi zorluyor, ona kan kaybettiriyor.
Daha öncesinde oluşturulan konseptlerin dışında, yeni dönemin ruhunu ve havasını oluşturacak gelişmeler ve enerji ihtiyacını sonbahardan bu yana toplumun, özellikle de kürtlerin gündemine koymak istiyor. Fakat bu güne kadar istenilen sonuçlar ortaya çıkmadı AKP cephesinde.
Her yönden vurmaya çalıştı ama kitleyi harekete geçiremedi. Özellikle 2005 ya da 2009’daki gibi bir atmosferin oluşmaması, AKP’nin ve beyin mutfağının işini güçleştiriyor. Hatta istenilen “siparişi” bir türlü ortaya koyamamaları, hem onları hem de okyanus ötesini zorluyor.
Malum önümüzdeki dönemde seçimler, her ne kadar günümüzdeki çeşitli yasa taslakları ve çeşitli değişikliklerle bu süreçlere yönelik hazırlıklar yapılmaya başlanmış olmasa da, AKP’nin esas hedefi daha önceki süreçlerdekine benzer bir pozitif iklim oluşturmak.
Açlık grevlerinin ardından biraz bu durum ortaya çıkar gibi oldu. Fakat KCK baskınlarının ve ardı kesilmeyen tutuklamaların gelmesi üzerine, potansiyel olarak bu atmosferin altına dinamit konuldu.
Olayı kamufle edebilmek için Erdoğan da; “dokunulmazlıklara” dokunarak gündemi değiştirmeye ve dikkat dağıtmaya çalıştı. Hakkını vermek lazım; kısmen de olsa bu konuda başarılı oldu Erdoğan. Başta BDP olmak üzere, birçok muhalif/demokratik kesim bu gündem çarpıtmasına enerjilerini harcadı, doğal olarak da AKP kısa vadede istediği sonucu aldı.
İşte bu dönemde AKP’nin yapmaya çalıştığı temel mizansen bu olmakta.
Hatta kürt teşkilatlarından ve milletvekillerinden gelen isyanı kulak tıkayarak, onları azarlayarak ayar vermeye çalıştı. Çünkü önümüzdeki dönemdeki tüm seçimlerde kürtlerin kilit olduğunu ve bu kilidi açmak için ciddi bir anahtar arayışı içinde olduğunu kimseye yansıtmak istemiyordu AKP’li yetkililer ve Erdoğan.
Hal böyle olunca; geldik mi yine bir “açılım” sözcüğünün eşiğine. Ya da çağdaş anlamda yeni bir “pandora kutusuna”!
İşte bundan dolayı da AKP’liler ve başbakanın kendisi gün aşırı bir söylem karmaşasını yoğunca yaşamakta. Bunun en önemli düğümünü ise yaklaşmakta olan “roboski katliamının” yıldönümünde büyük ihtimalle göreceğiz.
Burada büyük ihtimalle tavan yapacak gelişmeler yaşanacak ve AKP’nin kabızlığından belki bir kez daha “dağ fare doğuracak”... Bunun dışında yine daha önceki dönemlerde olduğu gibi “açılım” sözcüğü anlamını yitirmiş bir halde ağızdan ağza dolaşacak.
Jan Ararat
- Ayrıntılar
Roboski olayını anlamamız için öncelikli olarak TC devletinin Kürt halkı başta olmak üzere farklı toplumsal kesimleri baskılayarak, sindirerek, katlederek rapt u zapt altına aldığına bakmamız gerekir. Aksi taktirde olup bitenleri gelip bir kişinin ya da birkaç kişinin yaptığı bir olay olmaktan kurtulmayacaktır. Bu ise bu zihniyet sahiplerinin farklı zamanlarda farklı mekanlarda yeniden katliam yapmalarına imkan vermek demek olacaktır.
28 Aralık 2011 gününü hatırlayalım daha doğrusu 29 Aralık 2011 sabahını. O günün gazetelerine bakalım, o günün televizyon haberlerine bakalım, o günün ajanslarına bakalım. Ve tabii teknoloji çağı diye tabir ettiğimiz bu modern atom çağında iktidarda bulunan siyasi sorumluluğu taşıyan hükümete ve birde askerinin düşen bir düğmesini sorun yapmakla övünen, bir ordunun genelkurmaylığının açıklamalarına bakalım.
Evet, hepsine birden bakalım. Türkiye gazeteleri -bunların demokrat olanları da dahil- tek bir haber geçmemişlerdir.
Televizyonlar tek bir haber geçmemişlerdi.
Ajanslar tek bir haber geçmemişlerdi.
Hükümet bir açıklıma yapmamıştı.
Genelkurmay bir açıklama yapmamıştı.
Ancak bir gün sonra tek tük haberler ve açıklamalar onlarda şom ağızla yapılmışlardır.
Düşünün bir Roj TV gece boyu haber yapmasa, özgür ve muhalif Kürt medyası Roboski’ye gitmese ve birde bu olayda özelde BDP duyarlı yaklaşmasaydı, acaba kaç gün sonra Türkiye ve dünya bu katliamdan haberdar olurdu?
Bunun için bu katliamın siyasi sorumlularına dönük söyleyeceklerimizi söylemeden önce liberal, demokrat, muhalif geçinen ve çoğu zamanda gerçekten böyle olanlara eleştirilerimizi yöneltelim. Roboski katliamında tümü sınıfta kalmıştır. Tümü felç geçirmişlerdir. Bunu bir köşeye koyalım.
Bir parantez açalım: Türkiye basıncılığında ilginç bir durum gelişmektedir. Haber değeri taşıyabilmesi için öldürülenler kalkıp kendilerine dönük haber yapıp bu basıncılara gönderdiklerinde bir haber değeri taşıyacak. Başkada yapılan vahşetlere ve katliamlara ilişkin özgür basının yaptığı haberler kaale alınmadığı gibi yazdıklarının ispatlanmaları onlarda isteniyor. Halbuki habercilik öncelikli olarak gidip yerinde olayı inceleyip açığa çıkarmadır. Olay mahalline giderek incelemedir. Örneğin Güney Kürdistan’da TC devleti uçaklarla 7 sivil insanımızı katlettiğinde, “böyle olduğunu PKK ispatlasın” diyenler az değildir. Bre adam sen gazeteci değil misin, gelip olayda canını yitirmiş insanlarımızın aileleriyle mülakat yapıp durumu kendin daha iyi öğrenemez misin? Parantezi kapatıyoruz.
Siyasi karar sahibi olanlar olay tüm teferruatlarıyla ortaya çıkınca “Ankara’nın dehlizlerinde kaybolmayacak” sözleri ardından, insanların kanlarını donduracak:
“Konunun takipçisi olduklarını Genelkurmay Başkanımdan tekrar duydum, dinledim. Bu yapılan çalışmalar, gösterdikleri hassasiyet sebebiyle gerek Genelkurmay Başkanıma, gerek bölgede hizmet veren komuta kademesinin hepsine, bu konudaki hassasiyetleri sebebiyle de şahsım, milletim adına teşekkür ediyorum. Medyaya rağmen teşekkür ediyorum. Çünkü bazı gerçekleri görüyor, biliyorum.
Devlet milletini bombalıyor diye göstermek isteyen bir kısım medyanın gayetlerini de gayet iyi biliyoruz.” Ve bu sözleri söyleyenler güya dehlizlerde kaybolmayacak sözü vermişlerdi. Peşinen birinci derecede fail olabilecek olana teşekkür etmişlerdi.
Süreci genel olarak takip edenler bilirler ki marangoz hatası yeryüzüne getirilen kişi ise:
“Yaşamını yitirenlerin, kaçakçılık yaparak geçimlerini sağladıkları gözden kaçırılmamalıdır. Yanlıştan doğru sonuç çıkmaz. Bu hayatını kaybeden vatandaşlarımız kaçakçılık yaparken hayatlarını kaybettiler. Sağ yakalansalar kaçakçılıktan yargılanacaklardı. Daha ağır bir sonuç olunca, yargılanamaz duruma gelip hayatlarını kaybedince kaçakçılık olayı gölgede kaldı… Bu insanlara 50 liraya, 199 liraya o güzergahta katırlarıyla birlikte dolap beygiri gibi döndüren de onlardır… Özür dilenecek mahiyette bir olay değildir. Özür dilenecek bir olay yoktur…
Yine RTE ismindeki kişi:
“Zaten sivil diye diye her türlü faaliyeti yapıyorlar.“ ”Onlar da belirtildiği kadar masum değildi.” “O arazi mayınlı olduğu halde, dikkat ederseniz, hiç biri mayına basmıyor” gibi oldukça çiğ, marangoz hatası sonucu oluşan yarattıktan daha geriye düşmüştür.
Ve birde unutmayalım 34 insanımızı katledenlerin baş sanıklarından olacak olan Hava Kuvvetleri Komutanı Mehmet Erten’e kahramanlık ödülünü veren yine bu iktidardır. Bu devlettir yani.
Yukarıda Roboski’deki katliamına dönük bu olayın sorumlusu olacak olan siyasi erkin sadece bir kaç sözünü buraya aldık. İlk günden bugüne kadar sarf edilen tüm sözler sadece ve sadece katledilen insanlarımızın katledilmelerini haklı gören, katledenleri kutlayan, ödüllendiren bir zihniyet olduğu gözler önündedir.
Halbuki bu çağda böyle alenen yapılan katliamlar kabul görmüyor. Kaldı ki bu siyasi iktidarı destekleyenler bile bunun AKP için bir kırılma noktası olduğunu belirtiler.
Peki, bu çağa rağmen neden bir devlet yaptığı katliamı alenen üstlenmez? Bırakalım üstlenmeyi, birde katledilenleri suçlar. Öyle ki “yaşasalardı yargılardık” der.
Bu soruya vereceğimiz tek bir cevap vardır o da: TC devleti sömürgeci ve işgalci bir devlettir. İşgal ve sömürge altına aldığı toprakları elinde tutabilmek için bu topraklarda yaşayan tüm halkları katletme hakkını, eritme yani asimile etme hakkını kendinden görüyor. TC devleti nerede, ne zaman ki bu eritme ve asimile etme yani özümleme politikası tehlikeye giriyor orada yaptığı ilk iş katletmedir. Yok etmedir.
Bunu 1915’te Ermenilere yaptılar. Bunu 1920’lerde Asurîlere yaptılar. Bunu 1920-1940’larda Kürtlere yaptılar. 1943’te Özalp’ta yeniden Kürtlere yaptılar. Bunu 1959’da Kürt öğrencilerine yaptılar. 1970’lerde Türk öğrencilerine yaptılar. 1978 yılında Maraş’ta alevi Kürtlere yaptılar. 1992 yılında Sivas’ta alevi ve sanatçılara yaptılar. Ve bu kirli şecere devam edip bugünlere kadar geliyor.
Evet, Roboski’yi anlamak için tüm bu seçereyi bilmek gerekir. Elbette bilmek yetmez tüm ezilenler olarak bu devletten zarar görenler olarak ortaklaşarak bu zihniyete karşı dik durarak hesap sormasını bilmek gerekiyor.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 26-27 Aralık gece saat 23.30 ile 01.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanları’na bağlı Metina Bölgesi sınırları içinde bulunan Şêlazê köyü çevresine yönelik işgalci TC ordusuna ait savaş uçakları tarafından bir bombardıman düzenlenmiştir.
- Ayrıntılar
Sömürgeci Türk devletinin hava kuvvetleri tarafından, tasarlanarak ve planlanarak 34 Kürt gencinin katledilmesinin birinci yıldönümünü karşılıyoruz. Bir kez daha sömürgeci-soykırımcı faşist AKP devletini olanca nefretimle lanetliyor, başta Roboskili aileler olmak üzere tüm Kürdistan halkına başsağlığı diliyorum. Onların anılarına ancak, umutları, hayallerini gerçekleştirilerek ve intikamları alınarak sahip çıkılabilir. Bunun biricik doğru anlamı ise, tüm Kürtlerin ve Kürdistanlıların birliklerini, örgütlülüklerini ve savunma güçlerini kurması temelinde, kendi toprakları üzerinde, sömürgecileri defederek, özgürce yaşamlarını kurabilmektir. Aksi takdirde daha çok Kürdistanlı genç, sömürgeci Türk devletinin katliamlarının hedefi haline gelecek ve daha çok Kürt anası kanlı gözyaşı dökmeye devam edecektir. Doğru anlamak ise, bir gün onların içinde ebedi istirahatlarına çekildikleri mekânlarına gidip, onlara Kürdistanın özgürlüğünü, yani zaferi zılgıtlarla iletmekle sonuçlanacak bir sürecin başlangıcı olacaktır.
Sömürgeci Türk devleti, Kürt ulusunu fiziki ve kültürel olarak tarihten silmek zihniyeti, siyaseti ve hukuku temelinde kurgulanmış bir devlettir. Her Kürdün, Kürdistanlının ilk önce belki de anasının-babasının adından önce öğrenmesi gereken bu gerçekliktir. Kürdistan’daki tüm uygulamalar, siyasi, askeri, istihbarı, ekonomik, kültürel, hukuki, eğitim ve yönetim-idari yapı bu çerçeveden ve bu bakış açısından ele alınmadan doğru anlaşılamaz. Dolayısıyla sömürgeci Türk devletinin Kürdistan’daki tüm yapılanması, yani sömürgeci Türk devletine ait olan ne varsa hepsi bu amaçla oluşturulmuş, an an bu amaçlarına varabilmek için çalışmaktadırlar.
19. yüzyıldaki katliamlar da dâhil olmak üzere, 20. Yüzyıl boyunca sömürgeci ittihat Terakkicilerden başlayarak, sömürgeci Mustafa Kemal sürecine, ondan Celal Bayar, Menderes, Demirel, Ecevit, Evren, Özal, Çiller, Erbakan ve Erdoğan’a kadar hepsi ama hepsi böyle bir stratejik hedefe ulaşmak için çalışmışlardır. Kendi aralarındaki çelişkiler, kimi üslup-yöntem farklılıkları Kürdistan ve Kürt ulusuna yönelik politikada bitmekte, aynılaşmaktadırlar.
28 Aralık 2011’de gerçekleştirilen Roboski katliamının üzerinden bir yıl geçti. Katliam Roboskili gençlerin şahsında Kürdistan özgürlük hareketine ve Kürdistan halkına gözdağı ve sindirme amacıyla yapıldı. Fethullah Gülen denilen münafık ve Kürt düşmanının Çelê eylemi sonrasında “köklerini kurut” fetvası temelinde bu katliamın gerçekleştirildiği de asla unutulmaması gereken bir gerçekliktir. Dolayısıyla katliam 2012 yılında Kürdistan özgürlük hareketini tasfiye etmek ve Kürdistan halkını korkutarak serhıldana kalkmaması temelinde planlandı ve uygulandı.
Yıl boyunca Roboski katliamıyla ilgili yapılan haberler, programlar, müzikler, tiyatrolar, belgeseller, konuşmalar, mitingler vb. Roboski katliamını gündemde tutmayı başardı. Sömürgeci–soykırımcı AKP hükümetinin tüm örtbas etme, unutturma ve gündemden düşürme yönündeki çabaları böylelikle boşa çıkarılmış oldu. Bunun için gerçekten de önemli çabalar ve emekler sarfedildi. Ancak sonuç almada yetersizlikte açıktır.
Asıl üzerinde durulması gereken, kimi önemli yetersizlikler ve yanılgılı yaklaşım ve söylemlerdir. “Failler bulunsun, hesap sorulsun !” denilmektedir. Failleri kim bulacak ve bu talebin muhatabı kim? Kimden isteniyor? Kim hesap soracak? Hangi mahkeme? Hele hele bazı Türk ve Kürt çevrelerinden “ bir devlet kendi vatandaşını bombalar mı?” (sanki Kürtler bir ulus değil ve Kürdistan denilen bir ülkede yaşamıyor ve Türk devleti de sömürgeci-işgalci bir devlet değilmiş gibi bir yansıtılış ve ifade ediş)yönlü soruların sorulması insanı gerçekten de isyan ettiren, çileden çıkaran yaklaşımlar olmaktadır.
Öncelikle Kürdün soykırımı temelinde oluşturulmuş Sömürgeci AKP devleti ve diğer çevrelerin faillerini bulma gibi bir sorunları varmış gibi bir yanılgı vardır. Yine, Kürdü Türk devletine ait görme gibi farkında olmadan inkârcılığı meşrulaştıran yaklaşımlar ortaya çıkmaktadır. Hatta sanki gerçekten de Türk hukuku, mahkemeleri, İstiklal mahkemelerinin, sıkıyönetim mahkemelerinin ve devlet güvenlik mahkemelerinin devam değilmiş bir yanılgı yaşanmaktadır. Oluşumuyla ilk işi şeyh Saitleri idam eden istiklal mahkemelerine dayanan Türk hukuk sisteminden nasıl böyle bir beklenti içinde olunabilir?
Hatırlanırsa, Roboski katliamından sonra sömürgeci devletin başbakanı Tayyip Erdoğan bu katliamı gerçekleştirenleri kutlamıştır. Son günlerde de katliamı yapan hava kuvvetleri komutanına da ödül verilmiştir. Roboski de katledilenlerin sivil olmadıkları yönünde açık bir beyan da var. Bunun anlamı şudur, niye anlaşılmıyor ki… “ Evet, Türk devleti ve AKP hükümeti olarak bu katliamı yaptık, yine de yaparız, bu bizim hakkımızdır, görevimizdir, stratejimizdir”. Daha ne desin?
Avrupa-ABD’nin tavrı görmezden-duymazdan gelme oldu. Çünkü bilgi- istihbarat ve destek buralardan gelmektedir. Daha farklı davranmalarını beklemek, kelimenin gerçek anlamıyla gerçekten de safdillik olur.
Sömürgeci Türk devletini bugün elinde bulunduran AKP devleti yapacağını yaptı. Yaptığını da açıkça savunmaktadır. Eğer böyle bir durum olmazsa, katliamın saati belli, talimatı veren komutanlık belli, katliamı yapan uçakların pilotları bellidir. Karmaşık bir şey yok ortada. Hatta bir suçüstü durumu vardır. Bu öyle bilinmeyecek, bir yıl boyunca araştırılacak bir şey midir? Ama sınır-ötesi operasyon emirlerini verenin hükümet olduğu da bir gerçektir. Her ne kadar son zamanlarda BDP yönetiminden açıktan katliamın faili olarak Erdoğan gösterilse de, konu üzerinde odaklanma olmadığı için, bu yerinde tespit ve söylem arada kaybolmaktadır. Bu neden böyle olmaktadır? Yanılgılar, bakış açısında yetersizlikler vardır.
Madem emir-komuta zinciri içinde işlenmiş bir katliam ve insanlık suçudur, O halde bu emir komuta zincirinin başı, eli ve ayağı bellidir. Katiller, caniler, Kürt soykırımcıları bellidir. Türk devletinin başbakanı Tayyip Erdoğan, Genelkurmay başkanı Necdet Özel ve Hava Kuvvetleri komutanı ve bizzat bombardımanı yapanlardır. Ancak bugüne kadar bu katiller üzerinde odaklanmadı. Habire “olay aydınlansın” deniliyor. Katliamı yaptıranlar da, yapanlar da ellerini kollarını sallaya sallaya ortalıkta gezmektedirler. Ve işaret parmaklarıyla Kürtleri tehdit ederek “ yaptık, yine yaparız” demektedirler. Nitekim Arda Özgür isimli bir Kürt gencinin Amed-Sur sokaklarında vahşi bir biçimde herkesin gözleri önünde sömürgeci polis birlikleri tarafından katledilmesi, bu tehdidin en açık ifadesi olmaktadır. Zaten sömürgeci sistemin başbakanı Kürt katili Tayyip Erdoğan 2006 yılında “ kadın da olsa, çocukta olsa güvenlik güçleri gereğini yapacaktır” demedi mi? Ne tez unutuldu?
Kürtlerin, yaşlısı-genci-çocuğu, kadını-erkeği, aydını-işçisi, köylüsü-öğrencisi için artık şu soruları sorma zamanı gelmedi mi? Eğer üzerinde yaşadığımız toprak Kürdistan ve biz de Kürt ulusuysak- ki bu konuda şüphe yoktur- o halde Türk devletinin, kurumlarının, askerinin, polisinin, öğretmeninin, memur-bürokrat vb. kadrolarının Kürdistan da işi nedir? Türk devleti Kürdistan’ da ne hakla ve hangi hukukla bulunmaktadır? AKP hangi hakla Kürdistan da örgütlenebiliyor? Tek bir İsrail partisinin bile Filistin de örgütlenmesi, üyesi var mı? Kürdistan da bulunma hakkını nereden almaktadır?
Roboski’nin hesabını sormak mı? Bu hesap yukarda sorduğumuz sorulara, kendini yanıltmadan, dürüstçe cevaplar verilmeden sorulamaz. Kürtler mutlaka ciddi ciddi bu soruları kendi aralarında tartışmalı ve verdikleri cevaba göre hareket etmelidirler. İşte o zaman Roboskili 34 fidanımızın da, 90’lı yılların, 80’li yılların özetle Kürt ulusuna karşı işlenmiş tüm suçların hesabı sorulmuş olur. Hesap sormak, onları Kürdistan’dan defetmektir! Bir daha Kürtlere el uzatamaz duruma getirmektir! Bunun da yolu, birliktir, örgütlülük ve SERHILDANDIR!
Sömürgeci-işgalci Türk devleti ve onun temsilcisi AKP yapacağını yapmış ve onu da savunmaktadır. Şimdi önemli olan Kürt halkının ve dostlarının ne yapacağıdır!
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
“Burası NATO toprağı”dır sözlerin ne anlama geldiğini adım adım görüyoruz.
Türkiye’ye patriot füzeleri yerleştirme tartışmaları yaşanırken, bu füzelere karşı gösterilen tepkilere tepki olarak RTE “Burası NATO toprağı” demişti. Biz ise buna çok şaşırmayarak, “zaten ABD’nin Ortadoğu’daki Truva atısınız” demiştik.
Tarihte Truva atı olayı meşhur bir olaydır. Yunanların Anadolu’yu işgal etmelerinin ilk kez başarıyla uygulandığı olayın kendisi Truva atı efsanesinde dile getirilir. O meşhur İlyada Destanı’nın ana teması Truva’nın, Yunanlara göre Troya’nın düşürülmesidir. Yunanlar ne kadar çok savaşsalar da, ne kadar çok savaşı uzatsalar da başaramazlar. Ancak Yunanların kurnazlıklarıyla tanınan Odyseusları Truva atı planıyla sonunda bir hileyle Truva’yı düşürür. Sadece düşürmezler, Truva’da hafızalarda silinmeyecek bir katliamda uygularlar.
Truva atı efsanesi gerçek mi değil mi onu bilmiyoruz. Ancak Truva atı hilesinin kaleyi içerden fethetme olduğunu iyi biliyoruz.
Batılı güçlerin bir şekilde hep Ortadoğu’yu düşürmek istediklerini tarihin çok gerilerinde de biliyoruz. Yunanlar mı kendilerini denemediler, Romalılar mı kendilerini denemediler? Ve tabii birde Haçlılar mı kendilerini denemediler ki? Hele birde “Kutsal toprakları fethetme” diye uydurdukları palavraları yok muydu? Hepsinin özü Ortadoğu’yu fethetmekti.
Haçlılarla önemli oranda Ortadoğu’yu ele geçirmişlerken bir Salladdin Eyubi adındaki savaşçı, siyasetçi, halkçı kişi onları engelledi. Bunun için Salladdin’e halen batılılar çok tepkili.
Şimdi, yaklaşık 1000 yıl önce yapamadıklarını bu kez başarmak istiyorlar. Kaldı ki Ortadoğu’nun birçok yerine bu kez sahiden yerleşmiş bulunuyorlar. Bir İsrail zaten onların. Bir Suudi’yi zaten onlar kurmuş yine onların. Bir Katar’ı, Kuveyt’i zaten onlar kurmuş yine onların. Ürdün’den söz etmek gerekir mi, bilemiyoruz. Abdullah’ın anası İngiliz. Abdullah gibileri ise sadece ve sadece tohumluk.
Birde tabi 1950 yılından beri uğraştıkları bir Türkiye vardır. Demokrat Parti döneminden beri NATO’lu olan bir Türkiye. İlk yıllarda Sovyet’e karşı bir blokaj duvarı olarak düşünülen Türkiye, şimdi tümden Ortadoğu’yu fethetme aracı haline getirilmiştir.
Dikkat edilirse özenle Ortadoğu’ya müdahale etmek için hazırlanmış bir Türkiye söz konusudur. Özelde de Akepe ile bu tamamen bu çizgiye getirilmiş bir Türkiye olmaktadır.
Akepe dini kimliği ile tanınan bir parti. Hem de muhafazakar dindar kimlikli bir parti olarak. Tuhaftır ama Türkiye tarihinin gelmiş geçmiş en Amerikancı ve batı yanlısı bir iktidarını görüyoruz. Günlük olarak Amerika’yla flörtleşen bir iktidarını. Stratejik ortaklık dedikleri olay esasta tamamen Amerikan çizgisinde seyreden bir Türkiye olmasından ileri geliyor.
Onca destek ve özenle hazırlanmalar ardından bu kez Ortadoğu’da batılı güçlere köstek olabilecek güçleri hizaya getirmek için Türkiye’ye patriot füzelerini NATO yerleştiriyor. Ve tabii her füze rampası için ise yaklaşık 200-300 asker -NATO askeri- ile birlikte.
Güya muhafazakar dindar kimliği ile tanınan bir iktidarı vardır Türkiye’nin. Ama her ne hikmet ise batılı güçlerin askerlerini Türkiye’ye hiçbir refleks göstermeden hem de çok istekli bir şekilde getirebiliyorlar. Ve tabii bunları yaparken “Burası NATO toprağı”dır diyerek Ortadoğu için nasıl bir rol oynadıklarının altını da kalan çizerek.
Türkiye NATO toprağı’dırın altındaki mantık ve hedef kesinlikle Salladdin döneminde başarılamayan Ortadoğu’nun işgalini kesinlikle bu kez başarmak üzere Ortadoğu’nun batılılara açılmasıdır. Türkiye’ye biçilen rol daha doğrusu Türkiye’ye verilenler ise iktidarda bulunan bir avuç kişi inanılmaz ölçüde maddi değerlerin sunulmasıdır.
Bugün Türkiye’nin bir NATO toprağı olduğunu öğrendik, yarın ise bunun karşılığında ne alındığını öğreneceğiz. Buna da kimse şaşırmasın.
K. NUDA
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
24 Aralık günü saat 20.15’te Mardin’in Mazıdağı ilçesine bağlı (evciler)Qasrok karakoluna yönelik gerillalarımız tarafından bir eylem gerçekleştirilmiştir. Karakol binası, nizamiye ve gözetleme kulesine yönelik eş zamanlı gerçekleştirilen eylemde gözetleme kulesinde 2 düşman askeri öldürülmüş, karakol ve nizamiyesindeki ölü ve yaralı asker sayısı ise tespit edilememiştir.
- Ayrıntılar
34 yıl önce Maraş’ta alevi Kürtlerin unutamayacakları bir katliam yaşadılar. Devletin, devlet partisi olan CHP’nin, askerin, polisin ne olduğunu uzun yıllar aradan sonra ilk kez yeniden yalın bir halde gördüler.
Maraş katliamı alevi ve Kürtlere yapılan en vahşi saldırılarından biri olduğu muhakkaktır. Kiminin özenle, bilinçlice bu katliamı bazı paramiliter güçlerinin üzerine yıkması beyhudedir. Maraş’ta alevi Kürtlerimizin katledilmesinde ülkücüler kullanılmışlardır, bu doğrudur. Ancak Maraş katliamını sadece bu ülkücülere yıkmak çok fazla naiflik yani saflık olur.
Bunun böyle olmadığını yani sadece ülkücülerle izah edilemeyeceğini bilincine varmak için o dönemin devlet yetkililerinin halen bugünde aynı devlet görevlerini sürdürdüklerine görmek yeterli olabilir.
O yıllara geri gidecek olur isek emniyetin olayların sakinleşmesi için karışmadığını, askeri karışmadığını, hükümetin ses çıkarmadığını herkes görmüştür. Yani bu devletin herhangi bir yerinde bir katliam oluyor ancak güvenlik güçleri bu katliamı durdurmak için tek bir kılları bile kıpırdamayacak.
Halbuki bilenler bilir ki bu devlet dünyanın tüm devletlerinden daha fazla devleti savunan bir savunma refleksine sahip olduğu için en küçük bir olaya en sert müdahale eden bir geleneğe sahiptir. Ancak ne hikmetse Maraş katliamına müdahale etmemiştir.
Bilakis tersi doğrudur, katliamın daha etkili olması için müdahale etmek isteyen askerleri engellemiş, ne kadar doğrudur bilinmez ama dönemin Valisinin şimdilerde yaptığı açıklamalara bakılırsa devletten bu olayları durdurmak için yardım isteğinin karşılanmadığınıdır. Yani devlet bu katliamın daha etkili yürütülmesi için ellerini ovmuştur.
Arada tam 34 yıl geçmiştir, bu katliamın devlet eliyle bilinçli yapıldığını görmek için bugüne bakmak iyi olur. Ve yine cümle cemaat bu katliamın bir devlet katliamı olduğunu anlamak içinde bugüne bakmak önemli olacaktır.
Geçmiş yıllarda bizler Maraş katliamının çeşitli nedenlerini sıralamıştık:
-Türkiye’de giderek gelişen bir sol dalga
-Kürdistan’da gelişen bir Apocu hareket
-Maraş gibi Alevi çevrelerin sadece solculukla yetinmeyerek ulusal kurtuluşa gösterdikleri ilgi
-Objektif olarak gelişen bir yeni aydın gençlik dalgası
Bu yukarıda sıraladıklarımız nedenleri olurken birde bu katliamın amaçladıklarını da sıralamıştık:
-Türkiye’de gelişen sol dalganın bu olayla durdurulması
-Yeni kurulmuş olan PKK hareketine gözdağı verilmesi
-Alevilerin PKK'ye kayışını engellenmesi
-Maraş başta olmak üzere Antep ve Adıyaman’da Apocu yani PKK hareketine karşı gelişen ilginin durdurulması
-Maraş başta olmak üzere adım adım gelişen ve yoğunlaşan bir aydın gençliğin gelecekte tehlike olmaması için kaçırtılarak yurtdışına çıkartılması
-Kürdistan’a müdahale edebilmek için bir provokasyona ihtiyaç duyduklarını
dile getirmiştik.
Dikkat edilirse nedenleri açıktır ancak daha açık olan ise amaçlarıdır. Hele Maraş katliamı sonrası olup bitenlere bakılırsa söylediklerimiz daha iyi anlaşılacaktır elbette:
1-Maraş boşaltılmıştır, kaçan adeta kaçana diye bir gerçeklik yaşanmıştır.
2-Kürdistan’da sıkıyönetim ilan edilmiştir.
3- 12 Eylül faşist darbenin en etkili gerekeçi oluşturulmuştur.
4-Ulusal kurtuluş sahasına açılan bir Maraş ve aleviler hedeflenerek gözdağı verilmiştir.
5-Devletin sert potini herkese hissettirilmiştir.
Evet, bunları geçmişte de söyledik. Ancak ikna olmayan birçok çevre hep oldu. Bunların arasında bir kısım alevi her zaman vardı. Söylediklerimizin ne kadar doğru olduğunu görmek için bugüne dönüp gerilere bakabiliriz.
Örneğin 2012 yılındayız. AKP'nin Maraş belediye başkanı katliama sayılı günler kala, sözde çok sayıda “devlet sivil toplumlarıyla” yaptıkları açıklamaları ve etkinlikleri vardı. Bu mesajları gören birisinin en son dün Maraş’a yürümek isteyenlerin, katledilenlerin anısına saygı duruşuna geçerek birer karanfil bırakmalarına izin vermeyeceğini görebilirdi.
AKP’li Maraş belediye başkanı, “biz dışarıdan ilimize gelmek isteyenleri kabul etmiyoruz” demişti. “Biz artık böyle anılmak istenmiyoruz” demişti.
Dikkat edilirse dün ise Maraş’a gitmek isteyenlere bırakalım izin verilmemsi, Ankara’nın çıkışında otobüsleri durduruldu. Tüm hatlar onlar için kapatıldı. Anmaya gitmek isteyenlere yine biber gazı ile tazyikli su sıkıldı. Şimdi iktidarda AKP var, Maraş belediyesi ise AKP'nin, bu unutulmamalıdır.
Tüm bu olup bitenler neyi gösteriyor: Bu katliam bizatihi devletin yaptığı bir katliamdır. Yani sadece birkaç ülkücünün yaptığı bir olay değildir. Ülkücüler kötü kullanılmışlardır, dini duyguları tahrik edilerek provoke edilmişlerdir. Ülkücülerin ve kimi İslami çevrelerin bu olayda maşa olarak kullanılmışlardır.
Devlet:
1-Maraş’ı boşalttı mı, boşalttı.
2-Alevileri Kürt özgürlük hareketinden soğuttu mu, soğuttu. Korkuttu mu, korkuttu. (Bu olayları destekleyen bir CHP’nin halen büyük bir alevi kitlesi tarafından desteklenmiş olması manidardır.)
3-Türkiye solu bu olayla terbiye edildi mi, edildi.
4-Büyük bir aydın gençlik buralarda kaçırtıldı mı, kaçırtıldı.
5-Aleviler, Kürtler, gençler ürkütüldüler mi, ürkütüldüler.
Özcesi, TC devlet geleneğinden olan halkları, muhalifleri, farklı toplumsal kesitleri hizaya getirmek için gözdağı vermek Maraş katliamıyla çok etkili bir şekilde uygulanmıştır.
Bunun için diyoruz ki eğer gelecekte Maraşların önü alınmak isteniyorsa öncelikli olarak faşizmi derinlikli yaşan bu devlete karşı durmak önemli olacaktır. Yine bu devletin temsilciliğine gelen, getirilen iktidar erklerine karşı durmamız gerekir.
Bu durumda ilk tavır alınacak olan kurum devlet ve onun şimdiki sahipleri AKP’dir.
Devlet ve AKP'ye karşı etkili mücadele edebilmek için ise öncelikli olarak;
-Yeniden terk edilmiş topraklara dönmek gerekiyor.
-Alevi Kürtlerin CHP’de uzaklaşmaları gerekiyor.
-Alevilerin yeniden özgürlük hareketiyle buluşmaları gerekiyor.
-Aydın gençliğin yeniden daha etkili bir şekilde bura insanın faşizme karşı direnç gösterebilmesi için görevlerine sarılması gerekiyor.
-Türkiye demokratik çevreleriyle faşizme karşı tek vücut olarak karşı durmak gerekiyor.
Maraş katliamını yeniden anarken, bu katliamda yaşamını yitiren tüm insanlarımızın önünde saygıyla eğiliyoruz.
Kasim Engin
- Ayrıntılar
Miladî 2012 yılının sonuna geldik. Herkes geçen bir yılda yaşananları değerlendirmeye çalışıyor. Yılın sonundan dönüp yıl boyunca yaşanan olaylara bakıyor. Kendi penceresinden bakarak 2012 yılının bilançosunu çıkarıyor. Yeni yıla bu temelde hazırlanmak ve 2012 yılının birikimi ve dersleriyle girmek istiyor. Herkes yaptığı ve adet olduğu üzere biz de kendi penceremizden bir 2012 panoraması çıkartmak istiyoruz.
Kürtler açısından 2012 yılının büyük bir savaş ve devrim yılı olduğu tartışma götürmüyor. Kuzey’de devrimci savaş, Batı’da ise özgürlük devrimi sürece damgasını vurmuş bulunuyor. Yılın aktif parçalarının Kuzey ve Batı Kürdistan olduğu çıplak gözle görülüyor. Kuzey Kürdistan’da devrimci halk savaşı 19 Haziran Oramar-Şıtaza devrimci operasyonuyla start alıp Eylül ayında tüm coğrafyaya yayılırken, Batı Kürdistan’daki 19 Temmuz özgürlük devrimi tüm Kürtlere yeni bir umut ve heyecan kazandırmış görünüyor.
Kuzey Kürdistan’ın 2012 yılına ağır savaş koşulları altında girdiğini zaten herkes biliyor. 12 Haziran 2011 genel seçiminde aldığı yaklaşık yüzde ellilik oy oranına güvenerek Kürt Özgürlük Hareketini bitirme hayaline kapılan AKP’nin, ABD ve NATO’dan da aldığı destekle topyekûn özel savaş konsepti temelinde yıl boyu saldırı içinde olduğu biliniyor. Bu soykırım saldırısında ordudan polise, uçaktan medyaya, ekonomiden diplomasiye, dönek solcudan işbirlikçi-hain Kürde kadar herkesin ve her şeyin kullanıldığı yine biliniyor.
Kürtler işte böyle bir saldırıya karşı yıl boyu direniş içinde oldular. Topyekûn özel savaşa karşı halk ve özgürlük hareketi olarak topyekûn devrimci direniş yürüttüler. İmralı’da Kürt Halk Önderi direndi, zindanlarda özgürlük tutsakları direndi, sokakta Kürt gençleri, kadınları, çocukları direndi, meclisten zindana kadar Kürt demokratik siyaseti direndi, dağda özgürlük gerillası direndi!... Bu topyekûn direnişte büyük zorluk ve acı yaşadılar, yüzlerce şehit, yaralı ve esir verdiler… Ama sonuna kadar özgürlük direnişinde kararlı oldular ve de kazanmayı bildiler.
AKP-Kürt savaşında 2012 yılının kazananının Kürtler olduğu tartışmasızdır. Bunu herkes, AKP içindeki birçok çevre bile itiraf ediyor. AKP’nin “PKK’yi bitirme” hedefinin tümden başarısız kılındığı netçe görülüyor. Yine AKP hükümetinin on yıllık iktidar döneminin en zor ve sıkışık anını yaşar hale getirildiğini herkes kabul ediyor. AKP’nin silah zoruyla PKK’yi yok edemeyeceğini anlayarak Eylül sonundan beri politika değişimine yöneldiği, en azından söylem düzeyinde yeniden hile ve oyalama anlamına gelen “Görüşme ve çözüm” kavramlarını dillendirmek zorunda kaldığı birçok çevre tarafından değerlendiriliyor.
Bunlara açlık grevi ile gerilla eylemlerinin sonuçları da eklenebilir. Cezaevlerinde 12 Eylül’de başlayarak 68 gün süren açlık grevi direnişinin “Öcalan’a Özgürlük” hedefini bir tartışma olmaktan çıkararak, bir avuç şoven-faşist çevre dışında herkes tarafından kabul edilir hale getirdiği netçe belirtilebilir. Yine gerillanın aylarca bazı alanların denetimini elinde tuttuğu, Botan ve Zagros’un birçok alanında ikili yönetimin yaşanır hale geldiği, bazı çevrelerin de ifade ettiği gibi “PKK’nin savaşabileceğini bir kez daha kanıtladığı” ifade edilebilir. AKP faşizmine karşı yeni Kürt direnişinin başarıyla gelişmekte olduğu söylenebilir.
Kuşkusuz Kürtler açısından 2012 yılının en önemli olayı Batı Kürdistan’daki 19 Temmuz Devrimidir. Batı Kürdistan son altı ayda sadece Kürdistan’ın değil dünyanın en özgür alanı durumundadır. Bu gelişme, içinde yaşanan ve yapanlar da dâhil hiç kimsenin ihtimal vermediği ve adeta herkesi şoke eden bir gelişmedir. Ama bir gerçektir, hem de yıkılmaz ve silinmez bir gerçek.
Altı aydır Batı Kürdistan halkı, o birkaç milyonluk toplum harikalar yaratmaktadır. Kürt gençleri ve kadınları özgür ve demokratik yaşamı ilmik ilmik örmektedir. Herkese gerçek bir özgürlük devrimi, halk devrimi, demokratik devrim dersi vermektedir. Tam bir seferberlik halinde yarattığı bilinçlenme ve örgütlenmeyle her türlü komplo, provokasyon ve saldırı karşısında kendini yiğitçe savunmaktadır. Başta AKP olmak üzere birçok çevreden gelen oyunu rahatlıkla bozmuş bulunmaktadır.
Ne var ki, başta Kürtler olmak üzere tüm halklar açısından çok değerli ve tarihi önemde olan bu devrime doğru yaklaşıldığı ve sorumlulukların yerine getirildiği söylenemez. Bunu en başta Güney Kürdistan Yönetimi açısından belirtmek gerekir. Bırakalım somut destek vermeyi, bir ticaret kapısı bile açmamakta adeta ısrar etmektedir. Bu da Rojava’ya dönük kuşatma ve ambargonun bir parçası olmaktadır. Yine başta BDP olmak üzere Kuzey Kürtlerinin zayıf ilgisi ve destekleyici aktif çaba harcamaması anlaşılır gibi değildir. Bilinmeli ki, birkaç açıklama ve gösteri yeterli destek sayılamaz. Daha Batı Kürdistan’ın kentleri, Afrin, Kobani, Derik doğru dürüst ziyaret bile edilmemiştir. Ne yazık ki, bu durum tersten de geçerlidir. Kuzey Kürtleri AKP kadar bile ilgi göstermezken, Rojavalı Kürtler de Kuzey ile ilişki ve dayanışma geliştirme adımlarını bir türlü atmamaktadır.
Sözkonusu eksikliklere rağmen Batı Kürdistan Özgürlük Devrimi bir gerçektir ve en zor dönemleri de geride bırakmıştır. Önümüzdeki yılda rolü ve önemi daha iyi açığa çıkacaktır. Hem demokratik Suriye’nin yaratılmasında, hem de Kürt sorununun demokratik ulus çözümünün gerçekleşmesinde etkin rol oynayacaktır.
2012 yılı Doğu ve Güney Kürdistan parçalarında kısmen hareketsiz geçmiştir. Doğu Kürdistan’da çatışmasızlığı korumak bir yandan ideolojik ve politik çalıştırmaları geliştirmeye zemin sunarken, diğer yandan Kuzey ve Batı Kürdistan’daki devrimci adımların desteklenmesine de imkân vermiştir. Güney Kürdistan sınırlı birkaç çatışmayla sükûneti korusa da, genelde gergin bir siyasal ve askeri ortam hep var olmuştur. Bağdat yönetiminin tehditleri karşısında gösterilen birlik ve direniş tutumu tüm Kürt halkını olumlu etkilemiştir.
Yurtdışında, özellikle Avrupa’daki Kürtler 2012 yılında daha aktif ve mücadeleci olmayı başarmışlardır. Kürt halkının ve Özgürlük Devriminin temsilciliğini daha güçlü yapar hale gelmişlerdir. Özellikle Kuzey Kürdistan’daki savaşın ve Rojava’daki devrimin halk üzerinde heyecan yaratıcı etkisi olmuştur. Bu gelişmeleri desteklemek için de yurtdışındaki halkımız büyük çaba harcamıştır. Özellikle geliştirilen imza kampanyası ve özgürlük nöbeti “Önder Abdullah Öcalan’a Özgürlük” kampanyasına büyük güç katmıştır.
2012 yılının en aktif ve hareketli halkının Kürtler olduğu tartışmasızdır. En zor koşullarda verilen bu özgürlük mücadelesinin, teorik ve pratik bakımdan tüm insanlık için yeni bir umut ve heyecan kaynağı olduğu ortadadır. Herkes Ortadoğu’nun en dinamik halkı olarak Kürtleri, hareketi olarak da Kürdistan Özgürlük Hareketini görmektedir. 2012 yılı bu gerçeği daha da perçinlemiştir.
Elbette böyle zorlu bir mücadele basit ve bedelsiz olmamıştır. Acı, kan ve gözyaşı bütün yıla damgasını vurmuştur. Kürt halkı en değerli ve bilinçli evlatlarını böyle zorlu bir mücadele içinde şehit vermiştir. Ama bunların karşılığı da yaşanan gelişmelerle alınmıştır.
Bu temelde 2012 yılının kahraman şehitlerini saygıyla anıyor, tüm halkımızın yeni yılını kutluyor ve 2013 yılında özgürlük ve demokrasi mücadelesi yürüten herkese başarılar diliyoruz!..
Selahattin Erdem
Yeni ÖzgürPolitika
- Ayrıntılar
Önderlik gerçeği, hiçbir iç ve dış kaynaklı yetmezliğe, gaflete, saptırmaya yaşama şansı vermemek kadar, doğrultusunu da tüm bu yönlü engellemelere karşı egemen kılma çabaları, hiçbir dönemle kıyaslanmayacak kadar büyük bir çabayla bu dönemde sonuç alacaktır. Savaşımızın en can alıcı yönünün; insan yaklaşımı, onun amaçla bağlantısıyla birlikte, amacını gerçekleştirecek, başta düşünce, ideolojik güç olmakla birlikte onu tamamlayacak, onun başarı şansını artıracak, teknik donanımı da morali de kesin verecek gücü vermektir.
Görülen o ki, Önderlik gerçeğinde tamamen saptırılan, boşa çıkarılan, en esaslı çalışma bu oluyor. Bütün tasfiyeciler, oportünistler her boydan yetmezler ve gafiller, esasta bu işin gereklerini yerine getirme yerine, kendi şeytani emelleriyle ucu-bucağı belli olmayan, iyi veya kötü niyet ne olursa olsun, mutlak yapılması gereken işi yerine getirmeyip sonuçta sözüm ona bireyciliğini, sınıfsal şu veya bu amacını, küçük hesabını yapmakla hayata geçirmekle uğraştığı için, PKK Önderlik gerçeğinde haketmediği çok büyük yaralar aldı. Darbeler yedi, çok önemli zaferleri de yakalamaktan ve yaşamaktan alıkonuldu.
Çok net anlaşılmıştır ki, en büyük oyun bu konu üzerinde oynanmıştır. Yani düşmanın açık saldırı cephesinden insanımızı bozmak için, bir hayvandan daha beter kullanılır hale getirmek için ne gerekiyorsa, ne kadar çaba ve ideolojik savaş gerekiyorsa, hepsini yapmış. Sonuçta düşman kendisi için birey yaratmışsa; bizim içimizdeki Önderlik gerçeği ile bir türlü yol almasını bilemeyenler, onunla uyuşamayanlar, onunla örgütün ideolojik-örgütsel birliğine kendini yatıramayanlar da bu işi içten yapmışlardır. Hatta belki de açık savaşan, cephede daha tehlikeli bir biçimde kapalı, muğlak çok çeşitli ruh halleriyle en can alıcı yerinden bu savaşı düşman lehine olabilecek bir biçimde, sözüm ona kendi küçük hesaplarını da yaşayabilecek, yine incir çekirdeğini doldurmaz planlarla, alışkanlıklarla, güdülerle işin altından çıkmaya çalışmışlardır. Kendini böyle affedilmez bir biçimde açığa çıkartan en temel hususlarımızdan birisi bu.
Nasıl bu durumu yaşadınız? Nasıl göz yumdunuz? Hatta buna nasıl öncülük, sözcülük ettiniz? Bunları biraz açığa çıkarttığımız gibi, daha da canına okuma işine, bu çalışmalarda acımaksızın devam edeceğiz. Kimsenin adına-şanına bakmaksızın, ya o kesin can alıcı noktada rolünün sahibi olacaktır, ya canına okunacaktır. Bunun için yetmezlik, “şu özelliğim yetmedi, şu yanım el vermedi, eğik kaldı, bozuk çaldı” gibi sözlerin asla kabul görmeyeceğini, kesin size anlatacağız. Artık benim de aklım başıma geldi. Ne mutlu ki, bu günlere ulaşıp canına okuyabilecek gücü, halk adına yakalayabildik. İmkan ve olanakları fazlasıyla elde ettik. Büyük bir öfkeyle ben de, bu halkın Önderlik gerçeğinin canına okuyanların canına okuyacağım. Ayıp olmasın, hepinizden bunun hesabını soracağım.
Ya çok sağlam bir halk önderi olacaksınız, ya da yaşatılmayacaksınız. Bunun ayıbı, kaybı, kusuru olamaz! Ya halk için yaşamasını bileceksiniz, ya da hiç yaşamayacaksınız! Zaten yaşamayacağınızın da düşmanla bağlantısını göreceksiniz. En azından kendi gafletinizi aşacaksınız. Bıktık artık, kangrene döndürdünüz. Düşünüyorum, her an kesinlikle önemli bir başarı imkanı her militan için vardır. Her birisi düşman için çok önemli bir darbeyi planlayabilirdi. Ama her birisi Kürt’ün namussuzluk geleneğini sonuna kadar izleyerek, maalesef bu darbenin sahibi olamadı.
Bunu çözmeye çalışıyorum şimdi. Bu hastalık neden bu kadar derin ve sürekli her tarafı kapladı gitti? Faşizm neden bu kadar egemen oldu? Devrim ne kadar çaptan, gözden düştü? Savaşacağım konu bu. Ya bu ikiyüzlülüğü, yalancılığı aranızdan kaldıracaksınız, ya da sizinle asla uyuşmayacağız ve bizimle yaşamayacaksınız.
Bıktık artık ucuz laflardan, gerekleri yerine getirilmeyen kararlardan, çok bencil hesaplarınızdan, yiğitliğe hiç yakışmayan bütün tutum ve davranışlarınızdan! Bir köy fethedecek kadar gücü olmayanların, bir-iki insanını bile doğru kazanacak gücü olmayanların, kendileri için bir saygıdan, bir hürmetten asla bahsetmemeleri gerekir. PKK adı altında bakıyorum bir çok baş belası ortaya çıkıyor. Asgari görevlerine saygısı yok. Olanakları var, “yiyelim, içelim ve diğerlerini de alıp kaçalım” diyor. Bunlara çare bulacağız. Artık ihanetin kolay kolay olmayacağını, gizli veya açık sonuç almayacağına kesin çare bulacağız. Bu ağlamanıza, sızlanmanıza bir son vereceğiz, kesin çare bulacağız. Yıllardır en basit siyaset için gerekli bir dil gücünü bile kazanamıyorlar. Etkili bir hitap dilini bile kazanamıyorlar.
Neden, bu da mı çok zor? Adam gibi kalkıp bir toplantıda amaçlı ve etkili bir konuşma yapmak neden zor olsun? Bir toplan-tının anlam ve önemini yıllardır en önemli bir çalışmada bile gündemleştirme neden gerçekleştirilmiyor? Gözler önünde yapılması gereken bir çok iş var. Hiçbirisine ilgi duyulmuyor. Peki kimin adına varsınız, neye varsınız? Ucuz yaşayacaksanız, buna geçit olmaz. Suç ortaklığı yapmayacağız. Bir çok yaklaşımı kökünden değiştirmek istiyoruz. Kendimiz için artık bir tarih yazmanın imkanları ortaya çıkmıştır. Yıllardır hamalca verdiğimiz çabalardan, hiçbir sonuç yok. Böylesine tarihi bilinç için de çaba verme gücünü göstereceksiniz.
PKK’de bir tarz yaratılmış, gece-gündüz kendime “bu kimin tarzı” diyorum, ben halen anlamıyorum. Benim tarzım olmadığı kesin. Kim bu dalavere işini yürütüyor? Anlatıyorlar bir eğitime gidiyorlar, herkesi uyutuyorlar. Bir eyleme gidiyorlar, en olmadık kayıplara yol açıyorlar. Bir yaşamları var, fitne-fesat dolu. Bir halka gidiyorlar, halkı sömürgecilerin memurlarından daha saygısız ele alıyorlar. Bunları kim size aşıladı böyle. Bu benim işim midir? Ben mi size bunları öğrettim? Bu bir özgürlük anlayışı mıdır? Hangi ideolojide bunun yeri var? Yok! Bunun artık anlaşılması gerekiyor. Hiç kimse uyduruk gerekçelerle, nedenlerle bu gerçeklerin üstünü örtbas etmemelidir. Nedenlerini ve çözüm yolunu gerçekçi ortaya koymalıyız. Bizim kendimizi mutlak yetiştirmek gibi bir görevimiz olduğunu kimse inkar edemez. Çok belli ki, asgari konularda bile takılıyorsunuz. Bunun kesin aşılması gerektiğini de hiçbiriniz inkar edemezsiniz. Bu yaşa gelmişsiniz, bir çareniz olacak.
PKK Önderlik gerçeğini anlamama var. Böyle gelmişse böyle gidemez, bu bir. Bu kadar laubali, neredeyse uygulanan her türlü geri yöntemle devam edilemez, iki. “Hiç anlamaya gerek yok, önüne ne konulursa ye, iç” anlayışına evet denilemez, üç. “Bizden hayır çıkmaz, adam olacağımız da yok, her şey çoktan kaybedilmiştir, bunu değiştirmeye ne güç yetişir, ne de gerek vardır” yaklaşımı kesinlikle affedilmez, kabul edilemez, bu da dört. “Çok çabalarız, bazı doğrular var ama, ancak onların uğruna övünülür, onların fazla yaşam değeri yoktur” gibi bir iddiada bulunulamaz, beş. “Bir yaşam imkanı yakaladık, biraz örgüte bir şeyler veririz, ama çoğunu kendimize yontarız” yaklaşımına da asla fırsat verilemez, altı.
En doğrusu, kendimize insan varlığının çok temel toplumsal ve günümüze doğru geldiğimizde ulusal gerçekliğini inkar etmeksizin, belli bir özgürlük bilinciyle, kendinde bir yaşam heyecanı, tutkusu yaratarak ve bunun için gerektiğinde kendi kimliğinde karar kılarak, varsa düşmanlara karşı da mücadele etmenin doğru yol ve yöntemlerine sahip çıkarak, doğru kurtuluş yolunu, amaç ve örgütlenme araçlarına bağlı kalınarak, onun gerekçesi, gerekirse çok şiddetli bir savaş çabasını esirgemeyerek, kendinde yaratarak bu biricik doğru yolda çok kararlı yürümektir. Eğer ölünecekse bu temelde ölmek, eğer yaşanılacaksa bu çabanın sonunda yaşamaktır. Yaşam kararınız olacaksa onun da makulünü böyle yapacaksınız. Bunun dışındaki bu uydurmalarınızdan artık nefret ediyorum!
Bu eşittir, partileşme, ordulaşma anlamına geliyor. Adam gibi yaşama, hatırı sayılır, başı dik size ekmek sudan daha gereklidir. Neredeyse merkezimizden tutalım her tür birime kadar, toplumumuzun bile yaşadığı o zayıf olabilecek kahredilesi yaşamdan daha sefil, başı bozuk, kuralsızdır. Herkesin nerdeyse kendi keyfine göre kural dinlemediği bir ortam. Özgürlüğü böyle yozlaştırma, en rahat yapılabilecek işlere koşmamak kadar, en küçük hesaplarınız bir örgütü yıkacak kadar peşinde koşma. Bunları terk edeceksiniz. Öyle adımız var, ünümüz var veya “şöyleyiz, böyleyiz” deyip de tehlikeli bir yaklaşım içine kesinlikle giremezsiniz. Çok kötü bir ölüm teorisine yatırarak da olmuyor, “başarı imkanı yok, iyisinden ölünür” yaklaşımını da lanetle karşılıyoruz. Hiç kimsenin bu teoriyi şu veya bu biçimde aramızda yaymaya asla hakkı olamaz. Şımarıklar var, gözü açıklar var. Bunların hepsi haddini bilecektir.
Biz insana güveniyoruz. Bugün ulusal kurtuluş bizim için bütün insanlığın arkasında kalmış bir sorundur. Dünyanın sonundayız. Herkesin kullandığı yöntemlerin hepsi bizim tecrübe hanemizde kayıtlı. Partimizin de büyük bir tecrübesi var. Bunları görmeyeceksin, halen de en olmadık, anlaşılmaz oyun oynayacaksın. Hayır! Ben bunlara “dur” diyorum ve ilk yapılacak iş de budur. Eskiden bir töre vardı, görevinde başarısız oldu mu “başını getirin” derlerdi. Biz bu kaba anlamda başınızı istemeyeceğiz ama, başarmayan da olduğu yerde anında görevden düşsün. Yıllarca başarısızsa halen komutan, halen yönetici olmasına izin vermiyoruz, bu ahmaklığa devam edemeyiz. Başaramayan anında düşer. Bir çalışmada başarılıysan devam edeceksin. Bunları anlamak zor mu? Uygulamak zor mu?
Utanmadan hepsi başarısızlık için ne gerekiyorsa onu birbirine dayatıyorlar. Peki düşmanla uğraşmaya gerek var mı? Bu yaklaşımın kendisi her şeyi bitirmeye yeterli değil mi? İnsanlığınızdan, Kürtlüğünüzden gerçekten bir şey anlayamıyorum. En kötüsü de, ben yol açtım bu çıkışlarınıza, sorumluluk üstlendim, ama bu kadar ters gelişmesine bir türlü anlam veremiyorum. Görünüşte hepsi Başkana bağlı, öl dese hepsi ölür. Öze bakıyorsun, hepsi Başkanın düşmanından bile daha saygısız düşmanları. Gel de bu işin içinden çık! Bunu kim icat etti, bu size ne zevk veriyor? İnsan bencildir diyelim, biraz “ben”i, yani egosunu yaşamak ister. Ama böyle egonuzu da yaşayamazsınız. Çünkü bunun içinde en daracık “ben”in bile imhası vardır ve bu çok nettir.
En önemlisi anlamaya yanaşmıyorsunuz. Zaten bu en büyük silahınız. Bir, anlamaya yanaşmamak; iki, ciddi olmamak; üç, demagoji geliştirmek; dört, bin bir türlü cıvaları gevşetmek. Hiçbir şey birbirini tamamlamasın, her şey oluruna ve keyfine göre gitsin! Bunlar sizin dayanılmaz hafifliğinizdir. Sanmıyorum başka bir olgu veya gerçeklikte bunun başka bir örneği olsun. Herhalde derin sömürgecilik, insanımızın bütün direnç damarlarını böyle kırmış ve sizler de bunu şimdi rahat rahat kusuyorsunuz.
Değiştireceğiz! Devrimcilik eşittir; değiştirmedir.
Neyin değiştirilmesi? Bu durumun değiştirilmesi! İnsanını bu ihanet ortamından zaptetmeyen, bir kişide bile ihaneti durduramayan nasıl karşımıza çıkabilir? Her birinin komutası veya sorumluluğunda yüzlerce insan kaçmıştır, düşmana gitmiştir. Bir-ikisini bile durduramadınız. Peki nasıl kendinize insan sever veya yurtsever diyeceksiniz? Hiç bu soruları kendinize sormayacak mısınız? Yalancılar! En temel iş, insanı lanetli, haince işten alıkoymak değil midir? Onları ayakları üzerine dikip hedefe yöneltmek değil midir? Peki siz, şimdiye kadar bunu yaptınız mı? Neyle uğraştınız? Birbirinizle! Meşhur Kürt felsefesi! Felsefe de değil, felsefenin de, dinin de, imanın da bittiği, fitne-fesat, her türlü münafıklık, umudunu yitirmişlerin, yaşamsal tüm konularda kaybetmişlerin inanılmaz hafiflikleri, iddiasızlıkları. Ben bunu iyi anlıyorum.
Çocukluğumda çok dolaşırdım. Pek ürün vermeye elverişli olmayan kıraç toprakları gezerken sizi hatırlıyorum. Bir-iki damla su tutmayan sevdasılar vardı. Onlardaki kurumuşlukları hatırlarken sizi görüyorum. Daha yeşermeden, hele hiç ürüne gelmeden kuruyan bitkileri hatırlarken sizi görüyorum. Bir cemaatle otururken, hiç umut vaat etmeyen boş laflar kalabalığını görürken, sizleri hatırlıyorum. Bunlar benim bütün yaşamımı bağlayan bu toplumun kara kabuslu yanlarıydı. Siz bunları değişik bir lisanla dayatıyorsunuz, yani o kabusu bana yaşatmak istiyorsunuz. Halbuki ben bu kabusları çoktan aştığıma inanıyordum. Hoşunuza gidiyor. Önderlik gerçeğine yaklaşımınızı bu kelimeler ele veriyor. “Ne olur kendimizi böyle yaşatsak?” diyorsunuz. İşte bu kabuslu, bu hiç ıslah etmeyecek yaklaşımlar. Size göre özgürlük bunların cirit atmasıdır.
Burada kıyamet koparacağız, geçit vermeyeceğiz. İnsana güveneceğiz ve mutlaka en bitik yer de olsa, bir kaya parçası da olsa onda kök salacağız. Önderlik gerçeğinin bu olduğunu bileceksiniz. Biz kayalara kök salın demiyoruz. En mümin topraklara sizi ektik, reddediyorsunuz kök salmaya. Mutlak gelinen nokta, Afrikalı siyahın diasporasından* daha aşağılık, daha köleci bir biçimde, yine asırlar ötesi biçilen insan topluluklarından daha tehlikeli bir biçimde dağılmayı felsefe haline getiriyorsunuz. Tarihin son döneminin gerekçesiz, anlaşılmaz sorunların halkasına en son halka olarak eklenmek istiyorsunuz. Bunların büyük tehlike olduğunu öğrenmeniz gerekir. Hiç bunlardan haberiniz olmayacak mı?
Her gün düşmanın hitap ettiği bazı alışkanlıklarınız var, korkmadan, utanmadan onlara yer arıyorsunuz. Oysa sizin biricik dersiniz budur Önderlik gerçeğidir. Ya bu dersi doğru anlayıp gerekeni yapacaksınız, ya da bu sınıftan atılacaksınız. Ya bu dersin ciddiyetine inanacaksınız, ya da bu okuldan çıkacaksınız. Hasret kaldık bir mevzi çalışması yapana, bir saygılı iş yapana.
Eskiden diyordum; bunların yiyeceği yok, silahı yok, güvenecek arkadaşları yok. Bunların hepsini oluşturdum. Nasıl ki eskiden bütün yollar Roma’yaydı, şimdi bütün yollar Kürdistan’a dedik, onu da gerçekleştirdik. Halen şanlı bir tek ses yok. “Burada yaşanmaz” diyor, ya nerede yaşanılır? “Böyle yaşanılmaz” diyor, ya nasıl yaşanılır? Söyleyin bana! Avrupa, Afrika, Arabistan, Orta Asya’da nasıl yaşanılacağını ispatlayın. Yer var mı, yok mu? Bir araştırma yapın; orada yaşam yeri olabilir mi, olamaz mı? Bakın birbirinizin yüzünüze ve anlatın nasıl yaşadıklarınızı. Karınızla, kocanızla, çocuklarınızla nasıl yaşadığınızı birbirinize anlatın. Varsa bir sevdanız anlatın. Yüzlerinize bakın; biz maymun muyuz, insan mıyız diye.
Birbirimizden ne kadar bir şeyler anlıyoruz, anlatacaksınız birbirinize. Bunları doğru anlatmadan sizleri bırakmayacağım. Yaşama ihanet edemezsiniz, uyduruk yaşayamazsınız. Yaşama mutlaka saygıyı göstereceksiniz. En sorumlularımız büyük bir öfkeyle düşmana karşı yol alması gerekirken, işleri bozmayla uğraşıyorlar. Aklın içine tuz ekmişler adeta, kireç ekmişler, kurutmuşlar. Olmaz, bir tek benimle olmaz!
Bunları şunun için söylüyorum; okulumuzun öğrencilerisiniz ve bu okulun öğrencilerinin esas dersi Önderlik dersidir. Halk önderliği; halkın bütün ulusal, toplumsal, ekonomik, kültürel işlerinde yol gösteren olmak, düşmanın bentlerini yıkmak, halkın yaşamının gereklerine inşa gücü olmaktır. Ders budur, bu dersten geçmeniz gerekiyor. Başka hiçbir işiniz olamaz. İlkesi kadar belli bir işbölümü dahilinde, uygulama esaslarında çaba sahibi olacaksınız. Düşmanın size taktığı yüreği koparacağız. Kendi Önderlik gerçeğimizin akıl ve yüreğini gerekirse özel operasyonlarla, ameliyatlarla takacağız. Bol bol burada ameliyat yapacağız. Davamızın önemi azsa söyleyin, büyük çaba harcamayalım. Başka işler önemliyse, onu da bana anlatın, beni bu azaptan kurtarın.
Dikkat edin, son yıllarda yalnız bu konuları işliyorum. Eskiden derslere başlarken objektif gerçeklikleri ele alırdım, tarihten başlardım, sömürgecilik, toplumlar tarihi, askerlik, siyaset, kültür-sanat derslerini verirdim. Şimdi bunlara hiç değinme gereği bile duymuyorum. Bıraktım son yıllarda bunları. Neden? Yeni doğuşun bütün sancılarını taşıyorum bir ulus için, hatta insanlık için. Bizim yeniden ulusal direniş çok şey kazanacak. Nasıl ağır, önemli, komalık bir hastanın başında bütün hastanenin hekimleri koşar ve herkes pür dikkat bütün maharetlerini göstererek kurtarmak isterlerse, bin defa bizim ağır komalık, ama çok önemli bir konuda bütün hünerlerimizi gösterip bu hastayı kurtarmamız gerekiyor. Bu kadar çabadan sonra bir bakıyorum ki, herkesin yaptığı neredeyse değer hırsızlığı veya “boş ver, benim değil, nasıl olursa olsun” yaklaşımıdır. Halkın en yüce değerlerine sigaraları kadar değer vermiyorlar. İnanılmaz bir şey!
Önderlik dersinde bu mutlaka çözümlenecektir. Beni artık yanlış tanımayın. Size bütün verileri sunuyorum, inceleyin, kendi payınıza sonuç çıkarın. Belli ki ben zorla hiç kimseyi tutamam, ama hiç kimse de herhangi bir dayatmayla, zorbalıkla, kurnazlıkla beni sökemez. Hiç olmazsa şimdiye kadarki çalışmalarımla kendimi koruyacak gücüm oluştu diyeyim. Belki eskilerde beni istediği gibi zorlamak mümkündü ama, bu büyük çabadan sonra, sanırım beni hiçbirisi, özellikle de kendi öz sahamızda, herhalde kolay yıkamaz, aldatamaz. Kaldı ki, sizin görevleriniz beni yıkmak, beni aldatmak değildir. Sanmıyorum böyle bir görev önünüzde yok. Sizin göreviniz öyle tahmin ediyorum ki, en azından tartışmak ve bazı doğrularda özlüce karar vermektir.
En çok öğrenilen; kim PKK’de birbirini boşa çıkarır, kim birbirini zayıf düşürür, kim Önderliği boşa çıkarır oluyor. Resmen geçen yıl adını koydular; “yaptığımız savaş Önderliğe karşı savaştır” dediler. Hem de çok yaygın ve genel bir savaş! Peki siz bunun icazetini kimden aldınız? Kim size bu fetvayı verdi? Düşmanın çağrılarından başka bir kaynağı var mıydı? Bu savaşımın veya kendi sınıf eğilimlerinizin kaynağı ne? Sanki mal bulmuş mağribi gibi, herkes kendinde bir kıymet bulduysa “Önderliği boşa çıkaralım” demekle uğraşıyor. Sanki başka yapacakları iş yokmuş gibi. Derdiniz ne? Sıkıştıklarında “sen olmazsan biz yaşamayız” diyorlar. Zor koşullarda tümüyle bana dayanacaksınız, en ufak imkan elinize geçse de canımıza okuyacaksınız. Bu ne biçim yoldaşlık oluyor?
Ses tellerinizi bile doğru işler için ayarlayacaksınız. Ama siz kendi basit dünyanızı yaşamaya gelince istediğiniz gibi davranıyorsunuz. Bu cüretti nerden buluyorsunuz? Hangi hukuk kitabında böyle bir hak anlayışına yer vardır? Bu lümpenizmin sınır tanımaz edepsizliğidir. Başıboşluğun, haddini bilmezliğin, edepten anlamazlığın utanmazlığıdır. Veya cahilliğin ulu orta kendini yere atmasıdır, ortaya sermesidir.
Sizlerle ciddi bir çalışma yürütmek istiyoruz. Ciddi çalışma yürütmek için süreci iyi ayarlamışız. Artık yaşınız-başınız bu işe gelmiş. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u yirmi üç yaşında fethetti. İskender, Makedonya’dan Hindistan’a, Mısır’a kadar otuz üç yaşında fethetti. Düşünün, siz bir kulübeyi inşa edemiyorsunuz. Naylon çadırdan başka bir şey kurmak elinizden gelmiyor. Dört bin yıl önce, insanlarımızın hiçbir düşmanın giremeyeceği dağlardaki kazıdıkları mağaralar var, kovuklar var, henüz onlara bile girecek gücü kendinizde bulamıyorsunuz. Düz ovada sonunuzu getiriyorsunuz. Bunlar gerçek! Dört bin yıl önceki atalarımızın o topraklarda gösterdikleri çabaları gösterememek bir kader midir? Onların inşa ettikleri kaleler var, mezarlar var, yaşam yerlerinizden bin kat daha değerli ve kutsaldır. Mezarları bile yaşadıklarınızın yerinden bin kat görkemlidir.
Düşman öyle bir yenilgi felsefesi egemen kılmış ki, nasıl izah edeceğiz bu yenilgi felsefesini? İsterdim ki bir edebiyatçı bunu işlesin. Hiçbir şeye gücü yetmeyenin romanını kim yazacak? Babacığımı hatırlıyorum şimdi. Hiçbir şeye gücü yetmediği zaman birkaç iş yapardı. En büyük eylemi “ne yapayım Abdullah” diyordu, çıkıyordu damın başına, kapıyordu gözünü, açıyordu ağzını, kendi kendine küfürler yapıyordu. Tam bir acayip hal! Neye, kime küfür ettiği de belli değildi. Ondan sonra kahraman gibi o damın köşesinden inerdi. En ufak bir hedefe gerçekçi olarak yürüyemiyordu. Çaresizdi, güç getiremeyeceğini tamamen öğrenmişti. Bir eşeği vardı, o da yaramaz bir eşekti, zor-bela ona biraz binip, gidip tarla işlerinde çalışıyordu. Onu da fazla başaramıyordu. Bunun hikayesini bana anımsattırıyorsunuz. Sizin bu kavgacılığınızın bütün hikayesi, bunda mevcut. Ben dersimi o zamandan beri aldım. Ah bu babam olmasaydı diyordum, benim de şu çocuk gibi babam olsaydı ne olurdu? Bu en zavallı babayı kim bana baba yaptı? Anam daha değişikti. O da zurnanın bambaşka bir deliğinden çalıyordu, inanılmaz bir ses çıkarıyordu.
Ders çıkardım, böyle yaşanılmaz diye. Hem de o çocuk yaşımızla. Yeteneklerim fazla güçlü olmamakla birlikte akıllıca derslerimi öğrenmeye çalıştım. Yaşayacaksam, öğrenecektim. Tek bir doğru sözcük nerdeyse dört elle sarıldım. Birisinin en ufak bir ilgisine canı gönülden minnet borcu duydum. Gözümün gördüğü her şeyi okumaya çalıştım, anlam vermeye çalıştım. Koştum durmaksızın. Yüreğimin anlamaya çalıştığı her şeye ilgi duydum. Hepsi de çok yetersiz. Değil sizlerle, tek bir insanla yanlış tek bir iş yapmamayı esas ilke belledim. Zararlı hayvanlardan başka, her şeye, bir yeşillik de olsa onu ezmemeye özen gösterdim. Yeter ki zarar vermesin, hain olmasın. Dağların diliyle dağlarla konuştum. Düşmanımızın çocuklarıyla konuştum. Bütün bunları yedi-on yaş arasında yaptım.
Sizin gibi baylara ve bayanlara bakıyorum; hiçbir şeyi ne anlamak istiyorlar, ne dinlemek istiyorlar. Doğrusu nerede? Ne ona ulaşmak istiyorlar, ne ondan kopmak istiyorlar. Yanlış nerede? İşte o sizin dediğiniz toplumsal çabanın yansımaları böyle size egemen olmuş. Tabi bunun nedeni; dediğim gibi siz çok kötü büyütülmüşsünüz. Benim buna karşı tepkim de her zaman kanun niteliğindedir. Hammurabi kanunu gibi yazılmıştır bir defa, bozulamaz. Böyle olacağınıza hiç olmayacaksınız. Kanun bu! Anlayın! Devrilmeye kadar veya hükümden düşünceye kadar bu kanun yürüyecektir. Bakıyorum, bu size zor geliyor ve çok ince yollardan kanunu bozmaya çalışıyorsunuz. Ama unutmayın ki, ilk defa bu ülkede kanun sahibi olacak bir gücü yakalamışız. Kanunu bütün özellikleriyle anlayacaksınız.
İşte ders! Gece-gündüz bunu anlayacaksınız. Ben anlattıklarımı bile yeterli görmüyorum. Bu kanun nedir diye anlayacaksınız. Anlamak şurada kalsın, işiniz-gücünüz kanunu bozmak. Hiç olmazsa bu bozma işini, benden sonraya bırakın. Hammurabi olsaydı, kanunu bozdunuz diye çoğunuzu keserdi. Ben gerçekten vicdanlı birisiyim. Tam bir peygamber sabrı! En çok ikna eden Hz. İsa gibi, hatta daha fazlasını yapmaya çalışıyorum, Hz. Musa gibi yapmaya çalışıyorum.
Kanun kanundur. Bunu biliyorsunuz; yaptırım gücü vardır, uymayana mutlaka yaptırım gücü uygulanır. O gücün ne olduğunu size söylüyorum. “Kanun demiri keser” veya “şeriatın kestiği parmak acımaz” derler, bizim kanunumuz da en az bunlar kadar şiddetlidir. Kanun, nizam tanıyacak duruma geleceksiniz. Ve uydurukça değil, sandığınız ahbap-çavuş yöntemlerle değil, kanunların ruhuna uygun olarak yapacaksınız.
İlk defa Kürt olayında, kanun-nizamın geliştirilmesi vardır. TC’nin büyük bir hukuksuzluk olduğunu ve kanunlarının da zulüm kanunları olduğunu biliyoruz. Bizim kanunlar öyle değil, bizim kanunlar insanlığın doğal gelişme esaslarına dayalı kanunlardır. Ama böyle olduğu için de çok ciddi kanunlardır. Bu ülkeyi artık kanun-nizama göre yöneteceğiz. Çok mu görüyorsunuz bize? Hep düşmanın zulüm kanunlarına göre mi yaşayacağız? Kendi insani yaşam temellerine dayalı kanunlarımız gelişmesin mi? Bu konuda birkaç kişi kafa patlatmayacak mı? Halkına, insanlığına bir-iki sözü olmayacak mı? Kanun-nizam ruhuna ne zaman sahip olacaksınız? Bunun böyle olması için, örgütümüzün bazı kanunları, kuralları var, bir kaç tane işleyiş esasları var. İçtenlikle ne zaman uyacaksınız? Bunun için hiçbir çabanız olmayacak mı?
İsterdim, kanunsuzların romanı da yazılsın. Kanunsuz adam! Bunlar hep ciddi edebiyat konuları. Kanunsuz adam kimdir, nasıl yaşar biliyor musunuz? Zaten yaşamınız iflas halinde. Bir kaç taneniz kanunlarımızın ruhuna uygun bir çabaya sahip olmayacak mı? Askeri kanunlarımızın veya askeri çizgimizin esaslarını bir tarafa bırakıyorum. Temel yaşam kanunlarımızdan bahsediyorum.
Ayıp değil, benim de kendime yaptığım iyilik; devrimciyim biliyorsunuz, düşman kanunlarını boşa çıkarmanın önderiyim. Ama aynı zamanda halkların doğru hukuk normlarına da saygılıyım. Alman anayasa koruyucusu geldiğinde dedi ki, “sen bizim kanunlarımızı ve demokratik esaslarımızı bozuyorsun”. İlk verdiğim cevap; “ben böyle saygısız bir insan değilim, sizin hükümetiniz TC’den sonra bizim halka karşı en çok savaşı destekleyen hükümettir, ona karşı çıkmakla birlikte, sizin kanun ve demokrasi esaslarınıza saygılı olmak gerektiğine eminim” dedim. Bunu böyle taviz almak için, anlaşma yapmak için söylemedim. Halkların meşru gördüğü yaşam tarzlarına, onların hukukuna saygıdan ötürüdür. “Savaşı daha değişik yürüteceğim sizinle” dedim, “gücüm yeterse bir gün verdiğiniz zararları size ödettireceğim” dedim. Bunları bir çırpıda anladık. TC’ye karşı da öyle kendi hukuklarını tanınmaz duruma getirenler kendileridir. Ama halen bizim savaş hukukuna uymayı, onlardan daha anlayışlı yürüttüğümüzü söyleyebiliriz. Biz bir tek askere, esire fiske vurmadık. Bu bir ölçüdür.
İsterdik ki, tümüyle böyle olsun. Siz hukuk anlayışına, insanlarımızın en doğal yaşama gereklerine bile saygılı olamıyorsunuz. Komutanlarımızın hukuktan, nizamdan haberleri yok. Canı gibi koruması gereken değerleri, en başta savaşçısını, büyük bir hata ve kuralsızlık yüzünden kaybediyor, sonra da “kurtuldum” diyor. Bundan daha zalimane yaklaşım var mıdır? Destanlar yazması gereken kendi biriliğini, kuralsızlıktan ötürü çürütüyor, çökertiyor. Bunun hesabını görme gereğini bile duymuyor. Yine bundan daha ağır bir suç var mıdır?
Ne zaman biz suç ve ceza kavramına anlam vereceğiz? Hemen her sözünüz diken gibi insanın ruhuna batıyor. Ne zaman insanın moral değerlerine saygıdan bahsedeceğiz? Acaba bunların direkt düşman dayatmaları olduğunu ne zaman öğreneceksiniz? Yoldaşlar hiç birbirlerine böyle yüklenirler mi? Tüm bunlar Önderlik dersidir. Mutlaka öğreneceksiniz. Öğrenmeye niyetiniz varsa kalacaksınız. “Yok, işin altını üstünü birbirine karıştıracağız, kanun-nizam dinlemeyen öz tahribatına sonuna kadar devam”, hatta birilerinin dediği gibi, “ne kadar Önderlikten öğreniyorsak, o kadar canına okumak için uyguluyoruz” gibi geri öğrenme metodunu değiştireceksiniz.
Bize karşı savaşmanız için size öğretmiyoruz. Biz en zor durumda bizden yardım talep eden şehit analarına, ilgi gösterilmesi gereken insanlarımıza bakamıyoruz, tüm gücümüzü size veriyoruz. Siz de böyle yaparsanız, kendini bu temelde disipline edemediğinizden asla partileşme, ordulaşma derslerine giriş yapamazsınız. Bu temelde Önderlik esprisini yakalayamayan, hiçbir dersi öğrenemez, öğrense de çok tehlikeli olur.
Dediğiniz gibi, bize karşı savaşta, şu anda sanki emeğinin sahibini yenmek için bütün sınıflar içimizde hortluyor. Sizin göreviniz, emeğin sahibinin çabalarıyla sağlanılan gelişmeyi, karşı bir sınıf saldırısıyla yenmek değildir. Çünkü siz bu amaçla bu örgüte, bu okula girmediniz. Verdiğiniz söz, aldığınız karar, bu okulun temel öğretilerine, felsefesine, siyaset ve savaş tarzına sonuna kadar bağlı kalacağınıza dair yemin içerek başladı, herkes söz vererek giriş yaptı. O zaman hiç kimse “şu nedenden ötürü anlayamadım, sözüm bir tarafa, kendim bir tarafa” deme cüretini gösteremez..
Bu ne anlama geliyor? Şimdiye kadar başaramayışımız büyük kusurumuzdur. Temel Önderlik gerçeğimize göre davranmayışımız büyük kötülüktü. Ama artık bir savaştır yaptığınız diyorum. Bu savaşta bizim de bir yerimiz var. Adım atmak, yaşamda da ileri adım atmak istiyorum. Esasta bizim yol arkadaşımız olmak isteyenler adına da, kararına da uygun olarak tutarlı günlük çabalarıyla göstereceklerdir. Bunun anlaşılmayacak hiçbir yanı yok. Nasıl düzen okullarında, düşmanın zehir zemberek kustuğu okullarda akıllı öğrenci olduysanız, PKK’nin temel okulunda da saygılı bir öğrenci olacaksınız.
Bu okul ki, elimizden alınan insanlığı kazanmadır.
Bu okul ki, insanlığı kazanmak için yol yöntemleri edinmedir.
Bu okul ki, savaş sanatının tüm inceliklerine ulaşmadır.
Öğrenebileceğiniz kadar, hedeflerinize ulaşabileceğiniz kadar öğrenin. Bana göre ortam elverişli. Halk okullarında bu kadar fazla bile. Bu yaşamı, savaşı kazanmak için veya en azından namusluca ölmek için ne gerekiyorsa tartışabilir. Tartışma özgürlüğü sonuna kadar hepiniz için vardır. Asırlık sorunlarınızı, konuşma imkanınız vardır.
Erkek-kadın bir aradasınız, her sınıftan insanlar olarak, hatta her ulustan komşular olarak bir aradasınız, ne alıp vereceğiniz varsa haykırın! Burada kimse korkmasın, içimde ne bitiyorsa, yaşam hakkı için hangi hayaller varsa, onu tartışmaya sokabilir. Bir tek şart var; tartışmanın disiplinine uyacaktır, bozmayacaktır, ajanlık yapmayacaktır. Temel amaca ve yaşam hakkına, hepinizin hemen hemen birleştiği içinizden kopan özgür yaşam hakkına saygılı olmaktır. Bunu istemek çok doğal ve çok haklı olan da ısrar etmektir.
Savaşı büyük tartışabilirsiniz. Binlerce olay var elinizde ve bu yüzden binlerce kayba yol açmışsınız. Yorgun musunuz? Ben bu halimle neden bu kadar tartışıyorum? Sevmek istemişsiniz, ilişkileriniz olmuş. Onları da tartışın, çünkü içinde ihanet var, kaçış var, çirkinlik var. Benim de var. Ben neden kendimi bu kadar tartışmaya açmışım? Neden korkuyorsunuz? Korkmayın! Genelevden bile gelen biri olsa, özgürce tartışırsa, onun benim başımın üstünde yeri vardır. Yeter ki, dürüstlük sözü versin, onun da başımızın üstünde yeri vardır.
Biz insanları kazanacağımıza inanıyoruz. Bu kadar kendimize güvenen bir hareketiz. Neden korkuyorsunuz? Biz burada her türlü hastalığı tedavi edecek güçteyiz. Tartışma hakkınızı kullanın. Ama tedavi olma gereğini de kesin öğrenin. Benim de var, ben de kendimi tedavi etmek için uğraşıyorum. Ayıp olan, hastalıkların çürütücü etkisi altında can vermektir. Yaşamımıza kasteden mikrobu temizlememektir. Ayakta gezen ölüler olmaktır. Bundan daha dehşetli tehlike var mıdır? Hepimizin yaşamı üzerinde büyük kabuslar, belalar, zalimler ve haksızlıklar vardır. Bunları yerle bir etmekten daha değerli ne olabilir? Müthiş çirkinlikler, zavallılıklar var. Bunlar akıyor adeta çehrenizden. Bunları temizlemekten daha değerli ne var?
Yaşamayalım mı? Hep utanmazlığı mı kader bilelim? Bir güzelliğe yol almayacak mıyız? Hep başkalarının uşaklığına mı oynayalım? Hep ağlayalım mı? Bozuk mu atalım birbirimize? Bu okulda bunlar sürdürülebilir mi? Bastıralım mı birbirimizi? Yüce kutsal bazı gelenekler geliştirmek istiyoruz, onları çiğnemek mi, uyanıklıktır?
Görüyorsunuz ki bu okul, halk ve devrim için yaşam okuludur. Dostların da yardımıyla, büyük bir özveriyle bu okulu hizmetinize soktuk. Bundan daha değerli ne var? Düşmanımız her yerde müttefiklerini de kullanarak en olmadık belalarını yağdırmıyor mu? Kullanmadığı silah kaldı mı? O halde büyük bir özverinin sonucu olarak kendinizi yeniden yeniden kararlaştıracak, düzenleyecek okul imkanını, çok büyük bir değer olarak hedefleyip düşman için ne kadar gerekliyse, yaşam için ne kadar gerekliyse öğrenip çıkış yapacaksınız.
Ben buna tutkunum mesela. Bir okulumuz olsun da, varsın hiçbir şeyimiz olmasın dedim. Oldum olası ben kaya altında, ağaçlar altında yer eşeledim hep. Benim hep okul deneyimlerimdi bunlar. Halen yaptığım yüzlerce okul yerlerimi hatırlıyorum. Bütün kaldırımları okul yaptım. Bütün yol güzergahları benim için okuldu. Bütün tanıdığım ağaçlar da benim için bir dershaneydi. Hiçbir şey gösteremezsiniz ki, orada bir öğretici işi yapmayalım. Bunu kendinize uygulayın, tam tersi geçerli. Halbuki bu halka en gerekli olan bu okul sistemiydi, PKK buydu.
Hatırlarım, Hakilerin, Kemallerin, Hayrilerin, Mazlumların da sistemi; kesinlikle benim bu geliştirmek istediğim okul sistemidir. Mazlum nereye gitse bir okul öğretmeniydi. Kahve, yol, yatak yeri bile bir okuldu. Hayri kesinlikle öyleydi. Haki, Kemaller tümüyle ayakta yürüyen öğretmenler gibiydiler. Bir tek saatlerinin bile boşa geçtiğini hatırlamıyorum. Bunlar bizim PKK’deki ilk öğretmenlerdir, yani propagandacılardır. Daha sonra bir çok sahte komutan peydahlandı. Altı ay geçiyor bir tane ders vermiyor. Binlerce pırlanta gibi fedai genç geliyor, onlara açmıyorlar, öğretmiyorlar. Zaman da yıllarca var. Peki bunları PKK’nin kutsal değerleriyle nasıl bağdaştıracaksınız?
Bir çoğu “imkanlar boldur, Önderlik çalışıyor yeter bize” diyor. Bunda büyük bir adaletsizlik yok mudur? Yalnız benim öğretmem yeterli mi? Kaldı ki ben esasları belirlerim, benim görevim biraz budur. Geniş propaganda ordumuz ise, silahlı propaganda ve hatta gerilla birliklerimizde propaganda ordusudur, gerçekleri açıklama gücüdür. Bu işi sizler yapacaktınız. Bir bakıyorum, hepsini benden istiyorsunuz. Alışmışsınız. Bazen hayretler içinde, “sen şu çeneni biraz patlatsan kıyamet mi kopar?” diyorum.
Tarihe bakın, bütün anlı-şanlı komutanlar, devrimciler birer etkili hatiptirler. Çoğunuzun sesi sinek vızıltısına benziyor. Büyük bir kısmı muğlak ve anlaşılmazdır. Bunu kabul etmiyoruz. Düşman dilinizi tıkamış, siz bunu burada sergiliyorsunuz. Dili olmayanın eylemi de olmaz! Birisinin dili ne kadar güçlüyse, eylemi de o kadar güçlüdür. Tutarlıysa, yalancı demagog değilse eyleminin yolu açıktır. Tabii PKK’ye türemiş bir çok hırsız var. Objektif, subjektif bir çok ajan sızıyor PKK’ye. Çünkü diyor ki, “PKK Kürdistan’ı ve onun halkının kaderini aldı götürdü”. Düşmanımız çok, hemen hemen dünyanın bütün belli başlı devletleri var, bir de bir çok hain-fesat var. Bütün yaşamları ihanet temeline bağlı. Bunlar büyük bir ayaklanma içinde. Ve her yöntemle sızma geliştiriyorlar.
Farkında olmadan sizler de onun sızmasısınız. Bu halinize bakın, ezici bir çoğunluğunuz objektif ajan konumundadır. Bakın, yetmeyen diliniz, yetmeyen davranışlarınız, yetmeyen anlayış kabiliyetinizin hepsi objektif olarak, Önderlik kuramına göre dolaylı düşman zeminidir. Mutlaka düşman bu zemini kullanacaktır. Nitekim çok da kullanıyor. Yakamızı bunlardan sıyıramayacak mıyız? O zaman yiğitlik nerde kaldı? Halk önderliği nerde? Hemen her yeriniz geçit veriyor düşmana. Açık söylemeliyim; duygularınızın büyük bir kısmı düşmanın geçit noktalarıdır. Düşüncelerinizin darmadağınıklığı, düşmanın kırk yerden geçidi haline gelmiştir. Temponuzun zayıflığı, Çanakkale boğazı gibi geçit veriyor düşmana. Örgütsüz kişiliğiniz, düşmana her yerden istediği gibi vurma imkanı veriyor. Ufkunuzun darlığı, hesaplarınızın küçüklüğü düşmanın bütün planlarının burnunuza değecek kadar etkili olma şansı veriyor.
Siz bunları öğreneceksiniz! Yoksa beni aldatamazsınız. Aldatırsanız ne olur? Benim de kendi tarzlarım var, kötülükte kimse benimle yarışamaz. Bu kadar kendini taşıyan bir kişi, herhalde sizin sandığınız gibi biri değildir. Düşünün, an be an düşmanına karşı ayakta kalmak için, her türlü hüneri gösteriyor. Nasıl size karşı yenik düşecek, sizi anlamayacak veya sizi affedecek?
Bundan çıkaracağınız tek sonuç; mütevazı, iyi bir öğrenci olmak, varsa komutanlıkta gözünüz, bunun esaslarına, kanunlarına ve kurallarına kesin anlam vermek, tüm sorunlarına kusursuz bir değer katmak, kazandırmak, görevi böyle talep etmektir. Bu okuldan çıkış başka türlü olamaz! Ben ölüleri neden savaşa göndereyim? Kuralları alt-üst edecek birini neden savaşa göndereyim, neden önemli görevler vereyim? Asla! Sanırım ilk defa bu devrede bunu deneyeceğim. Görev adamlarımızı, tamamen kanunların ruhuna uygun, biçim özellikleri kadar, an be an görevinin gereklerine ne kadar yeterlilikle yürüyecek? Bunları göz önünden geçirip ve bizi ikna ettikten sonra, görev adamı olmanıza karar vereceğiz.
Aslında başta bunu yapmalıydım. Yıllardır düşünüyorum, şimdi yapacağız. Biriniz gelecek, “ben görev istiyorum” diyecek. Okulumuzun öğretisini ne kadar iliklerine kadar öğrendiğini, her adımda nasıl başarıdan başka bir şeye fırsat vermeyeceğine dair gösteri yapacak, ant içecek ve ne kadar tetikte olduğunu günlük olarak gösterecek. Ancak bu temelde biz yetkiyi ona vereceğiz; insanlarımızı, savaşçılarımızı, silahlarımızı ona teslim edeceğiz.
Öyle kurnazlar türemiş ki, hiçbir silaha sahip çıkmaksızın, hiçbir savaşçıya değer vermeksizin komutanlık taslıyorlar. Hatta daha fazlasını istiyorlar. Artık buna kesin son verilmiştir. Komutanlık niyeti olanlar gerektiğinde kendine işkence bile ederek kendilerini hazır hale getirecekler. Ben artık bu komuta belasından kurtulmak istiyorum. Olmayacaksa olmasın. Binde bir isyan grubu olarak da savaşırız. Kaçacağımıza, teslim olacağımıza basarız bir şehri, vururuz. Onun da bir şanı, şerefi vardır. Gerilla komutanı olamıyorlarsa, isyanın kalabalığı olabilirler. Biz isyancılar, asiler grubu olarak girebileceğimiz yerlere gireriz.
Hesabınızı çok iyi yapın, gücünüz varsa görev talebinde bulunun. Şimdiden başlayın buna, daha devreye başlamadan bu işe başlayın. “Ben neyin komutanı olabilirim?” diye sorun kendinize. Bana proje geliştireceksiniz. Hangi dağda, bölgede, hangi kişilerle, silahlarla ne yapabileceğinizi belirleyeceksiniz. En son hepsini birleştirdim. Düşmanı bile hesapladım, bir plan koydum. Önümüze koyacak, ona göre onaylayıp onaylamadığımızı söyleyeceğiz. Komuta sistemi bundan sonra böyle yürüyecek ve haftalık bakacağız pratiğine. Ne kadar yürütüyor? Denetimcilerimiz olacak, rapor verecekler, biz de durumuna göre karar vereceğiz. Ya tamam devam et diyeceğiz, ya da ciddi bir aksaklık varsa, birincisinde uyaracağız, ikincisinde yol göstereceğiz, üçüncüsünde aynı durum tekrarlanırsa çok ağır cezalandıracağız. Bundan sonra kurallar böyle konuşacaktır. Bunlar temel derslerdir.
Dikkat edin! Önderlik dersleri ardından, onun daha bir somut ifadesi olan komuta dersi veya komuta çözümlenmesi böyle ele alınacaktır, somutluk kazanacaktır. Başka dersleri de burada görüyorsunuz. Temel bakış dersi, yani felsefeden, ekonomiye kadar nasıl yaşayacağız diyeceksiniz. Bunları da Önderlik ve savaş esaslarımızla bağlantılı ele alacaksınız. Yine yaşamın diğer zamanları vardır. Yani yaşam her an çarpışma değildir, her an ideolojik savaş değil. Bir de normal sosyal davranışlardır. Birbirine saygıyla hürmet, sevgiyle yaklaşım esaslarıdır. Bunlara da açıklık kazandıracağız. İncelikle, güzellikle, iyilikle olacaktır. Bunları da öğreneceksiniz. Okulun temel derslerinden biri de bu olacaktır. Terbiyeli yaklaşımın her sözün yoldaşlar için bir şeker olma gerçeğini bilmek gerekir.
Birçok yıkılacak yanlar var, ama yerine inşa edilecek olanı koyarak, sosyal etkinliğimizi de çok güçlendireceğiz. Hatta fiziki vücut derslerini de alacaksınız. Çünkü Yunan’dan beri “sağlam düşünce sağlam vücutta bulunur” sözü geçerlidir. Çoğunuzun vücuduna bakıyorum, kamburlaşmış. Bunlar da temel öğretiye terstir. Komuta yürüyüşü dik yürüyüştür. Engini görür, alnı açık ve havadadır. Tabii bu demek değildir ki, attığı adımların önündeki tuzağı görmez. Tam tersine, adımları da çok planlı atar. Söz ve adımı birleştirmede milim milimine ustalıklı hareket eder. Fiziğinizi bu anlamda doğrultacaksınız. En güzel insan figürleri boşuna Yunan’da, Roma’da görkemli heykellere nakşedilmemiştir. En güzel kadın ve erkek vücutları Roma ve Yunan heykellerinde vücut bulmuştur. Bunlar hâlâ görkemlidir ve klasik değerdedir.
Kendi gerçeğimize baktığımızda, her şey bunun tam tersidir. Bunları da aşacağız. Ayıptır, tabudur adı altında kendi ilkelliklerinize sevdalanmayacaksınız. Estetik, bir ders de bu okulda göz önüne getirilecektir. Buna hitap dersini de eklemiştik. Bu ezop dilini kesinlikle aşacaksınız. Tüm ünlü komutanların, siyasilerin çok etkili bir dili vardır. Bu dersi de mutlaka öğreneceksiniz. Toplu yapamıyorsanız, tek tek çekileceksiniz bir köşeye konuşacaksınız. Hangi dilde becerikliyseniz, o dilden konuşacaksınız. Biz her dili kabul ediyoruz. Yeter ki o dilin hitap gücünü kazanalım. Çoğunuzun bu sinek vızıltısı gibi anlaşılmaz ezop dilinizi artık dinlemek istemiyorum.
Bu temelde bir ders programınız vardır. Ben fazla müdahale etme gereği duymuyorum. Kendine güvenen herkes bu dersleri işleyebilir. Sınırlama koymuyoruz. Ama çerçeveyi de ortaya koymuşum. Buna göre olacak ve amacına ulaşacaktır dersler. Dersi veren kişi kendini sonuna kadar katacaktır. Bazen kulak kabartıyorum derslerinize, bana hiç çekici gelmiyor. Bir derse kendini doğru veremeyen asla komutan olamaz. Derslerin amacını inanarak, kanıtlayarak, özümseterek, kesinleştirerek vereceksiniz. Yoksa sırf can sıkmak için ders verilmez. Okulumuzda asla bu yaklaşıma yer olmaz.
Belki bazılarınız çok genç, böyle bir akademik çerçeveyi anlamayabilir. Ama anlayanlar var. Anlayanlar anlamayanlara rehberlik edecekler. Her öğrenci çok isteklidir ve çerçeveyi anlayabilecek yetenektedir. Yeter ki biraz rol sahipleri rehberlik görevlerini yerine getirsinler. Ben bu halimle bu halk okulunu tek başıma geliştirdim. Size bu kadar güç verdikten sonra, bu kadar malzeme, belge sunduktan sonra, hanginiz bir dersi yeterince veremem diyebilir? Dağlar kadar belge yığdık önünüze. Tecrübeyi de yaşattık. O açıdan artık bu devremiz bir zafer devresi olarak tamamlanacaktır.
Eski Kürt kimliğindeki bitmiş, yenilmiş insan yerle bir edilmiştir. Onun yerine, gözünü günümüzün en büyük devrimine dikmiş ve onun başarısı için gerçekten sınır tanımaz ufku, azmi kazanmış bir militan olup çıkacaksınız. Bundan daha değerli ne olabilir, bundan daha çok ne yaraşabilir? Bundan daha başka türlü biz neye yarayabiliriz? Karın doyurabilecek kadar bir iş var mı ülkemizde? On sekiz saat çalışsak, acaba bir somunu kazanabilecek miyiz? Hayır! Kazanılmadığını başkentimiz Diyarbakır’a bakın, anlayın. Bir çorba için yüzlerce binlerce kişi kuyruğa giriyor. Bu yaşam yolu olabilir mi? Bu toprakları da, bu topraklardaki insanlık kültürüne de en büyük düşkünlük bu değil midir? Bu yaşamayı hiç bilememek demek değil midir? İnsanlık bu kadar mı düşmeliydi?
Dolayısıyla, bizim için yegane olan, hem tek yaraşır, hem tek kabul edilir, hem de başka türlüsünün olmadığı bu işe, bu kutsal ve her şeyin kaynağı olan işe, büyük bir azimle, istekle, inançla ve bilinçle yaklaşım göstereceğiz ki, yaşamın yolunu açalım. Bu utanılası, lanetli yaşamın ve ölümün kefenini yırtalım. Bunun için mütevazı olun. Ama aynı zamanda başarı için gerektiği kadar ihtiraslı olun. Burası politik okuldur aynı zamanda. Gerekli esnekliği, kıvraklığı gösterin. Belki kesin nihai zafer için hepinizin gücü yetmeyebilir ama, eminim ki bu okulun izleyicileri er-geç bu temelde kesin zaferi yakalayacaklardır.
REBER APO
17 Aralık 1996
- Ayrıntılar