Basına ve Kamuoyuna!
1. 23 Aralık günü 19.00-20.00 saatleri arasında güney Kürdistan’ın Diyana kasabasına bağlı geliye Reş ve Bêrmizê köyü çevresine yönelik işgalci TC ordusuna ait savaş uçakları tarafından bir bombardıman düzenlenmiştir.
- Ayrıntılar
Gizemdir gerilla. En göz önündeki zamanlarda bile aslında görünmezdir gerilla. En çok beklenen yerde karşınıza çıksa bile, gizemli bir sürprizdir gerilla. Gizem bir taktik yada bir strateji değildir gerilla için. Onun varolma biçimidir gizem. Bu öyle belli bir dönemin, belli bir zamanın askeri örgütlenme biçimiyle alakalı değildir. O, ezilenlerin tarihten süzülerek gelmiş bütün direnme biçimlerinin bileşkesidir. Sadece ulusların, sınıfların yada herhangi bir toplumsal kesimin, kendini varetmek için başvurduğu bir savaş ve ordu biçimi değildir.
O, içinden çıktığı her toprağın rengini alan, biçimini alan, ruhunu alan, herşeyiyle tam bir gizemdir. Onun gizemi, gizemli olma çabasıyla alakalı değildir. Onun gizemi, bilinen aklın dışında varolmasıyla alakalıdır. Bilinen akıl mülkiyetin, tahakkümün, zülmun aklıdır. Bilinen akıl, egemenlikçidir, cinsiyetçidir, doğa düşmanıdır. Bilinen akıl, sonuna kadar zülumkardır, hilekardır, yalancıdır. Bilinen akıl, güce tapar, maddeyi esas alır, ruhsuzdur. Ve bu yüzden bilinen aklın sınırları içinde akıl üretenler için, büyük bir gizem, bir muammadır gerilla.
Kontr-gerilla diye bir savaş taktiği ve onun kütüphanelere sığmayan teorilerini geliştirseler de, hep yenilmişlerdir gerillaya karşı. Ve en çözdük dedikleri zamanda bile, habire yeni teoriler üretmelerinin nedeni, herşeyiyle bir gizem olmasındandır gerillanın. Özgürlüktür gerilla. Doğayla bütünlük, toplumsal eşitliktir gerilla. Zülme karşı başkaldırı, zalimin korkulu rüyasıdır. Savunduğu toprak kadar toprak, savunduğu toplumun herkesiminden birşeyler taşır kendinde.
Ezilen sınıftır gerilla. Ezilen cinsttir, ezilen halktır, ezilen çocuktur ve talan edilen topraktır gerilla. Beş bin yılın bütün direnme biçimlerini kendinde bir ruh haline getiren en gizemli direnişçi olan kadın cinsinin taa kendisidir gerilla. Egemenler için bu kategorilerin hepsi yeniktir çünkü adı üzerinde, ezilendir onlar. Yenilmişsen, ezileceksin doğal olarak. Fethedilmişsen, sömürüleceksin doğal olarak. Sömürülüyorsan, susacaksın, boyun eğeceksin,merhamet dileneceksin, şükredeceksin hatta.
Egemen akıl, iktidar aklı bunu bilir, bunu söyler, bunu emreder. Bunun dışındaki hiç bir düşünme biçimi akılcı ve gerçekçi değildir. İşte tam da bunun için gizemdir gerilla. Çünkü bilinen aklın ve gerçeğin dışında ve ötesindedir gerilla. Bu, onun tarihsel varolma biçimidir. Egemenlerin tarihi onları hep öcü, şeytan, cadı, terörist ve bir sürü adla tanımlamışlarsa da, onlar halkın bağrında hep yer bulmuşlardır kendilerine.
Dağların derinliklerindeki direnen aşiretin kahraman süvarileridir onlar. Çölün en fırtınalı yerinde bir bedevi atının sırtındaki heybetli Ali’dir onlar. Amazonlardaki orman hayaletleri Zapatistalardır onlar. Karacadağ’ın eteklerindeki Hedwan’ın süvarisi Derwêşê Evdi ve on iki süvarisidir. O yüzden egemenlerin kitaplarında korku kaynağı ve kötülük simgesiyken gerilla, halkların masallarında, efsanelerinde ve destanlarında tanrısal gizemin yenilmez kahramanlarıdır onlar.
Gizemdir gerilla. Çünkü bilinen aklın dışında bir akılla vareder kendini. Zülme karşı direnişin, adaletsizliğe karşı eşitliğin, iktidara karşı özgürlüğün aklıyla düşünür. Hürafelerin ve küfrün diline karşı, masalın ve efsanenin dilidir onlar. Çünkü bütün haramların, günahların kaynağında yasak elma vardır. Bilgisizlik üzerine inşa edilir iktidar. Bilgisizlikle beslenir zülum. Ve bilgisizlikten doğar bütün teslimiyetler.
Gizemdir gerilla. Çünkü Adem babalarının izinden gitmiştir. Bütün bilgi ağaçlarının bütün bilgi meyvelerinden süzülmüş bir aklın sahibidir gerilla. Toprağın çocuğu, ormanın kardeşi, börtü böceğin oyun arkadaşıdır o. En gizli çeşmenin, en saklı meyvenin, en sağlam sığınağın usta bilicisidir o. Gizemdir gerilla. Çünkü bilinen aklın dışında, bilinen hayatların dışında, bilinen yaşam biçimlerin dışında kendini varetmenin ustasıdır o.
Ol bu sebeple, gizemin dışında kalanların gerillaya ilişkin söyledikleri her söz beyhude bir yalan, çaresiz bir laf kalabalığının ötesine geçemez. Ve yine ol bu sebepledir ki bu gizemin dışından gelenler için gerillayla savaşmak, sadece gölgelerle savaşmaktır. Bu savaşı yaşayanlar bilirler, o yüzden en gelişkin silahlar, en ileri teknolojiler, en kale kalekollar kurtaramaz onları gecenin gizemli savaşçılarından. Vurulur belki en kıyıcı silahlarla, en atom teknolojilerle ama eksilmez, hep çoğalır gerilla. Çünkü kurumayan çeşmenin, dinmeyen rüzgarın ve bereketli toprakların çocuğudur gerilla.
Yenilmez, hep çoğalır. Çünkü hiç bir masalda, hiç bir destanda, hiç bir efsanede yenilmez kahramanlar. Bilir bunu, onu bağrında besleyen halk, kucağında besleyen toprak ama bilmez, zülmun aklı ve akıldaneleri. Zülum hep zalimin elindeki kırbaç ve kurşunla konuşur. Gerilla ise hep sabır ve sessizlikle örer direnişini. Çünkü bilir o, hiçbir zülmun kırbacı işlemez sabra ve hiç bir mermi işlemez gününü bekleyenlerin suskunluğuna. O yüzden sabırla ve suskunlukla örer gerilla, zalime karşı mazlumun gazabını. Ve o, kendi gizeminde bilgesidir zaferin. Zafer gazapla gelecekse, o bilir, en büyük gazap mazlumun ahıdır. O boğuk, o derin, o öfke dolu ah, birikir de birikir gizemli sessizliklerde, sabırlı suskunluklarda. Sonra çatlar sabrın taşı ve çığlığa dönüşür suskunluk.
İşte gizemi gerillanın çatlamış sabır taşı ve zülum sessizliklerindeki ahın çığlık hali olmasıdır. İşte bundandır mazlumlar için en tanıdık bir evlat olarak kucaklanan yüreğinin bir parçası, gözünün bebeğidir gerilla. Hep gözlerinin önünde hep görülebilen, hep duyulabilen bütün gözlerin ve kulakların duyup görebildiği bir gerçektir gerilla. Zülmun azap askerleri için ise bütün zamanların gizemi, tanrıların acımasız yıldırımıdır o. Mazlumlar için nerde görseler onları, ‘hoşgeldiniz, biz de sizi bekliyorduk’ denilip ekmeklerini bölüştükleri sevgili evlatları, umut dolu yarınlarıdır. Zalimler ve savaş borazancıları için ise hep ‘nereden çıktı bunlar’dır.
Gizemdir gerilla. Mazluma hep aşikar olan, zalimi kör eden...
Bir yıldan fazladır Kürdistan dağlarının bir çok yerinde bir gizemi paylaştım gizemin çocuklarıyla. Olup bitenler hep gözlerimin önündeydi. Cehennemi acılarını ve bütün cehennemlerin, yanında sönük kaldığı suskunluk zamanlarını paylaştım. Bir bahar ve bir kış paylaştım. Bir kışın bu kadar ateşten ve can yakıcı olabileceğini ve insanların yüreklerinde bu kadar gazap biriktirebileceklerini büyük bir hayret ve hayranlıkla izledim. Ve yazdım bunları.
Onlarca canlarını kışın amansız donduruculuğu içinde çağın bütün ölümcül teknikleriyle canlarına can kattılar bereketin topraklarına. Kahpe pusularda en güzel oğullarını ve kızlarını bembeyaz kara gömdüler. Komutan Rûbar’ı, komutan Hamza’yı, komutan Brûsk’u, komutan Arjin’i, komutan Berfin’i, komutan Armanc’ı, komutan Rûken’i ve onlarca canlarını bembeyaz kara ve derya yüreklerine gömdüler.
Cehennemler demlediler yüreklerinde. Gazapla emzirdiler akıllarını ve yüreklerini. Bahara cehennemler sığdırma sözüyle beklediler, dağların gelinliklerinden soyunmasını. Bütün kış boyunca onlar paylaştılar bunları benimle. Ve ben defalarca yazdım. Bu baharın ateş halaylarına gebe olduğunu. Baharla birlikte onlar düştüler yollara. Ben de peşlerine düştüm.
Yaşadığımız topraklar herşeyiyle baharı yaşıyordu. Baharların en bereketli toprakları ise çöl suskunluğunda kalsın istiyordu zulüm sistemlerinin sahipleri. Oysa zamanı gelmişse baharların, kimse güzelliklerin filizlenmesini engelleyemeyecekti bu topraklarda. Arjîn ve on beş güzel yoldaşının o kahpece katledişleri bile milyon bahara gebeydi. Bu kadar bereketli tohum düşecekti toprağa, hem de en bereketli toprağa ve çöl kısırlığı beklenecekti bu topraklardan. Bu ancak zalim kafaların kısır akıllarının bekleyebileceği bir kör hayal olabilirdi. Toprağın bereketli aklı olan çocuklar sadece zamanını beklediler baharın.
Baharla birlikte düştüler yollara. Bereketli akılları ince ince, derin derin ustaca cehennemler örmüşlerdi zulmün piçlerine. Bu topraklar kabul etmez piçleşmenin hiç bir biçimini. Baharda budanır ağaçlar piçlerinden. Temizlenir toprak ayrıksı piç otlardan. Ve kalekollarında yanılgılı güvenlerinde zulmün piçliğinden beslenen kiralık tetikçiler örülen cehennemlerin farkında değildirler. Oysa bütün kış, çığ çığlığında örülmüştür cehennem. Toprağın anaları bütün sevecenlikleriyle ertelenmesini istemişti baharı. Zalime bile şefkat tükenmiyordu onların yüreklerinde.
Biliyorlardı, eriyen karlar sadece boz renkli sular akıtmayacaktı ovalara. Kana boyanmış kardan kan selleri akacaktı ovalara ve analar, bütün şefkatlerinin bile bu sellere engel olamayacağını biliyorlardı. Sokaklardaki çocuklar, bahar oyunlarının, dağdaki oyun arkadaşlarının oyunlarına karışacağını biliyorlardı. O yüzden boş şişeler ve avuçlarını dolduracak taşlarla doldurmuşlardı zulalarını. Gizem mendillerini yüzlerine örtmenin binbir şeklini icat etmişlerdi.
Yani herkes öngörmüştü bu baharı. Kaçınılmazdı ateş halayları. Dağdan kopan ilk selle birlikte başlayacaktı halay. Zaten adet değil mi bu topraklarda, hep halaylarla karşılanır bahar. Ve en güzel halayları, ateşin ve güneşin çocukları Newroz ateşinin etrafında tutarlar. Ve Newrozla birlikte başladı ateşin halayı. Sonra dağlardan usul usul halaylar inmeye başladı ovalara. İşte o zaman gizemi göremeyen iktidar körleri ‘nereden çıktı bunlar’ diye başladılar tiz çığlıklar atmaya. ‘Kimin halayı bu’ diye anlamsız sorular sordular. ‘Neyin halayıdır diye bu’, anlamsızlıklara boğmak istediler bütün akılları.
Oysa halay başında bu halayın Rûbar vardır, Hamza vardır, Brûsk vardır, Armanc vardır, Rûken vardır, Mahir vardır, Berfin vardır, Arjin vardır. Toprağın bereketine bereket katanların ateşten halayıdır bu. Onlar halay başı, peşlerindekiler sevinçli halayın çocuklarıdır sadece. Nereye baksam bu gerçekler gün gibi aşikârdı.
Eylem hazırlığında günlerce, haftalarca yürüyen gerilla hangi köye, hangi zoma, hangi mahalleye inse yediden yetmişe tek bir cümleyle karşılıyordu onları, ‘Hoşgeldiniz heval. Gözlerimiz yollarda kaldı.’ Ve hemen herkes görev bilinciyle ve büyük bir disiplinle harekete geçiyordu. Çocuklar hızla köşe başlarına nöbete koşuyorlar. Analar kıştan ördükleri çorapları çıkınlarına koyuyorlar. Genç kızlar ve gelinler tandır başlarında ekmek pişirmeye gidiyorlar. Delikanlılar hemen kuşanıyorlar ve kurye olmanın, milis olmanın ciddiyeti ve disipliniyle kulaklarına fısıldanan görevlerinin başına geçiyorlar.
Her şey halay uyumunda. Sevinçli karşılamalar, fısıltılı işbölümleri ve uyumla hareket eden yediden yetmişe bir halk. Hepsi herkesin gözleri önünde ama bunu sadece gizemi çözenler biliyor, görüyor. Gizemin dışında kalanlar ise sağır ve kör. Bir gerilla komutanı kılık değiştirerek bir karakolun içine giriyor. Keşfini yapıp çıkıyor. Herkes görüyor bunu, karakolda kalanlar dışında.
Sonra düşüyoruz yollara. Her yol boyunda gizli işaretler, gizlenmiş erzaklar ve cephaneler, küçük pusulalar ve benim de tam anlayamadığım ve sormaya çekindiğim bir kişinin taşıyamayacağı büyük demir parçalar. Bunları kim, ne zaman ve nasıl bıraktı buralara, şaşırıyorum. Bazen yanımda yaşlı bir komutana, ‘heval kim ve ne zaman bıraktı bunları’ diye soruyorum. Gülümsüyor. ‘Reşkê şevê’ diyor. Anlıyorum ki tarihin derinliklerinden yardıma gelmiş gecenin cinleri.
Her türlü tekniğe karşı o kadar ilginç tedbirler geliştiriyorlar ki deşifre olmuş şemsiye taktiği dışında bilgi veremiyorum burada. Duysalar o tekniği geliştirenler, tekniklerinin bu kadar basitçe boşa çıkarılabileceğini, kilit vururlardı fabrikalarının kapılarına.
Yürüyoruz. O kadar uzun yürüyoruz ki, bu her yaştan gerillaların takatı nereden bulduklarına şaşıyorum. Bazen saatlerce iniyoruz derin bir vadiye. Tamam, her halde vadiye inecektik, yolculuk bitti, diyorum. Bu sefer başlıyoruz dimdik bir yokuşu çıkmaya. Saatlerce, günlerce yürüyoruz. Bir bakıyoruz bir zozandayız. Koskoca kar kevilerin yanında, yemyeşil çimenlerin ortasında, bir gölün kıyısında mola veriyoruz. Herkes düzlüğün kenarındaki kayalıkların arasına bırakıyor çantalarını. Çaylar yapılıyor. Erzaklar çıkarılıyor.
Çay ve yemekten sonra bu yorgunlukta fırsat bu fırsat herkes bir kayanın dibinde uyuyup dinlenecek diye bekliyorum. Artık orta yaşı biraz devirmiş olan kadın bir gerilla, çevresindekileri tahrik etmeye çalışıyor. ‘Heval’ diyor, ‘Allah bu meydanı birrê için yaratmış sanki’ diyor. ‘Birrê’ lafını duyunca bütün yorgunluk uçup gidiyor. Zaten böyle durumlarda tahrike gelmeyen oportünist sayılıyor. Ve hemen takımlar belirlenip dünyaya tepeden bakan bu zozanlarda nöbetçiler çıkarılıp eyleme hazırlanan gerilla grubu başlıyor birrê oynamaya. Öyle bir keyif ve ciddiyetle oynuyorlar ki, oportünist damgası yememek için ben de dalıyorum oyuna. Kan-ter içinde kalıyoruz. Birrê bitiyor, ara veriyoruz. Bir çay içiyoruz.
Sonra eskilerden biri mendil kapmaca öneriyor. Kadın gerillalar zaten hazır. Bu oyunda kendine fazla güvenli erkek gerillalar, kaptırıyorlar mendili çoğunlukla. Ben iyice yoruluyorum. Kahkahalar eşliğinde bitiriyoruz mendil kapmacayı. Oturuyoruz. Komutanların çoğu bir tarafa çekiliyor. Birşeyler planlıyorlar, belli. Diğerleri bir tarafa çekilip silahlarını temizliyor, raxtlarını kontrol ediyorlar.
Akşama doğru, nereden çıkıp geldiklerini anlayamadığım başka başka gruplar geliyor. İçlerinde yüzü puşilerle örtülü, tam donanımlı sivil giyimli olanların da olduğu oldukça kalabalık bir güç birikiyor orada. Her şey bir eylem hazırlığının olduğunu gösteriyor. Kısa bir toplantı yapılıyor. Böyle bir zamanda yapılacak eylemin tarihsel, siyasal ve askeri hedefleri anlatılıyor. Ama somut hedef eylem anına kadar gizli tutuluyor hep. Eylem başlayana kadar Şitazina ve Oramar karakolları olduğu aklına gelmiyor hiçbirimizin.
Eylem başladıktan sonra o kadar çok yerden ve o kadar değişik silahlarla ateş altına alınıyorlar ki, haftalardır bu gruplarla dolaşmama rağmen yine de şaşıyorum, bu kadar çok güç ve bu kadar ağır silah nasıl taşındı buraya diye. Oysa belki de onlarca karakolun arasından ve hep tepemizde olduklarını bildiğimiz her türlü keşif uçağı ve uyduların altında yürüyerek gelmişiz buraya. Hepsine karşı öyle ilginç tedbirler alınmış ki, bu koskoca ordu ve en gelişkin teknik kör ve sağır kalmış. Yada belki de gerçekten beraber yürüdüğüm, ekmeğini paylaştığım, beraber oyun oynadığım bu insanlar sadece hayalet belki. Yada gecenin gölgeleri onlar. Neticede ben de görerek anlıyorum ki ne kadar gözümün önünde olsalar da, ne kadar herşeylerini paylaşsalar da benimle, gizemdir gerilla. Ve bu gizemi sadece yaşayanlar anlayabilir.
Fazla uzun sürmüyor saldırı. Düşüyor karakol. Giriyorlar içine. Eylemlerini tamamlayıp yerleşiyorlar araziye. Günlerce sürüyor çatışmalar. Kuşatılmış karakollara ve tutulmuş araziye girmek için her türlü yol deneniyor. Ama öyle tedbirler alınmış ki nereye adım atsa, görünmez bir duvara çarpıyor işgalci askerler. Hangi dağı dolanmak isteseler, adeta ateş fışkırıyor toprak. Gözlerimizin önünde dört helikopter düşüyor. Sonradan onlarca askerin cenazesi gelen başka helikopterlerce alınıp kaçırılıyor adeta.
Şitazina ve Oramar’da yapılan devrimci operasyon günlerce devam ediyor. Gücün bir kısmı geri çekilirken, arazinin derinliklerinde arazi hakimiyeti kuran güçler iyice sağlamlaştırıp mevzilerini yerleşiyorlar bölgeye. Olup bitenler askeri taktik ve siyasal etkiler bakımından güçlü sonuçlar yaratıyor. Ama hepsinin ötesinde, bahara tek bir eylem yapamaz halde çıkması beklenen gerilla, bu toprakların baharının halaybaşı olduğunu gösteriyor bütün dünyaya.
Fabrikalar uçaklar üretebilir. Tanklar, toplar üretebilir. Çağın zulüm orduları en profesyonel eğitimlerle, en gelişkin tekniklerle donatılabilir ama hiç bir teknik ve hiç bir profesyonel ordu, topraktan filizlenmesini önleyemez bir çiçeğin. Kış bitmiştir. Dağlar soyunmuştur gelinliklerinden. Ve ekilen tohum bire bin fışkırmıştır bu bereketli topraklardan. Ve yine devrimci operasyonlarda baharın bereketli bağrına güzel oğulları ve kızları düşüyor bu halkın.
Baharın ardı yaz ve sonbahardır. Bu topraklarda daha hangi ateş halaylarının ince ezgisi derinden derinden bir halay hazırlığındadır, bilinmez. ‘Ne yapmak istiyor, neden yapmak istiyor ve nasıl yapacak gerilla’ diyenlere, sorularınız beyhudedir demek gerekir. Çünkü başlamıştır halay ve halaybaşları dışında kimse bilemez bir sonraki oyunu. Bu oyun, gerilla oyunudur. Öngöremezsiniz sonrasını. Çünkü gizemdir gerilla...
Jêhat Bêrtî
- Ayrıntılar
Halkımıza ve Kamuoyuna
12 Aralık tarihinde Medya Savunma alanlarımızda tüm müdahalelere rağmen Soran Aras - Celal Evliyan yoldaşımız geçirmiş olduğu rahatsızlık sonucu özgürlük şehitleri kervanına katılmıştır
Halkımıza ve Kamuoyuna
12 Aralık tarihinde Medya Savunma alanlarımızda tüm müdahalelere rağmen Soran Aras - Celal Evliyan yoldaşımız geçirmiş olduğu rahatsızlık sonucu özgürlük şehitleri kervanına katılmıştır.
- Ayrıntılar
Devletler kirli yapılardır. Kirli yapılar olmalarının en temel nedenlerinden bir tanesi halkların ceplerinden varsa biriktirdikleri birkaç şeyi zoraki çalmalarıdır.
Dünyanın neresine giderseniz gidin devlet olmanın en büyük özeliği halkların cebinde bulunanları çalma özelliğidir. Hangi devlet daha çok sınırları içerisine aldığı halktan zoraki para topluyorsa o devlet büyük devlet oluyor.
Örneğin tabiat ananın insanlığa bahşettiği bir su vardır. Ancak büyük devletler bu suyu parayla hem de önemli bir yekûnla tabiat ananın karşılıksız verdiğini insanlara satarlar.
Orman tabiat ananın insanlığa bahşettiği başka bir zenginliktir. Ancak ormanı kesip odun haline getirerek, ya da başka bir şekle getirerek insanlığa satarlar.
Tabiat ananı bize bahşettiği güzel ve bol oksijenli coğrafyaları vardır ancak bu kirli devlet yapıları onları ziyaret etmemiz karşılığında ellerini ceplerimizin derinlerine bırakarak biriktirilen birkaç kuruşa da öyle el koyarlar.
Biz hiç denizlere girerken suya girme paralarından bahsetmiyoruz. Doğal gaz faturalarından söz açmıyoruz. Elektrikten hiç konuşmuyoruz bile. Böyle konuşmadan geçtiğimiz o kadar çok şey var ki buna rağmen devlet yakamızı bırakmıyor. Ümüğümüzü sıktıkça sıkıyor hatta ümüğümüzü sıkmayı kendisine ait bir marifet biliyor.
Bu devlet öyle kirli bir yapıdır ki bizim istemediğimiz halde bizim adımıza birilerine savaş bile açabiliyor. Hiç haberimiz yokken, hiç istemezken bir de bakmışız ki etrafımızda birçok komşu halkla düşman oluvermişiz. Sadece düşman olmamışız, aynı zamanda milyarlarca para harcanarak silahlar alınmış ve bize yakın olan komşu insanlarımız hedef haline getirilmiştir.
Tuhaftır ama halkları katledecek silahlar alınırken yine ceplerimize el atılıyor, yine çoluk çocuğumuzun nafakatından keserek devlete vermişizdir. Daha doğrusu devlet zoraki vergi diye almıştır.
Örneğin askerlik için de mesele böyledir. Milyonluk ordular salt bize yıllarca komşu olan insanları öldürmek için kurulur, donatılır, beslenir. Evet, doğru anladınız milyonluk ordular bizim cebimizden çıkan vergilerle beslenir, kuşanır ve insan öldürmeye gönderirler.
Bunlar yetmez bizi askere zoraki alırlar. Sonrada başka halkların kurtuluşu için mücadele edenlere hakaretler yağdırarak “vay çocuk kaçırıyorlar” diye figanı feryat ederler.
Milyonluk orduya gönüllü katılan kaç kişi vardır dersiniz? Ya da soruyu farklı bir şekilde soralım, birkaç faşist ve ırkçı dışında ve tabii birde birkaç para kazanan militaristin dışında gönüllü olarak orduya giden kaç kişi vardır? Ya da TC ordusuna kaç kişi gönüllü gidiyor diye daha somut bir soru soralım?
Vereceğimiz cevap, gönüllü olarak TC ordusuna gidenlerin sayısı sıfır oranına yakın bir sayıdır. Çünkü kimse durduk yerde gidip birilerinin çıkarları için canını vermek istemiyor, istememekten de haklıdır.
İnsanların askerliğe gitmeme istemini bilen devlet daha doğrusu TC devleti insanların cebindeki parayı nasıl daha fazla alırım hesabının peşinde koşuyor.
Örneğin:
“Milli Savunma Bakanı Yıldız, 15 Aralık 2012 tarihinden bu yana bedelli askerliğe başvuranlardan, 2 milyar 4 milyon 780 bin lira gelir elde edildiğini söyledi
Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz, bedelli askerlik için 69 bin 320 bin yükümlünün başvurduğunu ve bugüne kadar 2 milyar 4 milyon gelir elde edildiğini söyledi” haberinde gördüğümüz gibi binlerce insan açıkça askere gitmek istemediğini söylüyor. Binlercesi söyleyemiyor çünkü kendisini askerlikten azade edecek parası yoktur. Ordunun ve de ordu çalışmalarıyla ilgili olanlar ise daha fazla halkın cebinde para çıkarmak için bildikleri tüm kirli oyunlara başvurmaktan geri durmuyorlar.
Sözü çok fazla uzatmadan, özgürlük savaşçılarının kendi halkından aldığı birkaç kuruşu –ki bu bir devlet için deveden kulaktır-her gün işleyerek, “bu kadar para topluyorlar, bu kadar para kazanıyorlar” diyerek özgürlük savaşçılarının kendilerince anti propagandasını yaparlarken, devlet denilen kirli aygıt durduğu yerde vergiler adı altında bunlar yetmedi mutlaka bir yolunu bulup halkın cebindeki birkaç kuruşu almaktan geri durmadan günlük olarak hırsızlık yapıyor.
Evet, yeniden söyleyelim devlet ve devletler kirli yapılardır. Kim ki devletin cazibesine kapılıp büyük devlet olmak peşinde koşmaya yönelmek isterlerse o ya da onlar kesinlikle en büyük hırsız ve en büyük ahlaksızdırlar.
Nedeni açıktır, insanlık tarihinde devlet yapıları kadar kirli ve ahlaksız herhangi bir yapı bu güne kadar icat edilmiş değildir.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Son zamanlarda Türkiye basınında hatta kimi politik çevrelerde-bunlar özgürlük savaşına karşı olan kesimler olduğunu hemen peşinen belirtelim-“dağa çıkardım” sevdası gelişmiştir.
Bir müddet önce Mümtazer Türköne: “Anadilimi yasaklasalar bende dağa çıkardım” demişti. Şimdi ise Akepe hükümetinin ağır toplarından olan Bülent Arınç: “ben de aklıma gelse dağa çıkardım” deyi verdi.
Bu sözleri sarf edenler ne yazık ki dağa çıkmanın, silaha sarılmanın, direnmenin hatta hızlarını alamayarak Che tarzı gerillacılığın zamanının geçtiğini söyleyenlerdir de.
Biliniyor, Che gerillacılığın en tanınmış simasıdır. Belki çok uzun bir süre Che gerillacılıkta yapmamıştır. Ancak gerillacılığa en içten, zulme ve baskılara karşı bir direnme tarzı olduğuna inanmış olan biridir. Boşuna “emperyalizme karşı yegane direniş kültürü gerillacılıktır” dememiştir.
Kürdistan’da da gerillaya çıkışlar, yani dağa çıkışların da bir nedeni vardır. Öyle kimse istediği için dağların doruklarına çıkmıyor. Zor şartlarda, en ağır yaşam koşullarına boşuna direnmiyor. Dünyanın egemenlerinin neredeyse topu onlara düşmanlık ederken onlar boşuna dağların doruklarında direnmiyor, tek bir adım geri adım atmadan boşuna “inadına direniş” diye haykırmıyorlar.
Hatta Che’nin o meşhur olan sözünü: “Ölüm, nereden ve nasıl gelirse gelsin, silahlarımız elden ele geçecekse, savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve başkaları savaş ve zafer naralarıyla ve de makineli tüfek sesleriyle cenazelerimize ağıt yakacaksa, hoş geldi, safa geldi” dillerine alarak ölümlere kafa tutarak, ölümlerle alay ederek, ölümlerin üstüne gitmiyorlar.
Evet, Kürdistan’da iş olsun diye kimse dağların doruklarına çıkmıyor. Her dağa çıkanın bir öyküsü ve hikayesi vardır. “İnsan, biyolojik değil, biyografik bir varlıktır. Bir kişi olmak, anlatılacak bir hikâyeye sahip olmaktır. Benlik her zaman anlatısal bir yapıdır.” “Hikâye yoksa kişi de yoktur. İnsan kendi hayat-hikâyesi olan, bu hikâyeye sahip olan ve bu hikâyeyi anlatabilen bir şeydir.”
Ne var ki Kürt halkının ve onların evlatlarının bir kişi ve bir benliklerinin olduklarını görmek istemeyenler, onların tüm hikayelerini söndürmek için ellerinde gelen her şeyi geçmişten yapmaktan geri durmadılar, aynen bugün durmadıkları gibi.
Kürtlerin anadilleri dün yasak olduğu gibi bugünde halen eğitim dili olarak -bırakalım görülmeyi -bir sürü hakaretlerle karşı karşıya kalıyor. Hatırlayanlar bilir Bülent Arınç’ın kendisi her ne kadar sonradan söylediklerini geri çekse de;“Kürt dili de medeniyet dili midir?” diye küçümseyici ve horlayıcı yaklaşımlarda bulunmuştu.
Ancak Hz. Ali’nin o meşhur sözüyle cevap verecek olur isek: “söz ağzınızda iken o sizin kölenizdir, ancak söz ağzınızdan çıkmış ise siz onun kölesisiniz” misali artık söylenenler sizin zihniyet yapınızı ele verir. Derler ya “fikri ne ise zikri de odur” diye, aynen öyle.
Yukarıda zikrettiğimiz kişilikler “dağa çıkma” edebiyatı yaparlarken hep geçmişte Kemalist devletin yaptıklarını, Dersim’i ve özelde de 12 Eylül faşist cuntanın uygulamalarını örnek vererek “bende dağa çıkardım” demektedirler.
Dikkat edilirse dilleri geçmişlidir. Yani “Kürtlere geçmişten Kemalistler çok kötü şeyler yaptılar ve onların gençleri de bunun için dağa çıktılar” gibisinden gerekçeleri sıralarlar.
Hiç şüphe yoktur ki Arınç ve diğerlerinin söyledikleri hepsi doğrudur. Belki az da dille getiriliyordur. Ancak Kemalistlerin yaptıklarını bugün Yeşil Türkçüler bu kez yapıyorlar. Başka bir kavramlaştırmayla, Yeşil Türkçü Faşistler yapıyorlar.
Kürtlerin anadilleri serbest mi? Serbest ise mahkemelerde yaşanan sorunlar nedir? Serbest ise Kürtlerin anadilde eğitim istemlerine “hayallerinde göremezler” sözleri ne anlama geliyorlar?
Kürtlerin isimleri, dağları, şehirleri, coğrafyası derken tüm adlandırmaları yasaklandı. Şimdi ise daha dün Erdoğan “Roboski demeyin Uludere” deyin diyerek aynısını uygulamıyor mu?
12 Eylül faşist cuntası binlerce Kürt direnişçiyi tutuklattı. Şimdi ise Akepe 10 binden fazla kürdü hem de silahlı direnişe bulaşmamış, evinden barkından olan siyasetçiyi, sivil toplumcuyu, sendikalıyı, öğrenciyi, genci, feministi, kadını, anayı derken imamları içeriye atılmıştır.
Diyarbakır zindanlarında Kürt gençlerine işkenceler yapıldı, tecavüzler yapıldı. Şimdi ise Pozantı’da erkek çocuklarına, Siirt Pervari’de YİBO’larda kız çocuklarına tecavüz ediliyor.
Evet, dün olduğu gibi bugünde Kürtlerin ve onların evlatlarının dağa çıkacakları çok gerekçeleri vardır. Günlük olarak olup bitenlere, TC devletinin TV ekranlarına birkaç dakika bakarak TC devletinin Kürdistan’da kullandığı biber gazını, tazyikli suyunu bu sonbaharın dondurucu ortamında bakmak, dağa çıkmaya yeter de artar da.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Kürdistan'da hakim olan eğitim ve kültür, Türk ulusunun çıkarlarına hizmet eden sömürgeci eğitim ve kültürdür.
Kürdistan ulusal gerçeğini yok etmeyi amaçlayan, bireyi emeğine, halkına ve ülkesine karşı yabancılaştıran, şoven Türk milliyetçiliği temelinde geliştirilen sömürgeci Türk eğitim ve kültür politikası, Kürdistan'da geniş mali, kadro ve kurumsal olanaklara sahip olup, düşünen kesim üzerinde hemen hemen hakimiyet kurmuştur.
Bu politika, özünde sosyal, ekonomik ve siyasal sömürgeciliği, beyin ve davranış alanında tamamlamaya, yani beyinsel sömürgecilikle tamamlamaya dayanır. Birçok ülkede bir avuç aydın tarafından başlatılan ulusal kurtuluş mücadelesinin, bizde yüz binlerle ifade edilebilen sözde bir aydın kesimine rağmen başlatılamamasının sebeplerinden birisi de, bizdeki beyinsel sömürgeciliktir.
Objektif planda ekonomik, sosyal ve siyasal alanda geliştirilen sömürgecilik, subjektif planda ülkenin düşünen beyinlerine meşru ve kabul edilebilir bir düzen biçiminde yansıtılabilirse, böyle bir sömürgeciliği dünyada hiçbir güç yıkamaz. İşte, Kürdistan'da, Türk eğitim ve kültür politikasının peşinde koştuğu gerçek budur.
Kürt kültürü, çeşitli halk kültürlerinin birikimi üzerinde ve uzun bir tarihi süreç içinde güçlü bir şekilde oluşmasına rağmen, siyasal, ekonomik ve kurumsal bir desteğe dayanmadığından, adeta sarp dağlarda susuz, sert rüzgarlar ve kavurucu sıcaklar altında tomurcukları gelişemediğinden bodurlaşan ve çiçeklenemeyen bir bitki gibi, gelişemeden kaldı.
…
Başka sömürgelerde, örneğin zengin uluslar olan İngiliz ve Fransız sömürgelerinde bile görülmeyen, ama Kürdistan'da bol ve çeşitli olan "eğitim kurumları", diğer bir deyişle "kişiliksizleştirme kurumları", bu amaçla açılmışlardır. Eğer bu amaçla çelişirse, bu okullar bir günde kapatılır. Bunun da gösterdiği gibi amaç, üIke halkını eğitmek ve uygarlaştırmak değil, Türkleştirmek ve uşaklaştırmaktır.
***
Buraya kadar okuduğunuz ve çok güncel bir sorunun köklerinin nerede aranması konusunda geniş bir perspektif sunan bu tespitler PKK’nin ilk manifestosunda yer alıyor. “Kürdistan Devriminin Yolu” ismiyle 1978 yılında Serxwebûn dergisinde yayımlanan ilk manifestoda.
Birçok dersin çıkarılabileceği bu tespitlere ilişkin biz de biraz çözümleme yapabilmeliyiz.
Özellikle yapılan tespitlerde en can alıcı nokta olan, “Türk sömürgeciliğinin meşrulaşma” iddia ve mücadelesinin bugünkü durumunu tespit etmek oldukça önemlidir.
Hiç şüphesiz sömürgeciliğin beyinlerde kendini meşrulaştırması sorununu ele alacaksak, sömürgeciliğe karşı duruşumuzu da gözden geçirmek zorundayız.
Sömürgeciliğin ne olduğunu biliyor muyuz?
Sömürgeciliğe bakışımız nedir?
Sömürgeciliğin yol ve yöntemleri karşısında bilinç düzeyimiz yeterince gelişmiş midir?
Sömürgeciliğin meşrulaşmaması için neler yapılmıştır? Yapılanlar yetmiş midir?
Fakat ve en önemli soru şu olmalı:
Kürdistan’ın bir sömürge ülke olduğu ve Kürt halkı olarak sömürüldüğümüz konusunda ikna mıyız?
Bu sorulara içten ve samimi cevaplar vererek kendimizi ve Türk sömürgeciliğinin Kürdistan’daki pratiklerini objektif görme imkanına kavuşabiliriz.
Kürdistan sömürgedir tespitine dayanarak 40 yıldır aktif mücadele sürdüren PKK’ye gönül vermiş halkımız sömürge tanımına pek yabancı değil denilebilir.
Yine de küçük bir sözlük bilgisini paylaşmakta zarar yok;
Sömürgecilik: “Genel olarak bir devletin başka ulusları, devletleri, toplulukları, siyasal ve ekonomik egemenliği altına alarak yayılması veya yayılmayı istemesi, müstemlekecilik.”
Yukarıdaki klasik sömürge tanımı içinde en önde gelen husus sömürgenin siyasi ve ekonomik olarak yapılıyor olmasıdır. Sömürgeci ülkeler genelde sömürmek istedikleri ülkelerde kendi siyasetini destekleyecek bir siyasi gelenek yaratmak ve ekonomik olarak kendisini besleyecek kaynaklara yönelmek dışında aktif bir duruş sergilememişlerdir. Fakat bunu başarmanın sadece bu alanlardaki politikalarla elde edilemeyeceğinde ikna olunduğunda sömürülen ülkenin halklarına yönelik din, dil ve kültür sömürüsü yapılmaya başlanmıştır.
Pek tabii sömürgeleştirilen ülke ve halklar adına en büyük tahrip kültür ve dil alanında yaşanmıştır.
İlk manifestoda iki tip sömürgeciliğin varlığına dikkat çekilir.
Birincisi, insan emeği üzerinde, daha çalışma safhasında iken kurulan ve bireylerden tek tek sızdırılan fazla emeğin gerçekleştirdiği artı-değer sömürüsüdür. İkincisi, halkların emekleri karşılığında biriktirdikleri ve üretim araçları, nakit, ürün gibi servet biçiminde yoğunlaşan emeğin gaspına dayanan artık değer sömürüsüdür.
Birinci tip sömürü, birey üzerinde iç zora dayanan sınıf egemenliğinin kurulmasına yol açarken; ikinci tip sömürü, halklar üzerinde dış zora dayanan yabancı egemenliğin kurulmasına yol açar.
Sınıf egemenliğinin esas amacı birey emeği üzerinde sömürüyü gerçekleştirmektir. Dil, kültür açısından tahripkar bir rol oynamaz…
Yabancı egemenlik ise, üzerinde uygulandığı halkın salt maddi değerlerini gasp etmekle kalmaz; dil, kültür ve örgütlenme alanında katettiği başarıları da ortadan kaldırmaya çalışır. Bunu, halkların servetini talan ederken direnmelerini yok etmek ve onları pasif, direnmesiz, talan biçimine dönüştürülmüş sömürüye açık hale getirmek için yapmak zorundadır. Bundan dolayı yabancı egemenlik, üzerinde uygulandığı toplumu dağıtıcı ve tahrip edici bir rol oynar.
Fakat her iki sömürgeciliğin de en yoğun yaşandığı alanların başında gelen Kürdistan’da sömürgeciliğin varlığı inkar edilir.
Kürdistan’ın sömürge olduğu gerçeği Türk devlet geleneğinden demlenmiş her türlü düşüncede yer bulmaz. Bu gerçek yer bulamadığı gibi böyle olmadığını ispatlama adına uzun yıllar boyunca oldukça gülünç ve saçma “kart kurt”, “dağlı Türk” teorileri geliştirilebilinmiştir.
Varlığı dahi kabul edilmeyen bir halkın, içinde yaşadığı statü de önem arz etmediğinden Kürdistan’ın sömürge olduğu düşüncesi bir türlü kabul edilmemektedir.
Resmi devlet görüşü bu yönlü gelişirken, resmi tarihe göre yetişmiş tüm kesimler klasik sömürge tanımına atfedilen suni bir noktaya takılarak Kürdistan’ın sömürge ülke olma gerçeğini yadsımışlardır.
Bu tanıma göre “Kürdistan “başka” ve “farklı” bir ülke olmadığından sömürge durumu da mümkün değildir”. Devamla bu kesimler “aynı ülkede yaşayan insanlar birbirlerini sömürgeleştiremezler” iddiasında bulunmaktadırlar.
Nitekim bu düşünceler günümüzde bile halen oldukça revaçtadır. Milliyetçi, faşist düşüncelerin bu yönlü pervasız yok sayma zihniyeti sözde demokrat, liberal çevrelerde de oldukça yaygın rastlanır bir durumdur.
Kürtlerin haklarını savunduğunu iddia eden birçok liberal demokrat kesim halen Kürtlerin sömürge olduğu gerçeğini, Kürdistan’ın ayrı bir yurt, vatan olduğu gerçeğini kabul etmemekte diretmektedirler.
Kürtlerin haklarını savunma adına söylenen her söz ve içine girilen her türlü davranış ve eylemde egolarla bezeli bir “minnet” duygusunun varlığı, yine Kürtleri küçümseyen, akıl vermeye çabalayan, zaman zaman azarlayan söylemlerin açığa çıkışı tamamen bu sömürge bakışıyla bağlantılıdır. Çünkü bu kesimlere göre Kürtler ikinci sınıfı aşabilecek yetkinliğe sahip bir halk değildir. Yüzyıllarca Türk, Arap ve Fars milletlerine uşaklık yapmış, uşaklık ve hizmetçilik dışında herhangi bir misyon sahibi olamayacak kadar düşük bir millettir.
En bariz soykırım politikaları, katliamlar karşısında bile Türk toplumu içinden güçlü refleksler gelişmiyorsa, bunda, bu düşüncenin azımsanmayacak bir etkisi bulunmaktadır.
Tabii bu kesimler böyle değil dediklerinden Kürdistan’ın sömürge durumu ortadan kalkmıyor. Bu denli hoyratça düşüncelere rağmen Kürdistan’da sömürgeci devlet varlığı bakan ve gören herkes için çok açıktır.
Türkiye cumhuriyetinin kuruluşu amacıyla imzlanan tüm uluslar arası anlaşmlarda zaten “Kürtlerin inkarı ve asimilasyonu” bir amentü ve değiştirilmez ilk ve tek madde olarak kabul edilmiştir. Cumhuriyetin kuruluşu anlaşmalarına birinci dereceden temsilci olarak katılan İnönü’nün “Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları behemehal Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız nitelik, her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır” sözleri bu amacın ilanıdır.
Bu söz ve amaç üzerinden Kürtlere karşı başlatılan savaş sonucunda askeri anlamda işgal edilen bir ülke toprağı oluşturulmuştur. Askeri harekatlar, operasyonlar, katliam ve soykırım denemeleri Kürdistan üzerinden günümüze kadar devam etmiştir.
Ekonomik olarak tüm yer altı ve yer üstü kaynakları devlet çıkarı için kullanılmış, cumhuriyet tarihi boyunca yok sayılan Kürt dili ve kültürü üzerinde insanlık dışı yasaklar eksik olmamıştır. Günümüzde dahi bir halkın dili pazarlık konusu yapılmakta, Kürtçe, devlet eliyle deforme edilmekte TRT 6 gibi Kürt kültürünü Kürtçeyle katleden ucube sistemler geliştirilmektedir. İslamiyet Kürtleri sömürü aracı haline getirilirken, Sünni İslam dışında kalan tüm farklı inançlara yönelik faşizan, ırkçı saldırılar, linç kampanyaları düzenlenmeye devam etmektedir. Kürtlerin kendi iradeleriyle kendi adlarına siyaset yapmaları, kendilerini yönetmelerini engellemek için Türk devleti tüm imkan ve olanaklarını devreye koymaktadır. Buna karşı gelen, sesini yükselten herkes artık tamamen bir ahlaki örgü olarak kamuoyuna lanse edilen “terörist” damgasıyla toplumdan izole edilmektedir. Ve neredeyse cumhuriyet tarihi boyunca bu yaklaşım ve politikalar ilk günkü amaca hizmet eden bir içerikte kalmıştır.
Bu ve daha birçok nedenden ötürü evet, tüm sömürge tanımlarına göre Kürdistan sömürülen bir ülke, Kürt halkı da sömürgeleştirilmiş bir halktır. Kürdistan, dört parçasıyla hem bölgesel gericilik hem de uluslararası gericilik tarafından sömürülmektedir.
Bu gerçeklere rağmen düşmanına sevdalı, sömürgecisinin eğitim sistemine, kültürüne, yaşam tarzına imrenen bir Kürt gerçeğinin yaratılmış olduğunu da görmek gerekiyor.
Bu anlamıyla Kürtleri Türkleştirme operasyonu Kürdistan’da belli boyutlarıyla başarıya ulaşmıştır. Artık orijinal Kürt kültürünü, Kürt dilini sahiplenmek, Kürt gelenek ve yaşam tarzıyla yaşamak, bunu gelecek nesillere aktarmak için yapılanlar maalesef sömürgeciliğin hızına yetişmekte zorlanmaktadır.
Her ne kadar Kürdistan’da siyasi alandaki sömürgecilik, askeri anlamdaki işgal karşısında belli bir bilinç ve anlayış gelişmiş olsa da özellikle kültür ve dilin sömürgeleştirilmesi, yine sömürgeciliğin beyinlerde meşruluk kazanması konularında belli bir zayıflığın olduğu çok net görülebilmektedir.
Siyasi ve askeri anlamda görünün yüzüyle düşman Kürtlerde ciddi bir tepki geliştirmekle birlikte yavaş yavaş, adeta bünyeye yayılan bir zehir gibi etkinlik kazanan düşünsel sömürgeciliğe gerekli karşılık verilememektedir.
Türk ırkçılığının amentüsü olan “Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır. Türklere hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı” çerçevesinde oluşturulan eğitim sisteminin rolünü düşünsel sömürünün temel nedeni olarak ele alabiliriz. 40 yıllık mücadeleye ve tüm gerçeklere rağmen halen Türk okullarında gelecek edinilebileceğine duyulan inanç, Kürdistan’ın tüm okullarında Türkleşmek için verilen çaba ise bambaşka bir değerlendirmeyi gerektiriyor.
Bir döneme kadar şiddet, kandırma, zor, tehdit ve şantajla zorla Kürtlere aşılanmaya çalışılan bu ırkçı düşünceler artık birçok Kürt ailesi ve genci için gönüllü ve hatta meşru görülen bir durum haline gelebilmiştir.
Ama gerçek bu değildir.
Birkaç nesil, hatta onlarca nesildir düşmanlarımızın, işgalcilerin, sömürgeci devletlerin egemenlikleri altında yaşıyor olsak da burası Kürdistan topraklarıdır. Kürt halkının vatanıdır Kürdistan.
Sokak başında rastladığınız polisler, askerler, özel savaş valileri, kaymakamlar, okullarda, camilerde gizlenmiş asimilasyon güçleri, siyasi partiler, televizyonlar, haber kanalları, gazeteler, internet siteleri, Kürdistan’a ait değiller.
Çok iyi bilinmelidir ki devlete ait olan, devleti temsil eden her güç Kürtlerin katledilmesi, yok sayılması, inkar edilmesi, sömürülmesi için eğitilmiş düzen bekçileridir. Bunlar, devletin tüm silahlarıyla bizi sömürgenin, katliamın, soykırımın, asimilasyonun meşru olduğuna ikna etmeye çabalıyorlar.
Amaç beyinlere yerleşerek dilini, kültürünü, şarkısını, geleneklerini unutan, Türklüğü ilelebed Kürdistan’da hakim olacak bir güç gibi gören bir zihniyet yaratmaktır.
Fakat buna karşı mücadele de bu iddia var olduğu sürece devam edecektir. 1978 yılında yayımlanan manifesto gerekli mücadele alanlarını da kısaca özetliyor:
“Sömürgeci eğitim ve kültür politikasına karşı mücadelede bugün kavranılması gereken esas halka, ulusal inkarcı düşünceyi yıkmak;
Sömürgeciliği meşru ve katlanılabilir bir rejim olarak göstermek ve bazı reformlarla düzeltmek isteyen reformist küçük-burjuva milliyetçiliğini teşhir ve tecrit etmek;
Feodallerin ve aşiret reislerinin ihanet dolu tarihleri yerine, halkımızın direnme tarihini araştırmak, öğrenmek ve yaymak;
Sömürgeci burjuvazinin yoz yaşamı geliştiren sinema, spor ve televizyon kanalıyla yaydığı kültüre karşılık dünya halklarının ve halkımızın ilerici kültürüne sahip çıkmak olmalıdır.”
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
3 Kasım günü Muş’un Varto ilçesine bağlı Çayçatı köyünde Şefik Bingöl isimli bir kişi evinden alınarak öldürülmüştür. Güçlerimizin bu olayla bir ilgisi bulunmamaktadır.
- Ayrıntılar
Demokrasinin en güzel tanımı kesinlikle yetkilerin çok geniş bir çevreye dağıtılmasıdır.
Demokrasi kavramının Demos ve Krasi kelimelerinden türetildiğini bugün biliyoruz. Demos halk, Krasi ise yönetim manasına geliyor. Halk yönetimi olarak bunun için çokça ifade edilir. Demokrasi.
Ancak bugün yine biliyoruz ki Yunanistan’da var olan Demoslarda ilhamını alan demokrasi kavramı bizim çokça dile getirdiğimiz demokrasiye ile özdeş değildir. O zamanın Yunanistan’ında kadınlar yaşamın dışındadırlar. Yine kölelerin seçme hakları yoktur. Özgür yurttaşlar ise sadece ve sadece yunan polislerinde yani şehirlerinde yaşayanlar olabiliyorlar.
Yinede Yunanistan’da gerçekleştirilmiş olan eksik demokrasiyi küçümsememek gerekiyor. Hele hele o yıllarda başka alanlarda olup bitenlere bakınca bunun kıymeti daha iyi anlaşılıyor.
Demokrasi kavramı yıllar yılı peyderpey halkların, aydınların derken var olanı kabul etmeyen, despotlara karşı direnişlerle gelişme göstermiştir.
Örneğin Magna Charta anlaşması esasta kral ile Vasal’ları arasındaki ki bir yetki dağıtılması ya da kralın tek başına her şeye karar verme yetkisinin kısaltılmasıdır.
Demokrasi kavramına en ileri düzeyde katkıda bulunan bir isim ise Charles-Louis de Secondat Montesquieu’dir. Kuvvetler ayrımı esasını ortaya atmıştır. 20 yıl üzerinde çalıştığı “De l'esprit des lois” adlı kitabında yasama, yürütme ve yargı'yı birbirlerinden ayırmanın önemini vurgulamıştır. Montesquieu 1689-1755 yılları arasında yaşamış bir Fransız filozofudur. Unutulmamalıdır ki o yıllar mutlakıyetin gerçekten de tam mutlak uygulandığı yıllardır. Yani birinin ağzından çıkan adeta herkesin yaşamını belirleyebilmektedir. Ancak bu yıllar aynı zamanda hemen Fransa’nın yanı başında İngiltere’de devrimlerin doludizgin yaşandıkları yıllardır da.
İşte bu yıllarda Montesquieu mutlak iktidarın ne kadar tehlike arz ettiğini görerek “Kuvvetler ayrımı ya da ayrılığı” kuramını geliştirmiştir. Bu kurama göre yargı, yasama ve yürütme birbirinden bağımsız olmalı, birbirini denetleyerek tekleşmeyi engelleyerek mutlak hükmedeceklerin önünü almalıdır.
Yıllar yılı Montesquieu’nin bu kuramı kabul gördü ve demokrasi kavramı kullanıldığında kesinlikle güçler ayrımına bakıldı. Tabii daha sonraları basın özgürlüğü, hoşgörü, cinsler arası eşitlik, insan hakları, kadına karşı pozitif ayrımcılık, ekolojiyi koruma, azınlıkları koruma derken birçok değer demokrasinin içine alınarak demokrasi kavramı daha da geliştirildi.
Artık o eskide Yunanistan’da bilinen ve uygulanan demokrasiye bugünün demokrasi kriterleri benzemiyorlar. Bugünün demokrasi kriterleri bir hayli ilerleme kaydetmiştir.
Ancak ne var ki ata erk karakter her zaman tüm erki elinde toplamak için can atmaktan bir türlü vazgeçememektedir. Fırsat bulur bulmaz tüm erki eline almak için her şeyi yapmaktadır. Dünyamızda çokça bilinen despotik rejimler ya da darbelerin tüm ortak özelliği iktidarı tek elden toplayarak hem savcı, hem hakim ve hem de infazcı olma dürtüsüdür. Hem hakim, hem savcı ve hem de infazcı olmak demek tek kelimeyle faşizmdir. Tek kelimeyle kendini tanrı yerine koymadır.
Evet, ata erk ya da ataerkil karakterin her zaman eğilimi iktidarı tek elden toplama hastalığıdır. Ata erk yapılara sahip olanların temel karakteri çoğul sistemleri ret etmeleridir. Çoğulculuğu kabul etmemeleridir. Bu konuda en iyi bu karakteri Hitler ve Mussolini’nin sözleri ifade ediyor.
Örneğin:
Hitler:"Vaktini ahmak parlamenterleri ikna etmekle geçiren bir bakan iş göremez" demiştir.
Mussolini: "Kurduğumuz rejim kusursuz olduğu için muhalefete gerek yoktur" demiştir.
Erdoğan ise: “ya sev ya terk et” diyerek başka düşüncelere ve başka türlü yaşamak isteyenlere tahammül edemediğini göstermiştir.
Yine Erdoğan’ın “düşünmezsen yoktur” diyerek Hitler ve Mussolini’nin çok ilerisine geçtiğini de görüyoruz.
“Roboski demeyin Uludere” deyin derken de Hitler’i sollamaktadır.
“Kürt Sorunu Demeyin” derken de Mussollini’yi sağlamaktadır.
Ve tabii şimdi de “kuvvetler ayrılığı hikayesi var ya” diyerek temel dürtüsünün ne olduğunu tüm dünyaya alenen duyurmuş oldu.
Şimdi bakalım “demokrasiye gönül verdik” diyen Erdoğan’ı kim kurtaracak? AKP içerisinde birçok kurmayın şimdi Erdoğan esasta “ne demek istediğini” açıklamaya çalışacak. “Yok demek istediği şuydu” diyecek.
Biz AKP kurmaylarına bir şey demeyeceğiz. Ne yapalım elin ağzı çuval değil ki biz onların ağzını bağlayalım misali AKP’nin ağzı ve çuvalı kendisine. Ama bizim meramımız Türkiye’de demokrasiye az da olsa inananlara.
“Kuvvetler ayrılığı hikayesi var ya ”nın ne demek olduğunu artık siz karar verin.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
Faşizm, tek kelimeyle tekçi ve yekçi zihniyettir.
Daha geniş tanımlayacak olur isek: “Demokratik düzenin yerine aşırı bir ulusçuluk ve baskı düzeni kurmayı amaçlayan öğretidir.”
Kimisi: “FAŞİZM: Kapitalist döneme özgü ulus-milliyetçiliğini şoven ve ırkçı düzeyde bir araç olarak kullanan, her şeyin temeline ulus-devlet ideolojisini koyarak toplumun tüm gözeneklerine nüfuz eden totaliter, demokratik teamüller karşıtı ve her türlü şiddeti mubah sayan bir diktatörlük rejimi” diyor.
"Tek şef, tek parti, tek devlet" anlayışı içinde, bütün toplum kesimleri tek bir örgütte temsil edilecek, tüm istekler orada dile getirilecek ve devlet de bunları gerçekleştirecektir. İşçi de işveren de, sermaye sahibi de emekçi de "Üretimciler Birliği" içinde bir aradadırlar, işçilerin ayrıca örgütlenip ağırlığını duyurması yolu tıkalı bulunduğundan, bu sistem içinde işçilerin susması ve büyük sermayenin isteklerine göre ekonomiye yön verilmesi sağlanmış olmaktadır. Sınıflar arası çatışmanın yerini ulusal birliğin alması amacına böylece ulaşılmaktadır.” Türkiye şahsında ele alacak olursak buna birde İslam’ın suni yorumunun hakim kılınmasını da eklemek gerekecektir.
Türkiye’de Akepe öncülüğünde yıllardır adım adım geliştirilen bilinen faşizmin ötesinde bir faşizmdir. Öyle sadece “tekçilikle” yetinen bir faşizm de değildir. “Tek millet, tek bayrak, tek din, tek devlet dedik” diyen bir Akepe ve RTE’si vardır ancak kesinlikle bununla sınırlı kalan bir Akepe ve RTE yoktur.
Faşizmin ulusçuluğu daha doğrusu ırkçılığı kendisine ülkü edindiğini az çok biliyorduk. Ne de olsa biz bunu Hitler Almanya’sında yapılanlarda, söylenenlerde çokça gördük ve duydukta. Kendilerini Aryen ve seçkin gören Nazi faşizmi Yahudileri insanlık sıralamasında “köpeklerin” bir kademe önüne koyduklarını da biliyoruz. Irkçılıkları bu kadar derin ve insanlık dışıydı.
Ancak Akepe ve onun başındaki RTE’nin faşizmi kesinlikle Hitler faşizminden çok daha insanlık dışı ve kirlidir.
Örneğin Mussolini’nin, "Kurduğumuz rejim kusursuz olduğu için muhalefete gerek yoktur" derken, Akepe ve RTE muhalefet edebilecek ne kadar güç varsa bir bir teslim alarak, teslim olmayanları da tasfiye ederek yol aldığını hepimiz görüyoruz.
Yine Hitler'in:"Vaktini ahmak parlamenterleri ikna etmekle geçiren bir bakan iş göremez" sözüne uygun olarak tüm bakanlarını saldırı pozisyonda tutarak, hakaret etmelerine teşvik etmektedir. Başka da “marangoz hatası” sonucu oluşmuş bir İNŞ’i niye ısrarla halkların üstüne sürsün ki?
Ancak hem Hitler’i, hem Mussolini’yi, hem Salazar’ı, hem Pinochet’i, hem Saddam’ı, hem Batista’yı, hem Franco’yu hem de kesinlikle Kenan Evren’i aşan bir RTE’yle karşı karşıyayız.
Örneğin en son olarak BDP’lilerin dokunulmazlıklarının kaldırılmasına dönük rahatsızlık gösteren kimi bölge milletvekillerine söyledikleri kesinlikle faşizmin en yeni biçimidir. Yani Neo Faşizmdir. Tekçilik faşizmdi. Ancak artık RTE bırakalım tekçiliği, beğenmediğini yok sayıyor, “görmeyin” diyor. “Silin” diyor. “KÜRT SORUNU DEMEYİN” hatta kendisini tutamayarak 28 Aralık 2011 günü Roboski’de katledilen 34 insanın katledilmesi olayına atfen “Roboski olayı” demesine karşı çıkarak, “Uludere” demesini istemesi tek kelimeyle RTE’nin yaşadığı faşizmin dozajıdır. Ve bu faşizmin dozajı ise Neo Faşizmdir.
Artık Neo Faşist Akepe ve RTE’ye karşı Türkiye’nin tüm duyarlı ve onurlu insanlarını mücadele etmeye davet ediyoruz.
K. Nuda
- Ayrıntılar