Basına ve Kamuoyuna!
1. TC ordusu 11Temmuz gününden beri Amed’in Silvan Kulp Lice ilçeleri arasındaki Reşanê, Bamıtnê, Zılek, Şêlıma, Hındıv, Dahla Zere, Geliye Goderne, Gome Çale, Mala Gır ve çevresine yönelik olarak 5 bin askerin katılımıyla kapsamlı operasyonlar başlatmıştır. 14 Temmuz günü öğlenden sonra saat 15.00 sularında iki düşman birliği imha amaçlı gerilla güçlerimizin üzerine gelmesi sonucunda sert çatışmalar yaşanmıştır.
- Ayrıntılar
“baş eğerim Güneşe çırılçıplak dururum
aydınlık sarar bedenimi
içim dışım ısınır
gözüm, kulağım, ellerim açılır
o zaman geri gelirim yaşama
saklandığım köşeden çıkarım cesaretle
yürürüm yüzüm Güneşe dönük
giderim ufka doğru”
(Rojinda ADA)
Gamzeli bir güzel kadın tanıdım yıllar önce. Sevecen, içten, dağ gibi büyük bir yüreğe sahip bir kadın… Sürekli bir arayış içinde ve kavganın tam ortasında yüreklice, cesaretlice durmayı bilen, herkesi kendisine hayran bırakacak denli zeki ve sempatik. Hayatım boyunca karşılaştığım ve asla unutamayacağım dediğim kadınlardan biri.
Evet, unutamadım o kadını ve o kadın kendisini unutturamayacak denli bir iz bıraktı bende giderken. Rojinda ADA (Canan SÜSENBAK), GÜNEŞİN yaşam verdiği, hareketlilik kazandırdığı bir kadın. Adı gibi bir yaşam kaynağı, ‘ADA’yı ekledi isminin yanına. Çünkü o ona yaşam ve hareketlilik kazandıran GÜNEŞ’in artık bir ADA’dan doğduğuna ve tüm insanlığı, kadınları enerjisiyle ısıttığına, aydınlattığına, yol gösterdiğine hep inandı. ADA gerçeğinden kopmamak ve sürekli onunla yaşamak için bir diğer adını ADA koydu.
GÜNEŞ’imizin (Önderliğimizin) yetiştirdiği kızlardan biriydi Rojinda. Özgürlük mücadelesinin içinden geçerken, karşılaşabileceği her zorluğu yenebilmesi, fırtınalara karşı yelken açabilmesi ve kendisi gibi özgürlük tutkunu kadınlara yol gösterici olabilmesi ve öncülük yapabilmesi için yetiştirilmişti. Davasına bağlı kalacağına ve büyük bir inançla yılmadan özgürlüğe doğru yol alacağına dair söz vermişti. Verdiği söz temelinde özgürlük dağlarına doğru koştu. Özgürlük bilincinin daha bir güzelleştirdiği ve APOCU felsefinin adanmışlarındandı. Bilinçle örgütlenen duruşu, her zaman bizlere, tüm yol arkadaşlarına büyük bir güven verdi. Dağlarda layıkıyla nasıl yaşanılabileceğinin örnek kadın gerillalarındandı. Erkek egemenlikli sistemsel gerçekliği çözümledikçe, tarihsel bilinç edindikçe kadınca yaşamın en kutsal mekanlarının dağlar olduğuna ve dağları kadınının yaşam bulduğu, kendisini yeniden yarattığı ve özgür kılabildiği tek mekanlar olduğuna inandı. Bundan işte dağın anlamı kadar büyük ve anlamlı bir kadın olmak için dağ dağ yürüdü. Dağların sırrına erişmek, dağın anlamıyla iç içe geçmek için bir serüvenci gibi yol aldı. Arayışları onu son yolculuğu olan Botan’a kadar götürdü ve eşsiz güzellikteki Gabar dağının ve onu tanıyan yoldaşlarının hiçbir zaman unutamayacağı biçimde kalbine düştü.
Rojinda! Dağların en güzel kadını, baktığım her yerdesin. Her dağ güzelliğinden bir parça gibi ve düştüğün yerden bize doğru esen rüzgarlar hep kokunu taşıyor. İçimize çekiyoruz kokunu ve senmişsin gibi dağlara daha da sıkı sıkı sarılıyoruz. Çünkü dağlar kavgamızın kalesi, onurumuz ve kadınca, özgürce yaşadığımız tek mekan… Ve her şeyden öte yoldaşlarımızı ellerimizle gömdüğümüz mekanlar… Hep benimle, tüm yoldaşlarınla birliktesin. Anılarından kopmamak ve hayallerine sahip çıkmak için sen varmışsın gibi seninle omuz omuza kavgamıza devam edeceğiz.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 13 Temmuz günü saat 13.45 sularında Siirt’in Eruh ilçesine bağlı Tûrik köyü etrafında operasyona çıkan TC ordusu ile gerillalarımız arasında bir çatışma yaşanmıştır. Yaşanan çatışma sonucunda 1 asker gerillalarımız tarafından öldürülmüştür
- Ayrıntılar
14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi tanıklarından Cevher Kandal; Mazlum Doğan, Kemal Pir, Ali Çiçek, M.Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve 'Dörtler' gibi birçok kişiliğin Kürt Özgürlük Mücadelesi'nin bugünlere gelmesinde temel taş olduğuna dikkat çekiyor.
1980 yılında Diyarbakır Cezaevi'nde birçok direnişe ve ölüme tanıklık eden 71 yaşındaki Cevher Kandal, 1982 yılında Diyarbakır Cezaevi'nde yaşananları ve 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi'ni anlattı.
Hilvan'ın Kırbaşlı Köyü'nde Millet Partisi Urfa Milletvekili ve Bucak aşireti lideri M. Celal Bucak'a yönelik 30 Haziran 1979 yılında gerçekleştirilen bir eylemde yaşamını kaybeden PKK'nin ilk şehitlerinden Salih Kandal'ın amcası Cevher Kandal, Diyarbakır Cezaevi'nde yaşananların ve 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi'nin tanıklarından biri. PKK'nin çalışmalarına sempati duyduğu için Urfa bölgesinde PKK'nin yaptığı bazı toplantılara katılan Cevher Kandal (71), 1980 yılında yeğeni ile birlikte Diyarbakır Cezaevi'ne konuldu. Diyarbakır Cezaevi'nde 3 yıl kalan ve 21 Mart 1982 yılında bulunduğu koğuşta 3 kibrit çöpü yakarak gerçekleştirdiği eylemde yaşamını yitiren Mazlum Doğan, 14 Temmuz 1982 yılında Büyük Ölüm Orucu Direnişi'ni gerçekleştiren M. Hayri Durmuş, Kemal Pir, Ali Çiçek ve Akif Yılmaz'la mahkemelerde gidip gelirken karşılaşan Kandal, sorumlu olan M. Hayri Durmuş'un fırsat bulduğu her an kendileri ile konuştuğunu söyledi.
'Allah yok peygamber de izinde'
Cezaevi şartlarının dayanılmaz olduğunu kaydeden Kandal, Cezaevi Müdürü Esat Oktay'ın köpeği "Co"nun tutukluların üzerine saldırtıldığını ve köpeğin yaptığı hiçbir şeye karşı çıkamadıklarını belirtti. Birçok işkenceye maruz kaldıklarını söyleyen Kandal, "Ne ekmeğimiz ne de suyumuz vardı. Üzerimize pislik dökerlerdi. Oranın Komutanı Esat Oktay şöyle diyordu: 'Allah yoktur peygamber de izinde!' Oktay, gözlerimizin önünde su içiyordu. Birden hücrelere girip bizi uyandırıyorlardı. İnsanlara pislik yediriyorlardı. Onurumuzu ayaklar altına almak için bizi soyuyorlardı. Mardinli bir arkadaş vardı, onlara 'En büyük namussuz sizsiniz. Siz bizi çıplak bir şekilde gördünüz ne kazandınız?' diye sordu" şeklinde konuştu.
'Durmuş yol gösterirdi'
Büyük Ölüm Orucu Direnişi'ni gerçekleştiren "önderler" ile birlikte katıldığı mahkemelerin etkisinde kalan Kandal, "Hayri Durmuş mahkemede 1.5 saat konuştuktan sonra 'ölüm orucuna giriyoruz' dedi. Ardından Ali Çiçek de mahkeme heyetine 'Ben de açlık grevine giriyorum' dedi. Mahkeme heyeti Ali Çiçek'e onu sevdiklerini yaptıklarından geri dönmesini ve buna benzer birçok şey söyledi. Ali Çiçek kabul etmedi. Hakime karşı başı dik bir şekilde korkusuzca yaptıklarını söylüyordu ve düşüncelerini savunuyordu. M. Hayri Durmuş her zaman bize mücadeleyi anlatırdı. Bize yol gösterirdi. Yol ve bizi kurtaracak kişileri bize o gösterir ve 'birçok yol var' derdi" dedi.
Kandal, M. Hayri Durmuş ile hakim arasında duruşma salonunda geçen diyaloglara tanık olduğunu ifade ederek şöyle konuştu: "Hakim Hayri Durmuş'a şöyle diyordu: 'Ben size yardım ederim. Sizin bu yaptıklarınız köylerdeki kavgalara benziyor. Biri birini döverken '15 kişi dövdü' diyorlar. Ben nasıl 15 kişiyi suçlarım'. Hayri Durmuş da bir buçuk saat konuştu ve şöyle dedi: 'Şimdi siz beni bıraksanız da ben gitmem. Ben ne hakim, ne binbaşı ne yüzbaşı ne de sizin sözlerinizi tanırım. İşte arkadaşlarım da benim yanımda. Bunları bize söylemenizi, hiç tavsiye etmiyorum.' Sonra Ali Çiçek kalktı ve Hayri Durmuş'un sözlerine katıldığını söyledi. Kemal Pir de kalkıp aynı şeyleri de söyledi. Sonra Akif Yılmaz da kalktı ve o da onlara katıldığını söyledi."
'Durmuş'un konuşması ağlattı'
M. Hayri Durmuş'un yaptığı konuşmada "Bizim neyi niçin yaptığımızı, siz bizden daha iyi biliyor ve anlıyorsunuz" sözlerinden sonra duruşmaya katılan 12 avukatın ağladığını söyleyen Kandal, mahkemede katiplik yapan kadının da ağladığını ve daktilosunu düşürdüğünü ifade etti.
Mahkemeye giderken kendi yaşadıklarını da dile getiren Kandal, "Bizi mahkemeye götürürken ben önden yürüdüm. Benim için 'Bu Salih Kandal'ın amcasıdır' dediler. Yedinci Kolordu Komutanı Kemal Yamak oradaydı. Ben oradan geçerken 'O yaşlı adam buraya gelsin' dedi. 'Dede sen nasıl buraya geldin?' diye sordu. Ben de dedim ki; 'Ben bilmiyorum Salih benim yeğenimdir. Komünisttir. Bu işlere karışmış, adam öldürülmüş benim üzerime atıp buraya getirdiler.' Yanımızda bir üstteğmen vardı, o da 'Doğru söylüyor komutanım' dedi. Üsteğmen komutanına 'Salih Kandal'ı tanıyor musun?' diye sordu. O da tanımadığını söyledi. Bunun üzerine Yüzbaşı komutanına 'Onun adını duymuşsundur. Bu çevrelerin hepsi onun elindeydi. öğretmendir. Kemal Pir'in arkadaşıdır' dedi. Bunun üzerine benim için dedi ki: Bunu bırakın gitsin."
'Mazlum kendini halkı için feda etti'
Yaşanan tüm işkence ve şiddete karşı 1982 yılında Mazlum Doğan, M. Hayri Durmuş, Kemal Pir, Ali Çiçek, Akif Yılmaz ve 'Dörtler'in eylemlerine başladıklarını bildiren Kandal, 1982 yılının Newrozunda Mazlum Doğan'ın ilk eylemi gerçekleştirdiğini ve Mazlum Doğan'ın ölümü üzerine M. Hayri Durmuş'un kendilerine konu hakkında bilgi verdiğini ifade etti. Kandal, Mazlum Doğan'ın gerçekleştirdiği eylem üzerine M.Hayri Durmuş'un söylediklerini şöyle anlattı:
"Hayri Durmuş bize, 'Mazlum Doğan kendini halkı için feda etmiştir. Mazlum Doğan bir yazı yazıp bugünün Newroz günü olduğunu ve kendisini halka feda etmek için bu eylemi yaptığını söylemiş' dedi. Daha sonra Kemal Pir de Mazlum Doğan ile son yaptıkları konuşmayı anlattı. Kemal Pir, Mazlum Doğan'ın kendisine 'Şimdi gündüz mü gece mi?" diye sorduğunu söyledi. Kendisi ona gece olduğunu söylemiş ve Pir, Mazlum Doğan'a 'Neyin var, bir şey mi oldu?' diye sorduğunu söyledi. Mazlum Doğan da "Ben gece mi gündüz mü bilmiyorum" cevabını vermiş. Kemal Pir, Mazlum Doğan'ın bu sözlerinin ardından eylemini gerçekleştirdiğini anlatmıştı."
'Amed Cezaevi zulmün kalesiydi'
Kandal, Mazlum Doğan'ın eyleminin ardından aynı koğuşta kaldığı Ferhat Kurtay, Eşref Anyık, Necmi Öner ve Mahmut Zengin'in 125 kişinin kaldığı koğuşta kendilerini yaktıklarını anlattı. Amed Cezaevi için "zulmün kalesi" diyen Kandal, orayı görenlerin Türkiye'de yaşamaması gerektiğini ve Salih Kandal, Mazlum Doğan, Kemal Pir, Ali Çiçek, M.Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve'Dörtler' gibi birçok şehidin yaşamlarını bu mücadele uğruna feda ettiğini söyledi. Bugün yapılanların ve gelinen aşamada Özgürlük Mücadelesi şehitlerinin büyük katkısı olduğuna dikkat çeken Kandal, " Kemal Pir bizden bu mücadeleyi her yerde herkese anlatmamızı isterdi. Biz o zaman kimseye Kürt olduğumuzu bile söyleyemiyorduk. Şimdi rahatlıkla söylenebiliyor" dedi.
- Ayrıntılar
Geçen haftaki yazımızda özellikle tarih bilinci üzerinde durmuş ve Alevilerin tarih bilincinin çarpıtılmasına yönelik yapılan ve sonuç alıcı da olan bazı hususları belirtmiştik. Bu ve bundan sonraki yazımızda bu bilinç çarpıtmasının hangi yollarla yapıldığını, Alevî sorunu denilen olgunun ne olduğunu ve pratikte yapılması gerekenlerin ne olabileceğini dile getirme çabasında olacağız. Konuyu hatırlatmak amacıyla geçen yazımızdan bir alıntıyı buraya alıp, bunun üzerinden konuya devem etmek istiyoruz.
“Alevilik Kürt ve Türkmen halkı içinde günümüze kadar taşınmış bir yaşam biçimi, düşünce ve eylem birlikteliği, bir tarihsel var oluş gerçekliği, insanın kendi toplumsallığıyla birlikte yaşamada ısrarın, direnişin, direngenliğin, özgürlük ve var olma bilincinin kimliği, kendisidir. Bu yönüyle bakıldığında Alevilik sadece bir inanç değil, insanlık özünün bir coğrafyada ve farklı etnik yapılarda vücut bulmasıdır. Toplumu toplum yapan temel ahlaki ve politik değerlerin, zihniyetin bileşkesi, bunun tarihsel akışı, bu akış içinde iyi, güzel, doğru olanı bağrına alan ve bunu zamanda farklı biçimlerle an’a kadar taşıyan insanlığın ta kendisidir. Mezopotamya ve Anadolu halklarının her türlü baskıya, sömürüye, zulme, haksızlığa, yani devlet ve devletli olan her şeye karşı bir başkaldırı, alternatif sistem olma duruşu, bunun toplum içindeki örgütlenmesi olmaktadır.”
Evet, bu alıntıda dile getirildiği gibi, her şeyden önce, Aleviliğin bir kimlik olduğu, tarihi arka planının bulunduğu, bir felsefe ve ideoloji (yaşam biçimi) olduğu açıktır. Bu nedenle günümüzde Alevilerin sorunlarını tartışırken, ya da Aleviler kendi sorunlarını tartışıp ortaya koyarken, her zaman var olan düzene karşı mücadele eden bir geleneğin sahibi olduklarını, bu egemen düzene asla baş eğmediklerini, bunun içine çekilmek istenildiğinde nasıl karşı koyduklarını, bu karşı koyuş nedeniyle egemen sistem, yani devlet tarafından nasıl katliamlara uğradıklarını unutmadan bu sorunlara çözüm bulmaları en doğrusu olmaktadır.
Hem Osmanlı döneminde, hem de Türkiye Cumhuriyeti döneminde Türk ve Kürt Alevilerin katliamlardan geçirildiğini bilmekteyiz. Katliamdan geçirilmek, o toplumun veya topluluğun bir tehdit unsuru olarak görüldüğü, onun varlığına dahi tahammül edilemediği, egemen olanın bundan büyük bir korku duyduğunu gösterir. Demek ki bu toplumun hem düşünce sistemi, hem inanç yapısı, hem yaşam biçimi egemen sistem tarafından tehlikeli görülüyor. Bu husus çok önemlidir.
Neden? Çünkü var olan devletçi sistem kendisini mutlak görme gibi bir saplantı içinde hareket etmektedir. En doğru düşüncelere kendisinin sahip olduğunu söyler, en iyi yaşam sisteminin kendisinin oluşturduğu sistem olduğunu iddia eder, en iyi yönetim biçiminin ona ait olduğunu, kısacası toplumsal yaşama dair ne varsa kendi sistemi ve örgütlülüğü tarafından sağlandığı iddia ve saplantısı içinde bulunur. Ve devlet olmaktan, yani zor ve baskı tekeli olmaktan kaynaklı olarak kendisini toplum üzerinde zorla, baskı araçlarıyla hakim kılar ya da kılmaya çalışır. Bu nedenledir ki, eğer Aleviler devlete büyük bir korku veriyorsa, demek ki bu topluluğun temsil ettiği düşünce, yaşam sistemi, dünya görüşü ondan daha ilerde, daha doğru bir öz taşımaktadır.
Alevî felsefesinin ve yaşam biçiminin en büyük özelliği: Devletsiz olmayı düşünmeye cesaret etmesi ve devletsiz bir yaşam örgütleyebilmesidir. Elbette bunun da altında yatan gerçeklik, devletsiz toplum döneminin temel değerlerini kendi bağrında bulundurması ve bu değerleri günümüze kadar taşımış olmasıdır.
Günümüzde Alevilerin bu gerçekliği her zaman göz önünde tutmaları, akıllarından hiç çıkarmamaları ve bu gerçeklikten güç alarak örgütlenmelerini geliştirmeli, toplumsal ve siyasal alana müdahale etmelidirler. Diğer yandan ise, günümüzde gelişen ve kendi düşünce yapılarıyla paralellik arzeden, kendi düşünce sistemlerine daha fazla katkı yapacak ve günümüzde kendilerine yol gösterecek olan görüşlere de kendilerini açık tutmaları gerekmektedir. Bu hususta bunları belirtmekle birlikte, daha pratik hususlara da değinme ihtiyacı hissetmekteyiz.
Hiç kuşkusuz ki, Aleviler kendi tarihlerini, kültürlerini hem bilmeli, hem de onları gelecek kuşaklara aktarmalıdır. Bu onların hem en doğal hakkıdır ve hem de görevleridir. Bunu yapmazlarsa, günümüz kapitalist modernite sistemi içinde asimile olmaya ve bir yok oluşa doğru gideceklerdir. Dolayısıyla hem eğitim gördükleri, hem de inançlarına uygun ibadetlerini yerine getirdikleri, kültürlerini yaşattıkları örgütlenme ve kurumlara kavuşmaları gerekmektedir. Bu yönlü her türlü girişim ve çabaları kutsaldır, doğru olandır. Bu nedenle bir halkın veya topluluğun en doğal haklarını kullanması gibi, Aleviler de farklı bir inanç ve kültüre sahip olmaktan kaynaklanan her türlü haklarını kullanmaları gerekir. Bunun önünde engel oluşturan her tür girişim bir hak gaspıdır ve buna karşı mücadele etmek de en demokratik ve meşru bir haktır. Aksine, eğer bu hakları için mücadele etmezlerse, işte o zaman kendilerine karşı yapılacak olan her türlü olumsuz girişime kapı açmış, onay vermiş olacaklardır.
İkinci husus, Türk devletinin kimliği Türk-İslamcı(Sünni İslam) bir kimliktir. Dolayısıyla Alevilerin kendi ihtiyaçlarını, ya da taleplerini karşılamak amacıyla devletten medet ummaları kadar abes, yanlış bir davranış olamaz. Türklük, milliyetçilik temelinde bir Türklük olduğu için, faşizan karakterlidir ve farklılıklara tahammülü yoktur. İslamcı yani Sünni İslam olduğundan, Alevileri zaten düşman gören, sapkın bir düşünce olarak tarif edip, bu inançta olan insanların katledilmesi için fetvalar çıkaran bir karaktere sahiptir. Dolayısıyla günümüzde Alevilerin devlete yaklaşması, devletten kendi sorunlarına duyarlı olması ve çözüm bulmasını istemek boşa kürek çekmek anlamına gelmektedir.
Üçüncü husus, Türkiye'de ciddi bir demokratikleşme sorununun olduğu, demokratikleşmenin önünde ciddi engellerin var olduğu hususudur. Türkiye cumhuriyeti devleti demokratikleşmeden hiçbir toplumsal, etnik, inançsal, kültürel sorunun ciddi anlamda çözüme kavuşmayacağı gerçeğinin bilinmesi gerekmektedir. Türkiye cumhuriyeti devleti bir sistem krizi yaşamaktadır. Kriz bütünseldir, dolayısıyla çözümü de bütünsel olmak zorundadır. O nedenle Alevilerin sorunlarının çözülmesi ancak Türkiye'nin bir bütün demokratikleşmesiyle çözülebileceği gerçeğinin Alevî toplumlu ve onun örgütleri tarafından görülmesi gerekmektedir. Dolayısıyla Türkiye'de yürütülen demokrasi mücadelesine, günümüzde Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku olarak gelişen demokrasi gücüne katılmayan, bunun yanında yer almayan hiçbir etnik ya da inanç topluluğunun, çeşitli toplumsal kesimlerin sorunlarını gerçekçi temelde çözemeyecekleri iyi görülmelidir.
Bu konuda şöyle bir görüş ileri sürülüyor: “Alevî örgütlerinin kendi içinde birlik olmaları gerekir, ama bu örgütlerin Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’na katılmaları ya da buna destek vermeleri zordur; çünkü çeşitli Alevî örgütleri bu konuda farklı yaklaşım içindeler, ya da değişik siyasi oluşumlara daha yakın durmaktadırlar.” Şimdi böylesi bir görüşü savunmak ve bunun da Alevî toplumunun temsilcisi olduklarını söyleyen kişilerce dile getirilmesi tabi ki anlaşılması zor bir yaklaşımdır. Bu görüşün altında devlete yaklaşma, çözümü devlette bulma arayışının yattığını görmek zor olmamaktadır.
Elbette Aleviler çeşitli siyasi örgütlenmelerde yer alabilirler, buna ilgi de duyabilirler. Ama devletin parçası olan ve insanları devlete bağlayan siyasi oluşumların peşine takılmaları asla kabul edilemezdir. Bunu yapmak geçmişini unutmak olur. Zaten devletin kurduğu CHP gibi bir parti de günümüzde Alevileri devlete bağlama görevini sürdüren bir parti konumundadır. Fakat biz Türk ve Kürt Alevilerin şunu sorgulamalarını isteriz: 1920’de Koçgîrî’de başlayan, 1937-38 Dersîm Katliamıyla süren, 1970’lerde Maraş, Malatya, Sivas, Tokat, Çorum’da, en son da Gazi Mahallesi’nde yapılan Alevî katliamlarında kendisine sosyal demokrat diyen, günümüzde temsilini CHP’de bulan bu siyasetin ne kadar rolü, parmağı ve suçu vardır?
Eğer bu durum sorgulanırsa CHP’nin bir devlet partisi olduğu, (bünyesinde gerçekten dürüst ve inanarak yer alan Aleviler olsa da), aslında Alevîleri devlete bağlamaya, Alevîlerin sorunlarını çözmek değil de onları oyalamayı, sömürmeyi ifade eden bir yaklaşım içinde olduğu görülecektir. Dolayısıyla Alevîlerin emekten, özgürlükten, demokrasiden yana olan, bunun mücadelesini verenlerin yanında saf tutması kendi geçmişlerine uygun olandır, doğru olandır.
Unutmayalım ki, 1970’lerde Alevîlere yönelik yapılan katliamların, yine 1993’te Sivas katliamının en temel nedeni; devletin Alevîleri başta Kürt Özgürlük Hareketi olmak üzere, devrimci-demokrat, ilerici akım ve örgütlere doğal sempati duyan, onlara zemin ve güç kaynağı olan, güç veren bir konumda görmeleri ve bunu ortadan kaldırmak için böyle bir yönelime girmiş olmaları gerçeğidir. Ama işin ilginç ve tezat olan yanı, devlet Alevîleri böyle görüp, buna göre karşı tedbirler geliştirirken, Alevîler neredeyse bu gerçekliklerini unutmak istercesine farklı arayışlara girmekte veya buraya yönlendirilmek istenmektedirler. Bu da üzerinde yoğunlaşılması gereken bir husus olmaktadır.
Dördüncü husus, Alevî örgütlerinin pasif bir konumda kalma, suskunlaşma, mağduriyet edebiyatına sarılarak hak arama durumunu bırakmaları gerekmektedir. Bugün AKP hükümeti, 12 Eylül faşist askeri rejimi dönemlerini katbekat aşan uygulamalar yapmaktadır. Hem Kürt Özgürlük Hareketi’ne yönelik imha ve tasfiye saldırılarını her alanda sürdürmekte, hem de Türkiye demokrasi güçlerine yönelik bir baskı, sindirme harekâtı yürütmektedir. Dolayısıyla buna karşı direnmek en temel görevdir. Ne şekilde olursa olsun buna karşı durmak, mücadele etmek, bu yönde güçbirliği yapmak gerekmektedir. Çünkü AKP hem kendi hegemonyasını oluşturmakta ve hem de faşizmi Türkiye'de kurumsallaştırmaktadır.
Fakat bu gerçeklik ortadayken, Alevî örgütlerinin buna yönelik tutumu hiç içaçıcı değil. Elbette tüm Alevî örgütlerin durumu böyledir, ya da bu genel bir durumdur demek istemiyoruz, fakat somut bazı veriler bu konuda değerlendirme yapmayı gerektiriyor. Böyle bir değerlendirmeye neden olan olayı şöyle açıklarsak belki daha iyi anlaşılacaktır. 2 Temmuz Sivas katliamını protesto etmek için bu yıl yapılan yürüyüşte polis göstericileri Madımak Oteline yaklaştırmadı ve göstericilere saldırdı. Bu esnada bir örgüt temsilcisi polise yönelik şöyle bir çağrıda bulundu: “Güvenlik güçleri yapmayın, bize saldırmayın, biz 18 yıldır bir karıncayı bile incitmedik.” Öncelikle bu temsilcinin yaşadığı derin acıyı anlıyor ve de paylaşıyoruz. Fakat biz karıncayı bile ezmedik, bize saldırmayın, bizi niye öldürüyorsunuz, merhamet edin gibi söylemler faşist bir devlet ve hükümet karşısında acaba ne kadar gerçekçi bir söylem ve taleptir. Bu söylemin altında yatan zihniyetin böylesi bir devlete karşı direnme gücü ne kadar olabilir?
Şimdi tarih bilinci derken, işte bu hususu anlatmak için belirtiyoruz. Peki, Aleviler karıncayı incitmezken, Kürdistan dağlarında binlerce gerilla öldürülmedi mi? Hem Kürdistan'da, hem de Türkiye'de binlerce insan faili meçhul cinayetlere kurban gitmedi mi? Aleviler karıncayı incitmezken, bugün AKP iktidara gelip faşizmi kurumsallaştırmadı mı? En ufak bir hak talebinde bulunan Kürtlere, emekçilere, işçilere vahşî bir şekilde polis saldırıları yürütülmedi mi? Demokrasi adına, özgürlük adına, eşitlik adına, insanca bir yaşam adına bin yıllardır direnen Alevî toplumunun, onun felsefesinin bu gerçekler karşısında bireyi direnişe zorunlu kıldığını, bunu esas aldığını bilmiyor mu? Pir Sultan Hızır Paşa’dan hiç merhamet diledi mi? Alîşêr, Seyît Rıza, Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya ve binlerce devrimci demokrat insan bu devletten merhamet bekledi mi? Günümüzde Kürdistan Özgürlük Hareketi ve onun gerillası, Kürt halkı, Türkiye'de devrimci demokratlar tüm baskılara, işkencelere rağmen merhamet diliyor mu? Eğer kimse zulmün karşısında sessiz kalmadıysa, zalimin karşısında elpençe durmadıysa, o zaman Alevîlerin günümüzde bu zulüm sistemine karşı her türlü yol ve yöntemle karşı durmaları, bunun için örgütlenmeleri kendi tarihlerine karşı sorumluluğun bir gereğidir. Dolayısıyla böylesi bir zihniyetin Alevilere kazandırıcı olmayacağı, aksine kaybetmeye götüreceğinin görülmesi gerekmektedir.
Bu yazının son konusu olarak Alevîlere yönelik geliştirilen çeşitli özel savaş oyunlarını, bilinç çarpıtmasına yönelik girişimleri de gelecek sayımızda dile getireceğiz…
Edîp Koçgîrî
- Ayrıntılar
9 Temmuz 2011 günü HPG gerillalarımız iki rütbeli TC askerini esir almışlardır.
Esir askerlere karşı geçmişten beri izlediğimiz muamele biliniyor. Onlarca kez esir aldığımız askerleri aracılık yapan heyetlere teslim etmişizdir. En son 2007 Oramar’da 8 TC askerini ve daha önce de Dersim’de bir TC askerini aracılık yapan insan hakları derneklerine, aydınlara, sivil toplum örgütlerine ve siyasal partilere güvenlikli ve sağlıklı bir şekilde teslim etmişizdir. Dediğimiz gibi önceki yıllarda da onlarca kez bu sağlıklı ve güvenlikli teslim etme işlemini yapmışızdır.
Ancak durumu yakinen bilenler ve izleyenler bilir ki her defasında TC devleti adeta kendi askerlerinin ölmesi için her şeyi yapmışlardır. Hatta çoğu kez teslim edilen yani devlete iade edilen askerlerine karşı davalar açarak onları tutuklamışlardır.
En son 2007 yılında Oramar eyleminde esir alınan askerlere karşı TC devletinin ve özelde de ordusunun yaptığını herkes kendi gözleriyle görmüştür. Bu kadar insani özden uzak, yoksun ve asosyal bir ordu yapısını dünya da göremezsiniz. “Neden teslim oldular, ölselerdi ya” demeleri hatırlardadır.
Şimdi iki rütbeli asker yeniden gerillalarımızın elinde bulunmaktadır. Ve şunu da açıkça söyleyelim: bundan sonra daha fazla asker Kürdistan yollarında esir alınacaktır. Buna polislerde dâhil edileceklerdir. Nedeni ise Kürdistan’da bu şekilde baskı, zulüm ve operasyonlar devam ettikçe kimse bizden daha başka bir yaklaşım beklememelidir. Bu birinci husus.
İkinci husus öncelikli olarak TC devleti ve askeri güçleri bizim amacımızın asker öldürmek olmadığını da iyi bileceklerdir. Öldürmek istesek her gün bu tür eylemlerle Kürdistan’da ve de Türkiye’de askeri rütbelilere yaşamı haram ederiz. Bu ülkede en kolay iş herhalde budur. Ancak bizler Kürdistan gerillaları olarak amaçlarımıza uygun hareket etmeyi ilkesel olarak benimsemiş bir gücüz. Bu ilkelerimizin önemli bir tanesi halkların kardeşliğine olan inancımızdır. Bunun için öncelikli hedefimiz öldürmek değildir. Kangrenleşmiş siyasal bir sorunun, TC devletine, yıllardır süregeldiği faşizan yöntemlerle çözülemeyeceğini göstermektir.
Üçüncü husus ise; TC askerliğine gidenlerin bundan böyle bu durumu bilerek askerlik yapmalarını istiyoruz. Hiçbir yerde Kürdistan’da TC devleti adına savaşmak için gelenlerin yaşamlarının garantisi yoktur. Ve yukarıda da belirttiğimiz gibi bu giderek daha fazla gelişecektir. Bunun için hiçbir kimse Kürdistan’da askerlik yapmaya gelmesin. En azından bugün ki koşullarda faşizan uygulamalar gündemdeyken ve Kürt sorunu gibi tarihi bir sorunu devlet ve hükümet çözmeye yanaşmazken hiçbir Türk genci Kürdistan’da askerlik yapmaya gelmemelidir.
Dördüncü olarak ise; yukarıda söylediklerimiz polisler için de geçerlidir. Kürdistan’da var olan sorun çözülmedikçe hiçbir kimse Kürdistan’da polislik yapmamalıdır. Polislik yapanlar ortaya çıkacak tablo karşısında kendileri sorumlu olacaklardır.
Beşinci husus olarak ise; biz esir aldığımız askerlere her zaman Cenevre sözleşmeleri temelinde bir yaklaşımı esas aldık. Ve bundan sonra da bu yaklaşımımız devam edecektir. Ne var ki TC devleti askerlerin esir alındıkları alanlara çok yoğun saldırı operasyonları yapmaktadır. Bu durum askerlerin yaşamlarını tehlikeye atmaktadır. Gelişecek olası bir çarpışmada kimse askerlerin yaşamasının garantisini veremez. Kaldı ki faşizan yöntemleri uygulayan bu ordu gücü çok yoğun savaş araçları kullanmaktadır. Öyle ki rasgele arazileri taramakta ve yakıp yıkmaktadır. Bu durumda dediğimiz gibi kimse ama kimse askerlerin hayatta kalacağı güvencesini veremez. Gerillanın, TC devletinin yürüttüğü saldırılar altında askerleri koruması oldukça zor olacaktır.
İşte bunun için diyoruz ki öncelikli olarak esir alınan askerlerin aileleri, insan haklarına duyarlı çevreler ile bizatihi siyasal cephenin temsilcileri araya girerek askeri operasyonları durdurmalı ve esir askerleri teslim alabilmek için inisiyatif kullanmalıdırlar. Esir alınan askerlerin sağlam bir şekilde ailelerine teslim edilmeleri için bu inisiyatif şarttır.
Kendi cephemizden şunu belirtiyoruz; gerillalarımız geçmişten beri Cenevre Sözleşmelerine sadık kalmışlardır bundan böyle de bu sadakatini koruyacaklardır.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Bundan onbeş yıl önce partimizin temellerini atan Kemal, Hayri gibi yoldaşlarımız direniş kararını verdiklerinde partinin büyüklüğünü göstermişlerdir.
Ne teslimiyet, ne düşüş, -sonuna kadar direniş.
Bu, parti tarihimiz ve yaşamımızda tarihi bir adım olmuştur. İşte, 14 Temmuz anısına dürüstçe yaklaşmak isteyenler, sonuç çıkarmak isteyenler, her yönüyle kendilerini bu gerçeğe ulaştırmalıdırlar. Aksi halde bu direniş ve bu şehitlere layık olamazlar ve kendilerinden bir şey çıkmaz.
Hatta, bu gerçeklikten sizlerde belli bir uzaklaşma yaşanmaktadır.
Her şeyden önce bu tarihsel anı üzerinde durduğumuzda parti gerçeği nedir, sorusu karşısında kendi gerçeğimizi gözönüne getirmek zorundayız. Şimdi sizlerin uzaklaştığı ve onunla oynadığınız parti gerçeğinin ta kendisi olmaktadır. Hayır, bu gerçeklikten uzak olmakla partileşmek gerçekleşemez. Her arkadaş kendi gerçeği üzerinde durup gerçekliğini gözönüne getirdiği taktirde bu direnişlere karşı hesap veremeyeceğini, layık olamayacağını görecektir. Çünkü yüzünüz ak değil, şimdiye kadar sorun yaratmaktan, ağlamaktan başka ne yaptınız ki? Bu, hepinizin bir ayıbıdır. Şehitlerin karşısında bu halinizle durmanız, büyük ayıptır.
Şimdi bakıyorum da, herkes kendi keyfine göre parti gerçeğiyle oynamaya çalışıyor. Savaşta, örgütlemede, eğitimde her yönüyle oynamayı kendisi için bir sanat haline getirmiş. Bu sizin ayıbınız ve insan bu utanç verici durumla hiçbir gerçeğe ulaşılamaz ki! Tabi “çok zayıfız, güçsüzüz, bundan başka ne yapalım” diyeceksiniz. Bu sizin diliniz ve bunu her zaman tekrarlıyorsunuz. Ama bu kabul edilmez bir durumdur. Şehitlerin anısı üzerine konuştuğum zaman böyle bir partililiği ve sizleri kabul etmiyorum. Kaldı ki, bu durumuyla ben bile kendimi kabul edemiyorum, sizi nasıl kabul edeceğim ki! Bu zayıflıklarla mı, bu sahtekarlıklarla mı, bu kandırmayla mı, bu düşüşle mi sizi kabul edeceğim!
Hayır!
Yaşadığımız bu günlerde bazı hususlar üzerinde duruyoruz: Yine parti adına hafif, dar ve güçsüz bir yaşama tenezzül etmeyi bir sanat haline getirmişler. Bununla da sınırlı kalmayarak, kendilerini partiye ve bu büyük direnişlere layık görüyorlar. Güçsüzsünüz, söz sahibi olamazsınız. Bunun için de en dürüstün elinden ancak ucuz bir ölüm geliyor. Ama bu arkadaşlar kendilerini ucuz ölüme yatırmadılar.
14 Temmuz direnişi ucuz bir ölüm için değildi.
Büyük bir ölümdü, -ölüm değil büyük bir yaşamdı.
Ülkede, savaşta ucuz ölen arkadaşlarımız için “büyük şehitlerdir, güçlüdürler” diyemiyorum.
Neden?
Çünkü direnmeden, ucuzca gidiyorlar. Eğer 14 Temmuz anısına doğru yaklaşacak olursak; bu arkadaşlar, iğne ucu kadar yaşam olanağı ve çalışma fırsatı bulduklarında sonuna kadar değerlendiriyorlardı. Şimdi sizlere bakıyorum, eğer biraz harekete geçseniz ülkeyi alabilirsiniz, kurtarabilirsiniz. Ama ne yazık ki, bir çalışmayı doğru bir adıma dönüştürmeye tenezzül edemiyorsunuz, -elbette bu da insanı kahrediyor.
Parti ruhunu, parti büyüklüğünü kendinizden uzaklaştırmışsınız.
Bu kendinize yapabileceğiniz en büyük kötülük, kölelik, hatta düşkünlüktür. Hayret ediyorum, kendinizi nasıl böyle kabul edebiliyorsunuz? Bu kadar çalışmama rağmen ben bile kendimi kabul etmiyorum. Hayır! Kişi büyümenin yoluna girmeden kendinden memnun olamaz. Bir şey yapamıyorlar, -kendileri bile gerçekleştiremiyorlar. Buna rağmen kendilerine, PKK adına bir usul yaratıyorlar.
Bu büyük anıya bağlı kalmak istiyorsak, biraz dürüstlük varsa, değerlerimizi böyle unutmak istemiyorsak, mutlaka kendimizde bir şeyler yaratmak zorundayız. Kendi içimizde bazı esaslara ulaşarak daha doğru ve birlikte büyük yürüyebilmeliyiz.
PKK’nin saflığı, PKK’nin dürüstlüğü bu yoldaşların gerçeğindedir.
Kendi durumlarınıza bakın; ne kadar bu büyüklüklesiniz? Bu büyük yoldaşlarımız, partinin adını yükseltmek istediler, parti amacından uzaklaşmamak için büyük vahşet altında, her gün tahammül edilemeyecek işkenceler altında küçük bir yaşam imkanı bularak direndiler. Bu büyük direniş, bu amaç içindi. Burada hemen kendinizi karşılaştırın; ülke toprakları üzerinde, dağların zirvelerinde silahlı gruplar halindesiniz, ama yine de düşmana karşı birkaç doğru adım atamıyorsunuz.
Bu şehitleri, bu direnişleri gözlerinizin önüne getirdiğinizde kişi kendi hakkında ne diyebilir?
Elbette ki, bu yoldaşlardan ve bu direnişten bir uzaklaşma var. Bu uzaklaşmayı kendinize nasıl layık gördünüz, işte buna şaşıyorum. Uzun bir zamandır büyümeniz ve yetkinleşmeniz için bu kadar büyük parti derslerini verdik, büyük hizmetler sunduk. Ancak çıkardığınız sonuç; “düşkün kişiliğimi nasıl yaşatabilirim” oldu. İşte, en büyük tepkimiz de buna yöneliktir.
PKK şehitleri bunlar değildir. PKK direnişi bu değildir. İçinizden bazıları veya birçoğunuz, birçok yönüyle bir şeyler de yaratmak istiyorsunuz, ama PKK büyüklüğünden uzak bir PKK yaratmak istiyorsunuz. Her zaman söylüyorum, bu kişiliğinizle yalan söylüyorsunuz, kendinizi kandırıyorsunuz.
PKK mukaddestir, PKK kişilikleri dürüsttür.
Mazlum, Kemal Hayrilere eğer biraz bağlılığınız varsa, sahip olduğunuz bu kişilikle yürümenizin mümkün olmadığını göreceksiniz. Bu kişiliği şimdiye kadar parti içinde nasıl yürüttünüz, buna nasıl cesaret ediyorsunuz! Gerçekten vicdansız mısınız, terbiyesiz misiniz, -anlıyamıyorum. Neden böyle oldunuz? Çok mu zayıfsınız, çok mu düşkünsünüz, çok mu çaresizsiniz, -bunu anlamak istiyorum. Bu doğru değil ve zindan direnişine, 14 Temmuz kahramanlığına bağlılık değildir.
Ben bu yoldaşları, bu direnişi sizden ve parti adına yürütenlerden koruyorum.
Ya bu arkadaşların ruhuna ulaşır, ya 14 Temmuz ruhu yakalanır, ya da bu ruhu sonuna kadar sizlerden koruyacağız. Kesinlikle söz veriyorum ki, bunu koruyacağım. Sizi kabul edemem ve etmediğimi de görüyorsunuz. Parti içinde kimse kalmasa bile düşkün kişilikleri ve zayıf insanı kendimize yaklaştırmayacağız.
PKK, bir kahramanlık partisidir.
14 Temmuz büyük bir yüceliktir.
Bunu alçaltmayız, ayaklar altına alamayız ve bunu sizlere layık göremeyiz. Ben bu yoldaşların anılarına, kendimi de layık görmiyorum. Ancak onların temsilcisiyim, vasiyetlerini takip ediyorum. Bu kişiliklerinizle yürüyemem ve en ufak bir eksikliğiniz de olsa kabul etmem, bunu bileceksiniz.
Bugün 14 Temmuz direnişinin yıldönümü vesilesiyle bir şeyler yaparak anmak istiyorsanız ve gerçekten dürüstseniz ve bir şeyler de anlamak istiyorsanız bu arkadaşlarımızın sergiledikleri direniş gerçekliğine doğru yaklaşmak zorundasınız. Hangi koşullarda, neye karşı, neyle, nasıl direnişi yürüttüler, bunları aklınıza getireceksiniz, kendi gerçeğinizle kıyaslayacaksınız. Ve “ben ne kadar bağlıyım, ne kadar onunlayım” hesabını dürüst ve doğru vereceksiniz. Vermezseniz, sizleri ancak bir sahtekar olarak değerlendiririm. Bunları herkes için söylüyorum.
Bazı arkadaşlar bizi çok incitti. Bilemiyorum, insan büyümekten neden bu kadar korkuyor, -şaşıyorum. Bu arkadaşlara çok büyük imkanlar sunduk, ama hiç önem bile vermediler. Vicdanınız neden bu kadar kara, -gerçekten insan bir sonuç çıkaramıyor. Sizlere kim “böyle yaşayın” dedi? Bu yaşam uslubu kimindir? Bunun cevabını vereceksiniz. Aksi halde sizi kabul etmeyiz. Her gün bunun üzerinde duruyorum. Özgürlük istiyorsunuz, şerefli bir yaşam istiyorsunuz, işte yolu bu belirttiklerimdir. Neden bu yolun üstünde yürümüyorsunuz? Kötülüğün rüzgarına kapılıp gidiyorsunuz. İşte, gördünüz kaçıyorlar. Elbette birçok nedeni var. Büyük imkanlar hazır önünde, ama üzerinde durmaya tenezzül bile etmiyor. Bunun için gerçekten bu tarihi anının, adımın üzerinde durmak istiyorsanız acaba dürüst müdürler, değil midirler diyorum. Sadece bir anının üzerinde durmak insana yürümesi için sonuna kadar yeter. Uzun bir süredir “PKK adına her yönüyle hareket edebiliriz” diyorlar. Olmaz! PKK esastır. Eğer PKK gerçeği tutturulmazsa Kürdistan’da yaşam yürümez, -hiçbir şey gerçekleşmez.
Neydi bu direniş?
Zindanda ihanet büyük dayatılınca Şahinler tamamen düşürmek istediler; “PKK adına kimse kalmamalı”, hatta “hepsi PKK’ye karşı çıksın”, “PKK de vatanı inkar etsin, halkı inkar etsin.” Bunun karşısında bu büyük insanlar ise, “biz canımızı vereceğiz, bu kararı vereceğiz” dediler.
14 Temmuz; parti, halk, Kürdistan ve insanlık adının ortadan kalkmaması için verilen bir karardı. İhanete, büyük zulme, düşkün yaşama karşı bir parti kararıdır. Hemen hemen hepsi sizler gibi zayıftılar, imha olmakla karşı karşıyaydılar. O zaman bu kahraman insanlar, “Gün direnme günüdür” diyerek, zayıflıkların önüne geçtiler. Şimdi de düşman çok şiddetli ve acımasızca üstümüze geliyor. Şimdi de Kürdistan’da ihanet büyük ve daha da büyümüştür. Direniş de büyümüştür. Aynı zamanda içimizde düşkünlük de var, teslim olma da var. Ülkenin dört bir yanında direniş ne kadar gerçekleşiyorsa bir o kadar teslimiyet, yine bir o kadar düşkün bir yaşam da gerçekleşmektedir. Eğer 14 Temmuz’a bağlıyız diyorsanız, o zaman sizlerden kahramanca bazı adımların atılmasını istiyoruz. Zindandaki gibi değil, savaş ve çalışmanın her yönüyle 14 Temmuz ruhuna bağlı adımlar atılması gerekiyor. Kendi ruhunuzda adım atın, böyle adımlar atmazsanız sahtekarsınız. Büyük değerlerle ucuz yaşamınızı sürdürmek istiyorsunuz, elbette bizim de bunu kabul etmemiz mümkün değildir.
Diğer bir husus da şudur:
Önderliği tanımıyorsunuz.
Çok düşkünsünüz ve her zaman bizi kendi seviyenize düşürmek istiyorsunuz. Tabii ki, bu da mümkün değil.
Sizden bir şey rica ediyorum; biraz büyümeyi tanıyın. Eğer kendinizi yetiştiremiyorsanız, o zaman parti ile oynamayın, ihanet etmeyin, sadece bu değerleri koruyun. Eğer bu da elinizden gelmiyorsa çıkın gidin, derim. Ben bile kişiliğimi her gün eritiyorum, ama sizler kendinizi paşa ilan etmişsiniz.
Şimdi sizlerde PKK dışında her şey var; düşkünlük var, zayıflık var. Düşünce dağılmış, ruh dağılmış ve en önemlisi de büyük karar yok, -yarı ölü gibi. Her zaman kendisini sorun yapıyor; “ben kapalıyım, yüzeyselim, bilmem neyim.” İşte, bundan başka bir şey değil, en iyisi de ucuz ölüme gidiyor. Büyük başarı, büyük adım diyen, “Ben de PKK’nin büyük şehitlerinden eksik yapmam, sonuna kadar düşünce ve yaşamım budur” diyen yoldaşlar içinizde yetişiyor mu? Kendinize ve etrafınıza bakın, kim kendisini böyle gerçekleştiriyor?
Sizler üzerine fazla geliyorum diye değil, kendi kendinizi zor durumlara sokmuşsunuz. Oysa parti imkan ve fırsatlarıyla kendinizi büyütebilirdiniz, hepiniz kendinizi yaratabilirdiniz. Zaman da vermiştik, hatta kendinizi büyütebileceğiniz bir ortamı da sunmuştuk. Ama sizler anlamadınız ve sürekli “ucuz bir yaşam” edebiyatı dediniz. Hep keyfiyete tenezzül ettiniz. Bu da, tabii ki bir düşman isteğiydi. İşte, düşmanın isteği de kişinin böyle ucuz bir kişilikle yaşamasıdır. Budur, -bu da tanımadığınız bir şey değildir. Eskiden beri bu kişilik bizim için bir sefaletti ve içinde hayırlı hiçbir şey yok. Sadece düşmanın zulmü değil, binlerce arkadaş hemen hemen düşüyordu, “ben teslim olayım mı, olmayayım mı?”, bu haldeydi arkadaşlar. İşte, 14 Temmuz direnişi buna karşı bir karar gerçekleşmesidir. Şimdi bakıyorum da, hiçbir arkadaş bundan kendisine yönelik bir sonuç çıkarmıyor. Çoğunuz da bu haldesiniz, ama burası zindan değil. Burası dağ başıdır, elinizde silah var, ama doğru-dürüst yürüyemiyorsunuz, bu teslimiyetten daha kötüdür. Eğer bu anılarla sözleşmek ve kararlaşmak istiyorsanız kendinizi bu şekilde bırakamazsınız. Herkes söz sahibi olamaz, sizin gibi insanlar kendilerini yenilememişler, söz sahibi, karar sahibi olmaktan uzaksınız.
“Partinin bazı imkanlarıyla yaşarım, sonunda düşmanın yanına kadar giderim.” Bu PKK gerçekliği değildir, PKK’ye ve 14 Temmuz direniş anısına en büyük kötülüktür, hatta düşmandan daha çok bize karşı bir direniştir. Bu düşmana karşı değil, PKK büyüklüğüne karşı bir direnme durumudur.
Belki size acayip gelebilir, ama bu yaşamınız düşman hamleleri gibi sizleri PKK’ye ve 14 Temmuz’a karşı direnişe kaldırıyor. Düşmanın baskısı, düşmanın zoru ülkenin her yanında, savaş sahalarında sizi yumuşattı, şaşırttı, sonuç itibariyle hepiniz PKK içinde direniş halindesiniz. Elbette bu direniş 14 Temmuz direnişi değildir, Agit yoldaşlarınki değildir. Bu direniş PKK’ye karşı olan bir direniştir. Tuhaf bir şey, PKK içinde çoğunuz birçok yanınızla PKK’ye engel teşkil ediyorsunuz. Engelden öteye direniyorsunuz.
“Biz partileşemeyiz, parti taktiklerine ulaşamayız, parti hattına ulaşamayız. Yakamızı bırak, biraz kendimizi yaşamak istiyoruz, küçük yaşamak istiyoruz”, gece-gündüz bunları söylüyorsunuz. Bu, kabul edilemez bir durumdur. Ne hakkınız var?
Şimdi sizler benden PKK partisini, bu büyük şehitler partisini küçük-burjuva bir parti yapmamı istiyorsunuz. Yüzde doksanı küçük-burjuva bir parti istiyor. Bu halinizle PKK partisi olabilir misiniz? Kendinizi Mazlum, Hayri, Kemal’in çizgisine ulaştırabilir misiniz?
Birçoğunuzun kişilikleri ortada ve doğru hesap vermelisiniz: Biz ne kadar büyük şehitlerin partisiyleyiz! Bu değerler tümden unutulmuş, çoğunlukla da ülkedekiler, savaşta yer alanlar unutmuş. Kim komutandır, kim keyfi yaşam sahibidir, kim kendini yaşıyor, kim parti ve savaş esasları dışı, kim kurnaz, kim oyunlar çeviriyor, bunlar üzerinde duruyorsunuz.
“Düşmanı derinden vuralım, düşmanı büyük vuralım, büyük yoldaşlıklar yaratalım” diyen yok, bunlar adeta unutulmuş.
Kim sizleri böyle alıştırdı? Öğretmenlerinizin hepsi yanlış, büyük şehitler değil. Büyük şehitlerden uzak, hatta düşmanın kendisidir.
Düşmanın zoru sizleri iflas ettirmiş. Neden sizden büyük yoldaşlar çıkmıyor, neden?
Bunca yıldır zindanda değilsiniz, özgürsünüz. Partinin bütün kitapları elinizin altında, neden bir türlü büyüyemiyorsunuz? Kendinize bunu mutlaka sormak zorundasınız. Eğer sormazsanız kimse size “şereflisiniz” diyemez ve namuslu insanlar da olamazsınız. Elbette başaramayan, bir görevi doğru-dürüst yerine getirmeyen namussuzdur, düşkündür. Düşkün insan ise beş para etmezin tekidir. Düşkün insanın bir değeri olur mu? Tek bir savunma yönteminiz var; “ben ağlarım.” Ağlayanlar da namussuzdur. Ağlamak kahramanlık mıdır? 14 Temmuz ağlamak mıdır, direnmek midir? 14 Temmuz başarı mıdır, düşüş müdür? 14 Temmuz kahramanlık mı, korkaklık mıdır? Bunların hepsini düşünmek zorundasınız.
Söz sahibi olamıyorsunuz ve çoğunlukla da buna üzülüyorum. Gerçekten sizler kimin arkadaşısınız?
Mazlum, Kemal, Hayirlerin mi?
Onlara mı yakınsınız, yoksa Şahin’e mi?
Şahin içimizdeyken çok çalışıyordu, sizden on kat daha fazla çalışıyordu, -ben tanıyorum. İçinde bulunduğunuz zor ortamda olsaydı belki sizden daha çok savaşırdı. Burada yine bir şey insanın aklına geliyor: Böyle büyük ihanet etmiş bir insan dahi yerinizde olsaydı, belki sizden daha iyi olabilirdi. Eğer sizler onun yerinde olsaydınız, belki daha kötü olabilirdiniz. Yani yeriniz Mazlum, Kemal ve Hayir’nin yeri değil, konumunuz Şahinlerden daha kötü.
Neden?
Bu yaşamınızla parti içinde büyük çalışmanın kaynağı olamazsınız. Parti içinde adeta yeni bir adet ortaya çıkmış; hiç çalışma, parti imkanları üzerinde otur ve kendini yaşat! Sen kendini nasıl yaşatırsın? Eğitimini yapmıyorsun, düşmanın üstünde hiç durmuyorsun, bazı taktikler, örgütlenmeler üzerinde durmuyorsun, ondan sonra da etrafını yık, boz, zafersiz kendini yaşat, çalışmadan kendini yaşat! Suçu arkadaşının üstüne at, etrafını suçla, kendini de temiz çıkart! Böyle olmaz ve bu bir sahtekarlıktır. Binlercesi bu şekilde kendi bireysellikleri ya da düşkünlükleri için partinin büyüyen imkanlarına göz dikmişler.
Durumlarınızı daha derin açmak istemiyorum, anlayabildiğinize inanıyorum. Eğer savaş ve halk içerisinde komutanlıkta, savaşçılıkta mevcut durumlarınızı değiştirmezseniz, değil düşmana karşı, bize karşı; değil 14 Temmuz’la, 14 Temmuz’a karşı direniyorsunuz demektir! Yanlış yapmayın. Bu arkadaşlarımız bu direnişte 60 gün aç-susuz, bir deri-bir kemik kaldılar.
Bu direnişle neyi ispatlamak istediler? “Bu düşkün yaşamı, eriyip elimizden giden yaşamı kabul etmiyoruz. Biz ölümü kabul ediyoruz. Vücudumuzun, kemiklerimizin erimesini kabul ediyoruz, ama düşmanın istediği yaşamı kabul etmiyoruz. Biz PKK’yi bırakmayacağız.” İşte, 14 Temmuz bundan başka bir şey değildir. Bir de kendinize bakın, “düşman yok, biz güçlüyüz” diyerek, kendi kendinizi ucuzca eritiyorsunuz. Mesela savaştaki arkadaşlar bilirler; “parti esasları kalmadı, gerilla adına ideoloji, siyaset kalmadı, yoldaşlık kalmadı” diyorlar. Yine köylü kurnazlığı, kimileri arkadaşlarını şehit ediyor, kimilerinin arkadaşları elden gidiyor, onlarca şehadet gerçekleşiyor, ama kendini sorumlu görmüyor, şehitlerin anısına bir şey yapmıyor. Her gün haberleri alıyorsunuz, “anılarına ne yapayım, ben nasıl bir sorumluluk altındayım” diyen yok. Bu komutanlık değildir, savaşçılık değildir, bu bir hıyanettir. İnsan böylesi bir durumdan korkar. Eğer bir sözünüz varsa ve partiyle olmak istiyorsanız dürüst olun. Bunun derinliğini, anlamını kavrayın.
En büyük korkum, partiden varolan uzaklaşmadır.
Bu kişilikler partiyi istila etmiş, parti diye bir şey bırakmamışlar.
Bunlar gözünüzün önünde yaşanırken, kendinizden bile haberiniz olmuyor. Bu durumda Kürdistan için, Kürtlük adına bir şey elimizde kalmıyor. Sadece ihanet kalıyor.
Eğer gerçekten bu anıya bağlı kalarak 14 Temmuz’un 15. yılında bir sonuca ulaşmak istiyorsanız, üzerinde durduğum bu noktaları kendinize esas alarak üzerinde durun, kendinizle kıyaslayın ve böylece kendinizi doğrulara ulaştırabilirsiniz.
Parti meselesi tek benim meselem değil. Bu yoldaşlar neden şehit düştüler? Elimizde bir şeylerin, bir şerefin kalması için şehadete ulaştılar, -yoksa kendileri için değil. Kendileri için olsaydı böyle büyük direnmezlerdi. Bir halk için, bir tarih için, bir insanlık için bunları yaptılar. Eğer sözlerinizin sahipleriyseniz sizler de bu yoldaşların takipçileri olabilirsiniz.
Söz sahibi olmak, hangi durumda olursa olsun, devam etmektir.
Her gün vahşet altındaydılar, en büyük zorluklar içerisindeydiler. Ama buna rağmen bu kadar direnebildiler. Sizlerin durumu ise çok iyi, niye büyük direnemeyeceksiniz ki! Kimse “imkanım yoktur” demesin, bunların hepsi yalandır. En büyük vahşet, en büyük imkansızlık Diyarbakır zindanındaydı. Hatta tarihte bile böyle bir vahşet görülmemiştir. Ama bu yoldaşlarımız direndiler, -büyük direndiler.
Kahramanlığı kendinize layık görün.
Her şeyle oynayın, ama bu büyük mukaddes değerlerle oynamayın. Sizden fazla bir şey istemiyoruz. Büyümek üzerinde durun. Hatta düşmanla baş edemiyorsanız ilkin kendinizle başetmeye çalışın. “Kendimi gerçekleştireceğim, doğru partileşeceğim, partileşmeden uzaklaşmayacağım” deyin. Neden bunları ısrarla belirtiyorum? Siz dün parti içindeki yaşamınızla bu değerleri mahvettiniz de ondan. Siz parti esaslarını, parti yoldaşlığını, hepsini boşalttınız da ondan. Neden böyle yaptınız? Parti içindeki düşman, zindandaki düşmandan daha mı büyüktü? Hayır! Hiç düşman yoktu, siz kendi kendinize böyle yaptınız. Şimdi de sizleri kabul etmemi istiyorsunuz. Bu büyük şehitler sizi affetsin, kabul etsin.
Hayır!
Parti yaşamıyla, önderlik yaşamıyla oynayanlar af edilmezler, kabul edilmezler.
Kendinizi kandırıyorsunuz. “Biz çaresiz kaldık, zayıfız, bazı anlayışlarımız düşmandan kalmış, eski toplumdan kalmadır” demek, büyük yalandır. Bu arkadaşlar için de aynı şeyler geçerliydi. Ama hayır! Sizde olan daha başka bir şeydir.
Parti üzerindeki oyun, partiyi küçük-burjuva partisi yapmaktır. Elbette ki, bu partiye savaş açmaktır. Parti içinde partiye karşı bir savaş durumudur. Başka türlü bunun izahı yapılamaz ki!
Tekrarlıyorum; şehitlerin anılarına bağlı kalmak istiyorsanız, sözleriniz sahipleriyseniz, çizdiğimiz bu çerçeve üzerinde bir kez daha gerçekçi durun. Fazla yorulmamışsınız ve sizlere bazı imkanlar da sunmuşuz. Her şeyden önce bu büyük şehitlerin yolunda, bu büyük direniş yolunda kendinizi kararlaştırın. Ama dürüstlükle, ama onların gerçeği temelinde kendinizi kararlaştırın. Sizin için dile getirdiğimiz bu hususları büyük istekle, büyük iradeyle esas alın. Ve PKK militanlığının gerçekliği sizde yürütülsün. Böyle yaparsanız ancak Mazlum, Kemal, Hayri, Ali ve Akiflerin arkadaşı olabilirsiniz. Büyüyeceksiniz ve büyük adımlar atmaktan korkmayacaksınız. “Etrafımız bizi şaşırtıyor, etrafımız bizi yoldan çıkarıyor” demeyin. Hayır! Düşman da bu arkadaşları yoldan çıkarmak istiyordu, oyun büyüktü ama başaramadılar. Ama burada düşman da yok, siz kendi kendinizi yoldan çıkarıyorsunuz.
Bazı şeyleri anladığınıza inanıyorum. Yine önderlik her şeyden önce şehitlerin temsilcisidir. Kimse bunu unutmasın ve bizden de bir şey istemesin. Kesinlikle kabul etmiyorum. Benim istediğim, yaptıklarım şehitlerin isteğidir, diğer şeylerin benim için fazla bir kıymeti yoktur.
Onların amacı, onların vasiyeti, onların yaşamı üzerinde ben söz sahibiyim. Bıraktıkları vasiyet temelinde sözüm var, -yürütüyorum da. Bunu anlayacaksınız. Yetersizliklerinizi üstümüze atmayacaksınız, zayıflıklarınızla bize yaklaşmayacaksınız. Çaresizliğinizle, yanlışlıklarınızla, düşkünlüklerinizle bize uzak duracaksınız. Bu şehitlere de yaklaşmayacaksınız.
Ben her zaman şehitlere söz verdim.
Haki yoldaşa söz verdim, partiyi ilan ettik.
Mazlum, Kemal, Hayri yoldaşlara söz verdim, ülkeye büyük dönüşü gerçekleştirdik.
Mehmet Karasungur yoldaşa söz verdim, Güney Kürdistan’ı devrime ulaştırdık
Kimse inanmıyordu, ama biz yaptık. Agit yoldaşlara söz verdik, Kürdistan’ın tamamında gerillayı donattık. Bütün bunlar şehitlere verdiğimiz sözlerdir.
Zilan yoldaşa söz verdik, kadın özgürlüğünü yükselttik, büyüttük. Hepsinin sözleri ve vasiyetleri yerine getirilmiştir.
Kendinizde saygı ve takdiri görüyorsanız kendinizi söz sahibi yapacaksınız. Bundan başka sizin için hiçbir şeyin değeri olamaz. Yeme-içme hepsi zafer içindir. Konuşma, yürüme hepsi partinin büyümesi içindir. Bizde keyfiyet yok, her şey insanın büyümesi temelindedir.
Her şey büyük direniş içindir.
Kendinizi başka bahanelerle üzerimizde yürütmeyin ve yanaşmayın. Bunu ısrarla söylüyorum, sonra kötü düşersiniz. Önderlik babanız değil, akrabanız değil, önderlik allahınız değil, reis ve muhtarınız da değildir. Önderlik, her şeyden önce şehitlerin vasiyetidir, her şeyden önce direniştir, her şeyden önce partidir, bir savaş çizgisidir.
Eğer önderliği böyle tanımak istiyorsanız birlikte yürürsünüz. Böyle tanımazsanız yanına yaklaşmayın. Yaklaşırsanız ajansınız: Sömürgeciliğin, düşmüş toplumun, kötülüğün, müflis kişiliğin ajanısınız.
Biz zayıf, basit, hafif insanlar için yokuz. Küçük ve zayıf insanın düşmanıyız. Biz onların yok olmaları anlamına geliyoruz. Biz büyümek isteyen insanla, kendisini gerçekleştirmek isteyen, kendisini direniş yapan, düşmana karşı kendini büyük silahlandırmak isteyenleriz. Sözümüz de bundan başka bir şey değildir.
Büyük şehitlerimiz için, parti içindeki böyle büyük kararlar şimdiye kadar yürümüştür ve yürüyecektir de. Eğer akıllıysanız, dürüstseniz ve söz sahibi olmak istiyorsanız bu çerçeve temelinde bir kez daha en büyük kararı kendi kişiliğinizde verin, kendinize karşı, kendiniz için verin. Sizden bir şey istemiyorum, şehitler sizden istiyor. Bu büyük direniş sizden istiyor, sizler de vermek zorundasınız. Eğer bu doğrular temelinde verirseniz dürüstsünüz ve kimse sizleri durduramaz. Geride kalmaz, zayıfta olmazsınız. Bu arkadaşlar zayıf mı kaldılar, geride mi kaldılar, çok zor durumlarda büyüklüklerinden taviz mi verdiler?
Hayır!
Bu büyük direnişten herkesin sonuçlar çıkarması gerekiyor. Hangi sahada ve hangi şekilde olursa olsun bu partiden uzaklaşmayı ortadan kaldırmalıyız. 14 Temmuz kararına ulaşana dek bu uzaklaşmaya karşı durmalıyız. Bu büyük şehitler kendilerini büyük direniş temelinde gerçekleştiler ve sonuna kadar yürüdüler. Çalışmanız böyle olup sonuca ulaşırsa 14 Temmuz’un sahipleri olursunuz. 14 Temmuz sahipleri ise her zaman büyük olurlar. Böyle yürüyenler bunun savaşını verenler; sabırla, bilinçle, çalışmayla bir savaş yürütürler ve her zaman zafer kazanırlar, başarılı olurlar.
14 Temmuz 1997
Rêber APO
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 11 Temmuz günü sabah saatlerinde Hakkari merkeze bağlı Peyanus köyü kırsalı ile Davula ve Lewîne alanlarına yönelik olarak TC ordusu tarafından bir operasyon başlatılmıştır. Operasyon aynı gün akşam saatlerinde sonuçsuz bir şekilde geri çekilmiştir.
- Ayrıntılar
AKP ve CHP’nin birlikte geliştirdikleri yemin krizi BDP’nin üzerine yıkılmak isteniyor. Mevcut krizin, BDP tarafından planlı bir şekilde, “Kürt sorununun çözümünü engellemek maksadıyla” geliştirilmiş bir krizmiş gibi gösterilmeye çalışılması kadar gayri-ahlaki bir siyasete Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de dahil olması krizi daha da derinleştirmekten öteye bir anlam taşımıyor.
Gül, yemin krizi ile ilgili olarak yaptığı “Maksat dikkat çekmekse hâsıl oldu” şeklindeki açıklamasıyla BDP’nin tavrına hasıl olmadığını ya da hasıl olmak istemediklerini gösteriyor. Makamı gereği yansız ve çözümleyici bir rol oynaması gereken Cumhurbaşkanlığı’nın bu açıklaması, çözüme dair olan beklentilere “Kürtlere siyasi fahişelik rolü oynatmak isteyen” bir zihniyetle cevap vermenin başka bir biçimi oluyor. Kürt halkının özgür yaşam iradesini bir türlü tanımak istemeyen zihniyetin “Cumhuriyetin” en tepesindeki yansıması oluyor.
Ülkede hegemonya kurmak isteyen AKP’nin yol açtığı cumhuriyet, bu anlamda kesinlikle demokratik bir cumhuriyet temelinde gelişmiyor. Kurulan cumhuriyet bir AKP Cumhuriyeti olmaya doğru eviriliyor, evirildi.
Ne demek yani?
“Maksat dikkat çekmekse hasıl oldu, artık gelip yemin edin” demek, ne anlama gelebilir başka?
Öyle anlaşılıyor ki 29 Mart 2009 seçimleri, 12 Eylül 2010 referandumu ve son olarak da 12 Haziran 2011 seçimlerinde Kürt halkının vermiş olduğu mesajlar anlaşılmak istenmiyor. Anlaşılmanın da ötesinde Kürt halkının barışçıl, demokratik siyasal çözüm çabaları Kürt Özgürlük Hareketi’nin bir zayıflığı olarak değerlendiriliyor. Çözüme yol açacak projeler üretmek yerine hemen tasfiye planları üzerinde yoğunlaşılıyor.
Kürt halkı gösteriş için, Gül’ün deyimiyle “dikkat çekmek” için meydanlara çıkmıyor. Her defasında meydanlara indiğinde kendisini nelerin beklediğini bilmiyor mu?
Kimyasal atıklar ve plastik bilyeler karıştırılmış tazyikli suların üzerlerine sıkılmasından hoşlanan bir halk olabilir mi?
Başlarına plastik mermi sıkılmasından ve gaz bombası patlatılmasından hoşlanan bir halk olabilir mi?
Panzerler altında çiğnenmekten hoşlanan bir halk olabilir mi?
Coplanmaktan, yerlerde sürüklenmekten, aşağılanmaktan, hakarete maruz kalmaktan hoşlanan bir halk olabilir mi?
Bir halk sırf dikkat çekmek için bu kadar acı çekmeyi göze almaz. Kendine acı çektirmekten hoşlanan bir halk olamaz.
Kürt halkının demokratik direnişini böyle görmek, böyle tanımlamak, Kürt halkının onurlu yaşam ısrarını böyle ifade etmek Kürt halkına yapılan en büyük haksızlıktır. Kürt halkına yönelik en gayrı ahlaki yollarla gerçekleştirilmiş bir hak gaspıdır.
Kürt halkı meşru ve en doğal hak taleplerini dile getirmek için her defasında meydanlara indiğinde kendisini bunların ve dile getirmediğimiz daha bir çok insanlık dışı yönelimlerin beklediğini çok iyi biliyor.
Barışçıl, demokratik siyasal çözümün önünü açmak için hiçbir halk uzun süre bu haksızlıklara ve hakaretlere katlanamaz. Her şeyin bir haddi, bir sınırı vardır.
Her kes hep bir ağızdan bas bas bağırıyor. “Çözüm yeri meclistir” deniliyor. Buna sanki “BDP ve Kürt halkı itiraz ediyor, karşı çıkarak kriz yaratıyor” gibi gösterilmeye çalışılıyor. Çözüme yanaşmak istemeyenin Kürtlermiş gibi gösterildiği, BDP ve Kürt halkınının meydanlarda işkence altında çözüm geliştirmek istiyormuş gibi lânse edildiği bir yargıya aklı, ahlakı ve vicdanı olan hiç kimsenin itibar etmeyeceği açıktır.
Aslına bakılırsa Kürt halkı ne devletten ne de AKP’den bir şey talep etmiyor. Devlet içindeki çözüm karşıtlarını da, AKP’yi de çıldırtan asıl neden budur. Kürtler kendi öz güçleriyle, yaşamın her alanında geliştirecekleri örgütlenmeyle kendi çözümlerini kendileri geliştirebilecek iradeye ulaşmışlardır. Asıl kriz devlet içindeki çözümsüzlük yanlısı hizipler ile AKP’nin bu iradeyi tanımamasından kaynaklanıyor. Kürt halkının geliştirmeye çalıştığı çözümün önü alınmak istenirken krizler yaşanıyor. Yemin krizi olarak adlandırılan krizin perde arkasında gizli tutulmaya çalışılan asıl gerçek bu olmaktadır.
Cumhurbaşkanı Gül’ü de, Meclis Başkanı Çiçek’i de, Başbaka'ı, partisini ve diğer bütün yandaşlarını da, CHP’yi de asıl çıldırtan bu gerçek daha uzun süre saklanmaya çalışılırsa gerçek krizin ne olduğu işte o zaman görülecektir. Umarız yemin krizciğinin çözülmesi için cumhurbaşkanlığı başta olmak üzere yetkili ve sorumlular köklü krizlere hasıl olmadan, maksada hasıl olurlar.
Mansur Berken
- Ayrıntılar
“Ustalık dönemi” görevine başlayan Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ilk sözü ve icraatı BDP ile CHP’yi tehdit etmek olmuş. Bunların meclis çalışmalarını boykotunu kastederek, “Eğer anlaşabilirsek yeni anayasayı MHP ile birlikte yapabiliriz” demiş. Baştan sona şantaj kokan bu söze en iyi cevabı, yine Başbakan’ın çok sevdiği şu söz oluşturuyor: Sevsinler seni!
AKP, sadece MHP ile anlaşarak bir anayasa yapabilir mi? Aritmetik olarak elbette mümkündür bu. AKP ile MHP milletvekilleri toplandığında anayasa yapacak sayıya ulaşmakta ve hatta aşmaktadır. İdeolojik olarak da bu kısmen mümkün görünmektedir. Çünkü, seçim boyunca AKP, MHP ile milliyetçilik yarışı yapmıştır.
Fakat siyaseten bunun mümkün olmadığını herhalde en iyi Başbakan Tayyip Erdoğan bilir. Çünkü, AKP’nin MHP ile anlaşarak yapacağı anayasanın 12 Eylül anayasasından pek farkı olmaz. Böyle bir anayasanın ne yeniliği olur, ne de demokratikliği! Dolayısıyla iç ve dış kamuoyunda meşruiyet kazanamaz. Belki hazırlanması ve meclisten geçmesi kolay olur, fakat demokratik meşruiyet kazanması zordur.
Zaten her iki partinin de 12 Eylül rejiminden pek uzak olmadığı biliniyor. AKP’liler 12 Eylül anayasasına 1982’de de “Evet” oyu vermişlerdir. MHP Lideri Alparslan Türkeş ise, 12 Eylül zindanlarında hapis yatarken “Fikirlerimiz iktidarda, ama biz içerdeyiz” demiştir. Böyle iki partinin yalnız başlarına yapacakları bir anayasanın, 12 Eylül anayasasını boyayıp yeniden pazara sürmek olacağı açıktır.
Herhalde 12 Eylül anayasasından sonra meşruiyeti en zayıf olacak anayasa bir AKP-MHP anayasası olur. Böyle bir anayasa 12 Eylül’ün doğrudan devamı sayılacağı için içte ve dışta yoğun bir demokratik muhalefetle karşılaşır. Bu tür bir anayasanın fazla bir ömrü olmaz. Dolayısıyla demokratik güçlerin bundan korkmaması gerekir.
Kaldıki bu durumu en iyi her iki parti bildiği için böyle bir şey yapmazlar. Bu süreçte böyle geleceği olmayan bir şeye ne AKP angaje olur, ne de MHP! Her iki parti de böyle görünmekten uzak durmaya çalışır. Özellikle kendini “demokrat” göstermeye ve bu temelde herkesi aldatmaya çalışan AKP’nin böyle yaptığı açıktır.
O halde siyaseten böyle yanlış olan ve gerçekleşmesi mümkün görünmeyen bir sözü koskoca Başbakan niye söylemiştir? Bu sözün basit bir şantaj olduğu ve BDP ile CHP’yi korkutmayı hedeflediği açıktır. Güya bu biçimde korkutularak BDP ve CHP’nin meclis çalışmalarına katılmaları sağlanmak istenmektedir.
BDP ve CHP bu sözden etkilenerek veya korkarak meclis çalışmalarına katılırlar mı? Tabi şimdi biz bunu bilemeyiz. Siyasetten biraz anlayanların bu sözün bir şantaj olduğunu fark etmeleri zor değildir. Dolayısıyla BDP ile CHP’yi bu sözle korkutmak zor görünmektedir. Eğer onlar meclis çalışmalarına katılırlarsa bu nedenle değil, başka etkenler sonucu bunu yaparlar.
Bizce demokratik güçler bir AKP-MHP ittifakından korkmamalıdır. Böyle bir şey en başta AKP’yi bitirir. Çünkü AKP’nin yüzündeki her türlü dinci ve demokratik maskeyi aşağı indirir. Son seçimde açıkça gösterdi ki, AKP en büyük gücünü sözde MHP karşıtı ve MHP ile mücadele içinde görünmekten almaktadır.
AKP ile MHP’nin açıkça yapılan ittifakı değil, gizli var olan ittifakları korkutucu olmalıdır. Açıktan sözde tüm parti ve sivil toplum örgütleriyle diyalog sürdürülüyor gibi yapılara, gizliden AKP-MHP ittifakının yürütülmesi tehlikelidir. Bu durum en çok da yeni anayasa yapımı açısından tehlike oluşturmaktadır.
Öyle görünüyor ki, AKP yeni anayasa hazırlama çerçevesinde diğer partileri meclise çekmeye çalışacaktır. MHP bile bu noktada siyaset yapmakta ve dışlanmamaya çaba harcamaktadır. Yeni anayasa yapımı tüm partilerin ve 12 Haziran meclisinin olmazsa olmazı durumundadır. Adeta siyasetin yumuşak karnı gibidir. Dolayısıyla hiç kimse dışlanmayı göze alamaz.
Bu nedenle, öyle anlaşılıyorki, yeni bir anayasa hazırlık çalışması başlayacaktır. AKP bu çalışmayı sadece MHP ile değil de, görünüşe göre herkesin katılımıyla yapmak istemektedir. Eğer dürüst yaklaşılsa bu durum elbette en iyisi ve demokratik olanıdır. Fakat gerçekten AKP dürüst yaklaşacak mıdır? Bu noktaya iyi bakmak ve buradan endişe duymak gerekir.
Şunu açıkça belirtelim: Yeni anayasa hazırlanması olayında en ciddi tehlike, AKP’nin sözde herkesi katıyor görünüp de sonuçta kendi bildiğini okumasıdır. Bu durumda diğerleri adeta AKP’nin yaması haline gelir. Zaten seçim ardından yaşanan hukuk darbesi de diğer partileri bu çizgiye çekmek için yapılmıştır. Demokratik güçlerin asıl bu noktada duyarlı olmaları ve bu durumdan korkmaları gerekir.
AKP yeni anayasa hazırlama konusunda güven vermemektedir. Adeta bir nalına bir mıhına vurur durumdadır. AKP’de oyun çoktur, dolayısıyla aldanmamak gerekir. Yeni anayasa hazırlama konusunda görünüşte herkesle diyalog ve tartışma içinde olup, gerçekte ise kendi isteklerini esas alabilir. Veya herkesle tartışırken, gizliden MHP veya CHP’den biriyle anlaşarak iki partinin görüşlerini anayasa metnine yerleştirebilir. Bu durumda görünüşte yeni anayasayı herkes hazırlamış, gerçekte ise AKP’nin isteği olmuş olur.
Yeni anayasa hazırlanmasındaki en büyük tehlike budur. Korkulacak olan AKP-MHP ittifakıyla yapılması değil, herkesin katılımıyla yapılıyor görünüp de sadece AKP’nin veya iki partinin görüşünü içermesidir. AKP bunu gizli ittifaklarla yapabileceği gibi, milletvekili çoğunluğuna dayanarak da yapmak isteyebilir. Zaten AKP’nin çoğunluk demokrasisi anlayışına sahip olduğu bilinmektedir.
Besbelliki demokratik siyasette esas zor sürece şimdi girilmektedir. Dolayısıyla Başbakan Tayyip Erdoğan’ın şantajlarından etkilenmeksizin bu zor süreci yürütebilmek gerekir. Anayasa hazırlık çalışmaları çok karmaşık ve oyunlarla dolu geçeceğe benzemektedir. Elbette anayasa herkesin katılımıyla hazırlanmalıdır, demokratik olanı budur. Ancak sonuçta da herkesin ortak çıkarını da içermelidir, gerçek demokrasi bunu gerektirir.
AKP ise birincisine evet deyip ikincisini yok etmek isteyecektir. Yani herkes tartışmalara katılsın, fakat sonucu AKP belirlesin! AKP’nin mantığı budur ve çabası da bu temelde olacaktır. Herkes buna karşı uyanık ve başından itibaren duyarlı ve tedbirli olsun!..
Adil BAYRAM
Özgür Gündem
- Ayrıntılar