“Bir Türkü Tadında Yaşanan Bir Sevdadır Gerilla”
Rêber Apo
Ekim ayının ortalarındayız. Yani sonbahara bir “MERHABA” dedik. Ufak ufak yağan yağmurdan, şiddetli çakan şimşeklerden korunmak için kaldığımız noktayı bırakıp, korunaklı bir yere gelip yerleştik. Bu gece burada kalacak, sabah günün ilk ışıklarıyla buradan ayrılacağız.
Kürdistan coğrafyası, tıpkı engin bir deniz misali renkli, ahenkli. Ne ararsan var. Toprak ana kendinde olanları bizlerden hiç esirgemiyor ve her seferinde bizleri bağrına basıyor. İşte yine toprak ana’nın bağrındayız. Yağan yağmur ve çakan şimşekten korunmak için “kaya altı veya sığınak bulalım” diye etrafa dağıldık. M. arkadaşın “heval gelin bir apartman dairesi buldum” demesiyle hepimiz M. arkadaşın bulunduğu yere gittik. Bizim bu apartman nasıl bir şey bir bakalım istedik. Üst üste düşmüş büyük kayalar ve bu kayaların etrafını kapatan başka kayalar, doğal iki odacık oluşturmuştu. Hem de iki katlıydı. Bir oda aşağıda diğeri ise yukarda. Böylelikle bulduğumuz bu apartman dairesine yerleşiyoruz. Yaktığımız büyük gerilla ateşi önünde hem korunup hem de kara çaydanlıktan çay yapıp içtik. Artık yorgunluktan eser kalmamış halleriyle közlerin başında durmuş sohbete dalmış arkadaşlar. Birden Önderliğin gerilla yaşamı için bir “Türkü Tadında Yaşanan, Bir Sevdadır Gerilla” dediği sözü aklıma geliyor. Gerillacılığın ve PKK yoldaşlığının güzel, anlamlı, dolu dolu oluşu canlandı bir bir hayalimde. Bir gerillanın kalbinde ne çok duygu bir arada yaşarmış meğer!
Gecenin karanlığında sırtında çanta, raxt ve silahla saatlerce yürümek, düşmanın çok ışıklı termalli karakollarını aşarken kanın kaynar. Ellerin tetiğe dokunmak ister, ama önündeki görevi düşünür, süreci düşünürsün. Noktada seni bekleyen yoldaşları düşünür yapamazsın. Hele hele yağmur yağmış ise bambaşkadır yürüyüş. Düşe kalka ilerler, yağmurda ıslanırsın. Çamurlu dağ patikalarında ilerlersin. Yorulduğunda yanındaki yoldaşın “heval kâh inek barê xwe bide min” der mütevazice. Fedakârlık yapmak ister. Sen yoldaşının zaten ağır olan yükünü görür, yükünü vermezsin, ama yoldaşının bu yaklaşımından moral alırsın. Güç almışçasına devam edersin. Yorgun ve ağır tepeden tırnağa ıslanmış bir halde sabahın ilk ışıklarıyla noktaya vardığında ise, kaç gündür görmediğin yoldaşlarınla özlemle bir araya gelirsin. Genç arkadaşlar moralle, coşkuyla, cıvıl cıvıl bir kalabalık yaparak seni karşılar. Kimi gelip yükünü alır, kimi geleceğini hesap ederek çoktan yakmıştır gerilla ateşini ve kara çaydanlıktan çay demlemiştir bile. Emekle sevgiyle kaynatılmış olan sıcak çaydan bir bardak içtiğinde bütün yorgunluğun uçup gider. Artık o görevdeki yorgunluk, düşmeler, kalkmalar, birer espri olur anlatılır güler güldürürsün. “İşte PKK yoldaşlığı işte gerillacılık budur” dersin.
Eğer göreve giden sen değil başka bir yoldaşın ise, onu hazırlar gönderirsin. Bu defa tekrar “ne zaman dönecek?” der beklersin hazırlık yapar, geldiklerinde sen onları karşılarsın. Ya da gündemde yapılacak bir eylem varsa, herkesi tatlı bir telaş sarar. “Acaba kim bu eylemde yer alacak?” diyerek herkes hareketlenir. Büyük bir sabırsızlıkla yönetimin yapacağı açıklama beklenir. Eyleme katılacaklar açıklandığında herkes kendini saldırı kolu için önerir. Eyleme gidecekler büyük bir coşkuyla hazırlıklarını yapar. Eyleme gidemeyenler ise biraz buruk olsa da yansıtmadan eyleme gidecek arkadaşlarının hazırlıklarına yardım ederler. Her kol komutanı kendi kolundaki arkadaşları toplayıp eylemin ayrıntılarını aktarır, olası durumlar karşısında olması gerekenler söylenir. Son perspektifler verilir, silahlar temizlenir, raxt özenle hazırlanır, raxta her arkadaş bombasını da takar ve kalan arkadaşlarla vedalaşılır, “Serkeftin be heval” sözleriyle ayrılık başlar. Gecenin karanlığında yankılanan gerilla mermilerinin sesi duyulur.
Gerilla mermileri önce karakolda panik, telaş ve müthiş bir korku yaratır. “Anneciğim!” diyerek bağrışan askerlerin seslerini duyarsın. Biraz sonra deliye dönen düşman bütün tekniğini kullanmaya başlar. Kendini ancak böyle korur. Biraz sonra geri çekilme yapılır. Gözler tek tek gelen arkadaşları arar. Her geri dönen arkadaş büyük moral ve coşku yaratır. Şayet şahadet varsa kalanların beyninde ve kalbinde intikam sözleri verilir. Artık şehitlere söz verilmiştir.
Deniz Adıyaman
- Ayrıntılar
Türk devletinin tüm bileşenlerinin oluşturduğu Kürt Özgürlük Hareketi ve legal Kürt siyaseti karşıtı cephenin yoğun psikolojik savaş uygulamaları ve özel savaş basınının kara propagandasının ahlak ve akıl ölçülerini çoktan aştığı duyarlı tüm kesimler tarafından görülüyor. Her güne yeni bir yalan, her güne yeni bir sindirme işlenmeye çalışılan bu zaman aralığında yıllardır biriken öfkeyi, her şeyi bir anda bitirebilecek yıkıcı gücü çıkarmamak, kusmamak için insan kendisini zor tutuyor.
Zora ve zulme karşı silah tutmuş, cenge tutuşmuş insanların her türlü hakareti, küfrü sineye çekmesi, ağır başlı, mütevazı, sabırlı olması eğer bir sonuç, onurlu bir çözüm üretecekse caizdir. Ama yok, ortada bir çözüm yoksa ısrarla, şerefin ve onurun üzerine yemin ettiğin her türlü kutsala yönelen saldırılar, küfürler, hakaretler varsa bunları sineye çekmek, sabretmek olamaz.
O yüzden kendini sınırlamak, kontrolde tutmak kadar zor bir şey var mıdır diye soruyorum bugünlerde kendime.
Bu duyguyu 1999’da yaşamıştım. 15 Şubat ardından tüm yoldaşlarımızla birlikte yaptığımız fedai eylem önerilerimiz ardından örgüt ve Önderliğimizin çabaları karşısında aynı şeyleri hissetmiştim. Bu haksızlığa, onursuz yaşam dayatmasına, teslimiyeti dayatan anlayışa, iki yüzlü, riyakar düzene karşı eli kolu bağlı kalmak gibiydi. Belki de bir işkence yöntemiydi bizim için.
Bu durumu iyi tarif eden kimi işkence yöntemleri okumuştum daha önce. Çırılçıplak soyulan insanların üzerlerine şekerimsi bir madde sürülerek güneşin önüne elleri ve ayaklarının gerili olarak sabit duracağı bir şekilde uzatıldıkları, etrafta bulunan ve et yeme özelliğine sahip karıncaların gelerek kemiklerine dek o insanı kemirdiği ve o insanın tüm bu süre boyunca canlı kalabildiği bir işkence.
Şimdi yaşadığım bu durumu, benimle aynı ruh halini yaşayan binlerce yoldaşımı ve sokaklara dökülmüş halkımın durumunu buna benzetmek yerinde mi?
Evet, bence yerinde.
Aradan geçen onca seneye rağmen aynı tavrı bir onur, bir şeref, insani bir tavır olarak sergilemekte bir saniye bile tereddüt yaşamadan sürdüren Kürt halkının tüm organlarının, bireylerinin sabrıyla bu kadar oynanmasının bu işkence türüyle hiçbir farkı yok.
Tek bir farkla…
Bizim elimiz kolumuz bağlı değil. Alternatifsiz değiliz. Karşı koyacak gücümüz var. Ve istersek en büyük direnci, en güçlü ve büyük savaşı yürütebiliriz.
Fakat…
Evet, fakat gerçekten istemiyoruz.
Kuru, amaçsız bir şiddet örgütü değiliz. Belki de savaşmaktan, silah kullanmaktan en nefret eden topluluk olduğumuz gerçeği de görülmek istenmese de ortada.
Lakin gel gör ki yıllarca dağlarda inandığı doğrular ve değerler için her türlü şeyden vazgeçmiş, bir lokma bir hırka felsefesine göre yaşayan, halkının insanca, onurluca ve hak ettiğince yaşaması dışında hiçbir talebi olmayan insanların kendilerine savaş dayatılması durumunda, üzerine şiddetle yönelinmesi durumunda silahı en iyi kullanan, savaşı en iyi bir duruma getirebiliriz.
Bu, tecrübeyle hasıl olmuş bir gerçektir. Denemeyin diyoruz, sabrımızla oynamayın. Biz güçsüz değiliz diyoruz. İstemiyoruz diyoruz.
Ama nafile… bir kuru kafalık, bir anlayışsızlık, bir densizlik, bir vurdumduymazlık…
Ötesinde faşizm, katliamcılık, asimilasyonculuk…
Madem öyle
Biz buna karşı mücadele de her zamankinden daha güçlü olarak hazırız diyoruz.
Sabrın öğreticiliğini, mütevazılığın kazandırıcılığını, barışın kardeşleştiriciliğini onaylamıyor ve ötesinde karalarla örtmeye çalışıyorsunuz o zaman…
Ve inanın, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak hale …
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 10 Mayıs günü saat 20.15 sularında Bitlis’in Germav Köyü kırsalında operasyona çıkan TC ordusu ile savunma halinde bulunan gerilla güçlerimiz arasında bir çatışma yaşanmıştır. Yaşanan operasyon sonucunda düşmanın 2 askeri gerillalarımız tarafından öldürülmüştür.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 9 Mayıs günü saat 17.00 sularında Şırnak Merkezden operasyona çıkan bir askeri konvoya yönelik olarak gerillalarımız tarafından bir eylem gerçekleştirilmiştir. 2 transit minübüsünün hedef alındığı eylemde bir askeri minübüs devrilirken düşmanın ölü ve yaralılarının sayısı tarafımızdan netleştirilememiştir.
- Ayrıntılar
Ji çapemenî û raya giştî re!
1. Di 8’ê Gulanê de di derdora saet 10.00’ande li Herêmên Parastina Medya li dijî Gundên Mêrganîş, Şitaza, Zêrê û herêma Mahîr Mîrzo ku bi ser Zapê ye ji aliyê Artêşa TC’ê êrîşeke havan û obusan hatiye lidarxistin.
- Ayrıntılar
Türkiye tarihinin en görkemli 1 Mayıslarında birini kutluyor. Taksim de yaklaşık bir milyon insan! 1 Mayıs meydanını her renkten insanlar dolduruyor. Herkes kendi rengiyle bu büyük birliğe katılıyor. Türkiye demokratik toplumu 1 Mayıs’ta Takim’de ortaya çıkıyor. AKP iktidarının gerçek demokratik alternatifi böylece netleşmiş oluyor.
1 Mayıs işçi ve emekçilerin birlik, dayanışma ve mücadele günü. Aynı zamanda işçi sınıfının şehitlerini anma günü. Türkiye demokratik toplumu da taksim meydanında kendi şehitlerini anıyor. Denizleri, Mahirleri, İbrahimleri, Hakileri, Ferhatları hatırlıyor. 1 Mayıs 1977 katliamının intikamını alıyor, hesabını soruyor. “ Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloku” 1 Mayısta gerçek kitle tabanına kavuşuyor. Demokratik Türkiye Toplumu kırk yıl sonra yeniden ayağa kalkıp yeni bir başlangıç yapıyor.
Bu demokratik toplumun en dinamik parçası olan Kürtler, Şehitler Ayı olarak ilan ettikleri Mayıs’ta sayıları onbinleri bulan kahraman şehitlerini anıyorlar. 18 Mayıs Şehitler Günü dolayısıyla özgürlük mücadelesi şehitlerinin çizgisinde kendilerini sorguluyorlar. Hakilerin, Mazlumların, Agitlerin, Zilanların, Nudaların izinde şehit düşen Dersîm şehitlerini bağırlarına basıyorlar. Amed’de, Mardin’de, Hakkari’de yüzbinlerce insan Dersîm şehitleri ardından şehitliklere yürüyorlar.
Özgürlük mücadelesi şehidi olmak, Kürt halkının özgür varlığına ve yaşamına şahitlik etmek anlamına geliyor. Kürtler şehitlerinin şahsında kendi özgür yaşamlarını ve geleceklerini görüyorlar. Şehitleri birer Önderlik gerçekleşmesi olarak ele alıyorlar. Bu temelde en yüce değer sayıp kitlesel olarak sahipleniyorlar. Şehitler günü ve ayını da bu temelde ele alıp kahraman şehitlerini anıyorlar.
Çok iyi biliniyor ki, bu süreç 6 Mayıs 1972’de Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Arslan’ın idam edilmesi ile başladı. İdam sehpasında “Yaşasın Kürt ve Türk halklarının kardeşliği” diyerek şahadete giden bu insanlar özgürlük ve kardeşlik mücadelesini dönülmez hale getirdi. Denizlerin idamını önlemek için 30 Martta kendileri ölüme giden Mahir Çayan ve arkadaşları dava arkadaşlığının ve sorumlu yaklaşımın sembolü olmuşlardı. Türkiye’de 1960’ların ortasından itibaren adım adım yükselen özgürlük ve demokrasi mücadelesi her ne kadar 12 Mart 1971 faşist-askeri darbesi tarafında ezilse de ortaya çıkardığı bu büyük önderler ve özgürlük kahramanları şahsında yenilmez ve zaferin garantisine sahip hale gelmişti. Bu tarihi önderliksel çıkışı 18 Mayıs 1973’te Diyarbakır zindanında Ser verip sır vermeyerek şehit düşen İbrahim Kaypakkaya tamamlamıştı.
Mayıs ayının bu kahramanlık çizgisi daha sonra PKK öncülüğündeki özgürlük mücadelesi ile devam etti. 18 Mayıs 1977 de Antep’te kontrgerillanın düzenlediği bir komploda PKK kurucularından Haki Karer katledildi. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın “Benim gizli ruhum gibiydi” dediği Haki Karer’in anısı bu güne kadar gelen PKK’yi yarattı. Bu nedenledir ki, Kürt Özgürlük Hareketi 1981 yılından itibaren otuz yıldır 18 Mayıs’ı “Şehitler Günü” olarak ilan etti ve andı.
Şahadetinin birinci yıldönümünde Haki Karer’i anmak için geliştirilen mücadele içinde Halil Çavgun şehit düştü. 18 Mayıs 1978 de Hilvan’da Halil Çavgun’un şahadeti, Kürt direniş tarihinde önemli yeri olan Hilvan- Siverek Direnişinin yaratıcısı oldu. Şehidi doğru anmak öyle bir büyük bir kuvvetti ki, 12 Eylül faşist zulmü altında Diyarbakır Zindanında sıkışan tutsaklar çare üretecek gücü burada buldu. Ferhat Kurtay ve arkadaşlarının 17 Mayıs 1982’deki kendilerini yakma eylemi Büyük Zindan Direnişinin zaferine çok önemli katkılar yaptı.
Mayıs ayının bu direniş ve şahadet kervanı bundan sonra da yoluna devam etti. Filistin halkı ile omuz omuza verilen direniş içinde Abdulkadir Çubukçu, İsrail uçaklarının 1 Mayıs 1982’deki Beyrut bombardımanında şehit düştü. Hilvan-Siverek direnişlerinin komutanı Mehmet Karasungur ve İbrahim Bilgin, 2 Mayıs 1983 tarihinde Kandil Dağı’nda şahadete ulaştı. 15 Ağustos 1984 atılımı ardından gelişen savaş içinde 1 Mayıs 1985 tarihinde Ramazan Kaplan ve arkadaşları Mutki’de şehit düştüler. Giderek her günü büyük kahramanlıkların yaşandığı bir ay haline geldiği için 1986’dan itibaren Kürt Özgürlük Hareketi tarafından Mayıs ayı “ Şehitler Ayı” olarak tanımlanıp anıldı.
Şehitler ayı her geçen yıl daha büyük direnişlerin yaşandığı ve giderek her gününde şehitlerin olduğu bir ay haline geldi. Bu ayda Kürt direnme savaşının en büyük kahramanlıkları yaşandı. 11 Mayıs 1992’de Tatvan’da Hozan Mizgîn’in gösterdiği kahramanca direniş Kürt kadınının gerillalaşmasının ve savaşa katılımının önünü açtı. Böylece Mart’la birlikte Mayıs ayı da Kürt direniş tarihinin kahramanlık aylarından biri oldu.
Mayıs ayının Şehitler Ayı olması, Deniz Gezmiş ve arkadaşları ile başlayıp en son Pülümür’de şehit düşen yedi HPG gerillasına kadar uzanan kırk yıllık kahramanca direnişin öyküsü oluyor. Özgür yaşam ve demokratik toplum için yaratılan bu kahramanlık destanı henüz bitmemiş, hâlâ devam ediyor. Her Mayıs’ta yeni yeni kahramanlıklar ekleniyor. Her gününde onlarca kahramanın anısı bulunuyor.
Kürt halkı Mart ayında olduğu gibi Mayıs ayında da kendi kahramanlık gerçeğini görüyor ve hatırlıyor. Hakilerin, Halillerin, Ferhatların, Karasungurların ve Mizgînlerin şahsında kendinin binlerce kahraman evladını görüyor. Onlarla yeniden özgür toplum olarak var oldu, özgürlüğünü onlarla yaşıyor.
2011 yılının Mayıs ayında Kürt toplumundaki bu duygu ve bilinç zirveye ulaşmış durumdadır. Pülümür şehitlerine sahip çıkışa bakınca bu gerçeği insan net bir biçimde görüyor. Her gün Kürdistan’ın dörtbir yanında şehitleri anmak için toplantı ve eylemler yapılıyor. Halk kitlesel olarak şehitlikleri ziyaret ediyor, mevlitler okutuluyor, şehitleri anlatan toplantı ve tartışmalar yapılıyor, şehitler çizgisinde kadın-erkek herkes kendini sorgulayarak doğru yurtsever ve özgür yaşama ulaşmaya çalışıyor.
Şu gerçeği herkes çok iyi bilmelidir: Kürtler şehit vermeyi öğrenmiş ve şehit verme gücüne ulaşmıştır. Şahadeti doğru anlama, anma ve sahiplenme gücü kazanmıştır. Şehide anlam vererek Onu Önder yapma konumuna ulaşmıştır. Bu bakımdan AKP hükümetinin ve tüm soykırım güçlerinin çabaları boşunadır. Ne kadar saldırır ve katliam yaparlarsa, o kadar Kürt halkının kin ve öfkesini büyütüp, direnme bilincini arttırmaktadırlar. Bu da özgürlük mücadelesini daha da büyütmekte ve Kürt direnişini zafere daha da yakınlaştırmaktadır.
Bu inançla Denizler ve Hakilerle başlayıp en son Pülümür direnişçilerine kadar gelen tüm Mayıs ayı şehitlerini ve onların şahsında tüm özgürlük ve demokrasi şehitlerini saygıyla anıyor, şehitlerin aydınlık yolunda halkımızın özgürlüğe mutlaka ulaşacağını belirtiyoruz!
Selahattin Erdem
- Ayrıntılar
Son on yıldır adından en çok söz edilen Usame Bin Ladin nihayet bir Pentagon operasyonuyla öldürüldü. Bu ölüm operasyonunu Obama yönetiminin naklen canlı izlediği açığa çıkarken, Amerika’da epeyce sevinç duyanların olduğu görüldü.
Şimdi bir haftadır bu olay herkes tarafından tartışılıyor. Haklı olarak olay çok farklı yönlerden ele alınıp, çeşitli sorular soruluyor. Neden yakalanmadı da, öldürüldü? Neden şimdi öldürüldü? Operasyona kim ya da kimler destek verdiler? Benzer soruların sorulup, doğru ve yeterli bir biçimde cevaplanması gerekiyor.
Denebilir ki, bu olay bu kadar önemli mi? Bazılarının kuvvetle iddia ettikleri gibi, acaba olanlar bir danışıklı dövüş değil miydi? Olayın kendisi önemsiz olabilir, hatta söylendiği gibi danışıklı bile olabilir. Bu nedenle fazla önemsememek gerektiği söylenebilir. Fakat olayın kendisi böyle olsa bile, cevap bekleyen sorular da gösteriyor ki, ardından ciddi siyasal gelişmeler var ve bu nedenle bu olayı doğuran siyasal durumun analizi gerekiyor.
Elbette Bin Ladin’in neden yakalanmayıp da öldürüldüğü sorusu da önemlidir. Çünkü Pentagon güçlerinin sağ yakaladıklarına dönük güçlü iddialar var. Buna rağmen öldürülüp cenazesi de kaçırıldığına göre, o halde operasyonun bu temelde planlanmış olduğu gerçeği ortaya çıkıyor. Bu da “ABD’nin Bin Ladin’in söyleyeceklerinden korktuğu” görüşünü kuvvetlendiriyor.
Bin Ladin’in bir zamanlar CIA ile güçlü ilişkisinin olduğu ve Bin Ladin’i ABD desteğinin güçlendirdiği tarihi bir gerçek. Bunu herkes biliyor. Sovyetler Birliğine karşı Bin Ladin ile ABD’nin sıkı iki müttefik olduğu bir sır değil. Yine 1990’dan sonra en azından dış görünüşte Bin Ladin ile ABD’nin karşıtlaştığı ve bu durumun giderek düşmanlık düzeyine yükseldiği de bir sır değil.
Gerçi başta Bin Ladin olmak üzere Saddam Hüseyin gibi bazılarının yaptıklarından en çok ABD faydalanmıştır. Bunlara dayanarak yirmi yıldır Ortadoğu’yu işgal etmeyi ve petrol kaynaklarını ele geçirmeyi başarmıştır. Bu nedenle Bin Ladin ve Saddam Hüseyin’in objektif olarak ABD siyasetine hizmet ettikleri doğrudur, fakat buna bakarak “CIA ajanı” demek elbette gerçekçi olmaz.
Bin Ladin’in neden sağ yakalanmadığından çok, siyaset açısından neden şimdi öldürüldüğü sorusu daha önemlidir. Çünkü, basına yansıdığı kadarıyla altı yıldır denetleniyor, yani izleniyormuş. Obama yönetimi operasyonu naklen izlediğine göre, en azından yıllardır izlendiği ve operasyonun aylardır planlandığı rahatlıkla söylenebilir. O halde neden birkaç ay önce veya örneğin geçen yıl değil de, 2011 baharında 2 Mayıs sabahı operasyon yapılıyor?
Bu soruya ABD iç siyaseti açısından bir cevap verilebilir. Yani Obama yönetiminin 2012 seçimlerine hazırlandığı söylenebilir. Zira 2010 Kasım seçiminde ciddi oy kaybettiği açıkça görülmüştü. Bu nedenle meclis çoğunluğunu kaybetmiş durumdadır. Geçmiş hatırlanırsa, Bush yönetiminin Kasım 2006 ara seçimini kaybetmesi Saddam Hüseyin ve arkadaşlarının idamını getirmişti. Buna bakarak, Obama yönetiminin Kasım 2010 seçimini kaybetmesi de Bin Ladin’in başını götürdü denilebilir. 2008 seçiminde “Bin Ladin’i öldürme” sözünü vererek kazanan Obama’nın, bunu yapmadan yeni bir seçim kazanması imkansız gibidir.
Elbette iç politikaya dair bu görüşün belli bir doğruluğu olsa da, bununla da bağlı olarak bu olayın Ortadoğu’daki gelişmelerle bağı çok daha önemlidir. Bin Ladin operasyonu ABD yönetiminin Ortadoğu’ya yönelik yeni bir planlı saldırısının başlangıç olaylarından biri gibidir.
2011 Ocak’ından beri Arap toplumunun parça parça da olsa şiddetli bir isyanı yaşadığı herkesin malûmudur. Arap toplumu Birinci Dünya Savaşı ile kapitalist hegemonyanın yarattığı horlanan ikinci sınıf bir toplum olarak artık yaşamak istememektedir. Bu da Ortadoğu’da yeniden yapılanma olayını güncel bir olgu haline getirmiştir.
Bilindiği gibi, bu yeniden yapılanma süreci, kapitalist hegemonya altında Ortadoğu’nun üçüncü genel yapılanma sürecini ifade etmektedir. 19. yüzyıl boyunca kapitalist modernitenin Ortadoğu’ya yönelik ideolojik ve ekonomik saldırısı Birinci Dünya Savaşına yol açmış ve savaşın galipleri olan İngiltere ve Fransa’nın çıkarları doğrultusunda bölgenin ulus-devlet statükosu şekillendirilmiştir. İkinci Dünya Savaşı ardından dünya genelinde esen demokrasi ve sosyalizm rüzgarı Ortadoğu’ya daha çok milliyetçilik ve militarizm olarak yansımış, gerçekleşen askeri darbeler sonucunda ulus-devlet iktidarları bireysel veya oligarşik diktatörlükler olarak ortaya çıkmıştır. Böylece dıştan saldırıyla bölgeyi fetheden kapitalist modernite içselleşmiştir.
Şimdi kapitalist hegemonyanın bu diktatoryal baskı ve sömürüsüne karşı bölge halkları isyan ve direniş halindedir. Özellikle kapitalist hegemonyanın soykırım dayattığı Kürt toplumunun son otuz yıldaki örgütlü direnişine, ikinci sınıf sayılan Arap toplumunun isyanının eklenmesi, bölgedeki üçüncü yapılanma sürecinde halkların gerçek demokrasi eğilimini son derece güçlü hale getirmektedir. Bu durum ise BOP temelinde bölgeyi yeniden fethetmek isteyen ABD’nin stratejik ve taktik planlarını tehlike içine sokmaktadır.
Bu durumda ABD yönetiminin, özellikle Libya olaylarından itibaren yeni bir planlı saldırıya yöneldiği gözlenmektedir. Bu çerçevede NATO’yu harekete geçirmiş ve AKP hükümetiyle anlaşmıştır. Ortadoğu’da ABD hegemonyası önünde engel oluşturan güçlerin ortadan kaldırılmasını AKP hükümetinin desteklemesi karşılığında, ABD de AKP hükümetini PKK'yi imha ve tasfiye planına destek verecektir.
İşte Ortadoğu’da ve ülkemizde yaşanan son olaylar, ortamın gerginleşmesi ve şiddetin tırmanması bu yeni politika ve anlaşma gereği olmaktadır. Dikkat edilirse ABD sadece Bin Ladin değil, Kaddafi’nin de üzerine gitmekte ve AKP artık ses çıkarmamaktadır. Hatta Bin Ladin operasyonu ile Kaddafi’nin oğlunun ölümüne yol açan operasyonun aynı gecede yapıldığı söylenmektedir. Yine Kaddafi’nin de aynı yerde olduğu dile getirilmektedir.
Bunlarla eş zamanlı olarak, bir yandan ABD’den bazı PKK yöneticilerinin “mal varlıklarının dondurulduğu” kararı yükselirken, diğer yandan da Başbakan Tayyip Erdoğan “Artık Kürt sorununun bittiğini” söyleyip, sözde “Kürt açılımı”ndan tamamen vazgeçerek Orduyu ve polisi Kürtler üzerine operasyona sürmektedir. Başbakan ve AKP yöneticilerinin BDP’ye yönelik artan saldırılarının altında işte bu gerçek yatmaktadır. Hükümet, ABD’den aldığı destekle Kürt sorununu çözmeye değil, Kürtleri ezmeye karar vermiş durumdadır.
Peki Kürtleri ezmek için ABD’den aldığı desteğe karşılık olarak, AKP hükümeti ABD’ye ne vermektedir? Çok açık ki, her şeyden önce işte Kaddafi ve Bin Ladin’in başlarını vermiştir. CIA’nın Bin Ladin operasyonunu MİT ve Pakistan istihbaratının desteğiyle gerçekleştirdiği söylenmektedir. Hatta bu işte en kritik rolü MİT’in oynadığına dönük ciddi iddialar vardır. Yine AKP hükümeti yıllardır oluşturduğu İran, Suriye ilişkilerini ve Arap dostluğunu feda etmiş durumdadır.
ABD’nin Bin Ladin saldırısı ile Başbakan Tayyip Erdoğan ve AKP yöneticilerindeki tutum, üslup ve politika değişikliklerinin nedenlerini işte burada aramak gerekir. Demek ki Kürtler ve Ortadoğu bölgesi yeni bir planlı salıdır tehdidi altındadır. Artık seçim bitmiş, yerine savaş gelmiş gibidir. Daha doğrusu seçim tamamen savaşın hizmetine bağlanmış gibidir.
Elbette AKP’nin bu yönelimi ve ABD ile bu ortaklığı hem Türkiye ve hem de Kürtler açısından çok tehlikelidir. Kürtler kadar ülkemizin tüm aydın ve demokratları bu gerçeği görmeli ve bu tehlikeye kesin karşı çıkmalıdır. Özellikle Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloku’na çok ciddi ve tarihi görev ve sorumluluk düşmektedir. Bu tarihi sorumluluğun bilincinde olmak ve seçimi bununla birleştirmek gerekir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 8 Mayıs günü saat 10.00 sularında Medya Savunma Alanlarına bağlı Zap'ın Mêrganîş, Şitaza ve Zêrê köyleri ile Mahir Mirzo alanlarına yönelik olarak TC ordusu tarafından havan ve obüs saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 7 Mayıs günü Bingöl’ün Şehit Xebat alanın, Dola Weskê, Dola Amed, Dola Nexweşxanê ile Bandoz Boğazına yönelik olarak TC ordusu tarafından bir operasyon başlatılmıştır. 7 Mayıs günü saat 24.00 sularında Kobra tipi helikopterler tarafından alana yoğun bombardıman yapılmıştır. Alandaki operasyon halen devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Bu son büyük bombalamadan ötürü, hem sizlere geçmiş olsun diyorum, hem kutluyorum.
Genel Başkanlık Karargahı olarak değerlendirilen bu sahaya yönelik büyük bombalama, güncel gelişmelerin de ışığında iyice anlaşılıyor ki, çok önemli bir Genel Kurmay planlamasının, yine çok önemli bir halkasıymış. Her geçen an bilgileri bir araya getirdiğimizde ve yeni gelişmeleri de buna eklediğimizde gerçekten kapsamlı bir planla karşı karşıya olduğumuzu daha iyi anlıyoruz.
Hiç şüphesiz bu son planlama değildir. Daha da yeni bir planlamayı ardı arkasına geliştirecekleri veya genel planlamanın bir başarısızlık temelinde kendisine yeni bir başlangıç yaptırma biçiminde yürürlükte kılmak isteyeceği açıktır. Kaldı ki buna yabancı değiliz.
PKK tarihi, hemen hemen doğuşundan günümüze kadar böylesine kapsamlı tasfiye planlarıyla karşı karşıya gelmiştir. Tabii, bu son planlamanın kendi özgü yenilikleri var. Hem kapsam, hem katılan güçler bağlamında çok ileri bir düzeyi temsil ediyor. Ve aynı zamanda bizim de genişleyen ittifak sistemimizi hedefliyor.
Daha önceki planlamalar, Türk Genel Kurmayı’nın kendi öz güçlerine dayanarak ve salt PKK’yi ve Önderliği’ni özel olarak hedefleyerek geliştiriyordu. Fakat bu son planlama çok kapsamlı bir uluslararası hazırlık ittifakı temelinde geliştiği gibi, yalnız PKK Genel Başkanlığı’nı ve onun temel karargahlarını hedeflemiyor. Geliştirdiği ittifak sistemini de kesin kapsamına alıyor. Yenilik burada, ayrıca kullandığı teknikte bir sınır tanımaz çılgınca yaklaşım var.
Hiç şüphesiz bunlar bastırılamayan PKK ve onun askeri gelişmesiyle de çok sıkı bağlantılıdır. Gelişmelerin önü açık tutulup, hız kazandırılınca planın da kapsamı uluslararasılaşıyor ve tekniği de yoğunlaştırılıyor. Böyle bir değerlendirmeyi yapmak mümkündür.
Tasfiye planları tarihine baktığımızda biraz daha netleşmemiz mümkün. Çok kısa ana hatlarıyla değinecek olursak; PKK’nin bir grup olarak gelişme durumu ortaya çıktığında ki, bu 1975’lerin ortalarına denk geliyor, o zamanki tasfiye planı, grubun özellikleri ve biraz da bizim başlatma konumumuzu, dolayısıyla kişiliğimizi inceleyerek, içine sızma ve kontrol altına alma, tehlikeli olanlarını saptırıcı veya kendi kontrollerindeki eylemlerle bitirme, kalanı da elde tutma mantığına dayanıyor. Çokça incelendiği gibi, PKK’nin bir bağımsız grup olması aşağı-yukarı 1975’lerde netleşti. Ve o zaman grubumuza dahil olan bazı öğeler, grubu tamamen kontrol altına alma, etkisizleştirme, fazla gelişme şansı vermeme, gelişme olmuşsa saptırma, önde gelenlerini ya katlettirme, ya da kontrollerindeki eylemlerle bitirme ve yine son söz hakkını da ellerinde bulundurma çabalarına giriştiler. Bunu, aşağı-yukarı bizim yurt dışına çıkmamıza denk bir anlayış ve bir plan olarak yürüttüler.
1977’lerin ortalarından itibaren biz, bizzat böyle bir tasfiye ile karşı karşıya olduğumuzu fark ettik. Dolayısıyla biraz daha bilinçli yaklaşarak ömrümüzü yurt dışına çıkıncaya kadar, bu plana karşı bir planla, bizi saptırmaya karşı onları saptırmayla karşılık vererek, denilebilir ki, en iyi karşılığı verdik.
Tabii burada en belirgin yön, hata yapmamaktı. Anlayışları böyle yumuşak bir biçimde sonuçlandırmak. Yumuşak derken de, içinde Haki Karer arkadaşımızın öldürülmesi gibi cinayetler var, yine kirli, kullanılmış silahlarla içeri atıp otuz yılla cezalandırmalar var, bazı soygun eylemlerini, cinayet eylemlerini bizim kararımıza dayandırarak yaptırıp ve bizi böyle ağır eylemlerde olsun, cinayetlerde olsun cezayla cezalandırmak istediler. Hepsi mümkündür.
Tabii bunu yapmayınca, bunların sıkıntısı başladı. Özellikle Fatma ve Pilot gibi, sanırım bu işin önde gelen yürütücüleri epey sıkıldılar ve zamanın uzatılmasına büyük bir hoşnutsuzlukla yaklaşım gösterdiler. Bizim de olağanüstü sabrımız ve onları böyle nihai karara götürebilecek hatalar yapmayışımız, yine “kontrolünüzdeyiz”, “istediğinizi yapabiliriz, ama hele dur!” İşte çeşitli acabalarla, soru işaretleriyle, “öyle yaşasak daha iyi olmaz mı?” umudu veriyoruz. Onlar, yine işlerinin kontrollerinde yürüdüğünü sanıyorlar. Her ne kadar çok tehlikeli, kontrol dışı gelişmeler oluyorsa da, son çıkışımıza kadar, aslında kontrol var. Bunu oldukça bilinçli bir şekilde onlara yansıtmış olmamız, onların nihai darbeyi vurma gibi bir eğilim içine girmelerini önledi. Grup aşamasındayken, PKK tasfiyesini daha çok bunlara dayanarak boşa çıkarma.
Bu konuda sanıyorum bizim karşıt planımız veya yaklaşımlarımız son derece hayati bir rol oynamıştır. Düşmanın saldırı tarzını, yine yönelim taktiklerini en uygun bir taktikle karşılamıştır. O da, onların eylem anlayışlarına girmeyişimiz, yine, provakatif davranışlarına geleneksel Kürt kişiliği ile cevap vermeyişimiz, -hem kadın, hem erkek boyutunda- daha özgün bir davranış biçimini sergilememiz, derin endişelerle ve tabii bunun doğurduğu tedbirlerle grubun şansını artırmaya çalışmamız, belki de hem sol, hem Kürt grupları tarihinde görülmemiş böylesine bir anlayışla onları karşılamamamızdır ki, ne polis literatüründe, ne de MİT literatüründe bunun başka bir özgün örneği yoktur. Bu, sanırım onları bir kargaşaya, bir değerlendirme hatasına götürüyordu. Zaten, günlük merkezlerine giden raporların da saptırmalı raporlar olduğu ve kararların da böyle raporlara dayandırılarak gelişmesi, onları gittikçe daha fazla hataya götürdüğünü söyleyebilirim.
Biz böylece uzatmalı savaş taktiğine göre ömrü uzatıyoruz, grubun yaşama şansını geliştiriyoruz. Hatta grubu da oldukça büyütüyoruz. Elazığ tutuklanması gibi, yine Şahin’in itirafları gibi bir tehlikeli durum bile bizim için son derece uyartıcı bir etki oluyor. Oradan çıkardığımız sonuç; dışarı çıkma kararıdır. Bir-iki ay daha gecikirse, grubun tasfiyesi gelişecek. Ciddi bir olayı -bu da PKK içine düşmüş büyük bir operasyon diyelim- doğru bir kararla karşılamamız ve bu çok önemli adımı atmamız, bu dönem düşman planlamasını boşa çıkardı. Ki bu daha çok MİT ve dar bir kontr-gerilla birimi tarafından yürütülüyor, henüz tüm Genel Kurmay’ı etkilemiş olduğunu, yine tüm partileri, siyasi sistemi etkilemiş olduğunu sanmıyorum. Dar bir kontr-gerilla birimi ve MİT çabalarının planıdır. Böylece bu planın etkisinden sıyrılınca, PKK için artık yeni bir dönem başlıyor.
Bildiğiniz gibi sıcak savaşım sahası Ortadoğu, TC’nin kontrolü dışındadır. İlk altı ayda sanırım pek de Türk Genel Kurmayı’nın ve MİT’in fark edemeyeceği bir çalışma yürütülüyor. Kendimiz için bir temel kazanıyoruz. Bazı önemli ilişkileri ve bazı grup aktarmalarını gerçekleştiriyoruz. Bunlar, bizim açımızdan yeni bir gelişmenin ilk adımlarıdır.
1980’lerin başlarından itibaren PKK’nin Ortadoğu sahasına dayalı olarak gelişeceği aşağı-yukarı anlaşılıyor. Bu yıllardan itibaren de yeni bir planlama ile karşı karşıyayız. Zaten biz, ihtiyatı elden bırakmadan aynı yöntemi dışarıdan da sürdürdük. Özellikle Semir’in devreye girişi var. Yine bazı böyle Antep grubuna dayalı olarak Terzi Cemal, Ali Çetiner gibileri de var, -sanırım kuşkulu yönleri var- onlar da çıkıyorlar. Fatma yine çıkıyor, bazı öğelerle birlikte ki bunlar içimizi karıştırabilecek öğeler. Semir ile Fatma, 1980 sonrası ülkeye yönelişi bu sefer boşa çıkarmanın en etkili isimleri olarak değerlendirilebilir. Daha sonra anlaşıldı ki, bunlar zindanla özellikle bağlantı kurabilmişler. Önemli bir PKK karargahı olarak nitelenen Diyarbakır zindanı başta olmak üzere, dayatılan zindan tasfiyeciliği planı oldukça acımasızdı.
Aynı şekilde bu yıllarda bazı zindan dışı gelişmeler de var. Bu sahada, söylediğim isimlerin yanı sıra muhtemelen Avrupa’da Doğan Karakoç’un itirafı vardı. Bu, Ali Çetiner ve Terzi ile aynı grubun elemanıydı, üçlüydüler, onun Avrupa’yı kontrol etme durumları olabilir. Her ne kadar bizim inisiyatifimiz artıyorsa da, onların da kendilerini toparlama ve tekrar içerden PKK’yi etkisizleştirmeye ağırlık vermeleri, bu planın önemli bir parçası. Zaten PKK’nin de dağda savaşacak gerillası yok, kitlesi yok, hepsini pasifize etmiş. Geriye PKK’nin kadrosunun organize etmeye çalıştığımız bir Ortadoğu sahası var. Avrupa’nın da öyle ciddi bir çalışması yok. Tümü, benim etrafımdaki gruplaşma ve kadrolaşmadır. İçerde çekirdeği yozlaştırma, çekirdeği büyük bir kafa karışıklığına itme, çekiştirme, ülkeye değil Avrupa’ya yöneltme, yine kendi aralarında basit yaşam güdüleriyle uğraştırma, yöneltme, bu kişilerin en çok dikkat ettikleri bir yaklaşımdır.
Türk Genel Kurmayı’nın daha fazla planı olamazdı. Olabilmesi için bizim ilişkilerimizin olduğu Filistinli örgütlere el atması lazımdı. Zaten altı ayı geçmeden el attılar, bu bildiğimiz Arafat’la ilişki kurdular. Ecevit döneminde Ankara’da bir elçilik verdiler ki, bu bize yönelik bir planlamaydı. Suriye sahasını bize kapatmak için Suudi’yi devreye sokuyorlardı. Bu dönemi hatırlıyoruz, ama Filistinlilerin belli bir inisiyatifi var, Suriye ise bunu pek dinleyecek durumda değil. Dolayısıyla dışarıdan hükümetin, Genel Kurmay’ın mücadelesi sınırlı.
İçerdeki elemanları da ülke içinde olduğu kadar etkili değiller. Çok önemli yozlaştırmayı, kafa karışıklığını yürütüyorlarsa da, bizim de tabii amansız, örgütsel, ideolojik, diplomatik çalışmalarımız var. Bizim gelişme şansımız bu kez daha yüksek.
1981-‘82 yoğun bir mücadele sürecidir. Çok iyi hatırlanıyor ki, bu yıllarda bir ekip, işte “Hakkari’ye tek bir grup göndertmeyeceğiz” sloganı adı altında faaliyet gösterdiler ve oldukça da önde gelen bazı kadro adaylarımızı baştan çıkardılar, basit yaşam güdülerini ayaklandırdılar. Avrupa’ya yönelme, sahte yaşam anlayışlarını tahrik ettiler. “Bir şey yapılamaz, en iyisi ancak idare edebiliriz” anlayışına saptırdılar. Apolitik, fazla örgüt endişesi olmayan önde gelen birçok öğemizi, hatta merkezi diyelim, boğuntuya getirdiler. Bütün ilkel kişilik düzeylerini çok iyi değerlendirdiler. Zor süreçte güdülere hitap ettirilerek, kişilerin yozlaştırılarak devrim dışına taşırılabileceğini iyi gördüler ve bu konuda da oldukça önemli bir çalışma yürüttüler.
Dışarıda da dediğim gibi Filistinli örgütler elde edilmeye çalışıldı. Suudi ile Suriye üzerine etkide bulunulmak istenildi. Doğu Kürdistan üzerinden bazı birimlerimizin ilişkide oldukları -ki Mehmet Hoca vardı, onlarla ilişkide- KDP ile ilişkilerini yeniden geliştirdiler. O tedbiri de aldılar. İşte “Hakkari’ye tek bir adam çıkartmama” konusunda KDP bağlantısını iyi kurdular. Şahin Kılavuz’un sorumluluğundaki on kişilik ilk grubumuzu imha ettiler. Yine 1982’lerdeki yoğunlaşan grubumuzu kendi kontrolleri dışına çıkarmamaya, TC ile birlikte onu daha da hakimiyet altında tutmaya büyük özen gösterdiler. Çok iyi hatırlardadır, hatta bizim grubun sorumlusu arkadaşımız bile, o gün tutulması gereken stratejik yerlere hiç girmiyor. Hatta eylem yapmama sözünü veriyorlar. “Botan hududunun her iki yanına yaklaşmama” -ki sanırım bu KDP’nin TC’ye verdiği bir söz- durumunu bizim gruba kabul ettiriyorlar. Dolayısıyla çok önemli bir süreci burada boşa çıkartıyorlar. Bunu daha sonra bize de dayattılar. “Eylem yapılmazsa çok iyi olur” diye hatta rica ettiler.
Anlayışın tehlikesini biz sezdik ve gereken sonuçları çıkartmıştık. Velhasıl 15 Ağustos Atılımı’nın eksik de olsa gerçekleştirilmesi ile bu ikinci büyük tasfiye planı boşa çıkarıldı. Birincisinde nasıl yurt dışına çıkmayı başardıysak, boşa çıkarıldıysa, bunu da 15 Ağustos Atılımı’nı başlatmakla boşa çıkardık diyebiliriz.
Tabii buna verilen karşılık daha kapsamlı olacaktı. Nitekim ordu önemli oranda devreye sokuldu. Klasik isyanı ezme planı biçiminde bir planla gelindi. KDP, Güney’de tamamen kontrole alındı. O bildiğiniz ilk bombalamalar bu ilişkiye dayalı olarak yapıldı. KDP ile ilişkilerimiz gittikçe bozuldu. Yine, Suriye üzerinde yoğun görüşmeler yürütüldü. Arap gericiliği ile ilişkiler geliştirilerek, bizim üzerimizde çok etkili olunmak istenildi. Kürt reformistleriyle ilişkiye geçildi. KUK gibi, işte Peşeng, hatta bu Özgürlük-Yolu hem Ortadoğu’da, hem Avrupa’da bize karşıt bir duruma getirildi. Hatta Paris’te gizli görüşmeler yaptırıldı. Yine bu yeni dönemde KDP bünyesinde -içimizde de- gizli görüşmeler yaptırıldı. Bildiğimiz öğeler faaliyetlerini son perdeyi oynamak biçiminde gösterdiler. Özellikle Fatma son perdeyi oynamakta kararlıydı. Yine bu son dönemde Antep grubundan Ali Çetinerler de daha dikkatli değerlendirilebilir. Semir yine Avrupa’da özellikle oynamaya devam ediyor. Bir yerde ilk dönem tasfiye planlarının son perdeleri oluyor. Hem dışımızdaki reformistler, KDP, bilmem ordunun seferber edilmesi, içimizdeki tüm güçlerini kullanmaları 1986’da Agit arkadaşın şahadeti, sanırım bir de Botan’da kuşkulu katılımlar vardı. Onlar muhtemelen bir sızma olabilirdi. Guyine köyünde çıkan bir çete vardı. Onların da Botan’ı böyle kontrol altına alma çabaları 1984 15 Ağustos Atılımı bir yılını doldurmadan tasfiye planını hayata geçirecek çalışmalardı. Sanıyoruz bütün bölgeler mükemmel çalıştılar.
Yine uluslararası alanda PKK’nin teröristliğini geliştirmek için o Palme cinayeti geliştirildi. Yoğun olarak CİA, Alman polisiyle ilişkiye geçildi, anlaşmalar yapıldı, Avrupa’da yayılmanın önlenmesi için. Ortadoğu’da, özellikle Fatma’nın yine provakatif davranışları son haddine kadar gelmişti. Gerillada, Agit’in şahadetin de de görüldüğü gibi, orada da kontrol neredeyse ellerindeydi. Bunların kapsamlı bir plan olduğu net. Bu plan sanıyorum en geç kendilerine göre 1987’ye ulaşmadan, 1986’nın başlarında bizi tamamen yine etkisizleştirme, tasfiye etmeyi amaçlıyor, öyle daha fazla bir ömür biçtikleri söylenemez. Zaten planların yaklaşık olarak altı ay veya bir yıl gibi bir süreyi kapsadığını söylemek gerekir. Bize fazla ömür biçeceklerini tahmin etmiyoruz. Daha önceki de öyleydi, ömür belki de bir-iki aylıktı. Belki 1984’ten sonraki bir yıldır ki, nitekim 1985’in sonlarına geldiğimizde bizim gerillamız kendi kendini tasfiye eder hale gelmişti.
Bizim o zaman buna verdiğimiz karşılık, bütün bu kargaşayı göz önüne getirerek, -büyük bir kargaşa- yani içte, dışta, adeta düşüncede bile süreci iyi tahlil edip kavramak ve ne yapılması gerektiğini cevaplandırmak büyük bir sorun. Tabii epey çağrılar yapılmıştı, gitseydik, sanıyorum mevziiyi zamansız terk etme olurdu ve onlar için sonuçları tam olabilirdi. Yine mevziimizi derinleştirmeyi esas aldık. 15 Ağustos’tan sonra nerdeyse on-on beş kişi kalmıştı. Hiçbir gücü bırakmamıştık. Bir yıl sonra tekrar grubu burada çekirdekleştirmeye özen gösterdik.
O III. Kongre süreci gibi daha geniş ideolojik netleşme ve daha geniş bir kadroyu burada oluşturmanın en doğru bir yaklaşım olabileceğini hissettik, düşündük ve yoğun çabası içine girdik. Yine bu konuda bizim daha planlı, böyle oldukça sabırlı, son derece örgütsel çalışmaya ağırlık veren, onu esas alan, partiyle uzun süre oynayanları biraz daha yakın takibe almamız, onlara teslim olma şurada kalsın, onları giderek daraltma ve nefes alamaz duruma getirmemiz, tahrikçileri tahrik etmek ve böylece de “bize erken doğum -ki, bunu Semir söylüyordu- yaptırdınız” diye erken doğum yaptırmak istedik. Bir-iki sefer hem de erken doğum yaptırma gibi bir sürece onları tabi kılmamız, tamamen renklerini açığa çıkardı. Ve 1986 Kongresi’ne giderken, Fatma zaten tamamen deşifre edildi. Diğerleri de, Ali Çetiner sanırım, tüm bu içten kemirici öğeler önemli oranda netleştirildi. Çekirdek biraz geliştirildi.
Tekrar 1987’den itibaren yeni bir gerilla atağına başladık. Ona verilen karşılık bu sefer Olağanüstü Hal Yönetimiydi. Sanırım bunun da ömrü bir yıllık planlamaydı. Olağanüstü Hal bu planlamanın önemli bir halkasıydı. İçimizdeki dayanabilecekleri öğeleri kaybedince, susturdukları öğelerin artık tamamen etkisizleştirildiği ortaya çıkınca zindandaki gelişmeleri hızlandırdılar. Zindanda özellikle elde ettikleri öğeleri, partinin dışarısını da etkileyecek bir biçimde örgütleyip, planlamanın esası haline getirmek istediler. Bilindiği üzere 1984’ten sonra zindan tasfiyesi neredeyse tamamlanıyor. Bir sahte bölünme yaratılıyor; Hilvan grubu, Batman grubu adı altında. Aynı öğe iki grubu tahrik ediyor, geliştiriyor. 1986’da -ki önemli bir tarih- ilk darbeyi vurduğunda içerde geri çekiliyor, adam tekrar geliyor.
1987’de bu sahada işler tamamlanınca, Dilaver’i yeni lider olarak lanse etmeye, onun için çok köklü bir hazırlık yapılıyor. Komünist Parti liderleriyle tanıştırılıyor. İçerde sanırım değişik kişiliklerle tanıştırılıyor ve dışarı çıktığında -ki o zaman ancak gelişme biraz Sovyetler Birliği’ne, İşte bu KDP gibi solculuğa dayanarak çıkış yapılabilirdi. Tahminen Şener’de zaten KDP konumuna ağırlık veriyor; içerde ve İstanbul’da KDP’nin içindeki uzlaşan kesimleri bir araya getiriyor, bizzat beraber kalmaları sağlanıyor. Zaten 1987’de de TKP, Haydar Kutlu onlar gelip tam teslim oluyorlar veya anlaşıyorlar. Bunların içinde bu öğeler de var. Zaten bizi boğacak olan da TKP veya o kanalla Sovyetlerdir.
TKP ile anlaştıktan sonra Sovyetlerle de anlaşma olur. TKP’nin de tasfiye edilmesi, Kemalistler döneminde Stalin’le biraz geliştirilen ilişkilere, 1950’lerden sonra da, hatta Demirel döneminde de Brejnev gibilerle geliştirilen işlere bağlı. Sanırım bir araştırmada netleşmiş, TİP’in bile artık işlevsiz bırakılması Türkiye’nin Sovyetlerle geliştirilen ilişkilerine bağlanıyor ki doğrudur. Aynı model işte PKK’ye, Sovyet bağlantısı, -ki Suriye’de hakim, Lübnan’da, Filistin de hakim- Sovyet halkasını iyi yakalarsak, o halkada TKP’yi kullanırsak, TKP’nin de PKK uzantıları var, Şener zaten girmiş, Dilaver tamamen giriyor. Böylece Sovyet ilişkisini arkasına alarak, TKP’yi arkasına alarak.
PKK içinde de epey itibarlı bir adı var, ünü var. Avrupa’da sosyal-demokratları Avukat benzeri ayarlamış. Zaten onlar enderdir, yani NATO çerçevesinde kullanılmaları zor değil. Buna kafa tutacak Palme gibi olanlar da katledilmiş. Ki onun da uluslararası boyutu var. Onun katli bizimle de, Kürt meselesiyle de bağlantılıdır. Çünkü Palme az-çok NATO’ya ve Kürt meselesinde sisteme alet olamayacak belli bir onuru yaşıyor. Yani Vietnam’da da bunu göstermiş, diğer ulusal kurtuluş hareketlerinde de göstermiş. Muhtemelen İsveç’e dayanabiliriz. Palme ile ilişkiler kötü olmayabilir. Onu bize yöneltmek istiyorlardı ve Palme tavır almadığı için o cinayet geliştirildi. Kürtlere ve PKK’ye mal edilmek istendi.
1987’ye geldiğimizde Şener’in hazırlıkları var, Dilaver dışarıya çıkmış, Avukatın da Avrupa’daki faaliyetleri yoğun. Olağanüstü Hal bastırıyor, bizim gerilla hamlemiz var. 1988’in ortalarına geldiğimizde bizim yine genel karargahımıza geldiler. Halen hatırlıyorum, birisi şunu diyordu; “üç ay içinde duman olacaksınız”. Resmen şunu demeye getiriyorlardı; “bu yeni gelişmelere uyun!” “Sosyal-demokratlar ne istiyor, TKP ne istiyorsa, o noktaya gelin. Bırakın o silahı, mücadeleyi, belki bazı haklar düşünülebilir”. Ki, M. Ali Birand böyle gelmişti, bazı kültürel haklar düşünülebilir, ama her şeyden önce bu gerillayı bırakın. Mesaj buydu. Avukat bunu çok açık söyledi, tehditlerle birlikte.
Kresky, ki bu sanırım Yahudi kökenli ve İsrail İşçi Partisi’yle de bağlantılı, yani dostane işte. “Gel sana Avrupa’da davetiye de aldık” diyordu. “Ortadoğu sahasını terk edersen, orada yaşarsın”. Hatta Nargo May diye bir Fransız örgütüyle ilişki kurmuşlardı, “helikopter bile var, dağda kamp da açmışız” diyorlardı. Hatta bir tanesi de Stalinci, kırk yıl Fransa adına çalışmış. Öyle radikal bir örgütmüş. Tamamen bir avlanma örgütü olduğu şimdi daha iyi anlaşılıyor. Bunlar da işte 1988’in ortalarına doğrudur ki, bir yılda bizi tamamen bitirmeyi hedeflemişler.
NATO işin içine bulaştırılmış. Sosyal-demokratlar elde edilmiş. Sovyetler Birliği’ndeki o TKP eğilimi Türkiye’ye gelmiş, o tamamen sağlama alınmış, zindanda tamamen kontrol ele geçirilmiş, Şener mutlak yönlendiriliyor. Dağdaki gerillada da buna benzer durumlar var. Agit’in şahadetinden sonra bu gruplar inisiyatifsiz, fazla gerillayı geliştirmiyorlar, yine gruplar içinde bazı kuşkulu yaklaşımlar var. Zaten gerilla da 1988’in ortalarına kadar fazla açılım göstermemiştir. Böyle bir kuşatılmışlık altında, sanırım 15 Ağustos Atılımı’na gelmeden bitecek. Nitekim Avukat şunu diyordu; “APO gidicidir, biz Avrupa’yı ele geçirdik, zindan kontrolümüzde, dağdaki birçok eyalet de”.
İşte Amed, ki o zaman haklı da, bazı öğeler tamamen onlara çalışıyorlardı. Biz gülünç bulduk. Fakat şimdi anlaşılıyor ki, o plan gerçekten kapsamlı ve o çağrıyı yaptıklarında yürütülecek güçte onlar da. Nitekim buna bir de Almanya’daki tutuklamalar eklenirse, geriye bırakılan öğeler, kontrol altındaki öğeler, içerdekiler de teslim olur. Bunu açık söylemişler, “APO’ya karşı çıkın, sizi iki günde bırakırız”. Bütün bunlar tabii bu planın hem uluslararası boyutunu; Sovyetler kontrole alınmış, Avrupa alınmış, içimizde kontrol gelişmiş. Tabii bu dört dörtlük bir plan. Neden başarıya gitmedi? Yine bu bence benim mevziiyi değerlendirme tarzımla bağlantılı. Eğer burada mevziiyi yine zamansız terk etseydim, örneğin Avrupa çağrısına uysaydım, 1986’dan önce de yine KDP mevzilerine gitseydim büyük bir ihtimalle ne kadar iyi çalışsak da, temel hata yapıldığı için kaybetme riski daha fazla olurdu. Temel taktik veya temel mevziiyi değerlendirişimiz, daha sabırlı olmamız; tabii mevzi yalnız coğrafi anlamda bir yerde kalmak değil.
Mevzilenme; örgütün ideolojik, örgütsel çalışmalarının amansız sürdürülmesidir. Coğrafya olarak da en azından emperyalizmin kontrolünde olmayan bir yerdedir. Bütün girişimleri direniş duvarlarına çarpıyor, geri kalıyor. Boşluklar var, biz ha bire onu değerlendiriyoruz. Dolayısıyla bu isabetli bir mevzi değerlendirmesidir.
Ben geçen gün ‘Savaş Sanatı’ adlı bir kitap okudum. 2000 yıl öncesini anlatıyor. Onu yazan Isu Sun adındaki Çinli generalin bir-iki cümlesini okudum. Onu ders kitabı olarak mutlak işlemelisiniz ve her arkadaşın cebinde bulunmalı. Biz o kitaba göre davranmışız. Orada bazı temel stratejik ilkeler vardır. Savaş sanatında ona göre aslında mevziiyi değerlendiriyoruz. Bu tabii düşmanın gücünün muazzam kullanılmasına ve bizim de -orada bir söz var işte- “savaşmadan savaşı kazanmak”, bu ilkeye göre mükemmel bir savaş yürütüyorum. Yani savaşmadan savaşı kazanmak ilkesini hayata geçiriyoruz. Ve mükemmel sonuçlar veriyor.
Tabii bu savaşmadan savaşmak, çalışmamak anlamında değil. Tam tersine düşmanın istediği pençeleşmeyi, istediği yerde savaşmayı kabul etmemek anlamında savaşmamaktır. Yoksa kendimize göre müthiş bir savaş yürütüyoruz. Nedir mevzi savaşı? İşte sizin hiçbir zaman yapmadığınız bizim gerillamıza hakim olan bir anlayış vardı; düşmanın tedbirinin en çok aldığı noktaya saldırmak. Bunu yapmayan gerilla birimi var mı? Halbuki intihardır ve bu savaşı kaybetmedir. O kitapta çok güzel işliyordu. Benim ki tabii bunun tam tersi, düşman bütün hamlelerini, bütün kılıçlarını savuruyor, ama ortada hedef diye bir şey yok, kılıcı boşa çakılıyor. Bir anlamda savaşmadan savaşın bütün inceliklerini uyguluyoruz.
Birimlerimiz ise, tersine, ben buna Donkişot yöntemi diyorum. Yel değirmenine saldırır gibi düşman birimlerine saldırma. Temel hatayı böyle işliyorlardı. Ama tabii savaşın kaderi bizim elimizde olduğu için, stratejik olarak biz yönettiğimiz için gerillanın o kadar kayıp vermeleri ve rolünü oynamamaları fazla etkili olmadı veya bizim savaş tarzımızın kazanmasını önleyemedi. İşte bu anlayış gereği, biz mevziimizi sağlam tuttuğumuz için, 1989 ortalarından itibaren onların hiç beklemediği yerden çıkış yapıyoruz. Bütün değerlendirmeler; -sanırım emin yerlerden alınmıştır- “siz biteceksiniz” diyordu. Avukat kesin konuşuyordu. Birand kesin konuşuyordu “mucizedir yaşamınız” filan diyordu. Ve sanırım bunu söylerken de boş konuşmuyorlardı.
Biz siyasi mülteci olarak Avrupa’ya yığılmış olsaydık, Burkay gibi olurduk, bu Haydar Kutlu gibi olurduk. Tabii bu da bitmedir. Avrupa’nın elinde oyuncak olmadır ve bu bir gerçek. Yani bunu bozan; bizim mevzide ısrar ve 1988 sonrası tekrar bu sefer daha da çalışma tarzımıza yüklenerek böyle nicelik olarak tekrar bir yoğunlaşmayı başlattık. Kampı çok daha geliştirdik. Çözümlemeler derinleştirildi. Çekirdeğin biraz daha yoğunlaşması 1989’u iyi başlattı. 1989’da bir gelişme vardır. O, bu çabaların ürünüdür. 1988 tasfiye planının boşa çıkarılmasıyla bağlantılıdır.
Tam bu noktada, yine bizim bu planı boşa çıkartacağımız anlaşılınca ki, Dilaver’de 1988’in başlangıcında intihar etti. Avukat-Fatma tümüyle yer altına kaçtılar, halen de açığa çıkmıyorlar. O Şener olayı meydana geldi. Sanırım, Şener 1989’da çıkarıldı, tabii 1988 planıyla bağlantılı. İçerde onun rolü çok büyüktür, fakat dışarıda elemanları var, onlar boşa çıkarılınca Şener’in dışarıya çıkarılışı, aslında hukuki değil. En önemli yön budur. Hukuk dışı bir görüşle dışarı çıkarılmıştır. Yani politik amaçla dışarı çıkıyor veya bu söylediğimiz yeni politika gereği liderlik yapması için dışarıya çıkarılıyor. 1989’da geldi. Onun geliş tarzı ilginçtir. İncelemeye değer, artık bazı arkadaşların incelemesine bağlı. Biz aldık yanımıza ve bir yıl kadar ona karşı da çok duyarlı bir yaklaşım gösterdik. Hata yapmamak için büyük hassasiyet gösterdiğimi hatırlıyorum.
1989 boyunca onu -bana göre anlamlıydı tabii- anlamadan bırakmak, olumlu veya olumsuz yönde olsun hatalı bir yaklaşım göstermek yerinde değildi. Ve mükemmel bir portre çizdi. Yani bu dürüst olsa, en azından Kemal Pir kadar hassas birisi olabilirdi dedim. Daha doğrusu o imajı veriyordu. Ama şu bazı zaaflarını tespit ettik; arkamızı döndüğümüzde müthiş numara çevirdiğini gördük. Belki kişilik zaaflarındandır, zindan etkisidir diyorduk, öyle kuşku verici yönleri vardı, anormal yönleri vardı. O da giderek sabırsızlandı, mutlaka sonuca gitmek istiyordu. Alenen anlaşma var demek istiyordu. İki-üç sefer dilinin ucuna getirdi, fakat daha sonra çakıl taşı gibi tekrar yuttu. İki-üç defa denedi, halen hatırlarda, “anlaşma yaptık TC’yle”, işte bu Özal’ın yeni yaklaşımları filan vardı, “gel sen de uy!” diyordu.
Zindanda işte yavaş yavaş bırakmalar vardı, yumuşamalar vardı. Sanırım o sözde taleplerin karşılanması, ama tamamen PKK’nin tasfiye edilmesi var. Bu dönemde Şener kilit adamdır. Gerillayı tasfiye etmeyi bir no’lu görev olarak kafasına koyuyor. Bunun için benden güç almayı taktiğinin en önemli parçası olarak kabul ediyor. Yani mükemmel kavrayan birisi. Çok zeki daha doğrusu, Fatma gibi böyle kurt bir kişilik. 1989’un sonlarında, 1990’ın başında bu plan aslında tamamen hayata geçirilecekti. 1988’in ortalarından sonra ve 1990’ın başına kadar biçilen bir yeni planlama sürecidir.
1990 sonu, bu planın da artık tam hayata geçildiği, IV. Kongre’yi gerçekleştirmeden PKK’nin tasfiyesinin gerçekleştirilmeye çalışıldığı bir süreyi kapsıyor. Avrupa’daki yargılamalar devam ediyor. Zaten önüne gelenler tutuklanmış, üzerinde teslim alma operasyonları devam ediyor. Avukat, Fatma onlar gizli çalışıyorlar. Avrupa’da bilinen faaliyetler böyle gidiyor. Dağda kuşkulu gelişmeler var. Kör Cemal gibi, Metin gibi, ya direkt ya dolaylı yönlendiren, yönlendirilen tiplerin yaklaşımları var. Gerilla zaten fazla güçlü değil. Yine Baran onların çabaları var. Özellikle Hakkari’de, Çukurca’da zırnık kadar gerillaya adım attırmama ki çok önemli bir çalışmadır, 1990’lara kadar diğer bölgelerdeki gerillanın da tutunma şansı fazla değil. Ama olanı da işte çok yönlü bir kontrolle etkisizleştirmeyi yöneldiler.
Dediğim gibi bizim Anakarargaha dayalı olarak bu yeni tasfiye planı etrafında o zaman Beka’ya çok sayıda ajan gönderildiğini biliyoruz. Kampın içine epey sızmaların yapıldığı belliydi. Hatırımdadır, yine Starda birisi çıkıp konuştu, Ersever’in öldürülmesinden sonra şunu diyordu; “biz APO’yu aslında 1990’larda yakalamıştık. Bize dirisini isteriz dediler”. Benim o zaman yaptığım yorum; diri değil de, Şenergilin tam hakimiyeti elde etmeleri için benim biraz daha yaşamam veya benden güç almaları gerekiyordu. Güç almadan Şener tam hakimiyetini kuramazdı. Şiddetle bağlıydı, çünkü hareketin tüm kadrolarını kontrol altına alabilecek imkanları elde etmemişti.
Hasan Bindal’ın şahadeti de bunun bir parçası. Muhtemelen bundaki kitle ve katılımlar bize bağlı olabilecek tiplere bağlanabilirler, dolayısıyla bir prova olarak onun katledilmesi söz konusu. Geriye bağlanmayacak veya farklı bağlanacak bir kişi olup-olmadığını denemiş, Güney kitlesi, bilmem gidip temel eğitim sahasında denemiş hepsini, özellikle kızlarla da epey oynayarak bağlamış. Semir de aynı yöntemi uyguluyordu. Fatma da kadın zaafını çok iyi kullanarak bunları etkilerine alabileceklerini ve bize bağlı kadroları da boşa çıkarabileceklerini kesinleştirmişti.
Denemeler başarılı tabii, burada bizim aldığımız bir karar Şener’i tam böyle kendini kanıtlayacak bir ortamın içine sokmaktı. Kemal Pir rolünü oyna dedim, tamam dedi, yaparım filan, çünkü o imajı geçirmek, sınamak gerekiyordu. Bu tabii onun planlarının allak-bullak olmasına yol açtı. Hemen şunu belirtebilirim ki; Şener bir general kadar etkili bence. Çok politik, kurt gibi birisi, yani taktikte ben ne isem, o da karşı tarafta odur. Yani hem de çok zeki, böyle hem de adım adım geliyor. Hamleye karşı hamleyle, ilişkiye karşı ilişkiyle cevap veriyordu. Ama halen ipler elimde tabii. Ve benim onun hakkında aldığım karar, onu planladığı gibi çalışmaktan alıkoyuyor. Çünkü kamp önemli, yine Güney faaliyetleri var.
Beni kontrole almak için ona söylenmişti, çünkü o zaman Cem Ersever’le yanında o öldürülen bir bayan vardı, işte onu bile yanımıza getirecek kadar etrafımızı kolluyor. Kürtçe öğrenmiş, birçok Güney’li KDP ilişkileri ile ilişki kurmuş, birçok ajan göndermiş. Burada mesele hal edilecek. Temel taktik bu. Şener de bunun önde geleni, esas hareketin başı gibi hareket edecek. Baş kopunca geride yaptığı çalışmalar var. Hatırlardadır yani, bir not, geçerken düşüyor mu, bir yere mi gönderiyor, işte oradan gönderilmiş bir not diye gönderdiler. Biz açtık, bir bayan arkadaştı -halen yaşıyor- kıyamet koparıyor, APO’nun ajanları arkamızda, işte keşfedildik. Aman Şener, şöyle Şener. Tabii ilahlaştırmış, “bizi bir an önce al, bizi mahvedecek”. O zaman bu, tıpkı Fatma olayında olduğu gibi suçüstü yakalanma gibi bir şey. Yani böyle gizli çalıştığı açığa çıktı. Tabii o zaman biraz daha tedbir alındı. Tekrar dönmek istiyordu. “Mutlaka gelmeliyim yanına”. Sanırım o da kaybettiği noktada kazanmak, yani biraz zaman olsaydı herhalde fiziki tasfiye de dahil, tüm yöntemleri deneyecekti. Bizim de tedbirlerimiz, yine ihtiyatlı, duyarlı yaklaşımımız var. Bunu da sanırım engelledi ve 1991’in Mart’ında kaçtı zaten.
Tabii onun öyle kaçması, tam örgütü ele geçirmemesidir. Taktik şu; örgütü ele geçirecek. İşte sağ bırakılması, APO’nun işte hemen tasfiye edilmesi, örgütün ele geçirilmesi için gerekiyor. Ele geçirebilmesi için zamana ihtiyacı var. Benden aldığı güce ihtiyacı var. Bunun için mutlaka ilişkileri benimle sürdürmesi gerekir. Bütün bunlar denk gelmiyor, giderek açık veriyor. Kongrede “bunu uygulamaya alalım” diyordu, “gerillaya saldırısı var”. IV. Kongre’de birçok arkadaş bunu fark etmiş, belgeler de var. Kuşkulanıyor. Dilaver gibi, diğerleri gibi, yani Semir onlar gibi mosmor kesiliyor ve işi kaçmakta buluyor. Dolayısıyla o kontrgerillanın diğer çalışmaları yarım kalıyor. Bazı tipler vardı, epey gelmişlerdi. Onları örgütlemeden veya fiziki saldırıya yönelmeden -ki güçleri var mı, yok mu, o da ayrı bir mesele- tedbirlerimiz vardı. Bir sürü böyle planlama çalışmaları 1991’in başlarından itibaren boşa çıktı.
Şimdi bu planlama dönemi de, çok önemli bir planlama dönemi ve gerçek bir tasfiye planlamasıdır. Ki birçok ayrıntı da söylenebilir ama esas itibarıyla böyle 1988’in ortalarından itibaren oldukça kapsamlı geliştirmiştir. Birçok boyutu vardır, özü budur. Karargahı ele geçirmekle giderek kongrede de tümüyle ele geçirmek. Hedef gerillayı hemen tasfiye etmek, PKK’yi işbirlikçi KDP türü bir örgüte dönüştürmek.
Başaramadılar tabii. Biz yine 1991’de daha da güçlenmiştik. Bu körfez savaşı dolayısıyla Irak’ın durumu önem kazandı. Yeni gelişmeler orada ortaya çıktı. Değerlendirmelerini istedik, yeterince değerlendirmediler. Bu sahayı biraz daha iyi kullanmaya çalıştık. Çok yoğun kullandık. Tecrübe artmış, olanaklar artmış, neredeyse her yıl 1000’e yakın kadro savaşçıyı burada çıkardık. Güney halkında gelişme hızlı, 1990’da bildiğiniz gibi Cizre, Nusaybin serhıldanları başlamış, ülkeye tümüyle yayılıyor. Kısaca, Özal’ın son planı da, kısmi bazı reformlar içerse de, başarısızlığa uğruyor. Özal hakkında, aslında yeni bir tavır geliştirdiler, “istemeyiz” diye.
Bildiğiniz gibi Demirel ve İnönü’nün yeniden hazırlanışı var. Genel Kurmay tarafından bu bir darbedir. Güreş hakeza, Özal ekibi yavaş yavaş gözden çıkarılıyor. Kesin başarısızlık nedeniyle Özal ekibi, özellikle Jandarma General Komutanlığı’ndakiler -ki savaşı yönetenler de onlardı- gözden düşürülüyor. Sanırım bazıları tasfiye ediliyor. Özal da Cumhurbaşkanı, birden bire tasfiye edemezler. Ama tamamen etrafını kuşattılar. Demirel, İnönü taktik icabı, önce “Kürt kimliğini tanıyoruz” dediler, o süreç 1992 oluyor. Bildiğiniz gibi Lice, Şırnak Newroz katliamı başladı. Ama halen hareket sürekli yeni bir planlama peşindeydi. Bu aşağı-yukarı 1993’e kadar geliştirildi. Onun ilk uygulaması Güney savaşımıydı.
1992’de Güney savaşı KDP ile birlikte yürütülüyordu. YNK’yi dahil etmişlerdi. Celal’i çağırdılar. Yalnız aralarında çelişki vardı. Özal kısmi reformlarla bu işin yürüyebileceği -ki Amerika görüşüydü ve bu halen devam ediyor. Demirel-İnönü ise klasik Kemalist politikayı sürdürüyorlardı, şimdi bunu Ecevit yürütüyor. “İmha edelim, bitirelim”, diğerleri ise, “bazı açılımlar sağlayalım” diyorlardı. Bu Özal’ın sonunu getirdi. Özal bunda ısrar etti. Yani askeri yolla bu iş tamamen halledilmez, jandarma komutanlığının hepsi bunu söyledi. Hatta en son Mete Sayar da bunu söyledi. Bu da tamamen tasfiyesiydi, bu da çok nettir.
Geriye 1993 darbesi -ki bu yalnız biz değil, bir çoklarının dikkatini çekmiş- 1993’ün farkı şurada; Özal’ın tamamen indirilmesidir. Çiller gibi bir çılgının Başbakanlığa doğru tırmandırılması, Demirel’in Cumhurbaşkanı olması, İnönü’nün babasının başbakanlık rolüne benzer bir rolü oynaması söz konusu. O DEP’li milletvekillerinin yine içeriye alınmaları ve faili meçhul cinayetlerinin çığ gibi büyütülmesi, büyük köy boşaltmaları, her gün katliam türü böyle yüklenmeler, Özal’ın tam tasfiyesi ile yani o eğilimin tamamen kırılması ve bu Kemalist-faşist ekibin bütünüyle işleri denetim altına almasıyla başlıyor. Bunlar 1994’te bunu doruk noktasına vardırdılar. Planın en şiddetli bu kısmı 1994 ve 1995’te, sanırım artık kendilerine göre plan tamamlandı. 1995 Newroz operasyonları vardı. KDP ile bağlantılı yürütülüyordu.
KDP’nin o zaman TC’ye çok bağlı olduğu net karşımıza çıkıyor. Celal, ABD ile İngiltere ile biraz bağlantılı. Bu ise yine Özal yönetimi, “PKK’yi siyasi bir güç haline getirelim, gerilladan uzaklaştıralım”. Ama ekip bunu kabul etmiyor, “tamam tasfiye edelim” diyor. Böyle bir çatışma da devam ediyor. Bu savaşa yansıyor, bu çelişkiyi görüyoruz, değerlendiriyoruz. Burada kilit rol KDP’ye düşüyor. Artık içimizde dayanabilecekleri fazla adam yok, örgüt içi sağlamlaştırılıyor. Çok geri, apolitik kadrolar da olsa, merkez rolünü oynamasa da, ama esas itibariyle de çalkalandırmayı yapabilecek yeni bir isim yok.
Esas rol KDP’ye düşüyor. Zaten o kaçanlar da KDP’nin yanında, Baran ve diğerleri orada üsleniyorlar. Kaçan tüm diğerleri orada, sahte bir PKK altında, diğerleri Almanya’da, Alman polisinin denetiminde -ki Alman-KDP ilişkisi Almanya-Türkiye ilişkisi, Türkiye ile KDP ilişkisi bu konuda ittifak diye sürdürüyor. Henüz ciddi bir yarık yok.
1995 Mart operasyonu, bu anlamda tarihin en kapsamlı bir operasyonu olmak yanında, siyasi sonuçları itibariyle de artık PKK’nin tamamen işinin bitirildiği bir son plan olması gibi bir anlama da sahiptir. Buna karşı tabii bizim gösterdiğimiz karşılık bellidir. Ortadoğu sahasına dayalı yaptığımız çalışmalar var, mevzi geliştirmesi var. Güney Kürdistan faaliyetlerine çok özel bir ağırlık vermemiz var. Orada çalışanların yozluklarına, sorumsuzluklarına rağmen, bizzat kendimiz olağanüstü ağırlık verdik. Unutmayalım ki, karargahımız bile savaşın anlam ve önemi konusunda kafa karışıklığını aşamadığı gibi, olanakları savaşa tam yatırmıyor.
Bu savaşın böyle yürüdüğünü hepiniz çok iyi biliyorsunuz. Çok apolitik, düşmanın genel planını anlamaktan uzak, en önemlisi kendi rollerini kavramaktan uzak, fakat buna rağmen, bizzat bizim çok kapsamlı yaydığımız bir güç vardı, onlar direneceklerdi. Yekitiyle ilişkili, taktik ilişkiyi de çok iyi değerlendirdik. Diğer, ülkeye, her alana, eyalete yakın dört-beş müdahale vardı.
Bütün bunlar birleştirildiğinde çok zorlansa da, aslında gerillanın yok edilemeyeceği açıktı. KDP’nin yine Güney’de yok edemeyeceği açıktı. Bilinen durum ortaya çıktı. TC birliklerinin uzun işgali kaldıramayacağı kadar, zorlanması vardı, uluslararası alanda da, maddi anlamda da geri çekilmeleri ardından bizim 1995’in ortalarından itibaren daha büyük müdahalelerimiz ve illa 1995 Ağustos’unu Güney hamlesi olarak ilan etmemiz, ilk bu adımı atmamız oldu. Biz çok iyi biliyorduk ki, KDP’yi, temel bir tasfiye halkası olduğu için halletmemiz gerekiyordu. Bu isabetli bir karar. KDP demek, aslında TC’nin en zayıf yerinden veya en can alıcı kısmından vurulması demektir. Planlarının belkemiği idi ve bunun kırılması demekti. Ve nitekim biz yine istediğimiz gibi savaşmamakla birlikte, çok hata olmakla birlikte KDP’yi önemli oranda etkisizleştirecek, düşürecek noktaya kadar getirdik. Ki bunda İran’ın rolü var.
İran tehlikeyi oldukça iyi sezdi. Eğer PKK tümüyle tasfiye edilirse, Irak’taki denetimi tümüyle yitireceği, Suriye’de bunu fark etti, dolayısıyla en azından faaliyetlerimize göz yumma veya bazı adımlarımızı atmamıza engel koymama biçiminde karşılık vermeleri buna eklenirse ki, hatırladığım kadarıyla Barzani “PKK gücünü İran’dan alıyor” diyordu. Aslında bu objektif olarak böyledir. Güç olmamız sınırlıdır. Ama ittifak yavaş yavaş gelişiyor. Bu ittifak KDP’yi de çok zorladı. Sonuç; derhal ateşkese geldi ve bizim yoğun etkimiz altındaydı. 1995’in 15 Aralık’ıydı. Bu ateşkes ilanıyla birlikte KDP’nin ve KDP’ye dayalı Türk planının, Türk Genelkurmay planının, buna bir de ABD-İsrail de eklenmeli, otuz yıldır PKK’ye dayalı Kürt planı, TC’nin KDP’ye son beş yılda ağırlıklı olarak esas aldığı Kürt planı felç oldu. Bu çok açık. Celal devreye girmek istedi. KDP büyük bir darbe aldı.
PKK de epey zorlandı. Yekiti kendisine dayalı bir plan geliştirmek istedi. Seçimler zamanında Ankara’ya temsilcilerini yolladı. Fakat işte bilinen seçim, daha değişik durumların ortaya çıkışı ve KDP ile bizim ateşkesle birlikte daha böyle yakın ilişki geliştirme durumumuz, Yekiti’nin, Celal’in de fazla etkili olmayacağı ortaya çıkıyordu. Ki, onu da kontrol altına almaya çalıştık, hem İran, hem burası üzeri. Öyle kendi başına fazla rol oynayamayacağını az-çok ortaya koyduk.
Şimdi gelelim bu yeni planlamaya. Bu durum açığa çıkınca, Türk Genel Kurmayı’nın yeni planı kesin hatlarıyla, bu en son büyük bombalamaya yol açacak kadar kapsamlı ele alınıyor. 1996 itibariyle, yılbaşından itibaren gelişmeler bir kez daha gözden geçirilirse, Çevik Bir’in bazı gizli temasları var. İsrail’e bir kaç defa gidip geliyor. Neden bu plan için İsrail ilişkisi çok önemli görülüyor?
Yeni dönem planlaması için Şam, temel hedef olarak belirleniyor. İsrailsiz Şam’ı vurmak mümkün değil. Hem siyasi, hem teknik nedenlerle. Ayrıca buraya kafa tutmak, kesin ABD desteğini zorunlu kılıyor. ABD desteğini sağlamak için öyle bir ilişki geliştirmek gerekir ki, -bu da İsrailsiz mümkün değil- bu plan temel bir aracısını elde etsin. Türk Genelkurmayı ki, daha sonraki açıklamalarında netleşti. Burayı hedeflemek istiyordu. Burayı hedeflemek için ABD’nin onayını almak, ABD’nin onayını almak için ise, İsrail’i devreye geçirmek gerekiyordu. İsrail’i devreye geçirmek için de, İsrail’le stratejik bir anlaşmaya izin vermek. Ve bu da çok popüler ve günümüzde İran’ı, tüm Arap alemini de ayağa kaldıran, işte “benim uçaklarım Türkiye’de eğitim verecekler, üslerde havalanıp denetleme yapacaklar”. Bu İsrail için çok önemli bir gelişmedir.
Türkiye’yi çok önemli bir riskin altına sokmak, bilakis İsrail’in emrine vermek, tabii bunun siyasi sonuçları da Arap alemini karşılarına almak. Ama eğer destek elde edilmek isteniyorsa, Türkiye’nin de bu tavizi vermesi gerekir. Buna bazı bahaneler de uyduruldu. Mısır’da, bilmem İsrail’le anlaşma yaptı. Ve Suriye de İsrail’le görüşmeler halindedir. “Ben de görüştüm, böyle bir anlaşma yaptım” diye geçiştirmek istedi ama, kimsenin bunu fazla yutacak hali yoktu. Bu temelde açığa çıkmış İsrail-Türkiye stratejik ittifakı, ABD’nin desteğini getirdi. Zaten Çevik Bir ertesi gün, yani bu stratejik anlaşmanın açıklığa kavuşturulmasından sonra geldi. Yine bu İsrail’in bir talebidir. En üst düzeyde, son elli yılda yapılan en üst ziyaret! Birçok anlaşma daha imzalandı; ekonomik, sosyal, ticari, bilmem turistik birçok anlaşma karşılığında.
Bunun en önemli bir parçası da, Mısır’daki o Şarl El Şeyhteki zirvedir. O zirvenin esas bir amacı, Türkiye-İsrail stratejik anlaşmasına geniş bir emperyalist devletle ve işbirlikçiler koalisyonuyla destek olmaktır. Dikkat edilirse, bu zirvenin en önemli bir amacı Suriye’yi çekmekti. Hatırlıyorum, Suriye’de bu kargaşaya yol açtı. Bu zirve aniden çıktı. Amacı nedir? Bunda bir karışıklık vardı. Ne yapılmak isteniliyordu? Tereddüt geçirildi. Tabii ardından tuzak olduğu anlaşıldı. Suriye yönetimi bunu anladı ve Hafız Esat gitmedi. Bu anlamda boşa çıktı.
Eğer gitseydi, Suriye’ye bazı kararlar kabul ettireceklerdi; “PKK’yi bırak, Hamas’ı bırak, Hizbullah’ı bırak, sana istediğin imkanları vereceğiz”. Tabii Suriye’nin bunu yapması, kendisinin direniş çizgisinden çekilmesi demektir. Ve ardından ne gelir, pek belli değildir. Hafız Esat gibi çok tecrübeli bir politika kurdunun bu oyuna gelmesi son derece zor. İran zaten karşı, Libya karşı. Geliştirilen bir plan vardı, Kürt meselesine ilişkin. Ürdün-İsrail-Türkiye planı. Celal Talabani bu konuda Londra’da melikle görüştü. Sanırım bu plan üzerinde ittifakları da oluştu.
Tabii Suriye zirveye gitmeyince, alınan karar artık Şam hedef olabilir. Taktik icabı, önce Güney Lübnan’da vurdular. O günkü basına da yansıdı. “Güney Lübnan’a vurursak, Şam’dan nasıl çıkacağını anlarız”. Fakat bu da umdukları gibi olmadı. Özellikle o mülteci kampların, vurulması vahşetin ortaya çıkması, uluslararası alanda İsrail’i güç duruma düşürdü. Fransa devreye girdi ve ABD’ye karşılık daha çok Arap yanlısı bir tutum içine girdi. Almanya pek o kadar rahat değildi. Bu yeni gelişmelerden, stratejik ittifaktan, Avrupa giderek sesini biraz daha farklı çıkarmak durumunda kaldı. Peş peşe heyetler burayı, Ortadoğu’yu ziyaret etti. Geriye daha sert bir adım atmak ki, bunun ilk işaretleri Mesut Yılmaz’ın 20 Nisan tarihindeki Antalya ziyaretinde yaptığı konuşmada ortaya konuldu. Çok açık; “Suriye PKK’dan vazgeçmezse cezasını çekecektir”.
Bir-kaç gün önce ABD basınını izlediğimizde, Güney Lübnan’da ateşkes olması hiçbir şey ifade etmez, asıl bela, tehlike Şam’dadır. Şam hedef alınmalı. Ve bu patlama olayı gerçekleştirildi. Ana hatlarıyla gelişmeler böyledir. Ve gerçekten çok kapsamlı bir plan olduğu, tüm bu gelişmelerde ana hatlarıyla da ayrıntılı işlenebilir. Görülecektir ki, bir çok önemli plan var. Şimdi bombalamayla elde edilmek istenen nedir? Onu biraz daha yakından değerlendirirsek; teknik olarak bombanın çapı değerlendirildiğinde ve biraz da hedeflediği durumlar ortaya konulduğunda bazı gerçekler karşımıza daha net çıkıyor.
Sanırım en az bir ton patlayıcı ki, yepyeni bir model, Amerikan tekniği ile hazırlanan bir patlayıcı olabilir. Yakıcılığa da yol açması için tüp gazları bağlanmış. Bizim o akşam yaptığımız bir telefon konuşması vardı. O konuşmanın burada yapıldığını sanıyor, bizim diğer ev var. Buranın Anakarargah olduğu, telsiz-telefonun sürekli burada konuştuğu, dolayısıyla bizim burada olduğumuz kesinleşiyor. Teknik olarak buraya etkisi, hemen yanına değil de, metre olarak buraya göre ayarlanıyor, fakat birbirine benzeyen iki kapı var, orada bir teknik hata yapılıyor. O diğer kapının önüne bırakılıyor. Bomba patlıyor bildiğiniz gibi. Aslında etkisi çok büyük, fakat uzakta patlaması bu yerleri sarsmış, camları, bilmem tavan düşmüş.
En az Güney Kurmay planlamasına göre yapımızın büyük bir kısmının imhası, eğer yeni bir patlama olsa gerçekleşecek. Şimdi bu önemli bir halka. Bugünkü basın özetlerini okuduğumuzda şu bilgileri görüyoruz; Genelkurmay Başkanı Diyarbakır’a geliyor, Dersim operasyonu başlıyor, yine Barzan köyüne yönelik, Gerdi mıntıkasından, Şemdinli’den başlayan kapsamlı bir operasyon var. Hürriyet’in bir başyazısındaydı, hemen dikkatimi çekti, bir başlık; “hareket kararı!” Ki okumadım, Ertuğrul Özkök, genellikle sağlam yerlerden bilgi almayla ünlüdür. Galiba burayı bombalamayla birlikte, çok kapsamlı bir hareket kararı alındığı açık. Dersim operasyonu, Güney operasyonu 6 Mayıs akşamı burada başlıyor. 7 Mayıs’ta da ülke genelinde başlatılıyor. Büyük hareket kararı, ondan bir gün önce Barzanilerle yapılan görüşmeler vardır. Hareketin bu görüşmenin bir gün sonrasına rast gelmesi de tesadüf değil.
Barzani’yi sadece kontrolden çıkarmakla kalmıyoruz. İran-Suriye’nin yakın ilişkileriyle birlikte, PKK’yi de yakın ilişki kurması, onların son otuz-kırk yıllık KDP aracılığıyla oynadıkları oyunun tamamen boşa çıkarılması kadar, TC’nin de son beş yıllık KDP’yi kullanma silahının ters teptiği görülüyor. Aynı zamanda ise Suriye yönetimi, Barzani’yi buraya çağırıyor. Bizimle görüşme gerçekleşiyor. Sonuç; “yirmi dört yaşatmayacağız”. Oradan sabahın yedisinde, Barzan köyüne doğru çok büyük bir askeri güç harekete geçiyor. Burada hedeflenmiş, devlet de, biz de, diğer alanlarda operasyonlar yoğunlaştırılıyor.
Büyük ihtimalle burası başarıya ulaşsa, işte baş kaybedilirse, organlar kolay etkisizleştirilecek. Hızla 40.000 kişilik ordu Barzan köyüne ulaşacak, orada da Mesut ya teslim alınacak, ya vurulacak, ya da kaçacak, başka hiçbir şansı yok. Tam kesinleştiremediğimiz bir diğer gelişme, Yekiti cephesindedir. En önemli bir adamı buraya geliyor. Büyük ihtimalle süreci gözetlemeye çalışıyor. Kendi gücünü topluyor, büyük ihtimalle plan başarıya ulaşsa, şu veya bu biçimde Barzani etkisizleştirilirse, kendisinin onun yerine hızla doldurmaya kalkışması ihtimal dahilinde. Türkiye ile yaptığı görüşmeler var. ABD ile yakın ilişki içinde. ABD’nin kesin tekrar Güney Kürdistan’ı kontrol altına alma planı var. Talabani’yle anlaşma, -ki, Ürdün anlaşması ile zaten ilişki belli- büyük ihtimalle bu plan içinde yer tutabilir.
Eğer burası tasfiye olursa ve Türk ordusu da Güney’e girerse, Mesut’u etkisizleştirirse, Talabani önderliğinde anlaşabilirler ve bu anlaşma olur mu, olmaz mı bu ayrı bir şey. Talabani kendini sık kandıran birisidir. Her tür plana da oynar. İyi plana da oynar, kötü plana da. Öyle karakterli bir kişilik. Tabii bir Ecevit planı vardır, bu arada. Yine günlük basına konu. Güya bugün on iki şart daha ileri sürmüş. Bu plan kesinlikle Kemalist tenkil, bastırma planı. Ki Mesut’u da bu konuda yönlendiren odur. Hükümeti yönlendiren “ikinci Atatürk” diye bir deyim çıkardı. Kürdistan’a gittiğinde şunu demeye getiriyordu; birinci Atatürk nasıl Batı’yı, Yunan’ı hallettiyse, ikinci Atatürk de Doğu’ya geldi dolaştı”.
Öyle kimsenin üç yıldır geçemediği Diyarbakır, Bingöl yolunu kullandı. Yine Bitlis yolunu kullandı. İddialı sözler söyledi. Başaran ikinci Atatürk olur denildi. Planını sundu. Amerika da planımızı kabul etmek durumunda dedi. Neydi o plan? Ki Saddam’ı da dahil ettirebiliriz. “Tutarız Güney’i, Güney Lübnan gibi, boydan boya huduttan 40 km içeri gireriz”, bütün stratejik dağlık saha Ecevit planının Güney’e yönelik yönü bu açıdan önemlidir ki, Genelkurmay planıdır. Zaten brifing verilmiş, “anlaştık” diyor. Gezisi de başlatmış oluyor, hazırlıkları çok yoğun. Müthiş askeri hazırlıklar. Herkesin dikkatini çekecek kadar, dünyanın haksızı. Şimdi anlaşılıyor ki, bütün bu hazırlıklar var, plan da var.
Mesut’u biz buraya çektik, kontrol altına aldık. Yekiti’yi tekrar bir işbirlikçi gibi kullanmak isteyebilirler, o konuda tedbirler alınmış. ABD temsilcisi Dutch gitti, geldi. Clinton bir gün öncesinde demeç verdi, “Kuzey Irak’ta PKK ve İran’ın çok faaliyetleri var” bu demektir ki, “ortadan kaldırmamız gerekir’” Hepsi böyle üst üste geldiğinde, işte bu bombalamanın başarısıyla birlikte, plan gereği Güney’e girilecek. Barzani bir hafta bile dayanamaz, yirmi dört saattir. Ya İran’a çeker gider, ya Türkiye’ye teslim olur, ya da imha olur. Şimdi Güney’de Talabani güçlerini topluyor. Büyük ihtimalle bir koz olarak, işte yine kaçan PKK’liler yanıma gelsin diyecek, tıpkı 1992-‘93’te olduğu gibi. PKK’yi yedekleyecek.
Türkiye Güney’de denetimi kesinleştirecek, Saddam’la ilişkiler de halledilinceye kadar veya boyun eğdirinceye kadar, işte orada yetmiş yıllık cumhuriyet tarihi ne yapmışsa, onu tam sağlama alıncaya kadar. ABD’de de kabul edecek. ABD’ye başka seçenek yok. Belki çelişki olur, ama PKK tehlikesinde anlaşma ihtimali de yüksek. Tabii böyle bir konum elde etme, hem İsrail-Türkiye stratejik anlaşmasının bir gereği olarak, ABD’nin de onaylamasıyla ile İran tamamen sıkıştırılacak. Bir muazzam güç İran sınırına kaydırılmış Güney’in halledilmesiyle birlikte Güney’den de yine tamamen kuşatmaya alınacak Suriye kuşatmaya alınacak, bunlar da ortak amaç gereğidir. Ve işte Dersim’deki planı da yürüyor diyelim, çok darbeyi vurmuş, kalan gruplar dağda sıkışıp yozlaşacak gruplardır, fazla direnme şansları yok. Olsa olsa beş-altı aylık olur. Garzan’a yönelik var, zaten Serhat’a yönelik günlüktür.
PKK gücünün yoğunlaştığı Güney Anakarargahı var. Oralarda askeri gücü kontrol altına alınacak, büyük ihtimalle tamamen etkisizleştirilecek ve böylece de bu büyük bir stratejik plana göre, bütün bu Batı emperyalist devletlerin zirvede buluşması, Türkiye-İsrail’in başını çekmesi, muazzam askeri yığınak ve Şam’ın böyle burada vurulması. Tabii bunlar plan. Gerçeklikle tıpatıp aynı olamaz. Her alanın başarıya gidip gitmemesi apayrı bir sorun. Şimdi bu son planın diğerlerinden farkı çok açık, işin içine tümüyle Türk Genelkurmayı girmiş, tüm ordu birliklerini harekete geçirmiş ABD’nin onayını almış. İsrail’in desteğini tam almış ve yine hedef yalnız PKK değil, İran ve Suriye’yi hedef almış, KDP’yi artık gözden çıkarmış veya en azından ya teslim olur ya da biter.
Yine Kürt işbirlikçileri “olsa da olmasa da yürüteceğiz” diyor. Kısaca eski anlayışı aşıyor. Özellikle ABD belki rahatsız olabilir, ama o da kabul etmek zorunda. Çünkü PKK’nin tasfiyesi ABD’nin de İsrail’le stratejik çıkarlarına uygun. Çünkü Irak kontrol altına alınıyor, İran kuşatılıyor, Suriye kuşatılıyor. Bunun karşılığında da ABD’nin bu planı desteklememesi de düşünülemez. İsrail var, tek stratejik müttefik olarak İsrail yoluyla ABD’nin de bu plana yatırılmaması düşünülemez. Fransa belki, Almanya belki tam buna yatmayabilir, nitekim bizim bazı Almanlarla yaptığımız görüşmeler, sanırım bu gerçeği ifade ediyor. Fransa biraz daha farklı davranmak istiyor. Muhtemelen bundan sonra bu fark daha da gelişecektir ve böylece plan şimdiki haliyle en temel halkasından başarıya gitmedi.
En temel halkası başarıya gitmeyince tabii halkalarda fazla başarılı olacağı düşünülemez. Planlamanın kilit noktası bizim burada darbe yememizdi. Baş daha güçlü, sağlam kalınca, çalışmalar bir çok karargahta da sağlam yürüyünce, Dersim’e saldırmış, Amed’e saldırmış, şuraya saldırmış, budama kabilinden bazı darbeler olabilir. Esas hamlemizin önüne geçilmez veya yürüttüğümüz hazırlıklar bizi rahatlıkla önümüzdeki süreci gerillada daha sağlam mevziler tutmaya götürür. Doğru gerilla tarzına zaten ulaştırma ihtimali yüksek, siyasi ittifakımız müthiş gelişti. Boşa çıkarılınca, önemli bir kazanımın, siyasi ittifakımızın Ortadoğu’da gelişmesidir. Biz fiilen bir savaş müttefiki gibi konum arz edeceğiz. İran-Suriye halkası arasında üçüncü bir halka olarak yer tutacağız ve KDP’yi daha sıkı denetime alacağız. Yekiti de gelmek zorunda, gelmezse bitmek zorundadır.
Almanya, özellikle Fransa bu konuda farklılaşabilir. Bunlarla diplomatik ilişkilerin gelişme durumu var. Rusya’yla zaten gelişiyor. Bu tabii siyasi ve diplomatik anlamda da TC için büyük bir başarısızlıktır. Hatta denilebilinir ki, plan son derece ters tepmiştir.
Stratejik ittifak, stratejik plan TC için belki de tarihin en olumsuz bir adımı olarak rol oynayabilecek. Tabii vazgeçer mi plandan? Vazgeçeceğini sanmıyoruz, zaten birlikleri hareket halinde. Burada bu bombalamayı yapan başka bir bombayı da şimdi hazırlıyordur. Belki de gölgemizi takip eder. Operasyonları Güneye doğru sarkıyor, genişletebilir. Dersim daha da geniş bir operasyona tabi tutulabilir. Barzani, Suriye burayı yönetebilir. Ama en önemli adım başarıya ulaşmayınca diğer adımların başarı şansı gittikçe azalır.
Bizim yoğunca hazırlıklarımızın daha da geliştirilmesi, karargahların rolünü artık iyi oynamaya başlamaları, gerillanın gerçekten doğru tarzı yakalaması, gelişmeleri bizim adımıza lehimize hızlandıracaktır.
…
Herhalde şunu artık görüyoruz ki, demek ki, gelişmeler umduğumuzun da, kavradığımızın da çok üstünde, çok yüksek bir gelişme temposunda yürüyor. Bu bombalamayı bizzat kendi gözlerinizle gördünüz. Bunu bütün PKK içine düşmüş bir bomba gibi değerlendirebilirsiniz. Bombanın örgütleniş şekline bakın, arabanın bütün parçalarını karış karış ufalayabiliyor. Bunu siyasi, örgütsel anlama getirirsek, her örgüt imkanımız ne kadar büyük olursa olun, bir karış kadar, ufalayacak kadar şiddetlidir. Bombanın örgütleniş düzeyini, genelde operasyonlar, işte biz PKK’ye dayatılan her tür baskıya, işkenceye benzetirsek, karar, uygulama, yönetimi un edecek şiddettedir.
Yani beyniniz, biraz yorumlama gücünüz varsa, bu anlamda düşmanı tanıma, hissetme dürüstlüğünü gösterirseniz, öküzün trene baktığı gibi değil de, insan duyarlılığının yüksek, özellikle askeri, siyasi duyarlılığın gereklerine göre düşünür ve duyarsanız düşman, demek ki un gibi hücrelerinize kadar dağılmak istiyor. Tabii dediğim gibi ideolojik, örgütsel, askeri fiziki dağıtmadır. Siz burada Önderlik gerçeğini de biraz gördünüz, Önderlik gerçeğinin de bu dağıtmaya karşı kendini yoğunlaştırma, çelikleştirme, bir atom çekirdeği halinde yoğunlaştırma durumu var. Yoğunlaştırma aslında düşmanın un-ufak etme yöntemlerini etkisizleştiriyor.
Demek ki, her militan, yoğunlaştığı düzeyde askeri, siyasi, ruhsal olarak kendisini son derece çelikleştirdiği, çekirdekleştirdiği, ufuk, irade, olanak, azim ve bilinç gücü olarak sağladığı gelişme karşısındaki düşman planını boşa çıkartabilir. Bunu sanırım çarpıcı olarak gördünüz ve o gökten saçan alevler, uzun süre her tarafımızı boğan is, başımıza düşen parçalar, sadece bunu size biraz hissettirdi. Biz bunu uzun süredir, söz gücüyle size hissettirmeye çalışıyorduk. Tabii söze tam gelmiyorsunuz. Kafalarınızı yıllardır vuruyorsunuz dağa-taşa, o da sizi fazla yumuşatmadı. Ama bu bombalama sanırım biraz başınızı yumuşattı, yani öyle tahmin ediyorum.
Önderi yumuşatması ve Önderi biraz daha anlayışa çekmesi sizin gibi değil. Çünkü ben eskiden beri düşmanı doğru değerlendirmeye çalışırım. Düşünce gücü, duygu gücü, düşmanı an be an hesaba katar ve bu da benim işte mevziimi kullanmama, sözümü sarf etmeme, ilişkilerimi kurmama, bütün adımlarımı ayarlamama yol açar. Sizde olmayan bu işte. Bu bomba sanırsam bu konuda sizin için de çok parlak, eğitici bir örnektir. Bütün parti için, halk için, hatta eğer anlamak mümkünse bir hikaye gibi de anlatabiliriz. Edebiyatı güçlü olanlar bir bomba hikayesi adı altında değerlendirmeye konu edebilirler. Hatta romantize ederek, işte benim de anlattığım gibi bu bomba tam içinize düşebilirdi de. Yani tesadüfen veya bizim geneldeki tedbirlerimiz, buradaki mevzilenmemiz etkisini mutlaka sınırlandıracaktır. Öyle oldu. Ama düşman istediği gibi yaptı ki, başka yerlerde yapıyor da.
Düşmanı böyle savaşa çekmek, işte savaş ve kazanma sanatı dedim ya, öyle bir savaşçılık tarzını yürütmekle mümkün. Yani ben aslında savaşmadan kazanıyorum. İlke bu. En son, düşmana attırdığımız bir adım da budur. Onun buraya bomba atması, mükemmel bir savaşmadan kazanmak için bana verilen en büyük hediyelerden biridir. Daha doğrusu bu noktaya geldi. Benim için bu müthiş bir güçlendirme bombasıdır. TC Genelkurmayı’nın göbeğine vursaydı, beni buraya vurduğundan daha fazla güçlendirmezdi. Çok paradoksal geliyor ama gerçek sonuç da bu. İşte düşmanın bombasıyla kendini güçlendirme sanatı buna denilir.
Kendi payımıza ben savaşı, savaşmadan kazandığımı, en az şimdiye kadar bunu başarıya götürdüğümü söyleyebilirim. Ama sizin de, sanırım artık kendi gerilla tarzınızı da kazanma noktasını yakalamanız gerekir. Gerek bu bombadan, gerekse bu “savaş sanatı” tecrübemizden çıkarmanız gereken, en önemli sonuç budur. PKK’nin hazır imkanlarını düşmana kaybettirme sanatının önüne geçmeniz, kendinizi ucuz savaştırmanın da, daha çok da “savaştırmadan kaybetme” diyorsunuz değil mi, sizin çokça kendiniz için kullandığınız bir değerlendirme var; “savaşarak değil, savaşmadığımız için kaybettik”. Benim için tersinedir. Savaşmadan savaşı kazanmak diyorum ben ona. Siz ise tersini uyguluyorsunuz. İşte şimdi bunu düzeltmek gerekir. Hem de çok çarpıcı, çok hızlı bir biçimde.
Bu büyük patlama bütün bu konularda bizim için en uyartıcı bir ders olmuştur. Düşmanın bu planı, bu patlamayla en büyük başarısızlığa doğru gitmiştir. Gerisini tamamlamak, şimdi her zamankinden daha fazla imkan dahilindedir. Bu son bombanın alevi içinde düşmanın bu insanlık dışı politikasını ve onun uygulayıcılarını yerle bir etmek mümkündür. Bu aynı zamanda tarihle en şiddetli hesaplaşmadır. Ne mutlu ki, bu imkanı bize verdi. Ben bu temelde tekrar diyorum ki; hem bu bomba nedeniyle partimize, halkımıza geçmiş olsun ve aynı zamanda ortaya çıkan bu çok önemli gelişmeler nedeniyle de kutlu olsun.
Mayıs 1996
Reber Apo
- Ayrıntılar