Basına ve Kamuoyuna!
1. 2 Eylül günü saat 16.00-17.00 arasında Dersim’in Pülümür ilçesi ile Bingöl’ün Yedisu ve Kığı ilçeleri üçgeninde bulunan Gabzo, Bağır, Şehit Cihat, Golê, Şehîd Hesen ile Sirkut alanlarına yönelik olarak TC ordusuna ait kobralar tarafından bombardıman yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Yeni bir pehlivan çıktı meydana. Kemal Sunal’ın filmlerinde en sevdiğim sahnelerinde biri her zaman “iki yiğit çıktı meydana her biri birbirinden merdane” sözünün sarf ettiği andır.
Toplumlarımız hodri meydan diye ortaya çıkanlara her zaman imrenmiştir. Tarihi toplumsal dokuları nelerdir sorularına cevap vermek yerine bunun toplum nezdinde kabul gördüğünü varsayarak geçmek istiyoruz.
Gerçekten de toplumumuz ya da toplumlarımız hodri meydan diyenlere saygıdan hiçbir zaman kusur etmemiştir. Cesaret hem de bireysel cesaret bizlerde kutsanmıştır. Kabul görmüştür. Medeni toplumlarda bu bireysel cesaret yerine çoğu zaman medeni cesaret diye bilinen bilimsel ve ortamı gözeterek en doğru olan tutumu takınma cesaretidir. Akıl gücünü yürek gücüne katarak gösterilen cesaret daha fazla kabul görmektedir.
Evet, hodri meydan demek yürek işidir. Ancak toplumumuz ya da toplumlarımız her zaman olduğu gibi akılsızlığı da içeren, yer yer ahmaklığa kadar giden cesarete de uygun tanımlamalar getirmiştir. Batıda bu tür cesarete kimileri Donkişot cesaret diyor. Tabii ki Donkişot cesareti sadece bir akılsızlığı içermiyor kendi içinde birazda saflığı, temizliği, inancı da içerdiği için bizim anlatmak istediğimiz durumu tam ifade etmiyor.
Bizde “yenilen pehlivan güreşten doymaz” derler. Hodri meydan deyip yenilen, ancak yenildiği halde tekrar mindere çıkan, tuş olmasına rağmen tuş olmadığını iddia ederek yeniden minderlere çıkıp “hodri meydan” diyenlere de bu kez tersinden toplumumuz sıcak bakmıyor. Küçümsüyor. Alaya alıyor. Böylelerine -Abdi ismindeki arkadaşlar alınmasınlar- “Avanak Abdi” diyorlar.
Şimdi gelelim konumuzun özüne. Yıllardır Kürdistan özgürlük hareketine karşı inadına saldıran bir TSK var. İlk günlerde bizleri çapulcu, eşkıya görerek 12 saatte bitireceklerini söylediler, sonra bu 12 saat oldu 24 saat, daha sonra bu oldu 72 saat derken, 72 ay’ı da geçti. Söylemesi kolay tam 26 yıldır dünyanın en anlı şanlı ordularından olan, tarihi geçmişi kendilerince sadece ve sadece zaferlerle örülü olan, dünyanın en sayılı emperyalist kan emmici güçleri olan ABD, İsrail, İngiltere’nin de desteğini peşinen alan ve de Kürtleri boyunduruk altında ısrarla tutmaya çalışan sömürgeci güçlerin de özel saldırı ve işkence destekleri de cabası…
Arada tam 26 yıl geçmiştir ve TSK halen PKK’yi bitireceğini söylüyor. Halen kökünü kurutacaklarını dillendiriyorlar. Ve halen…
Yenilen pehlivan güreşten doymaz mı diyorlardı? Türk genelkurmay başkanı olan Başbuğ daha Kara Kuvvetler Komutanı iken Zap’ta boyunun ölçüsünü almıştı. O söylenen “yağdan kıl çekercesine geri çekildik” sözü yerine “yağdan kıl çekercesine arkamıza bakmadan kaçtık” sözü daha anlamlı olur ya da olurdu.
Evet, Başbuğ’un tüm pratiği bir fiyaskodur. Yenilgidir. Ezilmişliktir. Ve ağlamaktır. Herhalde tarihte bir genelkurmay başkanının bu denli başarısız olduğunu ilk kez yaşıyoruz. Kaldı ki bu başarısızlık sadece ve sadece askeri sahada yaşanan bir başarısızlık değildir. Kendi ordusunu yönetmekten aciz, perişan, derbeder bir komutan ancak bu kadar olabilir.
Tuhaf bu kadar başarısız, yenilgili, halden düşmüş bir komutan -ki böylelerine ne kadar komutan denilir ona tarih karar versin- kalkıp hödlemesi, parmağını sallaması ve yeniden yeniden “hodri meydan” demesi insanı düşündürüyor. Bir de öyle entel dantel geçinmesi yok mu? Hani aydın, olgun, oturaklı, akıllı, politik manasında… Bre adam derler kuyruğuna basıldığında bağırıp çağıran bir genelkurmay komutanı ya da başkanı bir kere kendisini devre dışı etmiştir. Bir kere böyle biri ofsaytta düşmüştür. Kendisini maçtan saha dışı yani taca atmıştır.
Ama yine de bu zatı haliniz bu kadar derbeder olmuşken de giderken de hödlemesi yok mudur? Tek kelimeyle ayıptır ayıptır derler.
Evet, yenilen pehlivan güreşe doymazmış derler ancak sanki bu Türk genelkurmaylığının pehlivanlığı bu atasözünü çok gerilerde bırakıyor. Onlarca kez tuşlanmış, minderin dışına itilmiş, kirli oyunlarıyla kart görüp minderden atılmış olan bu genelkurmay başkanları halen hötlüyorlar. En son bunu Işık Koşaner’de yaptı. Ve öyle görülüyor ki yapmaya devam edecektir.
Biz yenilen pehlivanların psikolojisini artık anlamış durumdayız. Gurur mudur, gurursuzluk ve arsızlık mıdır, başka çare bulamadıkları için çaresizlik midir bunları tam çözmüş değiliz. Her halükarda bir tersliğin yaşandığını görüyoruz. Ve bu duruma yeni bir isim takma zamanı geliyor. Onu yakında buluruz. Bulduğumuzda herkesle paylaşırız.
Ancak daha tuhaf olan ise bu kadar perişan olmuş böylesine komutanları birilerinin kalkıp dalkavukça övmesi yok mu! Bre adamın delinmedik, dikilmedik yeri kalmamış. Sen böyle birisini ya da böylelerini nasıl temize çıkarmaya kalkışırsın. Meğer bu yenilmiş pehlivanların yenilmediklerini, tersine minderdeyken ayaklarının kaydığını, hakemlerin hile yaptığını, aslında yenecekken karşıdaki oyuncunun kurnazlık yaptığını, asıl yiğit ve kazanacak ve kazanması gerekenin o ve onlar olduğunu söyleyenler varmış. Örneğin Fikret Bila bunlara çok kötü bir örnek. Meğer bu yenilmiş pehlivanlar da buna inanırlarmış.
Evet, bu kadar dalkavukluk olmaz ki! Kürtçede biz buna şoloz diyoruz. Bu kadar şoloz bu şekilde moloz olarak kaldıkça bu yenilmiş pehlivanları biraz da olsa akli selime davet etmek zor olacaktır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Toplum belleğinde bazı görüntüler klişenin ötesinde bir anlama sahip olur.
Hele hele 26 yıl boyunca sene de bir defa bunlar yayınlansa, yayınlandığı günde tek gündem olsa.
Artık onu izleyebilmek ve dinleyebilmek için, onları sindirebilmek için midenizin çok güçlü kaslarının olması gerekir.
Bugün de bu sözünü etmeye çalıştığımız görüntüler yine bütün kanallarda haber niteliği taşıdığına inanıldığı için haber servisleri tarafından birinci seçilmişçesine, izleyiciye yoğun bir bombardıman altında belletilmeye çalışıyordu.
İşte protokol nasıl oldu, neler söylendi, Ergenekon-balyoz sanıkları, tanıkları mağdurları, mağdureleri hepsi tek kadraja devlete ait bir aile fotosu haline geliyordu.
Olayın magazinsel yönü bir yana da, Başbuğ’un yaptığı açıklamaları yakından dinlemek ve tahlil etmek, yakın gelecekte yaşanacakları daha iyi anlamak için önemli bir husus olmaktadır. Hem sadece bu gün söyledikleri değil, bir-iki gün öncesinde de bir-iki kere tekrarladığı söylemleri de bu ufak siyasi hesaplamanın içine katarak, bir sağlama yapmak gerekmektedir.
***
Geçtiğimiz günlerde kendisini hala “bir teğmen” olarak hissettiğini söylüyordu. Ki bu söylemin sahibi yaklaşık kırk beş yıl boyunca üniforma giymiş, sabahın köründe kalkarak, günlük hır-gür içerisinde, vatan-millet sevgisi bir yana çocukları daha iyi okusun, bu kulvarda sunulan her türlü imkanı sonuna kadar tırtıklayabilsin diye hiç durmadan didinip/tepinmiştir.
Ta ki bu majör oyunun son dakikalarına geldiğinde; sanki daha yeni oyuna başlayacakmış gibi “teğmen” hissiyatında olduğunu söylemiş ve nerede kalmıştık dercesine bir vaziyete bürünme ihtiyacını hissetmiş durumdadır. Elbette bunda en büyük etken olaylı 4 Ağustos toplantıları olabilir. Fakat bunun yanında böylesine ciddi sorumluluklar almış, bir devletin savunma güçlerinde geçirdiği kırk beş yılın içerisinde sayısız insana amirlik yapmış böylesi bir insanın bugün, somut zemine dayalı gerçeklikten bu kadar kopuk değerlendirmeler yapıyor olması çok anlaşılır olamamaktadır.
***
İnsan türü denilen canlı organizma daha çok gelişme evrelerinde kendini tezahür etmede hayal gücüne çok sıkı bir şekilde bağlı kalır. Hatta bu hayal gücü o dönemler itibarıyla sanki yaşamın demir eşyasıymış gibi fırsat bulduğu her anda saldırıya geçer ve insanı bulunduğu durumdan, geçirdiği zamandan soyutlayarak kendisini o frapan seyre daldırıverir. Ama bu durum daha çok 15 yaşındaki gençler ya da 8 yaşındaki çocuklar için geçerli olmaktadır. Yani bu durumu yaşayan emekli bir genelkurmay başkanı ise sorun ciddidir ve bu hayal âleminde sörf yapmaya çalışan zatın böylesi bir görevi nasıl yerine getirdiği bütün tartışmalara açık olmalıdır.
Bu noktada devreye F. Bila girmektedir. Yani Ankara temsilcisi olduğu halde ve o kadar kitap yazmasına rağmen düşüncesinin sığlığında kulaç atan ve bunun yanında şakşakçılıktan bir türlü vazgeçemeyen bu muzdarip yağız formattaki gazetecinin İlker başbuğ’un karinesine takdir vermeye çalışması herhalde onun da kendisini basit bir muhabir olarak gördüğünü veya hissettiğinin dışa vurumu olmaktadır.
***
Şöyle bir düşündüğünüzde göreve ilk geldiği yılın sonbaharında, gerillanın Bezele eylemini gerçekleştirmesi üzerine köpürerek konuşan, demeç vermekten çok diş göstermeye çalışan başbuğ’un bu minvalde zaman zaman yaptığı her açıklamanın özü bu olmuştur. O dönemde bazı kanaat önderleri saldırının kimyasını bozduğunu yazmaları aslında yaşanılan açıkça ifadeye kavuşmuş hali oluyordu. Ama Bila’ya göre bu başarı halkalarının ilkiydi herhalde…
***
Sonrasında yaptığı birçok açıklama da M. Weber vb. düşünürlere atıfta bulunmaya çalışan bazı zamanlarda iyi İngilizce bildiğini göstermek istercesine low ile love kelimeleri arasında seyr-ü sefer yapmaya çalışıyordu. Ee! Ne de olsa başarılı bir ordunun komutanıydı ve İngilizcesi de sular, seller gibi olmalıydı.
Fakat gerçek zeminin soğuk siyaset koridorlarında bunun böyle olmadığını çok iyi anlayan başbuğ, daha sonrasında ortaya çıkan belgeler, ses kayıtları karşısında küstü, oyundan geçici bir süreliğine çıktı. Kendi sırça köşesinde büzülüp kaldı, açıkça dile getirilmedi ama yenilgiyi kabul etmekten başka çıkar olduğunu kabullendi. Yanında, yöresinde bila gibi uç kuruşa on takla atmaya çalışan çakma aydınlar doldu. İsmi zikretmeye gerek yok herhalde, hani yağız muzdarip formatlarda bulunanlardan söz etmiştik.
***
“Allah Allah deyü” saldırıveren askerlerinin mahremiyetini korumaya çalıştı ve her defasında simetrik saldırıların yürütüldüğünü, bunun karşısında ise TSK’nin ilke ve inkılâp sahibi olduğunu ve gnostik felsefede bir milim dahi sapmadığını söyledi, kemiği kapan çizer-yazar takımı bu şekilde ses çıkarmaya başladı.
Velhasılı bu bapta konuyu uzatmak, bunlara benzer örneklerle çeşnilendirmek mümkündür.
Fikret Bila gibi varlık gerekçesi bu sahte gerçekliklere havlamak olanların bu konumda olmalarının temel nedeni zaten düşünsel kısırlığın dibe vuran bu örneklerinden ileri gelmektedir. Fakat yine ufak bir hatırlatma gereği vardır; hem Bila’ya hem de Bila klâsında yer alan diğer şakşakçılara;
Eceli gelen türdeşleri gibi caminin avlusunu kirletmeye çalışmasınlar!...
Sonra Ankara’dan ve TC’den geçen “emekli bir teğmenin” onlara yapacağı herhangi bir şey yoktur.
Bunların karinesi ise üç metre beyaz bez ile yarım tona yakın toprak olur.
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
İnsanlığın yeşerdiği topraklardan kilometrelerce uzakta bir göçmen olarak dünyaya açtığı gözlerinde hiçbir zaman umudu eksik etmedi. Bir göçmenin yaşadığı zorluklara birde kültürel, siyasal ve ulusal sömürünün tavan yaptığı bir kimlik eklenince, insan olarak ayakta kalabilmek için tutunacağı tek dal bu umudun bakışıydı.
Tüm zorluklara, tüm baskılara karşı direnerek, onu topraklarından ayıran sisteme ve sistemin güncel temsilcilerine cevap verecekti. Çünkü bu umutla harlanmış alev gözler ona bu arayışı zorunlu kılmıştı. Belki de hakikat arayışçılığı, fikri, zikri ve fiili militanlığındaki bütünsellik bu şekilde en güzel anlamına kavuşacaktı.
Uzun yıllar yabancı olarak yaşadığı İsviçre’de kirliliğe, çalıntı yaşamlara, sömürü ocaklarına, kısacası insana dair tüm güzelliklerden uzaklaşmış bu insanlık canavarı Avrupa sistemine “yabancı” olarak kalmaya başarmıştı.
Gözlerindeki umut ateşini ve kirliliğe yabancılığı katıp çantasına doğduğu topraklara gittikçe yakınlaşmak için yola koyulmuştu. Bu yolculuğun, bu militan arayışın diğer bir durağı da İstanbul olacaktı.
O İstanbul ki hem modernite canavarının larvalarını çoğalttığı, her an, her saniye damla damla kanserleşen hücreleriyle hastalıklı bireyler yaratan hem de bu kirlilikle yaşanılamayacağını anlayıp mücadele militanları yaratan, metropol-getto, gökdelen-gecekondu vs. bileşimi bir de dualiteydi.
Bu ikilem ve karşıtlık içinde seçtiği yol onu bir dergâha ulaştıracaktı. Adı gibi ulaşacağı dergâh da Derviş’ane olacaktı ve o seçimini “hiçbir yasa, özgürlük yasasının üstünde bir güce sahip değildir” den yana yapıp “Özgür” olmayı seçecekti.
“Derviş” i olduğu İstanbul onun kahramanlıklarına da tanıklık etmişti. “Özgür” olmaya doğru yürüdüğü yolun ilk etaplarını bu dualite de aşarak bu şehire onlarca anı bırakmıştı. Bu anılar dilden dile dolaşarak canlılığını korumaya devam ediyor. Faşizme indirdiği yumruklar, yağdırdığı taşlar ve Molotoflar halen cesaret imgesi, kampüslerde yankılanan “ya özgürlük hareketinin yanında olursunuz, yada katil devletin yanında”, “sizin asker-polisiniz varsa,bizimde dağlarımız var” sözleri halen mücadele gerekçesi ve yöntemidir.
İstanbul Üniversitesi Avcılar Kampüsü daha öncesinde de nice özgürlük kahramanlarına tanıklık etmişti. Güney batıda kahramanlaşan Ş.Hüseyin (Bülent Doğan), Kelareş’te ölümsüzleşen Ş. Cumali (Salih) ve Besta da çığlık olan Ş.Ekin(Esra Bulut) ve onlarcasının izinde yürümek için yönünü dağlara vermişti. O da biliyordu ki “tarihte umut arayışları hep hakim sistemlerin kıyılarında, dağların ve çöllerin kuytularına sığınmış topluluklarda aranır”’daki gibi olması gerekiyordu.
Bu DERVİŞ’ane arayış, bu umut onu “özgür”leştirmişti artık. Kirliliğe, zulme, ihanete, insanlığın gün gün yitimine karşı seçimini dağlardan yana, hakikat arayışçılığının fikri-zikri-fiili militan bütünselliğinden yana yapmıştı.
Onun ve ondan önceki kahramanların okul arkadaşı ve mücadele arkadaşı olarak bizimde seçimimizin “dağlar” olması gerekiyordu. Onun mücadeleye bağlılığı, bu mücadeleye bağlılığın gereği olan mücadele biçimi ve seçimi bize de tek yol bırakıyordu: bu yaşam abidelerine “yoldaş” olmak, “heval” olmak.
Bu, amaçla yönümüzü “özgür”lüğe, tüm yaşam biçimlerine alternatif olan İmralı Güneşinin yaratımı dağlara verdik.
Söz verdiğimiz halde buluşma mümkün olmadı. Onu tanıma, görme şansını yakalamış olan yoldaşlarla yapılan tüm sohbetlerde onunla buluşamamanın eksikliğini gidermeye çalıştım. Bu şansı yakalamış olan yoldaşların gözlerinde onun gözlerindeki umut ateşinin etkisini okuyabilmek hiç zor olmadı.
2 Eylül 2008 günü Tezvan karakolunda Bingöl şehitlerinin intikamı ve Önderliğe yapılan saldırılara cevap olmak için, yıldırım gibi çaktığı kampüslerdeki gibi faşist-ordu sürülerine ağır darbe vurarak 36 düşman askerini öldürüp, onlarcasını yaralayarak 3 arkadaşıyla birlikte ölümsüzlük tacını giyen Özgür Roni Arkadaş, günlerce düşman gündemini sarsarak, gençliğin nasıl “intikam” gücü olduğunu kahramanlaşarak göstermişti. Eylemden sonra tüm güçlerini bu bölgeden çekip kaçan düşman, halen bile Tezvan’dan geçemiyor. Yaşamına layık şahadetiyle, özgürlük saflarına katılan onlarca gencin “Özgür”, “Roni”, “Derviş” ismini almasına ilham kaynağı olarak ölümsüzleşen Özgür Roni arkadaş, şahadetiyle bile düşmanı çıldırtmaya devam edecektir.
Gözlerindeki umutla “Özgür” lük, yaşamı ve mücadelesi ile tüm karanlıklara “Roni” olan Dervişimizle hakikat arayışçılığında buluşup O’nu görme, O’nu yaşama, O olabilme umuduyla anısına bağlılık sözümüzü yineliyoruz.
Amed Adıl
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 31 Ağustos günü 16.00-18.00 saatleri arasında Hakkari’nin Yüksekova ilçesine bağlı Şitazin köyü çevresine yönelik olarak TC ordusu tarafından havan ve obüs saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 30 Ağustos günü 14.00-16.30 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Haftanin’in Partizan ve Heliz Tepeleri ile Êrê köyü, Alaniş, Ava Gûzê ve Şehit Viyan Vadisine yönelik olarak TC ordusu tarafından havan ve obüs saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Bir şu T.C devletine bakın, birde O’nuan kimyasalcı ve ağlayan generali Boşbuğ’a bakın.
Bir zamanlar nasıl esip gürlüyordu.
Bir zamanlar nasıl kimyasal silah kulanıyordu.
Gerilla karşısında yenilince.
Bir zamanlar nasıl entel u mentel kesiliyordu.
O yazardan, bu yazardan paragraflar okuyordu.
Bazı yağdancı kalemşörlerde, balon şişirir gibi şişiriyordular kükreyen Boşbuğ’u.
Boşbuğ da kükredikçe, balonu sönüyordu pııııssssss pıııııssss diye.
Boşbuğ’u seyrederken, Büyükanıt denilen Azamput anımsıyorduk.
Diyorduk ki, ama niye hep aynı filmi seyrediyoruz?
Ya bu T.C generalleri sanki kolonlanmış diyorduk?
Bunlar niye aynı maniyi söylüyorlar?
Bunlar hep “bitereceğiz, kökünü kazıyacağız” diyorlar.
Bunlar hep “HPG gerillalarını bitirmede kararlıyız” diyorlar.
Hiç bir şey onların dedikleri gibi çıkmıyor.
Bu ne haldir, bu yenilgidir.
Uruğ’dan itibaren yenilen yenilene.
Torumtay yenildi. Güreş yenildi.
Kıvrıkoğlu yenildi. Azamput yenildi.
Boşbuğ yenildi. Ne PKK bitti. Ne de HPG gerillası bitti.
Bitenler, gelirken kükreyenler, giderken ağlayarak giden Boşbuğ gibiler oldu.
Şimdi de kükreyip gelen biri daha var.
Adı Sabahattin Işık Koşener.
O da Boşbuğ gibi Egeli.
O da Boşbuğ gibi Manastır göçmeni.
O da bir Sebatayist. Yani devşirme biri. Yani Türk değil.
O da Kürdistan kimyasal silah kullanmış.
Sivilleri katletmiş bir soykırımcı.
JİTEMCİ bir kontgerilla. Özel Harp Daire’sinde yetişme.
Kükreyerek geldi. Ağlayarak gidecek.
Derler ya “Isıran Köpek Dişine Göstermez”.
Yaşayarak göreceğiz. HPG gerillaları Koşaner’i de yenilen bir general olarak emekliliğe sevedecek.
O’na da Egede bir villada denizi seyrederek yenilgisinin anılarını hatırlamak düşecek.
O Ege’nin mavi sularını seyrettikçe düşünecek.
Ve diyecek ki, ya HPG gerillalarına nasıl yenildim.
Ve bu kahırdan ölecek.
Özgür Bilge
- Ayrıntılar
Her zaman olduğu gibi, Türkiye gündemi yine doludizgin. Öyle görülüyor ki, bu böyle de devam edecektir. Hani derler ya “çalışmayan başın derdini ayaklar çeker” diye. Türkiye’de iktidarda bulunanlar, bunlarla birlikte cümle cemaat derin devleti teşkil eden kafalar değişmedikçe, bu anormal yani olağanüstü durum devam eder. Bu anormal yani normalin üstünde ya da normalin dışında olan durum sürdükçe de, Türkiye gündemi doludizgin olmaya devam edecektir. Sanılmasın ki doludizginlik her zaman iyidir. Ya da sanılmasın ki olağanüstü süreçler her zaman sağlıklı yapılar oluştururlar. Tersine eğer olağanüstülük, belli arılıklar dışında yaşanırsa-siz bu aralıklara geçiş süreçleri deyin-o zaman yaşananlar insanların ruhsal dünyasını korkunç etkiler. İnsanlar anormalleşir. Öylesine anormal toplumlarda insanların anormalleşmesi, esasta psikologların aşırı derece de devreye gireceği toplumlar olacaktır. Başka bir deyimle toplum ya da toplumlar hastalıklı olacaklardır.
Hâlbuki dünyada en çok salık verilen ruh dinginliğidir. İnsanlar kendi içlerinde yakalayacakları ruhsal bütünlüktür. Yani başka bir deyimle ruh dengesini yakalamaktır. Çin’de buna YİNG ve YANG’ın dengesini sağladığı an diyorlar. Daha modern bir kavramla alt bilinçle üst bilincin birbirine yakınlaştığı, korkuların, önyargıların yaşanmadığı durumu ifade eder.
Evet, Türkiye gündemi doludizgin dedik. Nedeni ise yaşanan anormal durumdan kaynağını aldığını düşünüyoruz. Bu anormalliği sağlayan ise Türkiye Cumhuriyetinin Kürtlere uyguladığı inkârcı, imhacı ve eritici politikalarıdır. Siz buna “soykırımcı siyaset” deyin. Bu onursuzlaştırıcı, bitirici, yok edici ve faşizan politikaya karşı Kürtler, kendilerini PKK adındaki Özgürlük Hareketinde örgütleyerek direnişe kalktılar ve bu direniş hızından hiç bir şey kaybetmeden yükselişini sürdürüyor. Toplumu etkiliyor, topluma direnç ve ruh katıyor. Bu ise yeni ve güzel bir yaşamın mümkün olabileceği hayalini Kürt halkına aşılıyor. Doğaldır ki, bu moral, inanç ve kararlık Kürtleri daha ileri bir noktaya taşıyor.
Gelinen noktada Kürtler tarihlerinin en uzun vadeli direniş ve diriliş mücadeleleriyle yenilmeyeceklerini herkese gösterdiler. Ayrıca Kürtler, eskilerde olduğu gibi sadece silahlı mücadeleyle de kendi sorunları olan Kürt Sorununu çözemeyeceklerinin de bilincindedirler. Yine Kürtler, Türkiye Cumhuriyeti devletini alt etmenin yolu derin bir demokratik kültürle, halkların kardeşliği ve hoşgörülü kültürün gelişmesiyle bunun mümkün olabileceğine inanıyorlar. Bu ise bilinen eski manada TC devletini yenilgiye uğratmak değil gerçek ve derin anlamda Türkiye’nin demokrasiye duyarlı kılınmasını ifade ediyor. Demokratikleşecek Türkiye, aynı zamanda kazanacak Kürdistan ve kazanacak olan Türkiye olacağını bildikleri için Türkiye içerisinde bir çözüm arayışı içerisindedirler. Lakin Türkiye Cumhuriyeti devleti halen Kürtleri yok sayıyor, inkâr ediyor, imha ediyor, alttan alta bu halkı ayağa kaldıran, bu halka can ve ruh veren PKK hareketini tasfiye etmek için elinde geleni yapıyor. Halen bu halkla bir olmuş, halkın gönlüne taht kurmuş bu hareketi, teröristlikle itham ediyor. Günlük olarak ağza alınmayacak hakaretlerde bulunuyor. Kaldı ki bu halkın öncü gücü olan PKK birçok kez ateşi kesmek, silahların susması, sürekli bir barışın tesisi için her gün çağrılarda bulunuyor. Dünya da hiçbir devrimci, silahlı gücün yapmadığı kadar ateşkes, eylemsizlik süreçlerini tek başına ilan edip uyguluyor. Öyle ki silahların sürekli susması için tüm güçlerini Türkiye sınırları dışına çekerken, 400 üzerinde militan gerillasını kaybetmesine rağmen, bu tek taraflı ısrarını sürdürdü ve sürdürüyor.
Tam da bu noktada Yasemin Çongar’a bir şeyler söylemek gerekiyor. Son zamanlarda ve tabii ki daha önceleri de yazdığınız yazılarına anlam vermek, değer biçmek gerektiğini söylüyoruz. Özelde başka halklarda yaşanan barış süreçlerini incelemeniz gerçekten anlamlıdır. Başka halklar ya da başka Özgürlük Hareketleri sorunlarını nasıl çözdüklerini, hangi yol ve yöntemleri izlediklerini incelemek ve Türkiye’de 30 yıla aşkındır süren bir mücadeleyi, savaşı sonlandırmak için değerli bu inceleme ve araştırmalarının bir katkı olduğuna inanıyoruz.
Sahiden yaptığınız bu araştırma yazılarınız, bir gerilla olarak benimsememek mümkün değildir. Başka halkların deney ve tecrübelerinden yararlanmak, aklı başında olan her insanın yaklaşımı olmalıdır. Belki coğrafik, kültürel, siyasal, sosyal, ruhsal, ekonomik; ne bilelim daha değişik konularda farklılıklar olabilir, ancak hepsinin sorunu bitmeyen bir savaş ve hepsinin derdi barışla sonlandırılmak istenen bir mücadele. Bu son iki husus her yerde var olan ortak sorun ve ortak istemlerdir.
Yasemin Çongar’ın yazılarını dediğimiz gibi bir gerilla olarak okuyoruz. Araştırmalarına, tespitlerine ve hatta yorumlarına da katılmamak elden değil, ancak bir gerilla olarak bu yazıları okuduğumuzda Yasemin Çongar’ın söylediklerine uymayan kim? Ya da istemeyen kim? Ya da kimlerdir? diye de bir soru kafamıza takılıyor. Barış süreçlerini sabote eden kim? Ya da müzakerelere gelmeyenler kimlerdir? Bir an önce karşılıklı silahların susmasını istemeyenler kimlerdir?
Yukarıda ki sorulara olumsuz cevap verenlerin bizler olmadıkları kesindir. Silahların karşılıklı olarak susmasını, müzakerelerin başlamasını, karşılıklı birbirini affetmelerin başlamasını, hakikatleri araştırma komisyonu kurulmasını, barışın tesis edilmesi önünde engel olacakların da bizler olmadığı kesindir. Tersini söylüyoruz ve iddia ediyoruz; yukarıda söylenenlerin hepsine geçmişten beri var olduğumuzu ve gelecekte de bunlarla var olacağımızı rahatlıkla ifade edebiliriz. Geriye Türkiye Cumhuriyeti devleti, hükümeti, muhalefeti, ordusu, halkı, velhasıl Türkiye cephesi kalıyor.
Sonlandırırken; bu kadar içerikli yazılar yazan, araştırma yapan bir aydının, gazetecinin bundan sonra yapması gerekenin barış sürecine gelmeyen tarafı, ısrarla barış masasına oturması için baskı yapmasıdır. Gerekirse teşhir etmesidir. Gerekirse bu barış sürecine gelmediği için karşı durmasıdır.
Yasemin Çongar gibi düşünen aydınların yazarların barış çalışmaları için –oraya buraya çekmeden-iş başına çağırıyoruz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Apocu Ruh Ve Keskin Vuruş Tarzıyla Düşürülemiyecek Düşman Hedefi Yoktur
Güvenlik tepesine yapılan eylemin mekanı,zamanı,gelişimi sonuçları ve yaşanan yetersizlikleri,hataları ve yanlışlarını değerlendirmek hem sürec açısından hemde taktik,tarz, komuta ve bizim açımızdan önemli ve sonuç çıkarılması gereken bir deneyim olmaktadır.
- Ayrıntılar
Kurulduğu günden beri CHP’nin doğru dürüst beyaz bir sayfası bulunmamaktadır. Takip ettiği inkar ve imha zihniyetine dayalı ırkçı, şoven politikalar, Türk devletinin bel kemiğini oluşturmuştur. Sonuç olarakta bugünkü realiteyi doğurtmuştur. İktidar olduğunda hiçbir toplumsal sorunu çözememiş, muhalefette olduğu zamanda statükocu politikalarla çözümün önünde set olmuş, Ergenekoncuların avukatlığına kadar işi götürmüştür. Bu yüzden Kürdistan’da Kürt ve Alevi tabanından desteğini yitirmiş, tabela partisine dönüşmüştür. Bu durumdan doğan siyasal boşluğu da, modern Muaviye hareketi olan ABD işbirlikçisi, taşeron AKP doldurmuştur. Bütün bu hengâmede CHP’nin bu durumunun telafisi için hem Kürt hem de Alevi ve Dersim’li olan Kemal Kılıçdaroğlu getirilmiştir. Bu değişiklikle CHP’nin kötü imajı düzeltilmek Kürt, Alevi ve emekçilerin desteğinin tekrar kazanılması amaçlanmıştır. Nitekim Kılıçdarın oğlu da kendince bazı çabalar içerisindedir.
En son Kürdistan mitinglerinde kaçak doğuşçular gibi ağzına almaya tenezzül etmediği Kürt sorununa dair görüşleri ve Dersim’de “ben Tunceliliyim” diye haykırması ve “bundan da onur duyduğu”nu belirtmesi, başta Seyit Rızalar olmak üzere gerçek Dersimlilerin ruhunu incitmiş, Seyit Rızaların kemiklerini sızlatmıştır. Bugün Seyit Rıza şu an belli olmayan mezarından kalkabilseydi “ben Tunceliliyim ve bundan onur duyuyorum” diyen bu Kılıçdaroğlu’nun yüzüne tüküreceğinden eminim, çünkü böylesi ona yakışırdı. Belki o zaman kendi geçmişine karşı birazda olsa bakıp utanırdı.
Kılıçdaroğlu’na Dersim’de şakşakçılık yapanlar başta olmak üzere bütün Dersimlilerin, Kürtlerin, Alevilerin, Kürt ve Türk emekçilerin bu Kılıçdaroğlu gerçeğini çok iyi anlamalarında ve boşa umutlanmamalarında yarar vardır, çünkü aslını inkar eden bir haramzadeden bir hayır gelmeyeceği bilinmelidir. Yani adı üzerinde Kılıçdarın oğludur. Her kılıç mantığıyla zaptı rapt altına alarak yönetmiş Kürtlere, Alevilere ve diğer bütün farklılıklara inkar ve imha temelinde kılıç çekilmiştir. Şimdi bu kılıç zihniyetinin ve faşizan uygulamalarının çocuğu olan bu Kemal, yani bu zumlun oğlu nasıl bir yaralı coğrafyanın kanayan sorunlarına çözüm yaratabilir? Yasaklanmış dil, kültür ve inanç kimliklerine nasıl umut, ezilen halklarımızın acısına derman olabilir?
Yani kendimizi kandırmaya hiç gerek yok. Kendi ulusal kültürel ve inançsal kimliğini inkar edip, onu telaffuz etmekten bile kaçınan, Kürt ve Alevi sorununun içinde kendini ve kendi sorununu görmeyen ve Dersim halkının karşısına çıkıp, dünyaya “ben Tunceliliyim” diyen bu Kemal, halklarımıza umut değil, olsa olsa Kılıçdar oğlu olabilir. Bu Kemal, Tunceli olmaktan onur duyabilir, ama o asla Dersimli değil ve biz ondan utanç duyuyoruz.
Dersimli olanın yüreği Munzur suyu gibi berrak ve coşkuludur. Dobra ve cesaret doludur. Dersimli sözünü esirgemez. Kendi öz kimliklerini sahiplenmekten asla korkmaz, çekinmez. Şimdi kendini “ben Tunceliliyim” diye zulmün Dersim’e kılıçla dayattığı kimlikle tanımlayan bu Kemal nasıl Dersim’li olabilir? Bir kere kendisinde Dersimli olmanın hiçbir özelliği, bir erdemi yok ki! Dolayısıyla bu inkar ve asimilasyoncu mantık, kafa yapısıyla bu Kemal ancak Kılıçdarın oğlu olabilir.
Nitekim modern Muaviye hareketi olan AKP’nin ve onun başı Erdoğan’ın onun soyunu bu kadar gündem konusu yapmaları ve ona bu noktada saldırmalarının nedeni onun kendi soyuna, öz kimliklerine karşı yaşadığı handikabından, inkarcı yaklaşımındandır. Yani cesaretle, onurla kendi öz kimliklerini sahiplenmek yerine Kılıçdaroğlu olmakta ısrar etmesi nedeniyledir. Yani zulmün oğlu, inkar ve imha siyasetinin kılıcı olmakla ısrar etmesindendir. Bu zihniyet gerçekliği ile Türkiye ve Kürdistan halklarının hiçbir sorununun çözülmeyeceğini tarih defalarca çok iyi göstermiştir. Kılıçdaroğlu, bu zihniyetini, bu CHP geleneğinin temeline, özüne dokunmadan restorasyon gibi yamalama yenilikleriyle değişim imajı verip, iktidara gelmesi için halklarımızı aldatmaya çalışıyor. Bu nedenle samimi değildir. Kendi öz kimliklerine karşı kendi içinde bir samimiyet taşımayan bu Kemal’in, Kürt sorununu çözeceğine dair iddialarında nasıl samimi olabilir ki? Zira CHP gibi köklü devletçi geleneği olan bir partiyi Kılıçdarın oğlu bile değiştirmeye gücü yetmez, çünkü unutmamalı ki, kendisi Kılıçdarın oğludur. Kılıç değil, dolayısıyla parti üzerinde belirleyici olamaz.
Sonuç olarak Dersimliler, Kürtler, Aleviler, Türk ve Kürt emekçileri, gençliği, kadını hiçbir düzen partisinde aramamaları gerektiği gibi modern Muaviye hareketi AKP’den de Kılıçdarın oğlu ve partisinden de umut aramamalıdır. Umut kendilerinin siyasal bilinçlenmelerinde, demokratik, eşit ve özgür bir geleceği ortakça kurmak için verecekleri örgütlü ve ittifaklı mücadeledir. Bu mücadeleyi başarıya ulaştırmalarındadır.
Azad Welat (Dersim)
- Ayrıntılar