Basına ve Kamuoyuna!
1. 16 Temmuz günü 22.30 ile 17 Temmuz(bugün) 04.00 saatleri arasında Hakkari’in Yükseova ilçesine bağlı Satê ve Biyê köyleri ile Medya Savunma Alanlarına bağlı Zağros’un Çarçela alanına yönelik olarak TC ordusu tarafından havan ve obüs saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 15 Temmuz günü(bugün) saat 05.30 sularında Hakkari’nin Girê Berana alanına bağlı Seyyida Vadisi ile İdê ve Kığê alanlarına yönelik olarak TC ordusu tarafından kobra tipi helikopterler desteğinde bir operasyon başlatılmıştır. Operasyon devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 15 Temmuz günü akşam 19.00-20.00 saatleri arasında Hakkari’nin Yüksekova ilçesine bağlı Talanê Köyü ile Mate alanlarına yönelik olarak TC ordusu tarafından obüs ve havan saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Evet, Şeyh Said’in torunları bugün Şeyh Saidleri ve cümle cemaat bu halk için emek sarfetmiş, kan akıtmış, çabalamış ne kadar direnişçi varsa hepsini hak ettikleri yere koyuyor. Onure ediyor. Unutulan o tüm kutsal değerleri yeniden tarihin sahnesine çıkarıyor. Ve öyle ki faşist devleti yaptıklarıyla her gün yüz yüze getiriyor. Ve daha da getireceğine dahil söz veriyor.
Şeyh Said’i ve arkadaşlarını Onure etmek biraz da onların yaşadıklarını yeniden yaşamamaktan geçiyor. Onları anarken cümle iblislerin onların başlarına getirdiklerini yaşamamaktan geçiyor.
85 yıl ya da 90 yıl önce ne olup bitmişti?
Osmanlı birinci dünya savaşına Almanlarla birlikte girmiştir. Kaybettiklerini Almanların eliyle ya da onların savaşta elde edecekleri başarırlarla yeniden ele geçirmenin planını yapmışlardı. Dimyat’a giderken evindeki bulgurdan olma deyimi Osmanlının başına gelecekti. Osmanlı, Almanların birinci dünya savaşını kaybetmeleriyle birlikte tarih sahnesinde silinecektir. Entante diye bilinen itilaf güçleri Osmanlı topraklarını işgal edecek, Osmanlı sömürge konumuna getirilecekti. Uzatmadan, bu işgale karşı Türkiye halkları direnişe geçecek ve görkemli bir direnişle bugün Türkiye diye bilinen yapı oluşturulacaktı. Kürtlerde Türkler gibi kurucu üyeler olarak bu yeni oluşumda yerlerini alacaktı, ancak Türkiye’yi daha önce işgal eden güçler Misak i Milli diye bilinen sınırlara göz koymuşlardı. Musul ve Kerkük’te petrol yatakları bulunmuştu. Yine Suriye’nin bir kısmını elerinde bulundurmak istiyorlardı.
Hikâye uzun, petrol yataklarını Türkiye’den koparmak için Sevr’de yapılan toplantıda Türkiye’nin adeta paramparça edilişi gündeme getirilir. Türkiye’nin bir kısmı Yunanlara, bir kısmı Fransızlara, bir kısmı Ermenilere, bir kısmı İngilizlere ve Kürtlere önceleri otonomi, daha sonra ise isterlerse bağımsızlık verilecekti. İtalyanları, Rusları da bu planların içine dahil ettiler.
Sonuç; Türkiye bölünmeyle karşı karşıyadır. Sözde Sevr bazı halklara haklar verecekti. Hâlbuki biz biliyoruz ki, bu şekliyle kurulacak Türkiye, sadece ve sadece kan revan içinde olacaktı. Kan revan, yani sürekli çatışma, sadece gücü fazla olanların yani emperyalistlerin işine yarayacaktır. Bir Irak’a bakın 90 yıl sonra bile halen kan durulamıyor. İstikrarsızlık üzerine kurulu bir yapılanmanın yaratacağı da durum, sadece ve sadece istikrarsızlıktır, ama bugün daha iyi anlıyoruz ki, bu bile Kürtlere ve Ermenilere çok görülmüş. Yapılan sadece bir blöftü. Meğer yapılan sadece bir B planıymış. Asıl plan Türklere ölümü göstererek sıtmaya razı etmekmiş. Bugünlerde Türklerin Kürtlere yaptıkları gibi. Musul ve Kerkük’e karşı Ermeni ve Kürtler için düşünülenlerden vazgeçmek. Ya da tersinden söyleyecek olursak; Musul Kerkük alınacak Sevr’de tarihe karışacak.
İngilizler, sadece iş olsun diye böyle işin içine girmiyorlar. Somut, pratik adımlar atıyorlar. Bunlar emperyalist işlerini tesadüflere bırakmazlar. Bir de bunlar, emperyalistler tek at üzerinden koşuya girmezler. Bunlar, her zaman birkaç at, birkaç jokey ve birkaç planla çalışırlar.
İlk planları güney Kürtlerini yanlarına alarak Türkiye’de yaşayan Kürtlerle birlikte Türkiye devletine karşı çıkarmaktır. Bunun için Şeyh Mahmud Berzenci’yi önce Süleymaniye kralı yaparlar, ancak Şeyh İngilizlerin oyunlarına gelmez, oyunları kabul etmez. Bunun üzerine İngilizler Kürtleri bombalamaya başlarlar. Hatta uçaklarla vururlar. Şeyh’i esir alarak Hindistan’a sürerler. Nafile! Kürtler, İngilizlerin siyasetlerine gelmezler. Kürtler, Türklerle birlikte Cumhuriyetin asli kurucu üyeleri olarak yer almak isterler. İngilizler planlarından vazgeçmezler. Şeyh Mahmut Berzenci’yi Hindistan’dan geri getirerek yeniden Süleymaniye kralı yaparlar. Kendilerince kulaklarını sıkarak, ancak Şeyh, bu oyuna yine gelmez. Şeyh, Türkiye devletinin yanında yer alır. Yani Misak i Milli sınırlarını savunur. Şeyh, bu oyunlara gelmediği için Kürdistan yeniden bombalanır ve Şeyh yeniden esir alınır. Bu kez Basra’ya sürülür.
Devam edelim. İngilizler dediğimiz gibi tek at üzerinden siyaset yapmazlar. Bir yandan Şeyh Berzenci’yi kendi yanlarına alarak Türkiye’ye karşı çıkarmak isterlerken, diğer yandan ise kuzeyde Azadi örgütüyle ilişki kurmak için uğraşırlar. Bir Şeyh Abdulkadir’le ilişki kurarlar. O ise, bu ilişkiyi Şeyh Said’e bildirir. Bu arada Türkler Kürtleri giderek daraltmaktadırlar. Kürtlere vaat edilenler yerine getirilmemiştir. Hatta bir Koçgiri isyanı kanla bastırılmıştır. Her ne kadar daha sonraları tatlıya bağlansa da, olup biteni herkes görmüştür. Daha önemli olan dediğimiz gibi Kürtlerin giderek dıştalanmalarıdır. Bir taraftan bu durum, diğer taraftan İngilizlerin vaatleri, bir diğer yandan Türkiye cumhuriyetin zorlanmaları ve tabii buna Hilafetin kaldırılması gibi birçok çevreyi etkileyen durumlarda etkilenince Kürtler daha fazla aktifleşeceklerdir.
İngilizler Kürtleri tahrik ederek yardım edeceklerini söyleyeceklerdi, ardından da Türklere "bakın Musul ve Kerkük bize bırakılmazsa bırakın Sevr’i bir Kürt devleti kurulacak ve genç Türkiye parçalanacaktır" diyeceklerdi. Yani Önderliğimizin dediği gibi "Tavşana kaç, tazı’ya tut" denilecektir. "Kürtlere ayaklan denilecek Türklere ise vur" diyeceklerdir. Tabii Musul ve Kerkük verilmiş ise.
Biz tarihi irdelediğimizde Lozan Konferansı öncesi aslında Musul ve Kerkük verilmiş, İngilizler Kürtleri satmıştı. Lozan konferansı esasta Kürtlerin öncesinden pazarlandıklarının ve inkâr edildiklerinin resmiyete dökülmüş belgesidir. Başka da bir şey değildir. "Şu şöyle söyledi, bu böyle söyledi" hepsi hikâyedir. Lafı güzaftır. Kürdistan’ın inkârında sadece teferruattır. Ayrıntıdır. Asıl olan Kürtlerin uluslararası sistem tarafından resmen inkâr edilmeleridir. O çok bilinen demokrat Amerikan Wilson’da bu inkârın içerisindedir.
İşte Şeyh Said ve yoldaşları bu kadar kapsamlı yürütülen bir uluslararası komployu göremeyeceklerdi. Hatta bu İngilizlerden medet umacaklardı. Kürtlerin ayaklanmaya hazırlandıklarını TC devletine bizatihi aktaranlar İngilizlerdir. Aynen 45 yıl öncesinden Şeyh Übeydullah Narinimizi ihbar ettikleri gibi, bu kez Şeyh Said’imizi, Cibranlı Xalitimizi ve tabii Yusuf Ziya paşamızı…
Emperyalistler ve onlara boyun eğen Türkler, Kürtleri zayıf pozisyonda yakalamak, erken doğum yaptırtmak için Şeyh’in bulunduğu köye gelerek, bazı kişileri esir almak istemeleri sadece ve sadece bir provokasyon iken, erken doğuma tahrik iken, hazır değilken isyanı patlatmak olduğu politikasını göremeyen Şeyh Said direnişi, hazırlıksız bir şekilde bilinçlice İngilizlerin ihbarı sonucu başlayacaktır. Direnişçiler hazırlıklı değildirler. Liderleri olan Cibranlı Xalit tutuklanmıştır. Azadi örgütü bir nevi başsız bırakılmıştır. Örgütlemeyi koordine edecek beyin alınmıştır. Örgüt koordinesiz kalmıştır. Sonuç kendi kendine gelişen bir isyan ya da direniş. Sonuç, tümden kendisini hazırlamış işgalci bir Türk ordusu ve devleti. Sonuç ayağa kalkanların katledilmesi ve direniş liderlerinin idam edilmesi.
Evet, bir yandan muazzam bir yürek ve yurtseverlik diğer yandan da müthiş bir yenilgi ve ardından da Kürdistan’ın derinlikli olarak işgal edilmesi ve soykırımlar…
Biz Şeyh Said’in torunları olarak olup biteni biliyoruz. Ve Şeyh Said’e pir u kalımızın “Dünya yaşantımın sonu geldi. Ulusum için kurban edildiğimden dolayı pişmanlık duymuyorum. Yeter ki torunlarımız bizi düşmanlarımızın önünde mahcup bırakmasınlar“ sözlerine Kürdistan özgürlük gerillaları olarak bağlı yaşayacağımıza ve Kürdistan gençlerinin de bu sözlere bağlı kalarak dağlara akacaklarına, size ve işgalcilerce idam sehpalarında sallandırılan tüm direnişçilere layık olacağımıza ve olacaklara söz veriyoruz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Sert bir mücadele sürecine girmiş bulunuyoruz ve bu varlığı koruma özgürlüğünü kazanma süreci öyle görülüyor ki daha da sertleşecektir.
Gerillalar olarak kendi cephemizden kardeşlik, barış ortamının sağlanması için yapılması ve gösterilmesi gereken ne kadar özveri varsa, hepsini göstermiş bulunuyoruz. Dünyanın hiçbir direniş hareketinin göstermediği tek taraflı ateşkesten tutalım da barış elçilerini gönderene kadar her şey, ama her şeyi bir iyi niyet göstergesi olarak yaptık, ancak devlet ve onun iktidar gücü olan AKP, bu iyi niyet yaklaşımlarımızı suistimal ederek komple Kürt halkına, onun legal ve seçilmiş legal güçlerine, körpecik çocuklarına ve gerillasına karşı saldırılar üzerine saldırılar başlatmış ve binlerce legal siyasetçiyi ve çocuğu zindanlara doldururken kendi elimizle, silahsız gönderdiğimiz barış elçilerimizi tutuklamış ve ardından da hava saldırılarıyla gerillamıza yönelmiştir.
Özcesi halkımıza ve gerillasına karşı komple bir imha saldırısı yöneltilmiş bulunuyor. Bu faşizan uygulamalarını yaparken de ihanetçi işbirlikçi bir sürü öğeyi de devreye koymuş bulunuyorlar. Yine gazeteci kimliği adına olmadık faşizan ağızlarla, halkımıza ve gerillasına hakaretler yağdırıyorlar. Bir sürü sözde siyaset bilimcisi, özel savaş uzmanını da piyasaya sürerek, Kürt halkının ve onun gerillasının nasıl tasfiye edileceğinin akılmendliğini yapıyorlar. Yine kendini bilmez, birçok geçmişi karanlık sözde kalemşor ise önderliğimize dönük akıl almaz saldırılarda bulunuyor.
Evet, süreç sertleşiyor. Öyle görülüyor ki daha da sertleşecektir. Bu durumda böylesine kritik bir süreçte Kürt gençleri ve demokratik gençlik çevreleri ne yapacaklardır? Olup bitene bakacaklar mıdırlar? Yoksa harekete mi geçeceklerdir?
Olmak ya da olmamak dedikleri temel kritik soru budur. Biz diyoruz ki, gençlik harekete geçmelidir! Ve biz diyoruz ki, şimdi tam da gençlik zamanıdır! Ve biz diyoruz ki şimdi tam da eylem zamanıdır!
Öncelikli olarak halka, gençlere yönelen polislere yönelme zamanıdır!
Ekonomik katkılarıyla faşist rejimi ayakta tutanlara ve onların malvarlıklarına yönelmenin zamanıdır!
İhanetçi işbirlikçi Kürdü sırtından vuran hainlere vurma zamanıdır!
İhanetlerini dilinde ötesine taşıyan, iktidarın ve devletin akıl hocalığını yapan kendi halkını satanlara yönelmenin zamanıdır!
Sözde turist olarak gelen ve milyarlarca para bırakarak Kürt halkının ve onun gerillasının başına bomba olarak geri dönen bu silahları finanse eden merkezlere yönelmenin tam zamanıdır!
Bu faşist devletin inkârcı ve imhacı sistemini ısrarla sürdüren bunda direten bürokratlarına, mal varlıklarına yönelmenin de zamanıdır!
Evet, gün topyekûn faşist kurum kuruluşlara onlara yamanan ihanetçi işbirlikçilerine ve ajanlarına yönelme zamanıdır!
Elbette bunları yaparken de hedef olması gerekenlerin dışında hiç kimseye ama hiç kimseye zarar gelmemesine dikkat edilmesinin de gerekiyor. Var oluşu savunma zamanı bizim varlığımıza yönelmeyenleri itinayla korumanın da zamanıdır.
Faşist devlet soykırım kararını almıştır. Bu soykırım kararına karşı bizlerin direnme ve kendi varlığını koruyarak özgürlüğümüzü kazanma zamanıdır.
Biz gerilla olarak elimizde geleni daha da ileriye taşıyacağız! Eksiklerimizi gidermek için korkunç çaba harcayacağız! Ve neler yapacağımızı giderek herkes daha iyi görecektir!
Gerilla ile gençlik, ilk kez bu yönlü ruhsal olarak birliğini ve beraberliğini yakalayacaktır. Bu ruh birliği temelinde her Kürt ve demokratik gençlik çalışanını özgürlük mücadelesinin bir neferi olarak görüyor ve öyle de yaklaşıyoruz.
Gençlerin vurma zamanı derken de gerillayla birlikte, ancak gerilla dağlarda, gençlik ise şehirlerde, hem de Türkiye şehirlerinde aynı ruhla, aynı dinamizmle, aynı amaçla ortaklaşarak vurma zamanı olduğunu daha gür ve hür haykırıyoruz!
Yeniden yeniden diyoruz ki:
GENÇLİĞİN VURMA ZAMANI!
Ve yapabileceklerin varsa imkanların gerillaya akma zamanı!…
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
13 Temmuz günü 23.30 ile 14 Temmuz günü 01.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Haftanin’in Lawikê Xerip ve Siser Tepeleri ile Alaniş alanına yönelik olarak TC ordusu tarafından havan ve obüs saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar
1. 11 Temmuz günü sabah saatlerinde Şırnak’ın Cudi alanına bağlı Çolya Tepesine yönelik olarak TC ordusu tarafından bir operasyon başlatılmıştır. Operasyon aynı gün akşama doğru sonuçsuz bir şekilde geri çekilmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 11 Temmuz günü saat 18.30 sularında Siirt’in Pervari ilçesinde bulunan Xerxol karakolu ile karakolun güvenliğini tutan tepe arasında bulunan askeri bir araca yönelik olarak YJA-STAR gerillalarımız tarafından bir eylem gerçekleştirilmiştir. Eylem esnasında karakol tepesinden de karşılık gelince gerillalarımız karakolun güvenliğini tutan mevzileri de vurmuştur.
- Ayrıntılar
Son süreçlerde yaşanan kayıplarımız ardından acaba ne kadar söz hakkımız vardır diye düşünüp duruyoruz. Tüm arkadaşlarla oturup tartışıyor, tekrar tekrar gözden geçiriyoruz yaşadıklarımızı. Eksikliklerimizi ve yanlışlıklarımızı, kayıplarımızın nedenlerini tartışıyoruz. Böylesi bir tecrübe ve deneyimin bu kadar kayıp vermesinin, özellikle böylesi toplu kayıplar yaşamasının tüm sebeplerini masaya yatırıp daha güçlü bir savunu ve vuruş gücünün nasıl kazanılacağını tartışıyoruz. Şüphesiz ilk değil bu tartışmalarımız ve son da olmayacak. Ne de olsa yaşadığımız bir savaş ve savaş değişen çağ ve koşullara göre yeniliği şart kılıyor.
Bu konuda çok eleştiri alıyoruz. Yani gerillalar bu kadar hazırlıklıydılar, hani o kadar eğitim almışlardı, hani öfke ve kinle dolu, büyük vuruş gücüne ulaşmıştı deniliyor. Halkını savunmakla görevli gerillaların kendilerini savunamadıkları söyleniyor. Eleştirilerin geldiği yer halk olduğunda tabii ki söyleyecek sözümüz yok özeleştiri vermekten başka. Tabii ki böylesi kayıpların kesinlikle gerekçesi olamaz. Sonuçta gerillalar olarak her türlü olasılığı hesap ederek yaklaşmalıydık.
Bunun yanında bazı gerçeklerin anlaşılması açısından da geniş bakabilmek oldukça önemli.
Yirmi altı yıllık gerilla mücadelesi içinde yürüttüğümüz savaş en çok halkımızı ve değerlerini, canlarını vurdu. Halkımız özgürlük uğruna, insanca bir yaşam için boğazındaki lokmayı, kucağındaki çocuğu onurlu mücadelemize katık etti. Sırf güzel bir gelecek, onurlu ve barış, huzur içinde bir gelecek yaratılsın diye her türlü inkar ve imha politikasına, baskı, işkence ve hakarete maruz kaldı. Eğer olacaksa barış içinde bir yaşam bu bedellerin hepsine kabul dedi.
Artık halkımız bu savaşın olmaması için küçücük bir imkân dahi olsaydı bunun değerlendirileceğini biliyor. Ama olmadı, başaramadık ve savaşmaktan başka bir çaremiz kalmadı. Yaşadığımız savaş sürecinde en çok kaybı veren halkımız olmasına rağmen bu zorunluluk karşısında bize yani gerillalarına güvenini belirterek savaşta da yanımızda olduğunu ilan etti. Meydanlarda yaptığı direniş ve intikam çağrılarıyla halkımız, zorlukları da olsa, acısı çok da olsa yine de özgür olabilmenin direnmekten, savaşmaktan geçtiğini gördüğünü beyan etti. Hareketimizin aldığı varlığını koruma ve özgürlüğünü kazanma kararı çerçevesinde 1 Haziran ile başlattığımız yeni süreçte, yürüteceğimiz savaşta şüphesiz en büyük güç kaynağımız da halkımızın işte bu güven ve desteği.
Halkımızdan aldığımız bu güven ve istemlerimizin, haklarımızın meşruluğundan aldığımız güçle başlattığımız yeni savaş sürecinde üst üste yaşadığımız kayıplar şüphesiz halkımızın beklentilerine göre büyük bir eksiklik olmuştur. Her biri insanlık abidesi, narin bir çiçek, sarsılmaz bir dağ olan yoldaşlarımızın kaybından derin üzüntü duysak da uğruna düştükleri davanın başarıya ulaştırılması görevi karşısında her zaman yaptığımız gibi hüznümüzü kalbimize akıtıp daha güçlü ve eksiksiz savaşmak zorundayız. Bu da her şeyden önce içine girilen durumun güçlü çözümlenmesinden geçecektir.
Bugüne kadar yürüttüğümüz savaşta özellikle kontrollü ve savaş hukuku çerçevesinde yaklaştığımız dünyaca bilinmesine rağmen karşımızdaki faşist düşman bunları hiçe sayıyor ve tüm halkımız bir şekilde bu uygulamalara tanık olmuştur. Faşist uygulama, hile ve oyunların sadece siyasilere ait olmadığı yaşanan son olaylarla da görülmüş oluyor. Tabii ki yaşadığımız kayıpları gerekçelendirmiyoruz fakat gerçeklerin anlaşılması açısından içinde bulunulan durumun da bilinmesi faydalı olacaktır.
Türk ordusu tüm generalleri ve askerleriyle belki de tarihinin en itibarsız, yıpranmış ve düşmüş bir konumunu yaşıyor. Yürütülen savaş karşısında ciddi bir kırılma, ürküntü, dengesizlik, tepki, psikolojik bozukluk bütün ordu gücüne yansıyor. Ve eğer savaşta moral ve psikolojik üstünlük kaybedilmişse, bu konuda karşındaki güç senden kıyaslanamayacak ölçüde üstünse normal savaş yöntemlerinin dışına çıkmak zorunda kalırsın. Türk ordusunun da yaptığı tam anlamıyla budur. Gerillanın savaş kabiliyeti karşısındaki zayıflığını çağın son teknolojisiyle kapatmaya çalışıyor.
Yaşanan son gelişmeler ve gerçekleşen gerilla eylemleri göstermiştir ki karşımızdaki Türk ordusunun bir savaş gücü yoktur. Savaşma azimleri, güçleri yoktur. Başarıya inançları yok. Niçin savaştıkları konusunda bir cevapları ve verdikleri cevaplara da inançları yok. Biraz milliyetçilikle, şehitler ölmez vatan bölünmez edebiyatıyla bir propaganda yapılmak istense de söyleyenlerin kendileri de aslında inanmıyorlar artık buna. Dolayısıyla Türk ordusu moral ve psikolojik yönde yaşadığı zayıflığı bazı etkenlere sığınarak gidermeye çalışıyor. Tekniğe bunun için bu kadar sarılıyor Türk ordusu ve Türkiye’nin imkânlarını bu nedenle bütün dünyaya pazarlıyor. Savaş gücünün komutan ve savaşçılarının azim zayıflığını teknik gücüyle dengelemeye, gidermeye çalışıyor.
Yaşanan savaş pratiği çok açık bir şekilde göstermiştir ki Türk ordusunun en sağlam, en güçlü ve en tedbirli yerlerine bile girmekte, böylesi hedefleri dakikalar içinde yok etmekte hiçbir sorunumuz yok. Gel gör ki gerilla karşısında çaresizlik yaşayan Türk ordusu bu saldırı gücü karşısında kendini koruyamıyor. Bu yüzden yüksek teknik donanımla kendi askerlerinin ölümü pahasına gerillalara karşı saldırılara girişmekten kaçınmıyor. Gerillaların ele geçirdiği hedefleri kendilerine ait de olsa yok etmekten, bombalarla un ufak etmekten çekinmemektedir. Zaten bu savaş tarzı karşısında herhangi bir tepki ve engelleyici etken olmadığından da bunu rahatlıkla kamuoyundan gizleyebilmekte.
Bedeve tepesi eylemimizde de yaşanan aynen böyle olmuştur. Hedeflenilen tepeler düşürülmüş, tüm askerler tepelerden sökülüp atılmış, sinmiş ordunun askerlerinin çoğu tepeleri bırakıp kaçmıştır. Fakat tepede kalan ve yaralı olan askerler yanında tepeyi ele geçiren arkadaşlarımıza yönelik yoğun teknik donanımla, tanklarla bombardıman yapılmış, on iki arkadaşımız bu tank atışlarından şehit olmuştur. Yoksa ordu da çok iyi biliyor ki o teknik donanım olmasa, kesinlikle gerillanın zafer ruhu, saldırı ruhu karşısında bitli piyadeleri, sözde komandoları, özel güçleri ve her türlü emniyet güçleri ile bir şey yapamaz.
Yine Aqêr tepesi eylemimizde de arkadaşlarımız tepenin bir çok mevziisini ele geçirmiş, iki arkadaşımız da bu eylemde şehit düşmüştür. Fakat faşist ordu güçleri arkadaşlarımıza yönelik akıl almaz teknik saldırı gerçekleştirmiş, saatler süren bombardımanlarla sekiz arkadaşımızı da burada şehit düşürmüştür.
Burada düşman tekniğini abarttığımız, üstünlüğünü gösterdiğimiz anlaşılmasın sakın. Önderliğimizin yıllar önce söylediği gibi “İnsan En Büyük Tekniktir”. Şüphesiz ağır da olsa yaşanılan bu olaylarda bizlerin eksikliği var. Başarılı eylemler ardından gelen bu şahadetlerin nedeni yoğun düşman tekniği olsa da sorumlusu bizleriz. Eğer bu konuda her ihtimali göz önüne alsaydık şüphesiz önünü alabilirdik.
Yoldaşlarımızın saldırı ruhu, cesaret, fedakarlık konusunda en ufak bir tereddüdü yaşamadığı aksine bu konuda elinde tuttuğu kaleşnikofla koca orduya karşı, en yüksek donanımdaki teknik karşısında dahi en güçlü askeri hedefleri imha edebiliyor. Fakat göz ardı edilen küçük bir husus bile bazen savaşta istenmeyen sonuçlara yol açabiliyor.
Hareketimizin eksiklik ve yetmezliklerine karşı yaptığı özeleştiriyle her zaman daha büyük ve güçlü atılımlarla mücadelemizi bu noktaya getirdiği biliniyor. Bundan sonrası için bu konuda yaşadığımız eksikliği gidereceğimize ve bir daha asla böylesi kayıplara neden olmayacağımız bir gerçek. Hem hareketimizin içine girdiği dördüncü stratejik mücadele dönemimizin hedef ve görevlerini yerine getirerek toplumumuzu inşa etmede hem de bu amaç uğruna Kürdistan ananın göğsüne düşen yoldaşlarımızın intikamını almak için Kürdistan gerillalarının, Apocu militanların fedaice mücadeleleri çok daha güçlü bir şekilde devam edecektir. Buna duyduğumuz inanç güçlü, kararlılığımız ise tamdır.
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Cihan, bir ceylan atikliğiyle tepeden iniyordu. Siyah-beyaz puşisi omuzlarındaydı. Tek kol silahını çantası üstüne koymuştu. Agıri, Cihan’ı görünce ‘enerjisinden hiçbir şey kaybetmemiş’ diye geçirdi içinden. Hızlı adımlarla onun yanına gitti. Görüşmeyeli uzun zaman olmuştu. Sıkıca sarıldılar birbirlerine Agıri, Cihan’a daha dikkatli bakmak için bir-iki adım geriye gitti.
—Zayıflamışsın ama Botan’ın havası yaramış sana. Daha da güzelleşmişsin Cihan”
Cihan gülerek:
—Bu toprakların havası kime yaramaz ki? diye karşılık verdi ve elini yüzünü yıkamak için yanında akan derenin sularına daldırdı ellerini. Soğuk su tatlı bir serinlik bırakıyordu yüzünde. Cihan yüzünü yıkarken Agıri hem onu izliyor, hem de yanlarında hangi arkadaşların olduğunu söylüyordu. Cihan biraz soluklandıktan sonra Zelal Arkadaş’ın yanına gittiler.
Zelal, Başkan APO’nun ‘Nasıl Yaşamalı?’ çözümlemesini okuyordu. Okuma-yazmayı Önderlik sahasında kaldığı süreçte geliştirmişti. Her fırsatta, okuma-yazma bilmediği yılların intikamını alırcasına kitaplara sarılıyor, okuyor, okuyordu.
Cihan, ‘Merhaba Heval Zelal’ deyince Zelal onu duymadı. Agıri ve Cihan birbirlerine bakıp güldüler. Anlaşılan, Heval Zelal çözümlemeye iyice kaptırmıştı kendisini. Cihan, ikinci kez ‘Merhaba’ dediğinde Zelal onları fark etti. Sıcak selamlaşmanın ardından üçü birlikte oturdular.
Cihan, geldiği alan hakkında bilgilendirme yaptı. Zelal ve Agıri konferansı, kadın gücünün kararlılık düzeyini ve Önderlikle yapılan konuşmayı anlattılar. Cihan, konferans aktarımını cihazdan takip ettiklerini, yüreklerinin tüm mesafelere rağmen konferans gücünün coşkusuyla çarptığını söyledi. Ayrı kaldıkları süre boyunca yaşadıklarını anlatmak istiyordu Cihan, ama buna zamanının olmayacağını biliyordu. Çünkü o günün akşamı Cudi’ye geçecekti.
Öğlene kadar, eyalette kadın gücünün yaşadığı zorlanmaları tartıştılar ve genel kadın gücünün düzenlemesini yaptılar. Karargah gücünün ilk etapta bir takımlık güçten oluşturulmasını uygun buldular. Bu güç eyaletin diğer bölgelerinden gelecek olan arkadaşlardan oluşturulacaktı. Yanlarındaki güçten sadece Delal Arkadaş, oluşturulacak takıma dahil olacaktı. O takımda yer alacak arkadaşlar, kadın özgürlüğü ve kadının savaşa iradesel katılımı üzerinde yoğunlaştırılacak komutan adayı arkadaşlardı. Zelal Arkadaş eyalet yürütmesindeydi ve Agıri Arkdaş da onun yanında kalacaktı. Üçlü koordine içinde yer alan Zelal Arkadaş Başkan APO’nun ’98 yılına ilişkin değerlendirmelerini anlattı.
Düşmanın ’98 yılında saldırılarını yoğunlaştıracağını ve saldırılarının ilk hedefinin ‘kadının özgürlük umudu’nun olacağını Başkan APO değerlendirmelerinde çok net olarak dile getirmişti.
Güçlenen kadın, egemenlikli sistem için en büyük tehlike olduğundan yönelimleri de güçlenen, savaşan ve güzelleşen kadına olacaktı. Yok saydığı bir halkın kadınlarının savaştaki cesaretine binlerce kez tanık olmuştu. Başkan APO bu cesareti bilinçle yoğuruyordu. Kadının bilinçle savaşı, egemenlikli sisteme karşı en büyük mücadele anlamına geldiğinden, düşman savaşı daha da kapsamlılaştırıyordu.
’98 yılı kadının özgürlük mücadelesinde en önemli adımların pratikleşmeye başladığı bir yıldı. ‘97’de gerçekleştirilen Kopuş Teorisi ve ardından 8 Mart ’98’de ilan edilen Kadın Kurtuluş İdeolojisi özgürlüğün manifestosuydu.
Bu manifestoyu en zirvede pratikleştiren Zilan gerçeği, kadının özgürlüğüne, Özgürlük Öğretmenine bir saldırı olduğunda kadının vereceği cevabın büyüklüğünü düşmana göstermişti. Zilan Yoldaş egemenlikli sisteme, ihanetçi işbirliğe karşı özgürlüğün türküsünü söylemişti. O türküyü devam ettirmek geride kalanların göreviydi.
Zelal, düşmanın yönelimlerine Zilan tarzıyla cevap vermenin kadın özgürlüğünün kilidi olduğunu, Zilan’ın türküsünü devam ettirme görevlerini söyledi ve ekledi:
—Kadının Zilan tarzında komutanlaşması özgürlük için hayati önemdedir”
Cihan, Zelal konuşmasını bitirince:
—Heval Zelal, bizim tecrübelerimizi güce dönüştürmemiz gerekiyor. Önderlik iradesel katılımın özgürlüğe duyulan ihtiyaçla bağını tüm değerlendirmelerinde belirtiyor. Bizim üzerimize düşen en temel görev özgürlük bilincinde derinleşmek ve denetimimizdeki yapıyı bu konuda geliştirmektir” dedi.
Sözü Agıri aldı:
—Gerçekleştirdiğimiz konferansta eyaletteki kadın gücünde belli bir sorgulama düzeyi gelişti. Ama bu sorgulamaları süreklileştirmeliyiz. Kadın gücü savaşçılığına güvendiği kadar, savaşı yönlendirebileceği noktasında da kendine güveni kazanmalı” diyerek Zelal’e baktı.
Zelal’in gece karası gözleri yanındaki çözümlemeye takılı kalmıştı. Cihan ve Agıri’nin söyledikleri önemliydi ama bu konularda öncülük yapması gereken yönetimlerdi. Gözlerini çözümlemeden ayırmadan yeniden konuşmaya başladı:
—Yönetim olarak öncülük yapmalı ve görevlerimizin ağırlığını bir saniye dahi olsa aklımızdan çıkarmamalıyız. Yapının, yönetimleri bireyselleştirmesine, başarıyı-gelişmeyi sadece birkaç kişiye ait olarak görmelerine engel olmalıyız. Geçmişte yaşadıklarımızdan, yöntemsizliklerimizden ders çıkararak adım atmalıyız. Yoksa söz bir yerde, pratik bir yerde kalır. Geri gerçekliğimizi aşmanın ideolojide derinleşmekten geçtiğini hepimizi biliyoruz...”
Zelal konuşmasını sürdürürken, Delal izin isteyip yemeğin hazır olduğunu söyledi.
Zamanın nasıl geçtiğini anlamamışlardı. Birazdan büyük cihaz muhaberesi vardı. Yemeklerini acele yiyip cihazı kurdular. Çok kısa süren muhaberede tüm sınırların tutulduğunu, Şırnak’a asker sevkiyatının aralıksız devam ettiği ve tüm eyaletlerin operasyon hazırlığında olması gerektiği aktarıldı.
Cihan, operasyon durumu netleşene kadar Zelal Arkadaş’ın yanında kalacaktı. Yaklaşık elli kişiden oluşan karma bir grupla o gece hareket edip eyalet koordinesinin yanına gideceklerdi. Grupta hasta ve gazi arkadaşlar çoğunluktaydı. Bu nedenle de hızlı hareket etmeleri zordu.
Geniş yönetimle kısa bir toplantı yapıldıktan sonra Agıri, tüm gücü toplayıp son durumlar ve hareket tarzına ilişkin bilgilendirme yapmak üzere Zelal ve Cihan’ın yanından ayrıldı. Ani gelişebilecek durumlar karşısında gücü üç gruba ayırmışlardı. Tutulacak tepeler belirlenmişti ama o gece bir operasyon durumu olmazsa eyalet koordinesinin yanına gidecekler ve orada düzenleme yapılacak, diğer güçlerle birlikte hareket edilecekti.
Agırî genel durumları aktardıktan sonra noktada bir hareketlilik başladı. Manga yerleri bozuldu, küller kamufle edildi. Kaldıkları yere, hiç kimse kalmamış gibi bir görünüm verildi. Tüm arkadaşlar hazırdı ama güneş henüz ışıklarını çekmemişti yeryüzünden.
Zelal ve Cihan çantalarını hazırlayıp sabah oturdukları palamut ağacının altına oturdular. Bulundukları yer ormanlıktı. Cihan çevresine bakındı, ağaçların tomurcukları yeni patlamış, yapraklar coşkuyla gülümser gibiydi dallarda.
—Heval Zelal hatırlıyor musun, düşman geçen yıl yakmıştı bu ormanı ama şimdi hiç yakılmamış gibi yine tomurcuklar patlamış ve bir süre sonra yine yeşil hakim olacak buraya” dedi Cihan.
Zelal, Cihan’ın konuşmasından anasını anımsadı. Anası toprağın bağrında görünce yeşili ağlardı, “yeşil yaşamdır, candır” derdi.
Ve düşman yok etmek istedikçe yaşamı, doğa yeşille karşılık veriyordu ona.
Ve düşman yok etmek istedikçe özgürlük umutlarının temsilcilerini, gerilla doğanın bağrında yaşayarak cevap veriyordu ona.
Zelal, anasını anlattı Cihan’a. Cihan ise Zelal’in anlattıklarını dinlerken ‘anasına benziyor’ diye geçirdi içinden.
Gözleri gece karasıydı Zelal’in. Alnına dökülen saçları gözleriyle aynı renkteydi. Buğday tenini, dağların rüzgarları sertleştirememişti. Asi kayalıkların arasından akan berrak suların güzelliğindeydi yüzü. Sıcak bakışlarında derin bir bilgelik akıyordu. Toprağın, yaşamın ve savaşın bilgeliği...
Her ikisi de hiç konuşmadan doğayı izliyorlardı. Zelal karşı yamaca bakıyordu. ’93 yılında o yamaçta saklamıştı saçlarını. O zamanlar gerillada çok yeniydi. Operasyonların yoğun olduğu bir dönemdi ve sürekli hareket halindeydiler. Öyle zamanlar oluyordu ki, bazen günlerce yüzlerini yıkayamıyorlardı. O zorlu koşullarda, Zelal anasının büyük özenle baktığı, her ay söylediği türkülerin eşliğinde kınaladığı okyanus dalgalı saçlarına bakamıyordu.
Bir gün saçlarını yıkadı, yanına çağırdığı bir arkadaşın eline makası tutuşturdu ve ‘saçlarımı kes’ dedi. Makası elinde tutan arkadaş şaşkındı ama oldukça zorlayıcı olan o koşullarda Zelal’e anlam veriyordu. Zelal saçlarını ördü, beline kadar inen örüğünü izledi. Makasın saçlarına değdiği her anda, anasının saçlarını kınalarken söylediği türküler bir ağıt gibi geliyordu kulaklarına. Anasının ağıtlarıyla saçlarını toprağa gömdü ve o günden sonra saçlarını hiç uzatmadı Zelal...
Güneş son ışıklarını da çekerken yeryüzünden, bir kuş sürüsü çığlık çığlığa havalandı. Zelal ve Cihan birbirlerine baktılar. Her ikisinin de gözlerinde aynı ifade vardı, ama oldukça soğukkanlıydılar.
Kuşların çığlık çığlığa ötüşlerinde kobraların sesi karışmıştı. Zelal ve Cihan sık ağaçların arasından arkadaşların yanına gittiler. Tüm arkadaşlar gidecekleri yeri biliyorlardı. Zelal bir kaç dakika her şeyi örgütledi, Agirî bir grupla yandaki tepeyi tutacak, diğer iki grup da çevre tepelerde mevzilenecekti. Hava kararıncaya kadar düşmanla temas yaşanmazsa o alandan çıkacak ve eyalet koordinesinin yanına gidilecekti.
’97 yılında eyalette araziye dayalı savaş taktiği geliştirilmişti. Bu taktik karşısında hazırlıksız olan düşman uzun bir süre araziye girememişti. Bir süre sonra düşman bu taktiği boşa çıkarmak için uçar birliklerle 1-2 saat içinde on bini aşkın gücü havadan indirmeyle araziyi tutacak bir örgütlenme geliştirmişti. Bu örgütlenmenin ilk denemesini ‘98’in Mart ayında eyalet konferansını boşa çıkarmak ve komuta kademesine toplu darbe vurmak için yapmıştı. Yoğun çatışmalar sonucu düşmanın ilk denemesi boşa çıkarılmıştı.
Düşman yeni örgütlenmesini ikinci defa ama bu kez daha da kapsamlılaştırarak o gece başlattı.
Hava kararınca bütün güç harekete geçti. Kobra sesleri kesilmediği için Zelal, operasyonun kapsamlı olduğunu tahmin edebiliyordu. Yanlarındaki güçte hasta ve gazi arkadaşların sayısı çoktu. Uygun bir düzenlemeyle gücün hafifletilmesi şarttı. Eyalet koordinesinin yanına ulaştıklarında acil düzenleme yapılmalıydı.
Öncü ve artçı gruplar ayarlandı. Agirî bir grup arkadaşla önden gidecekti. Zelal, Agirî’ye dikkatli olmasını, bir kopma durumu yaşanırsa buluşacakları noktanın adını söyledi. Gecenin karanlığında Agirî’nin gülümseyen dudaklarını görebiliyordu Zelal. Agirî’nin dudaklarından hiç eksik olmayan gülümsemesi...
Agirî öncü grupla birlikte yola koyuldu. Öncü grubun hareket etmesinden yirmi dakika sonra genel grup da harekete geçti. Bir süre ilerledikten sonra Zelal, Cihan’ı yanına çağırdı. Yanlarındaki küçük cihazdan düşman konuşmalarını dinliyor ve hareket tarzlarını anlamaya çalışıyorlardı. Zelal, düşman konuşmalarını Cihan’ın da dinlemesini istedi. Her ikisi de aynı sonuca ulaştılar. Öncü grup düşmanın görüş menziline girmişti. Konuşmalar devam ederken yaklaşık bir iki ay sürecek operasyonun ilk kurşunu sıkıldı. Ve ardından, gece kurşun sesleriyle doldu...
Bestler’de o gece kurşun yağıyordu. Zelal’in denetimindeki güç de çatışmaya girmişti. Zelal çatışmayı yönetiyordu. Bir saniye olsun durmuyor, tüm mevzileri denetliyordu. Agirî, Zelal’le bağlantı kurup durumlarının iyi olduğunu bildirdi. Zelal, Agirî’nin savaştaki hakimiyetine güveniyordu. Yıllardır savaş içerisinde büyük tecrübeler kazanmıştı Agirî. Zelal, hareket tarzlarına ve kendi durumlarına ilişkin Agirî’yi bilgilendirip başarılar diledi.
Ay ışığı çıkınca düşman kobralarla indirme yapmaya hız verdi. Kurşun, havan, roket seslerinden başka ses yoktu gecede. Çatışma alanı çembere alınmış, grup ikiye bölünmüştü. 11 bayan ve bir erkek arkadaş gruptan kopmuş, iki gücün arasına düşman indirme yapmıştı. Zelal, Agirî’yle yine bağlantı kurdu ve çemberi yarıp randevu yerine gitmelerini söyledi.
Gün ağarmadan çemberi yarmazlarsa bütün gücün imha olma ihtimali çok yüksekti. Yaklaşık bir saat süren çatışmaların ardından çemberi iki yerden yarmayı başarmışlardı. Belirledikleri yere ulaştıklarında şafak sökmek üzereydi. Çatışmalarda kayıp vermişlerdi. İki arkadaş yaralanmış ve 12 arkadaş çemberin içinde kalmıştı.
Zelal, telsizi dinliyor, düşman konuşmalarından çemberde kalan arkadaşlarla çatışmaya girilip girilmediğini anlamaya çalışıyordu. İlk kez denetimindeki arkadaşlar gruptan kopmuştu. Akıbetleri hakkında hiçbir bilgisi yoktu. Cihan, Zelal’in düşünceli halini görünce:
—Heval Zelal arkadaşlar büyük ihtimalle kendilerini sağlama almışlardır. Araziyi tanıyan, tecrübeli arkadaşlardır” dedi.
Zelal başıyla Cihan’ı onayladı. Agirî yanlarına geldiğinde tüm arkadaşların mevzilendiğini söyledi. Henüz sözünü bitirmemişti ki, savaş jetlerinin tiz sesleri gelmeye başladı.
Güne jetlerin rasgele attığı roketlerin kulakları sağır eden sesiyle başlamışlardı. Bulundukları yer ormanlıktı ama yapraklar henüz açmadığından kendilerini kamufle etmekte zorlanıyorlardı.
O gün öğlene kadar çatışmaya girmediler. Alanın her yerinde çatışmalar olanca hızıyla devam ediyordu. Düşman birçok tepeyi tutmuştu. Bu operasyondan alacağı sonucun bütün yıla damgasını vuracağını bildiğinden tüm gücünü seferber ediyordu. Gerilla gücü de savaştaki inisiyatifi ele geçirme kararlılığındaydı. ‘97’deki başarıyı ‘98’de kazanmayı hedefliyordu.
Tepeciler küçük cihazla bağlantı kurup düşmanın kendilerine doğru geldiğini söyleyince Zelal saldırı talimatı verdi. On dakika sonra düşman yine kobralarla indirme yaptı ve tüm güç çatışmaya girdi. Zelal’in denetimindeki güç yaklaşık bir bölüktü, düşman ise binlerce askeriyle yöneliyordu. Askerler çözümsüz kalınca kobralar ve jetler devreye giriyordu. Hava kararınca Zelal gücü topladı ve kendilerinden üç saat uzakta olan eyalet koordinesinin yanına gitmek için yola koyuldular. Ay ışığı çıkmadan arkadaşlara ulaşmışlardı.
Bulundukları yer, karşısındaki Herekol dağının tersine ağaçların çok az olduğu Piro dağıydı. Eyalet koordinatörünün yanında Garisa’ya geçecek güç de vardı. Zelal’in denetimindeki güçle birlikte sayıları oldukça fazlalaşmıştı. Kısa bir toplantının ardından düzenleme yapıldı. Güç üç gruba ayrıldı.
Zelal, Cihan’ın ilk fırsatta Cudi’ye geçeceğini düşünerek yanlarında kalmasının uygun olacağını belirtti. Eyalet koordinasyonu 45 kişilik güçle Herekol’un eteklerine gitti. 45 kişilik güçte dört bayan arkadaş vardı. Zelal, Agirî, Cihan ve Delal...
Bir gün boyunca Herekol’un eteklerinde konumlandıkları yerden hiç hareket etmeden beklediler. Alanın diğer yerlerinde çatışmalar sürüyordu. Aynı günün akşamında düşmanın bir gün önce bıraktığı ve bulundukları yerden yaklaşık otuz beş dakika uzaklıktaki yere gitmeyi kararlaştırdılar. Yeni yerleri düşmanın iki tugayının arasındaydı. Tutulmayan tek yer orasıydı. Herekol ve Piro arasında kalan yer taşlık bir dere yatağıydı.
Nokta değişikliği yapacakları zaman bir kişinin kaçtığını fark ettiler. İhanet karanlık yüzüyle yine kendisini göstermişti. Özgürlük mücadelesi emekti, sevgiydi ve tüm insanlığı sığdırabilmekti yüreğine. Karanlık bakışlı ihanet bunları başaramayacak kadar yüreksizdi. Bunun için de insanlığı yok etmek isteyen efendilerinin yanında soluğu almıştı, hem de bir dönem sonra onların da kendisini kabul etmeyeceğini bile bile...
Kaçan kişi bildiği her şeyi anlatmıştı düşmana. Eyalet koordinesinin orada olduğunu öğrenen düşman, elli bini aşkın gücünün büyük bölümünü Herekol-Piro arasındaki alana kaydırdı. Kaçan kişi bütün bilgileri düşmana vermişti. Kendisine verilen ödül ise, kendisi gibi olanların hepsine söylenen ‘kendi halkına hayrı dokunmayanın bana hayrı olmaz’ sözü ve şakağına sıkılan kurşundu...
Akşam olduğunda koordinasyon gücü yerini değiştirirken, fosfor yeşili gözlerin kendilerini izlediklerinden habersizdiler. Düşman tepelere kurduğu termal kameralarla gücün hareketini izliyordu. Koordinasyonun gücü noktaya ulaştıktan sonra düşman noktanın çevresini sarmış, saldırı kollarını hazırlamıştı. Arazi taşlık ve engebeli olduğundan hiçbir arkadaş düşmanın hareketini fark etmemişti.
Ve sarı tepsi ışıklarını sunmadan doğaya, kurşun sesleri yine başladı. Serin rüzgar baharın taze kokusunu değil, barut ve kan kokusunu taşıyordu. Operasyon tüm yoğunluğunu Herekol ve Piro dağlarına taşımıştı. Koordinasyon gücünün olduğu yerde yoğun çatışma başlayınca, Herekol dağındaki hareketli gerilla birliği de düşmana saldırıp, dikkatleri kendi üzerine çekerek arkadaşların çemberden çıkmasını sağlamak istiyordu.
Dere yatağında çatışma şiddetlenince koordinasyon gücü savunmalı bir biçimde dere yatağının yukarısına doğru çıktı. Düşman her türlü tekniği kullanıyordu. Kobraların, savaş jetlerinin attığı roketlerle taşlar tuzla buz olmuştu. Düşman tüm gücü imha etmekte kararlı gibiydi.
Eyalet koordinesinin ve Zelal Arkadaş’ın yanındaki arkadaşlar, onları çatışma sahasından çıkarmak için ısrar ediyorlardı. Yanlarındaki gücü düşmanın içinde bırakıp, oradan ayrılmayı kabul etmeyen Eyalet Koordinesi ve Zelal Arkadaş gitmeyeceklerini söylediler.
Zelal arkadaş, gitmeleri için dayatan arkadaşlara dönerek “gitmiyoruz, tepeyi tutup çatışalım” deyince, bütün arkadaşlar mevzilendiler. Üst taraftaki tepenin, düşmandan önce tutulması gerekiyordu. Eyalet Koordinesi, Zelal, Delal, Agirî, Cihan, Serhildan, Adıl, Mahir arkadaşlar ilk etapta tepeye çıkanlardı. Onlar mevzilenene kadar dört arkadaş daha gelmiş, geriye kalan arkadaşlar da yamaçlarda mevzilenmişti.
Düşman tepeye çıkan gücü görünce kobra ve jetlerle saldırdı. Bir yandan hava saldırısı yaparken, diğer taraftan da karadan hareketle gücü imhayı hedefliyordu.
Tepeye ulaşan grup silah şişleriyle mevzi kazdı. Zelal ve Delal ilk mevzideydi. Agirî ve bir erkek arkadaş onların sol tarafındaki kayalıkların yanına geçmişlerdi. Cihan ve Serhildan arkadaşlar ise karşı tarafa geçmeyi başarmış, oradan gelen saldırılara cevap veriyorlardı.
Zelal, kurşun yağmurları altında tüm mevzileri denetliyor, talimatlar veriyordu. Her saldırının püskürtülüşünde Zelal’in zılgıtı kurşun seslerine baskın geliyordu.
Zelal zılgıt çalmayı anasından öğrenmişti. Kadının anlatamadığı duygularının ifadesidir zılgıt. Acının, sevincin, kederin, mutluluğun, coşkunun, zaferin, baş eğmezliğin, isyanın zılgıtla yaşam bulmasıdır kadının dilinde. Kadının sözcüksüz ve tarih kadar eski türküsüdür zılgıt...
Zelal o günkü tilililerinde isyanın, baş eğmezliğinin, özgürlüğün türküsünü söylüyordu. Tililileri, kurşundan daha öldürücüydü düşman için. Karşısında böyle ustaca savaşanın bir kadın oluğunu bilmek düşmanı çılgına çeviriyordu.
Zelal bir saldırıyı daha geri püskürtmenin coşkusuyla zaferin türküsünü dillendirdi. Diğer mevzilere bakmak için yan mevziiye geçerken tililisini devam ettiriyordu.
Düşman onlarca suikast birimini oraya toplamıştı. Zelal’in hızına saatlerdir hiç birisi yetişememişti. Ta ki o ana kadar. Zelal’in türküsü bir anda kesilince, tüm seslere rağmen sağır sessizlik kaplamıştı her yanı. Agirî büyük bir hızla kendisini Zelal’in olduğu mevziiye attı.
Gece karası gözlerinin üzerine dökülen saçlarının arasından kan sızıyordu Zelal’in. Sular gibi duru yüzünün sol tarafına sızıyordu kan. Gözlerinde sakin bakışları vardı yine. Birazdan kalkıp yine herkese talimat verecekti sanki. Ama türküsü yarım kalmıştı dudaklarında. Agirî, Zelal’e sıkıca sarıldı. Hiçbir şeyle ifade edemiyordu kendisini. Zelal’le birkaç gün önce yaptıkları konuşmayı anımsadı. Zelal:
—Zilan Arkadaş’ın türküsünü devam ettirmeliyiz” demişti. Türküyü en güçlü söyleyenlerden biriydi Zelal. Agirî, Zelal’in başının altına kefiyesini koydu, alnındaki kanı silerken, çektiği tililileriyle Büyük Komutanının, yoldaşının şahadetini tüm Botan’a anlatıyordu. ‘Türkü yarım kalmayacak’ diyerek Zelal’i kan sızan alnından öptü. Onun silahını alarak Eyalet Koordinesinin yanına gitti.
O süreçte Eyalet Koordinesi olan arkadaş;
- “Agirî arkadaş bulunduğum mevziye geldi. ‘Zelal arkadaş şehit düştü. Bu onun silahı ve raxtıdır’ dedi. Benim silahım da M-16 olduğu için ‘sen kullan’ dedi. Yaralandığımı fark edince ‘sen yaralanmışsın, buradan çık, gerideki mevziye git’ dedi. Kolumdan tuttu ve o mevziden çıkmam için ısrar etti. O anki durumu anlatmak çok zor. Beni zorla tutması, çekmesi, şu an anlatamıyorum. Ona mevziinin önemli olduğunu ve ‘savunmasını yapıp, yapamayacağını’ sordum. Agirî arkadaş çok keskin olarak: “Sen geriye git, mevziiyi elbette tutabilirim’ diye cevap verdi. Agirî’nin cesaretini sözcüklerle anlatmak çok zor. Mevziide sonuna kadar kaldı” biçiminde anlatıyor.
Zelal’in bakışları Agirî’nin aklından hiç çıkmıyordu. Zelal’in tilililerini halen duyuyor ve ondan güç alıyordu. Sıktığı kurşunlar, Zelal’in intikamını almak içindi.
Düşman en fazla onun bulunduğu mevziiye yöneliyordu. Onlarcası, yüzlercesi ard arda geliyordu. Ama Agirî ateş olmuştu. Kurşunlar söndüremezdi ateşi. Ateş gürleşiyordu, ateş Agirî’nin yüreğindeydi. Özgürlüğün soluğuyla gürleşiyordu ateş. Agirî barut kokularını değil, özgürlüğü soluyordu. Savaştıkça özgürleşen ve güzelleşenlerin türküsü dilindeydi Ateşin kızının...
Düşman iki taraftan Agirî’in bulunduğu mevziiye yönelince, ateşin kızının sesi yükseldi:
“Şer şerê çi jine çi mere” ardından sarıldı silahına, bir eliyle silahını kullanırken, diğer eliyle de bomba atıyordu. Düşman sonuç alacağını düşündüğü saldırıda geriye çekilmek zorunda kaldı.
Sekiz saattir devam eden çatışmadan düşmanın ağır kayıpları vardı ve cenazeleri almak istiyordu. Bu nedenle de saldırılarını yoğunlaştırıyordu. Diğer mevziilerdeki arkadaşlar ısrarla Agirî’yi bulunduğu mevziden çıkarmak istiyorlardı. Ama Agirî onların sesini duymuyordu. Kendisini mevziiyi ele geçirmek isteyen düşmana cevap vermeye kilitlemişti.
Agirî düşmanı geri püskürttüğünde, Zelal’in yanında olduğunu düşünüyor ve yüreğinin sıcaklığıyla gülümsüyordu ona. Buğday sarısı saçlarına taktığı tokası çözülmüştü ve saçları omuzlarından aşağı dökülüyordu. Şutiğinden küçük bir parça keserek saçlarını topladı. Basret’in eteklerindeki köyü anımsadı. Çocuklarla oynadıkları oyunları.
Bir gerilla komutanıydı, çocuklarla oyun oynamasını herkes ilk başta yadırgamıştı ama daha sonra Agirî’nin çocuklarla oynarken yaşadığı mutluluğa tanık olduklarında kimse eleştirmemişti onu.
En çok da yakalamaca oynuyorlardı çocuklarla. Bir keresinde yine çocuklarla oynarken ayağı takılmış yere düşmüştü. Onu kovalayan küçük Cevo, Agirî’nin yanına gitmiş, ona sıkıca sarılıp ağlamıştı. Sanki düşen Agirî değil de kendisiymiş gibi. Sonra çocuk sıcaklığıyla Agirî’nin saçlarını açmış, küçük elleriyle örmeye çalışmıştı. Agirî, Cevo’yu kollarının arasına alıp onunla güneşi izlemişti. Ardından toprağa uzanmış, sıkıca kapatmıştı gözlerini. Cevo onu uyandırmak için her şeyi yapmıştı ama başaramamıştı...
Serseri kurşunlar Agirî’nin gün yanığı tenine saplandığında Basret’in eteklerinde Cevo’yla oyun oynuyordu. Cevo bir daha uyandıramayacaktı Agirî’yi. Agirî ateş olmuştu. Agirî çığlık olmuştu. Agirî çocukların gülüşlerinin sonsuzlaşması için kendisini ölümsüzleşen öze katık etmişti...
Bir can daha karışmıştı toprağa. Yoldaşları Agirî’in şehadetinden habersiz, savaşıyorlardı. Delal’in bulunduğu mevziye iki arkadaş gelince, O, Eyalet Koordinesi olan arkadaşın yanına gitti. Mevzi küçük ve sağlam değildi. Delal, Koordine arkadaşla birlikte o mevziiden çıktı, ama daha sonra tekrar o mevziiye döndü. Önemli bir mevziiydi. Kimse Delal’in tekrar o mevziiye döndüğünü fark etmemişti.
Uçakların bombardımanı durunca kobralar devreye giriyordu. Yere düşen her roket yüzlerce parçaya ayrılıyordu. Kızgın demir parçalarından birisi Delal’in genç kız bedeninde soğudu. Delal, anasının koynuna uzanırcasına, usulca uzandı toprağa. Silahı ellerinde huzurlu uykusuna daldı anasının ‘lori’ler’ni dinleyerek. Hiç görmediği ama kahramanlık öyküleriyle büyüdüğü amcasının, PKK’nin öncülerinden Mehmet Hayri Durmuş Yoldaş’ın ellerinden tutmuştu.
Delal, “Hayri Durmuş Yoldaş’a layık olacağıma söz veriyorum” diyerek anasının elini öpmüş, onun hayır duasını alarak ülkeye gelmişti. Düşmanın yoğun baskıları nedeniyle Kürdistan’daki birçok aile gibi Delal’in de ailesi Avrupa’ya çıkmıştı. Delal her fırsatta “heval burada nefes alamıyorum. Bir an önce ülkeye gitmeliyim” diyordu. Bir süre Avrupa’da kitle faaliyetlerinde kalmıştı. Ülkeye gelmek için kendisini dayatmış ve sonunda bunu alan yönetimine kabul ettirmeyi başarmıştı.
Delal, ülkeye geleceğini Avrupa TAJK Konferansında öğrenmiş ve sözünü orada vermişti. Mikrofonu eline alınca hiçbir şey söylemeden ağlamaya başlayınca, konferanstaki yabancı konuklar ne olduğunu anlayamamışlar. Delal
-“Gözyaşlarım mutluluğumdandır. Bu duyguları ülke topraklarına duydukları özlemden yüreği yananlar anlar” demiş ve sözünü vermişti.
Ülkeye geldiğinde toprağı avuçlamış, onunla konuşup, hasretini anlatmıştı toprağa. En büyük hayali ülkesinin her yerini dolaşmaktı. İlk durağı Botan olmuştu Delal’in.
Botan’ın en zorlu alanlarında kalmıştı, bulunduğu her ortamda fedakarlığı ve zorluklar karşısındaki direnişçiliğiyle tanınırdı. Çabuk pes etmez, “insanın başaramayacağı hiçbir şey yoktur” derdi. Ülke topraklarını adımladıkça hasretinin daha da arttığını söylüyordu. En çok da bahar ve yaz mevsimlerini seviyordu. Topraklarının rengarenk oluşunu izliyor, suların yanaklarını süsleyen nilüferlerle sohbet ediyordu.
Nilüfer ve Delal...
Suları süsleyen nazlı çiçektir nilüfer.
Ve ülkesinin topraklarını daha da güzelleştiren nazlı bir nilüferdir Delal...
1-2 saat sonra akşam olacaktı. Düşman, gerillanın karanlığa hakimiyetini bildiğinden, son iki saatte sonuç almak istiyordu. Yüzlerce kaybının olmasına rağmen güç takviyesi yapıyor ve saldırılarını daha da şiddetlendiriyordu. Düşmanın ağır kayıpları karşısında, koordinasyon gücünün dört kaybı vardı. Direniş büyük bir görkemlilikle devam ediyordu.
Cihan ve Serhildan Arkadaşların bulunduğu mevzi, diğer mevziilerden uzaktı ve arkadaşları göremiyorlardı. Çatışmaların en yoğun olduğu yerlerden birisi de onların bulunduğu mevziiydi.
Düşman sürekli olarak ‘teslim ol’ çağrılarını yapıyordu. ‘Teslim ol’ çağrısı yapıldığı her an Cihan’ın intikam hırsı daha da artıyordu. Çağrılara cevabı, silahının namlusundan çıkan mermileriydi. Düşmanın zavallılaştığını, ağır kayıplar verdiğini yaptığı çağrılardan anlıyordu Cihan. Buna onlarca kez tanık olmuştu. Düşmanın umutsuzluğu Cihan’ı sevindiriyordu. Bu dağlarda yaşamın yok edilemeyeceğine kanıttı düşmanın umutsuzluğu.
Tanklarına, uçaklarına, on binlerce askerine güveniyordu yaşamı yok etmek için. Ama ‘umuda kurşun işlemeyeceğini’ bir kez daha anlayacaktı, anlıyordu. Umut ağacı şehitlerin kanıyla sulanıyordu bu ülkede. “Bizde olan ama düşmanda olmayan en büyük ve savaşın sonucunu belirleyecek olan bir silah var heval Serhildan. Adı Umuttur, Umut” dedi Cihan. Serhildan “Umut” diye karşılık verdi Cihan’a.
Düşman diğer mevzilerdeki gücünün yarısını Cihan’ın olduğu mevziiye yöneltmişti. Mevziinin üst tarafından sızma yapan düşmanın bir kolu üst taraftan tarama yapınca Cihan ve Serhildan Yoldaşların dudaklarından bir sözcük çıktı ‘Umut...’
Cihan, bir zamanlar “Çiyayê Agirî’nin gözleri ne renk” diye sormuştu. Ve kurşunlar saplanınca bedenine, ateşin sırrına eren kelebek oldu Cihan.
Çiyaye Agirî’nin gözlerinin hangi renkte olduğunu bir Cihan, bir de Cihan gibi ateşin sırrına erenler bilir...
Ve tarih 14 Mayıs 1998. Bestler, tarihin en büyük direnişlerinden birisine daha tanık oldu. Yaşamı yok etmek isteyen düşmana karşı, dört can, dört kadın gerilla özgürlüğün ve umudun türküsünü söyleyerek cevap verdiler.
O türkü binlerce yıl önce yine bu topraklarda doğmuş ve sonra da kölelik, eşitsizlik ve sömürü tarihinin yaratanlarınca karanlıklara gömülmüştü.
Ve binlerce yıl sonra yine bu topraklarda türkü duyulmaya başlandı. Umudun türküsü, kutsal toprakların bağrından çıkan, insanlığın kurtarıcısı Başkan APO tarafından karanlıklardan çıkarıldı. Umudun türküsüyle birlikte kadın da karanlıklardan çıktı ve umutla aydınlanan yolda özgürlüğe yürümeye başladı.
Çürümüş düzenin temsilcileri, kadının özgürlük umudunun türküsünü susturmak, yaratılan yaşamı yok etmek için bütün güçleriyle yöneldiler. Saldırılarının durmadığı günlerden birisi de ‘98’in 14 Mayıs’ıydı. Elli bini aşkın asker, onlarca tank, savaş jetleri ve kobralar hiç durmadan ölüm yağdırdılar yaşama, öldürebileceklerini düşünerek ama yaşam bu toprakların kendisiydi. Kurşunların işlemediği UMUT bu toprakların mayasında vardı.
Saldırıların en çok yaşandığı yer Herekol ve Piro dağlarının arasıydı. Zelal, Agirî, Cihan ve Delal de oradaydılar. Dillerinde özgürlüğün umudunun türküsü. Kadın bu türküyle karanlıklardan kurtulmuştu ve kimse susturamazdı türküsünü. Sonsuzlaşan türkünün en güçlü söyleyenlerinden oldular Zelal, Agirî, Cihan ve Delal...
Umudun türküsünü karanlıklardan kurtaran Başkan APO, büyük savaş komutanlarının şahadetlerinin ardından şunları söyledi:
“Botan eyaletindeki arkadaşlar savaş konusunda iyi bir tecrübeye sahip olmuşlardır. Aslında bu son şahadetler, yani Zelal arkadaşlar bir çalışma sahibiydiler. Bu şahadetler için aslında YAJK büyük bir sesin sahibi olmalıdır. Hatta merkez gibi büyük bir örgütlenmenin Botan’da da hazırlanması gerekiyor. Botan’da savaşla yaratılan yaşamın büyük bir anlamı vardır ve büyük bir sorumluluk istiyor.
.... İşte Zelal Arkadaşları da gördük. Anılarına verilecek en iyi karşılık, koruyabilen, geliştirebilen, yönetebilen, hatayı-eksiği duygusal değil, objektif değerlendirebilen, bu konuda kendisini zorladıkça yeniden yaratabilen bir gelişmeyi sağlamaktır.
.... Hem Zelal Arkadaş’ın, hem de yanında şehit düşen arkadaşların şahadetlerinden çıkarılması gereken sonuç: aslında savunmaları yapılabilirdi. Bu şahadetle büyük bir fedakarlık ruhu, cesaret rolünü oynadığını sanıyorum, olumsuz değil, fakat çok fazla hareketlilik zararlı olabiliyor. Bu biçiminde fedakarlık, eğer çok zorunlu olmazsa üzerine gitmemek gerekiyor.
Bu şahadetlerin anısına rolünüzü oynayabilirsiniz. Bu arkadaşlar unutulacak arkadaşlar değildirler...”
Kadın Özgürlük Mücadelesi’nde umudun türküsünün sonsuzluğa kendilerini katık ettiler Zelal, Agirî, Cihan ve Delal.
Ve umudun türküsü şimdi binlerce kadın gerilla dilinde Mezopotamya topraklarında söyleniyor...
* 14 Mayıs 1998’de gerçekleştirilen operasyonda 23 arkadaş şehit düştü. Operasyon 26 gün devam etti. Düşman beklediği sonucu alamadan, yüzlerce kayıp vererek geri çekildi.
Zelal Arkadaş’ın denetiminde gruptan kopan 12 arkadaş, daha sonra Parti’ye ulaştı. Zelal bunu duymadı ama onlar Zelal’in dudaklarında yarım kalan türküsünü devam ettirmeye ant içtiler. Binlerce yoldaşları gibi...
Mücadele arkadaşları
- Ayrıntılar