İlkokula başladığım günü bugün de anımsıyorum. Kapalı, tek düze dünyamda yaşadığım farklı bir gündü. Merak, heyecan, şaşkınlık, sevinç, kaygı yüklü karmaşık duygular… O ilki yaşayan herkes bilir… Kahkahalar içinde gülmeye de, çığlıklarla ağlamaya da hazır halde sıralarında oturan öğrencilerin yazgısı artık öğretmen ve onun zihniyetine bağlıdır. Karşımızda kara tahtanın önünde ayakta konuşan yetişkin birini dinliyor, fakat söylediklerini bir türlü ayrıştırıp, anlayamıyorduk. Devletin bizi eğitmek, babamın deyimiyle “adam” etmek için yolladığı bu yetişkin kişinin o durumda neler hissettiğini bilemem. Fakat bizim duygularımızın toplamı büyük bir şaşkınlıktı.
Bir süre sonra bize hariçten gazel okuyarak sonuç alamayacağını anlamış olsa gerek ki öğretmen, üst sınıflardan bir öğrenciyi tercüman olarak getirdi. Kimin oğluydu anımsamıyorum ama bu tercüman öğrenci, öğretmenin bize ana dilimiz Kürtçeyi yasakladığını, yine ana dilimiz Kürtçe ile duyurdu. Tercümanımızın ana dilimiz Kürtçe ile bize bir bir izah ettiğine göre: bundan böyle derste, teneffüste birbirimizle; evde, anne, baba ve kardeşlerimizle Kürtçe konuşmayacaktık (!).
Öğretmen herhangi birimizin Kürtçe konuştuğunu görür ya da duyarsa bizi şiddetle cezalandıracağını, döveceğini söylüyordu. Dahası öğretmen kendisinin olmadığı, ulaşamadığı her yerde başkaları tarafından bu konuda izlenip, gözleneceğimizi, bu kişilerin Kürtçe konuştuğumuzu kendisine bildirmesi durumunda da bizi cezalandırıp, döveceğini söylüyordu.
Devlet bizi eğitmeye, bizi zor yoluyla ana dilimizden vazgeçmeye zorlayarak; ana dilimizi bize zor yoluyla unutturarak başladı. Devletin bize verdiği ilk ders bizim, devletten aldığımız ilk eğitim bu oldu.
Sen söyle okuyucu: bize terörist demekten, mazoşistlere özgü garip bir haz duyan devletin bu uygulamaları terör değilse nedir? Bundan daha zalim ve alçakça bir terör olur mu? Devletin bu yolla kişiliğini parçaladığı Kürt çocuklarının sayısı kaçtır? Bu yolla kişilikleri parçalanan Kürt çocuklarının toplumsal yaşamdaki durumları, sorunları nelerdir? Bu sorular Türkiye’nin ve dünyanın pedagoglarınca ele alınıp, işlenmesi gereken bir insanlık sorunudur. Daha okulun ilk günlerinde öğretmenin devlet adına koyduğu ana dil yasağına rağmen okulda, teneffüste ana dilimle Kürtçe konuştuğum için öğretmenin içimizden örgütlediği arkadaşlar tarafından ihbar edildim. Sınıfta öğretmen tarafından cezalandırılmak üzere arkadaşların karşısına kara tahtanın önüne çıkarıldım. Dört kişiydik; teneffüste okulun önünde kendimizi kaptırdığımız oyunda çığlıklarımız bile Kürtçeydi…
Ana dillerini konuşmaktan suçlu yedi yaşındaki dört çocuk olarak bak nasıl cezalandırıldık okuyucu: Kürtçe konuştuğumuz için bizi cezalandırmak üzere kara tahtanın önüne çıkaran öğretmen elinde esaslı bir sopayla başımıza dikilmiş vahşi bir öfke içinde:
Domalın ulan! Diye hırlıyordu.
Anlamı neydi, ne demekti bu? Bilmiyorduk. Öğretmenden ve onu bizi eğitmek için yollayan devletten çok geri (Botan vahşileri) olduğumuzdan anlayamıyorduk. Biz korku içinde ne yapacağımızı bilmez halde bön bön öğretmene bakıyorduk. O yani eğiticimiz pedagog da hırlama ötesine geçmiş, öfkeden öte cinnet içinde:
Domalın dedim ulan! Diye uluyordu.
Öğretmen (ama ne öğretmen…) kendisiyle dil birliğinden yoksun olduğumuz için; derste bize anlattığı şeylerin esasını bir de vücut diliyle anlatır, jest-mimik hareketleriyle olmadık maymunlukları, şebeklikleri yapardı.
Kendini Kürt çocuklarını Türkleştirme çalışmalarına adamış bu ülkücü büyük Türk pedagogu pandomim sanatından tatmin edici bir sonuç alamazsa, resim sanatına başvurur, küçük ‘vahşiler’ olarak bir türlü anlayamadığımız konuyu, ‘büyük uygar’ olarak o, birde kara tahta üzerinde beyaz tebeşirle çizdiği çizgilerle anlatırdı bize. Bu büyük Türk münevverine bir plaket olsun verilmiş midir acaba? Devlet bencil ve nankördür. Böylelerini alır, önce ekonomik olarak düşürüp, mahkum eder; sonra ideolojik kültürel olarak balon gibi şişirir, ardından da göreve atayarak, üç-beş kuruşa eşşek gibi çalıştırır. Sonra da egemen yaşamda ekonomik, psikolojik, toplumsal olarak her bakımdan domalmış halde bir kenara fırlatıp atar onu.
Bu domalma bahsinde öğretmen hırlayıp, uluyor fakat nedense bir türlü uygulamalı izaha girişmiyordu. Bunun yerine çılgın bir öfke cinnet içinde ve iğrenç küfürler eşliğinde:
Domalın ulan! A…. S… min…. Sıpaları diye haykırarak, elindeki sopayla kıyasıya vuruyordu bize.
Fakat biz, bizden istenenin ne olduğunu ve nasıl olduğunu bilmediğimizden iyice perişanlıyorduk okuyucu.
Sonunda kan-ter içinde çaresiz kalan ittihatçı büyük pedagog, üst sınıftan Türkçe bilen bir tercüman getirdi. Ona sorunu anlattı. O da bize uygulamalı olarak tercüme etti: buna göre;
Avuçlarımızı diz kapaklarımıza bastırıp, gövdemiz ve başımız yere paralel oluncaya dek belimizi kırıp, eğiliyorduk. Batı merkezli örgütlü egemenlerin Prusya ekolünden İttihatçı pedagogu da elindeki sopayla kalçalarımıza vuruyor, vuruyor, sonunda hırsını alamayıp, tekmeyle girişerek, bizi yere yıkıyordu.
İşte okuyucu bu İttihatçı pedagog öğretmen ve onu bize yollayan “yüce” devletten aldığımız ikinci ders bu oldu.
İkinci ders konumuz devşirme ittihatçı resmi Türk argosunun çocuk eğitimi (pedagojisi) ile ilgisinin ne olduğunun izahı elbette ki kuralsız asimilasyoncu devlet kurumuna düşer. Eğer yaşıyorsa, kendiside devlet tarafından ekonomik, psikolojik, toplumsal olarak domaltılıp, bir kenara atılmış olduğu kesin olan o zavallı, öğretmene değil.
Bu kadar değil okuyucu, konu ne denli kokuşmuş ve iğrenç bir konu olursa olsun, yine de ele alıp, kabaca irdelemek zorundayız.
Devlet görevlisi öğretmenin ana dilimiz Kürtçeyi konuştuğumuzda bize uyguladığı cezalardan biri de, kendi deyimiyle “eşek tranşıydı”. Devletin öğretmeni, o gün ya da o an eşşek saatinde değil de eğer “eşref” saatindeyse, ana dilini konuşma suçunu işlemiş olan erkek öğrencileri sınıfın önüne çıkarıyor, elindeki makas ile onların saçlarını çeşitli biçimlerde mesela bir favoriden ötekine, alından enseye kadar kesip kırparak “haç” işareti yapıyordu.
Ana dillerini konuşma suçunu işleyen kız arkadaşlar da, devlet öğretmeninin evine su ve odun taşıma, temizlik vb. angarya işleri yapmakla cezalandırılıyordu.
Bir de bu her bakımdan terbiyesiz hergele zıpçıktı İttihatçı devlet sıpası, hem hepimize toplu hem de her birimize ayrı ayrı “kırolar ve kıro” diye hitap ediyordu. Adabı ittihattan geliyor ya…
Bu konuda senin durumun nedir okuyucu? Devlet senin üzerine öğretmen kisvesine büründürdüğü hangi zebanisini yolladı? Ve ana dilini konuşma suçunu (!) işlediğinde sen daha yedi yaşındayken o küçücük ya da kepçe fakat kesinlikle pespembe saydam kulağından tutup körpe başını kara tahtaya çarptığında, o yaşta sana neler olduğunu bu güne dek anlayabildin mi? yalnız ve yalnızca ana dilini konuştuğun için seni nasıl dövdü? Sana hangi hakaretleri etti? Anımsıyor musun? Mutlaka anımsa ve asla unutma; nedenlerini, sonuçlarını anla, anlat va aş okuyucu!
İçimizdeki bu dert çok ağır ve çok derindir okuyucu… O yaşta uğradığımız derin kişilik kırılmalarımızın zaman içinde kişilik parçalanmalarına dönüştüğünü; bu konuda bütün yaşam süreçlerimizi belirleyen çok derin, çok ağır ve üstelik örtülü (bilincinde olmadığımız, ayrımına varmadan yaşadığımız) köklü kişilik sorunlarına neden olduğunu görüp anlamalıyız okuyucu.
İnsan kişiliğinin, yaşamının bütün süreçlerinde baştan sona belirleyici olan, toplumsal kültürel genleri üzerinden gelen kalıtsal ve bunun üzerine çevresine daha ana rahmindeyken sağlamaya başladığı edimsel alt yapı değerlerinin oluştuğu, sıfır altı yaş arası çekirdek birikimini alçakça kırıp, dökerek; bize “Türkleştiğin ve benim gibi olduğun oranda toplumsal yaşama katılabilirsin! Değilse sana yaşam hakkı tanımam. Kendini Kürt olarak ifade edemezsin!” diyen ve bu dediğini devlet zoruyla, şiddetle uygulayan bir zihniyetin hakim olduğu yaşama-düzene; kırılıp, parçalanmış bir kişilikle yedi yıl geriden başlamanın kendimizde, halkımızda ve insanlıkta yarattığı sonuçları anlatalım, ortaya koyup, tartışalım. Birbirimizin terapisti olalım, bu dertle, bu yükle yaşanmaz okuyucu…
Yaşadıklarımızın çocuklara uygulanan bir İttihatçı devlet terörü olduğunu haykıralım! Böyle bir terörle uğradığımız kişilik parçalanmaları ve kişilik sorunlarımız içinde egemen dünyada kendimizi toplumsal ifade çabamızın sonucu “arabeskliğimizi” anlayalım ve aşalım…
Böylesine ağır ve korkunç devlet terörü altında sürdürmeye çalıştığımız toplumsal yaşamda, çocuğun insanın sonradan kazanabileceği toplumsal yetenekleri, becerileri kazanamayıp, devlet terörüyle savrulduğumuz metropol varoşlarında heba olduğumuzu… Anlayalım ve herkese haykırarak duyuralım.
Doğanın insana lütfettiği, toplumsal, kültürel genlerimizdeki, potansiyel yeteneklerimizi açığa çıkaramadığımızı ve bizde yüklü bu harikulade insanlık değerlerinin açığa çıkmadan yitip, gittiğini, halkımızın ve insanlığın bu bakımdan tahmin edilemeyecek kayıplara uğradığını haykıralım! İç Asya’dan, Balkanlardan, Kafkasya’dan, Anadolu ve Mezopotamya’ya gelen devşirme birileri, geldikleri yerlerde uğradıkları kimlik yıkımının kompleksini, güçlerinin yettiği herkesi kimliksizleştirip, kendine benzetme çabası içindekiler ulus devlet kurup, temel güdülerini doyuracaklar diye, bize reva görülenlerini bütün çıplaklığıyla bütün dünyaya anlatalım.
Gerillanın Kaleminden