On yıldır içimde taşıdığım bu hikayeye bir tek kelime bile ekleyemeden tekrar başa döndüm. Şimdi on yıl önceki halinden hiçbir şekilde değişmeden, ne eksilmeyi, ne de eklenmeyi kabul etmeden hikaye bütün gücüyle karşımda duruyor. Öylesine bir dayanılmazlığı, öylesine bir meydan okuyuşu var ki, artık bu acımasızlık karşısında boyun eğiyorum.
Bir kez daha Zağroslara doğru yol alırken, o yollardan, o mekanlardan bir kez daha geçerken, bu coğrafyanın bütün ayrıntılarına sinmiş, sarı otların, dere yataklarındaki yosunların, en korkunç sürüngenlerin duruşlarına sarılmış, hayatımızı hayat yapan o derin seslenişi bir kez daha duyumsuyorum. On yıl önce aynı yaz sıcağında içine yuvarlandığım ve henüz erkendir diye, yıllarca kendimle sakladığım, yıllar ilerledikçe ve ben eksik olanı bir türlü bulamadıkça, girdiğim bütün kuytu ormanlarda kaybetmeye çalıştığım, unutursam büyür diye düşündüğüm, ama her karşılaştığımda tamamlanmadığını bir kez daha fark ettiğim hikayeye tekrar aynı yollardan yürüyorum.
Zap nehrinin aktığı derin ve kayalıklı vadiyi aşıp, Yahudi suyu ismini alan Çemço’daki eski değirmeni geçtikten sonra kuzeye doğru dönüyorum. Dizlerim eskisi kadar güçlü olmasa da yaz sıcağında hâlâ zirveleri karlarla kaplı dağlara doğru ilerlerken, on yıl önce bastığım bu kayaları tanıyan bir duygu kaplıyor içimi. Bu eski değirmene gelip öğütülmüş nohut ununu sırtladığımız o günü, nohut unundan ekmek yapmaya çalıştığımız ve peşmergelerin erzak kaynağımız olan bu değirmeni ele geçirmek için saldırdıkları o geceleri, bir bölüklük yeni savaşçılardan oluşan, henüz silahlarının emniyetini açmasını bilmeyen bir bölükle, Mahmut isimli bir komutanın kıyasıya direnişini dün gibi hatırlıyorum.
Bütün beyaz taşların, Faraşin yaylalarının o güzel kızının söylediği gibi, bana güler gibi baktığını fark ediyorum.
Hikaye, ’94 yılının yaz aylarında yalnız ve bir yabancı olarak yaşadığım Almanya’nın bir şehrinde, ismi Sabri Agit olan sessiz bir Kürt genciyle karşılaşmamla başlıyor.
O şehre ve birbirine de yabancı olan iki arkadaş olarak dolaşıyoruz kalabalık caddelerde. Bir tek cümle bile konuşmadan Sabri Agit’e eşlik ediyorum. Onu bir yerden bir başka yere götürmem ve bazı ihtiyaçları karşılamam için görevlendirilmiştim. Kendimin de çok az tanıdığı bu şehirde, alış veriş merkezlerinin orta yerinde ayakkabıcıları dolaşıyoruz. Ondan biraz sıkılsam da, yanımda duran bu çocuğu sessizce izliyorum. Sanırım onunla aynı yaşlardayız. Akran sayılırız…
Kendiliğinden açılıp kapanan kapılardan geçip girdiğimiz her mağazada spor ayakkabılarını eline alıp tek tek inceliyor. Yürüyen merdivenlerden üst katlara çıkarken az da olsa meraklandığını fark ediyorum. O an O’nu daha fazla tanımak için hiçbir ilgi duymuyorum. O’nun hakkında daha fazla bir şey öğrenmek aklıma bile gelmiyor. Reklam filmlerinde gördüğüm bazı markaları ona önererek yardımcı olmaya çalışıyorum. Ayakkabıları zaman zaman ayağında deniyor. Zor beğeneceğini hissediyorum ve sabırla bu esmer çocuğu bekliyorum. Ama bir tek kelime bile olsun konuşmak gelmiyor içimden. Onunla konuşabileceğim ortak bir şey bulamıyorum. Bir an önce işimi tamamlayıp onu aldığım yere bırakmayı düşünüyorum.
Bu benim onunla geçirdiğim ilk ve son günüm oluyor. Akşam güzel, sağlam bir ayakkabı seçtikten sonra -markayı dün gibi hatırlıyorum: Adidas streetball. Ondan tam bir yıl sonra ben de aynı ayakkabıyı alacaktım- sabah onu aldığım yere bırakıyorum. Akşam ayrılırken, onda hiç göreceğimi tahmin etmediğim bir sevinç ifadesinin yüzüne yerleşmiş olduğunu, belki de, bütün gün bu ifadeyle dolaştığını, o kalabalık mağazalarda aynı sevinçle ayakkabılarını aradığını yeni fark ediyorum. Heyecanla elini omzuma koyuyor ve gözlerimin içine bütün sevinciyle bakıyor. Onun yüzüne bakarken tenimi bir utanç kaplıyor. O an terlediğimi hissediyorum.
Bütün gün kendimle küçük bir çocuğu gezdirir gibi baktığım bu çocuk, ne kadar sürdüğünü bilemediğim, ama bana saatler gelen bu bakış esnasında büyüyor. Benden çok uzaklara, çok öteye taşınıyor. Gözleri beni ve benimle birlikte o koca şehri kucaklıyor. Onun omzumu sıkıca tutan ellerinden müthiş bir akım geçiyor bedenime. O an bana kızmasını beklerken, gözlerinde gördüğüm sevinç ile bana dokunmakta olduğunu fark ediyorum. Yavaş yavaş sersemlediğimi hissederken, hayal meyal sözlerini duyuyorum.
Ülkeme gidiyorum…
Ondan ayrılıp aynı kalabalıklara daldığım ve şaşkın şaşkın dolaştığım mağazalarda Sabri Agit’in sevinçli gözlerini düşünüyorum. Bir de yeni aldığı ayakkabılarını. Bir insanın ötekine ilgisizliğinin, aslında kendine yabancılaşması olduğunu, o gün o kalabalık caddede yanımdan hızla geçip giden insanların arasında öğreniyorum.
Sabri Agit’ten tam bir yıl sonra ben de, daha önce hiç görmediğim dağlara, ülkeme geldim. Henüz mekap ile tanışmadığım için aynı ayakkabılar ayağımdaydı. Ve onu merak ediyordum.
O günlerde isminden öte hakkında hiçbir şey bilmediğim o esmer çocuğu görmek için can atıyorum. Bu dağlarda bir yerlerde olduğunu iyi biliyorum. 95 Güney Savaşı’nın kıyasıya sürdüğü o günlerde dağdan dağa dolaşırken, bir yerlerde onunla karşılaşmak için uğraşıyorum. Henüz yürümeyi iyice öğrenemediğim halde yine de önüme gelen her gerillaya onu soruyorum. Çemço’daki nohut öğüten değirmene un getirmeye, diğer bölüklerden gelecek olan gerillalarla karşılaşır ve belki Sabri Agit ile karşılaşırım diye, Mahmut arkadaşın şaşkın bakışları içinde, her defasında kendimi gönüllü öneriyorum.
Beni görsün istiyorum. Beni duysun istiyorum. Onu görüp elimi onun omzuna koyup, gözlerinin içine bakıp, işte ben de geldim, demek istiyorum. Bir türlü olmuyor, bir türlü karşılaşamıyoruz. Savaşın yoğunluğu ve henüz alışamadığım sert coğrafya hafızamı kaplıyor. Kürdistan ormanlarında kaybolup gidiyorum. Kendimle uğraşırken, yavaş yavaş Sabri Agit’i unutuyorum. Ama seçtiğimiz ayakkabı gerçekten sağlam çıkıyor. O kışı ve gelecek baharı o ayakkabılarla geçiriyorum. Paramparça olup atmak zorunda kalıncaya kadar giyiyorum. Ve lojistikçimiz tarafından yeni bir mekap verilince ayakkabılarımı atmaya kıyamıyor, yerini hâlâ çok iyi bildiğim bir kaya aralığına saklıyorum.
‘96 yılının Kasım ayının ilk günlerinde Çukurca’ya bağlı Ertuş karakoluna saldıracak gerilla güçlerine katılmak üzere tekrar Zağros Eyaletine geçiyorum. Eylem için Gerdi ve Oramar güçlerinin de geldiğini öğreniyorum. Büyük bir eylem olacağı kulaktan kulağa yayılıyor. Kameramı, fotoğraf makinemi ve yanıma alabildiğim kadar kamera kaseti alıp yollara koyuluyorum. Bana yol gösteren gerillalarla birlikte bir gece Çemço’daki değirmeni geçip Kinyaniş vadisinde konumlanmış eylem güçlerine ulaşıyorum.
Eylem saatini bekleyen gerillaların bütün düzenlemeleri yapılmış. Eylemde yer alacak bütün gruplar belirlenmiş. Artık karanlık iyice bastırdığı için çekim yapamıyorum. Bütün grupların dinlenmeye ayrıldıklarını öğreniyorum. Yanımdan geçen bir gerillaya saldırı grubunun nerede olduğunu soruyorum. Karanlığın içinde bir kayanın ardını işaret ediyor.
Kayayı dönüp saldırı grubunun yanına geçerken yirmi beş silahın şarjörleri bantlanmış şekilde kayaya dayalı beklediğini görüyorum. Yirmi beş gerilla yan yana uzanmış közlerin başında uyurken, ayakuçlarına, közlerin diğer tarafına çöküyorum. Uyuyan bu yirmi beş gerillayı, karanlığın bu en sessiz şiirini, iç içe kıvrılmış bu yirmi beş çocuğu, belleğime kazınan bu görünümü hayatım boyunca bir daha unutamayacağımı bilmeden seyrediyorum.
Birkaç saat sonra, Ertuş Karakolu’nun, bin beş yüze yakın askerinin konumlandığı Şehit Cihat tepesine saldıracak bu yirmi beş Kürt çocuğa, isimlerini bilmeden, yüzlerini bir kez olsun görmeden bir rüyadaymış gibi sessizce bakıyorum. Seyrettiğim bu rüyanın sessizliği ve bu sessizliğin içindeki dehşetin belleğimin en vazgeçilmez parçası olacağının o gece hiçbir şekilde farkında değilim.
Orada ne kadar oturduğumu ve bu rüyanın ne kadar sürdüğünü bilemiyorum. Bir zaman sonra uyuyan gerillalardan bir tanesi kefiyesini hafifçe kaldırıyor ve yavaşça doğruluyor. Karanlıktaki yüzün ateşin közlerine yaklaşınca gülümsediğini ve bu gülümsemeyi çok iyi tanıdığımı fark ediyorum.
Sabri Agit usulca doğrulup karşımda oturuyor. Yine bütün sessizliği ve bütün içtenliği ile rüyamın içinde gülümsüyor. Karanlık içinde birbirimizi tanıyoruz, birbirimizi selamlıyoruz. Sanki beni bekliyormuş gibi bütün sakinliğiyle karşımda oturuveriyor. Onunla konuşmaya başlamak için can atıyorum. Ama konuşacak bir tek kelime bulamıyorum. Konuşmak istiyorum, ama zaten bu karanlık, eylem öncesinin bu sessizliği her şeyi anlatmaya yetiyor.
Onun şu an dinlenmesi gerektiğini de çok iyi biliyorum. Bu gece O’nu kıyasıya bir çarpışma bekliyor. Sabri Agit ellerini közlere uzatıp usulca ısınıyor. Yine aynı gülümsemesiyle gözlerime bakıp, eylemden sonra konuşuruz diyor. Tamam, eylemden sonra konuşuruz diye onaylıyorum. Sabri Agit, kefiyesini üzerine çekip arkadaşlarının arasına uzanıyor. O gece orada daha ne kadar oturduğumu ve közlerin başında hayatlarının en güzel rüyalarını gören bu çocukları daha ne kadar seyrettiğimi tam olarak hatırlamıyorum.
Yarın güzel bir sabah olacak. Sabri Agit ile birlikte serin sularıyla değirmeni döndüren derenin kenarında oturacağız. Çantalarımızda sakladığım cevizleri çıkarıp teker teker çıkarıp önüne sereceğim. Varsa bir de çay yapacağım. Çünkü ceviz, çay ile birlikte çok güzel gider. Doyasıya bir sohbete başlayacağız. Konuşmadıklarımızı konuşacak, söylemediklerimizi söyleyeceğiz. Etraftan gülüşlerimizi duyan arkadaşlar da katılacaklar sohbetimize. Ama yağma yok, sohbetimizi dağıtmayacağız. Birer bardak çay da onlara ikram edeceğiz. Kırdığımız cevizlerden onlara da vereceğiz. Ona her şeyi soracağım, hakkında her şeyi öğreneceğim. Bir tek sırrını bile gizleyemeyecek benden. Sohbetimizi dinleyen arkadaşlar şaşacaklar, hatta biraz kıskanacaklar. Neden böylesine Sabri Agit ile ilgilendiğimi öğrenmek isteyecekler. Başta söylemeyeceğim. Israr etmelerini bekleyeceğim. Yeterince ısrar ettiklerine kanaat getirdikten sonra usul usul bu hikayeyi anlatacağım…
Sabri Agit o gece Ertuş Karakolu’nun Şehit Cihat tepesinden dönmedi. Eylem sabahı geri çekilen gruplar arasında onu çok aradım, bulamadım. Bir tek kişiye bile sormaya dilim varmadı. Duymaya dayanamayacağımı bildiğim için eylem sonuçlarını kimseye soramadım. Kalabalıklar içinde gülüşünü aradım, göremedim. Sessizliğini aradım, duyamadım…
Daha sonra, başka taraftan geri çekildiğine kendimi ikna ettim. Ve biz karşılaşmadan ait olduğu taburuyla birlikte yeniden Gerdi alanına geçmek zorunda kaldığını, buradan ayrılmadan Çemço’daki değirmene gelip nohut unu aldığını ve son anda rastladığı bir arkadaşıyla kameraman Halil’e selam gönderdiğini hayal ettim.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 8 Kasım günü 14:00-16:00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Tepe Hawanê ve Dola Kinyaniş alanlarına yönelik olarak TC ordusu tarafından obüs ve havan saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar
(Elif Ana’nın anısına)
Elif Ana üzerine geçenlerde bir program yapılmış, izleme imkânımız olmadı. İzleyen yoldaşlar anlattılar. Ancak tuhaf olan ise devlet temsilcileri de katılmışlar.
Malum Türk devleti bu ara bolca açılımlar peşindedir. Açılımlar eğer geçmişin yanlış yetersiz yaklaşımlarını gidermek için ise iyidir. Ancak bunun böyle olmadığını da biz yaşadıklarımızla biliyoruz. Ali Cengiz Oyunları bol olan bir devletin ve zihniyetin izdüşümü olan yeni yetme 17 eğilimi içinde barındıran bir hükümetin herhalde ayak oyunları daha bol olacaktır.
Söz Elif Ana’dan açılmışken, Elif Ana’nın bir memleketlisi olarak birkaç söz de biz söyleyelim:
Öncelikle Elif Ana’yı tüm içtenliğimizle anıyoruz. Yeri nur olsun. Evimizde sürekli asılı duran o güzelim yöre kıyafeti ve kafasındaki özgün Kürt kofisiyle hafızalarımıza işlendiğini söylemem abartı olmaz.
Biz biraz Elif Ana’yla, Ali Kute’yle, Salmanipekle, Hemi Tazi’yle büyüdük, onların öyküleriyle gözümüzü dünyaya açtık. Ve kutsallıkları derinliklerimize işledi. Unutulmaları adeta imkânsız. Ek bilgiler olarak: Bir Hemi Tazi’nin “xwede kurde” demesini unutmuş değiliz. Ali Kute’nin her yerde ziyaretlerle anılmasının yanı sıra Pakistan’da katledilen Ali Buto olduğunu da hiç unutmadık.
Ben bir Kürdistan gerillası olarak 1991 yılında Pazarcık topraklarına ayak bastığımda ilk ziyaret etmek istediğim kişilerin başında Elif Ana geliyordu. Ne var ki bu şansı yakalamadan yörenin kutsal kişiliği rahmete kavuşmuştu. Ben bir gurup gerillayla Pulyana-daha doğrusu Pulyan’e jereye- gitmek isterken vefatını duymuştum. Çok üzülmüştüm. Anamın bana hep anlattığı ve görmem gerektiğini söylediği Elif Ana’yı o yaşarken görememiştim. Vasiyetler her zaman önemlidir. Vasiyetleri yerine getirmek bağlılıkların derinliğini gösterir. Ben bir ananın vasiyetini yerine getirememiştim.
Pazarcık topraklarında bir gerilla olarak çok uzun bir süre zarfı geçmeden mezarını ziyaret etmiştim. Sonraları birçok kez geceleri -ki bir gerillaya ancak bu ziyaretler geceleri nasip oluyor-, ziyaret etmiştim. Vefatının aynı yılında Elif Ana’nın yeşil bezinden de almıştım. Ve halen cebimde taşırım. Sorun batıl inançlara sahip olmak değildir. Yörenin en saygın olan Anasını anmak için de olsa onun bir parçasını yanında taşımak bir değer biçmedir. Ve biz hep Elif Ana’ya değer biçtik.
Yörede gerilla iken Elif Ana’nın bana hep moral veren bir sözünü Pazarcıklılarla tartışırken hiç dillimden düşürmemişimdir. O da; “EV GENÇ E BAŞARKİN.” Yani bu gençler başarırlar…
Evet, Elif Ana Kürdistan gerillası için “bu gençler başarırlar” demiştir. Ve bu sözünü herkes bilir. Kendim yöre insanıyla tartışırken Elif Ana’ya bağlılıktan söz açıldığında ilk söylediğim cümle “Elif Ana, ev genç e başarkin” diyor sen de ya da siz de Elif Ana’yı sevdiğinizi söylüyorsunuz o zaman sevginizin gereklerini yerine getirin, yani Elif Ana gibi bu gençlere, gerillalara güvenin, inanın” diyerek kendilerini geri çeken, ürken, hatta yer yer pasif duranları eleştirmişimdir. Bu bağlamda Elif Ana’nın maneviyatının bana çok destekleri olmuştur. Yıllar geçse de Elif Anayı unutmak mümkün mü?
Elif Ana gerillaya inanmışken şimdilerde gerillayı imha etmek isteyen, Kürt halkını yok etmekte ısrarcı olan bir devletin faşizan zihniyetli memurlarının gelip Elif Ana’ya ilişkin bir programa katılmaları tek kelimeyle kabul edilemez. Kabul etmememin de ötesinde buna karşı mücadele edilmesi gerekir.
Tekrarlayalım; bir Ana ki gerillaya inanıyor. Bir Ana ki gerillayı seviyor ve bir Ana ki mücadele edilmesinin gerekliliği ifade eden “ev genç e başarkın” sözlerini sarf ediyorsa orada faşist devletin inkârcı imhacı zihniyeti temsil eden ve bundan ısrar eden memurlarını karşılamak dediğimiz gibi tek kelimeyle kabul edilemez.
Kabul edilemez, çünkü Elif Ana’da bu durumu kabul etmezdi. O kendisini ölümüne seven gençleri sevenlerdendi.
O, ölümüne kendilerini bir halkın dertlerine derman olmak için dağların doruklarına en zor şartlarda vurarak yaşamayı tercih edenleri severdi.
O, gelecek güzel ve aydınlık günler için kendilerini feda edenleri severdi.
O, ahlaki ve politik bir toplum yaratmak isteyen gençlerin ölümüne, ahlaksızlığın diz boyu yayıldığı bu toprakları temizlemek için yollara çıkan ve bir hırka bir lokma felsefesiyle yaşayan dervişlerden daha dervişçe yaşayan gençleri severdi.
O, özüyle sözü bir olan, ne söyledikleri değil ama nasıl yaşadıkları daha önemli olan gençlerin sade, ahlaklı, yöre kültürünün yaşaması için binlerce kez ölüme hazır olan gençleri severdi.
Evet, o genç gerillaları severdi. Ve o yeniden Kürt halkını ayağa kaldıracak gençleri severdi.
O gençleri severdi, biz ise onu her zaman sevdik ve sevmeye de devam edeceğiz. Yüreğimizin en derinliklerinde ona yani Elif Ana’mıza bir taht kurduğumuzu da herkes duysun.
Ve onun o tüm gençlere ve gerillalara moral veren sözünü tekrarlayalım; “EV GENÇ E BAŞARKIN.”
Ve diyoruz ki; “ev genç e başarkın” sözü için de olsa dağlara. Kutsal mekânlara…
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
24 ve 25 Ekim günleri Medya Savunma Alanlarına bağlı Zagros’un Avaşin, Basya, Dola Şivê ve Hergûş alanlarına yönelik olarak TC ordusu tarafından yapılan obüs ve havan saldırısı sonucunda Dijwar (Naim Çakar) isimli gerillamız şahadete ulaşmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
6 Kasım günü, gece 21:00-00:00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Zap’ın Tepe Hawane, Tepe Colemerg, Sırtê Kovi, Boğaza Çiyareş, Etruş ve Erbiş alanları ile Petrot Köyü’ne yönelik olarak TC ordusu tarafından obüs ve havan saldırısı yapılmıştır.
7 Kasım 2009
HPG Basın-İrtibat Merkezi
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
4 Kasım günü sabah saatlerinde Şırnak’a bağlı Cudi’nin Gire Çolya alanına yönelik olarak TC ordusu tarafından bir operasyon başlatılmıştır. Korucuların yoğun katıldığı operasyon, 5 Kasım günü akşam saatlerinde sonuçsuz olarak geri çekilmiştir.
6 Kasım 2009
HPG Basın-İrtibat Merkezi
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
4 Kasım günü akşam 19:00 ile 03:00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Zap’ın Çiyareş alanına yönelik olarak TC ordusu tarafından obüs ve havan saldırısı yapılmıştır.
5 Kasım 2009
HPG Basın-İrtibat Merkezi
- Ayrıntılar
Çok hızlı süreçler yaşanıyor. Bu hız tarihi momentumla ilgilidir. Tarihi momentum değişimin ve dönüşümün tüm sancılarını içeren andır. Başka bir tanıdık kavramla dile getirecek olursak; kaos anıdır.
Yaklaşık on gün önce “Barış İçin Dağlara” demiştik. Doğru söylediğimiz birkaç gün içerisinde daha iyi anlaşıldı.
Kürt özgürlük mücadelesi tüm iyi niyet çabaları, ortamı şiddetten uzak tutmak istemesi ve büyük özveriler göstererek ve de kendisini zorlayarak zihnen değişim dönüşümü ısrarla dayatmasına rağmen yürekleri kararmış zihinler her seferinde kanlı ortamı, toplum kırımı, onursuzlaştırmayı bir yöntem olarak karşımıza dikmektedirler. Ve bunların dışında da başka herhangi bir şeyi Kürt halkına reva görmek istememektedirler.
“Barış Elçileri” olarak tanımladığımız bir grup gerilla yoldaşımızla, çok değerli analarımızın, gençlerimizin ve çocuklarımızın da içlerinde bulundukları başka bir gurubu birlikte yeter ki çatışmasız bir ortamın oluşturarak barışa katkı olsun diye gönderdik. Halkımız gönderilen bu Barış Elçilerini gerçekten Tarihi An’a layık bir şekilde karşıladı. Bağrına bastı, sahiplendi. Ve bir halkın yapması gereken ve göstermesi gereken en onurlu davranışı gösterdi; yani barışa susamışlığını.
Yüreği kararmış zihniyet sahipleri bir halkın barışa susamışlığını çok görmüş olmalıdırlar ki her yerde kışkırtıcı, provokatif birçok girişimi tahrik ederek barış ortamı için en büyük özveriyi gösteren bir halka karşı linç girişimlerinde bulundular.
Yüreği kararmışlık esasen insanlığından vazgeçmezlik değilse nedir? Onurlu bir barış ve kanın durması için gelen elçilerin karşılanma törenlerini gerekçe göstererek adeta diz boyu yüreği kararmış olanlar her yerde karşıt gösteriler, tahrikler, kızıştırmalar, derken linçler.
Tuhaf olan ise sözde demokrat geçinen, demokrasi söylemini dillerinden indirmeyen, barışçı geçinen, “sıfır problem” diye yola çıkanların gösterdikleri hezeyanlardır. Bir içişleri bakanı, bir başbakan, faşizan-ulusalcı ırkçı muhalefetten hiç söz etmiyoruz. Söz ettiklerimiz sözde “AÇILIMCILARDIR.” Açılımcılardır sözde ancak yüreği ve beyinleri kararmışlardır. Yüreği kararmışlık insanlıktan kopmuşluktur. İnsan olmaktan çıkmışlıktır.
Yüreği kararmış olmak kötü bir durumdur. Türkiye iç siyasetinde askerlerin-biz buna Ergenekoncular diyelim-kendilerince muhalif gördüklerini en iğrenç yöntemlerle tasfiye etme planları ve bunların belgeleri çarşaf çarşaf basında işlenmişken ve suçüstü yakalanmışken yüreği kararmışlar Kürt özgürlük hareketine ve onun halkına saldırmaktan vazgeçmiyorlar. Demokrasi ayıbı, insanlık ayıbı, siyasetin ayıbı ve komplo ayıbının üzerine gitmesi gerekenler barışı isteyenlere ısrarla saldırıyorlarsa orada bazı şeylerin görüldüğü gibi olmadığı netleşmiş demektir. Ve orada tarihi momentuma yaraşacak olan tavır ve davranışı göstermenin zamanı gelmiş demektir.
Yüreği kararmışlar bizim tek taraflı eylemsizlik kararımıza rağmen yoldaşlarımıza yönelmeyi kendilerine erdem biliyorlar. Bingöl’de şehit düşen 5 arkadaşımız özgürlük hareketinin her ferdi gibi Önder Apo’nun çağrısına gönüllüce fedaice katılım gösterecek olan gerillalardı. Barış fedaileri…
Ne var ki yüreği kararmışlar barış fedaileri yerine ısrarla savaşı istiyorlar. Eylemsizliğin sürmesini istemiyorlar. Kanın durmasını istemiyorlar. Özgürlük hareketini tasfiye etmek için diyar diyar dolaşarak karşıt projeler yaratmaya çalışıyorlar. “Sıfır Problem” yaklaşımını özgür Kürt’e göstermeyecekleri her fırsatta saldırılarından anlaşılıyor. Özgür Kürt'le barışık olmadıkları özgür kürde olan nefretlerinden görülüyor.
Öyle ki herkesle, herkesimle özgürlük hareketinin tasfiyesi için ittifaklaşmalar geliştiriyorlar. Her ittifaklaşmalarının altında yatan Kürt özgürlük hareketini pazarlamak vardır. Buna da-yani bu pazarlıklara-stratejik derinlik diyorlar. Stratejik derinlik bu bağlamda özgür kürdü yok etmenin, yok saymanın derinliği oluyor.
Onurlu olmak ise bu yok etme projesine karşı sapa sağlam özgürlük uğruna amansızca mücadele etmekten geçer. Kürt halkı bugün çok görkemli bir kalkışı yaşıyor. Ancak Kürt halkının en dinamik, en genç, en atik, en girişken, en arayışları yüksek olan, en her türlü baskıya karşı tahammülsüz olanlar, en kendisi olmak için dimdik ayakta kalmak isteyenler bir an önce dağların zirvelerine tırmanmalıdırlar.
Şehit yoldaşlarımızın defnetme törenlerini izlerken etkilenmeden olmuyor. O kadar yüreği kararmışçasına saldırıya rağmen bir Kürt anası başka bir Kürt anasına “ağlama, ağlayarak düşmanlarımızı sevindiriyorsun” diyerek düşmanın karşısında nasıl durulması gerektiğini herkese gösteriyor. Başka bir ana ise hiç duymadığımız bir cümle kullanarak şehit oğlunun arkasında onu ve onun yoldaşlarını “Tace Zerin” olarak isimlendiriyor. Hem de dik bir duruşla bunu yapıyor. “Tace Zerin” yani Kürdistan özgürlük mücadelecisi gerillayı “Altın Taç” olarak ele alıyor. Ve bu gerillaların nasıl birer “Altın Taç” olduklarını halkımız onları Habur’dan başlayarak karşılamalarında anlıyoruz.
Evet, yarınların özgür günleri için Dağlara. Altın Taç olmak için dağlara.
- Ayrıntılar
Bir Türkiye Cumhurbaşkanı var:
Kafası büyük, yüzü riyakar, bakışları da kemdir.
Ne hindir, bir ben bilirim, bir de Kürt halkı.
Çekirdekten orducudur.
Bilinir ki, babası Hamdi’nin peştemalinde ordu karargahında yetişmiştir.
Hem de Kayseri’deki ordu garnizonunda.
Denilir ki, Sebatayisttir, aslı Yahudidir.
Bunu ben demiyorum, Türklerin kendisi diyor.
Onların nüfus kütüğü böyle diyor.
Eşi Hayrunnisa için de denilir ki, öz be öz Yahudi’dir fakat sonradan Sebatayist olmuş.
Kendisi Sebatayist, eşi Sebatayist olan bu zatı reisi cumhur, gençliğinde kafatasçı ırkçı Necip Fazıl’ın mürididir.
Hakeza bu zat gençliğinde Gladio’nun bir örgütü olan Milli Türk Talebe Birliği’ne de üye idi.
Sadece geçmişi bu mudur bu zatın?
Tabii ki hayır.
Bu reisi cumhur Abdullah, tescilli İngiliz ajanıdır.
İngilizlerin, Ortadoğu ve Kürdistan’a hakimiyet kurmak için ajan yetiştirdiği Exeter Üniversitesi’nde İngilizler tarafından okutulmuştur.
Ona diploma veren de İngiliz istihbaratının başında yer alan Tim Niblock’tur.
AKP’yi Abdullah ile Tayip’e kurdurtan da CIA’nın Ortadoğu şefi Graham Fuller’dir.
Zatı Abdullah’ın İngilizler tarafından özel olarak yetiştirilen yeminli, diplomalı bir Kürt düşmanı olduğu bir gerçektir.
Zaten İngilizler, Sebatayist olmayanlar dışında hiçbir kimseyi alıp eğitmezler.
Türkiye’de Sebatayist ve mason olmayan biri dışında hiçbir kimse, ne dışişleri bakanı, ne de reisi cumhur olabilir.
Türkiye’de dışişleri ve cumhurbaşkanı olup ta Sebatayist ve mason olmayan tek bir kişi yoktur.
Bu makamlara gelen kim varsa, kesin ve kesinkes Kürt düşmanıdır.
Kesin ve kesinkes İngiliz ajanıdır.
Böyle olmazsa İngilizlerin Ortadoğu ve Kürdistan’da oluşturduğu statüko devam etmez.
Kürdistan sömürge olarak kalmaz.
Türkiye’ye verilen jandarmalık rolü devam etmez.
Tüm bunlara bakıldığında Abdullah Gül’ün niye Kürtler, Kürdistan ve PKK ile ilgili her konuda en düşmanca rol oynayarak, Kürde karşı düşmanlıkta nasıl koordinatörlük yaptığı anlaşılır.
Sakın ola ki, kimse bu çok sinsi İngiliz ajanına kanmasın.
Sakın ola ki, kimse bu diplomalı Kürt düşmanına kanmasın.
Hele bakın ne diyor, bu zat.
Dünyanın en hilekar, yalancı, süper aldatmacı adamı kalkıp bize diyor ki, efendi olun.
Asıl efendi olması gereken biri varsa o da sensin sayın zat.
Bizler seni gibi ne İngiliz ajanıyız, ne Arap düşmanıyız, ne de Fars düşmanıyız.
Bizler senin gibi en Türkçü görünüp de, esasında en fazla Türklere düşmanlık yapanlardan değiliz.
Asıl senin gibi zatı muhteremler Efendi olsun.
Sizin gibiler, bir zamanlar uykunuzda bile yırtık pırtık bir askerin siluetini rüyanızda gördüğünüzde kabuslar görürken, nefes nefese kalırken ne hale girdiğinizi iyi biliyoruz.
Ruhunuzu iyi tanıyoruz.
Eğer bugün birazcık bile olsa, orduya bir laf atma durumunuz varsa.
Bunu PKK gerillalarına borçlusunuz.
HPG gerillalarına borçlusunuz.
Ordunun tüm pisliklerini, ruhsuzluğunu açığa çıkaran, rahatlıkla yenilebileceğini ispatlayan HPG’dir.
Zap destanı, Oramar destanı ve onlarca direniş destanı buna örnektir.
Bundan dolayı size diyoruz ki, zatı reisi cumhur Abdullah Gül efendi ol, Kürdistan dağlarındaki gerillaya şükret.
Bunu da iyi bilesin ki, Kürdistan gerillası olmasaydı sen reisi cumhur olamazdın.
Sana o koltuğu vermezlerdi.
Kürtlere düşmanlık temelinde de olsa, eğer sana o koltuk verilmiş ise, yine de sana diyoruz ki, efendi ol, gerillaya şükret.
Şunu da iyi bil ki, gerillaya katılım arttıkça, Kürdistan ve Türkiye’nin demokratikleşmesi de daha da güçlenir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Hareketimizin almış olduğu karar doğrultusunda 21 Mart 2009 tarihinden beri tek taraflı bir eylemsizlik sürecinde bulunan güçlerimize yönelik olarak, Ekim ayı içerisinde TC ordusu tarafından 35 imha amaçlı operasyon gerçekleştirilmiştir. Gerillalarımızın büyük duyarlılığı sonucu bu operasyonların sadece 4’ünde zorunlu çatışma yaşanırken, gerillalarımız tarafından herhangi bir eylem gerçekleştirilmemiştir.
- Ayrıntılar