Bugünkü ders çözümleme. Başkan giriyor derse. İşlenecek konuları belirttikten sonra giriş yapmaya başladı. Belliydi Zeynep Kınacı arkadaş üzerine konuşacağı.
"...
Parti içinde yaşanan müthiş biçimsizliğe bahane olamaz.
Çaresizlerin yeri, çaresizlerin yurdudur.
Hizmete layık olmayanlar semtimize bile uğramamalı.
Sizler için büyük sabrediyoruz. Bugüne kadar halen sizi anlamış değilim.
Bütün yaptıklarımla yetinmiyorum. Peki siz neyinize güvenip böyle rahat olabiliyorsunuz?
Sizin bu kişilik tarzınızla üç saniye bile yaşayamam..."
Bu ön girişten sonra Dersim intihar eyleminin büyük şehidi üzerine durmak istiyor Başkan Apo. Zeynep yoldaşın yazdığı raporun okunması ardından, değerlendirmenin daha iyi olacağını söylüyor. Başkan, kendisi okuyor. Göz gezdirir gibi, belirli, gerekli yerlerini okuyor.
"Bu mektup davaya bağlılığın bir manifestosuna daha da eklemek haddimize değildir. Ama manevi sorumluluğumuzun bir gereği, birkaç söz söylemek gerekiyor.
Bir intihar eyleminden çok, ileri bir saldırı boyutu olarak değerlendirmek gerekiyor.
Bu eylemin PKK'nin silahlı eylem çizgisinde en ileri ve belirgin yeri vardır. Bunu değil, diğer eylemleri intihar eylemleri olarak değerlendirmek gerekiyor.
Eylem, PKK'nin ideolojik-politik hattından kopuk değil.
PKK'nin adına eylem yapmanın, PKK'nin özünü kavramaktan geçtiğini gördük.
Mükemmel bir tarih özetlemesi yapıyor. Bunu görmüştür.
Gerçek PKK'liler böyle olur.
Biz, baharda insanlarımızı bir patlayabilecek bomba haline getireceğiz demiştik. Mesaj bu söylediklerimizin nasıl anlaşılması gerektiğini ortaya koyuyor.
Evet, bu bir intihar değil, ciddi bir saldırıdır. Diğer türlü değerlendirmek haksızlık ve hakaret olur.
Örgütsel bir bombadır. Yerinde ve etkileyicidir.
Burada bir kişi olarak, çok büyük bir gerçekleştirme düzeyidir.
Partinin zaferini kesinleştiren bir eylem çizgisidir.
Tarz nasıl olmalı, sorusuna cevaptır bu eylem.
Düşman genelkurmayının yıpratma savaşı bile, eylemin büyüklüğünü ve etkisini gösteriyor.
Döneme dayatılan eylemin en doğrusudur!
Artık sadece TC'nin değil, emperyalist güçlerin rahatları kaçacaktır.
Buna rağmen, verecek başka şeyimiz olsaydı, diyor.
En büyük eylemciler güvendikleri ve inandıkları değerlerden güç alarak yaparlar.
Kabul edilebilir yaşamın sınırlarına yürüyor.
Erkek de yapabilirdi, ama yapan kadındır. Kadının yaşadığı gerçeklikle ilgilidir.
Yaşamdan vazgeçenler asla böyle büyük eylemler yapamazlar.
Siz yenildikten sonra, her şeyi kaybettikten sonra ölmek için intihar eylemine giriyorsunuz.
Zaferin yakın olduğuna inanıyor.
Canımdan vazgeçip eyleme gidiyorum, bu kölelerin işidir.
Anlamlı bir yaşam için büyük bir eylemin bağlantısı vardır.
Bu yoldaşımın anısına bağlı kalacaksam; sözkonusu şerefsizlerin benim adıma saflarda bulunması bir hakarettir. Biri davanın kutsal ateşinde kendisini eritecek, diğeri de yaşama hakaret için saflarda rahatlık peşinde olacak!
Peki sizin yoldaşlığınız nasıl cevap verecek? Siz nasıl bağlılığınızı kanıtlayacaksınız? Sizin adınıza biraz endişeleniyorum.
Sizin erkekliğinizle bu arkadaşın kadınlığını yan yana getirdiğimizde, en karıcıl durumu yaşayan sizin bu erkekliğinizdir.
Dünyanın yardımıyla kazanamayacağımızı, bu çağrıya kulak vermekle, bu çağrıya bağlı kalmakla başarabiliriz."
Saat on bir buçukta Başkan'ın yaptığı çözümleme sonuçlandı.
Saat öğle iki buçukta tekrar sınıfa girdik. Bu kez Cuma arkadaş verdiği tarih dersine kaldığı yerden devam etti.
Hava çok sıcak.
PKK'nin Zindan Konferansı'nı yapması ciddi ve riskli bir olaydı. Ayrıca ulusal kurtuluş hareketleri içinde yapılan bir ilkti.
Zindan Konferansı neden riskliydi? On yılın üzerinde direniş, yine bu süre içerisinde bitmeyen işkence, zulüm, baskı ve ölüm vardı. Şimdi PKK zindan tutsaklarını el üstünde tutmuyor. Zindanda şekillenen kişiliği sorguluyor. Direnişleri değerlendiriyor, sapmaları düzeltiyor. Zindanlardan çıkan arkadaşlar beklediklerini değil, başka bir şey buluyorlar. Tepki gösteriyorlar. Bir kısmı partinin eleştirilerine anlam verip bütünleşirken, bir kısmı da yeni durumu kabullenemiyor.
Daha sonra Zindan Direniş Konferansı sonuçları, cezaevlerine de aktırılıyor ve orada da konferanslar yapılıyor.
Tehlike şurada: Tutsaklar, partinin bu tutumuna karşı çıkabilirdi. Ama sessiz kalmak, zindan kişiliğine dokunmamak daha tehlikeliydi. Örneğin Selim Çürükkaya, Cuma arkadaşa "bizden iki kişi Türk ordusuna gitseydi, bu orduyu rahat bozabilirdi" diyor.
Başkan Apo, zindandan çıkan arkadaşları kendi denetiminde eğitimden geçirmeden gerillaya ya da başka sahalara göndermedi. Böyle olması şarttı.
1990-91 ve sonrasında sık sık kepenk kapatma taktiğini eleştiriyor Cuma arkadaş. Bunun sık sık yapılması ve tekrarlanması, eylemin hem etkisini azaltıyordu ve hem de halkı ekonomik vd. yönlerden zor durumda bırakıyordu.
Savaşlarda bir dizi taktik-pratik saldırılar başarılmadan, stratejik saldırı gerçekleştirilemez. Dünyanın benzer savaşlarında da böyledir. Bu örnek, Güney Savaşı vesilesiyle verildi. Hatırlayın '92 yılını. Yani Ekim '92'de Güney Savaşı başlamadan önce, Şırnak'a baskın yapıldı. Hakkari'ye saldırıldı. Newroz'da katliam yapıldı. Ve daha başka yerlerde devlet güçleri terör estirdi. Amacına ulaşmayacaktı.
Kaldığımız yerden devam etmek üzere, dersi öğleden sonra saat beşi on geçe bırakıyoruz.
Akşam saatlerinde tur atarken, bir ara Kendal arkadaş bir türkü seslendirmeye başladı. Sordu bana: "Klam biliyor musun?", Hiç bilmediğimi ve bu konularda yeteneksiz olduğumu söyleyince, "Cudî" isimli türküye başlamıştı. Bir şehit arkadaş üzerine olan bu türkü müthiş güzeldi. Bunun üzerine bir Kürtçe şiir okudu. Bu şiir de güzeldi. Kürdistan kokuyordu, hem türkü ve hem de şiir... Kendal arkadaş şiir ve türkü üzerine açıklamalar da yaptı. Konuşkan bir arkadaş. Bir de Kürdistan'ın güzel coğrafyasından bahsetti. Hele Kürdistan şelalelerinden, dik ve derin vadilerinden bahsetmesi var ya, nasıl Kürdistan özlemini ayaklandırıyordu.
Saat akşam on sıralarında koğuşumuzun arkasında iki-üç arkadaş sohbet ediyordu. Bunlardan biri Medeni arkadaştı. Küçük Sabri arkadaş da vardı. O da çok konuşkan ve güler yüzlü bir arkadaşımızdı. Medeni arkadaş nereli olduğumu ve hangi eyalete gitmek istediğimi sordu. Cevap verdikten sonra, ben de kendisinin nereli olduğunu, nerede ve ne kadar sürede savaşta kaldığını sordum. Üç buçuk yıl savaşta kaldığını söyledi. Bingöl ve Palu'nun da, yeni oluşturulan Erzurum Eyaleti'ne dâhil olduğunu söyledi. Ayrıca bu eyaletin müthiş güzel coğrafyası olduğundan bahsetti.
Tercih bana kalırsa, Erzurum Eyaleti'ne gitmek isterdim, uzun yıllardır biriktirdiğim özlemini gidermek için. Başka ciddi hiçbir nedeni yok. Asıl önemsediğim Kürdistan'dır. Kürdistan kurtuluş savaşında yer almak diye bir hedefim vardır.
Bizde çoğunlukla Kürdistan'a duygusal bağlılık var. Olmasın demiyorum, yanlış görüp reddetmiyorum, ama tek başına yetmez duygusal bağlılık. Bağlılığın gerekleri bilimselleştirilmelidir. Yine bu yaklaşımlara politik perspektif egemen kılınmalıdır.
Eksik olan; politik ve tarihsel perspektiftir. Bir PKK'li için elde silah, güzel Kürdistan dağlarında savaşmak yetmiyor. Bir yurtseverin böyle bir hedefi olabilir, çok doğaldır, ama bir PKK'linin bu kadar daraltılmış bir hedefi olamaz. PKK'li savaşın komutasından daha aşağısını kabul etmemelidir. PKK'liliğin şartları ve gereklerini unutmamak gerekiyor.
Büyük bir olay olan Kürdistan, büyük insanlar ister.
Ş.Selçuk Şahan arkadaş
5 Temmuz '96
- Ayrıntılar
On yıldır içimde taşıdığım bu hikayeye bir tek kelime bile ekleyemeden tekrar başa döndüm. Şimdi on yıl önceki halinden hiçbir şekilde değişmeden, ne eksilmeyi, ne de eklenmeyi kabul etmeden hikaye bütün gücüyle karşımda duruyor. Öylesine bir dayanılmazlığı, öylesine bir meydan okuyuşu var ki, artık bu acımasızlık karşısında boyun eğiyorum.
Bir kez daha Zağroslara doğru yol alırken, o yollardan, o mekanlardan bir kez daha geçerken, bu coğrafyanın bütün ayrıntılarına sinmiş, sarı otların, dere yataklarındaki yosunların, en korkunç sürüngenlerin duruşlarına sarılmış, hayatımızı hayat yapan o derin seslenişi bir kez daha duyumsuyorum. On yıl önce aynı yaz sıcağında içine yuvarlandığım ve henüz erkendir diye, yıllarca kendimle sakladığım, yıllar ilerledikçe ve ben eksik olanı bir türlü bulamadıkça, girdiğim bütün kuytu ormanlarda kaybetmeye çalıştığım, unutursam büyür diye düşündüğüm, ama her karşılaştığımda tamamlanmadığını bir kez daha fark ettiğim hikayeye tekrar aynı yollardan yürüyorum.
Zap nehrinin aktığı derin ve kayalıklı vadiyi aşıp, Yahudi suyu ismini alan Çemço’daki eski değirmeni geçtikten sonra kuzeye doğru dönüyorum. Dizlerim eskisi kadar güçlü olmasa da yaz sıcağında hâlâ zirveleri karlarla kaplı dağlara doğru ilerlerken, on yıl önce bastığım bu kayaları tanıyan bir duygu kaplıyor içimi. Bu eski değirmene gelip öğütülmüş nohut ununu sırtladığımız o günü, nohut unundan ekmek yapmaya çalıştığımız ve peşmergelerin erzak kaynağımız olan bu değirmeni ele geçirmek için saldırdıkları o geceleri, bir bölüklük yeni savaşçılardan oluşan, henüz silahlarının emniyetini açmasını bilmeyen bir bölükle, Mahmut isimli bir komutanın kıyasıya direnişini dün gibi hatırlıyorum.
Bütün beyaz taşların, Faraşin yaylalarının o güzel kızının söylediği gibi, bana güler gibi baktığını fark ediyorum.
Hikaye, ’94 yılının yaz aylarında yalnız ve bir yabancı olarak yaşadığım Almanya’nın bir şehrinde, ismi Sabri Agit olan sessiz bir Kürt genciyle karşılaşmamla başlıyor.
O şehre ve birbirine de yabancı olan iki arkadaş olarak dolaşıyoruz kalabalık caddelerde. Bir tek cümle bile konuşmadan Sabri Agit’e eşlik ediyorum. Onu bir yerden bir başka yere götürmem ve bazı ihtiyaçları karşılamam için görevlendirilmiştim. Kendimin de çok az tanıdığı bu şehirde, alış veriş merkezlerinin orta yerinde ayakkabıcıları dolaşıyoruz. Ondan biraz sıkılsam da, yanımda duran bu çocuğu sessizce izliyorum. Sanırım onunla aynı yaşlardayız. Akran sayılırız…
Kendiliğinden açılıp kapanan kapılardan geçip girdiğimiz her mağazada spor ayakkabılarını eline alıp tek tek inceliyor. Yürüyen merdivenlerden üst katlara çıkarken az da olsa meraklandığını fark ediyorum. O an O’nu daha fazla tanımak için hiçbir ilgi duymuyorum. O’nun hakkında daha fazla bir şey öğrenmek aklıma bile gelmiyor. Reklam filmlerinde gördüğüm bazı markaları ona önererek yardımcı olmaya çalışıyorum. Ayakkabıları zaman zaman ayağında deniyor. Zor beğeneceğini hissediyorum ve sabırla bu esmer çocuğu bekliyorum. Ama bir tek kelime bile olsun konuşmak gelmiyor içimden. Onunla konuşabileceğim ortak bir şey bulamıyorum. Bir an önce işimi tamamlayıp onu aldığım yere bırakmayı düşünüyorum.
Bu benim onunla geçirdiğim ilk ve son günüm oluyor. Akşam güzel, sağlam bir ayakkabı seçtikten sonra -markayı dün gibi hatırlıyorum: Adidas streetball. Ondan tam bir yıl sonra ben de aynı ayakkabıyı alacaktım- sabah onu aldığım yere bırakıyorum. Akşam ayrılırken, onda hiç göreceğimi tahmin etmediğim bir sevinç ifadesinin yüzüne yerleşmiş olduğunu, belki de, bütün gün bu ifadeyle dolaştığını, o kalabalık mağazalarda aynı sevinçle ayakkabılarını aradığını yeni fark ediyorum. Heyecanla elini omzuma koyuyor ve gözlerimin içine bütün sevinciyle bakıyor. Onun yüzüne bakarken tenimi bir utanç kaplıyor. O an terlediğimi hissediyorum.
Bütün gün kendimle küçük bir çocuğu gezdirir gibi baktığım bu çocuk, ne kadar sürdüğünü bilemediğim, ama bana saatler gelen bu bakış esnasında büyüyor. Benden çok uzaklara, çok öteye taşınıyor. Gözleri beni ve benimle birlikte o koca şehri kucaklıyor. Onun omzumu sıkıca tutan ellerinden müthiş bir akım geçiyor bedenime. O an bana kızmasını beklerken, gözlerinde gördüğüm sevinç ile bana dokunmakta olduğunu fark ediyorum. Yavaş yavaş sersemlediğimi hissederken, hayal meyal sözlerini duyuyorum.
Ülkeme gidiyorum…
Ondan ayrılıp aynı kalabalıklara daldığım ve şaşkın şaşkın dolaştığım mağazalarda Sabri Agit’in sevinçli gözlerini düşünüyorum. Bir de yeni aldığı ayakkabılarını. Bir insanın ötekine ilgisizliğinin, aslında kendine yabancılaşması olduğunu, o gün o kalabalık caddede yanımdan hızla geçip giden insanların arasında öğreniyorum.
Sabri Agit’ten tam bir yıl sonra ben de, daha önce hiç görmediğim dağlara, ülkeme geldim. Henüz mekap ile tanışmadığım için aynı ayakkabılar ayağımdaydı. Ve onu merak ediyordum.
O günlerde isminden öte hakkında hiçbir şey bilmediğim o esmer çocuğu görmek için can atıyorum. Bu dağlarda bir yerlerde olduğunu iyi biliyorum. 95 Güney Savaşı’nın kıyasıya sürdüğü o günlerde dağdan dağa dolaşırken, bir yerlerde onunla karşılaşmak için uğraşıyorum. Henüz yürümeyi iyice öğrenemediğim halde yine de önüme gelen her gerillaya onu soruyorum. Çemço’daki nohut öğüten değirmene un getirmeye, diğer bölüklerden gelecek olan gerillalarla karşılaşır ve belki Sabri Agit ile karşılaşırım diye, Mahmut arkadaşın şaşkın bakışları içinde, her defasında kendimi gönüllü öneriyorum.
Beni görsün istiyorum. Beni duysun istiyorum. Onu görüp elimi onun omzuna koyup, gözlerinin içine bakıp, işte ben de geldim, demek istiyorum. Bir türlü olmuyor, bir türlü karşılaşamıyoruz. Savaşın yoğunluğu ve henüz alışamadığım sert coğrafya hafızamı kaplıyor. Kürdistan ormanlarında kaybolup gidiyorum. Kendimle uğraşırken, yavaş yavaş Sabri Agit’i unutuyorum. Ama seçtiğimiz ayakkabı gerçekten sağlam çıkıyor. O kışı ve gelecek baharı o ayakkabılarla geçiriyorum. Paramparça olup atmak zorunda kalıncaya kadar giyiyorum. Ve lojistikçimiz tarafından yeni bir mekap verilince ayakkabılarımı atmaya kıyamıyor, yerini hâlâ çok iyi bildiğim bir kaya aralığına saklıyorum.
‘96 yılının Kasım ayının ilk günlerinde Çukurca’ya bağlı Ertuş karakoluna saldıracak gerilla güçlerine katılmak üzere tekrar Zağros Eyaletine geçiyorum. Eylem için Gerdi ve Oramar güçlerinin de geldiğini öğreniyorum. Büyük bir eylem olacağı kulaktan kulağa yayılıyor. Kameramı, fotoğraf makinemi ve yanıma alabildiğim kadar kamera kaseti alıp yollara koyuluyorum. Bana yol gösteren gerillalarla birlikte bir gece Çemço’daki değirmeni geçip Kinyaniş vadisinde konumlanmış eylem güçlerine ulaşıyorum.
Eylem saatini bekleyen gerillaların bütün düzenlemeleri yapılmış. Eylemde yer alacak bütün gruplar belirlenmiş. Artık karanlık iyice bastırdığı için çekim yapamıyorum. Bütün grupların dinlenmeye ayrıldıklarını öğreniyorum. Yanımdan geçen bir gerillaya saldırı grubunun nerede olduğunu soruyorum. Karanlığın içinde bir kayanın ardını işaret ediyor.
Kayayı dönüp saldırı grubunun yanına geçerken yirmi beş silahın şarjörleri bantlanmış şekilde kayaya dayalı beklediğini görüyorum. Yirmi beş gerilla yan yana uzanmış közlerin başında uyurken, ayakuçlarına, közlerin diğer tarafına çöküyorum. Uyuyan bu yirmi beş gerillayı, karanlığın bu en sessiz şiirini, iç içe kıvrılmış bu yirmi beş çocuğu, belleğime kazınan bu görünümü hayatım boyunca bir daha unutamayacağımı bilmeden seyrediyorum.
Birkaç saat sonra, Ertuş Karakolu’nun, bin beş yüze yakın askerinin konumlandığı Şehit Cihat tepesine saldıracak bu yirmi beş Kürt çocuğa, isimlerini bilmeden, yüzlerini bir kez olsun görmeden bir rüyadaymış gibi sessizce bakıyorum. Seyrettiğim bu rüyanın sessizliği ve bu sessizliğin içindeki dehşetin belleğimin en vazgeçilmez parçası olacağının o gece hiçbir şekilde farkında değilim.
Orada ne kadar oturduğumu ve bu rüyanın ne kadar sürdüğünü bilemiyorum. Bir zaman sonra uyuyan gerillalardan bir tanesi kefiyesini hafifçe kaldırıyor ve yavaşça doğruluyor. Karanlıktaki yüzün ateşin közlerine yaklaşınca gülümsediğini ve bu gülümsemeyi çok iyi tanıdığımı fark ediyorum.
Sabri Agit usulca doğrulup karşımda oturuyor. Yine bütün sessizliği ve bütün içtenliği ile rüyamın içinde gülümsüyor. Karanlık içinde birbirimizi tanıyoruz, birbirimizi selamlıyoruz. Sanki beni bekliyormuş gibi bütün sakinliğiyle karşımda oturuveriyor. Onunla konuşmaya başlamak için can atıyorum. Ama konuşacak bir tek kelime bulamıyorum. Konuşmak istiyorum, ama zaten bu karanlık, eylem öncesinin bu sessizliği her şeyi anlatmaya yetiyor.
Onun şu an dinlenmesi gerektiğini de çok iyi biliyorum. Bu gece O’nu kıyasıya bir çarpışma bekliyor. Sabri Agit ellerini közlere uzatıp usulca ısınıyor. Yine aynı gülümsemesiyle gözlerime bakıp, eylemden sonra konuşuruz diyor. Tamam, eylemden sonra konuşuruz diye onaylıyorum. Sabri Agit, kefiyesini üzerine çekip arkadaşlarının arasına uzanıyor. O gece orada daha ne kadar oturduğumu ve közlerin başında hayatlarının en güzel rüyalarını gören bu çocukları daha ne kadar seyrettiğimi tam olarak hatırlamıyorum.
Yarın güzel bir sabah olacak. Sabri Agit ile birlikte serin sularıyla değirmeni döndüren derenin kenarında oturacağız. Çantalarımızda sakladığım cevizleri çıkarıp teker teker çıkarıp önüne sereceğim. Varsa bir de çay yapacağım. Çünkü ceviz, çay ile birlikte çok güzel gider. Doyasıya bir sohbete başlayacağız. Konuşmadıklarımızı konuşacak, söylemediklerimizi söyleyeceğiz. Etraftan gülüşlerimizi duyan arkadaşlar da katılacaklar sohbetimize. Ama yağma yok, sohbetimizi dağıtmayacağız. Birer bardak çay da onlara ikram edeceğiz. Kırdığımız cevizlerden onlara da vereceğiz. Ona her şeyi soracağım, hakkında her şeyi öğreneceğim. Bir tek sırrını bile gizleyemeyecek benden. Sohbetimizi dinleyen arkadaşlar şaşacaklar, hatta biraz kıskanacaklar. Neden böylesine Sabri Agit ile ilgilendiğimi öğrenmek isteyecekler. Başta söylemeyeceğim. Israr etmelerini bekleyeceğim. Yeterince ısrar ettiklerine kanaat getirdikten sonra usul usul bu hikayeyi anlatacağım…
Sabri Agit o gece Ertuş Karakolu’nun Şehit Cihat tepesinden dönmedi. Eylem sabahı geri çekilen gruplar arasında onu çok aradım, bulamadım. Bir tek kişiye bile sormaya dilim varmadı. Duymaya dayanamayacağımı bildiğim için eylem sonuçlarını kimseye soramadım. Kalabalıklar içinde gülüşünü aradım, göremedim. Sessizliğini aradım, duyamadım…
Daha sonra, başka taraftan geri çekildiğine kendimi ikna ettim. Ve biz karşılaşmadan ait olduğu taburuyla birlikte yeniden Gerdi alanına geçmek zorunda kaldığını, buradan ayrılmadan Çemço’daki değirmene gelip nohut unu aldığını ve son anda rastladığı bir arkadaşıyla kameraman Halil’e selam gönderdiğini hayal ettim.
- Ayrıntılar
Agit arkadaşı ilk olarak 1985 yılının Ağustos ayında gördüm. Pusuya düşmüştük. O zaman A. arkadaşın grubunda yer alıyordum. Pervari’ye gitmiştik ve Pervari’de, Masiro suyunun başındaki bir noktada Agit arkadaşı görmüştüm. Fakat ne biz onu, ne de o bizi tanıyordu. Onunla birlikte başka arkadaşlar da vardı. Elbette daha ilk görüşte birçok özelliği hemen dikkatimi çekmişti. Yani arkadaşlarla ilişkisi, hal ve hareketleri, davranışları hepimizin dikkatini çekmişti. Elinde bir M-16 silahı, çantası ve bazı eşyaları vardı. Çok iyi hatırlıyorum; öğle vaktiydi ve hepimiz yemeğe oturmuştuk. Ancak sanırım yemek üzerinde biraz çok kalmamızdan olacak ki, ‘Doymadınız mı?’ demişti. Agit arkadaşın öyle demesi üzerine çok utanmış ve hemen yemekten kalkmıştım. Agit arkadaş benim bu tavrımı fark edince ‘Utandın bu yüzden yemedin değil mi?’ demişti. Evet, gerçekten de utanmıştım.
Daha sonra oradan ayrılarak başka bir noktaya gittik. 1985 yılının Ağustos ayıydı ve merkez toplantısı yapılacağı için herkes bu yeni gittiğimiz noktada toplanmıştı. O toplantıya katılanlardan şu anda hatırladıklarım Abbas ve Agit arkadaşlarla birlikte bir de Kör Cemal’dir. Elbette ismini hatırlayamadığım başka arkadaşlar da toplantı için hazır bulunuyorlardı.
Agit arkadaş yaşamı, tavırları ve her şeyiyle çok doğal bir duruş sergiliyordu. O toplantı sürecinde geçen ve arkadaşın doğallığını ve şakacılığını ifade eden bir anısını kısaca anlatabilirim. O noktada kaldığımız süre içerisinde, köylülerin otlatmak üzere araziye çıkardığı koyunların bir kısmı kaybolmuş ve bu koyunlar bizim bulunduğumuz suyun üzerine gelmişlerdi. Koyunların yanımıza gelmesi üzerine Agit arkadaş ‘Bu koyunları keselim’ diye öneride bulunmuş fakat A. arkadaş ‘Köylülerin koyunlarını izinsiz kesemeyiz’ diyerek Agit arkadaşın bu önerisine karşı çıkmıştı. Fakat Agit arkadaş birkaç kez daha ısrar etmiş ve her seferinde A. arkadaşın engellemesiyle karşılaşmıştı. Bunun üzerine Agit arkadaş, ‘Gidip bu taşın üzerinden sesleneceğim. Eğer üç seslenmeden sonra koyunların sahibi çıkmazsa onları kesebiliriz.’ demişti. Agit arkadaş bu fikrini de İslamiyet’te bulunan, ‘Eğer kaybolan bir şeyin sahibini bulmak için üç kez seslendikten sonra onun sahibi çıkmazsa onu alabilirsin’ şeyine dayandırıyordu. Sonuçta Agit arkadaş taşın üzerine çıkmış ve koyunların sahibinin olup olmadığını öğrenmek için üç kez seslenmişti. Aslında bu onun yaşamdaki ciddi ve olgun duruşu yanında zamanında ve yerinde olmak kaydıyla yaptığı esprilerle ortamı nasıl bir sıcaklığa kavuşturduğunu gösteren bir olaydı.
…
1986 yılında devlet, Gabar’a bağlı Q. köyüne silah vermişti. Agit arkadaş bu köyün silahlarını almak için bir eylem planlaması yapmış, ancak bu eylemde kimsenin ölmemesi için özellikle uyarıda bulunmuştu. Sadece devletten silah alanların silahlarına el konulacaktı. Bu eylemde Agit arkadaşın taktik ustalığını görmek mümkündü. Eylem köy erkeklerinin hutbeye gittikleri saatte yapılacaktı. Çünkü hutbede oldukları bir saatte eylemi kan dökmeden gerçekleştirmek daha kolay olacaktı. Eylem planlaması bu temelde yapılmıştı. Sisli bir gündü ve yerde hala kar vardı. Köylüleri hutbede yakaladığımızdan, aynı Agit arkadaşın planlamasında olduğu gibi hiç kan dökmeden silahlarını almıştık. Qarneyi köyüne yapılan bu eylemden sonra aynı tarz bir eylem de Z. denilen başka bir çete köyü için planlanmıştı. Yani bu eylemde de hiç kayıp vermeden ve köylülerden kimseyi öldürmeden silahlara el konulacaktı. O köyden bazı arkadaşların da bizimle beraber olması, eylemin daha kolay olacağını düşünmemize neden olmuştu.. Mart ayının 19’uydu. Akşam saatlerinde köylülerin bostandan geldikleri bir saatte pusu atmıştık. Köylüler yaklaştığında ‘Durun ve silahlarınızı bırakın’ diye köylülere seslenmiştik. Fakat köylüler planladığımız gibi davranmamış, ‘Sizin elinizdeki namussa, bizim elimizdeki de namustur.’ diyerek bize ateş açmışlardı. Köylülerin ateş açması üzerine biz de karşılık vermiştik. Çıkan çatışmada biz kayıp vermemiştik fakat köylülerden birkaç kişi vurulmuştu. Bu eylemde Agit arkadaş hazır değildi. Belki o olsaydı köylülerden kimseyi öldürmeden de eylemi gerçekleştirebilirdik.
Eylem yerinden akşam noktaya döndüğümüzde, Agit arkadaş yeni bir eylem planlaması için bizimle bir toplantı yapmıştı. S. ve F. köylerinde düşman askerlerine pusu atılacaktı. Bu eylemi yaklaşan Newroz bayramı ve Mazlum arkadaşın anısına yapacaktık. Agit arkadaş eylem planlamasını anlattıktan sonra ‘Askerlere sabah saat 4–5 arası pusu atacağız. Newroz’u kutlayacağız. Mazlum arkadaşın anısına Newroz’u eylemimizle kutlayacağız. Türk devleti kanımızı döküyor, biz de yarın onların kanını dökeceğiz’ demişti. 20 Mart sabahı saat 4–5 civarıydı. Gün aydınlanmıştı ve Agit arkadaş eylem planını tüm ayrıntılarına kadar hesaplamıştı. Yani önce geçen askerlere taş yuvarlayacak, daha sonra da tarayacaktık. İki grup halinde örgütlendirilmiştik. Harun arkadaşın grubu F. kapısına gitmişti. Benim içinde olduğum Agit arkadaşın grubu ise S. kapısında kalmıştı. F. kapısındaki askerler, beklediğimizden erken görünmüşlerdi. Bizim bulunduğumuz taraftaki askerler ise biraz aşağıda kalmışlardı. Harun arkadaşın grubu askerleri taradığında S. tarafındaki askerler silah seslerinden dolayı yerlerinden çıkmamışlardı. Silah seslerini duyan Agit arkadaş; ‘Hemen gidelim. Fazla kalmamız iyi olmaz, helikopter gelirse indirme yapar.’ demişti. Geri çekilmeyi yaptıktan sonra eylemi yapan Harun arkadaşın grubuyla bir yerde toplanmıştık. Eylemde silah, çanta, radyo vb. malzemeler de alınmıştı.
Aynı gün yani 20 Mart’ta Gabar’a doğru yola çıkmıştık. Oradan da B. köyüne gidecektik. Meydin sırtlarına gelmiş fakat köyde asker olduğundan girememiştik. Meydin sırtlarında yaklaşık altı gün kalmıştık. Hatırladığım kadarıyla 25 ya da 26 Mart günü arkadaşlar gidip koçerlerden bir torba un, beş kilo yağ, iki kilo tuz ve birkaç kilo da şeker getirmişlerdi. 27 Mart’ta Agit arkadaş ‘Hazırlanın randevuya gideceğiz. Diğer karakolu da kaldırmamız gerekiyor. Bu karakolu kaldırırsak, düşman araziye fazla çıkamaz ve halka da fazla baskı yapamaz.’ demişti. Ben, Y. ve C. arkadaşlar yolu kontrol etmek için görevlendirilmiştik. Biz önden gidip yolu kontrol etmiş ancak etrafta herhangi bir şey görememiştik. Etrafta herhangi bir hareketlilik olmadığından, durumu soran Agit arkadaşa etrafta asker olmadığını bildirmiştik. Önce yolu tanıyan birkaç arkadaş geçmişti. Gelen arkadaşların içinde Şehit Harun ve Şehit Şehmus arkadaşlar da vardı. Bu arkadaşlar yolu kontrol ettikten sonra Agit arkadaşa düşman olduğunu söylemişlerdi. Grubumuz 32 arkadaştan oluşuyordu ve askerlerin olduğu yönden gitmek grubu riske atmak olacaktı. Bu yüzden Agit arkadaş ‘Askerlerin bulunduğu yönden gitmeyelim. Başka bir yerden dönelim.’ demiş, böylelikle karşımıza çıkan beklemediğimiz durum karşısında inisiyatifi elden bırakmamış ve hemen bir alternatif yaratmıştı. Döneceğimiz yer S. köyüne doğruydu. Grup olarak gidip bir yerde bekledik. Burada ateş yakıp birer sigara içtikten sonra herkes karı temizleyip tahtalar üzerinde yerini yapmış ve dinlenmeye başlamıştı. Zaten battaniye, mont vb. eşyalarımız yoktu.
Gece bir buçuk civarında tekrar harekete geçmiştik. Çok güzel bir hava vardı. Yukarıda yıldızlar, yerde donmuş kar geceye ayrı bir güzellik katıyordu. Bir, bir buçuk saat kadar yürüdükten sonra öncüler durmamızı söylemişlerdi. Çünkü yolda izlere rastlamışlardı. Bu durumu netleştirinceye kadar beklememizi söylemişlerdi. Herkes durduğu yerde yorum yapmaya başlamıştı. Bazıları ‘Dünün izleridir.’, bazıları ‘Keklik izleridir.’ diye yorumlar yapıyordu. Agit arkadaş ‘Gürültü yapmayın. Biraz bekleyelim, eğer düşmanın izi ise zaten pusuya düşmüşüz demektir.’ demişti. Bir süre öylece bekledik. Birden kendimizi büyük bir ateş çemberinin içinde bulmuştuk. Atılan bombaların ve patlayan silahların sesleriyle hepimiz kendimizi yerde bulmuştuk. Tüm bu gürültü içerisinde duyduğum tek ses ‘Geri çekilin’ sesiydi. İbrahim arkadaşla bir taşın yanındaydık. Daha sonra izli mermiler atıldı. Metin arkadaş da yaralanmıştı. Geri çekilme yaparak bir yerde toplanmış ve hemen arkadaşları saymaya başlamıştık. Ancak Lezgin ve Agit arkadaşlar yoktu.
Hepimiz onları aramaya koyulmuştuk. İki noktaya da bakmış, ancak onları bulamamıştık. O zaman yaptığımız en büyük ve halen ağırlığını en derinden hissettiğim hata Agit arkadaşın cenazesini almamamızdı. On şehit verme pahasına da olsa, Agit arkadaşın cenazesini mutlaka almalıydık. Cenazesi düşmanın eline geçmemeliydi. Onları bulamadan son noktaya doğru yola çıkmıştık. Çatışma akşama kadar devam etmişti. Akşam olduktan sonra bir tepenin başında durmuştuk. O sırada Siirt yönünden çıkan ona yakın helikopterin, pusuya düştüğümüz yere indirme yaptığını gördük. Gabar’ın köyleri askerlerle dolmuştu. İndirmeler akşama kadar sürmüştü. Her taraf askerler tarafından tutulmuştu. Birçoğumuz artık kurtulabileceğimizi hiç düşünemiyorduk. Akşama kadar mevzide kalmıştık. Yaralı arkadaşlar da vardı ancak onlara verebilecek fazla bir yiyeceğimiz yoktu. Elimizde sadece çok az bir şeker ve suyumuz vardı. Bunlarla da ancak yaralı arkadaşları besleyebiliyorduk.. Akşam saat yedi sıralarında Türk kanalları ‘Apo’nun sağ kolunu öldürdük’ diye bir haber yayınlıyorlardı. Agit arkadaşın şehit düştüğünü böyle öğrenmiştik. O anı anlatmak, yaşadığımız duyguları dile getirmek gerçekten çok zor. Aradan geçen bunca yıla rağmen, hala o anın duyguları bugünkü gibi taze. Bu haber üzerine hiçbirimizde moral kalmamıştı. Dile getirilmesi çok ağır bir atmosferdi o an yaşadıklarımız.
Agit arkadaş adeta yaşayan bir PKK ve Apocu ruhtu. Herkese hayat veriyordu. Onun yanında başarmanın dışında kimse farklı bir şey düşünmezdi. Agit arkadaşı şahadetinden sonra daha iyi anladığımızı, tanıdığımızı söylemek yanlış olur. Çünkü onunla kalan arkadaşlar, onun yaşarken nasıl bir insan, komutan ve savaşçı olduğunu görebilmekte, hissedebilmekteydi.
…
Ben biraz da Agit arkadaşın insanlara yaklaşımını, yaşam anlayışını anlatmak istiyorum. Agit arkadaş herkesle arkadaş olabiliyordu. Mesela bir çobanla da, bir çocukla da arkadaşlık yapabiliyordu. İnsanları kazanmak onun için her zaman esas olandı. Yani insanlara değer verirdi.
Bizlere sürekli olarak Kemal Pir ve Mazlum arkadaşların örneklerini verirdi. Mazlum ve Kemal Pir arkadaşlarla birlikte kalmıştı. O zamanlar düzenli eğitim görme imkanımız olmadığından, yaşamın her anını bizim için bir eğitim alanına dönüştürmeye çalışırdı. Yemekte, eylemde, yürürken, sürekli bu arkadaşların eylemlerini bize anlatırdı. Yine tarihte adı geçen büyük önderlerden bahsederdi. Mao’dan, Lenin’den bahsederdi. Tabii biz onların kim olduklarını fazla bilmiyorduk.
Agit arkadaşın en belirgin bir özelliği de arkadaşlarla arasına fark koymamasıydı. Yani bir savaşçı nasıl yaşıyorsa, Agit arkadaş da öyle yaşıyordu. Küçük bir örnek verecek olursak, nöbet listelerini sürekli kendisi düzenler, göreve giden arkadaşların yerine çoğu zaman kendisi nöbet tutardı. PKK Merkez Komite üyesiydi ama bir savaşçı gibi yaşıyordu. Agit arkadaşın yaşam tarzına baktığında yerine göre bir komutan, yine yerine göre bir savaşçı olduğunu çok rahatlıkla görebiliyordun. Bizlere okuldaki anılarını anlatır ve yaptığı esprilerle en kötü durumda bile bizlere moral vermeye çalışırdı. O zamanlar bunu yapmak, koşulların zorluğunu unutturmak gerçekten çok önemliydi ve bunu herkes yapamıyordu.
Tekrar geriye gidersek, 1986 Şubat ayında girdiğimiz bir çatışmada, atılan mermilerin hesabını sormuştu. Bazıları yirmi, bazıları otuz mermi atmıştı. O zaman: ‘Siz attığınız mermileri tekrardan kaldırabiliyor musunuz? Bunları halk size veriyor, siz de gidip onları getireceksiniz. PKK’nin deposu yok. Bu nedenle düşmanın üzerinden silah kaldırıp kendi cephanemizi kendimiz yaratacağız.’ diyordu. Yine aynı yıl 15 Şubat’ta yapılan toplantıda hiçbir şeyimiz yoktu. Ne ekmek, ne çay, ne de sigaramız vardı. Agit arkadaş çok sigara içerdi. Fakat kutusunda tek bir sigarası kalmıştı. Toplantıya ara verildiğinde, kutusunda kalan son sigarayı da içmesi için bir arkadaşa vermiş, fakat arkadaş son sigara olduğu için içmemişti. Agit arkadaş ‘Ben içersem kokusu size gelir. Bunun için her biriniz birer yudum alın ki ben de içebileyim’ demiş fakat Agit arkadaşın tüm çabasına rağmen arkadaşlar içmeyince sigarayı tekrar kutusuna koymuştu. Daha sonra gittiğimiz bir köyde her arkadaşa tütün verildikten sonra, o da o kutusuna koyduğu sigarayı içmiş, o zamana kadar sigarasını içmemişti. Yani Agit arkadaş yaşamıyla örnek bir komutandı. Onun yaşamı, ilişkileri sürekli öğreten bir tarzdaydı. Ama bir o kadar da mütevazı bir yaşam öğretmeniydi. Agit arkadaş o süreçte yapılan birçok eylemde bizzat kendisi öncülük yapmıştı. Yani söylediğini uygulayan bir savaş komutanıydı o.
Bu anlamda Agit arkadaşın tarzını bir kez daha anlamak bizim için çok önemlidir. Başkan Apo’nun felsefesinde olmaz diye bir şey yoktu ve Agit arkadaşın da kendisine esas aldığı felsefe buydu. Fakat bugün birçok imkan olmasına rağmen, bunları yeterince değerlendirememekteyiz. Tabii o zamanlar sayının az olması, kontrol ve hakimiyeti kolaylaştırıyordu. Bunun da etkisi olduğunu düşünüyorum.
Agit arkadaşın kadına yaklaşımı da daha o zamanlarda öğreticiydi. Hiçbir zaman kadını küçük ya da yük gibi gören bir yaklaşımı olmadı. O süreçte şehit düşen ve bu vesileyle tekrar andığımız birçok kadın yoldaşımız vardı. Havva, Saadet, Ruken ve Sultan arkadaşlar isimlerini hatırladıklarımdır. Bu arkadaşlar 1985 yılında şehit düştüler. Agit arkadaş onların şahsında gelişen Kürt kadınını görebiliyordu.
Agit arkadaşı anlatmak benim için çok zor olsa da, onunla yaşamış olmak da aynı derecede gurur veriyor. PKK’nin böyle yiğit bir önderi ile yaşamış olmak bizi bugünlere kadar getirmiştir. Çünkü mücadeleyi onlardan öğrendik ve bu, Önderliğe, şehitlere olan bağlılığımızın her zaman yeşeren tohumları olmuştur. Mücadele içerisinde bulunduğumuz süreç boyunca ihanetçilerle de yaşamamıza rağmen, Agit arkadaş ile yaşamış olmanın bize verdiği güçle, ihanetçilerin üzerimizde hiçbir etkisi olmamıştır.
Agit arkadaş partinin yetkilerini herkese vermezdi. Bu konuda görevlendirdiği arkadaşların hepsi, büyük kahramanlıklarla göreve bağlılığın somut örneklerini yaratmışlardır. Hatırlıyorum; o zamanlar ihanetçi Zeki de grubumuzdaydı. Fakat tüm o süre boyunca, Agit arkadaş şehit düşene kadar da Zeki’nin grupta herhangi bir görev aldığını görmedim. Agit arkadaş, hem Merkez Komite üyesiydi, hem de takım komutanımızdı. Agit arkadaşın bizzat görevlendirdiği arkadaşlardan hatırladıklarım şunlardır: Dersimli Kemal arkadaş; 1987 yılında Xani’de şehit düştü. Serhat’lı Cafer arkadaş; 1987 yılında benim yanımda şehit düştü. Harun arkadaş; Amed’in Lice ilçesinde şehit düştü. Dersim’li Sarı Hüseyin arkadaş; Savur’da bir evde yemeğe konan zehirle şehit düştü..
Agit arkadaşın eşyaları Cafer arkadaşın yanındaydı. Bu eşyaların yanında Agit arkadaşa ait olan yazılar da vardı. Fakat bu yazılarla birlikte, diğer eşyaları da yakılmıştı. Bütün eşyaları bir çantanın içindeydi.
15 Nisan 1986’da Gabar’da P.S. denen yerde, Agit arkadaşın anısına yaptığımız bir eylemde çatışmaya girmiştik. Çatışmaya giren grupta on bir arkadaş vardı. Çünkü grup grup dağılmıştık. Bu çatışmada etrafımız kuşatılmıştı. Cafer arkadaş kuşatmadan kurtulmamızın mümkün olmadığını, bu yüzden önce Agit arkadaşın eşyalarının bulunduğu çantayı yakacağını, daha sonra da bombalarımızla intihar edeceğimizi söylemişti. Seyit arkadaş ve ben düşmanın uzak olduğunu, bunun için eşyaları yakmadan ve bombalarımızı patlatmadan önce biraz beklememizin daha iyi olacağını söylemiştik. ‘Çatışırız, daha sonra eğer mermilerimiz biterse, o zaman intihar ederiz.’ demiştik. Fakat Cafer arkadaş eşyaların düşmanın eline geçmesinden çekindiği için çantayı hemen yakmıştı. Biz de bir şans eseri kuşatmadan kurtulmuştuk.
Şehitlerimize karşı borçlu olduğumuzu her an hissederek yaşamak bizim için çok önemli bir sorumluluk ve ağırlık duygusunu ifade ediyor. Onların anısına göre olmayan tek bir günü bile kendimiz için kabul etmememiz, bu anlamda her zaman onun ahlaki ve vicdani hesaplaşması içinde olmamız gerekiyor. Bugün vesilesiyle Agit arkadaş şahsında tüm şehitlerimiz bir kez daha saygıyla anıyorum.
- Ayrıntılar
“Eylem tahminen saat 5’te olur. 6’da benim için BBC’yi dinleyin. ‘Deli bir kadın kandırılarak patlatıldı’ diyecekler.”
Şahadetin ötesine uzanan bir öngörüyle zafere ışıltısı vardı gözlerinde. Şimdi 96’nın 30 Haziran’ı, akşam saat 6 ve BBC aynı yorumu verdi bir Türk yetkilisinin ağzından. Nasıl da bilmiştin düşmanın senin gücünü inkar edeceğini. Tıpkı ölümünle yaşamı yarattığını bildiğin gibi. Hamile bir kadın görüntüsüyle gidecektin eyleme. Düşman hamile kadınlardan da çok korkacak, ama korksunlar! Çünkü “Her doğan çocuk ülkesinin özgürlüğünü arayacak, bu topraklarda.” demiştin.
Sen eyleminle bir ülke doğururken tüm hamile kadınlar sorgulandılar, iki kez arandılar ve bundan gururlandılar kendilerinden korku luyor diye. Ve bu kadınlar, seni anarken her biri bir parça özgürlük doğurdu, senin eşliğinde.
İki gün sabredip bizi gözlemledin. Kim bilir ne okudun gözlerimizde, -ki hep mütevazı ve utangaç gülümsedin. Akşama doğru çayımı zı ateşe koyarken soruverdin; “He val, neden bomba yapımına başlan madı daha?” Kaçamak, bir parça da panikçi bir cevaptı bizimkisi; “TNT’ler nemli, onları güneşe koyup kurutuyoruz. Suyun kaynamasına az kaldı, ben gidip çay getireyim.” Bir diğeri; “Ben de şekeri” bir diğeri; “Ben de bardakları.” Hepimiz ortadan kaybolduk. Seni tek başına bırakarak. Geri döndüğümüzde ise her birimiz büyük bir hevesle konuyu değiştirmeye koyulduk. Ama izin vermedin, yüzümüze gözümüze bulaştırdığımız sohbeti devam e dişimize rağmen; “Heval ben bom bayı sordum.” Ciddi bir askerin soğuk kanlılığıyla başka bir eylem için hazırlayacağımız bombadan söz eder gibiydin ve devam ettin; “Ken dimle birlikte hepinizin umutlarını kattığım şeyin ne kadar sağ lam ve etkili olduğunu bilmem gerekir. TNT’ler nemli olmasın, içine çok fazla alçı parçası yerleştirelim. Çok şiddetli ve etkili olmalı, içinde zerre bırakmamalı.” Ne diyeceğimizi şaşırdık. Ortada zerresi kalmasın dediğin şey senin bedenindi, yani arkadaşımızın. Söz söyleyemedik. Öfkeyle kimimiz elimizdeki çubuk la közleri, kimimiz toprağı karıştırdık. Üzüntümüze dayanamadın ki, havayı yumuşatan yine sen oldun. Kimimizin utangaç talimat veren komutanlığı, kimimizin beceriksizce yaptığı yemekleri, bir ötekinin her şeyi aşırı ince eleyip sık dokuyan yaklaşımlarını taklit ve esprilerinle anlattın.
Zaman, közün başında gecenin bilmem hangi saatine ulaşmıştı. Ön ce çocukluğun, sonra gençliğin, annen, kardeşlerin, arkadaşın, kimlik sorunun, militanlıkta karar kılışın, kısa gerilla deneyimin ve Önderlik. Her şeyden daha fazlası da Önderlik! Bir o kadar da halkın ve kadınlığın özgürlüğüne yol alışın ve tabii ki eylem kararın. Anlatımla zaman sonsuzlaşıyor; coşkun, sözleri bütün zamanlara ait kılıyor. Eylem anını tasarımlarınla anlatırken zaman avuçlarının içinde ve eylemini gerçekleştirmiş olan birinin huzuru ve büyüklüğüyle, her şeye meydan okuyan derin bir sessizliğe gömülüyorsun. Sonra tekrar dalıyorsun yaşamının ayrıntılarına; tabii seninle birlikte bizler de dalıyoruz.
“Çocukluğumda beni en çok zorlayan, yoksullarla zenginlerin arasındaki farktı. O yüzden hep yoksullarla arkadaşlık kurmayı severdim. Ulus bilincim zayıftı, ailede hiç tartışılmadı. Alevilik - Sünnilik tek kimlikti. İşte kimliksiz sol bu gerçeğe dayalı olarak yaratılıyor. Üniversite yıllarında kökenimi araştırdım ve ulus kimliğimle tanıştım. Sonrası mı? Buraya kadar getirdi beni.... Nerede ezik bir Kürt görsem duruşuna tepki le nirdim. Ona sahiplenerek kendisine güvenmesini istedim. Kimliğimi en çok Ada na faaliyetlerinde hissettim. Susamış casına halkımla oldum. Onlar en güzel şeyleri fazlasıyla hak ediyorlar.”
Kelime kelime sadık kalamadıysam da söylediklerine halkının insanlık ailesi içinde yerini alması için eyleminle en güzel varlığını ortaya koydun. Bu bir kadının halk sevgisiydi. Köleliği, halkıyla at başı gitmiş olan kadının bundan daha güzel bir özgürlük arayışı olabilir miydi?
Demiştin ki; “Annem beni faz la anlamadı. Neden PKK’ye katıldım, neden tercihim farklı oldu? Yanında olmamı istiyordu. Eylemimi anlayacak mı? Oysa acı değil, mutluluk duymasını isterdim. Keşke şu an ya nımda olsaydı da tartışabilseydim. Ey lemimin onun için de olduğunu söyleyebilseydim.” Er tesi gün yaz dığın mektupta kadın özgürlüğünden, anne olmanın güzelliğinden, halkına çocuğunu sahiplenmesi gibi yaklaşması gerektiğinden, kadının kurtuluşunun ülkenin kurtuluşundan geçtiğinden ve onu ne kadar çok sevdiğinden bahsettin. Eylemin ülkeye dönüştü, yani a naya, özgürlüğe dönüş. A MAR Gİ... Bu kavramın anlamını o zaman bilmesek de eylemin bunu tanımlayacak, tanımın ötesinde ifadelendirecekti.
Huzurlu ol Heval Zilan. Annen seni sahiplendi; ülkeye, anaya dönüşüne sevindi ve bundan gurur duydu. 5000 yıllık köleliğine rağmen onunkisi yine bir kadın yüreğiydi. Başka türlü davranabilir miydi bu büyüklük karşısında? Duruşun kadınca, eylemin kadınca.
Gerillacılığın, o eşsiz acılarla kut sanan askerliğin...
“Beynim ve yüreğimle bir askerim ben. Eylemim vurucu olmalı, sıradan değil. Kürtler hep başkasına iyi asker olur diyorlar. Onlara Kürtlerin kendileri için askerliği nasıl yaptığını göstereceğim. Düşman çok korkmalı. Bu topraklara bastığına bin defa pişman olmalı. Neye uğradıklarını şaşıracaklar. Artık çok korkacaklar, değil mi heval? Çok panikleyecekler.”
Tıpkı söylediğin gibi oldu. Son tellerine kadar emre amade bir askerin, varlığını havaya uçurmasından nasıl etkilenilip korkulursa öyle korktular. Bombanın patlaması sonucu ölümle tanışırken yaşamla ölüm arasındaki o birkaç saniyede, onların olmayan bir ülkede bulunmanın o derin pişmanlığını eminiz ki yaşadılar.
“Başkan Apo!” Büyük bir özlem ve bağlılıkla sarfettiğin iki kelime. “Keşke görebilseydim, bir kez sarılabilseydim.” derken ilk defa ağladığını gördük, uzun ve sessiz bir ağlayış. Sana ve ağlayışına o an, böyle bir imkan yaratamamanın ezikliğiyle katıldık. Sen bir taraftan Başkan’ı göremeyişinin acısını düşmana ifadelendirirken, bir taraftan da en güzel sevgi sözcükleriyle Başkan Apo’nun yüreğindeki varlığını daha da güçlendiriyordun. Anlatımlarının çoğunluğu Başkan’a dairdi. Fakat şu cümleni hiç unutmadık; “Hissediyorum, Başkan bu eylemi gerçekleştirirken ki nedenlerim ve amaçlarımı çok özgün ele alacak ve beni her şeyimle anlayacak.” Önderlik, eyleminden sonra; “ZİLAN BİR TANRIÇADIR!” söylemiyle sonsuzlaştırdı seni. Aslında sen hislerinin ötesinde Başkanı anlamış ve kendini ona adamıştın.
Kutlu olsun Tanrıçalığın. Kutlu ol Tanrıçamız ZİLAN!
Hele şehitlerimiz; “Mazlumlara arkadaş olmak istiyorum. Onların ideolojik gücü ve fedailikleri beni çok çekiyor.” Şehitlerle olan yoldaşlığını nasıl güçlü yaşadığını anlatabilir miyiz? Tek bildiğimiz şey çoktan onlarla yaşamaya başladığındı. Her gece gördüğün rüyalarda Hakiler, Kemaller, Beritanlar, Mazlumlar vardı. Yalın bir anlatımla özetlerdin; rüyalarını yorumlayamazdık; sadece susardık. Zaten sen de gözlerindeki ifadeyle sesli yorumlamayın der gibiydin. Yorumun ötesinde, seninki paylaşılmaya başlanmış bir dünyaydı ve bunun üstüne söyleyecek söz olamazdı elbette.
Duygu yoğunluğun tarifsizdi. Anlatımların ve duyguların at başı gidiyor. Sosyalizme inancın teorik bir söylem değildi. Ruhun coşuyor, ellerin hararetle sallanıyor ve heyecanlanıyorsun. Sevgiyle söz ettiğin an, her şey yumuşak bir dokunuşa dönüşüyor. Hele Başkan’dan söz ettiğinde tam bir çocuk gibisin. Ço cuklar sevginin gücüne sonsuz inanır ve masumlaşır, tıpkı sende olduğu gibi. Sonra öfken gözlerinde şimşek gibi çakıyor, her şeyi bir yumrukta parçalayacak gibi oluyorsun. Üzüntün, hemen gözlerimdeki yaşlarla ifadeleniyor. Şaşkın başlarımız altında; “İnsan üzüntülerine ağlamaktan çekinmemeli; tabi eğer üzüntünün nedenini aşacak gücü varsa. Eğer yoksa bu gözyaşları zavallıca olur.” diyorsun. Her çeşidinden bir duygu fırtınasına kapılmış gidiyoruz, yüreğimiz sıkışıyor, bilincimiz almıyor. Dayanamıyoruz... Tam da bu noktada müthiş bir tarihsel öngörüsüzlük. O an, yoldaşını randevulu bir ölüme göndermek istememenin duygularına sığınarak; “Heval Zi lan bu eylemi yapmayalım. Bombayı Dersim merkezine gönderelim, yine etkili patlatırız. Sonra sen de hep saldırılara gidersin, bir değil on eylem yaparsın” Sen; “Beni seviyorsunuz, sevgi beni sonsuz mutlu eder. Ama duygularımdan korkmayın. Bombayı patlatacağım an bu duyguların hepsini birarada yaşamalıyım. Beynim silahımsa duygularım tetiktir. Üzülmeyin desem de üzüleceksiniz. Ama rahat olun. Güvenin bana, bu eylem gerçekleşecek. Özgürlüğün bedeli şahadetse, hepimiz de bu bedel ödemelerin adayıyız. Öyleyse fark yok aramızda.” demiştin. Sonra sessizlik... Engelleme çabalarımıza rağ men birbirinden saklamaya çalışılan göz yaşları. Zaman her şeyi süzgeç ten geçirdi o an. Süzgecin yüzeyinde kalan sadece senin sözlerin ve o an. Duygular tarifsiz, o an artık her şey.
Eylem keşfi ve hazırlığı, her şey tamamlanmıştı. O gece saat 3, çığlık çığlığa bağırıyorsun. Panikle seni uyandırıyoruz, ama sen yine ağlıyorsun. O an çaresiziz, o an öfkeli, o an bütün dünyayı yerle bir etmenin istemi. Seni zorluyoruz; “Heval Zilan ne olur söyle, ne gördün?” Çok ısrar ediyoruz ve sen hiç de beklemediğimiz bir cevap veriyorsun bize; “Rüyamda bombayı patlatacağım, ama patlamıyor. Düşman beni yakalıyor ve her şey boşa gidiyor. Zafer onların oluyor.” Karanlıkta yüzümüzü görebilseydin ne kadar dehşete kapıldığımızı görürdün. Karanlığa sığındık... Onu her zamankinden daha çok sevdik. Sabah gördüğün rüyanın etkisiyle daha tedbirli olmaya karar verdin. “İki el bombası götüreceğim. Eğer bomba patlamazsa el bombalarının etkisiyle patlarım. İşimiz şansa kalmasın, düşman sevinmesin.”
Daha nice şeylerle tamamladık, birkaç günü. Saçlarını kat kat kestik, elbiselerini tamamladık. Her şeyiyle ülke doğuracak bir kadın görünümündesin. Vedalaşmayı anlatmayacağım, bizden zafer işareti yaparak uzaklaşmanın dışında. Arkandan tekrar tekrar aynı cümleler; “Bir sorun çıkarsa lütfen geri dön, kendini riske atma, seni bek leriz.” Üç defa dönüp kocaman gülümsedin ve rahatlatıcı bir el salladın, sonra koşarak el salladın. “Bir sorun çıkarsa .....” en az on defa daha karanlığa bağırılmış sözler. Geride seni yalnız göndermenin üzüntüsü, ne olacak kaygısı, bilincimizin her karesinde anıların ve anlama zorunluluğunun yüküyle.
Altı-yedi günlük endişeli bir bekleyişten sonra 30 Haziran’da akşam saatleri, tepeciler müjdeliyor: “Dersim merkezde kocaman bir patlama!” Hepimiz Zilan diyoruz. Bütün düşman cihazları kilitlendi, ölenler öldü, ölmeyenler işgalci olmanın günahıyla cehennemi yaşarken gördüler. Bizler ise, seni tam anlayamasak da gurur duymanın o güvenilir duruşuyla yüreğimiz ve beynimizle tam bir çatışma meydanıyız.
Özgürlüğe olan inanç gibi sana inanıyoruz HEVAL ZİLAN
Bir Gerilla- Ayrıntılar
Bazen insanlar mücadele içerisinde hiç hayal etmedikleri olaylarla, büyük mucizelerle karşılaşır. Kürdistan’ın telli coğrafyasında hayali bile zor bir yolculuğa başlamıştık.
- Ayrıntılar
Tekrar geçmişe gitmek o acıyı tüm tazeliğiyle yeniden yaşamak bizler açısından çok zordur. Dünyada ve tarihte hiç görülmemiş böyle bir trajediyi yaşamak ve onunla mücadele etmek bizler açısından acıdır. Ve bunları çoğu zaman bilinçsizce yaşayan ve onun anlam mücadelesini vermeye çalışan yine bizleriz? Gafleti içinde yaşatan bilinçsizlik, gözümüze perde çekmişti. Dünyadan ve kendimizden habersizdik. Dünyada ne oyunlar oynandığını bilmiyorduk.
Sonbahar yağmurları hiç dinmeden devam ediyordu. Gece karanlığında yol almaya devam ettik. Sabaha kadar yürüdük, zar zor kendi yerimize ulaştık. Kamuflajlı bir yerde kaldık. Küçük bir ateş yaktık ve kendimizi kurutmaya çalıştık. Bu nokta çok güzeldi. Mitolojide anlatılan sedir ormanlarını anımsatıyordu. Ormanın içine daldıkça kayboluyorsun. Gece yürümek burada zorlayıcıydı. Bu güzelim ormanlarda insan huzur buluyordu. Bugün huzursuzdum. Naylon çadır altında közün etrafında oturuyorduk. Radyoyu dinledik. İlk haberde Abdullah Öcalan Suriye’den çıktı ve sınır dışı edildi denilince kafamız allak bullak oldu. Kimseden çıt çıkmıyordu. İnanamadık, düşman hep yalan haber veriyor diye arkadaşları yatıştırmaya çalıştım. Mücadele yaşamımdaki en zor anlardan bir tanesini yaşıyordum. Ve ciddi bir soru karşısında duruyorduk. Hepsi de o gün cevapsız kaldı. Arkadaşlardan biraz uzaklaştım ve ileri doğru gittim.
Ormanda kimsenin göremeyeceği bir yerde sırtımı ağaca dayayarak yağmurun altında düşündüm ve doyasıya ağladım. Geri geldiğimde arkadaşlar oturuyorlardı. Nereye gittin diye sorduklarında ormanda kayboldum dedim. Düşman bizim alana operasyon yaptı ve o gece o noktayı terk etmek zorunda kaldık. Başka bir alana geçtik. Arkadaşların sadece bir radyosu vardı ve sadece düşmanın kanallarını dinliyorduk. Büyük cihazımız da yoktu. Bu noktada merakımızı giderecek kimseler de yoktu. Kendi kendimizi avutup duruyorduk; Önderlik güçlüdür, neyi nasıl yaptığını bilir, Önderlik hep doğru yapmıştır. Düşmanın kanallarında Önderliğin Suriye’den çıkışı gündemdi. Niçin Ortadoğu’dan çıktığını da bilmiyorduk. Bu halimizle gece karın altında yürüdük, tam kıyamet, her yeri sis kaplamıştı. Uçurumlu vadilerden ilerledik, bazen de yolumuzu kaybediyorduk, sulara vuruyorduk. Çantalarımız ıslanmıştı, ağırlıkları iki katına çıkmıştı. Sorun çantanın ağırlığı değil, acı, hüzün yükümüzü ağırlaştırıyordu. Her adımda Önderliği hayal ediyorduk ve Önderliği düşünüyorduk.
Sabah noktaya vardık, noktamızda çok güzel mağaralar vardı. İçeride kuru odun da vardı. Yorgunluk bizi bitkin düşürmüştü. Bazı arkadaşlar yemek yemeden ıslak halleriyle uzandılar. Tüm arkadaşların ayakları, elleri şişmişti, çok kötü bir yol yürüyüşüydü. Bir hafta dinlendik ve kendi esas kış kampımıza gittik. Tüm hazırlıklarımızı yaptık. Bizi bekleyen tehlikelerden habersizdik. Erzak sıkıntımız vardı. Bir gün yönetim toplantısı oldu, planlama yaptık ve kırk arkadaş göreve gittik. On üç Şubat’ta kar çok yağıyordu, rüzgar esiyordu. Gündüz göreve gittik ve S. B.’ye vurduk kendimizi, kendimizi uzay boşluğunda hissediyorduk. Bu coğrafya parçası bize korkunç geliyordu. Korku filmlerindeki gibi insanı korkutuyordu. Bu coğrafyayı küreklerle aşmaya çalıştık, her on dakikada bir öncümüzü değiştiriyorduk. Yarım gün yürüdük zirveye ulaşmak için ve zirvenin hemen altında üzerimize çığ düştü. Orada üç yaralı ve bir şehit verdik. Ve bu nedenle gömmeye ulaşamadan geri döndük. Çığ insanı ürkütüyordu, dağ kar yığının dönmüştü. Ve şehit Ciwan’ı karın içine gömdük, kampa geri dönmek zorunda kaldık. Erzak getiremedik. Ancak yaralıları getirebildik. Bu koşullarda mücadele etmemiz gerekiyordu, her saatimiz, dakikamız bir irade savaşıydı. Akşam karanlığın çökmesiyle kampa döndük. Tüm arkadaşların moralleri bozuktu, bir şehit vermiştik.
Önderliğin durumundan haberdar değildik. Düşmanın haberlerinden durumları takip ediyorduk. Olanlar ne kadar doğru ne kadar yanlış bilmiyorduk. Arkadaşların kafası bu sorularla doluydu ve biz bunlara cevap olamıyorduk. Çünkü bizim de hiçbir şeyden haberimiz yoktu.
Kar çok yağıyordu, bir takım odunlara gittik, odundan döndüğümüzde bazı arkadaşlar sobanın önünde oturmuşlardı. Saat birdi, radyoyu açtık ve Önderliğin Türkiye’ye getirildiğini duyduk. İşte o an yüreğimizde, beynimizde kıyamet koptu,. Tüm arkadaşlar ağlamaya başladılar. Kamp yasa boğulmuştu. Tüyleri ürperten bir manzara vardı, kimse tek kelime konuşmadı. Anlatılmayacak kadar zordu o an ki manzara ve beynimden bir daha silinmez.
Sanki gaflet uykusundaydık. Gaflet insana büyük acılar yaşatıyormuş demek ki. Tüm arkadaşlar silah ve bombalarını kuşanıp karakola gitme planlamasını yapıyorlardı. Yapıyı yatıştırmak zordu. Biz de yönetimde aynı duyguları yaşıyorduk. Dünya içimizde karanlığa bürünmüştü. Gülmelere, konuşmalar ket vuruldu. Karanlık bir dünyaya kapıyı açmıştık. Yönetim sabahtan akşama kadar arkadaşların nöbetlerini tutuyordu, kimse kendine bir şey yapmasın diye. Yönetim diğer akşam bir toplantı yaptı ve diğer gün yapıya bir toplantı yapalım dedik. Bu kimsenin cesaret edemediği bir işti. Bir arkadaşı seçtik ve arkadaşlara toplantı yaptı. Toplantı sırasında bütün arkadaşlar ağlıyorlardı, gidip Önderliğin intikamını alalım diyorlardı. Düşmana yaşama hakkını tanımayalım diyorlardı. Toplantı bitti, gece ben subay olmuştum. Mağaranın önünde arkadaşlar köz yapmışlardı. Közün önüne gelip oturdum ve kendimi yapa yalnız hissediyordum. Tüm doğa bana yabancılaşmıştı ve ben kendime yabancılaşmıştım. Gözyaşlarımı hiç tutamıyordum. Önderlikle ilk görüştüğüm yıllar gözlerimin önüne gidip geliyordu. Beynimde ve yüreğimde duyguların karmaşasını yaşıyordum. Önderlikle geçirdiğim sürecin hayalini kuruyordum. O günleri bir geri getirebilseydim. Sorularım cevapsız kalıyordu. Beynimdeki sorular yüreğimi, beynimi acıtıyordu. Olmaması gerekiyordu. Bu yaşananlar hep rüya olsaydı ne olacaktı diye kendime sordum, inanmak istemiyordum. Önderliğin esaretini kabullenemiyordum ve sindiremiyordum. Bu yalan olamaz mı, ben bir rüya mı görüyorum? Rüyalar dünyasındayım birden irkilip kendime geldim, tam dört saat kendimle diyalog kurmuştum. Saatin nasıl geçtiğini anlamamıştım. Hemen dışarı fırladım, dışarısı karanlık, fırtına sesi geliyordu. Rüzgâr karı her tarafa savuruyordu. Kıyamet böyle kopar demek ki. Doğa da sanki benimle ağlıyordu. Kayanın dibinde durdum, doğanın sesini dinlemeye koyuldum. Doğayla diyalog kurdum, sen de mi ağlıyorsun kutsal toprak, senin de ağlaman ve hüzünlenmen gerekir. Çünkü seni seven ve sana ölümüne bağlı olan büyük insan esir alındı. Bundan büyük acı var mı acaba? Kutsal, bereketli toprak, seni koruyan ve sömürüden kurtaran o büyük insandı. Sen de mi acıma ortak oluyorsun? Acımasız bir kutsal toprak… Bir hafta boyunca dışarı çıkamıyorduk. Her tarafta çığlar düşüyordu. Korkunç bir rüzgâr esiyordu. Kara kış bizi tutsak kılmıştı. Çünkü bizler cellâtlardan intikam almak istiyorduk. Tüm arkadaşlar hasta düştü. Kimse yemek yemez oldu. Tam anlamıyla bölüğün hepsi hasta düşmüştü, yerdeydiler. Kimsenin takati kalmamıştı. Bir hastalık mıydı, yoksa başka bir şey miydi kimse anlayamadı. Hemen kendimizi toparlamamız gerekiyordu.
Bahar geliyordu ve güçlü bir yoğunlaşma yapmamız gerekiyordu. Düşmandan intikam almamız gerekiyor. Düşman karşısında elimizi kolumuzu bağlayamayız. Bunu Önderlikten öğrendik. Bahar düşmana karşı hazırlanmanın ve onu can evinden vurmanın zamanıdır. Kinimizi büyüdükçe önümüzde engel tanımıyorduk. Bu temelde kendimizi toparladık. Sürece kendimizi nasıl hazırlamamız gerekir diye her gün toplantılar yapıyorduk. 25 Mart günü bir yönetim toplantısı yaptık ve toplantıda süreci, Önderliğin durumunu ele aldık. Buna karşı katılımımızı ve eylem düzeyimizi değerlendirdik. Ondan sonra bir eylem planlamasına gittik. Sonra da eyleme gidecek olanlar kimlerdir diye tartıştık. Ben ve Ş. Şivan başta önerimizi yaptık. Bu düzenleme krizli oldu. Bütün arkadaşlar gitmek istiyordu, nasıl olacaktı? En son da dayatmamla ben kazandım ve Ş. Şivan da kazandı. Ve toplantıda söylenenleri pratikleştirme zamanıydı. Gücümüzü hazırladık, 28 Mart Agit arkadaşın şahadet yıl dönümünde eylem gurubu olarak çıktık. Heyecan, intikam duygusu, acı, hüzün hepsi iç içe yaşanıyordu. Akşam gurubumuz yerine ulaştı. Sabah eylem yerine gittik ve düşman cemseleri geldi. İntikam zamanı geldi. Munzur vadisi kana bulanmalıydı. Ben bir mevzide, Şivan ve Tekoşin bir mevzideydi. Düşmanın cemselerini içimize aldık, tüm silahlar bir anda çalıştı, hepsini imha ettik. Asfalt kan gölüne dönmüştü. Düşman şaşırmıştı, nereye ateş edeceğini bilemiyordu. Attığımız hiçbir mermi boşa gitmemeliydi. Her mermiyi Önderliğin intikamı için atıyorduk. İçimizdeki kini iyi kusmalıydık, tüm imkânlar bizim elimizdeydi. Geri çekilmeyi sağlam yaptık. Ş. Tekoşin bana sarılarak Önderliğin intikamını aldık derken sevinçten uçmak üzereydi. Son yıllarda 15 Şubat’ın ne anlama geldiğini daha iyi anladım. Sadece düşmanı vurmak yetmez, yetersiz yoldaşlığımızın da özeleştirisini vermemiz gerekir. Önderliği esarete sürükleyenin bizim yetersiz yoldaşlığımız olduğunu savunmaları okuduktan sonra anladım. Yine 15 Şubat geliyor. Kendi kendimizi sorgulamalı ve kendimizi vicdan devrimi yapmalıyız. Yıllar geçse de Önderliğin esaretini yaratan uluslararası komplonun amacı, hedefi nedir sorularını Önderliğin savunmalarını okuduktan sonra az da olsa bilince çıkardık. Önderlikle yaşamak tüm geriliklerden arınmak anlamına gelir. Bu yıl ki 15 Şubat’ta hedefimiz Önderliğin özgürleştirilmesidir. Şubat ayını sevmiyorum. Çünkü bu ayın acısını yüreğimizde derinden hissediyoruz. Yıllar geçse de bu acı dinmiyor, tam tersi her an acısı daha da büyüyor. Hiçbir zaman da bu acı dinmeyecek. Bugün karşısında kadrolaşma, militanlaşma ve partileşme gibi bir görevimiz vardır. Bu komployu boşa çıkarmak için Önderliğin iyi bir militanı olabilmeliyiz. Ancak 15 Şubat’a böyle bir cevap verebiliriz. Vicdan, zihniyet devrimi ve yenilenme yaratamazsak kendimizde bugünü asla aydınlığa kavuşturamayız. 15 Şubat insanlık tarihinde kara bir leke gibidir. Bu temelde 15 Şubatı yaratan zihniyetleri lanetliyoruz.
- Ayrıntılar