Sonbaharda üslenme çalışmalarını başlatmıştık. Bahara kadar ki tüm hazırlıklarımızı yapmayı planlıyorduk. Düşman ise içeride hazırlık yapmamızı istemiyordu. Sınırın dışına çıkmamız, düşman için büyük bir başarı demekti. Onuncu ayda Hallac Köprüsü’nde üslenme yapmıştık. Karakol bize yakın olmasına rağmen, bulunduğumuz yerde birçok mağara ve iki de sarnıcımız vardı. Serhat’ta Kış’ın su bulunmadığından, bütün su ihtiyacı kar eritilerek karşılanıyordu. Hemen üslenme faaliyetine başlanmış, kimin nereye gideceği netleştirilmişti. KirêKor tarafında bulunan Deniz arkadaşın gücü cephane için yanımıza gelmişti. Yanımızda bulunan bütün cephaneyi onlara vermiştik. Benim sadece altmış mermim, arkadaşların da birkaç şarjörü kalmıştı.
Cephane ve ayakkabı gibi ihtiyaçlarımızı karşılamak için bizim gruptan birkaç arkadaş Kırêkor tarafına, Şehit Çem arkadaşın üzerinde bulunduğu bir grup üslenme yerine, üç arkadaş da ovaya gidecekti. Kalan arkadaşlar da üslenme yerine odun çıkaracaktı. Hava koşulları çok kötü olduğundan, odunları sabaha kadar ancak bir yere kadar götürebilmiş, yolun ortasına dahi yetişememiştik. Bunun üzerine biz de odunları bırakarak tekrar arkadaşların yanına gitmiştik.
Diğer gruplar kendi yerlerine gitmek için yola koyulacaklardı. O zaman bölge komutanı düzeyindeki Şehit Çiya arkadaş da yanımızdaydı ve o da bizimle birlikte gelmişti. Çiya, Simko Derik ve adını hatırlayamadığım birkaç arkadaşla birlikte randevu verdiğimiz yere gitmiştik. Sabah olduğunda karı temizleyerek bir kayalığın altını kazmıştık. Tam bulduğumuz bir çaydanlığı temizleyerek içinde kar eritmiştik ki, o sırada havan ve tank atışlarının sesini duymuştuk. Çatışma başlamıştı... Gruplar dağıldığında Rojhat arkadaş grupları denetlemek için iki güvenliği ve fiziki olarak zorlanan birkaç arkadaşla birlikte köyün yakınında kalmıştı. Ancak düşman arkadaşları fark etmiş ve sabah saatlerinde arkadaşları çembere almıştı. Arkadaşlar çatışarak bize yarım saat uzak olan bir yere kadar gelmişlerdi. Fakat düşman burada da önlerini tutmuştu. Fakat bulunduğumuz yer itibariyle bizim müdahale etme durumumuz söz konusu değildi. Arkadaşlar beş saat süren bir yerden kendilerini ovaya bırakmasına rağmen, düşman bir türlü peşlerini bırakmıyordu. Ancak akşam olduktan sonra arkadaşlar bu çemberden kurtularak bize ulaşmışlardı. Üç saatlik yolu çatışarak yanımıza gelmişlerdi. Yanımıza geldiklerinde de çatışmanın nasıl başladığını anlatmışlardı.
Anlatımlarına göre; Ali Direj arkadaşın karargâhı dediğimiz yere geldiklerinde çok yorgun olduklarından uyuyakalmışlardı. Sabah uyandıklarında ise karşılarında bir asker görmüşlerdi. Ali arkadaş Karnas silahıyla ateş ederek askeri öldürmüş ve böylece çatışma başlamıştı. Zaten biz de silah seslerini duyduğumuzda hemen yakınımızdaki tepeleri tutmuştuk. Bu çatışmada bir arkadaş yaralanmıştı. Yaralı arkadaşı yanlarında götüremedikleri için bir battaniyeye sararak bir ağaç kovuğuna saklamışlardı. Bu şekilde onu sağlama almak istemişlerdi. Yaralanan arkadaş, Kazım adında on yedi yaşında bir arkadaştı. Önceden Erci köyünde çobanlık yapmış olan ve çok sevilen bir arkadaştı. Herkes ona ‘Kalo’ diyordu ve biraz kamburu vardı. O an Kalo için hiçbir şey yapamıyorduk. Ertesi gün yanına gitmeyi planlamıştık, ama düşman çemberi iyice daraltmıştı…
Kirêkor tarafına giden grubumuz bizimle bağlantıya geçmişti. Bir ateş gördüklerini, bunun arkadaşların mı, yoksa düşmanın mı olduğunu netleştirmek istediklerini söylemişlerdi. Ateşe doğru gelirlerken, arkadaşlar gördükleri ateşin düşmanın olduğunu söylemişlerdi. Arkadaşlar yanımıza ulaştıklarında kendileriyle birlikte birçok eşya (çorap, mont) da getirmişlerdi. Ancak ayakkabımız yoktu. Birçok arkadaş ayakkabılarını şütikle bağlayarak ayaklarında tutmaya çalışıyordu.
Tekrar bir planlama yapılmıştı. Manga komutanımız, Güney Savaşında da yer almış olan Cizreli Mêrxas arkadaştı. Ben de Mêrxas arkadaşın yardımcısıydım. O gece Mix tepesini tutmamız gerekiyordu. Bawer Siverek ve iki bayan arkadaşın da içinde olduğu altı kişilik bir grup olarak tepeye gitmiştik. Mêrxas arkadaşın ayakları soğuktan şişmişti. Sabah olduğunda düşmanın büyük bir yığınak yaptığını görmüştük. Mêrxas arkadaş ayağından dolayı çok zorlanıyordu. Mêrxas arkadaşa arkadaşların yanına gitmesini söylemiştim ancak kabul etmemişti. Merxas arkadaşı Bawer arkadaşla birlikte biraz zor da olsa ikna etmiştik.
Mêrxas arkadaş aşağı inmek üzereyken, düşmanın tepeye doğru geldiğini görmüştük. Yanımızda çok fazla cephane de yoktu. Elimizde bulunan cephaneyi çok sınırlı bir şekilde kullanarak düşmanın tepeye çıkmasını engellemeye çalışıyorduk. Mermileri tek tek atıyorduk. Bu çatışmada dört düşman askeri vurulmuştu. Akşama doğru sis çökmüş ve düşman geri çekilmek zorunda kalmıştı.
İkindi vakti bir arkadaş daha yanımıza gelmişti ve iki bayan arkadaşı önceden gönderdiğimizden, dört erkek arkadaş kalmıştık. Arkadaşlar kendileriyle birlikte dört tane yağlı ekmek ve birkaç odun parçası getirmişlerdi. Yanımızda sadece bir battaniyemiz vardı. Sabaha kadar bir ağacın altında beklemiştik. Arkadaşların gelişleri ve yanlarında odun getirmeleri bizi çok sevindirmişti. Arkadaşlar ayrıca düşmanın durumuna ilişkin olarak da bize bilgi getirmişlerdi. Operasyonu yöneten Türk komutanı dağdaki bütün Apocu militanları bitirmeden operasyonu sonlandırmamaları yönünde talimat vermişti. Ancak operasyonu fiili yöneten komutanları ise; stratejik yerleri tuttuğumuzdan üzerimize gelemeyeceklerini biliyordu. Bu yüzden üstlerine ‘eğer sen yapabiliyorsan işte, ordu sana, sen gel yönet.’ cevabını vermişti. Bu esnada Çem arkadaş da yerine ulaşmış ve istenen malzemeleri de kendisiyle birlikte getirmişti. Çem arkadaş ve grubu elbette ki içine girdiğimiz durumu bilmiyorlardı. Düşmanın karargâhını geçmiş ve yukarıda güvenli bir yer olduğunu düşünerek orada uyumuşlardı. Sabaha doğru tekrar yola çıktıklarında Küçük ve Büyük Ağrı Dağı’nın arasında hareket olduğunu görmüş fakat bu hareketin arkadaşların hareketi olduğunu düşünmüşlerdi. Fakat kısa bir süre sonra, düşmanın tepeden üç kol halinde üzerlerine doğru geldiğini görmüşlerdi. Bunun üzerine eşyalarını bir taşın altına koyup üslenme yerine doğru koşmaya başlamışlardı. Düşman tarama yapmış ve üç arkadaş kolundan yaralanmıştı. Arkadaşlar yaralı arkadaşları da kurtarmış ve üslenme yerindeki mağaralara saklanmışlardı. Düşman da çok fazla üzerlerine gidememişti.
Düşmanla çatışmaya girerek kendilerini ova tarafına veren arkadaşlardan da haber alamamıştık. Ancak Gever adında biri yakalanmış ve yerlerimizi düşmana göstermişti. Düşman da cephanenin olduğu yere gelerek iki Doçka silahımızı ve diğer cephanelerimizi almıştı. Üslenme yerimize de bir koldan inen düşman, tam olarak üslenme yerimize giremedi. Her yeri tespit ettiklerini artık biliyorduk. Bir taraftan Çem arkadaşlar kopmuştu, bir taraftan da Gever teslim olmuştu. Tarih bir kez daha ateşin ve güneşin çocuklarının gücünü, iradesini, yüreğini sınıyordu adeta. Çünkü bu kadar yoğun bir kuşatma altında umudu, inancı diri tutmak gerçekten çok önemliydi. Ve bu tarihe, halka ve Önderliğe karşı asla vazgeçilmeyecek bir görevdi. Yiyecek hiçbir şeyimiz kalmamıştı. Yalnızca biraz unumuz vardı ve bununla un çorbası yaparak karnımızı doyurmaya çalışıyorduk. Tek bir çaremiz kalmıştı, sınıra ulaşma…
Bir can yaralı halde arkadaşlardan ayrı düşmüştü. Evet, Şirin yoldaş Kalo’muzdu bu, yoldaşları ne olursa olsun ona ulaşacaklardı. Ve ikinci gün arkadaşlar sızma yaparak Kazım Kalo’nun yanına ulaşmışlardı. Ancak onlar ulaştıklarında Kalo çoktan yüreğini ülkesine gömmüş, genç Kalomuz şehit düşmüştü. Bu çatışmada Kazım, yani Kalo arkadaşla birlikte iki şehit vermiştik. İntikam adında bir arkadaş da kolundan hafif yaralanmıştı.
Düşmanın çemberini birkaç yerde kırmamız gerekiyordu. Savunmalı bir şekilde harekete geçerek üslenme yaptığımız yere gitmiştik. Bu kadar çemberi kırarak geçmiş olmamız bize oldukça büyük bir moral vermişti. Çem arkadaşla bağlantı kuramıyorduk. Gevro arkadaşların da düşmanın eline geçtiğini biliyorduk. Ancak durumu tam olarak bilemiyorduk. Karakolun tam altında her tarafı düz olan bir yer vardı. Burada kalmıştık ve birkaç arkadaş üslenme yerine giderek iki teneke kavurma getirmişlerdi. Uzun süre hem açlıktan, hem de yorgunluktan bitkin düşmüştük. Bütün arkadaşlar soğuktan öksürüyordu. Ancak düşmana çok yakın olduğumuzdan, ses çıkarmamamız gerekiyordu. Çok sıkı bir alandı. İran tarafı mayınlıydı, diğer üç tarafta da TC karakolları vardı. Akşama kadar bekledik. Fark edilirsek, üstümüzdeki karakol tarafından imha edilebilirdik. Öksürürken kefiyemizi ağzımıza koyuyorduk. Akşama kadar o taşların üzerinde kaldıktan sonra ikindi vakti sınıra yakın bir yerde keşif yapmaları için keşifçilerimizi çıkartmıştık. Keşifçilerimiz düşmanın son hazırlıklarını yaptığını ve geri çekilme yapacağını söylemişlerdi. Her tarafa sis çökmüştü. Yarım saat boyunca sızma yaparak nizamiyeye yaklaşmıştık. Bu yarım saat bize yıllar gibi gelmişti. En küçük bir ses hepimizin imhası anlamına geliyordu.
Düşman bütün alanı tutmuş ve izlerimizi de görmüştü. Çok kritik bir durumdu ve beklemekten başka bir şey elimizden gelmiyordu. Birden düşmanın tepeyi bıraktığını gördük. Elli metrelik virajı geçtikten sonra biz de yola çıkarak caddeye indik. Teller yolda ayağımıza, vücudumuza batıyordu ama bunlar bize engel teşkil etmiyordu. Tel örgüyü aşarak yüz iki yüz metrelik bir mesafeyi tel örgüler arasında yürüdük. Kısa bir mesafe kalmıştı. Bir tepe vardı ve o tepeye doğru yürüyorduk. O tepeyi de aşsak diğer tarafa, yani İran sınırına geçecek ve tehlikeyi atlatmış olacaktık. Çok az bir mesafe kalmıştı ki, tankların sesini duyduk.
Rojhat arkadaş çok acele bir şekilde hareket etmemiz gerektiğini söylemişti. Yüz adımda aşmazsak hepimiz imha olacaktık. Bitkin düşmüştük... Tank sesi halen geliyordu... Tam tepeyi aşacağımız anda, bizi taramaya başlamışlardı. Ancak hiçbir topları bize isabet etmemiş ve kayıp vermeden kendimizi sınırın diğer tarafına atmıştık.
İran tarafına geçmiştik ve yakındaki bir Doğu Kürdistan köyüne ulaşmıştık. Bütün arkadaşlar bir deri bir kemik kalmışlardı. Bu esnada bağlantı kurulmuştu, Çem arkadaşın grubu da geçmiş ve yaralıları tedaviye göndermişlerdi. Bu da bize büyük bir moral vermişti. Alanda, cepheci arkadaşlar ve İhsan arkadaş bulunuyordu. Piro arkadaşın kardeşi olan Mithat arkadaşla bağlantı kurarak milislerimizin bulunduğu bir köye gittik ve orada bizim için hemen hazırlık yaptılar.
Üslenme yerimizi değiştirmek zorunda kalmıştık ve Rojhat arkadaş hemen ertesi günü o çevrede üslenme hazırlıklarına girişmişti. O kış güçlü bir eğitim görecektik. Düşman Serhat alanına yönelik bir taktik belirlemişti. Bir yere yönelim yapıyor, sonra başka bir alana yöneliyordu. Böyle olmazsa sonuç alması mümkün değildi.
Alanda genel olarak kış koşulları çok ağırdı. Biz alandan çıktıktan sonra düşman başka bir grubumuza yönelmiş ve o grubumuz da alandan ayrılmak zorunda kalmış, daha sonra o grup da bizim bulunduğumuz alana ulaşmıştı.
Toplum yaşamında birisi öldüğünde onun için ağlıyor fakat ne için ağladığımızı tam olarak bilmiyorduk. Fakat mücadele içinde, genç yaşta ölenlerin ne için öldüğünü biliyorduk. Yaşam uğruna yaşamlarını feda etmenin erdeminin simgesiydi ölümlerimiz… Ve bu yüzden ağlarken, bütün insanlık için ağladığımızı biliyorduk. Bütün bunlar büyük bir fedakârlığın sonucu gelişmişti. Eğer bu irade olmasaydı, bütün bu zorluklara dayanmak gerçekten çok zor olacaktı. Ve eğer ideolojimiz bu kadar güçlü olmasaydı, bu zorluklara bir hafta bile dayanmak mümkün değildi. Bu kadar fedakârlık ve kahramanlıkla örülü bir tarihin bugüne bıraktığı büyük değerler günden güne büyüyerek yarınlara akıyor ve hep akacak.
Sabır Sereko
- Ayrıntılar
“Sloganımız dilden dile dolaşacaksa, Silahımız elden ele ulaşacaksa, Ölüm hoş gelsin sefa gelsin… ” (Ernesto Che Guevara)
Kürtlerin tarihinde her günün mutlaka bir anlamı vardır. Katliamlarla, sorgularla, büyük kıyımlarla karşılaşmış ve bunlar karşısında büyük direnişlerle ve isyanlarla boyun eğmemiştir. Bugün de öyle bir gündür ki; Kuzey Kürdistan’da 1938’deki Ağrı isyanından sonra Kürtlerin üstü betonlanmış mezarının üstüne “hayali Kürdistan burada meftundur” yazılı deyimden 46 yıl sonra özgürlük mücadelesini başlatan PKK’nin büyük komutanı Agit (Mahsum Korkmaz) arkadaşın öncülüğünde Kürt gerçekliğinin mezar betonlarını parçalayarak, kölelik zincirlerini koparıp düşmana ilk kurşunun sıkıldığı 15 Ağustos 1984 yılının, 23. yıldönümü idi. Bugün bizim için anlamı çok yüce olan bir gündü. Halk serhıldanlarla bu günü kutlarken, gerilla ise Kuzey’de düşmana darbe vurarak eylemlerle, Güney’de ise şenliklerle kutlanıyordu. Agit yoldaşın yolunda yürüdüğümüzden ve mirasını devraldığımızdan çok ağır görevler biz gerillaya düşüyordu. Bunun bilinci ve ağırlığındaydık. Zaten bizde bir kuzey grubu olarak yoğunlaşmamızı bu ölçüde daha fazla derinleştiriyorduk. İlk adım kuzey’de başlanmıştı. Bunun içinde Kuzey’de kazanma ile bu kutsal güne sahip çıkma görevi bizim üstümüze düşüyordu. Çünkü Agit yoldaş her yönüyle bize örnek teşkil ediyordu Agit yoldaşa ve şehitlere layık olmak onların yürüdüğü yolu tamamlamakla mümkündür. 28 isyandan aldığımız öfke ve güçle kendi Halkımızın kaderini PKK hareketi belirliyor. Başkalarının eline ve insafına bırakmadan…
Gönül isterdi ki bugün Kuzey’de olup kin ve öfkelerimizi düşmana boşaltalım. Maalesef elimizde olmadan daha da beklememiz gerekiyordu. Bu kadar çok bekleyeceğimizi hiç tahmin edemiyorduk. Artık zaman daralıyor, 2–3 aylık gibi kısa bir süre kalıyordu. Ama bugün sevindirici bir haber gelmişti. Ana karargâha giden Rojhat arkadaş geldiğinde yüzü gülüyordu, moralliydi. Hiç bir gün bugün olduğu kadar mutlu gözükmemişti. Çünkü parti gidiş için onay vermişti. Zaten parti bir kez onay verse, artık kimse bizi tutamazdı. Rojhat arkadaş diğer takımın yanında kalan Yılmaz arkadaşı çağırdı. Rojhat arkadaş “sana bir müjdem var” der demez, Yılmaz arkadaş “senin söylemene gerek yok ki, zaten ben tahmin edebiliyorum” diyerek cevabı vermişti bile. Rojhat arkadaş “neyi tahmin edebiliyorsun?” diye eklemişti, Yılmaz arkadaş “ şakayı bırak” diyerek acaba yanılmış mıydı?
Rojhat arkadaş (kahkaha atarak), “neyin şakasından bahsediyorsun. Bu işin şakası makası yok. Biz gidiyoruz kendini hazırla.” Yılmaz arkadaş “ben çoktan hazırım” demişti bile. Onu kimse tutmazsa hemen çantasını sırtına alarak yürüyecektir. Rojhat arkadaş “çok iyi öyleyse arkadaşları hazırla” diyerek hafiften gülümsemişti. Yılmaz arkadaşla görüştükten sonra, Rojhat arkadaş Kahraman arkadaşla da konuştu. Rojhat arkadaş “Partinin kararına göre Amed grubundan bir grup, birde kalan Garzan grubu şimdi yola çıkacak. Bizden kalan bir grup biraz daha bekleyecek, fakat moralinizi bozmayın sizde bizden bir iki hafta sonra çıkarsınız. Amed’de buluşuruz” diyerek keyflenmişti. Kahraman arkadaş (moralsiz bir şekilde), “iyi ya her zaman biz sana moral verirdik. Bu sefer sen bize vermeye çalışıyorsun. Ne yapalım örgütümüzün kararı bize de sabretmek düşüyor, size başarılar diliyorum” diyerek sitemini belirtti.
Diğer gün sabah erkenden iki grup yola çıkmak üzere hazır hale gelmişlerdi. O sabah Kurtay arkadaşta grupları uğurlamak için gelmişti. İki bayan arkadaşla birlikte 10 kişi kalan gruptaydık. Gidecek olan gruplarla yine görüşeceğiz diyerek hep beraber vedalaştık. Bugünümüz ayrılıklarla başlamıştı. Bugüne kadar her şey partinin planladığı çerçevede gidiyordu. Bu da bizi mutlu ediyordu. Grupların sağlam geçişi o yılı kazanma ve başarı elde etme yılı olacaktı.
Arkadaşların yanımızdan ayrılmasından bu yana iki gün geçmesine rağmen alışamamış, noktadaki boşluğu dolduramamıştık. Sanki yabancılık çekiyormuşuz gibi sessizliğe bürünmüştük. Ve bunu hala aşamamıştık, çünkü daha düne kadar giden arkadaşlarla yan yana ve iç içeydik. O yüzden bu ayrılığın etkilerini atmak kolay olmuyordu. Öyle bir atmosfer ki, bütün arkadaşlarda rahatsız edici hisler oluşuyordu. Kötü bir şey olacağını sezinler gibiydik. Ama bunun nedenini de anlayamıyorduk. Yâda anlamak istemiyorduk.
Öğlen saatleriydi, havalar epeyce ısınmıştı. Gözlerinin yeşilliği açığa çıkan Dersim’li, Zaza olan Mordem arkadaş ceviz ağacının gölgesinde oturmuş, radyo dinliyordu. Bizde Serhıldan ve Xemgin arkadaş arasında oynanan satranç karşılaşmasını izliyorduk.
Mordem arkadaş elinde radyo ile bize doğru geldi. Fakat yüzü solmuştu ve durumu iyi gözükmüyordu. Kahraman arkadaş “hayırdır, radyoda ne vardı? Hiç iyi gözükmüyorsun” dedi. Mordem arkadaş “ Türkiye’nin sesi radyosu, Kela Meme’de 11 arkadaşın şahadetini açıklıyor. Sınırı geçmek isterken tespit ettiklerini belirtiyorlar” diye bilmişti. Kahraman arkadaş “sınır üstünde yani acaba geçen gruplar olabilir mi?” Mordem arkadaş “onların söylemi böyle, yalan da olabilir, zaten birçok defa yalan haber veriyorlar.” Kahraman arkadaş “doğru olma olasılığı da var, zaten grupların sayısı 10–11 civarındadır. Birde cenazelerin ellerinde olduğunu söylüyorlar, akşam televizyonu izleyip netleştirebiliriz” dedi. Ancak biz biliriz ki gerillanın çatışmalarda kayıplarının olup olmadığını çoğu zaman bilgimiz olmasa da anlarız. Çoğu kez duygularımız bize doğruları söyler. Henüz somut bilgi gelmeden olayda şahadeler varsa hüzünleniriz, yoksa çokta etkilenmeyiz. İşte, radyo da bu kez dile gelenler doğruları söyler gibiydi. İçimizi soğutan bir hava esti ve sarsılmıştık.
İçimizde olan sıkılma hali daha çok yoğunlaşmıştı. Böyle bir şey olma olasılığının güçlü olması, bizi daha çok zorluyordu. Akşama kadar ‘acaba doğru mu, değil mi?’ diye düşünerek günü bitirdik. Roj TV’yi açmış haber saatini sabırsızlıkla bekliyorduk. Haber saati gelip çattığında kalplerimiz daha hızlı atmaya başlamıştı. Ve o kötü haber onaylanmıştı. Şehit düşen arkadaşlar Roza arkadaşın sorumlu olduğu, Garzan grubuydu. Grubun hepsi ve iki kurye arkadaş şehit düşmüşlerdi. Fotoğraf ve sicilleri televizyonda veriliyordu. Daha dün yanımızda oldukları anlar gözümüzün önüne geliyor, bir türlü inanmak istemiyorduk. Çok ağır gelmişti, kimseden ses çıkmıyordu. Nefes alış verişlerimiz dahi durmuştu. Kolay değildi 11 can, 11 kahraman, 11 yoldaş şahadete ulaşmıştı. Hem de hedeflerine ulaşmadan hemen yolun başında, hep beraber çıktıkları Zap alanından, Kela Meme’de kol kola şehit düşmüşlerdi. O zamana kadar geçişlerde ciddi bir sorun yaşanmamıştı, fakat şimdi düşman bizi can evimizden vurmuştu. Hem halk hem de parti için çok ağır bir darbe olmuştu, elbette kanları yerde kalmayacaktı. Roza’nın güler yüzü; intikam yemini, Delila’nın sesi; özgürlük melodisi, Avesta’nın ısrarı; inancın kıblesi olarak bizim için mücadele gerekçesi olacak ve esas alınacaktır. Andok’un öfkesi, Erdal’ın dürüstlüğü, İsyan’ın yoldaşlığı, Amed’in fedakârlığı, Rohat’ın bağlılığı, Eşref’in kuzey aşkı, Andok ile Xwinrej’in cesareti her zaman bizim için moral ve güç kaynağı olacaktır.
Mücadele Arkadaşları
- Ayrıntılar
‘85 yılının yaz aylarında bir efsane dolaşıyordu Botan eyaletinde. Sadece dinlenilen, hayal edilen bir efsane değildi bu. Elini uzatsan dokunacağın kadar yakın, beynini ve yüreğini saracak kadar gerçekti. İçimizde, bize ait olan ama bir o kadar da uzak bir efsaneydi. Ne gökyüzünün genişliği ne de toprağın bereketi bu kadar şaşırtıcı ve gerçek değildi.
15 Ağustos eylemi öyle esmişti ki, yüreklerdeki inançsızlıklar, güvensizlikler kaybolmuştu. Çocukların oyunları değişmiş, gençlerin yüzü dağa dönmüş, yaşlıların umutları tekrardan yeşermişti. Herkesin gözü kulağı bir sese yönelmiş, yaşamları o sesten gelecek en küçük bir söze bağlanmıştı.
Son günlerde bir eylemden bahsediliyordu. Kaşura ve Haftan’in yolu üzerinde, sınır ticaretini durdurmak amacıyla kurulan karakola eylem yapılmıştı. Karakol sınırdan kaldırılmıştı. Halk bu eylemin neden yapıldığını tahmin edemiyordu. Karakol, ticareti durdurma bahanesiyle hem halka eziyet ediyor hem de tüm ekonomik geliri durduruyordu.
Bir köylü ile karşılaştım. O kadar mutlu ve gururlu görünüyordu ki “Heval Agit karakolu yerle bir etmiş. Ticaret yolunu açmış. Agit halkın durumunu iyi biliyor. Özelikle de fakirlerin...” diyordu.
Kürt halkı, devrimciliğe yeni başlamamıştı. Yıllardır birçok örgüte kucak açmış, evini barkını, varını yoğunu hatta canını bile vermişti onlara. Ama gel gör ki, devletin haksızlığına, sömürüsüne karşı hiçbir şey yapamamışlardı. Bu da yetmezmiş gibi, halkın tüm değerlerini ölçüsüzce harcamışlardı. Ahlaki ölçüleri zorlar olmuşlardı. Bütün bunlar, Kürt halkını devrimciliğe ve devrimlere karşı soğutmuş, inançsızlığı geliştirmişti. Böylesi bir durumda yapılacak olan ise içe büzülme, kendi yağında kavrulmaydı ki, 15 Ağustos’a kadar da böyle sürdü.
15 Ağustos, sözün ve eylemin birlikteliğini ispatlamış, sönmüş inanç alevlerini tekrar yakmıştı. Militanlarının oturuşu kalkışı, halkın malına inançlarına verdiği değer, halkın partiye günden güne bağlanmasını sağlamakla kalmamış, ölümüne canlarını ortaya koyma cesaretini de doğurmuştu.
Bunda öncülüğü Agit arkadaş oynuyordu. Halkın en ufak bir eşyasına sonsuz değer verir, onlardan izinsiz ne bahçelerine, ne de tarlalarına el sürerdi. Zarar verenleri ise anında uyarırdı. Sahipsiz bulduğunu sonuna kadar korur, sonra onu sahibine teslim ederdi.
Dolunay geceyi tüm parlaklığı ile aydınlatıyordu. Ağaç yaprakları arasından sızan ay ışığı pörsümüş kuru otlara vuruyordu. Rüzgar ılık ılık esiyordu. Ben ve Ferhan, Bındarine’de koyunları otlatmaya çıkarmıştık. Köyden uzaklaşır, uzaklaşmaz koyunları serbest bırakmış, bir ağacın dibinde uyumuştuk. Koyunların, tarlalara girdiğinden köylülerin yeni biçtiği otları yediğinden habersiz, rüyalar görüyorduk.
Derinden gelen bir sesle uyandım. Önce karşımda duran bu karartıyı tanıyamadım. Ama uyku sersemliğim geçince bunun, 84 yılında Partiye katılan köylümüz Resul olduğunu anladım. Çok atik bir hareketle ayağa kalktık. Bize “korkmayın, ben hevalım” dedi. Heval olduğunu duymamız ikimizin de korkmasına yetiyor da artıyordu bile. Her ne kadar halk arasında onlardan mükemmel bahsediyorlarsa da, devlet tam tersini, onların Rusya’dan geldiklerini, “dinsiz, terörist” olduklarını söylüyordu. Bu korku birazda devlet korkusuydu.
“Bir arkadaş sizi bekliyor. Sizinle konuşmak istiyor” dedi. Bizi görmek isteyenin kim olduğunu söylememişti. Bulunduğumuz yerin biraz yukarısında bir kayanın önünde durmuştu. Koyunları etrafına toplamıştı. Elinde baston vardı. Omzunda ise askeri parkesi. Ay ışığı gözbebeklerinde ışıl ışıl yanıyordu. Öyle heybetli duruyordu ki, içimize korku dolmuş, bize ne yapacağını merak ediyorduk. Tam önünde durduk.
“Hangi köydensiniz” diye sordu. Ardından da adımızı öğrenmek istedi. Cevaplarını aldıktan sonra sesini yükselterek “Köylüler sabahtan akşama kadar ot biçiyor, siz ise koyunları tarlalara bırakıyor sonrada uyuyorsunuz. Günah değil mi? Bu suç değil mi? Suç işliyorsunuz. Köylülerin emeğini boşa çıkarmamalısınız, dikkat edin” dedi. Tüylerim ürperdi. Utandım. Dizlerim titriyor ağzımı açamıyordum. Hem söylediklerinden hem de onun gür ve sert sesinden oldukça etkilenmiştim.
Kimdir? Nedir? Bu gece yarısı nereden geliyor ve nereye gidiyordu. Hiçbir şey düşünemiyordum. Kara sakalları ve çakmak çakmak yanan gözleri yüzüne daha sert bir ifade vermişti.
Sözü bittikten sonra yola koyuldu. Daha üç adım atmamıştı ki döndü. “Daha önce arkadaşlara partiye katılacağınıza söz vermişsiniz. Uygun bir zamanda gelirseniz iyi olur. Sözünüzü yerine getirmeniz gerekir. Özellikle, siz Firaz arkadaşa söz vermişsiniz” dedi ve yoluna devam etti. Gurubun en arkasında yürüyen köylümüz Resul, yanımıza yavaş yavaş gelerek, “onu tanıdınız mı?” diye sordu, “hayır kimdir?” dedik. Resul göğsünü kabartarak “Heval Agit” dedi. Eylemlerini duyduğumuz, sözünü, sevgisini masal gibi dinlediğimiz bu insanı, hiç göremeyeceğimi, benden çok uzak olduğunu düşünürdüm. Oysa şimdi, onu görme istemi ile dolup taşıyordum. Günlerce, bakışları, el hareketleri, kayanın önünde ay ışığı vurmuş saçları, elindeki bastonuyla gözümün önünde canlandı. Sesi kulağımda çınlıyordu. Ne yapacağımı bilmeden dolaştım durdum. Her gece onları görme ümidi ile dağlara çıkıyordum. Bir yandan korkuyor, bir yandan da büyük bir bağlılığın geliştiğini duyumsuyordum. Sanki bir şeylerimi kaybetmiştim. Belki de yaşamım boyunca sahip olmadığım ve olamayacağım çok değerli bir şeyi kaybetmiştim. Her yerde onu arıyordum. Beni, aradığımın ne olduğunu bilmeden sürükleyen içimdeki bu duygu, önü alınması imkansız bir çağlayan gibiydi.
O günlerde yine bir eylemden ve Agit arkadaştan bahsediyorlardı. Diyorlardı ki; “arkadaşlar caddeye pusu atmışlar. İki arkadaş asker elbiseleri giymiş. Diğer arkadaşlar ise mevzilenmişler. Araba gelince asker elbisesi giyen iki arkadaş arabayı durdurmuş. Ne yazık ki, bu iki arkadaşta da Türkçe bilmiyormuş. Türkçe bilmeyen askeri gören halk ne olduğuna anlam verememiş. Tam bu sırada Agit arkadaş, arabaya binmiş ve arabayla Çatak girişindeki denetleme kulübesine saldırı düzenlemişler” Eylemin başarısı dilden dile dolaşıyordu.
Sonbaharın ilk günlerinde, aradığımı bulma umudu ile içimdeki çağlayanın bir dalgasına kapıldım. Eylül ayı ortalarında Haftanin’e ilk parti eğitimimi almak için gönderildim. Arkadaşlar, Haftanin’in derin vadilerinden birinde üslenmişlerdi. Agit arkadaşı gördüm. Gözlerime inanamıyorum. Onu uzaktan uzun bir süre izledim. Elindeki M-16’yı sanki vücudunun bir parçası gibi tutuyordu. Çok saygılıydı. Karşısındakiyle konuşurken ona bakarak dinliyor. Ve arada bir başını sallıyordu. Yanına gittiğimde beni ve Ferhan’ı hemen tanıdı. Bizimle uzun uzun konuştu. Ona bakmaktan kendimi alıkoyamıyor, söylediklerini dinleyemiyordum. Hatırımda kalan “bakın bu gördüğünüz arkadaşlar sizin oralılar, bizim halkımızın çocuklarıdırlar. Biz, daha önce birbirimizi gördük, konuştuk. Siz bu konuşmalar üzerine Partiye katıldınız. Bize inandınız biz de size inanıyoruz. Bu nedenle mutluyuz. İnanıyoruz ki, sizde öylesinizdir”
Konuşmanın sonunda “şimdi eğitim göreceksiniz. Eğitiminiz bittiğinde, parti sizi gerillacılık yapmak istediğiniz yere gönderir” dedi.
Bu, onu ikinci ve son görüşümdü.
Benavok alanındaydık. Zagros’ların güneyinde olan bu alana Xakurke’den gelmiştik. Kalabalık bir grup Haftanin alanına geçince tüm erzaklarımızı onlara vermiş, yaklaşık iki gün erzaksız yürümüştük. Bir arkadaş telaşla;
-“Heval! Heval! diye seslendi.
-“Ne oldu?” dedim
-“Bir koyun sürüsü bu tarafa doğru geliyor” dedi
Buna oldukça sevinmiştik. “Çok iyi. Bir tane koyun isteyebiliriz” dedim.
Başka bir arkadaş;
“Onları tanımıyoruz. Karşıtlarımız olabilir” dedi.
Cevabım çoktan hazırdı.
-“Buraları tanımıyoruz ama çobanları tanıyoruz. Onlardan kötülük gelmez” dedim. Ben ve Bedri zaman kaybetmeden çobanın yanına gittik. Onunla biraz sohbet ettik. Ona iki gündür aç olduğumuzu ve ondan koyun istediğimizi söylememiştik, çoban kalktı, sürünün içinden en besili olanını seçip bize hediye etti. Başka bir şeye ihtiyacımızın olup olmadığını sormayı da unutmadı.
Yüreğimizi biraz daha büyüterek ayrıldık çobanın yanından.
Bir gün ve bir gece boyunca yürümüştük. Daha da yolumuz vardı. Yolumuz bir karpuz tarlasının içinden geçiyordu. Bu sırada, öncülerimizden biri bir karpuz kopardı. Şiyar(Kazım KULU) arkadaş bunu görmüş fakat o an uyarı yapmamıştı. Tarladan çıkıp güvenlik açısından uygun bir yere geldiğinde Şiyar arkadaş hepimizi durdurdu. “kısa bir açıklama yapmak istiyorum” dedi.
Konuşmaya başladığında kızgınlığı ses tonundan anlaşılıyordu. “halkın malına izinsiz dokunmak bize yakışmaz. Bu PKK’nin ahlakında da yoktur. Halka hizmet için dağlara çıkmışsak, onların malını izinsiz almak olmaz. Bu tarz bize ait değil. Arkadaşlar buna dikkat etsinler” dedi. Toplantı bittikten sonra yürüyüşe devam ettik. Bahçelerin içinden geçiyorduk. Hiç birimiz elimizi sebze ve meyvelere sürmedik.
Bugün bile nereye gidersem gideyim, izinsiz hiçbir şeye dokunmam.
Şemzinan yolundan geçen düşman arabasını pusuya düşürdük. Arabayı imha etmeden önce içindeki tüm eşyaları çıkardık. İhtiyacımızdan daha fazla eşya ele geçirmiştik.
Aylar önce bir çobandan aldığımız eski su bidonumuzu atıp, arabadan aldığımız yeni su bidonunu kullanmak istedik. Şiyar arkadaş müdahale etti ve tüm arkadaşları topladı. Toplantı konumuz, kullanabilecek olup da atılan su bidonu üzerineydi. Toplantımız saatlerce sürdü. Şiyar arkadaş anlattıkça anlatıyor biz ise yaptığımız bu hatanın nedenini anlamaya çalışıyorduk.
“Eğer yeni olan su bidonu olmasaydı, bu eski bidonu kullanmaya devam edecektiniz. Oysa yeni olanı bulma imkanı var diye eski fakat kullanabilecek olanı atıyorsunuz. Peki, hiç düşündünüz mü? Bu anlayış bizi nereye götürür. Ülkemizde ordumuz büyüyecek, binlerce arkadaş gelecek. Şehit düşenler olduğunda “nasıl olsa yenileri geliyor, ordumuz büyük mü diyeceğiz? Bu sözler ağır gelebilir, ama değerlerimize sahip çıkmayı öğrenmeliyiz. Eğer eskimiş ise onarılmalı. Sonuna kadar onu kullanmalıyız”
“Agitlerden aldığımız gelenekle yürüyoruz ve biz yürüdükçe zaferin yakın olduğunu görüyoruz”
Şerif Goyi
- Ayrıntılar
“Bir Türkü Tadında Yaşanan Bir Sevdadır Gerilla”
Rêber Apo
Ekim ayının ortalarındayız. Yani sonbahara bir “MERHABA” dedik. Ufak ufak yağan yağmurdan, şiddetli çakan şimşeklerden korunmak için kaldığımız noktayı bırakıp, korunaklı bir yere gelip yerleştik. Bu gece burada kalacak, sabah günün ilk ışıklarıyla buradan ayrılacağız.
Kürdistan coğrafyası, tıpkı engin bir deniz misali renkli, ahenkli. Ne ararsan var. Toprak ana kendinde olanları bizlerden hiç esirgemiyor ve her seferinde bizleri bağrına basıyor. İşte yine toprak ana’nın bağrındayız. Yağan yağmur ve çakan şimşekten korunmak için “kaya altı veya sığınak bulalım” diye etrafa dağıldık. M. arkadaşın “heval gelin bir apartman dairesi buldum” demesiyle hepimiz M. arkadaşın bulunduğu yere gittik. Bizim bu apartman nasıl bir şey bir bakalım istedik. Üst üste düşmüş büyük kayalar ve bu kayaların etrafını kapatan başka kayalar, doğal iki odacık oluşturmuştu. Hem de iki katlıydı. Bir oda aşağıda diğeri ise yukarda. Böylelikle bulduğumuz bu apartman dairesine yerleşiyoruz. Yaktığımız büyük gerilla ateşi önünde hem korunup hem de kara çaydanlıktan çay yapıp içtik. Artık yorgunluktan eser kalmamış halleriyle közlerin başında durmuş sohbete dalmış arkadaşlar. Birden Önderliğin gerilla yaşamı için bir “Türkü Tadında Yaşanan, Bir Sevdadır Gerilla” dediği sözü aklıma geliyor. Gerillacılığın ve PKK yoldaşlığının güzel, anlamlı, dolu dolu oluşu canlandı bir bir hayalimde. Bir gerillanın kalbinde ne çok duygu bir arada yaşarmış meğer!
Gecenin karanlığında sırtında çanta, raxt ve silahla saatlerce yürümek, düşmanın çok ışıklı termalli karakollarını aşarken kanın kaynar. Ellerin tetiğe dokunmak ister, ama önündeki görevi düşünür, süreci düşünürsün. Noktada seni bekleyen yoldaşları düşünür yapamazsın. Hele hele yağmur yağmış ise bambaşkadır yürüyüş. Düşe kalka ilerler, yağmurda ıslanırsın. Çamurlu dağ patikalarında ilerlersin. Yorulduğunda yanındaki yoldaşın “heval kâh inek barê xwe bide min” der mütevazice. Fedakârlık yapmak ister. Sen yoldaşının zaten ağır olan yükünü görür, yükünü vermezsin, ama yoldaşının bu yaklaşımından moral alırsın. Güç almışçasına devam edersin. Yorgun ve ağır tepeden tırnağa ıslanmış bir halde sabahın ilk ışıklarıyla noktaya vardığında ise, kaç gündür görmediğin yoldaşlarınla özlemle bir araya gelirsin. Genç arkadaşlar moralle, coşkuyla, cıvıl cıvıl bir kalabalık yaparak seni karşılar. Kimi gelip yükünü alır, kimi geleceğini hesap ederek çoktan yakmıştır gerilla ateşini ve kara çaydanlıktan çay demlemiştir bile. Emekle sevgiyle kaynatılmış olan sıcak çaydan bir bardak içtiğinde bütün yorgunluğun uçup gider. Artık o görevdeki yorgunluk, düşmeler, kalkmalar, birer espri olur anlatılır güler güldürürsün. “İşte PKK yoldaşlığı işte gerillacılık budur” dersin.
Eğer göreve giden sen değil başka bir yoldaşın ise, onu hazırlar gönderirsin. Bu defa tekrar “ne zaman dönecek?” der beklersin hazırlık yapar, geldiklerinde sen onları karşılarsın. Ya da gündemde yapılacak bir eylem varsa, herkesi tatlı bir telaş sarar. “Acaba kim bu eylemde yer alacak?” diyerek herkes hareketlenir. Büyük bir sabırsızlıkla yönetimin yapacağı açıklama beklenir. Eyleme katılacaklar açıklandığında herkes kendini saldırı kolu için önerir. Eyleme gidecekler büyük bir coşkuyla hazırlıklarını yapar. Eyleme gidemeyenler ise biraz buruk olsa da yansıtmadan eyleme gidecek arkadaşlarının hazırlıklarına yardım ederler. Her kol komutanı kendi kolundaki arkadaşları toplayıp eylemin ayrıntılarını aktarır, olası durumlar karşısında olması gerekenler söylenir. Son perspektifler verilir, silahlar temizlenir, raxt özenle hazırlanır, raxta her arkadaş bombasını da takar ve kalan arkadaşlarla vedalaşılır, “Serkeftin be heval” sözleriyle ayrılık başlar. Gecenin karanlığında yankılanan gerilla mermilerinin sesi duyulur.
Gerilla mermileri önce karakolda panik, telaş ve müthiş bir korku yaratır. “Anneciğim!” diyerek bağrışan askerlerin seslerini duyarsın. Biraz sonra deliye dönen düşman bütün tekniğini kullanmaya başlar. Kendini ancak böyle korur. Biraz sonra geri çekilme yapılır. Gözler tek tek gelen arkadaşları arar. Her geri dönen arkadaş büyük moral ve coşku yaratır. Şayet şahadet varsa kalanların beyninde ve kalbinde intikam sözleri verilir. Artık şehitlere söz verilmiştir.
Deniz Adıyaman
- Ayrıntılar
Nuda-Nazan Bayram Yoldaşın Anısına
Nalin Dilpak
Bütün masallar” bir varmış bir yokmuş “ile başlar nedeni bizce bilinmeyen” bir varmış bir yokmuş “ve her kahraman var olanla masala kahraman olurmuş. Lakin bizim bildiğimiz tanıdığımız kahraman masal yaratıcısıdır” bir varmış bir yokmuş” kuralına göre işlememiş yaşam öyküsü, varmış, var olmakla yaratmış. Güneşin en sade kızıymış, öyle sıkı sarılmış ki güneşe, ışınlar yüzünde şavkımış, bir tutam öz serpmiş yüreğine. Onu en güzel tanıma kavuşturan güneşin kendisiymiş. Öyle kendisini bulmuş öyle kendisi olmuş… Yaşamı boyunca güneşten aldığı tılsımla yaşamış…
İşte böyle anlarda, keşkelere sarılır insan. Keşke anlatmam kolay olsa kahramanları masallarıyla beraber… Keşke ifadeler anlatabilse onun yüreğini, nakış nakış işlediği sevdasıyla birlikte… Keşke 29dan fazla olsa harfler, sözler, cümleler sınırsız… Seni anlatan bir şeyler olmalı, seni sen yapan bir ifade…
Zağros eteklerinde yeşeren, yaşam bulan bir kardeleni anlatmaya çalışacağız. Botan’da sonsuzlaşan bir türküyü dinleyenceyiz bütün zamanlarda sormak gerek NUDA’yı ifadeye kavuşturan var mı diye? Yada NUDA’yı en iyi anlatan NUDA'nın kendisi değil miydi diye? O gizil olmak, sır olmaktı ama en önde sarılmaktı mücadeleye, silaha susmak ama çığlık olmaktı O… en zorda olmak, en zoru başarmaktı onun adı. Kolayı sevmedi, yaparken, çalışırken, göstermezdi kendini, yaratıma seyirdeyken her kes, O güneşe Secdedeydi. İçinde bir fırtına taşırdı da, her susayan onun dingin gölünden avuçlardı suyu… Her kesin içinde arınabileceği kader temiz bir gölü vardı gönlünde. Diyaloglarında sade özünü içerdi insanlar. Duru, berrak bir yüreğin yansımasıydı dürüst bakan gözleri her şeyden önce bir Önderlik yaratımıydı NUDA. Ve geçeğe sadık kalmaya bildi her koşulda ilkeliydi, Beritan'ın en iyi örencilerindendi Beritan’la yaşamayı ve Beritan’ı yaşatmayı titizlikle başardı Beritan'ın yoldaşlık gülüydü kokusu herdem güzel olan. BERİTAN arkadaşla ilk tanıştığı yerler Zağros etekleri ilk özgürlük yuvası, ilk kadın ordulaşmasının tomurcuk olan yıllarıydı ve tomurcuğun açılması için bedel istenen zamanlar da kan renginde gül olsun diye tomurcuk, kızıl kan dökülen mekânlarda. Tanrıçaların sesinin derinlerden geldiği dağlarda. Duymayı bilenin duyduğu çağlarda duydu o sesi NUDA HEM DE BERİTANLA . Dünyayı erkek orduları sarmışken, kuşatmadayken bütün kadın duyguları, onlar adalet arayışındaydı… Ordu onlara yuvaydı orduları yok etmenin ordusu olmaktı tutkulu olan. Tezattır ilk bakışta ama gerçeğe ulaşmanın kaçınılmaz gerçeği işte. Kim inkâr edebilir NUDA'nın yüreğini kim unuta bilir çiçeklere sevgisini. Kim görmezden gele bilir hassaslıkla örülmüş şefkat ve sevgisini. Ve kim görmedi ki silahına sıkı sarılışını, kim tanık değil ki savaşın ortasında özgürlük tililisine. İşte böyle, ifadesi kendisinde saklı olan… Yüksek dağlar sanki onun için yaratılmıştı, orda koruyacaktı kadının güzel özünü. Orda mevzi alacak, orda selamlayacaktı Bese ve Zarife’yi. Bütün direnişçiler ve direniş mekânları zılgıta dönüşüyordu, çığlığa dönüşüyordu NUDA'nın ruhunda. Özgürlük ordusu, güzellik ordusu, aşk ordusu demişti dağdaki kadınlara güneş… Özgülüğün gizli bahçesinde nadide bir çiçekti Nuda, güneşten alırdı ısısını, karları, buzları yarardı, Beritan kokan zamanlarda. Karı delen, kardelen olurdu, doğa ile sadık olunan anlarda. Isıttıkça onu güneş toprağı yarardı, karları yarardı. Ki onlar güneşle beraber eşelerdi toprağı, tanrıça mezarı bulma arayışındaydı onlar. Ki güneş en sadık evlattır tanrıçaya, en helal süt emen evlat. Tanrıçaların eski mekânlarında iz sürüyorlardı, doğru yerdeydiler, Zağros eteklerinde… Tırnaklarıyla eşeliyordu toprağı NUDA, sahte gülmelere inat bir tanrıça gülüşü arıyordu beklide, yeryüzünde zalim bakan tanrıların gözüne inat, bir tanrıça gözü arıyordu, özü olan bir bakış… Ordulaşan bir arayış, bir bulma biçimi. Arayanların asla unutulamayacağı bulma. Adı NUDA, adı Beritan, adı Zelal, adı Azime olan. Hepsinin yüzünde ayni işaret, aynı olgun soyluluk. Sorxwin in kine benzeyen çocuksu gülüş, Gülbaharda ki keskin asil bakış. Peki, insan tanrıçayı arayınca benzer mİ tanrıçaya? Ona benzemek için onu bulmak gerekmez mi? En iyi bilinen ama hep bir bilinmezlik gibi duran bir soru dur bizde. Bulduğun anda bilinmez olan, sadece yaşana bilir bir gerçek olan… Gerilla yaşamına aşık olan bilir bunu, NUDA gibi arayan bulur bunu.
Böyle işte bitmeyen bir arayış; Zağros’ta kendini bulan, kadın ordusunun bahçesinde özünü güneşten alan güzel bir çiçek… Anlatmak kolay olmasa gerek bütün yaşadıklarını. Gerçeği ile beraber, acısıyla beraber ve güzelliğiyle beraber… Dedik ya en zorda açardı çiçeği. Mücadele yılları için dede en zor görevi üstlenmekten kaçmazdı, Önderliğin yanına gittikten sonra örenmişti sade ve keskin olmayı. Bundandır önderlik demişti “bu kızda bir öz var açığa çıkması gereken” Avrupa’ya düzenlemişti onu Önderlik, dağlı özün kentlerde kirlenmeyeceğine inanarak. Öylede oldu kirlenmedi NUDA. Tekrar dağlarla buluşunca en yüksek yerleri mekân bildi, zirvelerde seyir etti özgürlük dalgalarını… Yüreğinde bilediği tüm kılıçlar saklıydı kınında. Daha keskin savaşlara hazırdı artık. Daha zoruna, daha katmerlisine. Öyle ki PKK, nin yeni inşa komitesi gibi ideolojik bir çalışmaya katıldı ve söylemenin ötesinde bir yapma kahramanıydı PKK'yi yeniye kavuşturmanın ve yeniden önderlikle buluşturmanın savaşçısıydı. Burada sevdi viyanı, burada yoldaş oldu Viyan’a. ayni çalışmanın, aynı emeğin yolcusuydu onlar. Yoldaki dikenleri ellerini kanatırcasına kaldırdı onlar. Viyanla yoldaşlığı saflık deryasıydı. Kayıp olan her kesin yüzünü göre bileceği bir derya. Sınırları aşan, bentleri kıran bir deryayıydı onlar. Ne geri erkek nede geri kadının yüze bileceği bir derya. Özgürlüğün en derin noktasıydı yürekleri, yüzmenin özgürlükle eş olduğu bir sonsuzluk yürekleri. Viyanın şahadetinden sonra onu da aldı yanına yüreğindeki bahçeye yeni bir çiçek ekiyordu Beritan’ın yanına. Sorxwin'in yanına.
Gitmeliydi Önderliğe bağlı olanların yüzünü döndüğü mekâna, kuzeye. Sorxwin’in yaşadığı yere, Viyan’ın hayallerinin dolaştığı yere gitmeliydi ateşin korlaştığı yere, savaşına yeni savaşlar eklemeliydi. Tasfiyeciliği utanca boğmalıydı sade yoldaşlığıyla, korkaklığı unutturmalıydı cesur kadın yüreğiyle. Masumiyetin ortasında bir çift keskin bakıştı NUDA.
Komutandı bütün mütevaziliyle, emeğiyle, insana sevgisiyle… Yapmanın öretme biçimlerini sanat bilirdi, kırmadan yaratan, bozmadan yapan bir öz taşırdı yüreğinde… İnsanı kayıp etmeden kazanmak için yaratılmıştı sanki elleri. Nakış gibi işlerdi insanı onca nazik onca hassastı işte. Çaba ve çalışma insanıydı NUDA. Öyle çıkarsız, öyle dolambaçsız bir ifadeydi, anacıl ve kadınca olan
Önderliğin ”yarım kalmış projem “dediği kadın özgürlük çizgisine, mücadelesine, bağlılığı yaşam veriyordu yarına ve bu güne. Bu çizgiye zarar vermeme yeminlisiydi adeta. Kadın demek tarihi bir ezgi demekti onun için, incinmemeli yara almamalıydı tekrardan… Tarih utanmalıydı, erkek orduları azap duymalıydı… Ve NUDA'nın başı dik olmalıydı Önderlik karşısında. Gururla bakmalıydı geçek aynaya, önderlik yaratımı olan kendisine, kadın ordusuna. Utanma barınmamalıydı onun bakışında. Sevgi derin olmalıydı onun komutasında. Ve Botan'da destanlaşmalıydı savaşımı, Hezil akıtmalıydı onu Kürdistan’a ve…
Önderliğinde dediği gibi “canından vaaz geçenler ordu yapamaz, moralsiz heyecansız olanlar kadın ordulaşmasında ne komutanlaşır ne de özgürlük savaşçılığı yapa bilir. Yaşamdan vaaz geçenler örgütçü olamazlar “O vazgeçmedi yaşamdan, canından. Canını en güzel yaşam soyluluğuna adadı. Çizgiye toz kondurmayan yiğit bir kadındı, mücadeleye iddiaya, inanca tutku düzeyinde bağlıydı. Gerçek PKK'li, özgürlük çığlığıydı kadın renginde. Kendini örgütleyerek etrafını örgütleyen güzel duygu insanı. Ciddi yaşadı, büyük çaba sahibiydi yoldaşlık için, sevmeye değer olan her kesin yoldaşıydı.
İdeolojik bir ilke olarak doğduğu topraklarda yaşadı, özgürce yaşamak için her türlü fedakârlık ve mücadeleyi verdi bu gerçeğe öncülük yaptı. Evet, doğduğu topraklarda yaşadı. Zagros'ta duydu ana tanrıçanın sesini. Cudi de bir tutam yaşamda o sundu NUH, un avuçlarına. Binlerce şehidin sesini dinledi O topraklardan. Son nefesini verirken bile İnançlı olanlar duya bilir ancak bu sesleri. Botan kadın azmini bilene anlatır kendini… Ve son durak Besta, Hezil… Bütün zorluklardan damıtılan bir yudum su olmak var Besta da, yeşilinde sonsuzlaşan bir yaşam Bütün ölümleri dize getiren bir savaşım öyküsü. Sen bir akışsın Hezil'de bir gün bize tekrardan döneceksin dürüst olmayı savaşmayı öreteceksin. Akış böyledir, terk etmez tümden. Her kurak toprağa uğrar, can verir oraya , sen böyle atmadın mı Zagros'tan Botan'a. Böyle fısıldamadı mı tanrıça senin kulağına ??...
Biz iki defa duyduk şahadet haberini her ikisin dede inanmadık, inanamadık, inanmıyoruz. Çünkü biliyoruz ki inançlı bir yürek, bir ülke eder, bütün doğaya can veren bir ırmak eder… Tarihe akışsın sen, güne ve güneşe can yoldaş, geleceğe özgürlük çağrısı…
Seni unutmak ihanetle eş anlamlı olacak. Anına bağlı kalmak ise onurumuz…
- Ayrıntılar
Halil Şahin Yoldaşın Anısına
“Zaman yaşanılanları unutturmaz. Dağda yaşananlar ise zamanla demlenir, çoğalır ve büyür.
Dağlı anılar, yüreğimizin en dibinde, daima kendisini diri tutan yanımız... Çünkü gerçek ile yüreğimizin tanıştığı mekân, dağ... Yüreğin unutamadığı tek gerçek, dağlı anılar...
Dağ, hep insana bir umut bahşeder. Sonsuz bir yalnızlık ve sessizliktir dağ yaşamı. Soyluluğunda gizler hep öteki yüzünü... Öteki yüzü toprak kadar sessiz, okyanus gibi derin ve bilgedir. Kürt, dağın yalnızlığında ve sessizliğinde kendini yaratan bir halktır.
Memleketimizde çocuklar dağın öteki yüzünün sevdasıyla büyür, öyle büyüdük. Dağ düşlerimiz, yeni bir yolculuk... Öyle çıktık yollara...
Dağ bir yol,
Yol bir çağrı,
Çağrı yüreğe düşmüş cemre, düşlerin gerçekleşmesi...
Yüreğimize dar gelen düşlerimizi bir tek dağın öteki yüzünde yaydık evrene... İnsanla öyle buluştuk. Kendimizi, düşlerimizin gerçekleştiği kadar gerçekleştirdik. Gerçekleştikçe güzelleştik, gerçekleştiremediklerimiz ise boynumuza bir günah gibi dolanır... lakin yaşam gerekçemiz olanlardır...
Sınırlar dağlarda aşılır. İnsanın kendi sınırını aşıp, sevdaya ve güzelleşmeye ulaştığı yerdir dağ. Uzun dağ yolları ve yılları kat ettik. Çok şey değişti, düşlerimiz büyüdü, yüreğimiz genişledi. Biz değiştik. Yollar değişti, çağrılar çoğaldı, yüreklere yıldızlardan patikalar kuruldu. Lakin bir tek şey değişmedi, o da gidenlerin bıraktıkları...
Her insanın içinde bir dağ yatar ve her kürdün yüreğinde dağın ötesini yakalama sevdası demlenir “ diye yazar bir yoldaş Nurhak Efsanesi atlı kitabında.
Evet, her insanın içinde bir dağ yatar. Önemli olan bu dağı açığa çıkarmaktır. Bu dağa yaraşırcasına yaşaya bilmektir. Hele bu dağ Nurhak ise adeta Sinan Cemgillerin izinden yürüyen bir militan olarak buralara ismini altın harflerle yazdırmaktır.
Nurhakların böyle bir militanı Xorto yani Halil Şahin yoldaş olduğu kesindir. Bir insanın bu kadar bir dağı seveceğini ben ilk kez görüyordum. Kendisini bu denli dağla kıyaslayıp onun geçmişini adeta kendi geçmişi bilip bu dağa sarılmasını da ilk kez görüyordum. Ve o aramızda ebediyen ayrıldığında ona ilişkin yazılacak yazıda yine onun hayran olup âşık olduğu dağın ismi geçiyordu. “Nurhaklar Sana Bir Gün Güneş Doğar” yazı başlığı beni hep duygulandırmıştır.
Kürdistan’da birçok kahramanlık öyküsü, destanlar, efsaneler genelde dağla insanın buluşmasında sonra yaratılabilir. Ya da dağ, kürdün efsanesinin yaratıldığı yer mi desek? Ne dersek diyelim hayatın akışı içerisinde kürdün kahramanlığı biraz da dağın kalbinde, zirvelerinde ve de onun ana rahminde yaşam imkânı buluyor. Bu bir yazgı, kürdün yazgısı.
Kürdün alın yazısı bu olsa da asıl kürdün kahramanlık destanları büyük direniş eylemi ve yeniden yaratılış eylemi olan 15 Ağustos’la başlar. Ve yönünü her dağa çeviren gencin öyküsü birazda kahramanca bir duruşu içerir. Tüm imkânsızlıklara rağmen düşmana inat dağlara çıkarak bir halkın umudu olmaya çalışmak kendi başına efsaneleşmeye yeter de artarda. Yaşanacak zorluklara karşı gösterilecek direnç ve iddiayı da eklerseniz tarihin akışı sizi bir Agit yapmaya kâfidir. Yeter ki bu halka, bu topraklara, bu davaya sade bir şekilde yalansız bağlı kalın ve bağlı yaşayın…
Xorto yoldaş dağa çıkarak efsaneleşen bir Kürt fedaisi değildir. O dağa çıkmadan bulunduğu alanın bir efsanesi ve kahramanıdır. O adeta hangi taşı kaldırsan altında çıkacak cıva gibi bir gençtir.
Aynen bugün gibi hatırlıyorum. Yıl 1992. o zamanlarda bizim Güney Batı Eyaletinde 6 bölgemiz vardı. Bunlardan bir tanesi Elbistan’dı. Geniş bir alan. Bizim alanlarımız ya da bölgelerimiz düşmanın çizdiği sınırları hiçbir zaman kapsamadı. Biz gerillalar, hareketimize göre alanları belirleriz. Arazi, coğrafya, sular, ovalar, nüfus, sosyo ekonomik durum derken birçok unsurun değerlendirmesi ardından oluşan bölgeler oluşturulur.
Elbistan bölgesi gerillanın üslenmesi açısından en stratejik alanların başında geliyordu. Engizekler, Nurhaklar derken gerillanın kaldığı derin ve görkemli arazileri kapsadığı için doğalında Elbistan bölgesi önem kazanan bir alanımız oluyordu.
İşte böylesine bir alana bizim düzenlediğimiz bir bölge komutanımız bulunuyordu. Ne var ki arkadaşlar nereye gidiyorlarsa orada karşılarına Xorto ismi çıkıyordu. Hangi taşı kaldırırlarsa altında Xorto ismi çıkıyordu. Ve hangi milisi, hangi yurtseveri ve hangi genci görmek isteseler hep Xorto ismi karşılarına dikili veriyordu. Birde sadece ismi arkadaşların karşısına dikilmiyordu aynı zamanda kitlelerde yarattığı etkiyi anlatmadan geçmekte hani ayıp olur. O kiminle ilişkilenmişse orada kesinlikle ona bir bağlılığın geliştiğini görebilirdiniz. Bir de ilginç olan bir durum ise gerillaya gelen birçok maddi değerlerin örgütlenmesinde yine onun ismi geçiyordu. Yeni savaşçı katılımı hakeza. İlk kez Elbistan ilçe merkeziyle ilişkiler kurulduğunda gerillanın karşısına yine o yani Xorto çıkıvermişti.
Devam edeyim. O zaman görüştüğümüz yurtseverlerin çoğu Elbistan bölge komutanı olarak Xorto yoldaşı tanıyorlardı. Ancak Xorto yoldaş gerillaya katılmış değildi. Hatta gerillayla ilişkilenmemişti. Ancak o bir gerilla gibi çalışan ve bir komutan gibi eylem koyan bir gençti. İyi bir örgütleyen ve iyi bir ajitatör olduğunu da sonra da gerillaya geldiğinde öğrenecektik.
Evet, o gerillaya gelmeden halkın gönlünde taht kurmuş bir genç oluvermişti. Arkadaşlar bir gün bu halkımız arasında efsaneleşen genci görmek istediler. Nede olsa adımıza hareket ediyor. Halkımızda onu gerilla sanıyor, hem de gerillanın bölge komutanı biliyordu.
Gerillayla o meğerse zaten ilişki arıyor. Ona milislerimizin aracılığıyla yoldaşlar ulaştıklarında o hiç tereddüt etmeden yoldaşların yanına gelecektir. Ve o alanda efsaneleşmiş genci tanımış olacaklardır. İşini iyi yapan bu dinamik, atik ve yerinde durmayan gencin çalışmalarına devam etmesini gerillada isteyecekti. Ve o deşifre olana kadar bu çalışmalarını başarıyla yapacaktı. Hem de gerilla komutanlarının yapamadıklarını yapacaktı. Özcesi kim komutan kim yurtsever, kim militan kim milis aslında o pratikleriyle hepimize göstermiş olacaktı.
Ben Xorto yoldaşı ilk kez 1993 yılında görecektim. Beyaz tenli, şirin sözlü, ince esprili, narin, hep güleç yüzüyle bir moral ve coşku kaynağı. Gerçekten bana anlatılan Xorto. Oldukça emekçi. Fedakâr. Girişken. Usanmadan çalışan. Sorunlar karşısında yılmayan.
Ancak benim üzerimde en çok bıraktığı etki onun hitabeti olmuştu. Ve bu hitabeti bir şiire dökülmeyi görsün, akan sular adeta durur. Yanında bir şiir defteri vardı. O şiir defterini okuma şansını bende bulmuştum. Ve onun ağzından dilinden şiir dinlemek bir zevkti. Ben çokta şiirle haşir neşir olan biri değilim. Ancak Xorto yoldaşın şiirleri insanı derinden sarsıyordu. Adeta yaşamın içerisinde daha doğrusu yüreğinize işlenmiş tüm özlemleri, sevgileri, arayışları, hınçları, tepkileri, haykırışları, kinleri, nefretleri bir yudumdan dile getiriyordu.
Annesini çok seviyordu. Ale anne hepimizin merakı olmuştu. Kendi adıma ben hep Ale anayı görmek ve tanımak istemişimdir. O Ale ananın oğluydu. Bir ara bende Elbistan alanında kaldığımda Ale ananın yiğitliğini duyacaktım. Ve halen Ale anayla tanışmamanın hüznünü yaşıyorum.
Xorto yoldaşın birçok şiiri Ale anaya birer çağrı ve mesaj gibiydi. Ve bir şiirinde bu duygularını bakın nasıl görkemli dile getiriyordu:
Bir gün atarlarsa cenazemi köy meydanına
Ağzı burnu kesilmiş
Bedeni paramparça
Dönüp bakma yerde yatana
Orada yatan ben olamam
Yıldızlara ve güneşe bak
Ben oradan gülümseyeceğim sana
Sana oğulluğumun verilecek hesabı budur anne...
Evet, Xorto aynen şiiri gibi hep gülümseyendi. Hatırlıyorum. 1993 yılının temmuz ayıydı. Koç dağı’nda büyük bir çatışma yaşanmış. Bu çatışma da Xebat isminde Adana katılımlı Mardinli bir genç yoldaşımız şehit düşerken çok sayıda düşman gücü vurulmuş ve düşmanın bir üsteğmen ile bir askerini esir almıştık. Yaşanan yoğun operasyonlar ardında Nurhaklara çıkmıştık. Xorto yoldaşta bu çatışmada vardı.
Benim sevdiğim dağ hep Nurhak olmuştur. Siz Pazarcık yönünde Engizeklere çıktığınızda karşınıza biraz ilerledikten sonra ilk göreceğiniz Engizek değildir. İlk göreceğiniz yer Nurhak dağlarıdır. Ve siz Nurhakları güneşin ilk ışıklarını alırken göreceksiniz. Karşınızda adeta yerde fışkırırcasına bir yassı yumruk gibi kızıla bürünen rengiyle gökyüzüne çıkan dağ kütlesini gördüğünüzde yapacağınız acaba ne olur? Ya da ilk gördüğünüzde karşınızda bir kızılımsı bir ateş topuna ne derseniz? İsyanlar içerisinde iseniz isyanınızı daha da gürbüzleştiren bir fitil çakmanın yaşanacağını inanın ben size garanti edebilirim. Ben ilk kez Nurhakları gördüğümde deyim yerindeyse aşık olmuştum. Ama ne bileyim ki bu âşık olmayı farklı yoldaşlarda yaşamış. Ve ne bileyim ki bu aşkın öyküsünü görkemli bir kalemle dile getirenler varmış. Hem de daha gerillaya katılmadan bu öyküler yazılmış…
Xorto yoldaşla kaldıkça onun bu aşk öyküsünün benimkinden kat be kat derin olduğunu görecektim. Ve onun hep “Ben Kuzey Nurhakların Çocuğuyum” sözlerinin içyüzünü birkaç ay sonra öğrenecektim. Biz düşmana vurduğumuz darbenin ardından Nurhakların güneyinden başlayarak Nurhakların kuzeyine doğru bir yolculuk yapıyoruz. Güneyden Nurhakları Engizeklerden hep görmüştüm ancak Kuzey Nurhakları bu kez Nurhakların o heybetli gövdesini aşarak gidip görecektim. Bu yürüyüşümde Xorto hep benim özel alan tanıtımcım olacaktı. O yöreyi her ne kadar küçük yaşta terk etmiş olsa da önce İstanbul peşinden gittiği Trabzon da özgürlük hareketinin düşünceleriyle tanışacak ve hızla Elbistan alanına dönerek öncelikle o televizyonlarda son yıllarda meşhur olmuş olan “Hüsna Hüsna Hüsna Cane” öyküsünün ya da parçasının geçtiği köy olan Kistik’e gelecektir. O aslen oralıdır. 1969 yılında Elbistan’ın Kistik köyünde dünyaya gelecektir. Ve alanda tek başına çalışma yürütürken her yeri karış karış tanıyacak ve araziyi tanıyan iyi bir uzman olacaktır.
İşte ben Kuzey Nurhakları Xorto yoldaştan öğrenecektim. Elbette önce onun şiirlerinden öğrendim, ancak bu kez onun öncülüğünde Kuzey Nurhaklara giriş yapıyoruz. Sünet, Kantarma, Karahasan, Hasanalyan derken Kistik ve Sevdilli de tanıyacağım. Kistik ile Kaşan arasındaki dağ kütlesine bir gün çıktığımızda neden Xorto yoldaşın bu dağa bu kadar hayran olduğunu öğrenecektim. Bu yürüyüşümüzde büyük ve ölümsüz efsane komutanımız Sarı İbrahim yoldaşta vardı. Peri bacalarında farkı olmayan bu dağ kütlesi sanki elle işlenmişti. Yüzlerce mağaraya benzer girintili çıkıntılı oyuk labirentin ta kendisiydi. O zirvelerde bilmediğiniz bir mağarada karşınıza bir kaynak çıkarsa şaşırmayın. Ancak hazırlıklı olmanız gereken durum bu değildir. Asıl hazırlıklı olmanız gereken durum Xorto yoldaşın her kaynağı karış karış bilmesidir. Ve tabii ki her bir kaynağa dönük anlatacağı bir öyküsünün olmasıdır.
İşte bu Xorto yoldaştır. Hep insana bir şeyler anlatarak kendisine hayran olunmasını size sağlayandır. Birde bu dağların görkemliliği ile bütünleşen canlı dinamik hiperaktifliğini de katın ortaya çıkacak olan bir efsanedir. Xorto efsanesi. Bir halkın bir insana niçin bu kadar bağlandığını onunla geçireceğiniz birkaç gün yeter de artardı da.
Onunla Kuzey Nurhaklar yürüyüşümüzü sürdürürken Sinan Cemgillerin gelip kaldığı yeri de görüyoruz. Adeta binlerce küçük sanki elle işlenmiş taştan yapılmış gökdelenleri anımsatan tepenin yakınından duruyoruz. Tek bir çıkışı var. Burada kalırlarken onlara bakan bizim balcı diye tabir ettiğimiz İbrahim amcamızdır. Nasıl ki o yıllarda devrimcilere destek sunmuş ise aynen bu kez daha kapsamlı olarak yeni Nurhaklara gelen gerillalara bağrını açıyor ve onları kendi gözleri gibi koruyor. Sonrada şehit düşen Mizgin-Elif Gezer yoldaşın babası olan İbrahim babamız bizim hep seveceğimiz balcı amcamız oluyor. Balcı amcamızı bize tanıtan yine Xorto yoldaştır. Onun bu topraklarda tanımadığı insan yoktur. O tanımıyorsa da onlar tanrıça Ale ananın oğlu Xorto’yu tanıyorlar. Ana tanrıçaya saygıdan ve oğlunun halkçılığından herkes onu sevmiş ve her zaman baş tacı yapmışlardır kendilerine.
Evet, Xorto bir efsane demiştik. O Nurhakların bir efsanesidir. O Nurhaklara yaraşırcasına bura halkıyla bir olmasını bilmesinin ötesinde onların içlerine girerek kendi yuvasını onların yüreğinde ve gönüllerinde kurmuştur. Biz ise onunla Kuzey Nurhakların köylerini gezerken bunu yaşayarak tadıyoruz.
Xorto yoldaş nasıl ki önce sivil de devleşerek büyümüş ise giderek gerillada ilk adaptasyon ayları dışında giderek gelişen biridir. O artık her çalışmanın içerisinde yer alan dinamik Xorto’dur. O alanda sorunlarımızı çözen militandır. O bizim öncümüzdür. O bizim gözümüz kulağımız. O bizim yanı başımızda eksilmeyen can yoldaşımızdır.
Yine hatırlıyorum. Bir gün Kistik köyündeyiz. Yani onun doğduğu köydeyiz. Ve kendi köyüyle komşu köylerinin çok ticaretle uğraştıklarını bilmiyorum. O ise detaylarıyla bilendir. O gün uzak yerlerde köyü ziyarete köyün tüm büyükleri ve birazda zengin diye bilinenleri gelmiş. Xorto yoldaş bizim parti için yardım toplamamız için uygun fırsat olduğunu söyleyecekti. Ancak onları tanıyan yoktu. En azında ben tanımıyordum. Ve alanda şimdilik ikimiz vardık. Ben bir nevi misafir o ise alanın sorumlusuydu. Onun gündüz köye girmesi insanlarımız için güvenlik sorununa yol açabilirdi. Nitekim onu herkes tanıyordu. Ben ise yörede yabancı bir simaydım. Kararımızı verdik. Ben sivil elbise giyerek gelenlerin yanına bir eve Pazarcıklı bir öğrenci olarak girecektim. Ne de olsa yöre dilimiz aynıdır. Kültürel olarak Elbistan’la yakınlığımız bulunuyor.
Xorto yoldaşın verdiği bilgiler temelinde köye giriyorum. Tabii ondan önce beni barındıracak bir üniversiteli genci Xorto çağırıyor. Tanıştıktan sonra bizim gençle okul arkadaşı olarak köye gidiyoruz. Xorto ise başka bir evde saklı kalacak. Gece hepsini toplayacağımız ve istemlerimizi belirteceğiz. Ben ise gündüz sadece bir öğrenciyim. Köye giriyorum. Herkesle tanışıyorum. Çeşitli konulardaki sohbetlerle birlikte biraz da sol eksenli tartışmanın yanı sıra Alevilik kültürünü de genişçe tartışıyoruz. Bu bilinci bize parti ektiği için donanımız fena sayılmazdı. Parti her bireyine enerji yükleyerek hazırlayarak halka göndermeyi bir ilke bellediği için bizde donanımlıyız. Ve tümünü bir Pazarcıklı, Aleviliği bilen bir genç olarak etkiliyoruz. Kimse bir gerillayla ilişkilendiğinin farkında değil.
Akşama doğru Xorto yoldaşın bulunduğu yere gidiyor planlamamızı gözden geçiriyoruz. Tüm köylülere haber vererek bir damın üstüne gelmesini istiyoruz. Hepsi geliyor. Ancak bu kez karşılarında gerilla elbiseler içerisinde bir Pazarcıklı genç ile Kistik köyünün kahramanı ve en sevilen genci Xorto’yu gördüklerinde doğrusu önce şaşkına dönmüşlerdi.
Xorto yoldaş genişçe bir konuşma yapıyor. Siyasal değerlendirme derken birçok konuyu derinlikli anlatıyor. Gelen sorulara cevaplar verildikten sonra özgürlük hareketine nasıl katkıda bulunacaklarına mesele geliyor. Gelen köylülerin ağırlığı olgun yaklaşıyor. Bize güvenliğimize ilişkin babacan nasihatlerde vererek yardımlarını esirgemeyeceklerini söylüyorlar. Güzel insanlardı. Bura insanının ürkek görüntüsüne bakmayın yürekleri dağları kaldıracak kadar geniş ve cesaret doludur. Bu insanları görmüş olmasaydım da böyle olacaklarını tahmin etmem zor olmazdı. Yanımda duran Xorto yoldaşa bakarak buralı insanların nasıl olabileceğini kestirmek zaten zor olmayacaktı.
Ben bu şirin insanları bir daha görmeyecektim. Parti beni başka alana istiyordu. Xorto yoldaşla önce Ağcaşar sonra şimdi ismini hatırlayamadığım bir dağ köyünden sonra Mir Aliyan ve nihayet o cennet gibi güzel köy olan Nergele’ye ulaşıyoruz. Nergele köyünü ben Kürdistan’ın en güzel ve yurtsever köylerinden biri olarak hep anımsayacağım. Derin bir vadide,1000 hanelik bir köy. 4 ilkokulu bulunan, köyün içerisinde fışkıran Nergele çayından yola çıkmaya başladığınızda abartısız iki saat hızlı bir yürüyüşle ancak bu köyden çıkabiliyordunuz. Birde bir meyve cennetidir Nergele. Çok uzaklarda yükseklerde kanallar açarak sular getirilmiş ve keskin yamaçlar büyük emekle işlenerek evler ve her türden ağaç ekilmiştir. Siz birde Nergele’yi köyün yükseltilerinde bulunan sık kamalak ormanında durup bakacaksınız. Hele hele sabahın erken saatlerinde çayın üzerinde yükselen buharın köyün üstünde bir bulut tacı gibi durmasını izleyin. Ve siz artık bu köye nasıl ki Nurhaklara ilk gördüğünüzde vuruluyorsanız burayı da bir kere görmüşseniz artık unutamazsınız.
Evet, Xorto yoldaşla burada, bu cennette, Nergele’de ayrılacağız. Ve bu güzel insanı bir daha görmeyecektim. Arada zaman geldi geçti. Ben Binboğalara orada Ortadoğu’ya gideceğim. O yani Nurhakların efsaneleşmiş ismi Xorto tekrar Elbistan alanına dönecektir. Orada bir müddet sonra sorumlu olarak tüm cephe çalışmalarını yürütecektir. Kış 1993–1994 yılında o kendi köyleri yakınında kalarak çalışma yürütecektir. Kışın o acımasızlığına rağmen o çalışmalarının temposunu düşürmeyecek ve giderek daha fazla açılım sağlayacaktır. Düşmanın kulağına yürütülen çalışmalar gidecektir. Ve kimin bu çalışmaları yürüttüğünün bilgisi de ulaşacaktır. O ile bir bayan yoldaşın kaldıklarını öğreneceklerdir. Küçük bir birim olduğu bilgisini aldıktan sonra alana geniş operasyonlar yapacaklardır. 17 Ocak 1994 günü Xorto yoldaşla Adıyamanlı Fidan yoldaşlar bir sığınaktayken yerleri tespit edilecektir. Düşmanla güç dengesizliği, alanın ve iklimin dezavantajlı konumundan yapılacak olan bir şey vardır: direnmek.
Xorto ve Fidan yoldaşlar ölümüne direneceklerdir. Saatlerce çatışacaklardır. Düşman yoldaşların üzerine gidemeyecektir. Bunun üzerine panzerler devreye girecek yine de düşman bir şey yapamayacaktır. Ancak yoldaşların cephaneleri giderek azalmaktadır. Ve şartların elverişsizliğinden dolayı manevra yapma imkânı da yoktur. Yapılacak olan militanca bu halk uğruna yaşamını sonlandırmaktır. Ve yapılanda bu olacaktır. İnce narin ve bir Kürt güzeli olan Fidan yoldaşla, bu toprakların yetiştirmiş olduğu en yiğit efsanevi evladı ve büyük şair Xorto yoldaş son mermilerini ve bombalarını kendilerinde patlatarak kahramanca direnişlerini kahramanlara yaraşırcasına taçlandıracaklardır.
Evet, Kuzey Nurhakların genç efsanesini kaybediyoruz. Onu yıldızlara uğurluyoruz. Ama düşman sevinmesin. Xorto efsanesinin ardından aynı alanda onlarca Xorto’yla ben sonra da saflarda karşılaşacaktım. Birçoğu ismini ya Xorto koyup gelmiş ya da Halil vurup gelmiştir. Hepside ondan etkilenerek gelmiştir.
İşte ölümsüzlük dedikler gerçeklik bu olmalıdır herhalde. Fiziksel ölümü başkaların ruhuna ekerek yaşamak!
Evet, şair yoldaşım. Seni aynı o ilk karşılaştığımız gibi anımsıyorum. O coşkun ve moralinden kendimize ekeceğimize söz vermiştik. Yıllarda geçse o heybetli duruşundan halen etkilenerek yaşıyoruz.
Evet, militan yoldaşım. Senin şahadetinin ardından çok şey olupbitti. Ancak bir şey var ki o hiç değişmedi ve değişmedi o da sana olan hayranlığımız ve bağlılığımızdır. Ve sana olan özlemimizidir…
Gözün arkada kalmasın yiğit Alxazlı militan.
Ruhun şad olsun şair yoldaşım, ruhun şad olsun ince, güzel, narin yoldaşım.
Kasım Engin
- Ayrıntılar