Bir arkadaşımızın mayıs ayına ilişkin yazdığı kısa bir şiirle girelim:
“Bir türküdür gerillanın dilinde özlem
Bir halaydır gerilla yürüyüşü
Olgunlaşan aşk gibi
Meyveye duruş
Gulandır
Güllerin derilişidir Mayıs”
“Mayıs ayı en çok şehidin mevcut olduğu, sanırım şimdiye kadar her gününe bir şehit değil, bu ayın belki de her saatine bir şehit sığdırdığımız bilinir ve biz de bu şehitler ayı anısına bağlı olarak işlerimizi en sağlam bir hamlenin gereği olarak yürütürüz. Mayıs ayı bizim hamle ayıdır, şehitlerin anısına bağlı olmanın ayıdır. Ve hepsi de görkemli hamlelerle karşılanır, biz birçok şehide söz verdik. Davamızı yaşatacağız diye söz veriyorsunuz, bu tamamen kesintisiz giderek büyüyen, savaşan bir örgütle mümkündür. İşte biz bunu mümkün kıldık. Söze bağlı olmak basit değil. Bize inanarak şehit düştüler. Denizler, Türkiyeli sosyalistlere, Kürt sosyalistlerine inanarak idam sehpasına cesur çıktılar, cesur şiar attılar, tekmeyi savurdular idam sehpasına. Çıkarılacak tek sonuç bu cesarete karşılık vermektir” diyor Kürt halk önderliği.
Evet, şehitleri ve mayıs şehitlerini böyle ele alıyor Kürt halk önderliği.
Mayıs ayı sadece biz Kürtler açısından önemli bir direniş ayını ifade etmiyor. Mayıs ayı neredeyse tüm halkların direniş tarihinde önemli bir direniş kesitini oluşturuyor. Nedendir bilenmez, belki de tam da kestirilemez ama mayıs ayının böyle direnişi bol olan bir ay olduğu kesindir.
1 Mayıs dünya emekçilerinin direniş bayramı, 6 Mayıs büyük Türkiye devrim şehitleri olan Deniz, Yusuf ve Hüseyin; peşinden de İbrahim Kaypakayalar, derken nice Türkiye devrimcisinin şahadeti.
6 Mayıs Suriye’de Osmanlı paşası olan Cemal Paşa’nın 21 Arap aydınını Osmanlılara karşı gösterdikleri direnişten dolayı idam etmesi ve bugüne kadar gelen mayıs direniş geleneği. Evet, Araplarda 6 Mayıs günü şehitler günü olarak anılır. Çünkü işgale ve sömürgeciliğe karşı verilen en anlamlı şehitler bugünde verilmişti.
Ve Hakilerin, dörtlerin şahadetleri hep mayıs ayı içerisinde gerçekleşen şahadetlerdir. Yine biz de biliriz ki bu şahadetler bir halkın yeniden diriliş destanını da yaratırlar. Kahramanlar da aslında böyle var olurlar. Yani, kahramanlar varsa yaşam ve direniş vardır, kahramanlar yoksa yazılmamış ve geri bıraktırılmış bir halk ve tarih vardır. Ne diyor Kürt halk önderliği:
“Kahramanlar kendi toplumları için ödedikleri bedeller ve yürüttükleri mücadelelerle belli bir süre yaşarlar ve kendi bulundukları yerelin kahramanı haline gelir, yaşamaya, yaşatılmaya devam ederler. Neredeyse her etnisitenin, her klanın bir kahramanı, yaşayan efsanesi vardır. O toplumun çocukları, onlara dinletilen müziklerde, ninnilerde, anlatılan masallarda, daha sonraki süreçte bütün bir eğitim sistemi, günlük sosyal yaşam içerisindeki tüm kültürel, sanatsal, üretimsel faaliyetlere yedirilerek o insana mal edilebildiği oranda o insan toplumsallığının bir parçası haline gelirler” diyor.
Kürdistan devrimi açısından elbette şahadetler yukarıda dile gelenlerle sınırlı değildir. Önderliğimizin “her gününe bir şehit değil, bu ayın belki de her saatine bir şehit sığdırdığımız bilinir“ cümlesi Kürdistan devrim şehitleri açısından mayıs ayının yerini ortaya koyar.
Bahar tüm halklar tarihinde hamle günlerini ifade eder. Kışın ciddi yoğunlaşmalar ardından çıkışların en görkemli olanları hep birazda bu ayda gerçekleşir. Nasıl ki mayıs ayı direnişe kalkan halklar için önemliyse, direnişi kırmak isteyen egemenler açısından da mayıs ayı karşı çıkışlar için adeta vazgeçilemez aylardandır. Nedeni ise halkların kışın yaşadıkları yoğunlaşma ardından yapacakları hamleyi durdurmanın en iyi aylarından bir tanesi mayıs ayıdır.
Özcesi ezilenler hazırlanıp atağa kalkmak isterler mayıs ayında, ezenler de bu atağı yani hamleyi durdurmak için, ötelemek için saldırıya geçerler. Mayıs ayında kıyasıya bir direnişin yaşanması birazda bundandır.
PKK direniş tarihinde de mayıs ayı kıyasıya mücadelenin yaşandığı bir ay olmuştur. Bu direniş ayının anısına mayıs ayı bir nevi şehitler ayı iken, 18 Mayıs günü ise biz Kürtlerde şehitler günüdür.
18 Mayıs günü Antep’te hain bir güruh takımı tarafından Haki Karer yoldaşımızın katledilmesi esasta yukarıda söylenenlerin ne kadar doğru olduğunu gösterir. Kış ve bahar boyunca Önder Apo Kürdistan’ı dolaşarak toplantılar yapmıştı. Bu toplantılar ciddi bir hamlenin hazırlığına işarettir. Bunu fark eden işgalci güçler ve onlara bağlı komple ihanetçi hain takımı Haki Karer yoldaşı hedef alarak katlederler. Haki Karer yoldaşın hedeflenmesi sıradan bir seçim değildir. Yeni şekillenen, filizlenen bir hareketi kalbinden vurmadır, beyninden vurmadır. Kürt halk önderliğinin yıllar sonra Haki Karer yoldaş için “gizli ruhumdu” demesi bu bağlamda boşuna değildir.
Hani şair’in mısralarında Haki Karer yoldaşın şahadeti ardından dökülen mısralar gibi.
“Canım aldılar ecelsiz
Pırıl pırıl bir on sekiz mayıs günü
Yoluna baş koyduğum
Vebalim, sevdalım
Toprağına uzandım
Saplandı yağlı kurşunlar delikanlı bedenime
Tepeden tırnağa kandım
Ben insandım
Ben cümle ezilenlerin sadık dostu
Zulme, baskıya, sömürüye düşmandım
Bağımsızlık ve özgürlük kavgasında
En ön saflarındaydım mazlum halkımın
Elde silah kahramanca savaştım
Yokluğuma kadeh tokuşturdu hain takımı
Bilmediler ki ben söylenen türküde
Yakılan ağıtta ve dinmeyen silah seslerinde yaşayandım
Haki Karer yoldaş işte “yakılan ağıtta ve dinmeyen silah seslerinde” yaşayan biri olduğu için “Yurt sevgisini iğrenç bir maske gibi
Suratlarında taşıyanlar” canını alırlar ecelsiz.
Çok zaman geçmese de 1982 yılında büyük değişimlerin yaşandığı 17’yi 18’e bağlayan bir mayıs gününde bu kez dörtler diye bilinen Ferhat, Necmi, Eşref, Mahmut arkadaşlar fitili kendilerine çakarak 18 Mayısların nasıl iyi birer takipçisi olduklarını hepimize gösterdiler.
Yine kocaman bir kış gelmiş geçmiş, tartışmalar yürütülmüş, hazırlıklar yapılmış ve bir başka 18 Mayıs günü kibriti kendi bedeninde çakan, dört yiğit Kürdistan devrimcisi, ölümleriyle yeniden yaşamanın yolunu gösterirler. Mazlum Doğan baharın müjdecisi olarak 21 Mart günü üç kibrit çöpüyle Newroz’u kutlayıp zaten bir meşale oldular. Yapılması gereken Mazlum arkadaşın tek yaptığını daha da ileriye taşıyarak “teslimiyet ihanete, direniş zafere” yani doğru yaşama götürür şiarına denk bir direniş ve cevap içerisinde olmaktı.
Evet, mayıslar bizde hep böyle direnişlerle örülü olan bir aydır.
Kürdistan devrim süreci mayıs ayında bolca büyük destan yaratan şehitlere tanık olmuştu. Bir Leyla Kasım’ın Saddam rejimi tarafından idam edilmesi derken 1978’lerde Haki Karer, 1979’larda Halil Çavgun, 1982’lerde Dörtler, 1983’lerde Ramazan Kaplan, Mehmet Karasungur, İbrahim Bilgin ve 1990’lardan sonra, Ozan Mizgin, Hewler, 1999 yılında önce fedaimiz Ferhat Kotranis ve ardından da Amedli Sinan, Medeni-Nesih Özcan derken daha nice halk kahramanı.
Kürt halk önderliği:
“Bu şehitler halen diri ve karşınızda. Düşmana gösterdikleri çok onurlu ve büyük kini, öfkeyi unutmayız. Her an onların günlük emir komutasındayız, gücümüzce layık olmaya çalışacağız. Onların kini, onların yaşamının emrettiklerini yerine getirmek için, durup dinlenmek yok. Ben biraz bağlı kalmaya çalıştım, biraz onların sözcüsü olacağım dedim. Sanıyorum biraz layık oldum. Daha fazlasını bundan sonra karşılamaya çalışacağım. Arkadaşlarımı hiçbir zaman yalnız bırakmayacağım. Siz de eğer benimle geliyorsanız, bu yoldaşların yoldaşı olmayı bilmelisiniz. Başka hiçbir şey sizi, onlara layık bir yoldaş kılmaz ve bunlar tarihin değerleridir” diyerek şehitlere özelde de mayıs şehitlerine nasıl yaklaşmamız gerektiğini bize gösteriyor.
Başka bir deyimle: “Şehidi anlamak, şehide hakkını vermek, şehidin vasiyetine göre yaşamak bir devrimcinin en temel ve başta ele alması gereken görev ve sorumluluk olduğu gibi; bunu egemen kılmak, onun savaşımını kesin vermek, bağlılığın en vazgeçilmez bir gereğidir.”
Bir şehidin vasiyetine göre yaşamak belki de yaşamların en zorudur. Ancak belki de yaşamlarının en anlamlısıdır da aynı zamanda.
İnsanlar niçin ölümün üstüne üstüne yürümeye cesaret ederler diye sorulabilir. Herhalde verilecek ilk cevaplardan bir tanesi inandığı ve baş koyduğu davanın –bu baş koyma gerektiğinde kendi bedenini de götürse-haklı olduğuna inandığındandır. Yani ideallere olan bağlılığıdır.
İkinci önemli husus herhalde bu ideallerin gerçekleşmesine inanmaktır. Bu inanç nedir diye sorulacak olunursa verilecek en doğru cevap herhalde şu olacaktır: “yoldaşlarım benim yürüdüğüm ve yarı yolda iradem dışında bırakmak zorunda kaldığım yürüyüşü devam edeceklerdir. Dalgandırmak isteyipte yeterince dalgalandıramadığım bayrağı en yükseklerde dalgalandıracaklardır. Ve belki de üçüncü önemli bir hususta “aradığım özgürlük, adalet, ortaklık, eşitlik ve kardeşlik ülkesinin hayata geçirilmesidir” olacaktır.
Evet devrimciler bu üç temel direk üzerine kurdukları ilkeler ve inançları temelinde sonuna kadar tereddüt etmeden yürümesini bilmişlerdir. Eğer gelecekte savunduğum ve inandığım idealler gerçekleşmeyecekse, bunun için yoldaşlarım yürümeyeceklerse ve de özlediğim yaşamın, şairin deyimiyle:
“Yasamızda
Kilit vurulmuş
Yasak kapıları
Kırmak yok
Açmak var
Suları
Gürül gürül
Akıtmak var
Ve tüm insanları
İnsanca yaşatmak var.
Yasamızda
Kan
Barut
Ateş
Ölüm
Yok
Olmayacak
Özgürlük ve kardeşlik var” yoksa neden canımı, bedenimi ve de gençlik yıllarımı vereyim ki?
Evet, mayıs şehitlerini anarken bugün o büyük direnişçilerimize yüzümüzü dönüp dua ederken onların istedikleri, hayal ettikleri ve özlemlerini çektikleri bir yaşama doğru adım adım ilerlediğimizi gördükçe vicdanen daha rahat oluyor ve onlara layık bir yoldaş olduğumuzu söyleyebiliyoruz.
Bugün onların özlemi olan halkların kardeşliğine doğru yeniden adım adım Demokratik Ulus Bloğu temelinde ilerlerken Denizlerin, Yusufların, Hüseyinlerin, Kaypakayaların ve de Hakilerin, Karasungurların, Leyla Kasımlardan Gurbet Aydınlara kadar yaşamlarının en güzel anlarında canlarını bu idealler uğruna veren tüm mayıs ayı devrim şehitlerine daha yakın olduğumuzu görüyor ve inanıyoruz.
Evet, yeniden Kürt halk önderliğinin:
“Siz de eğer benimle geliyorsanız, bu yoldaşların yoldaşı olmayı bilmelisiniz. Başka hiçbir şey sizi, onlara layık bir yoldaş kılmaz ve bunlar tarihin değerleridir” diyerek bu yolun en amansız takipçisi olacağımıza dair halkımıza, ilerici insanlığa ve de şehitlere verdiğimiz sözümüzü yeniliyoruz.
Karer Celal
- Ayrıntılar
Sarı gülümüz
Buğday başağımız
İsyan kızımız
Koçerimiz
Hevimiz…
Tanıdığımız güzellikleri çok az yazıyoruz. Dağları ve insanları soluk soluğa beraber yaşadığımız, içimizde taşıdığımız, bizi biz yapan o güzellikleri belki unutmuyoruz ama yazmıyoruz, anlatmıyoruz. Sadece yüreğimizde kalıyor, sürekli kendimizi koruduğumuz sığınaklar gibi kalıyor. Anlatmak çok zor olduğu için olsa gerek.
Aslında bunların tümünü Şehit Murat arkadaşın, Parastına Gel’in Haziran ayı sayısındaki şehit düşen ağabeyine yazdığı mektubu okurken düşündüm. Mektubunun ilk satırlarında “… gelecek kuşaklar bilecekler mi, hatırlayacaklar mı? Unutacaklar mı? … En güzel, en kahraman çocukların tek tek nasıl şehit düştüklerini bilecekler mi?” diye soruyor. Belki de her gerilla hayatında birkaç kez hatta daha fazla bu soruyu kendine sormuştur.
Ben kaç kez sordum, neden soruyoruz bu soruyu kendimize derken çevirdiğim sayfalarda Mayıs ayı şehitlerinin resimleri ile karşılaştım. Hepsini tek tek dikkatle inceledim. Şehit Hevi’nin resmine gözlerim takıldı. “Sen hiç böyle düşündün mü güzel Hevi?” Diye sordum kendime. Aslında bu yazıyı kaç zamandır yazmak istiyordum. Fakat kaybettiklerimizi anlatmak hep zor olduğundan olsa gerek sürekli erteledim. Hevi’yi anlatmak istiyordum oysa. O bir isyan kızıydı, direngendi, toplumun faili meçhul cinayetler ile teslim alınmak istendiği bir dönemin ardından dağlara gönlünü, halkına yaşamını verecek kadar yurt sevgisiyle doluydu. O bizim buğday başağımızdı, Gabar’ın, Beytüşşebab’ın, Besta’nın patikalarında toplara, tanklara, tüfeklere ve kalleşlere karşı yürümüş bir buğday başağı.
Onu 96 yılında ilk katıldığı zaman gördüm. Sarı saçları ve bal rengi gözleri vardı. Etrafa sanki kaybettiği bir şeyi bulmuş, bir daha kaybetmemek için sıkı sıkı sarılmış bir çocuk gözleri ile bakıyordu. Henüz silahı yoktu. Arkadaşlardan aldığı silahı sıkı sıkı göğsüne bastırmıştı. Dümdüz sarı saçları, gözlerini ve yüzünü kapatıyor, silahı bırakmak istemediğinden olsa gerek saçlarını düzeltmiyor, aralarından bize bakıyordu. Bakışlarını yakalamaya çalışıyordum. Çok farklı görünüyordu. Bakışları hiç törpülenmemişti. Öyle dolaysız bakıyordu ki sanki baktığı yeri elleri ile değil de gözleri ile tutuyordu. Yanan ateşe, ağaçlara, taşlara bize baktığında sanki bizde başka bir şeyler görüyordu.
Onu öyle dikkatli seyretmemden rahatsız olsa gerek, bana bir şey sorarcasına baktı. Önderliğin bir arkadaşa “Yavru aslan gibi bakıyorsun” dediğini hatırladım. O ender bulunan dolaysız duruşuna güvenerek “Önderlik seni görse ‘yavru aslan gibi bakıyorsun’ derdi” dedim. Başını biraz öne getirip durdu, aniden bir kahkaha attı, biraz irkildim. Sonra, “Keşke, Önderliği görseydim bana hiçbir şey söylemeseydi” dedi. Sözlerine hem duygulandım hem güldüm. Biraz kızdı “ heval tu çıma dıkeni” dedi. Güldüm. Düşündüm, niye gülüyorum diye ama yine de güldüm.
O gün ayrıldık, yeni savaşçı eğitimi için gitti. Daha sonra sık sık bir araya geldiğimiz on bir yıl boyunca onu her gördüğümde o günü, bakışlarının bende yarattığı duyguyu hep anımsadım. Şehit düştüğünü ilk olarak ROJ TV’de duydum. Resmini gösterdiklerinde sanki o resmi değil de ilk karşılaştığımız günkü yüzünü görür gibi oldum. Hevi’miz, Koçerimiz, Sarı Başağımız bizden bu kadar çabuk ayrılmış olamazdı…
Hevi yoldaşı tanımamış olanlar çok şey kaybetmiştir. O Koçerdi. Dıderan aşiretinden geliyordu. Koçerlerin bin yıllardır değişmeyen özgürlük tutkularına, kavgalarına, gezdikleri tüm zozanlara, tüm çılgın halaylara tanıklık etmiş sanırdınız. Öyle suskun, öylesine canlı; öyle yaslı, öylesine hayat doluydu ki tüm bu çelişkili görünen duyguları ahenk içinde yaşayan bir güzelliği, gencecik bir yüreği vardı. Onda Botan insanının, Koçerlerin, dağ Kürtlerinin ruh halini yakalardınız. Aklı ile hisleri parçalanmamış, duyguları ile eylemleri çelişmeyen, son yüzyılların ölçülerine vurulamayacak bir kültürün insanıydı Hevi.
Beytüşşebap zozanlarında onu bir kayanın başında omzundan hiç indirmediği özenle yapılmış kefiyesi, elinde silahı ile otururken görseydiniz bin yıllardır orda duruyor sanırdınız. Sarı saçları, heybetli görüntüsü ve yüreği ile o zozanlara, o kayalara, o patikalara, o silaha yakışıyordu. O gerillacığa yakışıyordu gerillacılık da ona…
Hevi, korkusuz bir Koçer kızıydı. En yoğun çatışmalarda çevresinden gelip geçen mermilere hiç aldırmadığını gördüm. Botana düşmanın en yoğun yöneldiği yıllarda çatışmaların, açlığın, zorluğun içinde gerillacılığa bir daha bulunulmayacak bir yaşam bilinci ile sarılırdı. Yurtseverliğiydi sarıldığı, Önderlik sevgisi, yaşam tutkusuydu. Sakindi, suskundu ama yaşama duyarlığı çok yüksekti. Yüreğinde bir çocuk vardı. Bu korkusuzluk, bağlılık ve yüreğindeki çocuğu bilmekti belki bizi ona bu denli sevgiyle bağlayan.
Yurdumuza, Önderliğimize, Gerillaya, dağlara ve yoldaşlara bağlı kalarak şehitlerin unutulmayacağını göstereceğiz. Biz gerillalar zaman zaman bunu birbirimize sorsak, günlüklerimize yazsak da biliriz “Özgürlük için vuruşanlar unutulmaz…”
Anısı mücadele gerekçemiz olacak.
Mücadele arkadaşları adına
Newroz Ceren
- Ayrıntılar
Hani hep anmadan adlarını, tek bir dağlı ya da gerilla sözcüğüne sığdırıyorum ya hepsini, oturmuş Dr Rodi’den bahsediyoruz bir yaşlı adamla. Aradan ölçülebilir takvim zamanlarında uzun denilebilecek yıllar geçtikten sonra, neyi konuşsak eskiye dair hepsi kendi anlam zamanlarında şimdide capcanlı yaşatıyorlar anlam verdikleri her şeyi. Bu yaşlı adama hikâyesini anlatmıştım bizim Dr Rodi’nin. Şimdi yeniden açılınca söz, ayrıntısıyla hatırladığını görüyorum hikâyenin. O zaman sesini duymamıştı şiirlerinde. Bir gün radyoda tesadüfen dinleyince şiirlerini, düşmanına bu kadar ağız dolusu sövebilen bu adamı sevmiş hemen. Dr Rodi olduğunu öğrenince daha sonra, çok gezen ayakları ve silinmesi zor belleğiyle taşmış onu gittiği yerlere. Şiirlerine şimdi oldukça aşina oldukları bu adamın, onların deyimiyle ‘her şeyiyle insan’ bu adamın dostu kesilmiş hepsi de.
‘Bir yazı yazacağım Doktor Rodi’ye ilişkin’ deyince, bütün dağlılar gibi, ‘Herkesle anılsın istemeyiz ismimiz. Sevmediklerimizin küfürleri bile gurur verir bize. Ne kadar uzak dursak, o kadar iyi, bazılarından. Dillerinde adımız kirlenir. Yan yana konulsak, kirli hissederiz kendimizi. Düşmanına düşman, dostuna dost olmanın temel yasasıdır bu. Karşısında duracaksın düşmanının. Yiğitsen, bakışlarında tüketirsin bütün kahpeliklerini. Ve hep yanında, omuz omuza, yürek yüreğe durmak istersin dostlarının yanı başında. Dostunla anılınca ismin, gururlansın istersin bütün dostlarının ve onu sevenlerin dostluğunda.’
Sonra mahcup bir gülümsemeyle, ‘yazacaksan Doktor Rodi’yi; dağ dilli, binlerce yıldır susturulamayan dengbêjlerimizin bize ulaşan sesinde konuşan bu adamı, bu insan gibi insan olan, adam gibi adam, dostuna dost, düşmanına düşman, yiğitlikte lekesiz adamı, yanı başında olursam herhangi bir biçimde gurur duyacağımı bilerek yaz bütün dağlılar gibi. Sesinin ve hikâyesinin en çok bizi anlattığını ve yüreğimizin dost köşesini ona ayırdığımızı bilsin çocukları, dostları ve düşmanları. Bütün dağlılar gibi anladığımıza inanıyoruz, dağdan hiçbir zulümde koparılamayan o güzel dağ insanlarını. Bêrîtan’ımız adını almıştı onlardan. Biz her dağ yürüyüşünde karşılaştığımızda hep inanan, güvenen ve tebessüme kesen yüzlerinde, sundukları zozan ayranlarını içtik onların. Kimi zaman ekmeklerini paylaştılar bizimle. Kimi zaman patikalarını tanıttılar bize zozanların. Ve vurulup düştüğümüzde toprağa, en kimsesiz zamanlarımızda omuzlayıp bedenlerimizi yüreklerine ve gül bahçesi güzelliklere gömdüler bizi. Toprağın altında da, üstünde de hep gururlandığımız dostlarımız oldu onlar. Bazen bedeli zulüm, bazen bedeli sürgün de olsa, ne onlar terk etti yüreklerimizi, ne biz bıraktık onlarla dost olmayı. Çünkü onlar en eski dağlılar, biz ise en son dağlılardık. Aynı ananın kucağında aynı memeden süt emen kardeşlerdik biz. Şimdi nereden ve hangi seste yankılansa bütün dağlılıklarıyla Bêrtî koçerleri, bir selam sayıp kendimize dostça ve dostlukta hep gururlanıyoruz en güzel ve en eski dostlarımızla.’
Kendi dilimden anlatabilirim, canımla, kanımla, bedenim ve ruhumla ait olduğum aşiretimi, Bêrtî’lerimi, ihanete karşı uçurumlarda bir çiçek olan o en güzel kıza isimlerini veren dağlıları anlatabilirim. Neresine gitsem dünyanın, hep yanımda taşıdığım ve hep karşılaştığım, kimileriyle kavgalı olsam da dağlı nedenlerle, yüreğimde hep dost kalan kardeşlerimi anlatabilirim. Tarihleriyle, coğrafyalarıyla, kıl çadırlarıyla, kopmadıkları dağlarıyla, sürgünlerde bütün yitikliklerinde mertlikten ödün vermeyen gelenekleriyle. Anlatabilirim belki de, ait olduğum bütün ayrıntılarıyla onları. Sürgünlerde her dilden anlatıcıları var zaten onların. Kolay kolay düşmanlıklarını kazanmak istemez kimse. Düşmanları gazaplarından, dostları mertliklerinden alır paylarını. Ben de payıma düşeni aldım. Ama hep dostça oldu kavgalarım da, dostluklarım da. Bana emeği geçmeyen, benimle ekmeğini paylaşmayanı azdır beni dağlı doğuran bu kardeşlerimin. Minnetim vardır hepsine. Hilesiz, hurdasız, yalansız, dolansız kardeş ve dost minnetidir bu.
Kavga ettiğimde onlarla, kalplerini kırdım bazılarının. Belki de hala kırıktır kalpleri bazılarının, o en sevdiğim ve hep gururlandığım Bêrtîlerimin. Şimdi Zağroslarda daha iyi anlıyorum onları. En eski dağlıları, en yeni ve hep dağlı olanlardan dinledikçe, daha bir Bêrtî kesilesim geliyor. Bir ilkesidir dağların, tek bir dostlarının bile kalbi kırık kalsa kendilerine, cehennemde gibi yanıyor yürekleri. Şimdi düşünüyorum da, kalbini kırdığım dost kardeşlerimi, sebebi dağlar ve dağlılık olsa da kavgamın, dostluktan gelse de bazen öfkem ve hala doğruluğuna inansam da kavgalarımın, yine de dostlarımın dost kalmasını isterim. Ve kalbini kırdığım tek bir dost ve dağlıyı, cehennem azabı diye taşırım yüreğimde. Özrünü kabul ettirmenin erdeminde usta olmayı görüyorum bu dağlarda.
Asla pişman olmaz bu dağlar, doğruluğuna inandıkları kavgalarından. Ama tek bir dostu bile incitmemenin titizliğinde örüyorlar dostluklarını. Farklılıklarda zenginlik ve uyum yaratmanın, fikirlerde esnek ve ucu açık olmanın bilgeliğindeler hepsi de. Şimdi ben, pişman olmasam da doğruluğuna inandığım kavgalardan, dostça yaptığım kavgalarda acemiliklerimin daha fazla bilincindeyim. Sevmeye doyamadığım, hiçbir gölge düşürmek istemediğim dağlılıklarına ve zordaki dostlarını, kavgadaki dostlarını anlamamada yarattıkları öfkeyle kırmışsam bazılarını, hep dağlıca olsun istediğimden dostluklarının. Bazen farklılıklarını ve ayrılıklarını anlayabilir insan dostların ama bu kadar dost, bu kadar kardeş olanların farklılıklarına ve ayrılıklarına anlam veremiyordu yüreğim.
Kavgalara girdim dost kardeşlerimle. Kırmışımdır kalplerini. Hiçbir şey pişman etmez beni kavgalarımda ama söylemeliyim burada, bir yara gibi taşıyorum yüreğimde, sebebi ne olursa olsun kalbini kırdığım dost ve kardeşlerimi. Hani hiçbir düşman bükemez boynumuzu, diz çöktüremez bize, bilir bunu dağlarımın dost kardeşleri. Ve yine en iyi onlar bilir gerektiğinde bir dostun ayağına toprak olmayı. Şimdi her şeyimle dağlarda olmanın sevincinde beni anladıklarını biliyorum, anlayacaklarına inanıyorum dost kardeşlerimin.
Kavgada hırçın ve yüksektir sesimiz. Dağlarımızın en bilge, en dost ve en yiğit sesi sevgili Doktor Rodi, haykırışıdır bu yönümüzün. Diz çökmeyiz kavgalarda, vurulup düşsek de anamız toprağın kucağına, bilmez mi bunu sevgili Bêrtîlerim, kardeşlerim, öz be öz kardeşim Rênas’ın Lêlîkan’da bütün teslimiyet ve ihanetlere inat toprağa düşmesinden. Bilir elbet, en eski ve en direngenidir onlar dağların, en bağlısı ve en vurgunudur onlar dağların. Yiğitliği anlatmak bu direngen insanlara, düşmez haddime. Ama anlamaz yüreğim, onların dağları anlamazlığını.
Kabahatlerini anlamanın ve çözmenin ustalığındaki o ADALI’dan alıyor derslerini bütün dağlılar. Girmişsen bir kavgaya, vurmaktan tam alnının ortasından düşmanını ve korkmazsınız vurulmaktan, düşüp toprağa karışmaktan. Benzemez dost kavgaları düşman kavgalarına. Vuruşur düşmanlar, konuşur dostlar. Ondandır dost kavgalarında hep dil yâresidir yüreklerde kalan.
Dil yâresinde şimdi yüreğim. Taşırım ben yaramı dostluk icabı. Taşınır dosta ait her şey. Yeter ki dostça olsun. Dil yârenizi de taşırım ben, bütün dost ve kardeşliğimle. Ama taşıyamam kalbini kırdığım dostlarımın yaralı yüreğini. Kavgamda hırçın, kabahatimde toprak olmayı bilirim ben. Üzerime tek bir düşman postalının düşmesi, bütün harplerimin sebebidir. Kırılmadıkça o postaldaki ayak, dinmez yüreğimdeki öfke. Ama toprak olmuşsam ayaklarına dostlarımın, bir toz zerresi olarak bile, taşınmak ayaklarında, gurur ve sevinç verir bana. Her yerde ve her şeyde taşımalı birbirini dostlar. En yiğitleri dağların, en çok da yaralı dostlarını taşımakta göstermek isterler yiğitliklerini. Yerde yaralı koymak dostunu, uğramaz dağlıların yüreğine.
Ve dostlarım, kardeşlerim, sevgili Bêrtîlerim, yerde koymayacaklardır yaralı yüreğimi. Unutup bütün dost kavgalarını, sevgiyle affedecekler bütün kavga kabahatlerimi. Bitmez hiçbir zaman dağların bizi bağladığı kardeşliğimiz ve dostluğumuz. Kavgada yenilebilirim size, kabahatte toprak olabilirim ayaklarınıza ama bir dost ricasında bulunacağım sizden. Gerekirse vurun beni alnımın çatından, yanık göğüs kafesimden ama çok yaralı bir yanım var, mertliğe sığmaz dost yarasına tuz basmak. Yakıştıramıyorum dostlarıma bazen, en yaralı, en ADALI yarama tuz basmalarını. Tenimde alevli bir yara taşımamın tek sebebi, ADALI yanımdır. Ve en yaralı yanım, ADALI yanımdır. Sadece, eliniz değmesin, diliniz değmesin ADALI yanıma, bir dost ricası bu. Güvenirim en yiğit, en direngen çocukları olan dağlı Bêrtî dost kardeşlerime. Kucaklaşacağız biliyorum, en kavgalı olduğum çocuklarınızla bile, ama ricamdır, deşmeyin en yaralı yanımı.
Dostlar ve kardeşler, en iyi tedavicisidir dost yaralarının. Taşıyamazsanız bile yaralı yanımı, ricamdır, dokunmayın yarama. Ama topraklığıma bahşetmişseniz kabahatlerimi ve derman olmak istiyorsanız en yaralı yanıma, dermanımı söyleyeyim size: sevgiyle ve dostça değsin dudaklarınız yürek yarama. Dost dudakları hafifletir en yaralı yanımın acılarını. Affedin ve o dost dudaklarınızdan dostça bir merhem gibi, bir öpüş kondurun yarama. Sonra, vurun isterseniz, paramparça edin her yerimi, dostluğuma ve kardeşliğime halel getirmez, beni yaralı ve çaresiz koymaz hiçbir kavgada vurulmam.
Ama tenime ateşle kazıdığım yüreğimdeki ADALI ve yaralı yanıma değmesin hiçbir şey. Hala kanamaktayım yüreğimden. Bir cehennem gibi taşıyorum bu yarayı yüreğimde. Değmeyin, incinirim ben. Yaralı yüreğim cehennem. Yine incitmesinden korkarım sizi. Hadi kucaklayın beni. Kendi çocuğunuz, dostunuz ve dağlınız olarak geldim size. Acıyor yaram, usulca öpüp beni yaramdan, dindirin acılarımı. O zaman göreceksiniz, dostluğunuzda dost, kardeşliğinizde kardeş, dağlılığınızda bir dağlı olarak size hep açık olan yüreğimin sizi sevgiyle kucakladığını.
Yaşlı dağlılardan öğrendim dil yâresindeki dost yürekleri tedavi etmenin mecburiyetini. Yaralıysa dil yâresinde tek bir dostun yüreği, kırıksa tek bir kardeşin kalbi ve küskünse size tek bir dağlı, yürünmüyor bu dağlarda. Yürümelerimde yol göstericim dağlılar, en çok da kardeşlerimden emanet almışlar dağları. Onlar bu emanete ihanet etmemenin kavgasındalar şimdi. Çünkü sizden öğrenmişler dost emanetine ihanet etmenin kirleticiliğini. Siz ana atalarımızdan emanet aldığınız bu dağlardan kopmadınız hiçbir zaman. Sürgünlere sürülse de bedenleriniz, dağlarınızı ve dağlılığınızı hiç eksiltmediniz yüreğinizden.
Şimdi dağ yürüyüşlerinde yük oluyor bana, küskün yürekleriniz ve kırdığım kalpleriniz. Bir tekinizin bile kırmışsam kalbini, bir dağ gibi taşırım dağ yürüyüşlerimde. Minnetimden ve yük taşıyamamazlığımdan değil toprak oluşum. Geride yüreği yaralı bir dost ve kırık kalpli bir kardeş bırakmışsa insan, hep geriye dönüp bakmak zorunda kalıyor yol yürüyüşlerinde. ‘Çıkmışsan yol yürüyüşlerine, dönüp bakmayacaksın geriye’ diyor dağlılar. ‘Yavaşlarsın, tökezleyip düşersin yoksa…’
Girmişim bir yola. Seviyorum bu yolda yürümeyi. Vurulup düşsem bu yola, sevinçle düşeceğim toprağa. Ama tek bir kırık kalp bıraksam geride dostlara ait, bütün huzurum kaçacak en huzurlu olduğum bu dağlarda. Huzurundayım şimdi dostlarımın ve kardeşlerimin. Bırakın huzurla yürüyeyim toprağıma. Çünkü toprak olursam, en çok siz geleceksiniz bana. Toprak olursam, bütün postallar çekilecek bu topraklığımdan. Ve postallardan temizlenmiş topraklığımla, en çok sizin ayaklarınıza serileceğim. Bırakın huzurda toprak olayım ayaklarınıza.
En çok dağları ve bereketli toprakları seversiniz siz. Hiçbir kıyamet, hiçbir vahşet, hiçbir zulüm, hiçbir yalan koparamadı sizi topraklarınızdan. Yüreğinizde taşırsınız toprağınızı sürüldüğünüz sürgünlerde. Yurdumda ayaklarınıza, sürgünlerde yüreğinize toprak olmak tek derdim. Ötesini takmayın o güzel kafanıza. Toprağınızım ben sizin. Ve toprağınızdayım şimdi. Ben döndüm size, siz de bende dönün toprağınıza. Siz toprağınızın hasretinde, ben sizin topraklarınızda, yüreklerinizle sürgündeyim.
Dağların ve toprakların dışında unutabilirsiniz her şeyi, ben unuttum. Dönelim kendimize ve kucaklayalım toprak gibi birbirimizi. Emin olun, toprağımıza kavuşmaktan daha fazla hiçbir şey sevindiremez bizi. Bıraktım kendi kırgınlıklarımı. Siz de bırakın isterim. Yeterince acılı ve yaralıyız hepimiz. En önemlisi de, acılarda yaralı ve kanamakta şimdi yurdumuz. Acılarına acı katmayalım. İlk fırsatta sevindirelim birbirimizi. Dağlara kavuşmanın sevincindeyim ben. Tek acılı yanım, sürgündeki Bêrtîlerim benim.
Dağa geldim, çünkü dağda en sevdiğim Bêrtîlerim. Silinmiş şimdi sohbetlerimizde bizi üzen her şey. Çocuklarım, anam, kardeşlerim ve dostlarım gibi kucaklaşmanın sevincindeyim dağlarımı. Burada sizi buldum. Rênas yanı başımda şimdi. Şevhat yanı başımda şimdi. Hogir yanı başımda şimdi, Tîrêj yanı başımda şimdi. İbrahim Xelîl yanı başımda şimdi. Şûrzan yanı başımda şimdi. Şevger yanı başımda şimdi. Ben size döndüm. Dönün siz de. En çok da, yaralı yanıma dönün. ADALI yanıma dönün. Yaralı yanım getirdi beni size. Yaramı alın yüreğinize. Sizi yurdunuza getirecektir. Ve emin olun, bu sizi çok sevindirecektir.
Sevinçteki dağlardan yazıyorum size. Yaşlısıyla bu dağların bir çocuğunun, Doktor Rodî’yi anıyoruz şimdi. Sohbetlerimize elimden geldiğince konuk etmeye çalıştım hepinizi. Sadece sevgilerimi değil, kavgalarımı da paylaşıyorum onlarla. Sevgilerime sevgi, kavgalarıma ustalık katıyorlar. Kiminle, nerede, ne zaman ve niçin kavga etmek gerektiğinin bilimini yapıyorlar şimdi. En bilge yanları yürekleridir onların. Onların yüreğinden yazıyorum size. Kıyamet kavgalarına bilenmiş yürekleri, dost kavgalarına tahammülsüz şimdi. Kardeş kavgalarına tahammülsüzler en çok. Düşmanlarıyla kavgada ne kadar ustaysalar, kavgalı oldukları dostları ve kardeşleriyle barışmakta da bir o kadar ve daha fazla ustalar.
Anlattım onlara kardeşlerimi ve kardeşliklerimi, paylaştım dostluklarımı. Kavga duruşumda yüreklerine aldılar beni. Kardeş kavgalarımda kusurlu buldular beni. Kavgadaki ısrarıma ustalık sunuyorlar. Onlardan sadece kavgayı değil, dostça ve kardeşçe yaşamayı da öğrenme keyfindeyim.
‘Kavga zamanlarında en çok kardeşleriyle barışmalı insan, dostlarının omuzlarına yaslanmalıdır düşmanlara inat’ diyerek gülümsüyor bir yaşlı adam. ‘Bitirelim hele bir düşmanlarımızla bu yurt kavgasını sonra ve gerekirse yine kavga ederiz birbirimizle. Birbirimizle yaptığımız ne ilk, ne de son olur hiçbir kavgamız. Ama aynı toprakları, aynı dağları paylaşmanın dostluğu ve kardeşliğinde nasıl kucaklıyorsak binlerce yıldır birbirimizi, kucaklaşmaya devam edeceğiz bu topraklarda. Çünkü bir ananın kucağındaki kardeşler gibidir aynı toprağı paylaşanlar. Bazen kavga etseler de çocukluklarından, her kavga gününün sonunda aynı kucakta, kucak kucağa, başını aynı toprak ananın aynı toprağına koymak isterler sonunda. Çünkü henüz yolu bulunmadı topraksız yaşamanın.
Toprak bağlar bizi birbirimize.
Barışmak sadece bir istek değil, bir mecburiyettir aynı toprağa bağlı olanlar için. Bir mecburiyettir barış. Nasıl harp sebebiyse işgal edilmiş topraklar, bir o kadar barışma nedenidir paylaşılan topraklar. Zamanı değil, toprağını, dağlarını ve en önemlisi de yüreğini paylaştığın dostlarla kavgalı olmanın. Gerekirse toprak ol ayaklarına. Emin ol, sana geleceklerdir. Çünkü çaresi yok topraksız yaşamanın. Hiçbir bilim keşfedemeyecektir insanı topraktan koparmayı. Hiçbir zulmün gücü yetmeyecektir hiçbir insanı toprağından koparmaya. Sadece ayak bastığı yurdu değil toprak insanın. En çok yüreği topraktır insanın. O yüzden koparılma öfkesinde ve kavuşma özleminde, ‘yüreğimi vatanıma gömün’ diyordu o teni kızıl kardeşlerimizden biri. Kardeşlerine gönder yüreğini. Emin ol, gömeceklerdir onlar seni yüreklerinin bereketli toprağına…’ diyor dostça.
‘Ne güzel söyledin’ diyorum hüzünlerdeki gözlerine bakarak. Dost bir tebessümle bakıyor huzur bulmuş gözlerime. ‘Eh ne yapayım, karşımda bir Bêrtî görünce ve düşmanına ağız dolusu ‘toolaz’ çeken bir Bêrtî’nin sohbetindeyiz. Ben değilim şimdi konuşan. Yüreğimdeki Doktor Rodi’dir O. En çok odur Bêrtîlerin bilge sesi ve tanıdığım bütün Bêrtîlerden bir ses sinmiştir sesime. Aslında bir Bêrtîyim ben de bütün dağlılar gibi. Çünkü en son onlardan emanet aldık bu dağları. Ve bıraksak sadece onlara bırakabiliriz bu dağları. Onların yurdunda, onların en bilgesine, en gür sesine ve en yürekli yiğidine, Doktor Rodî’ye dost olabilsem ve anılabilirse bir biçimde ismim onunla ve tek bir Bêrtî bile bilse bunu, emin ol, tamamlanmış hissedeceğim dağlılığımı…’
Anlattırıyor bana tekrar hikâyesini. Anlattığım en ince ayrıntıyı bile yaşıyor benimle. Halaybaşı hallerini anlatıyorum Doktor Rodî’nin, halaya duruyor gözleri. Kavgacılığını anlatıyorum, kırışıp alnı kavga kesiliyor kavgada hiç yorulmayan yüzü. Şiir okuyuşlarını anlatıyorum, dilinden bir mısra dökülüyor hemen. Kirveliğimizi anlatıyorum Doktor Rodî’yle, kirvem olup elleri omzuma konuyor. Sürgünlerdeki hallerini anlatıyorum, sürgüne gidiyor yüreği. Şûrzan’ı anlatıyorum, Doktor Rodî olup göğsünden vurulmuş gibi acıya kesiyor her şeyiyle. Ata binişini anlatıyorum Doktor Rodî’nin, Hedwan’ın süvarisi gibi dört nala peşine düşmüş gibi Doktor Rodî’nin, sarsılıyor bedeni. Ve sürgün günlerini anlatıyorum, sürekli yanında taşıdığı atının yularını, bir idam mahkûmu gibi bükülüyor boynu. Bir an torunu Hebûn’un salıncağının demirine asılı yularda sallanan Doktor’un bedeni gibi hafiften sallanıyor yerinde. O salıncakta boynunda bir at yularıyla sürgünlerde boğulan yüreği gibi boğuluyor sesi.
Doktor Rodî’nin cebinde ‘An Kurdistan, An Neman’ notu çıktığını söylüyorum. ‘Bilgeymiş’ diyor. ‘Topraksız yaşamanın imkânsızlığını göstermek istemiş herkese. Bütün sözleri doğru Doktor Rodî’nin. Ama son sözünü değişik söylüyoruz biz. Felsefemiz, ‘Neman’ı kabul etmiyor artık. An Kurdistan, An Kurdistan diyoruz biz. ‘Neman’ sürgünlüğüydü O’nun. Sürgünde ‘Neman’ olur ancak bir Bêrtî. Ve sürgündeki Doktor, ‘neman’ değil bizim için, Kürdistan’ın ta kendisidir. Sürgünde yitmiş olabilir bedeni ama Kürdistan’dır şimdi O, dağların yüreğinde…’
Hüzünlendiğimi görüyor. Dolu dolu olduğumu anlıyor. Ve hemen ne kadar şaşırdığımı söylüyorum dudaklarımda. Halden anlıyor. Ağlamaklı olduğunda insan ve göstermek istemiyorsa yanaklarından süzülen tuzlu suları, bir çeşmeyi kapatmaya çalışan bir çift el gibi telaşla çırpınıp, sese döküyor çaresizliğini insanın dudakları. ‘Niye şaşırıyorsun?’ diyor bana. ‘Nasıl bu kadar anlayıp anlatabiliyorsun?’ diyorum. Şerevdin yaylaları kadar geniş bir tebessüm kaplıyor hüzünlü yüzünü. ‘Anlarım tabi’ diyor. ‘Çünkü, ‘EZ GÊRÎLLA ME…’
Sevinç kesiliyorum. Dudaklarımdan ‘Tu gulî gul’ sözleri dökülüyor. O da sevince kesiliyor. Gül bahçesindeyiz. Ve bu bahçenin en güzel gülü, o sürgündeki gül’dür şimdi yüreklerimizin toprağında yeşeren.
‘Madem yazacaksın Doktor Rodî’yi, benden de bir çift söz söyle ona. Ona de ki, ‘Tu gulî gul Doxtor’ diyorlar sana. Sevinecektir. Ve huzura erecektir. Çünkü bunu söyleyen GERİLLA’dır. Ve onların gözünde, hiçbir sürgünde yurdundan kopmayan insandır en USTA GERİLLA…’
Jêhat Bêrtî
- Ayrıntılar
Hakkını veremem endişesini yaşasamda şehitlerimize vefa borcumu bir nebze de olsa paylaşmayla sanırım giderebilirim. Bu gün yaşanmışçasına duyulan tarifi zor duyguları yaşadığım zorlukları, ve sevinçlerimi paylaştığım yoldaşlarıma olan özlemimi gidermiş olacağım. Birçoğumuzun mücadele içerisinde ki yürüyüşümüz yapılması gerekenleri yapma temelinde gelişirken, 96 yılında Önderlik sahasında tanıdığım ve yaşamımda yer edinen Faik arkadaşın günü gününe, anı anına yürüttüğü kişilik mücadelesine, bir halkı, kendini yaratma eylemini kendi kişiliğinde ki değişimde bizzat tanıklık etmeye, yaşamaya başladım diyebilirim. Düşünceden, duygulara, davranış kalıplarına kadar Önderlik bizi baştan yaratma çabasını veriyordu. Faik arkadaş bıyıkları yeni terlemiş 17 yaşında olması, yaş itibari ile benim onunla daha rahat diyalog kurmamda etken olsa da yaşama duyarlılığı, mücadeleye ciddi yaklaşımı arkadaş ortamında olduğu gibi bendede saygınlığı ve güveni geliştirmişti. Küçük yaşta babasının tutuklanması sonucu ailesinin sorumluluğunu yüklenmiş bu kendisinde güven duygusunu geliştirdiği gibi bulunduğu ortamda da doğal otorite sağlıyordu. Devre sonu düzenlemelerimiz olduğunda Faik arkadaş önderliğimizin güvenliğine geçti. Tüm arkadaş ortamında bu düzenleme sevinç ile karşılandı. Ben ülke sahasına geçtim.
2003 yılında toplantıya katılma amacı ile Gare alanında bulunuyordum. Arkadaşların tartışmalarında Faik ismi geçiyordu. 17 yaşında tanıdığım bende büyük bir etki bırakan Faik arkadaşın olabileceği aklımın ucunda geçmemişti. Büyüyüp serpilmiş, yılların tecrübesi kendisini dahada olgunlaştırmıştı. Kendisini tanıyamamıştım. O beni tanımıştı. Farklı guruplarla gitsekte aynı alana, anlamlı, onurlu yaşamanın arayışının olduğu mekânlara Dersim eyaletine gidiyorduk. Her iki gurupta ciddî bir zorlanma yaşamadan eyalete ulaştık.
2006 yılına kadar farklı birimlerde olsakta aynı alanda kaldık. Zaman zaman görüşme olanağımız oluyordu. Duygu dünyamız yoğun olsada çoğu zaman bunu yansıtmak o denli zor olur. Şu varki savaş gerçekliği duygularımıza anlam kazandırır. Faik arkadaşın ilişki tarzı, arkadaşlarda yarattığı ihtiba tüm zamanlarda, her yerde ve koşulda kendisi ile yürünecek bir arkadaş olduğuydu. Bulunduğu ortamda doğal otoritesi vardı. Eyalet yürütmesine seçildi. Sorumluluğu dahada artmıştı. Karargaha düzenlememin olduğunu Bawer arkadaş bana bildirdiğinde alanda boşluk oluşacağı kaygısı ile düzenlemeye şaşırmıştım. Faik arkadaşın beni karargâhta istediğini öğrendiğimde oraya geçtim. Kış koşullarının zorluğu ve savaşın yarattığı ruh halleri bileşimin yaşamsal sorunları büyütmesine ve zorlayıcı olmasına yol açmaktaydı. Karargâha çok yükleniliyor, düşüncesini taşıyordum. Bu düşünceyi kendisi ile tartıştım. Tartışmamız kendisine olan sayğımı dahada artırdı.
Faik ark- eğer aynı amaç için aynı mücadele saflarında yer alıyorsak, her kim olursa olsun birlikte yaşama, doğru bir anlayış düzeyi kazanma, bir yanılgı varsa bunu körüklemeden kazanımcı olmak gerekir. Ben Önderlikten bunu öğrendim. Diye bana cevap verdi.
Fiziki olarak hepimizin zorlandığı bir süreç olsada bir çok arkadaşın aynı fikirde olduğundan eminim düşünsel olarak en rahat olduğumuz kış süreci 2006 kışı oldu. Karargah ortamına rahat ve güven veren bir atmosfer hâkimdi. Faik arkadaşın yönetici tarzı ve çözümleyici yaklaşımları bunda temel etkendi. Üstlenme öncesi kaygılarım boşa çıkmıştı. Bahara daha coşkulu hazırlanıyorduk. Bu süreçte Önderliğimizin zehirlendirildiği haberi tüm yapıda kaygılar geliştirdiği gibi Önderliğe cevap olamamanın vicdanî rahatsızlığı hepimizi geliştirile bilir eylem arayışlarına yönetmekteydi. Düşman her alanda kapsamlı yönelmekteydi. On bin asker ile eyalette bir operasyon geliştirildiği haberleri ile bizlerde bazı pratik tedbirlere gitme kararına gittik. Telsiz konuşmaları ile operasyonun bize yakın bir gurup arkadaşa yöneldiğini öğrendik. Durumu öğrenmek amaçlı iki arkadaşın keşfe gönderilmesini uygun bulduk. Araziye hakim Sipan ve Botan arkadaşın gitmesi uygun bulundu. Arkadaşlar düşman ile sıcak temasa girmiş Botan arkadaş şehit düşerken Sipan arkadaş yaralı olarak bize ulaştığında operasyonun dahada yoğunlaştırıldığını öğrendik. Karın hala yoğun oluşu düşman ile girilecek bir temasta arazininde olası bir çatışma durumuna uygun olmayışı dezavantaj olacağından araziden çıkma kararı verdik. Yapı içinde düşmana haddini bildirmek için bir fırsat olarak operasyonu değerlendirenlerin sayısı çoktu. Koşulları değerlendirdiğimizde kayıpların fazla olacağını bu neden ile araziye dağılmanın daha avantajlı olacağını düşündük. Her ne kadar operasyonu yarma imkanımız vardıysada hala sorguladığım bir konu araziden çıkmada ağır hareket ediyorduk. Tüm yapı kendimizi aslında çatışmaya endekslemiştik. Düşman karargaha gelen Sipan arkadaşın izlerini fark etmiş düşman güçleri karargaha yönelmişti. Ben bir birim ile karargahın üst sırtını tutuyordum. Faik arkadaşa durumu bildirdiğimde tüm arkadaşlar karargahta bulunan izleri düzeltmiş mevzilenme konumuna geçmişti. Düşman askeri noktamıza girdiğinde görüntü almadığından
Noktayı terk ettiğimizi düşündüğünden rahat hareket ediyordu. Noktanın fotograflarını çekip duruyorlardı. Telsiz konuşmalarını takip ediyordum .
Askerin biri- düşman mevzileri var. Diyordu.
... Kontrol edin. Talimatı verildi.
Dürbün ile kampı izlemeye başladım. Aşağı mevziyi fark etmiş olmalıydı. O yöne doğru gidiyordu.
Arkadaşlara- size doğru geliyorlar diye bilgi verdim.
Herkes çatışma pozisyonu almış bekliyordu. Sıcak temas sonucu yermiden fazla asker hazırlıksız olduklarından ilk temasta yerdeydiler. Gün boyunca sıcak temas sürdü ve hiç kaybımızın olmayışı bizler için avantajdı. Hava kararmaya doğru gidiyordu. Bu bizler için avantajdı. Bunun farkında olan düşmanda saldırılarını yoğunlaştırıyordu. Faik arkadaş arkadaşları sağlama alma amaçlı büyük bir çaba veriyordu. Bu bulunduğu mevzinin hedef nokta olmasında belirliyici oldu. Bağlantı kurup kendisini güvene almasını istedim. Saldırılar onun bulunduğu mevziye odaklanmıştı. Düşmanın dikkatini dağıtmak için tüm arkadaşlar harekete girmişti. Yanında bulunan iki arkadaşın mevziden çıkışını sağladıktan sonra çıkacağı esnada düşmanın taramnası sonucu her iki bacağından yaralandı. Arkadaşları savunmak için tüm güç hareketteydi. Arkadaşların Faik arkadaşı güvene aldığından emin olana dek düşmanın ilgisini kendi üzerimize çektik. Onu son görüşüm olduğunu bir sonraki gün arkadaşlardan öğrenecektim. Uzun bir mesafe kat edip alandan uzaklaşmayı başarsalarda kan kaybı ve gün boyunca kar içinde kalmadan kaynaklı arkadaşlar ağır hareket etmeye başlamışlar, düşman izlerini takip ediyormuş. Örgütsel dökümanın ele geçmesinin ihanet olacağını belirterek arkadaşların gitmelerini istemiş. Elbombasının pimini elleri donmaya yüz tutruğundan yapamamış. Arkadaşlardan pimi düzeltmelerini istemiş. Silahını ve telsizi teslim ederek arkadaşların kendilerini guvene almaları talimatını vermiş. Arkadaşlar Faik arkadaşın güvenlikli bir yere geçmesini sağlamak için seferber oluşu, onun için yaşanan kaygı tedbirsiz davranmamızada yol açmaktaydı. Bu operasyonda toplam onbir arkadaşımızı kaybettik. O kış bu topraklara ait olduğumuzu, bu topraklarda özgürlüğü hakim kılacak tek gücün yoldaşlığımız olduğu inancı bizde dahada derinlikli yaşanmıştı. Şehadetler yoldaşının yaşamını güvenceye almak için hiç çekinmeden kendini siper etmeden kaynaklı yaşanmıştı. Mücadelemizi, yoldaşlığımızı farklı kılanda bu değilmiydi. Faik arkadaşın donarak şehadete ulaştığını ertesi gün ögrendik. 17. Nisan. 2007 tarihinde ölümsüzler kervanına 11 yoldaşımız Dersimin Ovacık ilçesinde katıldı.
Mücadele arkadaşları
- Ayrıntılar
Ferhat arkadaşla 98’de Önderlik sahasında tanıştık. Orada beraberdik. Aslen Mardinli bir arkadaştı. Dersim üzeri gerilla saflarına katılmıştır. 97 yılının sonundan 98 ağustosuna kadar beraber kaldık Önderlik sahasında.
Dersimden yeni gelmişti. Akademilerde bir takım arkadaş Önderliğin güvenliğini alıyordu. O da Önderliğin güvenliğinde yer alıyordu. Bir süre takım komutanlığı da yaptı. Ferhat arkadaş belirgin bir arkadaştı orada. Yaşama katılımı ile yoğunlaşmaları ile eğitimlere katılımı ve Önderliğe yaklaşımı ile ön planda olan bir arkadaştı. Gelişme için istekli bir arkadaştı. Pratik süreçten gelmişti. Kuzey pratiğinde tartışmalar veya eleştiriler geldiğinde eğitimlere katılımı ile geçmişte yaşanan yetersizliklerin yaşanmaması için kendini ona göre hazırlama vardı. O tür tartışmalarda önde olan bir arkadaştı. Yeri belli olan bir arkadaştı Önderlik sahasında. 8 ay birlikte kaldık akademi ortamında. Katılıyordu ve sürekli gelişmek isteyen bir arkadaş olduğu içinde öyle yaklaşıyordu. Her iki devrede çabası kuzey için kendini hazırlamaktı. Sürece cevap olmak, Önderliğin çözümlemeleri ile birlikte güçlenmek istiyordu. Eğitimlerde hem alıyor hem de arkadaşlara tartışmalarında aldıklarını verebiliyordu. Kaldığımız bu süreçlerde yaklaşımları bu çerçevede idi. 8 aydan sonra kuzey alanına geçme durumu oldu. Biz geçtiğimiz süreçlerde onların grubu da Dersim eyaletine geçeceklerdi. Biz de Gabar alanına geçecektik. Onlar bizden önce geçtiler. Daha Dersime gitmeden komplo süreci başladı. Onlar hala o zamanlarda Gabar’daydılar. Tartışmalar oldu ve onların grubunu durdurup geri dön derdiler. Ferhat arkadaşın grupları yeniden güneye geldiler. Bir zamana kadar güneyde kaldılar. Güneyde kaldıkları süreçlerde karşılaşmadık Ferhat arkadaşla fakat 2007 de Besta alanında karşılaştık. Yeniden Botana gelme durumu oldu. Besta alanı üzerine gelmişti. Besta, Cudi, Hakkâri ve o çevrelere bakıyordu. Tabi o süreçlerde Doktor Ali tasfiyeciliği yaşanıyordu. Ferhat arkadaş onların yerine geldi. Doktor Ali’nin yaptığı tahribatları düzeltmek ve boşa çıkarmak için hiç durmadan çalışıp, çaba harcıyordu. Ve her alana gidiyordu. Toplantı yapıyordu sürekli. Yeniden parti yaşamını oturtmak için, savaşı yeniden orada öne çıkarmak için gerçekten hiç durmadan çalışıyordu. Alan geniş bir alan ve yükü fazlaydı. Bu esaslara rağmen o kadar sorun vardı fakat Ferhat arkadaş hiç durmuyordu. Düşman yönelimleri çok fazlaydı. Çalışmalar üstüne istekli giden bir arkadaştı. Anlama kapasitesi ile süreci anlama, Önderliğin istemlerini ve düşmanın Önderliğe yaklaşımını bunların hepsini değerlendirme yapardı. Buna göre planını yapardı. Ona göre üzerine giderdi çalışmaların. Çok fazla şey yaptı orada fakat yalnızdı. Genelde o ön plandaydı. O işlerle çalışmalarla şehit Nuda arkadaşla birlikte ilgileniyordu. Bu esaslar üzerine Botanda büyük bir rol oynadı şahadetine kadar. Eyaletin düzenini yeniden yapmak için çok çalıştılar. Savaş yönünde cevap olmak için, eylem yapma, düşmanın Önderlik üzerine yaptığı yönelimlere karşı cevap olabilmek için yoğunlaşmaları olan bir arkadaştı. Girişimleri çok oldu. Güçlere toplantı yapma ve savaştırmak için çabaları vardı. Askeri anlamda operasyon çıktığında öyle bir arkadaştı ki “düşman araziye girmiş ve bizim muhakkak vurmamız gerekiyor” diyordu. Operasyon çıktığında gücünün mevzilenmesini öyle yapan bir arkadaştı. Mevzilendirmesinde düşmana darbe vurmak şeklinde mevzilendiriyordu. Operasyon çıktığında bir birimin düşmanı vurması gerekiyor ya düşman geri çekilirken ya da onlar gelirken zayıf noktalarını tespit ederek darbe vurmaya çalışırdı. Hatta böyle birimler oluşturarak düşmana darbe vurmuştur düşman operasyona geldiğinde. Askeri anlamda yoğunlaşmaları vardı ve taktiksel anlamda değişim yapmak isteyen bir arkadaştı. Ve bunları yaparak sonuç da aldı. Çabaları sonucu bunları başardı. Ve yapısına bu şekilde moral verirdi. Doktor Ali’nin yaptığı tahribatları, yaşam içerisinde bozduğu ilkeleri bunları askeri tarzla ve toplantılarla boşa çıkarıyordu. Düşmanın üzerine giderken bunu boşa çıkarıyordu özellikle. Bu şekilde yaşamda toplantılar yaparak yapıyı yönlendirerek, kendisi de içinde eylemlerin içinde olan bir arkadaştı. Bir iki birim olduğunda muhakkak kendisi de içinde yer alırdı. Öyle bir şekilde savaşı yürütürdü. Bu tarzı ile yapısı ona karşı bağlıydı. Moral alıyorlardı. Bu moralle birlikte arkadaşlar düşmana darbede vuruyorlardı. Bu şekilde de yapıdaki arkadaşları eğitiyor ve savaştırıyordu. Sonbahara kadar üslenme zamanında düzenlemeler olacaktı ve böylece birbirimizden koptuk. Farklı kamplara yerleştik. Onların kampı deşifre olmadan Kurtay arkadaşların kampı deşifre oldu. Kurtay arkadaşlar şehit düştüler. Ferhat arkadaş şahadetlerden etkilenmişti. Operasyon yeniden başladı Kurtay arkadaşların şahadetinden sonra. Orada da arkadaşların intikamlarını almak için bir birim hazırladı ve o birimde kendisi de yer aldı. Eylemde 9 asker öldürdüler. Arkadaşlar bir silah da kaldırdılar. 30 subay vardı o operasyonun içerisinde. Misilleme eylemi ile arkadaşlar başarılı bir şekilde çıktılar. Ferhat arkadaş öyle bir arkadaştı. Düşman araziye girecek ve biz ona darbe vurmazsak diyen bir arkadaştı. Her zaman yoğunlaşmaları ile hazır olan bir arkadaştı. Çevresindeki arkadaşları ona göre hazırlayan ve düşmanın üzerine giden bir arkadaştı. Çevresindeki arkadaşlar da onun yaklaşımlarından cesaret alıyorlardı. Hem moral veriyordu hem kendisi içerisindeydi ve yaptığı planları da başarıya kilitlenmiş planlardı. Yapısı da ondan moral alıyordu. Ona göre arkadaşlar katılım sağlıyorlardı. Kurtay arkadaşların şahadetlerinden sonra onların da kampı deşifre oldu. Kamp deşifre olduğunda düşman operasyon yapmıştı. Arkadaşların noktalarına baskın yapmışlardı. Arkadaşların daha öncesinden mevzi hazırlıkları vardı. Sabahtan akşama kadar kamp içerisinde arkadaşlar çatıştılar. Düşmanın kampa girmelerine izin vermediler. Ve sanırım bir arkadaş şehit düştü. Arkadaşlar geri çekilme sırasında Ferhat arkadaş cihazın kullanılmadan gizlice çıkmak gerektiğini söylüyor. Tedbir almak için bunu ifade ediyor. Bir grup arkadaşı önden gönderiyor yolu kontrol etmeleri için. Arkadaşlar gittikleri zaman bir grup düşman sabahtan aldıkları mevzileri bırakmak isterken arkadaşları görüyorlar ve taramaya yapıyorlar. Düşman tarama yaparken geride kalan arkadaş grubu ilk grubun pusuya girdiklerini düşünüyorlar. Ve cihazı da kullanmadıkları için Ferhat arkadaşlar yerlerini değiştirip farklı bir yerden gideceklerini söylüyorlar. Geri çekilme sırasında gittikleri yer sert bir arazi ve komplonun olduğu bir yer. Arkadaşlar bir yere kadar gidiyorlar ve duruyorlar sabaha kadar. Sabah arkadaşların yerlerini düşman tespit ediyor. Ve düşman onların yerinin iyi olmadığını görüyor. Kobra helikopterlerini gönderiyorlar. Kobra ve ağır silahlar gönderiyorlar. Ferhat, Nuda ve iki arkadaş orada şehit düşüyorlar. Arkadaşların şahadetleri bu şekilde oluyor Hezil vadisinde. Ferhat arkadaş şahadetine kadar sürekli hedefine kilitlenen ve düşman üzerine kilitlenen bir arkadaştı. Sürekli düşman üzerine, süreç üzerine yoğunlaşan ve Önderliğin söylediklerini nasıl pratiğe dökeriz gibi tartışmaları vardı arkadaşlarla ve Botan gücünü hep böyle yoğunlaştırmak için çabaları vardı. Botan gücünü harekete geçirerek savaşa katma ve yapılan tahribatları boşa çıkarmak için ve buna göre Botan’ın eski misyonuna göre 84 yılında Botan da yapılan savaş tarzını yaratmak ve Doktor Ali’nin yarattığı tahribatları ortadan kaldırmak ve onların etkilerini kaldırarak Botan’ı yeniden savaştırmaktı. Yaklaşımları böyleydi. Ve bu esaslar üzerinde Botan gücünü yeniden yaratmak için çabaları oldu ve Botan gücü moral aldı. Hatta çok eylemleri oldu. Şahadetlerine kadar böyleydi. O yıl kamptan çıktıktan sonra bile bahar eğitimlerini düzenlemiş ve düşmana darbe vurarak onları kırmak üzerinden yoğunlaşmıştı. Çok çaba harcadı Botan gücünü toparlamak için. Ferhat arkadaşın şahadeti Botan gücü üzerinde etkili oldu. Onun şahadetine kadar yaptığı direniş arkadaşlara moral kaynağı oldu. Arkadaşların anlattığına göre kampta yapılan çatışmada ilk mevzi alan ve arkadaşları savaştıran bir arkadaştır. Bu şekilde yaklaşımları vardı. Ve kendisiyle birlikte kalan arkadaşlarda intikam ruhu yarattı. Yolunu devam ettirmek için bu esaslar üzerinde katılımlarını sağladılar. Öyle bir arkadaştı. Yaşamdaki duruşuyla, komutanlık tarzı ile arkadaşlar üzerinde etki yaratıyordu. Tarz ve taktik konusunda hep yeniyi yaratıyordu. Hep örnek bir arkadaştı. Yapı için sürekli moral olan bir arkadaştır. Her arkadaşı geliştirirdi. Tek tek arkadaşlarla tartışırdı ve sorunu olan arkadaşları yanına alarak onlarla sürekli ilgilenirdi ve eğitirdi. O arkadaşları yeniden savaştırmak için güç verme çabasına girerdi. Bu esaslarla arkadaşları yeniden pratiğe gönderirdi. Bu tür arkadaşlarla çok ilgilenirdi. Ve çare bulurdu böyle sorunu olan arkadaşlara. Ve yeniden onları çalışmalara katıyordu. Ferhat arkadaşta böyle bir duruş vardı. Yaklaşımları böyleliydi çevresindeki arkadaşlara. Hiçbir zaman demezdi savaş ortamıdır, ilgilenmezlik etmezdi. Ve sürekli planlı bir arkadaştı. Savaş ortamında olmasına rağmen arkadaşlara yaptığı toplantıları ertelemezdi. Arkadaşlarla tartışmayı hiçbir zaman ertelemezdi. Sürekli bölge üzerinde dolaşan bir arkadaştı. Toplantılar yaparak gücü harekete geçirmek için bir çaba sahibiydi. Ferhat arkadaş yaşamı boyunca militanca bir katılımı esas aldı ve bunu yerine getirdi. Biz de onun şahsında bütün şehitlerimizin ardında yürümeye söz verdik. Anısı önünde saygı ile eğiliyoruz.
Mücadele Arkadaşları
- Ayrıntılar
İnsanoğlunun yaşamına sınırlar girdiğinde, hiç kimse bunun bir sınırlar zincirinin masumane öncüsü olduğunu bilmiyordu. Çok sonraları sınırsız sınırlar, ilk masumane sınıra geçit veren insanları hapsetti. İlk sınıra ‘evet’ diyenler, sınıra alındılar. Giyotine onay verenlerin hepsinin giyotine gitmesi gibi.
İlk sınır nasıl oluştu? İnsanlar neden kendilerini sınırlara aldılar? Bazıları neden diğerlerini sınırlandırdılar?
Öyle olmasaydı, bazıları sefa sürmezdi. Nerede bir sınır varsa orada sömürücüler var demektir.
Küçük sınırlar zamanla gelişti. Her şey sınırlara dâhil edildi. Aile sınırları, aşiret sınırları, beylik sınırları... En son devlet sınırları.
Bu da yetmedi, düşünce sınırları, ifade sınırları; en önemlisi de yürekler sınırlandırıldı. Sınırlar giderek güçlendirildi. Teller, mayınlar ve karakollarla yeryüzü adeta birbirinden koparıldı.
Sonra ‘sen-ben’ meselesi, milliyetçilik, köktendincilik, ırkçılık, savaşlar, sınır sorunları... Yeryüzü zehirlendi. Dünya vatandaşı olmak isteyene, dünya daraltıldı.
Sınırsız bir dünyanın yurttaşı olmak isterdim. Bütün kavgamız da bunun için değil miydi? Tüm mücadele bunun için verilmiyor mu? Bu, yurdunu inkar etmek değildir. ‘Bir insan dünya vatandaşı olabilir ama insan olan, doğduğu topraklarda ölmek isteyecektir.’ Çok beğendiğim bu sözde de ifade edildiği gibi, derin bir yurtseverlik, sınırlarla çevrelenmeyi değil, sınırsız kardeşliği gerekli görür. Milliyetçilik gibi bir zehirden uzaklaşıp, yurtseverliği derinleştirmek, sınırlara karşı verilecek en büyük savaştır.
Sınırlar söz konusu olunca, Kürtlerin durumu daha da önem taşır. Çünkü sınırları, diğer halklarınkinden çok daha fazladır. Ayrıcalıkları da bu noktadadır.
Kendi topraklarının ortasına tel örgüler geçirilmiştir. Kürdistan’ın en Güneyi’ndeki yerleşim yerinden en Kuzeyi’ne gitmek için en az iki sınır geçmek zorundasınız. Doğusu ve Batısı için de öyle. Nereye giderseniz gidin, ikinci adımda bir sınırla karşılaşırsınız.
Yaşamınızda sınırları ne kadar hissederseniz, Kürtlüğünüzü de o kadar yaşamış olursunuz. Eğer sınırlarla hiçbir alakanız yoksa kendi koşullarınızda yaşamıyorsunuz demektir. Bu kez de yeni sınırlarınız vardır. Dil sınırı, kültür sınırı... Bunları da hissetmiyorsanız, dönüp kendinizi sorgulamanız gerekiyor.
Kaçak olarak sınırları deldiniz mi hiç? Bu soruya cevabınız ‘evet’ ise, anlatacaklarımın çoğunu biliyorsunuz. ‘Hayır’ ise cevabınız, Kürtlerin yaşam tarzına yakından bakmanız gerekecektir.
Sınırlarla bölünmüş bir bedenin acısını herkes hissetmeli. Her Kürt, bedenini parçalayan tellerin sebebini bilmeli.
Ya mayınlar!
Kalleştir onlar. Kürtlerin göğsüne yerleştirilmiştir. İki elini kavuşturmak istersen, bir mayın patlar. Ve senden bir parça alır. Parçalanmış bedenin, bir kayıp daha verir. Bir gerilla ölür, bir kaçakçı ölür, tellerin ötesindeki sevgilisini görmeye giden delikanlı ölür.
Cenaze törenleri aslında bir acıya son vermenin törenidir... Bir yandan da ‘sınır’landırılmak istenenler inanmazlar cenazeye. Çünkü hiçbir bedeni sağlam olan, gömülmez, ‘tam’ gömmezler. Hep eksiktir. Bazen bir-iki parça ve bazen de, hiçbir şey. Bu yüzden de ölünmediğine inanılır. Ama bir şey son bulur; ‘bir gün ölecek’ endişesi.
Ölüm mekânları, sınırlar... Azrail’in tarlalarıdır adeta.
Neden Kürtler bu tarlalardan uzak durmadılar? Bu sorunun cevabı, Kürtlüğün özüdür. Çünkü umut mekânlarıdırlar da.
Ölüm ve umut. Kürtlerin sırrı.
Sınırın ötesi; kardeşlik, birlik ve aşk.
Kardeşlik, birlik ve aşk için, sınırları ilk deldiğim günden bu yana, on yılı aşkın bir süre geçti. Aşka cesaretlenmiştim. Bedeli; adına sınır denilen, engeller konularak tehlikeli hale getirilen arazi parçasından geçmekti. Sonraki yıllarda yaşamım sınırları delmekle geçti.
Sınır ihlalcisi oldum. Kaç kez ihlal ettiğimi hatırlamıyorum. Yüzlü rakamlarla ifade edilebilir. Bazı günlerde sınır taşlarına yaslanıp uyuduğum da olmuştur.
İlk kez sınırı deldiğim günü hiç unutamıyorum. Sonrakiler unutuldu veya hafızamda küçük bir yer edindiler. O anıyı hatırlamamda, ilk olmasının ayrıcalığı vardı ama asıl mesele bir başkaldırıydı. Ya da ilk başkaldırımın ilk adımıydı.
O gün kendimde bir sınırı delmiştim aslında. Bunu, sonrasında daha iyi anlayacaktım. İnsan, yaşadığı anı anlayamıyormuş. Mühim olan yaşarken anlayabilmek ve yakalamaktı. Lakin zor olan da buydu. Daha sonra anlayacaktım birçok şeyi.
Her sınırı ihlal ettiğimde yeni bir şey öğrenecektim. Ölüm ve umudun mesken tuttuğu bir okuldu sınırlar. Tüm Kürtlerin anaokulu...
Sınırların ötesinde ne vardı? İşte, ilk merak ve öğrenmeyi kamçılayan soru. Sonra cesaretinizi toparlayıp ilk teşebbüssünüzde bulunursunuz. Korku, heyecan ve umut, iç içedir. Anlamsız bir tehlikenin içinden, ses çıkarma özgürlüğünüzü askıya alarak ilerlersiniz. Ölümü ve umudu aynı anda hissedersiniz. Her an vurulabilir veya mayına basabilirsiniz; aşka da ulaşabilirsiniz. Sonra, yıllarca çektiğiniz bir eziyetten birden kurtulmuş gibi rahatlarsınız. Arazide fazla bir farklılık olmadığını görürsünüz.
Bir yerden bir yere geçilmedi, anlamsız bir engel aşıldı.
Sırtınızı bir kayaya dayayıp sigaranızdan derin bir nefes çektiğinizde, dumanın tadının değiştiğini görürsünüz.
Artık yeni bir kişisiniz. Her şeyden önce kafanızdaki sınırları parçalamaya başlamış durumdasınız. Dar bir ufuk değil, geniş ufuk vardır önünüzde.
Sonra sınırları ihlal etmek bir yaşam tarzı haline geldi. Günlük, rutin bir iş.
Kürt gerillacılığının, yaşamı ve mücadelesinde sınır ihlali, çay içmek gibi rutin bir iştir. Güney’den Kuzey’e, Kuzey’den Doğu’ya, Doğu’dan Güney’e...
Bölünmüşlüğe bir başkaldırı hareketidir gerilla.
Sınırın ötesine her geçtiğinde birlik, kardeşlik ve aşkı yakalamıştır. Bir daha, bir daha... Yaşamının bir parçası olmuş, sınır ihlali. Yaralı bedenin kollarını kavuşturmak istemiş, yüreğe döşenen mayınları ve telleri sökmek için çok bedel ödemiştir. Mayın ve tellere rağmen, birlik ve kardeşliği yakalayabilmiştir.
Kürtler, tüm sınırların ötesindekilerle birlik ve kardeşliği geliştirebilmişti. Bir avuç gerilla, çıplak yüreği ve cesaretiyle bunu gerçekleştirebilmişti. En zor ve en insani olanı...
En çok sınır taşlarına öfkeleniyordum. Birileri gelip bağrımıza taş yerleştirmişti. ‘O taraf, bu taraf’ diye yaşamımıza girmiş. Ama her gerilla için bu sınır taşları, bir tarih okuluna dönüşmüştü. Yanından geçerken öfkeyle bakar.
Mermilerle tahrip edilmiştir tüm sınır taşları. Silaha hakimiyet ve nişan eğitimleri hep bu taşlar hedef alınarak yapılır.
Sıkılan her mermi, yılların öfkesiyle sınır taşlarını parçalar. Gerilla mücadelesinin özüdür bu. Yani tarihi bir haksızlığı ve yanlışlığı düzeltir.
Gerilla, sınır üzerinde de konumlanır. Böyle bir günde binlerce kez sınırı ihlal ettiğimi hatırlıyorum. Kuzey-Güney voltamın iki ucuydu. Her defasında intikam alırcasına sınırın ötesine geçiyordum.
Anlamsız bir sınır, anlamlı bir ihlal.
Başkaları da bu anlamlı görevi üstlenmişlerdi. Kaçakçılar, köylüler, çobanlar...
Sınırlara en çok kaçakçılar hakimdir. Bu, onların yaşamının vazgeçilmez bir koşuludur. Gizli geçitleri, zayıf noktaları çok iyi bilirler. Bir yaşam okuludur onlar için sınırlar. Hepsi de gözüpek, cesur ve merttirler. Çok dikkatli ve titiz hareket ederler. Katır kervanları ya da sırtlarıyla malzemelerini taşırlar. Kimisi kiralıktır. Katır veya atlarıyla kira karşılığında yük taşır. Ya da sırtlarıyla...
Kırk kilo taşırlar. Ona göre de ücret alırlar. Karlı ve yüksek dağları aşarak hedeflerine doğru ilerlerler. Gizli geçitler ve kaçak mallarla bütünleşmişlerdir.
Yolları gizli, taşıdıkları gizli.
Kendileri kaçak. Yaşamları kaçak.
Hayalleri kaçak.
Firari ezgiler mırıldanırlar.
Sınır türkülerini söylerler.
Ve her sınır kuytuluğu, bir kaçak ezgi demlendirir bağrında.
Ve sınır insanı, bu kuytuluklardan geçerken kaçak ezgilerini bir yemin gibi saklı tutar ve korur. Olası bir ayrılıkta ezgiler diğer kaçakçılara miras kalsın diye...
Kiralık insan! Kürdistan sınırlarında buna çok rastlayabilirsiniz. Birisinin malını sırtıyla ölüm ve umut mekanından geçirerek karşılığında ücret alır.
Tek hedefi, evine sağlam dönmek.
Geçimini sağlama sorunu birinci sıradadır.
Harekete hazır hale geldiklerinde, yüz hatlarından Kürt tarihini okuyabilirsiniz.
Çok uzaklara bakarlar. Gergin ve öfkelidirler. Hafızalarında belki de ailelerinin son fotoğrafı vardır. Tarihe küskün bir bakıştır yüzlerindeki. Ufuklara kilitlenmiş bakışlarında umut vardır. Sınırda başlayan ve devam eden yaşamın aynı yerde vurulacağına duydukları inancı, hep kalplerinin üzerinde bir sır gibi saklı tutarlar. Ve belki de bir gün çok uzaklara da gidebileceklerinin, sınırsız bir yolculuğa duracaklarının umudu vardır o bakışlarda.
Koyun sürüleri de geçer bu sınırlardan. Sürüler ticaret amacıyla diğer tarafa geçirilir. Riski yüksektir. Çünkü sınır aşmak, mayın tarlalarından da geçmektir.
Her sınır geçişinde hayvanların bir kısmı telef olur şu ya da bu nedenle. Ama mutlaka zayiat verirler. En kötüsü mayın tarlalarına verdikleri kurbanlardır.
Koyun sürüleri mayın tarlasından nasıl geçirilir?
Bazen, rastgele bir yerden geçirilir. Bu, büyük risk demektir. Zorunlu hallerde başvurulur. Genellikle daha önce tespit edilen ve mayınlardan temizlenmiş bölgelerden geçerler. İnce bir hat mayınlardan kurtarılmıştır. Koyunlar disiplinli yol almazlar.
Çobanlar çok gergin olurlar. Hem kendileri, hem hayvanları için korkarlar. Sürüyü önlerine katarak ilerlemeye çalışırlar. Yani, tetikte yürürler. Buna rağmen mayınlara basan çobanlar olur.
Mayın tarlasından geçen koyun sürüsü gördünüz mü? Bir trajedi, bir başkaldırıdır. Koyunlar çok fazla iç içe yürüdükleri için, varsa tüm mayınlar patlar. Çobanlar diken üstündedirler. Hem can, hem mal tehlikesi vardır.
Koyunların, temizlenmiş bölgenin dışına taşmasına engel olmak için, çobanlar zaman zaman yan tarafları kontrol etmek isterler. Hareketin en korkulan anıdır. Sağa sola yanlışlıkla bir adım atsa, en iyimser durumda sakat kalacak. Ölüme fazla üzülmez. Çünkü acısına ailesinin acısı da eklenmeyecek.
Sonra, koyunların geçiş hattının çevresine yayıldığı görülür. Mayınlıdır, hiçbir canlı girmez. Bu nedenle, bol otludur. Koyunlar için yeterli bir sebeptir. Bazen çobanlar panik halinde müdahale ederler ve toprağa gizlenmiş bir mayınla sınırda vurulurlar. Bu, her zaman olmaz. Ama koyunları engelleyemezsin. Sağ ve sol tarlalara giderek yayılırlar.
Birden topraktan bir şimşek gibi alev fışkırır, sonra patlama sesi duyulur. Yüzeyde olduğu için, ses güçlü olur. Bir iki koyunun havada uçtuğu görülür.
Artık hiçbir güç sürüyü kontrol edemez. Mayın tarlasına dağılırlar. Peşpeşe patlamalar olur. Sesler birbirine karışır. Çok şiddetli bir yakın mesafe savaşı olduğunu sanırsınız.
Çobanlar çaresiz, oldukları yere yıkılır kalırlar. Büyük zarar görmüşlerdir. Dört yanlarında patlamalar olur. Savaşın ortasında kalmış bir çocuk gibidirler. Daha az zayiat için dua etmekten başka yapabilecekleri hiçbir şey yoktur.
Mayın tarlasının bitiş noktasına gidip kurtulan hayvanları toplamak gerekecek. Genellikle sürünün üçte biri telef olur.
Alışkındır... Her şeye rağmen bir dahaki sefer için umudunu canlı tutar.
Ve sıcak güneş altında çürüyen koyun leşleri. Koku tüm bölgeyi sarmıştır. Ama bu bölge mayınlardan da temizlenmiştir.
Ölümden çıkış yapmak, Kürtlerde bir yaşam tarzı haline gelmiştir. Daha büyük malları geçirmek için bu kez de bir sürü koyun harcanacaktır.
Mayınlar nedeniyle daha az kontrol edilen bölgeler, büyük mal geçişleri için tercih edilir. Bunun için hazırlıklar çok önceden başlatılır. Bu kez iş büyüktür. Sınırın ötesinde her şey hazırlanır. Önce koyun sürüsü mayın tarlasına sürülür. Manzara yine aynıdır.
Tek fark, çobanların üzüntüden yıkılmamasıdır. Çünkü amaçları, koyunları telef edip, yolları açmak. Trajedi bittikten sonra katır kervanları harekete geçer. Dört yüz, beş yüz veya daha fazlasından oluşan kervanlar, parçalı olarak yol alırlar. Mayınlı arazi, koyun leşleriyle temizlenmiştir.
Trajik ama başarılı bir sınır ihlalidir.
Yalnız bu da değil, ihlalin binlerce çeşidini keşfedeceklerdir. Çünkü ötesinde umut ve aşk vardır.
Önce beyinlerdeki sınırlar zorlanır. İlk başarı, cesaret kazandırır. Ve peşpeşe ihlaller gelir. Sonra sınır ihlalinin özgürleştirici havası yakalanır.
Hiçbir sınıra sığmayacakmış gibi kendinizi güçlü hissedersiniz. Zincirsiz bir yaşamın tadına o zaman varılabilir.
Araya teller ve mayınlar da yerleştirilmiş olsa, kollarımızı kavuşturabiliyoruz artık. Sınırın ötesi yok, sınırsızlık vardır. Birlik, kardeşlik ve aşk vardır.
Sınırları ihlal ettiren aşk, mayın tarlasından geçiş cesareti veren aşk. Tellerin koparamadığı aşk.
İşte! Kürtlerin kavgasının özü.
Ve bu derinleşip devam eder. Kavga bitse de o artık içlere sinmiş, içi yaralamıştır. Tel örgüler içte sarılır içi kanatır. O iki olur ve iki defa fiil işler. Biri dışta diğeri görünmez olan.
Tel örgüler, dikili taşlar, ekili mayınlar ve adına tutulan nöbetler. Kaçak bir hayatın korkaklığı ve yasak aşkların ürkekliği gibidir sınırlar. Parselli dünyalara çizilir bir yanı, öteki yanı ufukta vedalaşan sesimizde uzar gider. Bilinmezlerin korkulu telaşıdır belki, izsiz bir patika ihlali. Belki de tutsak umutlar yalnızlığıdır sınırlar.
Her sınır bir ayrılık zimmetler bize
Irayan kıyılarında yabanlaşır umutlar
Sınır tellerine takılır düşlerimiz
Ve her sınır nöbetsiz uykularda çiğnenir
Umutlar sınırların ardında
Öyle çok sınırlarla kuşatıldık ki; öyle çok sınırlara dizildik ki! Gelip geçen yolların tek gümrük kapısıydı sınırımız. Her yolcu uzayan kervana katardı yükünü, her katar bir han kapısında vizesiz ölümlerdeydi. Her ölüm bir ganimet istilası ve her istila işgalli sınırlardı artık.
Öyle çok sınır çizdiler ki; her şehir, her sokak ve har kalabalık çiziktirilen korkularla kaçırılıyordu bizden. Öyle çok sınırlar ektiler ki; her patika, her ırmak ve her cıvıltı daha derinlere siniyordu. Her sınır başka bir sınırda tükeniyordu. Ve biz, biz olmaktan çıkıyorduk.
Tenhalara gizlenmiş gülüşler, hıçkırıklara gömülmüş ağlayışlar ve kaçamak suskunluğumuz bile sınırlarda yabanlaşırdı. Yarım kalan gülüşler peşindeydi yüreğimiz. Bazen çocuksu hayaller nöbetindeydik. Bazen de sınırlar aşmış yalnızlık tılsımında soyluyduk.
Baskın yemiş uykular yatağındadır gülüşler, her gülüş bir bilenmiş kin yüreklerde ve sınırlar kan damıtır gülüşlere.
Her sınır içimize işleyen bir hançer gibi zehirliyordu bizi. Her sınır bir yabancılaşma içimizde ve her sınır işgal edilmiş çocukluğumuzdu.
Sınırlarda yitirdik gülüşlerimizi, sürü sürü umutlar kaçakçılığı sınırlar. Belki ağıtlı sevdalar ötesindeydi sınırlar. Ve sevdalar hep sınır tellerine takılı bir serçenin ürperen yüreğinde saklıydı. İşte biz o zaman sınırındaydık sevdanın.
Dizili karakol gölgesindeydi kaçaklığımız. Her gölge sürülü namlular sıcağında eriyordu sanki. Ve biz, siperlenmiş korkuların ötesindeydik.
Bazen başak tutmuş toprağına değerdi telleri. Bir yanı biz, öte yanı bizden olanlardı. Ve sınırında biçiliyordu ekinler. Bazen bir köy çeşmesinde, pınar’ına değerdi sınırlar. Bazen de; gönüller meydanına çiziliyordu. Bir yanı umut, öte yanı yalnız çocuklar. Her sınır bölünmüş kabuslarda çizilir hayatlara ve her sınır çalınmış düşlerimizi pazarlar uzaklara. Ve, ve her sınır yalnızlığımıza çarpar ücretsiz.
Gelip dindiği tek duraktır yalnızlık. Tüm sınırların ve çiziktirilen tüm hayatların yorgun düştüğü bir yalnızlık kıyısıdır. Ve her kıyı ufka açılmış yüreğin dümeninde, umudun yolculuğundadır artık. Ve artık umut sınırlar ötesindedir.
Şimdi bir patika gümrüğünde sınırların seyrindeyiz. Uzayıp giden tellerine dokunuyoruz usulca. Her dokunuş üşüyen yalnızlığımızı sınar. Gözümüz hep berisinde sınırın. Sırtımız ise, suskun taşında. Önce çığlıklaşan sesimiz ihlal ediyor sınırları, sonra yalpalayan mermiler, dili taşlarına düşen yüreğimiz ise en son. Öncesi sonrasına benzemiyor artık, çünkü hep aynı mekan. Ötesinde biz, berisinde yine biz, sesimiz ise bizim olan sınırlardadır.
Patikalar sınır tanımaz. Ne ekili mayın, ne siperli karakol. Kıvrılarak süzülen her patika ihlal edilmiş bir sınır kaçakçısı sanki. Ve sanki her ihlal ötemize açılan bir han kapısı ve her kapı umut kervanına aralanan yalnızlığımızdır.
İşte şimdi ihlal edilmiş, kurşuna dizilmiş sınırların ötesindeyiz. Bizi bizden çalan her sınır şimdi bizi bize taşıyan ırmaklar gibi coşkundur. Ve her başak toprağına sarılır, her çeşme pınarıyla ışıldar.
Şimdi biz ufkun sınırında umudun nöbetindeyiz. Ne tel örgüler ne ekili mayınlar ne de karakollu rüyalar.
Biz şimdi dorukların sınırında doğan güneş seyrindeyiz. Her seyir bir sınırsızlık özleminde, her sınırsızlık biz olan toprağımızda gelecek tohumlar ardıllarına. Ve her gelecek bir avuç özgürlük yaşar.
Ve işte özgürlük, şimdi GÜNEŞ’ e verilmiş SÖZ’ün umudundadır...
NUMAN AMED
- Ayrıntılar