“Başarmak dışında başka bir alternatifimiz yok”tur diyor bir HPG komutanı. Ve doğrusu bizde bu HPG komutanına en içten duygularımızla katılıyoruz.
Bugünlerde PKK’nin yeni bir doğum gününü kutluyoruz. Ve doğaldır ki böyle günlerde biraz da olsa bu gerçeklik üzerine konuşulması ve yazılması gerekiyor. Hele birde bu gerçeklik gerçekten de herkesi etkiliyor ise…
“Önder Apo, 27 Kasım’da sadece yenilmez bir parti kurmadı. Yeni bir halk, yeni bir gençlik ve yenilmez bir ordu yarattı.”
Bu yenilmezliğin temel bir nedeni hiç şüphe yoktur ki ortaya çıkardığı inanç değerleriyle bağlantılıdır. Ancak bu inanç değerlerini yaratabilmek içinde başarıyı getirecek olan şartları yaratmaktır. Başka bir deyimle, “başarmak dışında başka bir alternatif bırakmamaktır.”
Bunun elbette belirli yolları vardır.
“Bir; düzenden kopacaksın, düzen yaşamından ilişkilerinden kopacaksın.”
Ve bu düzenden kopma işi sadece dağda yaşamakla olmuyor. PKK’liler dağa çıktıkları için düzenden kopmamışlardır. PKK’liler ilk kopuşlarını halen şehirlerde yaşarlarken sergilemişlerdi.
“Şehirdeyken de PKK düzenden kopmuştu… Şehirde değil, nerede olursa olsun, zindanda da olursun her yerde de kopuş kopuştur. Ayrı düzen, ayrı düzendir, ayrı yaşam sistemi ayrı yaşam sistemidir. PKK bu kopuşu bu sistemi baştan oluşturdu.”
Yine bu kopuş yeter mi elbette yetmez. Bunun içinde eğer başarmanın dışında başka yol bırakılmayacaksa o zaman PKK’liler gibi olacaksın. Yani, “24 saat çalışacak, PKK düşüncelerini propaganda edecektin. Propaganda edecek kadar da bilecektin! Bir aracı değil, tümüyle militanı olacaktın.”
Bu şu demektir, PKK’nin düşüncelerini sadece almayacaksın, bunları içleştireceksin, kendine yedireceksin, sadece söz düzeyinde bağlanmayacaksın, kabul ettiğin andan itibaren bu düşünceler senin yaşamının birer parçası olarak yaşayacak.
Aksi taktirde düzenden kopuş sağlanmış olmayacaktır. Fedakarlık yapmış olacaksın, eziyet çekmiş olacaksın, belki de büyük bedellerde vermiş olacaksın ancak düzenden kopmadığın için, PKK’yi de tümden kendinden oturtamadığın için her zaman sistem içileşmeye açık olacaksın. Bu ise “başarmak dışında başka bir alternatifiz yoktur” olmayacaktır. Çünkü sistemin içinde kaldıkça sistemin sınırları ve bakışıyla değerlendireceksin ki bu da başarısızlık demek olacaktır.
Ve başarmanın belki ikinci önemli hususu eğitimdir.
“Kendini eğitmektir. PKK düşüncelerini propaganda etmekle görevli olan, onu öğrenmek zorunda, öğrenebilmek için de kendisini eğitmek zorundaydı. Dolayısıyla PKK’ye katılımın önemli bir ölçütü de PKK’nin teorik-ideolojik çizgisini öğrenmek, özümsemek ve propaganda edecek, propaganda ajite edecek güç, nitelik kazanmaktı. Böyle olmazsa PKK çalışmasında yer alamazsın. Bir şey yapamaz hale gelirdiniz” demek olacaktır.
Özcesi yeni bir 27 Kasım’a doğru giderken PKK’ye ve onun özgürlük gerillasına gönül vermiş olan tüm gençler öncelikli olarak düzenle ilişkilerini sorgulayacaklar, “ne kadar sistemden kopmuşum, ne kadar sistemle iç içeyim(?) sorularını iyi soracaklar.
Ve tabii birde sistemin bireyi tutsak aldığı üç güdüye hakim olacaklar. Yani “yaşamı uğruna ölecek kadar sevmek“ ilkesine göre yaşayacaklardır. Yine çoğalmayı kendilerine dert etmeyeceklerdir. Yine yaşayabilmek için gerekli olandan fazlasına ne göz koyacak ne de peşinde koşacaklardır.
Bunlar olur ise o zaman sistemin dışına çıkılmış olacaklardır. Birde işte bu sistemin dışına çıkılmanın bilincine varmak için kendilerini her ortamda eğiterek, yeniden bir özgür kimlik için kendilerine yüklenirlerse orada artık “başarmak dışında başka bir alternatif yoktur” gerçeğiyle yüz yüze gelinecektir.
Rojhat Bluzeri
- Ayrıntılar
Çatışma iklimi yoğunlaşıyor, siyasi arena da ise son sürat bir hız söz konusu! Tabiri caizse mevsim normallerinin çok üstünde bir sıcaklık siyasetin merkezinde yer edinmiş bulunmaktadır.
Özellikle açlık grevleri, İsrail-Hamas savaşı, Suriye krizi ve bununla bağlantılı olarak da Kobanê ve Serekanî’deki kirli oyunlar baş döndürücü gelişmeler olmaktadır. Tüm bunların yanında gündemin gölgesinde kalan iki önemli gelişme daha var. Kimyasal Necdet’in Suudi krallığına yaptığı ziyaret ve askeri okullarda müfredata alınan seçmeli “Kur’an Dersi”.
Geçtiğimiz hafta tayyip erdoğan’ın da katıldığı bir törenle tüm kamuoyuna yerli tankın tanıtımının ardından, özel’in gerçekleştirdiği bu Arabistan ziyareti ilk elden insanın aklına acaba “beş yüz milyon dolarlık” bütçeye sahip bu projenin kaynak temini için mi gitti diye bir soruyu getiriyor.
Bunun yanında yine bu ziyaret eksenli olarak suriye genelinde ve özellikle kuzeyinde savaştırılan çeşitli taşeron yapılar için kaynak mı gerekiyor diye farklı bir soruyu daha getiriyor insanın aklına. Her ne nedenle olursa olsun, özel’in gerçekleştirdiği bu açılım gerçekten de ilginç olmaktadır.
Arabistan’a yaklaşık yirmi yıldır bu sıfatla herhangi bir Türk yetkilinin gitmediğini-temaslarda bulunmadığını da ayrıca not etmek gerekiyor.
***
Bunun yanında gündemin gölgesinde kalan ikinci önemli husus ise mevcut askeri okullardaki yeni eğitim müfredatı! Burada askeri öğrencilere verilen, seçmeli dersler! Oldukça dikkat çekici bu gelişmeleri cemaat ve malum çevrelerden bağımsız düşünmek, gereğinden fazla iyimser bir yaklaşım olacaktır.
Geçtiğimiz yıllarda belki hatırlardadır halen; Balyoz davasında askerin camileri bombalaması gibi kurguların-darbe planlarının kamuoyunda oluşturduğu etki üzerine; dönemin genelkurmay başkanı yaptığı basın açıklamasında ilginç notlarda bulunmuştu.
“Allah Allah, nidaları ile taarruza geçen askerler, nasıl olur da camilerin bombalanmasını ister” diye, etkileyici tarzlarda sorularda bulunmuştu. Hatta bu ithamların yalan ve basit bir medya oyunu olduğu yönünde verilen brifingler fazla işe yaramadı.
Neden mi?
Düşman mevzilerine “Allah, Allah” nidalarıyla saldıran ordunun genel sorumlusu ve kurmay heyetinin başkanı; itham olarak yansıtmaya çalıştığı balyoz davasından dolayı cezaevine sokuldu! Yani Genelkurmay başkanı örgüt lideri olduğu iddiasıyla tutuklandı, demek ki ordu da herkes “Allah allah” nidalarına sahip değilmiş!
Fiili gelişmelere göre bazıları bu nidalarla düşman üzerine giderken, diğer bazıları da karargahlarda oturup-kafa kafaya vermişler ve camileri nasıl vuracaklarını, nasıl halkı galeyana getirecekleri üzerine çeşitli planlar/kurgular yapmış.
***
Bunun neticesinde ise;
Cemaat ve hükümet olaya el attı. Askerlerin din bilgisi ve kur’an hakkında bilgileri yetersiz görüldü büyük ihtimalle! Yoksa dünyanın hiçbir ordusunda bulunmayan bu inanç eğitiminin ne savaş sanatında, ne de askerlik erbabında yeri olmadığını herkes iyi bilmektedir.
Hatta bu konuda yaşanan bu ilk’e kimsenin şaşmaması ve bilvesile daha da memnun olunmasını da başka türlü açıklamak pek mümkün değildir.
Kimyasal Özel’in iş başı yaptığı anda aslında ordu’ya bir müdahale yapılmıştı. Geçtiğimiz dönemde gerçekleşmiş bu hamlenin neticelerini bolca gördük. Aslında Kimyasal Özel ile Tayyip Erdoğan arasındaki bu ilişkinin de harcını oluşturan bu müdahale; geçmişin Genelkurmay başkanının kendi dönemi hakkında söylediği “başbakan tak diye söylüyordu, biz de şak diye yapıyorduk” betimlemesinden farksız olmakta.
Günümüzde bölgenin ve iç siyasetin yaşadığı bu hareketli mevsimde ordunun ve askerlerin de yaşadığı bu olağanüstü değişimin şifrelerini anlayabilmekteyiz. Fakat gündemde hak ettiği yeri bulamamasının nedenleri üzerine düşündüğümüzde, fazla izah edilecek-elle tutulacak bir yeri olmadığını görebilmekteyiz.
Askeri liselerde müfredat değişimi ve genelkurmay başkanı suudi sermayesinin peşinde iken, gelen son bilgilere göre Şemzinan kırsalında 38 asker yaşamını yitirmiş… İşte normal akılın anlamada zorlandığı bohem nokta burası olmakta!
Askerlerin eğitim sistemindeki değişim ya da elde edilecek yeni kaynaklar; malumatınız bazı gerçekleri değiştirmeye yetmiyor.
Jan Ararat
- Ayrıntılar
Denilecek ki Türk gençleri Kürtlere karşı askerlik yapmayın çağrısının bir anlamı olabilir mi? Soru haklı olabilir ancak çıkmayan candan umut kesilmez diye de bu topraklarda bir atasözü vardır. Bizde halen canın çıkmadığına inandığımız için Türk gençlerinin Kürdistan’a gelip askerlik yapmamaları için çağrıda bulunuyoruz.
Günlük olarak ne kadar Türk gencinin öldüğünü hepimiz günlük olarak izliyoruz. Türkiye’de gelip Kürdistan’da askerlik yapmak kelimenin tam manasıyla akılsızlıktır.
Akılsızlık dediğimiz için kimisi bizi eleştirecek ve hatta hakaret yağdıracaktır. Aklı biz: “Düşünme, anlama ve kavrama gücü, us” olarak ele alacaksak o zaman akılsızlığı yukarıda söylediklerimizin tersi olarak almamız gerekir. Yani düşüncesizlik, anlamamak, kavramamak dememiz gerekiyor.
Haksız bir savaşın aleti olmak ne kadar akıllılıktır? Başka bir halkın ülkesine gelip o ülkenin öz evlatlarına karşı dünyanın en haksız savaşının bir askeri olmak ne kadar ahlakidir? Sizin olmayan bir ülkeye gelip, dağına taşına “ne mutlu türküm diyene” diye bağırmak ne kadar vicdanı bir durumdur?
Evet, Türkiye gençlerine soracağımız binlerce soru vardır. Ve bunun için diyoruz ki Kürdistan’a gelip askerlik yapmayın.
Her gün televizyon ekranlarında onlarca hikaye öğreniyoruz. Nefes filminde dile geldiği gibi size dönük yapılan toplam haber 45 saniyedir. Ondan sonrada unutulup gidiliyorsunuz. Acı çeken ananız, babanız, kardeşleriniz. Varsa bir yavuklunuz, yavuklunuz; evliyseniz varsa bir eşiniz, eşiniz; varsa çocuklarınız, çocuklarınız. Başka da dediğimiz gibi unutuluyorsunuz. Başkasının toprağında toprağa düştüğünüzde vatan sağ olsunun da ahlaki bir anlamı yoktur.
Yeniden söylüyoruz gaza gelip ülkemize askerlik yapmaya gelmeyin. Hele birilerinin özel olarak belirttiği “düşürseniz şehit olursunuz” hikayesi külliyen yalandır. Çünkü siz bizim topraklarda toprağa düşerseniz bir şehit olmazsınız. Şehit hiç sayılmasınız. Diğer dünyaya inanıyorsanız eğer, orada işgal ettiğiniz toprakların halkı sizden mahşer günü işgal bir ordunun askeri olduğu için mutlaka hesap soracaklardır. Bakmayın düştüğünüzde arkanızda söylenen “helal olsun” sözlerine. Helal etme eğer siz bir işgal ordusunun askeri iseniz boştur.
Ne zamandan beri Müslümanları öldüren bir Müslüman şehit kabul edilmiş?
Ne zamandan beri bir avuç oligark için gidip suçsuz insanları öldürenler kahraman olmuşlardır?
Ne zamandan beri başkasının toprağına göz dikenler yani o toprağa tecavüz edenler destan olmuşlardır?
K. Nurhak arkadaşımızın birkaç ay önce yazdığı gibi: “Türkiye halklarının işgal süreçlerinde düşmanlara karşı gösterdikleri direnişlerde canlarını ortaya koymaları ve bu amaç uğrunda ölmelerini şehitlik olarak ele alınmış ve kutsanmışlardır. Ve İslamiyet’e göre işgal sürecinde toprakları için direnen insanlara eğer bu uğurda canlarını vermişler ise şehit sayılırlar, eğer yaralanmışlar ise gazi unvanını verilir. Sonuç itibariyle insanlar işgale karşı direnişmişler ve bu uğurda ya canlarını vermişlerdir ya da canlarının bir parçasını vermişlerdir. Ve dediğimiz gibi bunun için İslam dini bu durumu önemsemiş ve ödüllendirmiştir.”
En genel ve sözün tam manasıyla şehitlik: ““Allah yolunda canını fedâ eden, dînini, vatanını, bayrağını, nâmusunu müdâfaa ederken ölen, haksız yere öldürülen Müslüman”dır.
Peki, Türkiye’de Kürt gerillalarına karşı savaşa giden kaç tane Türk ya da Türkiyeli canını verdiğinde gerçekten şehit kategorisine girer?
Bir kere Kürdistan’da ölenler öncelikli olarak Allah yolunda ölmüş değildirler. Nedeni ise eski tarihlerde denildiği gibi “kafirlere” karşı sürdükleri bir savaş yoktur. Kürtler Müslüman’dır.
Dinini müdafaa meselesi de bu manada boşa düşer. İslam’a saldıran ve onu tehdit eden bir özgürlük hareketi yoktur.”
Evet, katletmeye gittikleriniz ne dinsizdir ne de İslam değerlere saldıran insanlardır. Ne de gelipte Türkiye topraklarını işgal eden güçlerdir.
Yani askerlik yaptığınız Türkiye devleti sizi mayın tarlasına sürülen eşek gibi kullanmaktadır. Bunun için diyoruz ki bu duruma alet olmayan. Bunun için diyoruz ki Kürdistan’a gelip Kürt gerillasına karşı savaşmayın. Ve bunun için diyoruz ki haksız bir savaşın içine girip ailenizi ve sizi sevenleri acıya boğmayın.
Ve bunun için diyoruz ki Türk ve Türkiye gençleri lütfen ama lütfen Kürdistan’a askerlik yapmaya gelmeyin.
Derler ki “Ölümün kapısını herkes yanlış çalar.” Ama biz diyoruz ki ölümün kapısını Kürdistan’a gelerek hiç çalmayın. Ailenizle sevdiklerinizle birlikte huzurlu ve mutlu bir şekilde uzun yaşayın.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Tuhaftır ama Türkiye’de savaşı sevmeye başlayanlar öyle görülüyor ki çoğalıyor. Dünyanın her yerinde savaş karşıtlığı yükselişe geçerken, Türkiye’de bu trend tersinedir. Savaş taraftarlığı İnn’dir.
Bu durum incelenseydi çarpıcı sonuçlar ortaya çıkabilirdi. Toplumun ruhsal durumunu anlamak açısından da böyle bir araştırma iyi olabilirdi.
Örneğin, Türkiye toplumunda giderek gerilmelerin kendisini fazladan baş gösterdiğini insan çok rahatlıkla görebilir. En küçük bir eleştiriye bel altı sözlerle bu toplumun sözde en ileri olanları veriyor. Tahammülsüzlük had safhada. Birbirini vurmalar, hırsızlıklar, tacizler, tecavüzler, hoşgörüsüzlük, trafik cinayetleri, kadın katliamları, cinnetler, sataşmalar derken gerçekten de toplum giderek zıvanada çıkıyor.
Şimdi denilecek ki bizim toplumumuzda yukarıda saydıklarınız hiç eksilmedi ki!
Elbette bizim toplumlarda şöyle ya da böyle yukarıda söylediklerimiz her zaman az çok var olageldi. Nedeni açıktır, iktidar erkinin baskı unsuru olarak bulunduğu her yerde, yine devletli toplulukların var oldukları tüm zamanlarda ve tabii birde nerede ata erk sistemler varsa oralarda dediğimiz gibi böyle barışı, huzuru kaçıran durumlar hep yaşanmıştır.
Ancak Ortadoğu gibi dini değerlerin çok yüksek olduğu, yine neolitik değerler diye bildiğimiz toplumsallığın her zaman kabul gördüğü bir mekanda bu yaşam bozukluklarını frenleyen toplumsal bir mekanizmada hep var olagelmiştir. Buna biz politik ahlaki toplum diyoruz. Yani toplumunun kendisini böyle gerilmelere karşı savunduğu bir mekanizma.
Biraz bu toplumu bilenler bilir ki, eskilerde iki komşu arasında bir husumet çıktığında o mekanın büyükleri, ruh spileri yani ak yüzlüleri araya girer ve bu negatif durumları aştırırlardı. Bu ise toplumumuzun ya da toplumlarımızın sürekli bir dengede –anti toplumsal iktidar erklerine rağmen-ayakta kalmasını sağlarlardı.
Ancak bu denge bir müddettir tamamen bozulmuştur. Bu bozulmayı en fazla tetikleyen güç pragmatizmi ileri düzeyde kendisine esas alan iktidar odakları sağlıyor. Eskilerde bir kavram vardı, gemisini kurtaran kaptandır diye, bugünlerde bu felsefe tamamen topluma sirayet ettirilmiştir. Öyle ki “doldur cebini nasıl doldurursan doldur” misali.
Evet, çok aşırı derece de bir pragmatist siyasetin sonucu olarak toplum tamamen çıkarcı hale getirilmiştir. Çıkarların ya da çıkarcıkların olduğu mekanlarda kesinlikle iki yüzlülükler hatta yüz yüzlükler yaşanır. Yani ahlaki değerler ayakaltına alınır. Böyle yerlerde herkes başının çaresine bakar. Gemisini kurtaran gerçekten de kaptan olur. Ya da her koyun kendi bacağından asılır. Yani bacağından asılmamak için bir an önce diğer koyunların bacaklarını asılacak yere götürerek kendini kurtarmak esas olan olur.
Evet, şimdi Türkiye’de tamamen var olan ahlaki durum budur. Bu ise bir çöküştür. Bu ise bir bitiştir. Bu ise insanlıktan kopuştur. Bu ise ölümlere davetiye çıkarmadır. Bu ise başkasının ölümünde hiç mi hiç rahatsız olmamadır. Bu ise kendisinin açılım alanı için başkalarını yok saymadır. Bu ise gerçekten de maymunlaşmadır.
Hani diyorlar ya: “Görmedim, Duymadım, Söylemedim” yani üç maymunu oynama, tamamen böyle bir duruma gelmek demektir.
Bir yerde “Görmedim, Duymadım, Söylemedim” haline gelinmiş ise orada artık toplumun kendisini yenilemenin mekanizması bitirilmiştir. Yani burada toplumu ayakta tutan toplumsal ahlak dokusu ayaklar altına alınmıştır.
Türkiye’de böyle bir durumun yaşandığını görmek için sadece ama sadece akşam haberlerinde birkaç dakika ana haber bültenlerine bakmak yeterlidir de artar da. Hatta imkanınız varsa Salı günleri mecliste düzen partilerinin yaptığı toplantılara bakmanız da yeter. Hem haberlerde, hem bu parti toplantılarda gösterilenler, sergilenen diller bir toplumun nasıl bitirilişe götürüldüğünü açıkça gözler önüne serer.
Evet, dünyanın her yerinde savaş karşıtlıkları gelişirken buralarda savaş kışkırtkanlığının böyle popüler olmasının bir nedeni, belki de en önemli nedeni bugün Türkiye’de iktidar erki görevini icra eden pragmatizmin yani her şeyi mubah gören ve her şeyi satarak kendisine gelecek açmak isteyenlerin politikalarının ta kendisidir.
Bu durumu durdurabilmek için, bir an evvel, ertelemeden hızla ahlaki politik değerlerin oluşması için hepimizin harekete geçmesi gerekir aksi taktirde yarın çok geç kalmış olabiliriz.
Şiho Dirlik
- Ayrıntılar
Son zamanlardaki siyasi gündemin temel noktası cezaevinde binlerce tutsak tarafından geliştirilen açlık grevleri! Ülkenin her tarafında ve bütün kesimlerinde son derece gergin bir şekilde takip edilen bu sürecin nasıl bir ivmeye bürüneceği ise henüz meçhul.
Gündemin açlık grevi etrafında şekillenmesi ve bir kemanın yayı kadar toplumu germesi başta siyasi iktidar olmak üzere, malum çevreleri son derece zorlamakta. Bundan dolayı da bazen birbirinden ilginç çıkışlar ve açıklamalarda bulunuyorlar.
Özellikle bu konuda Erdoğan’ın yaptığı her konuşma ve verdiği her beyanat tutarsızlıkta ve samimiyetsizlikte sınır tanımıyor. Özellikle geçtiğimiz günlerde yaptığı grup toplantısı son derece dikkat çekici açıklamalarıyla; izan etmeye çalıştığımız tutarsızlık ve samimiyetsizlik noktasında yine uç noktadaydı.
Buradaki konuşmasında özetle “robota” bağlanmış, ölme-öldürmenin dışında herhangi bir fonksiyonu bulunmayan PKK’lilere yine kendince çağrıda bulunmaya çalıştı. Neydi bu çağrının özü?
Hatırlatmak gerekirse; Erdoğan yine PKK’ye ve onun militanlarına “silah bırakın” demeye getirdi…
Hatta kendi mücadelesini de bir nevi bu “robota” bağlamış örgüt yapısının ıslah edilmesine adadığını da ilan etmeye çalıştı.
Tüm bunların arasına bir de “askerin alicenaplığı”nı ekledi!
Geçtiğimiz haftalarda askerin üstün yeteneklerini ve hatta “sınırın derinliklerinde” bordo bereliler tarafından geliştirilen operasyonlara, yine burada etkisiz hale getirilen örgüt mensuplarına ilişkin açıklamalar yapılırken, heyhat işte bu hafta askerin insani meziyetleri üzerine açıklamalarda bulunulmaya başlandı.
Özellikle Siirt kırsalında “elim bir kaza” sonucu düşen helikopterin ardından bu hafta yapılan konuşmalarda askerin bu meziyetlerine değinilmesi ise düşündürücü bir nokta olmakta.
Özcesi Erdoğan’ın bu tuhaf açıklamalarından şöylesi bir sonuç çıkarmak mümkün pekala;
Kendi deyimiyle insanı yaradandan ötürü sevme anlayışını askere enjekte etmiş ve onun da insani ve ihsanı yaklaşımı Kürdistan dağlarında gösterilmekte.
Yine Cudi kırsalında yaşanan manzaralar karşısında da bölge halkının evlatlarına sahiplenmesi üzerine de benzeri manipülasyonlar bu minvalde gündeme servis edilmeye çalışıldı.
Erdoğan askerci siyasetini ve siyasi çizgisini; karşısındaki direnen güçlere yönelik her fırsatta savunmaya devam ediyor! Özellikle önümüzdeki dönemde bu alandaki projelerine benzeri eksenler üzerinden devam edecektir.
Konunun grift olduğu husus ise “robota” bağlamış örgüt yapısına gelmekte. Özellikle bordo berelilerin geçtiğimiz hafta ortaya çıkan tablo da, sözün anlamsızlığı ve eylem ile söylem arasındaki uçurumun derinliğini bütün kesimlere gösterdi.
Erdoğan’ın 10 yıllık iktidarında bu dönem kadar zorlandığı başka bir süreç olmamıştır. Elbette kendinden öncekiler gibi o da süreci ve bu siyasi baskıyı “askere” dayalı bir pozisyonla aşmaya çalışmaktadır. Bundan dolayı da idam gibi tartışmalarla zevahirini kurtarmaya çalışıyor.
Bundan dolayı da bazı kesimler bu duruma ilişkin palavra ve sopa siyaseti gibi betimlemelerde bulunuyor.
Tüm bunların yanında Erdoğan’ın yapmaya çalıştığı ve askere dayalı meziyetler arasındaki söylem salatasının esas amacı ise; kendi askerinin alicenaplığı (!) yanında, basit bir alicengizlik olmaktadır.
Erdoğan geçtiğimiz dönemlerde kendince pragmatik sonuçlara ulaştığı bu alicengizliklerle, bu süreci de atlatmaya çalışıyor. Ondan dolayı da bütün çevrelerin her gün daha da yükselen sesleriyle yaklaşmakta olan tehlikeyi işaret etmesine rağmen, o güvendiği bu basiretsiz siyasi anlayışıyla durumu kurtaracağını sanmakta.
Belki de 10 yıllık iktidarlığında yaşadığı bu büyük krizi böyle basit bir alicengizlikle aşacağına inanması ise talihsizliğin de ötesinde olmaktadır. Askere dayalı ve envanter siyaseti; sözü edilen ve etraflıca tartışılan gündemlerin hiçbirinde çözümün gücü olamaz.
Ondan dolayı da bütün çevrelerin sözünü ettiği tehlike; doğal olarak daha da yaklaşmakta! Ortaya çıkacak topyekun direniş, başta Erdoğan’ı ve etrafındaki diğer alicengizleri vuracaktır.
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
Sokak serserileri bilinir. Günü birlik yaşarlar. Onları insanlık çokta ilgilendirmez. Onlar için önemli olan yaşadıkları an’dır. O an neyse odur. Bunun için yaptıkların büyük muhakemesini yapmazlar. Anlık çıkar neyi gerektiriyorsa onu yaparlar.
Halbuki biz biliyoruz ki insanlığa büyük miras bırakanlar bize: “3000 yıllık insanlık tarihini ele alıp değerlendirmeyen, yaşamayan günübirliktir” diyor. Yani sadece içinde bulunduğumuz çağı değil bu çağın da çok ötesine geçerek düşünmek, dersler çıkarmak hatta aynı temellerde geleceği de böyle ele alarak değerlendirmek normal insan aklının kabul ettiği hakikattir.
İnsanın normal aklı bize bunu söyler. Toplumsal olaylarda en hassas olması gerekenler elbette siyasetle uğraşan insanlardır. Siyaset insan yaşamını, toplum yaşamını birebir ilgilendiriyor. Birebir etkiliyor. Herhalde birde siyasetçi olarak söz söyleyecek, karar verecek pozisyondaysanız, bizim gibi katılımcı mekanizmaların çok gelişkin olmadığı toplumlarda siyasetçilerin çok daha ileri düzeyde duyarlı olmaları gerektiği açıktır. Goethe’nin belirttiği gibi adeta “3000 yıllık tarihi bilerek” yaşamalıdır.
Ne demiş büyük şair:
“Yüzyıllar üzerine uzun uzun düşünen
Her şeyi öze ait temiz ışıkta inceler… ”
Şimdi Türkiye’de siyasetçiler böyle yüzyılları düşünerek mi konuşuyorlar yoksa gerçekten de sokak serserileri ve kabadayıları gibi bir üslup mu tercih ediyorlar?
Serseriliği eğer bizler :”Belli bir işi ve yeri olmayan başıboş kimse, kabadayı, hayta, holigan. Tutarsız, beğenilmeyen davranışları olan. Belli bir hedefi olmayan, belli bir hedefe atılmamış olan, rastlantıyla gelen” diye ele alacak olur isek, kabadayılığı ise: Korkusuz, iyi dövüşen, kendine özgü namus kurallarının dışına çıkmayan kimse, Babayiğit, koçak” mı diyeceğiz.
Ya da Türkiye’de özelde iktidardaki baş bakanın genelde de Türkiye siyasetini yürütenleri magandalar olarak mı ele alacağız?
Magandayı en yalın haliyle herhalde: “Görgüsüz, kaba, anlayışsız, terbiyesiz ve uyumsuz kimse” diye tanımlamışken.
Gerçekten de Türkiye siyasetçileri giderek süflîleşiyorlar. Türkiye baş bakanını anlatmaya gerek bile yoktur. Yukarıdaki tariflere göre magandaya bire bir uyuyor. Sokak serserisine hiç yabancı durmuyor. Hele bir MHP’nin Vural diye bir sözcüleri var, Recep İvedik tiplemesi bu kişinin yanında sınıfta kalır. İnsan bu kadar da bir kültürsüz, günü birlik, vizyonsuz olabilir mi? Yine bir Kılıçdaroğlu var sanki görevi bir magandaya ya da sokak serserisine ... yarıştırmaktır.
Özcesi Türkiye siyasetsinde giderek bir dil kirliliği, ahlak kirliliği, saygı kirliliği ileri düzeyde yaşanmaktadır.
Bunun içindir ki onca sorun sadece sorun olarak ortada durmaktadır. Sanıyorlar ki “tabakhaneye … yetiştirir misali” birilerine bel altı laf yetiştirmek siyasettir. Sorun çözmektir. Zan ediliyor ki, toplumun duygularına hitap ederek coşturmak sorun çözmektir. Ve zan ediliyor ki, ne kadar büyük konuşulursa o kadar büyük olunuyor. Halbuki bunların hepsi de yanlıştır.
Örneğin en son dün Türkiye’nin baş bakanı “açlık grevi şantajdır, blöftür, şovdur” diyerek yine aklını ekmek peynirle yemiştir.
Bir yazarın belirttiği gibi: “Acaba Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olduğunu mu unutmuş, yoksa Türkiye'nin dünyada olduğunu mu?” diye haklı olarak sormuş.
Evet dediğimiz gibi benzer bir soruyu Kılıçdaroğlu’na da, Vural’a da, Bahçeli’yede sormak gerekir. Siz Türkiye’nin dünyada olduğunu unutunuz mu?
Artık bırakın … yarıştırmayı da var olan kocaman Kürt sorununu çözmeye dönük biraz kafa yorun. Aksi durumda yarın bu ülke bölündüğünde kimse Kürtlerin bu ülkeyi böldüğünü diline alamaz.
K. Nurhak
- Ayrıntılar
Kemal Burkay nihayet HAK-PAR genel başkanı oldu. Böylece de onbeş aydır oynanan bir oyunun sonuna gelindi. Neden mi? Zaten HAK-PAR’ın esas genel başkanı ve ideoloğu Kemal Burkay’dı. Fakat bir süre açıktan değil, gizliden ve geriden partiyi yönetmeyi tercih etti. Elbet bunun da bir amacı vardı. Bayram Bozyel ise fukara bir emanetçiydi. Emanetçi başkanlar hiçbir yerde partiyi geliştiremediler. Bayram Bozyel de bu akıbeti yaşamaktan kurtulamadı.
İşin ilginç tarafı, bir dönem HAK-PAR içinde dışa vuran Kemal Burkay karşıtlığıydı. Bazı kişi ve çevreler Kemal Burkay’a yönelik söylemedik söz bırakmıyorlardı. Hatta HAK-PAR yönetimi bile Kemal Burkay ile mesafeli görünmeye çalışıyordu. HAK-PAR ile Kemal Burkay’ın hiçbir ilişkisinin olmadığını söylüyorlardı. Özellikle 12 Haziran 2011 seçimi öncesi görüntü böyleydi. Demekki hepsi yalan ve bir oyun gereğiymiş! HAK-PAR’dan ayrılan bazı kişiler dışındakilerin durumu böyleymiş.
Elbette bu oyunun iki boyutu var: Bir AKP boyutu, bir de HAK-PAR boyutu. Bilindiği gibi, Kemal Burkay otuzbir yıl boyunca sözde sürgün yaşadığı Avrupa’dan 2011 yılının Ağustos ayı başında Türkiye’ye döndü. Türkiye’ye girerken İstanbul’da vali karşıladı. Birkaç gün sonra AKP’nin bakan ve milletvekilleri ziyarette bulundu. Dahası AKP yanlısı medya günlerce ve aylarca neredeyse Kemal Burkay özel yayını yaptı. TV kanalları arasında stüdyo stüdyo dolaştırıldı.
Tabi laf gelimi Kemal Burkay’a birçok konu soruluyordu. Fakat can alıcı olan ve işin püf noktasını oluşturan Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ve PKK üzerine olanlardı. Kürt Halk Önderi’ni ve PKK’yi yeren yalan yanlış bir cümle koparabilmek için medya her şeyi yapıyordu. Özellikle PKK’den ayrıldığı hususları belirtmesi, PKK için “Terörist” demesi ve “Silahlı mücadelenin zamanının geçtiğini” söylemesi için, deyim yerindeyse kırk dereden su getiriyordu. Kemal Burkay istenenleri yapınca da program amacına ulaşıyor ve programcılar adeta mest oluyorlardı.
Haftalar ve aylar adeta bir Hacivat-Karagöz oyunu gibi böyle geçti. Kuşkusuz AKP bu oyunu boşuna oynatmıyordu. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, “Kürt sorunun demokratik-siyasal çözüm zemini kalmamıştır” diyerek geri çekilmişti. PKK, “Kürt sorununun demokratik özerklik çözümünü devrimci halk savaşıyla gerçekleştireceğim” diyerek yeni bir direniş süreci başlatmıştı. Bunlara karşı AKP, topyekûn özel savaş konseptiyle saldırı yürütüyordu.
İşte bu topyekûn özel savaş saldırısı için AKP’ye yeni yeni figüranlar gerekiyordu. Bunlardan birincisi ve en çok umut bağlananı Kemal Burkay oldu. Nitekim Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’la avukat görüşünün sona erdiği hafta Kemal Burkay Türkiye’ye getirildi. AKP yandaşı medya tarafından “Yeni Kürt Lider” diye Türk ve Kürt kamuoyuna sunuldu. Böylece Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a rakip bir Kürt lider bulunmuştu! Kürt Halk Önderi’ni ve PKK’yi kötüleyerek AKP’nin topyekûn özel savaş değirmenine su taşıyacaktı.
Kemal Burkay’ın bir siyasal parti lideri olarak değil de, bağımsız bir aydın kimliğiyle hareket etmesi, AKP’nin PKK’ye karşı yürüttüğü özel savaş politikalarına daha uygun düşüyordu. Bu kimlikle daha inandırıcı olur, PKK tabanını etkileyebilirdi! Fazla siyasal söylemi öne çıkarmaz, böylece Türk faşist-sömürgeciliğini rahatsız etmezdi. Bütün bunlar da PKK ve Önder Abdullah Öcalan’a karşı “Yeni Kürt Lider” imajına daha uygun düşerdi!
Özetlersek, demekki Kemal Burkay AKP’nin PKK’ye ve Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a karşı yürüttüğü topyekûn özel savaş planının bir parçası olarak Türkiye’ye getirildi. Verilen bu görevde “Daha etkili ve başarılı olabilsin” diye onbeş ay gibi bir süre “Bağımsız Kürt aydını” kimliği içinde tutuldu. Bu süre boyunca AKP’nin yürüttüğü topyekûn özel savaş konseptinin bir parçası oldu ve ona hizmet etti. Bu bir oyundu, AKP’nin özel savaş oyunu.
Şimdi Kemal Burkay’ın HAK-PAR genel başkanı olmasıyla bu oyunun sonuna gelinmiş oldu. Nitekim Kemal Burkay artık bir parti başkanıdır, yani aktif siyasetçidir. Siyasal partileşmede ayrı bir taraftır. Başkanı olduğu parti PKK ve Önder Abdullah Öcalan karşıtıdır. Dolayısıyla artık Kemal Burkay’ın sözü HAK-PAR’ın inandırıcılığı kadardır. O da Kemal Burkay adı ve etkisinin yok olması demektir.
Peki AKP, Kemal Burkay kozunu neden elden bırakmıştır? Kozun bir etkisi ve değeri kalmamıştır da ondan. PKK’nin ve Kürt halkının geliştirdiği özgürlük mücadelesi ve aktif direniş, zaten fazla bir gücü olmayan Kemal Burkay’ı tümden bitirerek adeta posasını çıkartmıştır. Zindanda ve dağda direnişin bu kadar boyutlandığı bir ortamda, Kemal Burkay’ın “Direnmeyin, teslim olun” sözlerini kim dinler? Tam kırk yıldır “Silahlı mücadele zamanı değildir, bırakın silahları” biçimindeki tekerlemesine kim inanır?
Bu nedenledir ki AKP artık yakasını bırakmış, “Ne işin varsa gör” demiştir. Yani artık AKP’ye fayda sağlamaz, özel savaş politikalarına hizmet edemez hale gelmiştir. Her sömürgeci ve emperyalist gibi AKP de işi biteni bir köşeye atmıştır. Kürt direnişi hem AKP’nin özel savaş politikasını, hem de Kemal Burkay’ın kendini farklı kimlikle sunan oyununu boşa çıkartmıştır.
Kemal Burkay oyununun HAK-PAR boyutuna gelince, burada yaşanan da pek farklı değildir. Kemal Burkay’ın HAK-PAR’a genel başkan olması bu oyunu da sona erdirmiştir. Bu sonuç açıkça göstermiştir ki, baştan itibaren HAK-PAR’ın esas başkanı aslında Kemal Burkay’dır. Kemal Burkay’ın Türkiye’ye gelişi, baştan itibaren HAK-PAR’a genel başkan olmaya endekslidir.
Peki madem böyleyse, o halde onbeş aydır neden genel başkan olmamıştır? İşte bir oyun da zaten burada. Baştan itibaren Kemal Burkay HAK-PAR başkanı olsaydı, o zaman etkinliği HAK-PAR’la özdeşleşirdi, ayrı bir etkinliği kalmazdı. Onbeş aydır “Bağımsız aydın” kimliğiyle kalarak sözde kişisel etkinlik oluşturmaya çalıştı.
Oyunun şöyle olduğu anlaşılıyor: Kemal Burkay HAK-PAR ile ilişkili olsa da ayrı duracak ve bu temelde “tanınan bir aydın” olarak farklı birçok çevre üzerinde etkinlik geliştirecek! Özellikle İmralı görüşmelerinin yaptırılmadığı ortamda PKK’nin kitle tabanını ve çevresini etkilemeye çalışacak! Yani Kemal Burkay etrafında bir çevre oluşacak. Benzer biçimde emanet başkanlı HAK-PAR da PKK çevreleriyle ilişkilenerek mümkün olduğu kadar etkinlik geliştirecek! Sonuçta oluşan iki güç birleştirilerek belli gücü olan bir siyasal hareket ortaya çıkartılacak!
İşte bir oyun da bu ve böyle bir oyun temelinde hareket edildiği anlaşılıyor. Hem Kemal Burkay’ın, hem de HAK-PAR’ın son iki yılda tamamen bu temelde hareket ettiği görülüyor. Aslında iki tarafta rolünü oynamak için çok çalışmış bulunuyor. Fakat sonuç tam bir başarısızlıktır. PKK’nin ve Kürt halkının direnişi bu oyunu da bozmuştur. Nitekim Kemal Burkay’ın katılımı HAK-PAR’a hiçbir şey katmamış, eklememiştir.
Bu biçimde artık oyunun sonuna gelinmiştir. Kürt özgürlük mücadelesi yeni bir özel savaş oyununu bu biçimde bozmuştur. Çünkü oyun sırasında başarılı olamayanlar, şimdi maskelerinin düştüğü ortamda özgürlük mücadelesine karşı ciddi hiçbir şey yapamayacaklardır.
Selahattin ERDEM
YENİ ÖZGÜRPOLİTİKA
- Ayrıntılar
26 Nisan 1986 yılında o zamanın Sovyet’i bugünün Ukrayna’sı olarak bildiğimiz Çernobil kentinde bir nükleer santral kazası yaşanmıştı. Hatırlayanlar bilirler ki o zaman Rus yetkililer Çernobil santralının etrafa saçtığı radyasyonu gizlemişlerdi. Halbuki biz biliyoruz ki, bu kazadan dolayı ortaya çıkan radyoaktif serpinti 350.000 kişinin olay bölgesinden uzaklaştırılmasına neden olmuştu. Uzun bir süre sonra ortaya çıktı ki değil etrafına radyasyon yaymayı neredeyse binlerce kilometre ötelere bile bu zehirleyici radyoaktif serpinti, bünyeyi tahrip edici, kanser üretici ve de öldürücü etkide bulunmuş. Karadeniz kıyılarını ne kadar etkilediğini de yaşayanlar bilir. Yine çok sonraları öğreniyoruz ki Çernobil etrafında halen yeşillik yetişmiyor, halen orada ya da yakınında doğan çocuklarda büyük oranda kanser vakalarına rastlanıyor, halen ve de binlerce insan 1986 yılından bu yana hayatını kaybetmiş.
Kürt halk önderliği Çernobil nükleer reaktörünün patlayarak Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombasından 200 kere daha büyük etkide bulunan bu patlamayı siyasi sahaya çekerek birçok değerlendirmede bulunmuştu.
Örneğin etrafını sürekli rahatsız eden, oraya buraya çeken, didiştiren, çekiştiren, ne söylediğini bilmeden kirlilik saçan, ortamı tahrik ederek dağıtan kişilik tiplemelerine Çernobil kişiliği demiştir.
PKK tarihinde böyle sürekli adeta Çernobil gibi radyasyon yayarak “öldüren” kişilikler çıkmıştır. Böylesi tipler elbette uzun süre PKK içerisinde kalamamışlardır. Ancak nükleer patlamaların dışarıya sızdırdı radyoaktif serpintiler gibi ciddi öldürücü roller oynamışlardır.
Bir yoldaşımız bu durumu yaşayan bir tipi anlatırken, “O zaman 1986’da Rusya’da bir nükleer tesis patlamıştı, Çernobil nükleer tesisi etrafa radyasyon yayıp herkesi öldürüyordu. Atom bombası atılmış gibi bir durumu vardı. Ona benzetiyordu. Örgütsel olarak çevresinde ne varsa her şeyi öldüren olarak değerlendiriyordu. Gerçekten de öyleydi. Tam bir hastalıklı, psikolojik duruşu vardı. Dedikoducu, bildiği şeyleri çevresine söylemezse duramazdı. Durduk yerde dedikodu yayıyordu. Öyle ki bir karıştırıcıya gerek yoktu. Zaten karıştırıyordu. Önderlik, örgüt bozucu olarak değerlendirdi” demektedir.
Şimdi gelelim Türkiye’nin bir numaralı Çernobil vakasına. Ya da süper Çernobil kişiliğine. Ya da süper Çernobil faciasına.
Dikkat edilirse Türkiye başbakanı etrafına sadece ve sadece öldürücü radyasyon yayıyor. Açlık grevciler için "Açlık grevi diye bir şey yok, tamamen şov yapılıyor" diyor, açlık grevlerinden çok çok önceleri BDP’li bir gurup milletvekillinin bir yemek sofrası için “kuzu kebap yerken, açlıktan ölün diyorlar" diyerek alakaya maydanoz seriyor. Hızını alamıyor sızıntıya devam ediyor: “Ben bakanımı bizzat cezaevine gönderdim, bunları gitti yerlerinde de izledi. Şu anda zaten yarıdan fazlası dilekçe vermek suretiyle bu işi de bırakmış vaziyetteler. Böyle bir şey de söz konusu değil" diyor ancak üzerinde bir hafta geçmesine rağmen açlık grevleri daha da büyüyerek devam ediyor.
Ve tabii Çernobillik öyle bir günlük hikaye ve karakter yapısı değildir. Oluşmuş ve yerleşmiş bir kişilik yapısı olduğu için her davranışta sızıntı, radyasyon- radyoaktif serpinti yayma halidir. Kürtlerin en temel doğuşta hakkı olan anadilde eğitim için, “Anadilde eğitim diye bir şey yoktur” sözünü Kürtler için kullanırken, Almanya’da yaşayan Türkler için Alman devletini asimilasyonlist yaklaşımlarından dolayı eleştirerek Türklere anadilde eğitim hakkı istemektedir. Halbuki burnunun dibindeki ve buranın en eski ve temel halklarından olan Kürtlerin temel bir hakkı olan anadilde eğitim için, “Anadilde eğitim diye bir şey yoktur” diyebiliyor.
Biz bu Çernobil faciasının daha önce söylediklerini de iyi biliyoruz.
Basın ve sanatçılar için, “Despot aydınların bize nasıl akıl vermeye kalktığını görüyor ve kusura bakmasınlar, belki biraz ağır olacak ama o zavallılara acıyoruz... Soruyorum, yahu siz kimsiniz? Bu ülkede tiyatro sizin tekelinizde mi?... Geçti o günler....” diye biliyor.
Roborski’de katledilen 34 Kürt genci için: “Konunun takipçisi olduklarını Genelkurmay Başkanımdan tekrar duydum, dinledim. Bu yapılan çalışmalar, gösterdikleri hassasiyet sebebiyle gerek Genelkurmay Başkanıma, gerek bölgede hizmet veren komuta kademesinin hepsine, bu konudaki hassasiyetleri sebebiyle de şahsım, milletim adına teşekkür ediyorum. Medyaya rağmen teşekkür ediyorum” diyerek katilleri alenen, resmen dünyanın gözü önünde kutluya biliyor.
“Ananı al da git”den başlayıp geçen yıllarda “ucube”ye, “tıksırıncaya kadar için”e, Hopa’da bir protestocudan söz ederken kullandığı “kadın mıdır, kız mıdır bilemem”e, muhalefeti hedef alan “burnunu sürtmek” ya da “tükürdüklerini yalayacaklar” türünden veciz sözlere ve nihayet Meclis’te başörtüsü serbestisi önergesi veren BDP’li milletvekillerini hedef alan “Dini Zerdüşt olanın ne ilgisi var bu işlerle” diyene kadar etrafa ve gerçekten de sadece kendi etrafına da değil tüm Türkiye’ye hatta tüm Ortadoğu’ya radyoaktif serpinti yani radyasyon yayarak ortamı kirleten, ortamı yaşanamaz kılan bir kişilik yapısına sahiptir bu Çernobil vakası.
Zamanında Çernobil nükleer santralının radyoaktif serpinti yaymaması ya da bu yayımı durdurmak için binlerce tonluk duvar beton örerek bu öldürücü radyasyon sızıntısının önünü almaya çalışmışlardır.
Şimdi Türkiye’de tüm sağduyulu insanlar bir an önce bu Çernobil vakasının etrafına betondan duvar örerek daha fazla toplumu zehirletmesine izin vermemek hepimizin nükleer karşıtı kişiliklerin görevidir.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
Bazen insan şöyle bir durup bakıyor her şeye; yaşananlara/konuşulanlara, yüzlere ve gözlere! Böylesi anlarda ne duyulan sesin, ne de içine bakılan gözün bulunduğu yer ile bakıldığı yer arasındaki mesafe kendiliğinden ortadan kalkmıyor. Aslında durulan yer ile bakılan yer arasındaki mesafe; ahlak ile vicdanın musahabesinden damıtılması oluyor.
İnsan böylesi anlarda baktığı kişiye, yere ya da duyduğu en ufak bir tınıya dahi gerçeğin kendisini veriyor! Aslında gerçek bu geri çekilme anında ve backround bakışlarda kendini gösteriyor.
Şu anda da Türkiye’nin durumu ve bu duruma dair yapılan söylemlerin hepsi; gizli bir gerçeği açığa çıkarıyor. Ülkenin durumu hiç de iyi değil! Bunun altını ise farklı yaşam alanlarında, mecralarında ve platformlarında dolduranlar var.
Nasıl iyi olacak diye pek fazla soran yok! Belki de bu kötü gidişatın analizini yapanlar, kendiliğinden çözümün de formülasyonuna ulaştığını sanıyorlar. Bundan dolayı da nasıl iyiye gidilir diye bir soru yüksek sesle sorulmuyor, kimse bu kötü gidişatın tersi istikametin gerekliliğini/gerektirdiklerini masaya yatıramıyor.
İşte böyle bakıldığında ülkenin haline geçenlerde bir askerin gerçekleştirdiği itiraflar; neredeyse nutkun tutulmasına neden oluyor! Mesele onun anlattıkları değil, burada ifade edilenler ve edilemeyenlerin hepsini ve daha fazlasını biliyoruz. Geçmişte olmuştu, günümüzde dahi oluyor! Nutkun tutulmasını sağlayan ve insanlığımızdan utanmamıza neden olan ise; yapılan bu itiraflar karşısında yerin yerinden oynaması bir yana, bir yaprağın dahi kımıldamamasınadır!
Ne diyor asker;
“…22 Ekim 2011 tarihinde Kazan Vadisinde çıkan çatışma da, devletin uçakları 29 askerin ölümüne neden oluyor”
Yani Akp güdümü ve kontrolündeki devlet-asker çeteciliği, Roboski’den önce kendi askerlerini de toplu bir şekilde öldürüyor! Savaş uçaklarıyla 29 askerin ölümüne ve 57 askerin de yaralanmasına neden oluyor!
Hadi gerillayı, Kürtleri anladık da, insan bu kadar askerin bu şekilde öldürüldüğünü bir askerin anlatımıyla öğrendiğinde Türkiye halkına gerçektende de şaşırıyor! Bu kadar tepkisiz, bu kadar sahipsiz ve bu kadar yarınsız olunmaz.
İsmini vermeyen askerin rutbeli olduğunu öğreniyoruz ve yaptığı itiraflara bakmaya devam ediyoruz;
“…olayın ardından Türk Genelkurmay’ının resmi internet sitesinde, İHA’ların tespit ettiği hedeflerin savaş uçakları ile vurulduğu ve olayda 49 HPG’linin yaşamını yitirdiği açıklanmıştı. Ancak daha sonra bölgeye giden sivil toplum örgütleri ve yurttaşlar ile günler sonra netleşen haberlerin ardından bölgedeki çatışmalarda toplam 36 HPG’linin yaşamını yitirdiği ortaya çıkmıştı”
Yapılan resmi açıklama ile mevcut sayı arasındaki fark 13’tür. Yani 16 askerin dışında kalan ve öldürülen askerler ile HPG’liler yapılan resmi açıklamada birbirinden ayrı görülmemiştir. Ya hepsini bir arada öldürmüşlerdir, ya da ilk başlarda yapılan bombalamaların sonucunda tüm ölülerin HPG’li olduğu yönünde topluma mesajlar verilmek istenmiştir.
Askerin itirafları gerçekten de dikkat çekici. Özellikle Hakkari’ye yönelik askerlerin düşündükleri;
“…Hakkari halkının tamamını yok etmek isteyenler var. Bizlere izin verseler de kentin altından girip/üstünden çıkıncaya kadar bebeği, yaşlıyı, imamı, kadını hepsini öldürsek diye bekleyen ve arzu eden bir grup var aramızda. Bize yetki verseler de, tanklarla kente girip hepsini yok etsek diyenler var”
Askerler içerisinde böyle düşünenler var! Hakkari kentini içindekilerle yok etmek isteyenler, tanklarla kentin altını üstüne getirmek isteyen askerler…
Dünya da bir başka örneğini göstermek mümkün değildir. Ama toplumun dikkatini çekmiyor, hatta kimse böylesi önemli açıklamaların ardından yetkililerin harekete geçmesi yönünde herhangi bir girişimde bulunmuyor. Daha çok Acun diye bir hıyar’ın şaklabanlığı, şovmen Erdoğan’ın şirazesinden çıkmış halleri ulusal kanalları boy boy kaplıyor!
Toplumun tepkisizliği, sahipsizliği ve yarınsızlığı o kadar derin ki, askerin söyledikleri/itirafları karşısında olağan bir yaklaşımın dışında bir şey olmuyor. Ne toplumdan, ne aydın kesimden, ne de yazan-çizen tayfasından!
Bu kesimlerin öteden beri belledikleri nakarat aynıdır; direnen bütün Kürtlerin direnişlerine yönelik gizliden ya da açıktan saldırmak. Gizliden ve açıktan Akp’nin savaşçı politikalarına maske olmak!
Askerler “Hakkari”yi yerle bir etmek istiyorlar, tanklarla şehre dalalım diyorlar, bunların hiçbirinde en ufak bir tepki yok.
Askerin bu söylemlerinin üzerinden birkaç gün geçiyor!
Ve ulusal kanallarda sessiz bir haber daha geçiyor; “Hakkari’nin Berçelan alanında Özel tim’in kontrol noktasına yakın bir yerde meydana gelen patlamada bir çocuk yaralandı” diye…
Hayatın gerçekleri kendisini sahiplendiriyor sessiz olsa da, yaşayanların da ise halen herhangi bir tepki yok…
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
Geçenlerde ABD Genelkurmay Başkanı Martin Dempsey Kürt özgürlük hareketine karşı yapılmak istedikleri planları anlatırken ” Orası Erdoğan’ın ülkesi… “ diye söze başlamıştı.
Batılar içerisinde herhalde en pragmatist olanlar Amerikalılardır. Belki bu pragmatizm Amerika’nın oluşumuyla bağlantılı bir şeydir. Zamanında Avrupa’da varlıklı ailelerin topraklarını oğulları arasında böle böle bir şey kalmayacağını anladıklarında en iyi yol olarak tüm topraklarının evin en büyük oğluna bırakılmasında bulmuşlardı. Bu durumda varlıklı ailelerden gelipte hiç bir şeyleri neredeyse olmayanların gidecekleri bir yerleri yoktu. Yine o yıllarda gelişen birçok radikal harekete karşı Avrupa monarşilerinin sert yönelimleri de yaşanmaktaydı. Hele birde işsiz olanlar, ortada kalanlarda az değildi. Ve tabii birde maceraperestler de vardı. Dünyayı gezmek isteyenler, yeni kıtaları ve yeni sahaları keşfetmek isteyenler. İşte tamda böyle bir süreç ve ortamda Amerika’ya gidişler vardı. Yeni bir koloni vardı. İngilizler hakim olmuşlardı. Bu yeni koloniye yukarıda dile getirdiğimiz tüm kesimler ağırlıklı olarak gönüllü gitseler de sürülenler de az değildiler.
Sonuç itibariyle Amerika’ya gidenlerin birçoğu “aç gözlüydü.” Doyuma ulaşmamışlardı. Aşağılanmışlardı. İtilmiş ve kakılmışlardı. Bu ise esasta yeni bir yaşam kurarlarken büyük bir hırsla yönelmelere götürdüğü gibi müthiş enerjiler açığa çıkarıyordu. İşte bu açığa çıkan enerjiyi buraya gidenler gidiş şartlarından kaynaklı pragmatizme yani kendi çıkarlarını iyi kollayan, gözeten bir yaşam biçimine götürdü. Bu onların dillerine de yansıdı. Pragmatist olanlar çokta özenli olamazlar. Çıkarları neyi gerektiriyorsa ona göre bir dil ve davranış içerisinde olurlar. Örneğin Obama’nin Erdoğan ile konuşurken elinde Baseball sopasının bulunması bu doğrudan yaklaşımla olan bir yaklaşımdır.
Evet, Amerikalılar tüm batılılarda en pragmatist olanlardır. Bunun için söyleyeceklerini çoğu zaman süsleyemezler. Doğrudan girerler. Ve tabii birde pragmatizmlerinden dolayı olmalıdır ki bugün dünyanın en hegemonik gücüdürler. Bu ise ayrıca bu özensizliğe bir kabalık eklemektedir.
Ancak bu özensizliğin birde avantajlı yönü vardır. Birey Amerikalıları iyi izlerse, iyi dinlerse, iyi takip ederse ne demek istediklerini iyi anlar. İngilizlerin o centilmenlik siyaseti altındaki hilelerini anlamak gerçekten çok zordur. Size gülerlerken bakmışsınız kuyunuzu kazıyorlardır. Yine Fransız nezaketi deyip geçmeyin, nezaketlidirler ancak çıkarlarını korumak için yılanın zehrinden daha tehlikeli olan zehirlerini size karşı kullanmakta çekinmezler. Almanlarda böyledir. İtalyanlarda. Ve tabii dünyanın başka emperyal ve sömürgeci güçleri de böyledir. Saman altında su yürütme diye tabir ettikleri siyasetleri ezilen halkları ya da aslında tüm insanlığı hep kandırmaya götürebilecek düzeydedir.
Ancak Amerikalılar öyle değildir. Amerikalılar daha dobradır. Daha kestirmecidirler. Bunun için bir Bush Irak saldırısında Yeni Haçlı Seferi diye bilmiştir. Çünkü ABD’nin bölgeye müdahalesi gerçekten de yeni bir Haçlı Seferiydi. Halbuki bu Haçlı Seferini en çok isteyenler İngilizler ve Fransızlar olmasına rağmen sanki havalarında değilmiş gibi birçok yaklaşım sergilemişlerdi.
İşte en son olarak ABD genelkurmay başkanı olan Dempsey” Orası Erdoğan’ın ülkesi…” derken gerçekten de Türkiye’yi Erdoğan’ın ülkesi gördükleri için bu cümleyi sarf etmiştir. Yani söylediklerinde hile ve hurda yoktur. Ne düşünüyorsa harbiyen söylemiştir.
Dünyanın en süper gücü olan ABD’nin genelkurmay başkanı bunu söylüyorsa Türkiye’nin tümü bu durumu iyi düşünmelidir. Türkiye gerçekten de artık Erdoğan’ın ülkesi olmaya doğru hızla ilerliyor.
Düşünebiliyor musunuz Türkiye’de Erdoğan’ın onayı olmadan artık bir şeyler yapılabilsin. Türkiye tümden Erdoğan’ın kafasındaki proje neyse ona göre şekil almaya doğru gidiyor. Neredeyse yaşamın en kritik kararları Erdoğan’ın iki dudak arasında çıkan sözlere endekslenmiştir.
Şimdi sormak gerekir dünyanın en büyük diktatörü olarak bilinen Adolf Hitler bu kadar yetkiye ve etkiye sahip miydi? Yani Almanya’nın tümü Adolf Hitler’in kafasındaki projelere göre mi gidiyordu? Sanki tam öyle değildi. Öyle olmadığı için ancak Hitler dediklerinin yerine getirilmesi için binlerce insanı katletmişti.
Erdoğan ise Hitler’den çok daha fazla yetkilerle donatılmıştır. Neredeyse hem hakim, hem savcı hem de infazcıdır. Yani tam bir diktatördür. Total diktatör mü diyelim?
Evet, “Orası Erdoğan’ın ülkesi” olmaya gerçekten de hızla adımlarla ilerlemeye doğru gidiyor. Korkarız bu gidişe hızla dur denilmezse yarın Almanların başına gelenler tüm Türkiye’nin başına gelecektir.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar