Herhalde devrimciliği tarif etmek gerekirse en iyi tarif onları “ölümle dans eden, ölüme kafa tutan, kelle koltukta yürüyenler” diye tanımlamak ya da tarif etmek yanlış olmayacaktır.
Dünyanın her yerinde adaletsizliğe, eşitsizliğe, baskıya, sömürüye kafa tutanların bir özelliğidir devrimcilik. Devrimciliği eskiyi, var olanı, verili olanı aşarak yerine köklü değişiklik getirmek olarak ele alacak olur isek o zaman neden dünyanın her yerinde devrimciliğin gerçekten de ölümle dans etmek olduğunu anlayabiliriz.
İçerisine doğduğumuz dünya toplumsallıktan kopan daha doğrusu sapan bir dünyadır. Öyle bazıların söylediği gibi “insan insanın kurdudur” sözü hikayedir. Belki de bir şeylerin hem de çok kötü şeylerin üstünü örtmek için kullanılmak istenen bir söylemdir bu.
İnsanlık öyle sanıldığı gibi ilk toplumsallaşma aşamasında sonra yani kendi benliğinin ve de toplumsallığının bilincine vardıktan sonra birbirinin kurdu olmamıştır. Tersine bir arada, ortaklaşa, paylaşımcı hatta eşitlikçi ve özgürlükçü özellikleri çok daha fazla önde olmuştur. Bu durum tarihinin neredeyse şafak vaktinde insanlığın büyük buluşlar yapmasına yol açmıştır. Neolitik devrim dedikleri ve buluşları itibariyle ancak 16. yüz yılda bu duruşa yaklaşan insanlık gibi bir gelişmeye yol açan temel neden işte insanlığın yukarıda ifade edilen komünal değerleri olmuştur.
Ne zaman bu komünal değerlerden sapma yaşanmıştır sorusuna verilecek cevap; ilk iktidarlaşma yani ilk bireysel biriktirmeyle diye cevap verilebilir. Henüz devlet denilen canavar yapılanma oluşumdan önce üçlü kurnaz ittifak; şaman yani rahip, askeri şef ve tecrübe edinmiş olan erkek’in iktidara adım adım el koyarak hem insanlığın ortak kullanım için biriktirdiği değerlere el koymuş hem de komünal yaşamı örgütleyen kadın üzerinde baskı oluşturarak giderek bu köklü insanlık karşıtı sapmaya yol açmışlardır.
Peşinde geleni ise herkes bilmektedir. Devletler, diktalar, imparatorluklar, şefler derken bugünün ulus devletine kadar gelinmiştir.
Devletler, diktalar, imparatorluklar ve şeflerin ve de ulus devletlerin ortak noktaları iktidarı tek elden toplayarak toplumun çok ama çok küçük zümresi dışında tümünü baskılamalarıdır. Sömürmeleridir. Ezmeleridir. Başka bir deyimle iradelerini yok sayarak nesne haline getirmeleridir.
Özcesi insan insanın kurdu değildir. İktidar ve devlet yapıları insanın hem kurdudur hem de insanı kurt haline getirendir.
İşte tüm devrimcilerin ortak bir özelliği bu kurt haline getirilişe karşı duruşlarıdır. Sapmayı aşarak yeniden orijinal haline getirmek istemeleridir. Kimi devrimci bu durumu ileri düzeyde felsefik ve ideolojik tanımlamalara kadar götürerek gerçekten de köklü paradigmasal yaklaşımlar göstermektedir. Ancak bazıları bu düzeyde ele alamadıkları için var olanı yıktıktan sonra bu yıkılan iktidar odakları yerine bu kez kendi iktidarını kurdukları için yine eski olana rengi farklı olsa da benzeşmeleridir. Bu şekilde de iktidar ve kirli olan devlet yapısı adeta kendisini vazgeçilmez kılarak süreklileşe bilmektedir.
Ancak ideolojik ve felsefik olarak kendilerini ikna etmiş ve bu sapma durumunu bilincine çıkaran iktidar odaklarının insanlığı teslim alan temel üç yöntemine karşı çıkarak iktidar odaklarını çıldırır haline getirebilmektedir.
Birinci yöntem olarak İktidar odaklarının edindikleri bolca tecrübeden sonra en önemli yöntemleri insanı ölümle tehdit ederek teslim alma girişimleridir.
İkinci bir yöntem ise kadını erkekle erkeği de kadınla teslim almalarıdır.
Üçüncü bir yöntemleri ise özel mülkiyetle bunu yapmalarıdır. Yani insanları parayla, maddi değerlerle satın alma ya da tehdit ederek yanlarına çekmeleri ya da tarafsız hale getirerek pasifize etmeleridir.
İşte dünyanın farklı yerlerindeki devrimcilerinin kimileri iktidar güçlerinin üç silahını da elinde alarak mücadelelerine devam ederlerken kimisi iki silahını kimisi ise bir silahını almaktadırlar.
Dünyanın her yerinde iktidar odaklarına karşı devrimcilerin iktidar güçlerinin ellerinde ilk aldıkları silah “ölüm silahı”dır. İktidarlar insanlığı ölümle tehdit ederken iktidar odaklarına karşı en etkili mücadele silahı olarak ölümle dans etmek, ölümle alay etmek, kelle koltukta yollara düşmek, ölüme kafa tutmak iktidar odaklarını çıldırtmaktadırlar.
Devrimciler ölüm silahını iktidar odaklarının elinde aldıkça iktidar odaklarına yamananlar yaşamın kutsallığına, yaşamın hiçbir şeyle değiştirilemezliğine, yaşamın sadece bireylere ait olduğunu söyleyerek iktidar odaklarının yardımına koşarlar.
Halbuki iktidar odakları özelde zindanlarda tutsak aldıkları devrimcilere karşı uyguladıkları en büyük silahları ve kozları onları ölümle, özgürlüklerini kısıtlamakla, onların yaşamlarının ellerinde almakla tehdit etmeleridir.
O zaman iktidar odaklarına karşı verilecek en etkili mücadele bu silahı onların elinde almaktır. Boşuna Mazlum Doğan 21 Mart 1982 yılında faşist TC devletinin elinde kendi yaşamını sonlandırarak direniş fitilini çakmamıştır. Yine 14 Temmuz 1982 ölüm orucu direnişçilerinin “yaşamı uğruna ölecek kadar seviyoruz” diyerek faşizmi zindanlarda dize getirmemişlerdir.
Evet, iktidar güçlerini, baskıcıları, sömürücüleri, faşistleri ve faşist devlet yapılarını karşı en etkili direniş tutsak aldıkları bedenlerimiz üstünde istediklerini yapmaya fırsat vermeyerek her yerde her ortamda kelle koltukta, ölümle dans ederek direnişimizi süreklileştirmemizdir.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Mangurtluk üzerine onlarca makale yazdık ancak öyle görülüyor ki faşist Türk devletinin mangurtlaştırma politikaları devam ettikçe mangurtları, mangurtlaştırılanları ve mangurtlaştıranları yazmaya devam edeceğiz.
En son Akepe borazanlığını aleni bir şekilde yapan bir isim Abdulkadir Selvi de mangurtluğa ilişkin bir yazı yazdı. Ancak ilginç olan ise mangurtluğun nasıl geliştiğini doğru yazsa da mangurtluğu tersine mangurtluğu geliştirenlerin lehine çevirerek özenle yazmaya çalışmış.
Mangurtluğu:
“Orta Asya'da yaşayan Juan Juan adlı barbar kabile tutsaklara uygularmış bu yöntemi.
Saçları kazıtılan tutsakların, saç kökleri tek tek çıkartılıp, yeni kesilen devenin boynundan kesilen deri parçası, kanlar içindeki başına sımsıkı sarılırmış.
Taze deri tutsağın başını mengene gibi sıkarken, deri iyice kurusun, başını iyice sıksın, acıdan kafasını yerlere çalmasın diye bir kütüğe bağlanır, kızgın güneşin altında bırakılırmış.
Kazınan saçlar dışarıya çıkmaya başlayınca, içe doğru döner ve uzadıkça da tutsağı çıldırtırmış. Dört beş gün sonunda çoğu tutsak ölür, sağ kalanlar ise hafızalarını yitirmiş bir şekilde, Juan-Juanların, sadık köleleri olurmuş.
Ölünceye kadar geçmişlerini bilmeyen, bilinçlerini yitirmiş, verilen emirleri yerine getiren, sorgulama gibi bir yetenekleri olmayan, 'Mangurtlar' olarak yaşarlarmış.”
Bu Akepe’nin borazanlığını yapan kişi mangurtluğun bu yanlarını yazdıktan sonra bu meseleyi Zindan direnişçilerin geliştirdikleri açlık ve ölüm oruçlarına getirerek PKK’nin zindan direnişçilerini ölüm oruçlarına yatırarak bireylerin hafızalarını silerek mangurtlaştığını yazıyor.
Bir kere zindanda ölüm orucuna yatan direnişçilerinin yaptıkları mangurtlaşmayı özenle geliştiren faşist devlete karşı olan bir açık tavırdır. Mangurtlara ve mangurtlaştıranlara karşı geliştirilen bir direniştir.
İkincisi birileri zoraki faşist TC devleti gibi insanların hafızalarını silmiyor. Dillerini yasaklamıyor. Okullara alarak beyinlerini silmiyor. Hafızalarını boşaltarak kendi hafızasını yerleştirmiyor.
Üçüncü olarak birilerinin kimliğini inkar ederek kendi kimliğini yedirmiyor.
Ve dördüncü olarakta mangurtları yaratarak kendi halkına karşı savaşır hale getirmiyor. Düşmanlaştırmıyor. Kendi iç bünyesine karşı düşmanca tavır almaya yönlendirmiyor.
Bu söylediklerimizin tümünü TC devleti yapıyor. En son olarakta daha ileri bir düzey ve dozajda da Akepe yapıyor. Hatta Akepe sadece ve sadece mangurtlaşmış Kürtleri seviyor. Mangurt olmuş Kürtleri öne veriyor. Hatta tüm diğer Kürtleri kabul etmiyor. Kabul etmediği gibi saldırıyor. Zindanlara dolduruyor. İşkencelerden geçiriyor. Polisleriyle gazlıyor. Biberliyor.
Özcesi mangurtluğu madem yeni öğrenmişsiniz o zaman biraz doğru öğrenin. Haydi, anladık Akepe’nin borazanlığını yapıyorsunuz. Ancak bu onursuz işi yaparken biraz dürüstçe yapın.
Son bir söz olarak açıkça belirtiyoruz; öncelikli olarak mangurtlaştıran tüm politikalarınızı teşhir edeceğiz. Tecrit edeceğiz. Ve bu politikalarınızın sonuç almaması için inadına direnişimizi yükselteceğiz. Yine mangurtlaştırdığınız ve içimize birer hançer olarak yerleştirmeye çalıştığınız mangurtlara karşı da halk olarak karşı duruşumuzu daha güçlü koyacağız.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
TTP harflerini okuyunca, hemen aklınıza; koyu gri renkte ve girişinde “Türkçe Konuş, Çok Konuş” yazılı bir pankartın asılı durduğu devlet dairesi gelmesin!
TTP yani; Tactics Techniscs Procedures’muş!!! Bu TTP’yi Türkçeye çevirirsek, daha doğrusu Türkçeleştirilmiş İngilizcesiyle okumaya çalışırsak; Taktik Teknik Prosedürler oluyor…
Hazır yazının girişinde Türkçe konuş çok konuş noktasına değinmişken, bu TTP sayesinde Türkçenin çokluğundaki İngilizceye de ince bir nümayiş de bulunmuş olduk…
Peki, halen bu TTP’nin ne olduğunu anlamaya çalışanlar vardır muhakkak! Biz onlara daha orijinal bir nitelemeyle açıklamaya çalışalım. Bu TTP var ya; kelimenin tam anlamıyla zurnanın son deliği, anasının gözü!
Aslında bazıları abd’li büyükelçinin yaptığı bu açıklama ve ardından Erdoğan tarafından verilen yanıtta kullanılan kelimeler üzerine yeni bir tartışmanın ve hatta yeni bir sürecin başladığını düşünüyor olabilir.
Zaten bu tipler bu düşüncelerle ve benzeri söylemlerle sürekli kendi dünyalarında bir nütasyon halindedirler de, neyse! (bu biraz farklı bir konunun yazısı oluyor, biz tekrar kendi konumuza dönelim)
Abd’li büyükelçi ne demek istedi? Yani gerçekten de bu söylemlerin aslı astarı var mı?
Belki bu yönde girişimlerde bulunulabilir, belki bu yönde çeşitli görüşmeler devam ediyor olabilir, belki bu yönde çeşitli hazırlıklar ve çeşitli kuvvetler hazır kıt’a bekletiliyor olabilir.
Bunların hepsi belki ile başlayan ve şu an itibariyle varsayımların dışında herhangi bir gerçekliği olmayan tartışmalardır. Ondan dolayı elçinin sözlerini bu yöne çekmek ve bunlar üzerinden bir psikolojik ortam hazırlamaya çalışmak;
Kesinlikle PKK’ye yönelik etki de bulunmaz! “-hatta devletler bu tür hazırlıklarını hiçbir şekilde dışarı sızdırmazlar”
O zaman geriye kalan neyse onun üzerinden konuya yaklaşmak daha makuldür.
Geriye ne kaldı diye sorulabilir bu aşamada!
Geriye bizim demeye çalıştığımız gibi zurnanın son deliği kaldı!
Elçinin söylemeye çalıştığı bu; “…. Her türlü istihbarat paylaşımında bulunduk, hatta ladin tarzı bir formülü de masaya yatırdık” demesi aslında verilen bir destekten ziyade, diplomatik olarak elçinin Türkiye’ye duyduğu illallah’lık ruh halini yansıtıyor.
Özcesi abd’li elçi; her şeyi yaptık, ne dediyseniz yaptık hatta daha fazlasını vermeye çalıştık, ama size yaranamadık. Halen daha fazlasını istiyor ve bizim politikalarımızda sürekli bunu ön plana çıkarıyor, dosyanın ilk gündemine bunu alıyor ve masaya bunu sürüyorsunuz demeye çalışıyor.
Yoksa gerçekten de işin ciddiyetine yönelik bir yaklaşımı olsa; sözünü ettiği konuların muhatapları kesinlikle gazetelerin Ankara temsilcileri değildir.
Daha farklı ambiyanslarda ve muhataplarıyla bu konuları konuşurdu elçi! Demek ki, arada inceden de olsa bir serzeniş ve yaşanan tıkanmanın dışavurumu var!
Hatta elçinin gazetecilerle yaptığı bu konuşma; üstü kapalı bir şekilde şikâyettir.
Abd’li elçi bu açıklamasıyla;
Devlete sunulan imkanlara rağmen, Türkiye’nin başarısız olduğunu,
Abd’den de daha fazla bir şey istemelerinin anlamsız olduğunu,
İlan etmiş oldu!
Bu mesajı en iyi anlayan ise; Erdoğan oldu!
Konuya ilişkin yaptığı açıklamaya; “… metni ve elçinin açıklamalarını okudum” diyerek başlamıştı. Herhangi bir aktarım ya da ileti yok! Direk okuma ve karşılaşma söz konusu, belki bundan dolayı da iyi anlamış olacak ki; “ladin evde, bizimkiler dağda, mağaralarda” demeye getirdi!
Yani ikisi arasında arazinin beşeri yapısındaki farklılıkları dile getirdi ve bunların göz önünde bulundurulmasına vurgu yaptı.
Ondan dolayı da ikisinin birbirinden farklı olduğunu vurguladı Erdoğan! Abd’li elçinin gazetecilerle yaptığı söyleyişi ve Erdoğan’ın verdiği cevap bize; Abd ile Türk devleti arasında yaşanan hafif gerginliği de gösterir nitelikte!
Geçtiğimiz dönemde abd’ye daha güçlü keşif uçakları ve tam donanımlı pradetör’ler konusunda serzenişte bulunan türkiye’ye, elçiliği üzerinden abd’nin verdiği cevap da bu oluyor; size her şeyi verdik daha ne istiyorsunuz?
Türkiye yönetimi ve malum çevreler bu gerçeği görerek ne istediğine bir daha mı bakacak, yoksa TTP ile tartışmalara Türkçeleştirilmiş İngilizcesiyle katılarak nütasyonlarına devam mı edecekler?
Önemli olan bu, gerisi ise bazılarının da fark ettiği gibi gerçekten de “boş sözler!!!”
Jan Ararat
- Ayrıntılar
Uzmanlar, analizciler, araştırma merkezleri, mit’i, emniyeti, ordusu ve artık ne kadar böyle kendince kendini akılı sanan devletin özel güvenlik birimleri varsa hepsinin ortak ‘tespiti’: PKK eylemleri kışında sürecek.
Bu tespiti yapanlar ne kadar da büyük araştırmalar ve incelemeler içerisinde olduğunu bir bilseniz. Ne kadar da yoruluyorlar. Ne kadar da istihbari bilgiyi irdeledikten sonra bu sonuçlara ulaştığını bir bilseniz. Muazzam yorucu bir çalışma, muazzam emek yoğunluk bir iş ve tabii birde muazzam bir beyin emeği…
Ekranlarda, gazetelerde, internet sayfalarında okuduğunuzda bu yukarıda sıraladıklarımızın tümü adeta bu “uzmanların” tümü böyle bir görüntü veriyorlar. Ne kadar da “büyük şifreler” çözdüklerini yansıtmaya çalışıyorlar. Böylelikle kendilerine birer ekmek kapısı bulmuş oluyorlar. Hem de uzman olarak, hem de bilirkişi, hem de stratejist, hem de araştırmacı, hem de ne kadar böyle sıfat varsa bunların tümünü hanesine yazdırarak bunları yapıyorlar.
Açıkça söyleyelim, böyle tellallara ihtiyaç yoktur. Hele hele halkların paralarıyla geçinen şehit Dr. Baran yoldaşımızın deyimiyle “Sünepelere” gerçekten de hiç ihtiyaç yoktur.
Özgürlük hareketi olarak yaptıklarımızı alenen belirtiyoruz. Yapacaklarımızı da açıkça hiçbir gizliliğe başvurmadan söylüyoruz. Doğru ya da yanlış ama böyle öğrendik ve böyle yapmaya da devam edeceğiz. Belki de özüyle sözü bir olmanın gereğidir.
Bunun için diyoruz ki sizin o çok para harcadığınız stratejistlere, uzmanlara, tellallara, araştırmacılara ve bilirkişilere ihtiyacınız yoktur. Alın özgürlük hareketinin görüşlerini dile getiren yayınları, ya da kısmen de olsa özgürlük hareketinin söylediklerini dile getiren medyayı orada bu tüm insanların ölümü üzerine para kazananların hiçte büyük araştırmacı olmadıklarını göreceksiniz.
Nedeni basittir. Araştırılacak bir şey yoktur. Derinlerde seyreden hiç bir şey gerçekten de yoktur. Her şey apaçıktır. TC devleti faşizmi doludizgin yürütüyor. Yaklaşık 10 bin Kürt siyasetçisi, sivil toplumcusu, sanatçısı, avukatı, gazetecisi, sağlıkçısı, sendikacısı, kadın aktivisti derken ne kadar duyarlı Kürt varsa hepsini yargısız bir şekilde zindanlara tıkamıştır. Kürt analarına, kadınlara ve gençlere faşizanca yönelmektedir. Seçilmişlerine o kadar hakaret edilmektedir. Kürdistan’ın coğrafyası adeta değiştirilmektedir. Doğası tahrip edilmektedir. Ormanları yakılmaktadır. Dili yasaklanmakta hatta hakaretlere maruz kalmaktadır. Derken gerillasına kimyasal gaz kullanmakta. Ve birde Kürtlerin kültürel soykırımını hızlandırmak için ellerinde ne kadar imkan varsa hepsini devreye koymaktadırlar. Ve tabii bir de bu halkın önderliğiyle bir yıldan çok aşkın bir süredir hiçbir görüşme yaptırılmadığı gibi dünyanın en büyük linçini ona karşı yürütmektedirler.
Tüm bu nedenler ortada dururken herhalde bu halk için yola çıktığını iddia eden bir gerilla hareketi artık kış değil, zemheri de olsa bu kadar faşizanca yönelimi kırmak için ve var olan durumu tersine çevirmek için kesintisiz direniş içerisinde olacaktır. Bu durum bu kadar açıktır.
Ve tabii birde bu halkın gerillası artık sadece gerilla hamlesini Kürdistan’la sınırlı tutmayacak ve tüm Türkiye sathına yayacaktır. Bu durum da bu kadar açıktır.
Evet, durum bu kadar açık iken, uzman geçinen tellallara ihtiyaç gerçekten de yoktur. En iyisi bizi bizden dinleyin ve öğrenin.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
Kürtlerin birinci paylaşım savaşından bu yana ilk kez kendileri için bu denli müsait bir konjonktür yakaladıklarını yüreği ve aklı sağlam atan her sosyal bilimci ve analizci dile getiriyor.
Birinci dünya savaşı sonrası param parça edilen Kürtler, giderek bu parçalı duruşu aşacak ortamı yakalıyorlar. Sadece parçalı duruşu aşma da değil, Sykes-Picotla adeta Ortadoğu’yu dizayn eden emperyal projeyi tersine çevirerek bu kez yok sayılmayı aşarak hem emperyal projelere geri adım attıracak hem de kendi özgürlüğünün yolunu açacak adımlarla ilerliyorlar.
Arap baharı diye dile getirilen Arap Devriminin esas esin kaynağı aralıksız olarak Kürdistan’da Kürt halkının 22 yıldır sürdürdüğü direnişten aldığını Ortadoğu’yu bilen her bilimci dile getiriyor. Arap Devrimi ise esasta yukarıda dile getirdiğimiz Sykes-Picot anlaşmasıyla Arapların param parça edilmesine karşı ilk kez gösterilen ciddi karşı duruşu ifade ediyor. Bu ise sözün tam manasıyla bir devrimdir. Başka emperyal odaklar istedikleri kadar bu devrim dalgasını tersine çevirmeye çalışsınlar, istedikleri kadar kendi lehlerine çevirmek istesinler, bir kere tarih Ortadoğu halklarına yürü ya kulum demiştir.
Bu yürüyüş artık sıradan bir yürüyüş olmayacaktır. Bu yürüyüş artık halaylı zılgıtlı bir yürüyüş olduğu kesindir. Bir bir despotik rejimler aşılmaktadır. Kalanlar da aşılacaktır. İsterse dediğimiz gibi Libya örneğinde olduğu gibi emperyalistler kendi sistemlerini oturtmak için iradesi sıfır olan işbirlikçileri öne versinler, halklar bir kere ayaklanmışlarsa ve yürüyüşe geçmişlerse onların önünü tutacak herhangi bir bent olmayacaktır. Olamayacaktır.
Araplar kendi yolunu adım adım çizeceklerdir. Araplar yirminin üzerinde devlete parçalanarak tarumar edildiler. Kürtlerin yurdu ise 4 sömürgeci devletin arasında paylaşılarak, işgal edilerek tarumar edildi. Araplar bu parçalanmaya son diyor. Kürtler ise bu parçalanmaya 30 yıldır son demişlerdir. Ne var ki 30 yıldır büyük bedeller vererek mücadele eden Kürtler her zaman uluslar arası konjonktürden dolayı hep ötelendiler. Hep itildiler ve dıştalandılar.
Ancak artık öyle tarihi bir an’a gelinmiştir ki, geri dönüş yoktur. Ya Kürtler özgürleşecek ya da yüz yıl daha köle olarak yaşayacaklardır.
Kürtler yüz yıl daha kölece ve köle olarak yaşamamak için Kürt özgürlük hareketi öncülüğünde yeni bir direniş dalgası başlatmışlardır. “Özgürlük Hareketi olarak dördüncü stratejik mücadele döneminde devrimci halk savaşı temelinde yürüttüğümüz çok yönlü mücadelemizin en kritik dönemindeyiz. Ya Önderliğimizin ve halkımızın özgürlüğüne dayalı Kürt sorununun demokratik çözümünü gerçekleştireceğiz ya da belki de yüzyılda bir yıl yakalanabilen bir devrim fırsatını kaçıracağız. Bu kader tayin edici süreçte bölgesel, ulusal açıdan oluşan koşulların da açığa çıkardığı tarihi sonuçları doğru değerlendirirsek halkımız yıllardır özlemini çektiği siyasi statüsünü kazanabilecektir” diyor PKK.
Kürt halk önderliğinin dile getirdiği gibi: “‘Üçüncü Dünya Savaşı’ diyebileceğimiz bu süreç, PKK’yi tıpkı uygarlık tarihinin şafak vaktinde Zagros-Toros eteklerinde Proto Kürtlerin oynadığı rolün bir benzerini bu sefer sınıfsız, devletsiz, ekolojik kent, kârsız ekonomi ve demokratik toplum doğrultusunda yeni uygarlık ve demokratik modernite lehine oynamaya aday kılmaktadır. PKK kendini baştan beri bu tarihsel role uygun olarak tanımladı. Birçok eksiği ve yanlışı olsa da, fırtınalı geçen son otuz yılı bu rolünü oynayabileceğini kanıtlamıştır. Seslendiği Kürdistan halkı kendisine olumlu yanıt vermiştir. Kürdistan artık eski mezar sessizliğinde değildir. Önümüzdeki süreç ister barış ister savaşla kazanılsın, sonuç demokratik ulusların inşa çağı olacaktır. Böylece binlerce yıldır süren sınıflı, kentli ve devletli uygarlık oyunlarının kan deryasına çevirdiği, kabilelerin, dinlerin, mezheplerin ve ulusların birbirini boğazladığı Ortadoğu uygarlık kültüründe, demokratik ulusların bütünlüğü üzerinde yükselen demokratik modernite çağı olacaktır.
…Otuz yılı aşkın bir tecrübeye sahip olan PKK’nin ideolojik ve politik kılavuzluğu, halkın devrimci savaşımla denenmiş güçlü desteği, öz savunmayı her alanda yapabilecek askeri gücü, geniş iç ve dış ilişki ağları KCK’nin demokratik ulusu inşa etmesine, yönetmesine ve korumasına imkân vermektedir. Bu yol bir daha eskiden yaşanan tıkanmaya uğramayacaktır. Devlet ulusçuluğunu değil demokratik ulusu hedeflediğinden, her zaman çözüm ve barış yanlısı, ulus-devlet güçleriyle diyalog ve müzakereye açık olduğu gibi, bunda başarılı olmazsa kendi asli yolunda öz güçleriyle demokratik ulusu başarıyla inşa etmeyi sürdürecek, yönetmesini ve korumasını bilecektir.”
Bir Türkiyeli aydının dile getirdiği gibi:
“Ve “ütopya” gerçeğin zaman ötesine geçişidir. Kürt halkı, “Ortak Ortadoğu Evi’nin eşit haklı üyesi olmak istiyor. Bu “kapitalist moderniteye” karşı “emeğin birliği” ile kapitalist sömürgeci paylaşım savaşlarına karşı “halkların birliğini” temsil ediyor. Kürt halkının böyle bir hayali var.
Bu büyük hayal tek bir halkın hayali olduğu zaman “hayal” olmaya mahkumdur. Ondandır ki, bu “hayalin” Türk, Arap, Fars, Ermeni, Yahudi, Rum, Gürcü, Çerkez, Laz diğer sahiplerinin ortaya çıkması gerekiyor. Ortadoğu’nun tam merkezindeki “çok parçalı” Kürdistan’da başlayan devrimci süreç, adım adım, işte bu “hayali”, ya da “ütopyayı” gerçeklik dünyasına doğru taşıyor.”
Evet, bu yüzyıl Kürtlerin Ortadoğu halklarıyla hayallerini gerçekleştirecekleri bir yüzyıl olacaktır. Konjonktür buna çok mu ama çok uygundur. Sömürgeciler ilk kez bu kadar parçalıdırlar. Yine ilk kez Türkiye’de bu kadar dibe vurmuş bir iktidar söz konusudur. Ve tabii ilk kez Kürtler Türk ve bölge halklarıyla bu kadar güçlü bir konumu yaşıyorlar.
Ancak tehlikeler yok mu? Hem de çok fazla vardır. Bu tehlikelerin aşılmasının iki temel ayağı ve yine bu ayakları güçlendirecek maddeleri vardır.
İki temel ayakların biri Kürtlerin kendi aralarındaki birliktelikleridir. İkinci ayak ise yaşadıkları ülkelerde o ülkelerdeki halklarla ortaklaşmayı yakalamalarıdır. Örneğin söz konusu Türkiye ise, Türkiye halklarıyla mutlaka ama mutlaka güçlü demokratik örgütlerle bir araya gelmeleridir.
Kürt halk önderliği Kürtler arası ayak için: “Dolayısıyla Kürtler arasında bütünsel bir diplomasiyi geliştirmek temel ulusal görevlerdendir. Bunun için Demokratik Ulusal Kongre’yi gerçekleştirmek Kürt diplomasisinin en hayati görevidir. Demokratik Ulusal Kongre hem tüm Kürt örgütleri ve şahsiyetlerinin temel hedefi olmalı, hem de Kongre’nin bir an önce gerçekleştirilmesiyle ona dayalı tek ağızdan konuşan, tek politikası olan, kurumlaşmış bir Kürt diplomasisi gerçekleştirilmelidir” diyor.
Evet, tehlikelere karşı halkların demokratik ulus temelinde birliktelikleri şarttır. Ve bu şartın gerekleri yerine getirilirse gerçekten de bu yüzyıl Kürtlerin yüzyılı olacaktır.
Evet, “yüzyılda bir yıl yakalanabilen bir devrim fırsatını” kaçırmamak için ve hayallerin gerçek olması için tüm Kürdistanlı ve duyarlı Ortadoğu gençlerini Kürdistan dağlarına davet ediyoruz.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
“Son tahlilde devrim bir yargılama olayıdır.
Kürdistan'da ise devrim, baştan aşağı bir yargılama olayıdır:
Sömürgeci düşünceyi yargılamadır!
Sömürgeci uygulamayı yargılamadır!
Sömürgeci ahlakı, felsefeyi, siyaseti ve yaşamı yargılamadır!
Bunları yargılamayanlar, özgür yaşamdan bahsedemez!”
Kürdistan’da sömürgecilik kesinlikle gayri meşrudur. Bir halkın doğuştan gelen haklarını yok sayarak adeta dünyanın en ağır kültürel soykırımını uyguluyor. Beyinleri felç ediyor. Yüreklere zift bağlıyor. Ve bir halkın topyekun hastalıklı olması için elinde ne geliyorsa yapıyor.
Kürdistan’da sömürgecilik sadece gayri meşru değildir, sömürgecilik aynı zamanda suçludur. Çünkü aynen bir suç makinesi gibi suç işliyor. Değil günlük saniyelik olarak sürekli sistematik olarak suç üretiyor. Bir halkın topraklarını işgal edeceksin, yer altı yer üstü zenginliklerini talan edeceksin, insanlarının ürettiklerine vergi adına çalıp çırpacaksın, dilini yasaklayacaksın, sonra da “anadilde eğitim de bir şey yok” diye dört dörtlük bir faşizmi uygulayacaksın, çocuklarının belleklerini silmek ve kendine benzeştirmek için asimilasyonu köklü olarak uygulayacaksın sonra da dönüp birileri bu gidişata dur dedi mi de ”vay bu terörizmdir” diyerek dünyayı ayağa kaldıracaksın.
Geçti Borun pazarımıydı, yoksa sür eşeğini Niğde’ye miydi?
Her halükarda artık Kürdistan’da sömürgeciliğin ne kadar kurumları varsa hepsi sorgulanarak yargıya götürülecektir.
Eğitim sistemini yargılayacağız.
Güvenlik sistemini yargılayacağız.
İdari sistemini yargılayacağız.
Ekonomik sistemini yargılayacağız.
Kültürel sistemini yargılayacağız.
Sömürgeci ulaşım sistemini felç edeceğiz.
Kürdistan coğrafyasını tahrip edenleri yargılayacağız.
Özcesi: “Asimilasyon Latince kökenli assimilatio kelimesinden gelir ve anlamı ‘benzer hale getirmek’tir” olanı çok daha fazla sert yargılayacağız.
Türk sömürgeciliğinin Kürdistan’da “benzer hale getirmek” uygulamalarının tümünü artık yargılayacağız.
“Son tahlilde devrim bir yargılama olayıdır.
Kürdistan'da ise devrim, baştan aşağı bir yargılama olayıdır:
Sömürgeci düşünceyi yargılamadır!
Sömürgeci uygulamayı yargılamadır!
Sömürgeci ahlakı, felsefeyi, siyaseti ve yaşamı yargılamadır!
Bunları yargılamayanlar, özgür yaşamdan bahsedemez!”
Engin Sincer
- Ayrıntılar
Anadil için: Kuran’da şöyle der: “Sizin dillerinizin ve renklerinizin çeşitliliği Allah’ın ayetlerindendir.”
Başka bir deyişle herkesin anadili başka anadiller kadar hak ve kutsaldır. Bunun için dünyanın hiçbir yerinde kimse anadilinde konuşmayı, eğitim yapmayı tartışma konusu yapamaz. Pazarlık hiç yapamaz. Siyaset bir uzlaşma sanatı olduğu söylenir. Ancak insanın temel hak ve özgürlükleri tartışma ve uzlaşma konusu yapılamaz. Müzakere ederek de böyle sorunlar çözümlenemez. Çünkü doğuştan haklar hiçbir yerde hiç kimse tarafından pazarlık konusu yani müzakere meselesi yapılamaz.
Kürtlerin dilleri yıllarca yasak haldeydi. Alay konusu edildi. Hatta bir dil olarak görülmeyip “kart-kurt” hikayeleriyle kocaman bir toplum yok sayılırken, Aziz Nesin’in deyimini kullanacak olursak başka kocaman bir Türkiye toplumu aptal yerine konularak bu kart-kurt hikayesi yedirildi.
21 yüz yılda yaşıyoruz. Ancak 21 yüz yılda yaşadığımız hem de atom çağı diye tanımlanan bu çağda Türkiye devletinin başbakanı kalkıp “Anadilde eğitim diye bir şey yoktur” diye biliyor. Bu çağda böyle bir zihniyet dünyanın en ileri düzeyinde bir faşizmi temsil ettiği açıktır.
Halbuki: “Bilimsel araştırmalar bize eğitimin, çocuğun en iyi bildiği dil üstüne inşa edilmesi gerektiğini söylüyor. Dilbilimde ‘diller arası aktarım ilkesi’ diye tabir edilen bir ilke vardır; şu anlama gelir: Çocuk en iyi bildiği dilde okuryazarlık becerisi edindikten sonra, edindiği becerilerden ikinci bir dil öğrenirken faydalanır ve böylelikle ikinci, hatta üçüncü, dördüncü dilleri öğrenmesi kolaylaşır. Bu, çift taraflı işleyen bir ilkedir: Yani çocuk ikinci dilde edindiği becerilerden birinci dilini daha da çok geliştirmek üzere de faydalanabilir” diye bir çok bilimsel tespitler vardır.
Peki, niye “Anadilde eğitim diye bir şey yoktur” gibi oldukça faşizm kokan bir yaklaşım ısrarla sürdürülür? Çünkü bir toplumu belleksizleştirmek istiyorsanız önce o toplumun diliyle oynayacaksınız. Önce o toplumu diliyle vuracaksınız. Önce o toplumun insanlarının işe yaramadığının hissini yaratacaksınız. Yani o toplumun insanlarında önce küçüklük kompleksi yaratacaksınız. Yani “Anadilde eğitim diye bir şey yoktur” mantığını uyguladığınız toplumu içten içe ikirciklikli ve hastalıklı kılacaksınız ki o toplum içten içe bitirilsin. Hele birde Türkiye ortamında Kürtçe ismini taşısa da dili Türkçe olsun ki bu çelişki yumağı içinde o çocuk bir daha kendisine gelemezsin.
Evet, işte: “Anadilde eğitim diye bir şey yoktur” un temel mantığı budur.
Bu mantık ise: “Anadilinde eğitim olmadan dile ilişkin diğer “hakların” boşlukta kalacağı gerçeğinin inkârıdır… Kürtlere neyi, ne zaman, ne kadar “tanıyacağını” belirleme hakkını kendinde gören her yaklaşım, hâkim millet kibrine gelir dayanır… Kürtleri eşit görmeyen ve görmeye de hiç istekli olmayan “hâkim millet” zihniyetidir.”
Bu “hakim millet” zihniyeti ise tek kelimeyle faşizmdir.
Tuhaf ama bu faşizan sistemini savunan Hüseyin Gülerce gibi kişilikler örneğin Yunanistan’da yaşayan Türklere uyguladıklarına karşı ne kadar da rahatsız. 200 binlik bir nüfusa karşı ne kadar da duyarlı. Onun için: “En büyük problem ise Türk kimliğinin inkârı. Yunanistan hükümeti, bölgede adında Türk geçen hiçbir kuruma izin vermiyor. İkinci büyük sıkıntı ise eğitim sorunu. Türk azınlık kendi ilköğretim kurumlarını kurmuş ancak orta ve lise imkânları yok denecek kadar az.”
Gerçekten tuhaf değil mi? Kürtlere -hem de yaklaşık 20 milyonluk bir halkın-anadil eğitimini ret edenler, Yunanistan’da yaşayan 200 binlik Türk nüfusu için, “Türk azınlık kendi ilköğretim kurumlarını kurmuş ancak orta ve lise imkânları yok denecek kadar az” diye utanmadan yazabiliyorlar. Biz Yunanistan’da yaşayan Türklerin haklarını hiçbir şekilde tartışma konusu yapmıyoruz. Herkes gibi onlarında kendi dillerinde eğitim görme hakları vardır. Bizim dile getirmek istediğimiz Kürtlerin olunca bu kadar faşistleşenlerin söz konusu Türkler olduğunda ne kadar da demokrat kesilmeleridir.
Bırakalım Kürtlerin ilköğretim kurumlarını kurmasını, “Anadilde eğitim diye bir şey yoktur” diye Kürtlere hakaret eden bir faşiste en çok destek sunan bu cümleleri sarf eden Fettullahçılardır.
Yeniden belirtelim, bundan böyle hiç kimseyle anadilimizde eğitim yapmayı pazarlık etmeyeceğiz. Biz bu sözümüzün arkasında kesinlikle duracağız.
Ancak aynı faşizan partinin bir milletvekili olan“Bu insanın doğuştan elde ettiği bir haktır. Kürtler bunu hiçbir şekilde pazarlık meselesi yapmayacaktır” diyen zat Galip Ensarioğlu acaba ne yapacaktır? Bakıp göreceğiz.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a yöneltilen 9 Ekim uluslararası komplosunun onbeşinci yılına giriliyor. Ondört yıl boyunca komploya karşı çok büyük bir mücadele geliştirilmiş ve komplo başarısız kılınmış durumda. Özellikle ondördüncü yıl mücadelesi ile, komployu temsil eden İmralı işkence sistemi tümden işlemez kılınmış bulunuyor. Onbeşinci yıl mücadelesi ile de İmralı sistemi tamamen tasfiye edilecek ve böylece komplo yenilgiye uğratılacak görülüyor.
Şöyle bir belleğimizi yenileyerek komplo gerçeğine yeniden bakalım. Zira Önder Abdullah Öcalan’a yöneltilen uluslararası komployu bilmemek demek, Kürt halkı üzerindeki soykırım rejimini bilmemek demektir. Bu nedenle özgürlük mücadelesini başarıyla yürütebilmek için komplo gerçeğini iliklerimize kadar hissetmemiz zorunludur.
Bilindiği gibi, Önder Abdullah Öcalan’a ve şahsında Kürt Özgürlük Mücadelesine, Kürt halkına yöneltilen komplo 9 Ekim 1998 günü Kürt Halk Önderi’nin Suriye’den ayrılmasıyla başladı. Tabi Önder Abdullah Öcalan Suriye’den isteyerek ayrılmadı, Suriye’den çıkartıldı. Sadece Suriye’den çıkartılıp başka bir yere gitmeye yöneltilmedi, planlı bir biçimde Suriye’den çıkartılıp Yunanistan’a götürülerek, fakat Yunanistan’a da sokulmayıp ayrılmak zorunda bırakılarak yok edilmek istendi. Hesaplanan, Kürt Halk Önderi’nin tekrar geri dönmek zorunda kalacağı ve herkesten kopartıldığı bu ortamda kim vurduya getirilerek kolaylıkla imha edileceğiydi.
Yani 9 Ekim’de başlatılan uluslararası komplo bir günlük imha planıydı. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan bulunduğu Suriye’den çıkartılarak planlı bir biçimde yok edilmek istenmişti. Onun imhası üzerinden PKK’nin tasfiye edilmesi ve PKK’nin tasfiyesine dayanarak da Kürt soykırımının sonuca götürülmesi hedeflenmişti. Demekki 9 Ekim uluslararası komplosu Kürt halkına dayatılan soykırım sisteminin yönelttiği bir saldırıydı.
Buradan 9 Ekim 1998 komplosunu planlayıp yürüten güçlerin kimler olduğuna geliyorum. Komplonun amacı ve dayanağı bu konuda bizi aydınlatıyor. Uluslararası komplo Kürt soykırım sistemine dayandığına ve bu sistemi parçalamak isteyen Kürt Özgürlük Hareketini tasfiyeyi ve bu hareketin liderini yok etmeyi hedeflediğine göre, o halde komployu planlayıp yürüten gücün Kürt soykırım sistemini yaratan ve yürüten güç olduğu açıkça ortaya çıkıyor. Kürt soykırım sisteminin de bir bölgesel ve küresel sistem olduğu ve bu sistemi küresel kapitalist hegemonyanın yarattığı biliniyor. Yani bu sistemi yaratanlar İngiliz ve Fransız emperyalistleri olurken, günümüzde bu sistemi yürüten de ABD önderliği oluyor.
O halde 9 Ekim uluslararası komplosunu planlayıp yürüten ABD yönetimiydi. Planın pratikleştirilmesinde Mısır’daki Hüsnü Mübarek yönetimi, TC yönetimleri, Yunanistan hükümeti aktif olarak kullanıldı. Daha sonra Rusya’daki Yeltsin yönetimi ile İtalya’daki Berlisconi kişiliği de etkin kullanıldı. Hem 9 Ekim, hem de 15 Şubat komplolarında Yunanistan’a bu kadar rol verilmesi ve adeta ipi çeken cellât konumuna getirilmesindeki esas amaç Türk-Yunan ilişkilerinin düzeltilmesiydi. Böylece NATO’nun Güneydoğu kanadı güçlendirilmiş olacaktı.
Bu kadar iğrenç çıkarın iç içe geçtiği ve Kürdistan Özgürlük Mücadelesini yok etmenin hedeflendiği uluslararası komploya karşı ondört yıldır çok yönlü ve amansız bir mücadele yürütülüyor. Elbette bu mücadeleyi en başta Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan yürütüyor. Yine her düzeydeki özgürlük güçleri yürütüyor. Kürt halkı, Kürt gençleri ve kadınları yürütüyor. Bu öyle bir mücadele ki, onlarca insan “Güneşimizi Karartamazsınız” sloganı temelinde kendini yakıp kavurdu. Dağda, sokakta, zindanda, dünyanın dörtbir yanında yüzlerce, hatta binlerce şehit verildi. Ondört yıldır Kürt halkı durup dinlenmeden, adeta yiyip içmeden nefes kesen bir mücadele içinde oldu.
İşte böyle bir mücadeleyle 9 Ekim Komplosunun Kürt Halk Önderi’ni yok etme planı boşa çıkartılıp başarısız kılındı. Gladio komplosunun nefes kesen takibine karşı dört ayı aşkın bir süre Avrupa zemininde direniş yürütüldü. Bu direniş ile 9 Ekim komplosunun imha planı boşa çıkartıldı, ama 15 Şubat komplosunun gerçekleşmesi önlenemedi. 15 Şubat komplosuna karşı çok yönlü mücadele ile de idam hedefi boşa çıkartıldı, fakat İmralı işkence sistemi altında mücadele yürütülmek zorunda kalındı.
Komplocu yöntemlerle ve idamla sonuç alamayan uluslararası komplo güçleri, Kürt Halk Önderi’ni imha ve Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye hedefini İmralı işkence sistemi altında çürütme politikası ile gerçekleştirmeyi planladı. Fiziki imhanın yerini bu sefer ideolojik-siyasi imha aldı. Bu plan önce Bülent Ecevit başkanlığındaki koalisyon hükümetiyle, sonra da Tayyip Erdoğan başkanlığındaki AKP hükümetleriyle hayata geçirilmeye çalışıldı. 2005’e kadar uygulanan bu plan başarısız kalınca, bu sefer yeniden topyekûn savaş konseptiyle Kürt Özgürlük Güçlerine saldırıya geçildi.
Demekki komplo kadar komploya karşı mücadele de önemli. Komployu bilmek kadar komploya karşı mücadeleyi de bilmek gerekiyor. Şimdiye kadar yürütülen ondört yıllık mücadele ile komplonun imha planı, idam planı, çürütme planı, provokatif tasfiyeci eğilimlerle bölüp parçalama planı ve topyekûn saldırı planı boşa çıkartılıp başarısız kılınmıştır. Demekki ondört yıllık mücadele boşa gitmemiş, tersine Kürtler lehine önemli başarılı sonuçlar ortaya çıkartmıştır.
Burada ondördüncü yıl mücadelesi üzerinde özenle durmak gerekiyor. Zira uluslararası komploya karşı ondördüncü yıl mücadelesi çok kapsamlı, zorlu ve amansız bir mücadele olmuştur. Gerçi komploya karşı ondört yıllık mücadelenin her yılı çok zorlu, kapsamlı ve amansız bir ölüm-kalım mücadelesidir. Kürt halkı çok cesur ve fedakâr bir direniş, gerçek bir varlık ve özgürlük mücadelesi yürütmüştür. Bu mücadelenin her yılı diğerinden amansız olmuştur. Yine de ondördüncü yıl mücadelesinin çok daha kapsamlı ve sonuç alıcı olduğunu vurgulamak gerekir.
Peki uluslararası komploya karşı ondördüncü yıl mücadelesinin temel karakteri ve ortaya çıkardığı en önemli sonuçlar nelerdir? Bu konuda, öncelikle tüm Kürdistan’da ve özellikle de Kuzey ve Batı Kürdistan parçalarında büyük bir devrimci hamlenin yaşandığını belirtmemiz gerekir. Bu hamle Kuzey Kürdistan’da yükselen bir devrimci halk savaşı olarak yaşanırken, Batı Kürdistan’da ise yüzde yetmişi aşan oranda yönetimin halkın eline geçmesi sonucunu ortaya çıkarmıştır.
Kuzey ve Batı Kürdistan’da yaşanan devrimci gelişmeler ciddi bir aydınlanma yaratmış ve zihniyet değişimine yol açmıştır. Gerçi Kürt devriminin her anı bir aydınlatma, gerçekleri açığa çıkartma hareketidir. Kürdistan devriminin geliştiği birinci alan zihniyet devrimi alanıdır. Bu gerçeklik kendini en somut ve kapsamlı bir biçimde ondördüncü yıl mücadelesinde bir kez daha ortaya koymuştur. Bu, uluslararası komplonun dost-düşman herkes üzerindeki “Kürt direnişinin artık gelişemeyeceği” biçimindeki etkili zihniyeti kırması tarzında olmuştur.
Bu konuda öncelikle AKP hükümetinin yaşadığı zihniyet kırılmasından söz etmek gerekir. Ondördüncü yıl mücadelesi açığa çıkardı ki, AKP hükümeti artık PKK’nin ve Kürtlerin savaşamayacağını sanırmış. Mücadele hem bu sanıyı açığa çıkardı, hem de bu yanılgılı zihniyeti paramparça etti. Artık AKP yönetimi Kürtlere, Kürt sorununa ve Kürt direnişine biraz daha somut ve gerçekçi yaklaşabilir.
Tabi Kürtler ve Kürt direnişi hakkındaki yanılgılı zihniyet sadece düşmanlarda değil, dostlarda ve hatta mensuplarında da bulunuyormuş. Komploya karşı ondördüncü yıl mücadelesi bu gerçeği de hem açığa çıkardı, hem de bu yanılgılı zihniyeti önemli oranda kırdı. Açığa çıktı ki, komploya karşı yetersiz mücadele bu yanılgılar nedeniyleymiş. Artık Kürt Özgürlük Güçleri ve dostları komploya karşı daha aktif ve başarılı bir mücadele yürütebilir.
Uluslararası komploya karşı onbeşinci yıl mücadelesinin bu temelde daha kapsamlı, başarılı ve sonuç alıcı olacağı, komployu temsil eden İmralı sistemi tasfiye edilerek Kürt Halk Önderi’nin özgürlüğe ulaşacağı kesindir. Şimdi tüm Kürt özgürlük güçlerinin, Kürt halkının, gençlerinin ve kadınlarının boyun borcu ve yurtseverlik görevi bu tarihi hedefi gerçekleştirmektir.
Selahattin ERDEM
Yeni Özgürpolitika
- Ayrıntılar
Son zamanlarda Kürdistan’da bazı gençler birçok okulu yaktı. Okullar yakılırken ya da yakılmaya çalışılırken içinde öğrenciler bulunurken elbette bu tür eylem kabul edilemez. Lakin bu okullar yakılmaz yakılmamalı da denilemez.
Çok sayıda Akepeli “bakın bunlar eğitime karşı”, “bakın bunların Anadilde eğitim istemeleri hikaye”, “Bunlarda vicdan yok okullar yakılır mı?”, “Okullara dokunulmaz” gibi ne kadar da görünüşte masumane söylemlerle asıl faşizan yüzlerini örtmeye çalışıyorlar.
Bir kere bir iki şeyi netleştirelim:
1-Kimse eğitime dönük bir eylem girişiminde bulunmuyor. Yapılan TC’nin Kürt çocuklarına asimile etme eğitimine karşı eylemlerdir.
2-Bu eylemler eğitim sistemine dönük yapılmıyor. Dört dörtlük bir faşizan, birilerinin kimliğini yok etmeye dönük politikalara karşı yapılıyor.
3-Okullara dönük eylemler yapılmıyor. Düpedüz bir halkın doğuştan gelen hakkını ya da haklarını yasaklayarak kendi (sömürgeciliğin) dilini yaymaya karşı yapılıyor.
4-Aydınlanmaya karşı yapılan bir eylem yoktur. Tam tersine köreltme, kişilik olarak donuklaştırmaya, mangurtlaştırmaya, kendi kimliğinden uzaklaştırılarak başkalaştırmaya karşı yapılıyor.
5-Ve tabii birde en önemlisi olarak Kürt çocuklarına sömürgecilerin dilini öğretmeye çalışarak Kürt çocuklarını kompleksli, kendini küçük gören yaklaşımlarına karşı yapılarak, Kürt çocuklarının da dünyadaki diğer halkların çocukları gibi kendi dillerinde okula başlayarak dezavantajlı durumdan çıkartılmak için yapılıyor.
Özcesi kiminin ısrarla “bu okullar neden yakılıyor?” sorularına karşı, Kürdistan’da bu okulların ne işi var diye sorarak bu kültürel yok etme politikalarına karşı çıkılıyor.
Bunları söylerken birkaç hususu daha da açıkça ifade edelim:
Bizler sizin o dilinizi öğrenmek zorunda değiliz.
Sizin dilinizle ilkokullarda tanışmak zorunda değiliz.
Sizin diliniz sizin olsun, biz kendi dilimizden, size göre “medeniyet” dili olmasa bile eğitimimizi yapma hakkına her halk gibi sahibiz.
“Bakın neler yaptık, seçmeli ders, TRT-6” derken güya “Kürtçe açılımlar yaptık” sözleri sizin olsun. Tam 28 yıldır resmi olarak bir gerilla savaşı veriyoruz. Ve 40 yıldır Kürdistan’da Kürt halkının doğuştan var olanın haklarını yeniden iade edilmesi için binlerce şehit verdik. Bunlar “bakın neler yaptık” sözleriyle ortaya çıkan gelişmeler değildir.
Dün hanginiz bizim için kart kurt demediniz?
Hanginiz kuyruklu Kürt demediniz?
Hanginiz bize eşkıya, şaki demediniz?
Hanginiz Kürtlerin 1920’lerde 20 yıl içerisinde yüz binlercesinin katledildiğini söylediniz?
Hanginiz bu halkın da temel haklarının olduğunu söylediniz?
Bu soruları oraya buraya çekmeden hepinize soruyoruz, hem de açıkça.
Bugün: “Kürt vardır, Kürtlerin de hakları vardır, ama adım adım çözülecektir, işte realite, Kürt sorunu” gibi sözler sizin babanızın hayrına söylenmiş, kabul görmüş ve de pratikleşen meseleler değildir. Bunların olabilmesi için bu halkın en gözü pek evlatları dişe diş, dağlarda, karlarda, kışlarda, soğuklarda, açlıklarda, susuzluklarda yaşayarak ve de en ağırı olarakta canlarını ortaya koyarak yarattılar.
Evet, yine açıkça söyleyelim: Sizin diliniz sizin olsun, biz kendi dilimizde eğitimimizi sürdürmek için Kürdistan’da hiçbir asimilasyon merkezine izin vermeyeceğiz.
Beyinleri yıkanarak mangurt, yeni çeri, devşirme olmaları yerine onurlu, kendisi olan bireyler olmaları sizin devlet kapılarında memur olmalarından bin kat daha iyidir.
Evet, asimilasyon kurumlarını tümünü Kürdistan sökülmesi gerekiyor. Ancak hiçbir insanın, çocuğun, öğretmenin bir saç telline bile zarar vermeden bunlar yapılmalıdır.
Rojhat Bluzeri
- Ayrıntılar
Yalan nedir? Neden insanlar yalan söyleme ihtiyacı his ederler? Kim kime karşı yalan söyler, neden söyler, maddi zemini nedir? Yalanın manevi zemini var mı?
Yalan, doğrunun karşıtı, var olanı, olması gerekeni olduğu gibi değil de saptırarak karşıdakine aktarım olarak ta tanımlanabilir. Diğer bir değişle bir olgunun içeriğini farklı göstermedir de.
Yalanı söyleyen kendinden korkan, karşısındakinden gerçeği gizlerse kendine bir yer edinir veya varsa bir maddi kazanç elde eder. Kendine güveni olmayan yalan söyler, kendini olduğundan farklı göstererek eksik yönünü gizlemeye çalışır. Yiğit değildir yiğit olduğunu söyler, açtır tok olduğunu, bilgisizdir bilgili olduğunu göstermeye çalışır, akıllı değildir akıllılık taslar, demokrat değildir demokrat olduğunu söyler ve Türk değildir Türk olduğunu söyler. Bunlar, sömürülen halklar veya ezilenlerin psikolojisi tanımlamasına girer, birazda zorunlu alıştırılmalar, sömürgen iktidarların pedagojisinden kaynağını alır. Sömürge pedagojisinin Hedefi; Toplumda iradesizlik, kimliksizlik, tanımsızlık yaratarak sömürü, zülüm, soykırım ve kültürel kırımı yaratmayı hedefler.
İktidar hep yalan salgılar, bu yalan söylemenin temeli belki de ilk insanın avcılık sanatına başlamasıyla sürmesi büyük olasılıktır. Çünkü hedeflediği avı yakalamak için tuzak kurmak, yoldan çıkarmak, kandırmak yalancılığı gerektirir. Tolumda bir değim vardır “tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır” denir. Yılanı yuvasından çıkarmak için “tatlılık” adına dil yalan söylüyor. Kurnaz adam ne kadar da akıllıdır; yalan sözünü dahi “tatlı” diye sadece hayvana karşı değil toplumlara karşıda kullanmıştır. Hayvanı yakalama da, evcilleştirmede edindiği yalan becerisini, ilk denediği alan Kadın üzerinde oluşmuştur.
Kadında, cins ve tarihsel bilinci mitolojik, teolojik ve bilimcilik boyasını da kullanarak yok hükmünde saymıştır. Kötü olan da bu durumu doğru diye kadına da kabul ettirmiştir. Kadının toplumsal ahlaki, kültür yaratımlarını da kendi zimmetine geçirerek adeta kadını kadın olmasına karşı utanan bir kırılmayı yaratarak buradan tüm topluma yaymıştır. Sömürü, iktidar ağları elinde olanlar, yalan, kurnazlığı bir alttakine uygulamıştır. Evin erkeği kadına, Efendi köleye, Beyaz Siyaha, sermayedar işçiye, şehirli köylüye, sömüren ulus sömürülen ulusa karşı v.b uygulana gelen bir yöntemdir. Tersi durum da ise iktidarlar ayakta kalamazlar.
Bu nedenle, yalan, yalan söylemeler egemenlerce daha çocuk yaşta topluma bir eğitimsel yaklaşımla öğretilir. Sanmıyoruz ki, toplumda ki her mahsum görülen yalanın egemen sistemden, onun eğitim sisteminden bağımsız olsun, sistem kendi inşası geleceği açısından bunu şart kılar. Yani yalan söylemenin insan doğasında olan, ona da bir doğal refleksmiş gibi olduğu belirtilemez. Çünkü hiçbir çocuk anadan doğarken yalanı bilemez, birçok şeyi bilmediği gibi. Bilebileceği her şey sonradan edinilir, öğrenilir, inşa edilir.
Bir çocuk ilk yalanı Devletin, iktidarın mikrosu olan aileden öğrenir. Baba zengin değil kendini zengin ve çocuğa istediği her şeyi alabileceğini söyler ama gerçekte çocuk istemine cevap veremez, veremeyince de bir sürü yalana başvurur. Çocuk okula gider başka bir dille karşılaşır, hoca ona ait olmayan bir kimlik verir ve çocuk akşam eve gelir baba- anneye hocanın verdiği kimliği söyler, hocanın dilini anlamadığını vb aktarır. Baba ve anne korku ve sürgün endişesiyle, egemene tabilikle olmayana çocuğu inandırmaya çalışır, yalan söyler.
Her yalan söylemi o bireyde geriye dönülmez kişilik kırılmaları yaratır, kendine karşı tutarsız, ret- kabul ölçülerinde aşınma nerde ne yapacağı beli olmayan, özgür kimlik edinemeyen, kendine ait düşünceleri olmayan, her söylenene inanan bir patolojik kişilik olur.
İnsanlık gelişiminde gelmiş geçmiş tüm bilgeler - peygamberler yalanı, yalan söyleyeni “ toplumsal sapkınlık” olarak tanımlamışlardır. İslamiyet yalan söyleyeni “münafık” Hıristiyanlık “günahkâr” Zerdüştilik “hakikat sapması “ olarak tanımlarlar. Marksistler “oportünizm diye sözü ile eylemi bir olmamak olarak tanımlarlar.
İngiliz özel savaş uzmanlarının “yüz yalan bireyde bir doğruya ulaşır” tanımlaması yapmışlar. Bu doğruysa ki, TC devletinin kuruluşundan sonra 1923’ten bu yana tarih, kültür, toplum tanımlamalarını yalan temeller üzerine oturmuştur. Buna göre ilkokuldan başlayarak tüm eğitim safhalarını, eğitim konularını yalan üzerine bina etmiştir. Politikalarını da bu yalanları yürütmek üzere kendini bir sistem haline getirmiştir. İş böyle olunca İngilizlerin “yüz yalan” tezi buna yetmiyor çünkü TC’nin kendini var etme ve sürdürme sistemi tümden yalan üzerine olduğundan değil yüz yalan toplumsal şekillenmenin tüm argümanları yalan saçıyor. Örneğin “bir Türk dünyaya bedeldir, Türkün Türk’ten başka dostu yok, her Türk asker doğar, Türkiye de herkes Türk’tür” v.b örnekler çoğaltılabilinir ancak sadece bu tanımlamaların yaratığı insana bakın yalan insanı ne hale getiriyor. Recep Tayip Erdoğan aslen Laz’dır, Kemal Kılıçdaroğlu Kürt’tür ikisi de en iyi Türk olduğunu belirtiyor. Bunlar tepedekiler, birde bunun toplumsal zeminini düşünün. Cellâdına sevdalanmayı yaratan bir yalancı sistem ve yalan, Anadolu halklarını hastalaştırmıştır. Değerli yazar Aziz Nesin’in “Türkiye toplumunun yüzde altmışı aptaldır” tezini kendini tanımayan, tarihsel, toplumsal bilinci parçalanmış, tarihsel kültürel belleği parçalanmış bir aptallık demek belki daha doğru olur kanısındayım. Çünkü toplumlar için en büyük felaket- kırım tarihsel-kültürel belleğinden yoksun olmaktır. Bellekten yoksun olmak köksüzlüktür. Köksüzlük, kendini bilmeme, tanımama, nereden gelip- ne olduğunu bilmemek bir hiçlik durumudur. Hiçlik durumu-duygusu ortada kalma, arada kalmayı ifade eder ve her esen rüzgara karşı toplumu ve bireyi savunmasız bırakır. Bunun diğer adı ara toplumdur. Ara toplum kendine güvensizdir, korku ile yaşar, ret kabulü olmayandır, etik değildir; kendine ait yaratımları olmayandır, hep kendi dışındakine öykünür.
Şimdi Türkiye toplumsallığına bakın; birçok halk kesimi var (Laz, Kürt, Çerkez, Pomak, Ermeni, Rum, Yahudi, Abhaz, Arap Asuri ve Türkmenler bunlara Azeri, Türkmen, Terekeme dahil edelim). Ve bunların çocukları her sabah “Türküm doğruyum, çalışkanım” diyorlar ama yalan söylüyorlar ve resmi yalandır bu. Düşünün bu çocuk akşam okuldan eve gidiyor evde resmi olmayan aile dili ile karşılaşıyor ve farklılığının ayrımına varıyor ama anne suskun, baba suskun kaçamak cevaplar verirler veya yaşananı olduğu gibi anlatırlar. Anlatırlar: Katliamları, ölümleri, ev yakmalarını, sürgünleri, inkarı, zindanları ve zorla susturulmuşluğu anlatırlar. Anlatırlar, çocuk okulda ezber olan resmiyete katılır ama içinde hiçbir zaman “Türküm” demez öğretmeni kandırır, yanında sırada olan akranını kandırır artık “Türklük” kavramını çağrıştıran her söz, her davranış onun için sorgulanması gereken ve kuşku verendir. Bunun diğer adı ise, bir birine güvenmeyen herkesin herkese kuşkuyla bakan bir patolojik toplum gerçeğidir.
Bu hastalıklı toplumsal durumu her gün devlet tüm kurumları ile Basın, eğitim, spor, din, sanat “sivil kurumlar” ve en önemlisi de siyasal partilerle toplumu kandırmayı daha da derinleştiriyorlar. Yalanları öyle pişkin söylenir ki, söyleyen de kendi yalanına inanır düzeydedir, Yani bir günlük Türk TV’lerini izleyip yukarıda adı geçen kurumların ikinci gün de ise tersini söylemeyi marifet sanırlar. Söylenen yalanı da “millet adına” söyledik diyerek toplumu kandırıp adeta kendilerini aklarlar. Basını da bir önceki söyleneni değil de, son söyleneni manşete alır ve “en doğru budur” sunumu pişkince verirler. Verirler; çünkü TV de geçen bir söz, söylemin zamanı çok kısıtlıdır, izlerken eleştirel olmak, analiz etmek çok zor, unutulmaya el verişli buda toplumu güncele kilitler, ezberci, konjonktürel düşünmeyi yaratır. Daha doğrusu düşünememeyi getirir.
Sonuç olarak ne diyelim? Yalandan kurtulmak için, sistemin yalanından arınmak için ne yapılmalıdır, nereden ve nasıl başlanmalıdır? Kuşkusuz bir reçete yazacak değiliz, yazamayız da ama bildiğimiz son dönemde TC yetkilileri ve tüm sistemin yalan üreten bileşenleri Kürt toplumunu kandırmak için 1924’ ten şimdiye kadar en yalancı, yalan ürettikleri bir dönemden geçtiğimizdir. Günlük dediklerini sıralarsak, günlük yalan üreten kitap yazmak gerekir, o nedenle kimin ne dediği değil de asıl ne demek istediklerini, söz aralarında gizledikleri önemli oluyor. Söz aralarında gizlenen tek bir gerçek vardır, oda Kürt halkına dayatılan toplumsal varlığını ortadan kaldırma politikalarına bütün yönleriyle devrede olduğudur. Batı Kürdistan da Kürt halkının kısmi kazanımlarının kalıcı olmaması için özel savaş tezkeresi alarak ve Kuzey Kürdistan da günlük siyasal soykırım politikaları devam ederken söylenen hiçbir “çözüm” ve “görüşme” sözünün anlamı yok.
Yapılan, düşman politikaları biz Kürtlere ve Türkiye halklarına karşı uygulanıyor. Biz Kürtler de bir söz var “düjmın loma nabe” yani Düşmana daralma olmaz, o kendi işini yapıyor bize düşende bir halksak, kendi rengimizle bize ait olanı yaratmaya tüm çalışmalarımızı yönlendirmeliyiz, kim ne derse desin. Kendi dilimizi konuşalım, geliştirelim, Kültürel, siyasal, ekonomik özerk kurumlarımızı oluşturalım Faşist rejimin idari, ekonomik, eğitim ve askeri tüm kurumlarını ret edelim, muhatap almayalım, işlevsiz kılalım. Sistemin her söyleminin, adımının tersinin doğru olduğunu bilerek, tümden sistemi reddi esas alalım ki aklımızın sağlığını koruyalım.
Medet Serhat
- Ayrıntılar