Faşizan düşüncenin ne anlama geldiğini az çok hepimiz biliriz. Ve faşizan düşüncelerin temelinde ırkçı zihniyetin ya da zihniyetlerin yattığını da biliriz. Irkçılığın temel dürtüsünün ise kendi ırkının dışında başka ırkları hor görme, küçük görme hatta aşağılamanın yattığının da Hitler faşizminin Almanya’sında ve de Musolloni’nin İtalya’sında başka halklara yaşattıklarından biliyoruz.
Özcesi faşizmin kendisi dışında olanı kabul etmediği, etse bile kölelik dışında kendisinin dışındakine –artık bu her neyse-bir şey yakıştırmadığıdır.
Akepe öncülüğünde Kürdistan’da ve tabii ki Türkiye’de geliştirmiş olan zihniyettin tek kelimeyle faşizm olduğunu söyleyip dursakta, ısrarla bu söylemlerimize karşı bazı çevreler “haksızlık ettiğimizi” söyleyip durdular. Ve kimisi halen söyleyip duruyor da.
Akepe’nin öncülüğünü yapan RTE’nin yıllardır tekçi bir zihniyeti özenle geliştirmek istediğini hepimiz görüyoruz. Her fırsatta “tek devlet, tek millet, tek bayrak, tek, tek, tek” dediğini de herkes görüyor. Ve bu söylemlerin dünyanın neresine giderseniz gidin açılımı; faşizmdir.
Ancak tüm bu açık olan durumlara rağmen birileri ısrarla, dayatarak RTE’nin ve de partisinin sadece ve sadece 2014 yılındaki seçimlerinde milliyetçi oylara oynadığı ve esasta Kürtlere dönük açılımları ondan sonra devreye koyacağını söylemeye devam ediyor. Maalesef bu söylemleri birçok liberal ve aydın çevre de hem dillendiriyor hem de dillendirdiklerine inanıyor.
İyi izleyenler bilir ki Akepe içerisinde kimi kurmayı, RTE herhangi bir konuya ilişkin negatif bir şey dille getirdiğinde hemen devreye girerek RTE’nin söylediklerinin öyle olmadığını, yanlış yorumlanmak istediğini, çarpıtıldığını söyleyerek yeniden herkesten bir beklenti yarattıklarına dönük bir taktik izlerler.
Şimdi RTE üstüne basa basa Akepe içerisinde yerini alan Kürt milletvekillerine “KÜRT SORUNU DEMEYİN” dediğini duyuyoruz. Yani Kürtlerin bir derdinin olduğundan söz açmayacaksınız.
“Kürt Sorunu Demeyin” demek tek kelimeyle dünyanın her yerinde faşizm için yapılan “kendisi dışında başkalarını kabul etmeme” olduğu apaçık ortadadır. Kürt Sorunu denilirse bu Kürtler var demektir. Kürtler var ise Kürtlerin hakları da vardır. Kürtlerin en temel doğuştan var olan haklarından bir tanesi kendi dillerinde eğitim görme haklarıdır. Yine en temel haklarından bir tanesi de kendi kendilerini yönetme haklarıdır. Ve tabii her halk gibi kendi bayrakları, kendi marşları hatta bugün içerisinde yaşadığımız dünyada Kendi Kaderini Tayin Etme hakkı diye bilinen ve de bağımsız devlet kurmaya kadar giden haklarıdır.
İşte RTE “KÜRT SORUNU DEMEYİN” derken bir halkı tümden yok saydığı, inkar ettiği gün gibi ortadadır. Bırakalım bir halkı inkar ettiği bu söylemiyle Kürtleri birey olarak bile kabul etmediği de ortadır.
Sözü uzatmadan, RTE’nin günün birinde Kürtlerin sorunlarının çözmek için kollarını sıvayacağı, bunun için fırsat kolladığını dile getirmek, buna inanmak, tek kelimeyle safdilliktir. Tek kelimeyle faşizme teslim olmak demektir.
“KÜRT SORUN DEMEYİN” demek yukarıda ifade ettiğimiz faşizm tanımını da aşarak karşıdakini bırakalım ötekileştirmeyi, karşıdakini tümden yok saymaktır ki bu Hitler’in Ausschwitz’te yüz binlerce Yahudi’ye yaptıklarından kat be kat daha ağır ve faşizan bir uygulama olduğu kesindir. En azından Hitler faşizmi Yahudileri soykırımdan geçirirken onlara “siz aşağı ırktasınız” diyerek bunu yapıyordu. Ne var ki RTE faşizminde soykırıma tabii tutulanlara “kardeşiz” diyerek tüm dünyanın, Kürtlerin gözünün içine baka baka, aldata aldata bu soykırımı uygulamaya koymaktadır.
Artık RTE’nin sadece milliyetçi oylara oynadığı safsatasını bir köşeye bırakarak adam akıllı demokrasi isteyen herkesin ama herkesin bu dört başı mamur faşizme karşı durmasının geç olmadan tam da zamanıdır.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Geçtiğimiz günlerde AP’de gerçekleşen Kürt Konferansına katılan gazeteci A. Akel; “özür”ün normları üzerine yaptığı görüş beyanı sonrasında başına gelenleri anlatarak, Kürt sorununda ve hususunda yaşanan evrimleri ve akıl tutulmalarına değinmişti.
Yine bundan yaklaşık 1 ay önce gösterime giren; “Ağlama Anne Güzel Yerdeyim” adlı belgeselde ise belirli çevrelerce, üstü kapatılmaya çalışılan bir gerçeğe farklı bir mercekten bakmaya çalışılmış, olayın üzerine örtülen “ölü toprağı”nı biraz aralama gayretine girmişti.
Tüm bunların yanında geçtiğimiz dönemde yaşananları hatırlatmaya bile gerek yok; “…daha ne istiyorsunuz?” gibi babalanmalar, “ölmeselerdi zaten tutuklanacaklardı” gibi sallamalar!
Konuya dair en son bomba ise savcıdan gelmiş; “34 kişi ölü ele geçirildi” gibi bir ibare kullanmıştı.
Oluşturulan araştırma komisyonları, yapılan ziyaretler, dökülen gözyaşlarına rağmen geçen bir yıllık süre içinde geldiğimiz yer de, en ufak bir değişim yok.
Alınan “gizlilik” kararıyla, süreci kurtarmaya çalışanlar bile isyan etti! Açıkçası buradan iş çıkmaz manasında söylemlerle, yapabileceklerinin sınırlarını da tüm kamuoyuna belirtmişlerdi.
Hazır gündemde “enfaal”in soykırım kararı olarak tanınmasının ardından, başka bir toprak parçasında ve günümüzde yaşanan bu soykırım hakkında söylenenler, yapılanlar ve insanların başına gelenler!
Hepsi tuhaf bir oyun gibi! Hatta oynayanların-oynamak istemeyenlerin dahi zorla içinde tutulduğu bu oyun…
O kadar geniş ve o kadar tutarsız ki bu oyun; ne gazeteciler duracağı yeri kestirebiliyor, ne sivil toplumları, ne de önde gelen entelektüel aydın takımı. Roboski gerçeği ve ortalıktaki görüntüler bakıldığında insanın aklına; Johan Huizinga geliyor. 1942’de Naziler tarafından rehin alınan Huizinga; “insanların tüm etkinliklerinin temelinde oyun vardır” diyor.
Huizinga; “Oyunun Toplumsal İşlevi Üzerine Bir Deneme” adlı eserinde, Oyunu, özgür-kurmaca ve olağan hayatın dışında yer aldığı hissedilen ama yine de oyuncuyu tamamen özümleme yeteneğine sahip bir eylem olarak tanımlamak mümkün demektedir.
Yukarıda ifade etmeye çalıştığımız temel noktalar ve Huizinga’nın oyun hakkındaki görüşlerini yan yana getirdiğinizde nasıl bir sonuca ulaşıyorsunuz?
En basit haliyle Kürtler üzerinde sergilenen her türlü saldırıların, efendileri tarafından bir oyunun kurmaca veya hayatın akışı içinde olağanlaştırması olmuyor mu?
Hatta bu oyunun kurallarını; toplumsal bir işleve dönüştürmek için müthiş bir çaba içinde olan egemenler, eli kanlı caniler birçok farklı kesime ve kişiye de saldırgan bir tutum içinde olmaktan çekinmiyorlar.
Bu oyunun içinde hatta merkezinde duran ise doğal olarak Erdoğan oluyor.
Erdoğan konu hakkında nerede durduğunu ve nasıl yaklaştığını daha önceki dönemlerde yaptığı açıklamalarla gayet açık bir şekilde ortaya koymuştur.
Aynı Erdoğan, bugün yine ve yeni oyunların içinde bulunmakta. Roboski konusunda tüm kesimlerin getirdiği eleştirilere, reflekslere aldırmayan Erdoğan ve AKP hükümeti, olayın baş sorumlularından bir generale, üstün hizmet madalyası verdi.
Huizinga’nın söylemlerine ve yaptığı belirlemelere baktığımızda ve bunları bugünün gerçeklerine uygulamaya çalıştığımızda; her şeyin basit bir oyun kurmacası olduğuna inanmamak için hiçbir neden yok!
34 insanı hatta çoğu çocuk denilecek yaşta olanları paramparça eden bir devletin, bırakın hesap vermeyi, yapanları açıktan bu şekilde ödüllendirdiği başka bir devlet yoktur! Dünyanın hiçbir yerinde ve tarihin hiçbir döneminde böyle bir saçmalığa rastlamak mümkün değildir.
Soruna yaklaşımımızda; burası türkiye olur böyle şeyler dersek, makus bir talihin başımıza getireceklerini her halükarda kabul etmiş oluruz.
Eğer bu şekilde değil de; Erdoğan gibi ya da onun minyatürü olmaya çalışan İ. N. Şahin gibi düşünürsek yine konu oyuna geliyor. Çünkü oyun; sadece insanlara özgü bir şey değil! Unutmayalım; HAYVANLARDA OYNAR!
Egemenlerin oyunu ile halkların evlatlarının acımasızca katledildiği ve geçmişin gölgesinde kalmayacak şekilde soykırımı ifade etmenin dışında hiçbir yaklaşım, roboski konusunda aydınlanmaya ve suçluların deşifre edilmesine hizmet etmeyecektir.
Bunun olmadığı bir zaman da ve mekan da; böylesi acımasız oyunlar ortaya konulacak, hayvanların söylemleri/kurmacaları hayatın akışıymış gibi sunulacaktır. Bazılarına madalya verilecek, madalya verenlerin kendilerine bir tasma alabilmesi için böylesi bir mücadelenin yürütülmesi ise kaçınılmaz olacaktır.
Jan Ararat
- Ayrıntılar
Şehitlerimizden elinizi çekin diyoruz. Onlar bizim geçmişimiz, bugünümüz ve geleceğimizdir. Onlar bizi bugünlere getirenlerimizdir. Onlar kendileri için tek bir şey istemeden canlarını, inandıkları değerler uğruna ortaya koyan yegana temsilcilerimizdir.
Bunun için şehitlerimize yaklaşımız bizim en temel değerlerimizden birisine yaklaşım olduğu için bizim bir kırmızıçizgimizdir.
Evet, onlar geçmişimiz, bugünümüz ve geleceğimizdir. Bunun için ağzınıza lafınızı alırken şehitlerimize dönük ise bu laflarınız iyi ölçüp iyi biçim söyleyeceksiniz, aksi taktirde kim olursanız olun, ne olursanız olun faturası size ağır gelecektir.
Şehitliğin ne olduğunu az çok bilmeniz gerekir. Kendi ülke toprakları işgal altındayken, başkası tarafında zulüm görmüşken, yok sayılmışken, onca hakarete uğramışken bu duruma karşı baş koymak, karşı koymak ve direnmek için gerekirse canını vermek tek kelimeyle şehitliktir. Bunun için kutsaldır böylesine can vermeler. Çünkü birey kendisi için bir şey istemez. Kendisi için bir beklentisi yok. Kendisi için hesap kitabı yoktur. Hele birde bu kadar güç dengesizliği söz konusu iken canını dişine takarak, kelle koltukta içerisine doğduğu toplumun değerlerini korumak için canını ortaya koymak herkesçe saygı uyandıran bir eylem biçimidir. Ve bu eylemin adı şehitliktir.
Bunun için diyoruz ki şehitlerimize karşı saygılı olacaksınız. Aksi taktirde yarın başınıza bilinmeyen bir yerde bilinmeyen bir şekilde bir şey gelir ise faturası sadece ve sadece size kesilecektir.
Faşist bir devlet sadece sadizmle sınırlı kalmıyor şehitlerimize de yöneliyor. Şehitlerimizin halkımız tarafında kaldırılmasına da izin verilmiyor. Kollarının kırılması yetmiyor, gözlerinin çıkarılması yetmiyor, kulaklarının kesilmesi yetmiyor, panzerler arkasında sürüklenmeleri yetmiyor, helikopterlerde atıldıkları yetmiyor, kimyasallarla param parça edildikleri yetmiyor, bu kez kendi topraklarına gömülmeye izin verilmiyor.
Şehitlerimiz ki: “ülkelerine sevdalı, insanıyla nişanlı ve toprağa düştüğünde nikahlanan”lardır. Hiç kimse bu sevdaya, hiç kimse bu gönül vermeye, hiç kimse bu kutsanmaya gölge düşüremez.
Bu şehitlerimiz hiç mi ama hiç bir şey istemeden, tümden sadece ve sadece en büyük özveride bulunarak canlarını ortaya koyanlardır. Öyle ki canlarını ortaya koyarlarken bile “Mezar taşıma borçlu yazın” diyecek kadar da yaptıklarının bırakalım karşılığını istemeyi özeleştiride bulunanlardır. Öyle ki “keşke canımdan daha fazla verecek bir şeyim olsun” diyecek kadar davaya inadına bağlı olanlardır.
Evet, şehitlerimiz dünümüz, bugünümüz ve yarınımızdır.
Kürt halkını anlamak istiyorsanız bu halkın şehitlerine nasıl sarıldığına bakacaksınız. Bu halkı orada göreceksiniz. Ve tabii ki şehidi anlamak istiyorsanız onun bu halkın yüreğinde nasıl bir yer edindiğini görerek yaklaşacaksınız.
Bu şehitler ki başkasının toprağını işgal ederek düşmemişlerdir, bu şehitler ki canlarını verirlerken tek bir maaş dertleri olmamıştır, bu şehitler ki içlerinde zırnık bir milliyetçilik olmamıştır, bu şehitler ki inandıkları değerler uğruna hiç mi ama hiçbir istemeden canlarını vermişlerdir.
Evet, bunları iyi bileceksiniz.
Ve bir şiirde dile geldiği gibi:
“Meçhul asker
Bir heyet gidince başka bir yere
Çelenk koyar meçhul askerin anıtına
Yarın şayet
Ülkeme gelir de öyle bir heyet
Sorarsa bana
“nerde meçhul asker anıtı” diye
“beyim” derim
“beyim”,
Kıyısında her arkın
Sekisinde her caminin
Kapısı önünde
Her evin
Her kilisenin
Her mağaranın
Kayalarında her dağın
Ve ağaçlarının üzerinde her bahçenin
Kürdistan’da
Gökyüzünün altında her yerde
Her karış toprak üzerinde
Çekinme!
Eğip başını hafifçe
Koyuver çelengini.”
Bu şehitlerimizin önünde yapacağınız ancak ve ancak saygı göstererek hafiften basışınızı eğere çelenk bırakmaktır. Aksisi size çok fazla zarar verecektir.
Mehmet Guyi
- Ayrıntılar
Bugünlerde Filistin çok gündemdedir. Özelde İsrail siyonizminin yüzlerce insanı katletmesiyle gündemdeyken en son BM’de “'üye olmayan gözlemci devlet' olarak tanınması ya da kabul edilmesiyle de gündeme geldi.
1948 yılından bu yana Filistinler BM tarafından parçalandıktan sonra bugüne kadar her zaman üvey evlat muamelesi görmüşlerdir. En son alınan kararla umarız bu durum biraz hafifler.
Filistin ile Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesinin tarihsel ilişkilerine hiç girmek bile istemiyoruz. Bir yoldaşımızın da belirttiği gibi, İsrail faşizmine karşı Arap halklarıyla kardeşliğimizi Lübnan’da verdiğimiz şehitlerle ortaya koyduk. O yıllara öncelikli olarak FKÖ’ye genelde Filistin’e karşı olupta İsrail yanında yer alanlar bugünlerde hiç bu durumlardan söz etmiyorlar. Onlar söz etmesinler biz söyleyeceklerimizi söyleyemeye devam edeceğiz.
Dünün Filistin karşıtları bugünün Filistin dostları olmuşlardır. Mahirlerin kaçırdıkları İsrail elçiliği esasta Filistin halkına karşı gösterilen yakınlıktı. Birde unutulmamalıdır ki Türkiye sol geleneğinde gelen tüm devrimcileri öncelikli olarak Filistin’de, Filistinli devrimcilerde eğitim almışlardır.
Başka bir deyimle Filistin ya da Palastina diyenler öncelikli olarak sosyalistlerdir. İki de bir Filistin direnişini öcü gibi gösterenler ise bugün Türkiye’de iktidarda ve onların etrafında konumlamış, yuvalanmış kesimler tarafından yapılmıştır.
Ancak tarihi ironilerle doludur. Dünün Filistin düşmanları bugün Filistin dostu olmuşlar! Dünün dostları ise güya düşman gösterilmeye çalışılıyorlar! Bu kadar pervasızlık sözün tam manasıyla ahlaksızlıktan öteye bir şeyi ifade etmemelidir.
Filistin çocukları 1987 intifada’sından bu yana direniyorlar. Ne kadar Filistin çocuk katledildi acaba? Mutlaka bunun bilançosu bir gün yapılacaktır. Buna olan inancımız tamdır.
Halen hatırlıyoruz Filistinli bir çocuğun göğsünü açarak İsrail askerine “vur” demesini. Kocaman harflerle de “WHY” diye sormasını da hatırlıyoruz.
Evet, biz her zaman Filistin çocuklarının yanında olduk. Çünkü onlar küçücük bedenleriyle, ellerinde taşlarla, ellerinde sapanlarla, ellerinde çatallarla, yer yer de ellerinde araba tekeri yakmak için çakmaklarla, Molotoflarla, yüzleri poşulu, çoğu zamanda Arafat’ın o meşhur kefiyesiyle yüzleri örtülü haldeyken gördük. Her zaman onlarla biraz gururlandık. Onurlandık. Başkalarının yapamadıklarını adeta Hz. İsa gibi tüm kesimlerin günahlarını omuzlarına sırtlayarak Golgatha tepesine çıkarak çarmıha gerilmesi gibi yapmalarına gururlandık.
Evet, o çocukların hepsi içimizde çıkaramadığımız sese ses oluyorlardı, haykıramadıklarımızı haykırır oldular, adaletsizliğe baş koyarak hepimizin içinde var olan isyancı damara basarak bizi biraz biz ediyordu.
Tok ve gür bir sesle: “Yaşasın özgürlük, yaşasın adalet, yaşasın eşitlik ve yaşasın haklı direnişimiz” diyerek göğüslerini panzerlere siper ederek yüreklerimizde ölümsüz yerlerini almışlardı.
Şimdi aynısını belki de çağın gerekleri, belki de düşmanın karakterinden kaynaklı Kürdistan’da çocuklar bu kez Filistin çocuklarından devraldıklarımızın daha fazlasını, daha fazla bir cesaretle ve daha az imkanlarla Kürdistan sokaklarında Kürdistan’ın Siyonistleri olan Kemalistlerine, yeni yetme Rus tarzı mafyacı olan sahte İslamcı ve Fettulahi polislerine, askerlerine, cümle cemaat ne kadar asimilasyon kurumu varsa hepsine karşı elde taşları, sopaları, Molotofları ve de yüzlerinde poşularıyla meydanlarda, sokaklarda en ön cephede direniş içerisindedirler.
Filistin’de bizim çocuklar taşlarıyla İsrail siyonizmine karşı dururken Akepe ve Fettulahilar tarafından fedai oluyor, Kürdistan’da ise aynısını dediğimiz gibi belki de daha fazlasını kemalizme, sahte devlet Müslümanlarına ve de Fettulah polis ve askerine karşı yaptığında ise terörist ve kandırılmış çocuk oluyor.
Evet, Filistin çocukları fedai ancak Kürt çocukları terörist ve öne sürülmüş çocuk!
Engin Sincer
- Ayrıntılar
Bir insanın nasıl yaşayacağına kimse karar veremez! Yine bir insanın yakınını, eşini, dostunu kısacası değer verdiği herhangi birini kaybettiğinde, onun cenazesini nasıl kaldıracağına da kimse karar veremez! Hele hele bir cenaze törenine kimin katılacağını, kimin katılmayacağını da kimse belirleyemez!
Bu konularda ve örneklerde herhangi bir sayı ölçüsünün ya da katılım yeter sayısının olmadığını herkes çok iyi bilmektedir. İslamiyet’te ne böyle bir ayet vardır, ne de böyle bir sure! Böylesine bir konu hakkında islamiyette ve Kur’an’da en ufak bir sünnet veya farz da yoktur.
Günümüzde bu konularda daha önce dünyanın herhangi bir yerinde eşi benzeri görülmemiş bir yaklaşım kürtlere dayatılmaktadır. Bugün bazı ABD takkeli sözde Müslümanlar, gerilla cenazelerine yönelik faşizmin uç sınırlarında seyreden yaklaşımlarla, Kürtlere ve onların değerlerine alçakça bir saldırı içerisindedirler. Sözüm ona bu kesimler kendi kıt akıllarıyla hareket ederek, kürtlere yönelik islami vecibelerle izahı olmayan fetvalar vermeye çalışmakta, hatta bunu dayatmaktadır.
Demek ki; Faşist AKP devleti ve onun azılı içişleri bakanına bağlı kolluk güçleri bugünlerde Amed’de kürt halkına yönelik yeni fetvalar vermeye çalışıyorlar. Hatta bunu aldıkları talimatlar doğrultusunda kesin bir uygulamaya dönüştürmeye çalışıyorlar. Öyle görülüyor ki; Erdoğan kendini Hilafetin temsilcisi görmekte, İdris Naim’de şeyhülislam olarak!
Bunu uygulamaya çalışanlar ya yaptıklarının farkında değiller, ya da 35 yıllık PKK gerçeğini anlamış değiller.
Faşist güçler ve İdris Naim’in emir erleri; Amed halkı şahsında Kürtlere şunu söylemektedirler;
Biz istediğimiz gibi öldürürüz! Her türlü hakareti yapar, cenazeleriyle oynarız. Hatta bununla da yetinmeyiz, gerekirse onların iç organlarını da alıp satarız. Yine bunun yanında kimyasal gazlarla onları tanınmayacak hale getiririz. Tüm bunların yanında siz bunları kitlesel bir şekilde gömemezsiniz!
Durumun ciddiyeti ve tutarsızlığı ortada!
Dini kurallara-vecibelerle alakasız olan bu yaklaşım ve kürtlere açıktan söylenen bu insanlık dışı uygulamalar karşısında kürt halkı da direnmekte!
Amed-Yeniköy’deki direnişi lokal bir destekle ele almamak gerekiyor, yani burada cenazeler önünde nöbet tutan halkın takındığı bu bilinçli tutum; cenaze sahiplerinin, bölge halkının da ötesine geçmektedir.
Burada devletin yaklaşımı ile kürtlerin direnişi kıyasıya bir çatışma içindedir.
Zaten görüntülere de yansıdığı şekliyle; gösterileri engellemeye çalışan bir emniyet amiri; “siz kürtleri temsil etmiyorsunuz” diyebilecek kadar, hayal dünyasında yaşıyor. Sanki ellerinde bir turnusol kağıdı var da, kimin kürtleri temsil edip/etmediğine karar vermeye çalışıyorlar.
Nereden bakılırsa bakılsın ucube olarak görünen bu yaklaşımların ve siyasi dayatmaların da, ipucunu aynı emniyet amiri sivri zekasıyla veriyor; “devlet gücünü göstermek zorundaymış”…
Orada yakınını kaybetmiş acılı bir anne ya da uzun zamandır görmediği çocukluk arkadaşının paramparça olmuş cesedi karşısında son görevini yapmaya çalışan bir dost; bu sözlere nasıl bir anlam yükleyebilir. İzahı olmayan bu salaklığın tutar tarafını kim açıklayabilir bu insanlara?
Hatta madalyonun diğer tarafına baktığımızda; hayatını kaybetmiş bir askerin cenaze töreninde meydanları/caddeleri bayraklarla donatanlar, tekbir nidalarıyla acıdan ziyade siyaseti paylaşanlar; kendine hak gördüklerinin tam tersi bir durumu niye başkalarına müstahak etmeye çalışıyorlar?
Eğer bu tuhaf durumu ve açmazı anlayan varsa, bu yazıyı okuyarak zamanını kaybetmesin! Ve anladığını tüm insanlığa açıklasın…
Durum farklı ise o zaman bu faşizmin sinir uçlarına yönelik, insanlık adına ve Müslümanlık adına bir mücadele için herkes, başta da tüm kürtler Amed-Yeniköy’deki yaklaşıma yönelik tavrını net bir şekilde ortaya koysun.
İsyanın insanlaştırdığı bir dönemde yapılabilecek en büyük hamle; görünüşte bu çarpıklığın, özünde Kürtleri sindirme politikalarının karşısında durması kadar doğal bir şey yoktur. Kendini hilafetin temsilî sananlar ile şeyhülislam sanan diğer zevatlara verilecek bir cevaptır bu yaklaşım…
Jan Ararat
- Ayrıntılar
“Asimilasyon kavramı uygarlık toplumlarında iktidar ve sermaye tekellerinin kölelik statüsü altına aldıkları toplumsal grupların üzerine uyguladıkları ve kendi eki, uzantısı durumuna indirgemek için tek taraflı ilişki ve eylemini ifade eder.”
“Asimilasyonda esas olan iktidar ve sömürü mekanizmasına en az maliyetle köle oluşturmaktır. Asimile edilen grubun öz kimliği ve direnci dağıtılıp kırılarak hakim elit içinde hizmetlerine en uygun kölelerin derlendiği konuma düşülür. Burada asimile edilen köleye düşen temel işlev efendisine mutlak benzeşme, eki, uzantısı olma uğruna her tür çabayı göstererek kendini kanıtlamak ve böylelikle sistemde kendine yer yapmaktır.”
“Yaşayabilmek için eski toplumsal kimliğini bir an önce terk etmek, efendilerinin kültürüne kendini en iyi adapte etmek tek seçenek olarak sunulmuştur.”
“Hakim elit, asimilasyon toplumuna bu kimliksizliği dayatmak için iki temel silah kullanır; birincisi çıplak fiziki zor’dur. En ufak isyan ve başkaldırıda imha kılıcı başında sallanmaktadır. İkincisi açlıkla, işsizlikle karşı karşıya bırakmaktır.”
“Eğer kültürel kimliğinde ısrar eder, dilediğim gibi bir hizmetçi olmazsan başın gider, aç kalırsın!”
“Mekanizma sadece ezilen etnik topluluk ve halklar üzerinden uygulanmaz; hakim elitin mensubu olduğu ulusun farklı etnik grupları ve ezilen sınıfları da asimilasyon paylarını alırlar.”
“Kürt kişiliği ne kadar yetenekli olursa olsun hakim ulus-devletin her türlü kültür politikalarını gönüllü benimsemedikçe kişisel ve kurumsal gelişmesinin önünde tüm kapılar bir bir kapanır. Ya gönüllü teslimiyeti seçip Cumhurbaşkanı olmaya kadar kapıların kendisine açıldığını görecek ya da teslim olmayıp direnişi seçtiğinde soykırıma kadar başına gelebilecek her türlü belaya, felakete katlanmayı bilecektir.”
Yukarıda dile getirenlere itiraz eden varsa bir adım öne gelsin, yok, eğer itirazı yok ise o zaman hemen şimdi asimilasyon politikalarının tümüne karşı çıksın, karşı dursun.
Assimalasyon politikalarını savunanlar “bakın cumhurbaşkanı, bakan, milletvekili, doktor, polis, asker vb. olabiliyorsunuz, daha ne istiyorsunuz, assimalisyon bunun neresindedir” gibi veriler öne sürüyorlar.
Doğru cumhurbaşkanı olabilirsiniz ancak Özal ya da İsmet İnönü gibi o da Kürtlere karşı savaşın koordinesini yaparak Kürt olabilirsiniz.
Askerde olabilirsiniz ancak Haydar Saltuk gibi 12 Eylüllerde milyonlarca kürdü işkencelerde geçirerek.
Bakanda olabilirsiniz Hüseyin Çelik gibi en çok Kürt düşmanlığı yaparak.
Hatta CHP gibi neredeyse milliyetçi ve ırkçı bir partinin başına da getirilebilirsiniz Kılıçdaroğlu gibi ancak Aleviliğini, Kürtlüğünü ret ederek ve de CHP’nin yaptığı katliamları sahiplenerek.
Evet, Kürt olabilirsiniz ancak devletin kürdü olabilirsiniz. Kürdün kürdü olamazsınız. Kürdün kürdü olduğunuzda başınız Seyit Rızalar gibi sallanır, Şex Saitleri gibi idam sehpalarında bulursunuz kendinizi.
Asimilasyon işte bu gerçekliktir, kendi olamama gerçekliği. Ancak Kürtler artık kendileri olmak istiyor bunun için diyoruz ki tüm asimilasyon kurumlarınızı geri çekin. Başta okullarınızı geri çekin. Başta henüz yavru iken çocuklarımıza kendi dilinizi öğretmekten vazgeçin.
Dün öğretmenler günüydü bunun için özelde de küçücük Kürt çocuklarına Türkçeyi zoraki öğreterek o çocukların ruhsal sağlığın bozmada katkıları olan öğretmenler ellerini vicdanlarına vererek biraz düşünmelidir. Başka insanlara kendi dilini zoraki öğretmenin ne anlama geldiğini bir an önce düşünmelidirler.
Düşünsünler ki birileri onların çocuklarını alıyor ve başkalarının dilini zoraki öğretirlerken onun anadiliyle hakaret ediyorlar, konuşmasına izin vermeyerek henüz bir yavru iken kişilik bozukluklarına yol açıyorlar.
Evet, özelde öğretmenler bu durumu düşünmelidirler. O zaman Kürdistan’da Türkçe öğreten okulların bulunup bulunmaması gerektiğine kendileri karar versinler.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Akepe yandaş basını açısından son günlerin en önemli açıklaması: “silah bırakarak başka ülkeye gidebilirler" sözlerini söyleyen RTE’ye aittir.
Nasıl olsa toplum tamamen balık hafızalıdır, bunun için RTE ve onu takip eden tüm siyasetçi ve yandaş medyası ne derse hemen üzerine atlarlar.
“Silah bırakarak başka ülkeye gidebilirler" açıklamasının yeni bir müzakere, tartışma süreci olduğu, en önemlisi de iktidarın ne kadar da barışın peşinden koştuğunun sözleri olduğunu dillendiren dillendirene. Ve artık bunlara göre iktidar söylediğini söylemiştir yani top artık özgürlük mücadelesi verenlerin sahasına düşmüştür. Yani artık PKK bir şeyler söylemelidir, tabii en iyisi de “evet” diyerek bu işi sonlandırmalıdır. Ne de olsa artık iktidar daha doğrusu dünyanın en demagog iktidarı söyleyeceğini söylemiştir.
“Silah bırakarak başka ülkeye gidebilirler" sözleri güya yeni sözlerdir. Halbuki bu sözlerinin hiç yeni bir yanı yoktur. Tam tersine bu sözler esasta güvenlikçi politikalar diye bilinen ve özelde de 1990’larda Tansu Çiller ve Doğan Güreş’in Kürt halkına karşı yürüttükleri faşizan politikalardır. Başka bir deyimle Kürtler teslim olacaklardır, Kürtler pişman olacaklardır. Kürtler devletten özür dileyeceklerdir. Ve Kürtlere biz ne verirsek onunla yetineceklerdir. Temel mantık budur. Ve bugünde bu mantık aynen sürüyor.
Tansu Çiller ile Doğan Güreş’te “silahları bırakın ve TC devletinin adaletine teslim olun” diyorlardı.
TC devletinin yargısının ne kadar adaletli olduğunu en iyi RTE bilir. Bir şiir okumakla ne hale geldiğini bizatihi yaşayarak görmüştür. Yine yüzlerce, binlerce dürüst Müslüman kendi inançları için ne hale getirildiklerini ve bu yargının elinden neler çektikleri iyi bilirler. Yine kendi cumhurbaşkanını zehirle öldürecek kadar gözü dönmüş olan bir devlet olarakta ne kadarda hukuka bağlı olduğunu göstermiştir. Ordusunun generallerinin içeride yüzde 25, rektörleri içerde, akademisyeni içerde, hukukçusu içerde ve bunların tümü hukuku çiğnedikleri için içerde oldukları söyleniyor.
Gerçekler bu kadar çıplak olarak ortadayken Kürtler silah bırakacak ve gelip teslim olacaklardır.
O zaman RTE’nin sözlerini nasıl yorumlayacağız?
2012 yılında Kürdistan gerillası çok sert bir direniş gösterdi. Bu direniş sonucunda TC devleti özelde de Akepe iktidarı çok sıkıştır. Gerilla direnişinin yanında birde Kürtler Suriye’de kendi demokratik özerkliklerini inşa etmek için önemli başarılar elde ettiler. Tüm bunlar yaşanırken Ortadoğu’da Akepe’nin en derin stratejisinin derin stratejisi iflas ederek “komşularla sıfır sorun politikası”ndan “herkesle tam sorun politikası” yaşandı. Başka bir deyimle Akepe’nin tüm planları alt üst olduğu gibi uluslar arası güçlerinin neme nem bir taşeronu olduğu açığa çıktı. Buna birde zindan direnişleri de eklenince tamamen sıkışmış, daralmış, işlevsiz hale getirilmiş bir iktidar gerçekliği ortaya çıkmıştır.
İşte “silah bırakarak başka ülkeye gidebilirler" sözleri en iyi ihtimalle bu sıkışıklığı aşmanın bir çıkışıdır.
Ancak bizce bu ihtimal çok düşük bir ihtimaldir. Asıl olan ortamı yumuşatma yerine kış şartlarının da giderek kendisini hissettirmesinden dolayı yeniden savaşçı politikalara sarılmadır.
Boşuna derin devletin en derin kişisi olan Beşir Atalay:
“Silah bırakmayı hedeflemeyen bir görüşme bundan sonra verim getirmez”
“Bunların bir kısmı başka ülkelere gidebilir.”
“Esasen bu konuda bizim başlattığımız çalışmalar vardı. Şu an mevzuatımızın içinde var. ‘Eve Dönüş’le ilgili orada hükümlerimiz var. Bizzat teröre karışmamış olanların eve dönüşüyle ilgili. Bunun dışında kalanlar veya terör örgütünün ön planındaki kişilerin geleceğiyle ilgili bugüne kadar değişik değerlendirmeler” dir.
Yukarıda söylenenlerden çıkarılacak tek bir sonuç vardır, o da “ya teslim olurlar ya da savaş kliği güvenlikçi politikalarımızı sürdürürüz”dür. Başkada “silah bırakarak başka ülkeye gidebilirler" sözlerinden çıkarılacak bir sonuç yoktur.
K. NUDA
- Ayrıntılar
Çokça sarf edilen bir söz vardır: “bağcıyı mı dövmek yoksa üzümü mü yemek” diye.
İnsanoğlu eğer normal ölçülere göre yaşıyor ise yani toplumsal bir varlık olarak refleks gösteriyor ise yapacağı iş üzüm yemek olacaktır. Yani bağcıyı dövmeyi hedef olarak belirlemek toplumsallığımızın dışında bir yaklaşım olmaktadır.
Sözü çok uzatmadan doğrudan meseleye girelim. CHP tamamıyla bekçiyi ve bağcıyı dövmeye dönük endekslenmiş özel bir devlet partisidir. Öyle ki toplumsal ilişkilenmeleri normalleştirecek en küçük adımları bile her zaman bloke eden gerici bir güç olmaktan bir türlü kendisini kurtaramamıştır.
CHP’nin tarihsel köklerini inmeyeceğiz sadece yıllar yılı CHP’nin; basiretsiz, çapsız ve de eskilerde bir yoldaşımızın deyimiyle kabız yani tıkanmış kişiliği olan Deniz Baykal ile ne kadar da çok zaman fuzuli harcandığını hep birlikte yaşadık. En küçük gelişmeye sert refleksler veren, sosyal demokrat olması gereken bir CHP’yi ne kadar MHP’ye yaklaştırdığını ya da yakınlaştırdığını da hep birlikte görmüştük. Adeta bir NSDAP’ye dönüşen CHP bunun için uluslar arası zeminlerde artık sosyal demokrat görülmek yerine milliyetçi hatta ırkçı bir parti olarak algılanmaya başlanmıştı.
Ancak o dönemlerde CHP’nin belki de en negatif durumu sorunlara çözüm üretmekten ziyade sorunları derinleştiren, sorunların çoğalmasına ve büyümesine yol açan ve tahrik eden bir unsur olmasıydı.
CHP el değiştirdi, kimine göre artık bu gerilim siyasetini terk edecekti. Ne de olsa başına hem alevi hem Kürt hem de Dersimli birisi getirilmişti. En azından alevi, Kürt ve Dersim sorununa bir pozitif yaklaşım sergileyecekleri beklendi.
Ne var ki ilginç bir şekilde Dersim katliamı için “eğer literatürde böyle bir özür dileme varsa özür diliyorum” diyen Akepe oldu. Hem de Sünni, muhafazakar dindar ve hem de tekçi bir zihniyete sahip olan bir Akepe’nin başındaki şahıs.
En son Hüseyin Aygün’ün 1930’larda Dersim’de halkın doğal lideri olarak öne çıkan, 7 arkadaşı ile birlikte asılan, üstelikte o dönem TC devlet ile görüşerek sorunu bitirmeye dönük gittiği Erzincan yolunda güya “yakalanarak” daha sonra idam edilen Seyit Rıza’nın itibarının geri iadesine dönük bir öneri sunmuş. Bu öneri CHP’den geçse meclise gelecek. Mecliste ise büyük bir ihtimalle yaşanan gergin ortamın yumuşatılmasını için kabul edilecek ve belki de Kürtlerle TC devletinin yaşadığı sorunlar biraz da olsa gerilim dozajını düşürecek.
Ama CHP toplantısında bu önerinin ret edildiğini öğreniyoruz. Sadece ret edildiğini öğrenmiyoruz aynı zamanda birçok CHP’linin ekranların başına geçerek bu alınan utanılası kararı savundukları ve hatta çok pişkince “CHP yani partiyi de düşünmemiz” gerekir diye tarihte olup biten faşizan uygulamaları harfiyen savunduklarını görüyoruz.
İlginçtir ancak CHP’nin başında yenilikçilik, sorunların çözümü için projeler üreteceğini söyleyerek gelen bir alevi, bir Kürt ve bir Dersim’li var iken bunlar olup bitiyor.
Başka bir durum ise Kürtçe’nin anadilde eğitim dili olmasına dönük CHP’nin gösterdiği yaklaşımdır. CHP’nin başındaki kişi “bunun çok erken olduğunu, alt yapı hazırlıklarının eksik olduğunu” gerekçe göstererek karşı çıkıyor.
Tekçi bir parti olan Akepe oy kapmak içinde olsa en azında 2023 vizyon kitapçığına bu yolu açmış gibi yapmışken sözde sosyal demokrat, sözde yenilikçi ve sözde “bu sorunun çözülmesi için herkes elini taşın altına koysun” diyen bir CHP bunu bile yapmıyor. Bunun çok çok gerisinde tamamen bir nasyonalist çizginin dışına bile çıkmıyor.
Sözü çok uzatmadan artık özelde aleviler ancak genel olarakta Kürtler ve tabii ki Dersimliler bu CHP’yi görmeleri gerekiyor. Kılıçdaroğlu’nun sadece ve sadece bir kılıç artığı olduğunu artık görerek CHP’yi Dersim’de çıkarmaları gerekiyor. Artık CHP Dersim’e girmemelidir.
Hatırlayan bilir hem de geçen yıl sözde alevi, sözde Kürt ve sözde Dersimli olan bir Kamber Genç kendilerinin öz be öz Türk olduklarını söylemişti.
Şimdi işte bu öz be öz Türkler egemen Türklerin işini yapmaya devam ediyorlar; ancak bu kez bir alevi olarak, bu kez bir Kürt olarak, bu kez bir Dersimli olarak bu kirli siyaseti uyguluyorlar.
Artık bu durumun görülmesi ve bu yeni faşizan Kemalist yaklaşımlara karşı tüm Alevilerin, tüm Kürtlerin ve de tüm Dersimlilerin ortak cephe alması gerektiği açıktır.
K. Nurhak
- Ayrıntılar
PKK resmen kuruluşunun otuz beşinci yılına giriyor. Beş yıl da öncesindeki Önderliksel doğuş süreci var. Bu boyutuyla da Kürdistan Özgürlük Mücadelesinin kırkıncı yılı yaşanıyor. PKK’nin otuz dördüncü kuruluş yıldönümü her alanda coşkuyla kutlanıyor. Kutlamalara yaşanan topyekûn direniş seferberliği damgasını vuruyor. Önderlik direniyor, halk direniyor, tutsaklar direniyor, demokratik siyaset direniyor, gerilla direniyor. “Önder Abdullah Öcalan’a Özgürlük ve Kürdistan’a Statü” direnişinin otuz beşinci parti yılında da seferberlik düzeyinde devam edeceği anlaşılıyor.
PKK’nin otuz dördüncü yıl direnişinin en ilgi çeken yönünün Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın duruşu olduğunu şimdi herkes daha iyi anlıyor. Gerektiğinde geri çekilip adeta kendini kaybettirmek, siyasal mücadelede pek sık görülen bir tarz olmuyor. Bir daha geri dönmeme riskini içinde taşıyor çünkü. Önder Abdullah Öcalan otuz dördüncü yılda işte böyle çok riskli bir siyasal mücadele tarzını uygulamış bulunuyor. Sonuçta kazananın Kürt Halk Önderi olduğunu şimdi herkes kabul ediyor. Otuz dördüncü yılın riskli mücadelesini Önder Abdullah Öcalan kazanmış bulunuyor.
PKK’nin otuz dördüncü yıl mücadelesine gerilla direnişinin damga vurmuş olduğunu herkes açıkça görüyor. Birçok çevrenin aksini düşünmesine ve “Silahlı mücadele dönemi geçti” demesine rağmen, 2012 yılındaki gerilla direnişinin PKK’yi Kürdistan ve Ortadoğu’nun en etkili siyasal aktörü haline getirdiğini şimdi herkes kabul ediyor. Tabi bu sonuç kolay ve bedelsiz elde edilmemiştir. Tüm bu özgürlükçü kazanımların yaratıcısı sayıları yüzleri bulan kahraman şehitlerdir. Kürdistan Özgürlük Hareketi ve halkı en büyük ve zorlu mücadele yıllarından birini yaşamıştır.
PKK’nin otuz dördüncü yıldönümüne damgasını vuran ise zindanlardaki özgürlük tutsaklarının yeni bir ideolojik zafer kazanan açlık grevi direnişleri ve bu direnişlerde Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın oynadığı rol olmaktadır. Şimdi herkes bu büyük sonucu ve ortaya çıkan yeni durumu tartışmakta ve anlamaya çalışmaktadır.
AKP faşizmi tarafından zindanlara doldurulmuş olan Kürt tutsakların 12 Eylül günü başlatıp atmış sekiz gün sürdürdükleri açlık grevi direnişi, kelimenin tam anlamıyla mevcut gidişata etkili bir müdahale olmuştur. Arkasına gerilla ve halk direnişinin yarattığı büyük birikimi alan son zindan direnişi, AKP faşizminin maskesini iyice düşürerek Kürt halkının özgürlük taleplerini dost-düşman herkese duyurmuştur. Son derece haklı ve meşru zeminde geliştiği için de, bir avuç faşist-soykırımcı dışında hiç kimse tarafından reddedilememiştir.
1980’den beri PKK’li tutsakların geliştirdiği üçüncü büyük zindan direniş dalgası olan bu son direniş de, önceki ikisi gibi tam bir zafer kazanmıştır. “Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın ve Kürdistan’ın Özgürlüğü için son nefese kadar direneceği” bir kez daha herkese gösterilmiştir. Kürt direnişinin temel karakteri olan bu irade ve kararlılığın ortaya konabilmesi, zindan direnişinin büyük zaferini ifade etmektedir. Bu temelde “Önder Abdullah Öcalan’ın ve Kürdistan’ın Özgürlüğü” artık garantiye bağlanmış olmaktadır. Gerisi kazanılmış ideolojik zafer temelinde gereken siyasal ve askeri başarıları elde etmek olacaktır.
Zindanlardaki açlık grevi direnişinin sona erdirilmesinde Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın oynadığı rol, herkes için çok önemli bir siyaset dersi olması yanında, Kürt halkının özgürlük iradesinin ortaya konulması bakımından da çok büyük bir anlam ifade etmiştir. Kürt halkının ondört yıldır söylediği “Barışın elçisi İmralı’da” sözünün boş olmadığı bir kez daha görülmüştür. PKK ve Önder Apo üzerine psikolojik savaş güçleri tarafından geliştirilen bütün spekülasyonlar boşa çıkmıştır. Önder Abdullah Öcalan, PKK ve halk olarak Kürt tarafının tam bir birlik ve bütünlük içinde olduğu herkese gösterilmiştir.
Artık hiç kimse Kürtlerin birliği üzerine spekülasyon yapamaz. “Kürtler ne istiyor belli değil”, “Muhatap belli değil” vesaire diyemez. Bu anlamda Kürt tarafı bir kez daha süreci netleştirmiş, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun demokratik siyasi çözümünün imkânlarını yaratmıştır. Ama bunun Türkiye tarafından ne kadar değerlendirileceği pek belli değildir. AKP yönetimi “Silahı bırakıp üçüncü ülkelere gitsinler” gibi bildik ve anlamsız sözleri tekrarlamaktan öteye gidememektedir. Hükümet dışı bir demokratik iradenin sürece el koyması gibi bir gelişmede pek ortada gözükmemektedir.
Dolaysıyla PKK’nin otuz beşinci yılının da çok yönlü ve kapsamlı bir mücadele yılı olacağı daha şimdiden anlaşılmaktadır. Bu nedenle hiç kimse yanlış hesap yapmamalıdır. Özellikle Kürtler psikolojik savaşın yalanlarına aldanmamalı, mücadeleci konumdan geriye asla düşmemelidir. Hatta topyekûn direnişi seferberlik düzeyinde yürütülen bir mücadele haline getirmeyi bilmelidir.
Otuz beşinci PKK yılı, içinde ciddi çözüm imkânları taşımakla birlikte, büyük tehlikeleri de taşımaktadır. Bu tehlike özellikle Türkiye açısından ciddidir. Suriye savaşının derinleşme ve yayılma olasılığı gittikçe güçlenmektedir. Son İsrail-Filistin çatışması bunu göstermektedir. Irak’taki gerginlik buna bağlı gelişmektedir. Eğer Suriye’ye dış müdahale olur ve savaş derinleşirse, bunun Irak, İran ve Türkiye’yi içine alan bir bölgesel savaş haline geleceği tartışmasızdır. Kuşkusuz böyle bir savaşın merkezinde de Kürdistan yer alacaktır.
Bütün bunlar ne anlama geliyor? Birincisi, savaş herkesi yakacak. İkincisi, Kürt sorunuyla herkes daha fazla oynayacak. Peki böyle bir durumda Kürt sorununu çözememiş, Kürtlerle savaşan Türkiye ne yapacak? Belliki başta yönetenler olmak üzere Türkiye’de yaşayan herkesin aklını başına toplaması lazım. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın yaptığı gibi, “Sıra bize de gelecek” diye bağırmanın hiçbir faydası olmaz. Elbette değişmeyen, statükocu, diktatöryal güçlere tek tek sıra gelecek ve hepsi de devrilecek.
Durum Kürtler açısından da pek parlak değil. Kürdistan’ın Kuzey ve Batı parçasında savaş var. Güney parçasında da eli kulağında. Doğu Kürdistan zaten ince bir çizgide duruyor. Yani dört parça da savaş içinde. Hiçbir parça sorunu çözememiş ve gelecek güvencesine sahip değil. Peki bir bölgesel savaşta bu Kürt duruşu ne kadar etkili olabilir? Fazla etkili olamayacağı, hatta tehlikeleri bile bertaraf edemeyeceği açık. Bazı gelişmeler olsa da, parçalarda ve genelde “Kürt demokratik birliği” yaratılabilmiş değil. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ve PKK, Kürdistan Ulusal Kongresinin toplanması için o kadar çaba harcadı. Hepsi de işte bugünleri güçlü karşılamak içindi. Fakat başta Güney Kürdistan Yönetimi olmak üzere bazı çevreler bunu engelledi. Şimdi herkesin bunu görüp engelleri aşar konuma gelmesi gerekiyor.
Halâ zaman tamamen bitmiş değil. Kürdistan Ulusal Kongresi toplanabilir. Kürdistan için ortak bir strateji, her parçaya göre bir tutum belirlenebilir. Kürt silahlı güçlerinin tümü ortak bir komutanlıkta birleştirilebilir. Böylece yaratılan Kürt birliği, Kürtleri sürece güçlü ve etkin katılır hale getirir. Bu da her cephede başarılı olmanın önünü açar ve sonuç yaratır.
Otuz beşinci PKK yılına böyle yaklaşılırsa başarılı olunur ve tehlikeler aşılır. Yoksa tehlike büyük ve ciddidir. Tüm Kürt güçlerini bu bilinçle sürece olumlu yaklaşmaya davet ediyor, özgürlük mücadelesi şehitlerimizin anılarının otuz beşinci yılın tarihi zaferinde yaşanmasını diliyorum!..
Selahattin ERDEM
Yeni Özgürpolitika
- Ayrıntılar
PKK sadece özgür yaşayanların partisi değil aynı zamanda özgürlüğe tutkulu beyinlerin ve yüreklerin de partisidir. Boşuna HPG komutanlarından olan Kemal Garzan “PKK özgürlüğe tutkulu beyinlerin ve yüreklerin partisidir” dememiş.
PKK’yi tanımak istiyorsak, istiyorsanız öncelikli olarak PKK’yle özgürlüğün bağını iyi kuracaksınız aksi taktirde hiçbir şeyi PKK’ye dönük sağlıklı ve isabetli değerlendiremezsiniz.
Kim ne derse desin bu davaya yüreğini yatıranlar kesinlikle zırnık geri adım atmadan yürümesini bilenlerdir. Ve bu yüreği de PKK’nin ideolojisinden ve tabii ki onun önderliğinden aldıkları kesindir. Ve birde bu ideolojinin ve de önderliğin en iyi temsilcileri olan, bu çizgiyi cisimleştiren şehitlerinden almışlardır bu kocaman bükülmez yüreği.
İşte böyle yüreklere sahip olanlar, “Şehitlerimiz kendileri için hiçbir şey istemediler, kişisel taleplerde bulunmayı kendilerine layık görmediler” tarzında aramızda ayrılmadan da böyle yaşayanlardır.
Açıkça belirtelim, dünyanın belki de en yumuşak, en esnek, en uzlaşmaya ve tartışmaya açık, sorunlar ne kadar ağır olursa olsun bunları çözmeye yatkın, kin beslemekten en uzak, aşiretçi ve kan davası gütmekten en fazla nefret eden bu bağlamda da insan yaşamının onurluca sürdürülmesi için en fazla barışa yatkın insanları kesinlikle PKK’lilerdir.
Öyle kimilerinin bellediği gibi yakıp yıkan hiç değildirler. Sekterlik buralarda en fazla ayıplanan ve eleştirilendir. Yine kan davası gütmek buralarda sadece eleştiri konusu edilmez aynı zamanda horlanır, ilkellik olarak görülür. Buralarda bağcı dövmek yoktur buralarda üzüm yemek için mücadele edilir.
Evet, ister inanın ister inanmayın PKK dünyada en fazla konuşmaya, tartışmaya, konsensüs sağlamaya açık olan partidir. Ve PKK’lilerde en rahat ve aklıselim temelinde tartışılacak insanlardır.
Dediğimiz gibi öyle söylendiği gibi “dediğim dedik, çaldığım düdük” diyenler hiç değildirler. Gidin nerede bir PKK’li ya da PKK’ye yakın duran bir birey varsa orada kesinlikle siz sivri bir dil bulamazsınız. Çünkü sivrilik PKK’de zayıflığın bir işareti olarak ele alınır, sivrilik kendisine karşı özgüvensizlik olarak ele alınır. Ve gerçekten de açın bakın nerede sivri bir dil varsa, nerede sekter bir yaklaşım varsa orada kesinlikle bir özgüvensizlik söz konusudur. Başka bir cümle ile ifade edecek olur isek, sivriliğin diğer yönü liberalizmdir yani ilkesiz uzlaşmacılıktır. Bunun da adı özgüvensizliktir.
Evet, PKK’liler dünyanın en konuşmaya, tartışmaya yatkın insanlarıdır. Ve dediğimiz gibi dünyanın en fazla uzlaşmaya yatkın insanlarıdır.
Ancak PKK’lilerin birde hiç kimseye ama hiç kimseye boyun eğmeyen bir özelikleri vardır. Dünyanın topu da gelse bir PKK’li bildiğinden tek bir adım bile geri adım atmaz. Çünkü PKK’liler özgür yaşam dışında tek bir dayatmayı kabul etmezler. Yani “PKK özgürlüğe tutkulu beyinlerin ve yüreklerin partisidir.”
Açın tarihi bakın ne kadar çok PKK’li özgürlüğü için canını ortaya koymuştur. “Yaşamı uğruna ölecek kadar sevmek” ancak ve ancak özgürlüğe tutku düzeyinde bağlı olmakla sergilenebilecek bir tutum ve davranış olabilir.
Bu bağlamda bağımsız bir kişiliği kendisine esas almıştır. PKK, bağımsızlık ilkesinden asla ama asla yaşamın tüm sahalarında bir milim bile geri adım atmayan bir harekettir. “Bağımsızlığı bir ruhsal, düşünsel duruş, bir tutum, yaşam tarzı olarak ele almış, bir irade olarak görmüştür.”
PKK önderliğinin bağımsızlık ilkesi ve anlayışında: “Özgürlük, özgür yaşam biçimi çok içerilmiş” bir durumdadır.
Ve işte bunun için diyoruz ki PKK Özgür Yaşayanların Partisidir.
Özcesi, Özgürce yaşamak isteyenler bir saniye bile gecikmeden bu özgürleşme zeminleriyle buluşmaya gelin.
Engin Sincer
- Ayrıntılar