Öyle görülüyor ki Akepe tam 9 yıldır uyguladığı “bulandırma, sulandırma” taktiğiyle epey sonuç almıştır, halen de alıyor.
Kürtçe’de bulanık kelimesi için “şelu” kullanılır. Ortam ne kadar bulanık tutulursa gizli planları olanlar içersinde o kadar rahat hareket edebilirler. Ancak bir planları olmayanlar, saf, temiz olanlar ise böyle bulanık ortamlarda sadece ve sadece avlanırlar ya da dibe vururlar.
Akepe bir taktik olarak bulandırmayı esas alıyor. Ve buna bir de sulandırmayı çok güçlü bir şekilde ekliyor. Bulandırma ve sulandırmaya bir de ek olarak herkesi beklentiye sokarak bir şeyler vereceği hissini vererek reflekslerini öldürüyor.
Özel savaş uzmanlarına verilen temel derslerden bir tanesi insanların sisteme karşı reflekslerinin nasıl etkisiz hale getirileceği üzerinedir. Çok bildik bir kavramla buna psikolojik savaş diyorlar. İnsanı öyle etkileyeceksin ki sen onu vursan da farkına varmasın. Farkına vardığında ise iş işten geçmiş olsun. Teslim alma tutsak alma taktiği gibi insanı adeta bağlayan, hareketsiz kılan bir uygulama biçimidir bu.
Meşhurdur bir havuzun içerisinde bir ya da bir kaç tane kurbağa konulur. Havuzda ki suyun ısısı adım adım, derece derece yükseltilir. Verilecek ısının dozajı öyle ayarlanmalıdır ki kurbağa fark etmesin. Bu doğalında kurbağa ya da kurbağalarda bir duyarsızlık yaratacak, duyargaları öldürülecek, ancak suyun ısısı giderek yükseltildiği için bir noktadan sonra ise kurbağa istese de bu tuzaktan çıkamayacaktır. Tek bir yolu vardır; haşlanacaktır.
“Bulandırma sulandırma” taktiğiyle benzer bir yol izlenmektedir. Akepe devleti yaşamın akışını o kadar bulandırarak, sulandırarak ciddiyetten düşürmüştür ki artık ülkenin en önemli konuları sıradan hale getirilmiştir.
İnsanlar örneğin katledilir ama kimse bu katledilmeleri önemsemez. Roborski’de olduğu gibi kendi uçakları gidip 34 genci katleder ama haber değeri bile taşımaz. Aylar geçse de bir türlü bu olayın talimatının kim verdiği ortaya çıkmaz. Ve zamanla unutulup geçip gider.
Binlerce çocuk sadece birkaç taş attığı için on yıllara varan cezalara çarptırılır. Peşinden sanki bu çocukları biz içeri atmışsız gibi bir kanun çıkarılır, kimi çocuk dışarı çıkar, diğerlerine ise tecavüz edilir, ancak haber değeri taşımaz. Ve giderek sümen altı edilir, unutulur.
Böyle onlarca değil, yüzlerce olayı peş peşe dizerek dile getirmek mümkündür. Ceylan Önkol olayı aydınlatılmaz. Uğur Kaymaz olayı aydınlatılmaz. Şerzan Kurt olayı aydınlatılmaz. Erdem Aydın olayı aydınlatılmaz. Hrant Dink olayı aydınlatılmaz. Siirt’te YİBO’larda tecavüze uğrayan kızların olayı aydınlatılmaz. Kadın cinayetleri olayları aydınlatılmaz. Derken hiçbir olay aydınlatılmaz. Aydınlatılması ise çoğu zaman mağdurların ne kadar da haksız ve bu uygulamaları hak ettikleri işlenir. Bunlar yetmez psikolojik olarak ciddi ruh bozukluğunu yaşayan bir bakanları insanla alay eder. Biber Gaz’ının zararlı olmadığını söyler, gazetelerin bomba gibi olduğunu söylerler, öldürmeseydik de beslese miydik diyerek bir de insanla alay edilir.
Tabi ki bunlar yetmez bir de “bunlar gazeteci değil, bunlar militan, bunlar silahlı, bunların basın kartları yok” diyerek insan aklıyla alay ederler.
Özcesi “bulandırma, sulandırma” taktiğiyle her şeyle ama her şeyle alay ederek, ciddiyeti aşındırarak, laubali hale getirerek dünyanın en önemli konularının içini boşaltırlar. Bir kere önemli olan bir meselenin içini boşaltmışsanız artık orada hiçbir değer kalmayacaktır. Bunu yarattıktan sonra kurbağa misali pişmeye başlamışsınız demektir. Fark etseniz de artık pişiyorsunuzdur. Refleksleriniz ölmüştür. Duyarsız hale getirilmişsinizdir.
Özcesi “bulandırma sulandırma” taktiği budur. Bu Akepe taktiğine karşı en iyi savunma; söylenenle eylemi iyi takip etmedir. Söz ile eylemin uyumuna iyi bakmadır. Söz ile yapılanı yan yana getirerek kurbağa gibi pişirilip pişirilmediğimize bakmaktır. Dilin kemiği yok derler. Akepe bu konuda dili dünyada en ustaca kullanılanların da ismidir. İnsan aklıyla en fazla dille alay eden yapının başında Akepe gelmektedir. İşte bu yalana kanmamak için öncelikli olarak söz ile eyleme iyi bakmamız gerekir. Bir de balık hafızalı olmaktan çıkmamız gerekir. Dün ne söylemişlerdir ve bugün ne söylediklerine iyi bakmak gerekir.
Zaten “bulandırma, sulandırma” taktiği insan aklıyla oynama taktiğidir. Bu taktiği boşa çıkarmanın tek yolunun tarihi bilince sahip olmaktan geçtiği gibi, her gün ama her gün söz ile uygulamaya bakmaktan geçiyor.
K. Nuda
- Ayrıntılar
Kürtler artık kara delikler tarafında yutulup yok edilecek basit birer enerji parçacıkları değildirler. Her gerçek Kürt insanı güneşten birer parça olmuştur ve ondan yansıdıkları, geldikleri gibi tekrar ona doğru akarlar. Kendine gelmiş ve gelmekte olan Kürt insanı güneşe doğru aktıkça daha da parladığını ve sonsuza dek varlığını aydınlığa kavuşturduğunu bilir. Bu bilinçte olan Kürtler bundan sonra karanlığı çağrıştıracak veya karanlığı geri getirecek her hangi bir dayatmayı asla kabul etmez ve gerekirse bu uğurda canını vermekten hiç çekinmez. Artık bir gelenek haline gelen Amara yürüyüşü her hangi bir yürüyüş değildir. Tarihte çokça örneği olan herhangi bir haç ziyareti veya bir ermişin dergâhına varma merasimi de değildir. Öğle toplumun daha fazla tüketime kışkırtıldığı herhangi bir doğum gününü kutlama şekli de değildir. Bu Kürt insanının kendi önderliği şahsında hayata duyduğu büyük anlam, varlığıyla ulaşılan büyük sevinç, özgürlük bilinci ve eylemidir. Amara’ya giden her insan, güneşin ışığıyla yıkanmaya, arınmaya, özüne kavuşmaya gittiğini, orada kötülüklerinden arınmaya, halkını, dolayısıyla kendini sevmeye onurlanmaya gittiğini çok iyi bilir. Çünkü orada insanlık, özgürlük, dolayısıyla kendisi tohumlanmış, filizlenmiş ve meyve verir çağa gelmiştir. Bunu tatmaya, tadında kendine gelmeye, kendisi olmaya gitmenin önünde hangi güç durabilir?
Bir kere Kürt halkı bir önderlik sahibi olmanın ne anlama geldiğini çok iyi öğrenmiştir. Onlarca, yüzlerce, hatta binlerce yıl önderliksiz yaşamanın acısını onun kadar duyan başka bir halk daha yoktur çünkü ya da olsa da çok azdır. Tarihin en köklü halkı ve kültürü olduğu halde binlerce yıl önderliksiz kalmış, çıkan dürüst önderliklerin pek çoğu kısa sürede tasfiye edilmiş, dolayısıyla bu kişilikler ona gerektiği gibi önderlik edememiş, öngörülen menzile ulaştıramamıştır. Geriye önderlik diye ortaya çıkan maskeli, sahte, hain kişiliklerin kendi şahsi, ailevi çıkarlarıyla ortaya çıkanları kalmışlardır ki, bunların da kendi nazarındaki yeri çoktan netleşmiş, anlaşılmış bulunmaktadır. Hala önder, siyasetçi, aydın diye ortaya çıkan, ama kendilerini en ucuz şekilde düşmanına pazarlayan, kendi katilinin sevdalısı bu tür kişiliklere öfkeyle, nefretle, tiksintiyle bakmakta, hatta onlara duydukları öfkenin etkisiyle kendi gerçek anlamı olan önderliğiyle daha fazla bütünleşmektedir.
Bu günkü Amara yürüyüşü, kendine verilen değerin, ulaşılan anlamın, varlığıyla duyulan sevincin ve özgürlük aşkının yürüyüşüdür. Kürt insanı, bu gün hayata gözlerini açmış olmanın, kendisi için hazırlanmış kötü kadere merhaba demek, ona razı olmak, buyun eğmek olmadığını, böyle sürüp gelen kaderi yenmenin nasıl mümkün olduğunu ve daha da olabileceğini bütün bilinci, heyecanı ve kuvvetiyle göstermektedir. Bu öylesine bir heyecan ve bilinçtir ki karşısında, ne kendini bilmez ve tarihin gücünden haberi olmayan son derece saygısız o içişleri bakanının yayınladığı yasaklama genelgesi, ne de yarın tarihin lanetle anacağı malum hükümetin veya hükümet üyelerinin engelleme çabası asla kar etmez. Bu halk bildiği gibi güneşine doğru akmaya devam edecek, kendi doğum gününü dilediği gibi dilediği şekilde kutlayacaktır. Bu kutlamayı Amara yürüyüşüyle gerçekleştireceği gibi, oraya ulaşma imkânının olmadığı her yerde de gerçekleştirecek, önderliğinin asla yalnız olmadığını, olmayacağını bin bir çeşit kutlamayla gösterecektir. Ama sadece bu günle de sınırlı kalmayacak, önderliğinin özgürlüğü için bu kutlamayı bundan böyle gelecek her günün özgürlük eylemine dönüştürecektir. Bütün bir yıla yayılacak şekilde bundan böyle önümüzdeki her gün bir eylem günüdür. Kürt insanı kendi önderliğine duyduğu bağlılığı her gün gerçekleştireceği eylemliliklerle gösterecektir. Tıpkı geride bıraktığımız Newroz’da yaptığı gibi. Yapılacaksa bir kutlama ancak böyle anlam kazanabilir. Gelecekse özgürlük ancak böyle ve daha fazlasını yaparak gelebilir. Ve biliyoruz ki, bunun bilincinde olmayan Kürt yoktur artık. Kürtler Güneşten geldikleri gibi güneşe doğru gitmeyi de bilecek, ışılanacak, parlayacak, daha fazla aydınlanacak kendi özgürlüğünü, dolayısıyla önderliğinin özgürlüğünü gerçekleştirene kadar tek bir gün dahi yerinde rahat durmayacaktır.
Selam olsun Güneşe doğru akanlara ve Güneşten bir parça olanlara.
Selam olsun yüreği özgürlük ateşiyle dolu olanlara.
Selam olsun kendi doğum gününe gerçek anlamı verenlere ve ona göre davrananlara.
Işık olun, kutlu olun, özgür olun.
Doğum gününüz kutlu olsun.
Sabri Tolhıldan
- Ayrıntılar
Dürüst ya da dürüstlük üzerine son zamanda çok şey söylenir oldu. Dürüst olun sözlerini çok duyar olduk.
Sahiden nedir dürüst olmak ya da dürüstlük? :
Dürüst kelimesini sözlükler farsça olduğunu ve bir sıfat olarak: “Sözünde ve davranışlarında doğruluktan ayrılmayan, doğru, onurlu” manasında kullanıldığını belirtiyor.
Yine mecazi anlamda ise:”Doğru, yanlışsız” olan için sarf edildiği belirtiliyor.
Dürüstlüğü ise dolaysız olarak “doğruluk” olarak tarif ediyor sözlükler.
“Dürüst ol dürüst,” “dürüst iseler görüşürüz,” “dürüst değilsiniz” gibi cümleleri en çok Akepe’nin başındaki zat kullanıyor. Ve sadece bu kelimeyi kullanmakla yetinmiyor inanılmaz ölçüde hakaret yağdırıyor.
Şimdi meseleye çok derine girmeden birkaç soru sorarak Akepe’nin başındaki bu zatın ne kadar dürüst olup olmadığını test edebiliriz. Ve ardından da neden bu kadar dürüstlük edebiyatı yaptığına dönük görüşümüzü ekleyebiliriz.
Akepe’nin başındaki zat Kürtleri kardeş gördüğünü söylüyor ancak günlük olarak Kürtleri katlediyor.
Akepe’nin başındaki zat Müslüman olduğunu söylüyor ancak koyu bir Türkçü milliyetçiden daha koyu bir milliyetçilik yapıyor.
Kardeşlikten dem vuruyor ancak her gün silah peşinden koşuyor.
Herkese taşeron diyor ancak ABD’yle ilişkilerin çok ileri düzeyde iyi olduğunu söylüyor ve de her türlü konuda desteklendiklerini dile getiriyor.
Din kardeşliği diyor ancak Alevilerin cem evlerini ve inançlarını küçümsüyor.
Yaratılanı yaratandan dolayı sevdiğini söylüyor ancak yaratılanları katledenleri günlük olarak kutluyor.
Kaderin Allahın elinde olduğunu her dakika söylüyor ancak katleden silahlarla günlük olarak Kürtleri bombalıyor.
Cennetin anaların ayakları altında olduğunu söylüyor ancak birilerine de ananı da al git diyor.
Analar ağlamasın sözlerini sarf etmeye sarf ediyor ancak “kadın da olsa çocuk da olsalar güvenlik güçlerimiz gerekeni yapacaktır” diyor.
İşkenceye sıfır tolerans diyor ancak dünyada en çok gaz kullanan polise daha fazla gaz almak için özel fon ayırıyor.
Kadın ayrımcılığına karşıdır ancak hiçbir zaman olmadığı kadar kadın cinayetleri kendi döneminde yaşanıyor.
Demokrasi diyor ancak kim ona hafiften bir eleştiri yapmış ise basınıyla polisiyle teşhir ve tecrit ederek yerin dibine batırıyor.
Güçler ayrılığı ve bağımsızlığı diyor ancak tüm güçlere bir talimatla istediğini yaptırıyor.
Yukarıda dürüst ya da dürüstlük kelimelerini: “Sözünde ve davranışlarında doğruluktan ayrılmayan, doğru, onurlu ve doğruluk” peşinden olarak ele almıştık. Ancak Akepe’nin başındaki zatın söyledikleriyle yaptıklarının birbirini tutmadığını yukarıdaki birkaç örnekle gördük. Yani demek oluyor ki Akepe’nin başındaki zat doğru değildir. Söz ve davranışlarında bir değildir. Özüyle sözü bir değildir. Sözü ile eylemi bir değildir. Yani dürüst değildir.
Peki, dürüst olmayan biri neden ısrarla başkalarını “dürüst olmamakla” suçlar durur?
Hani o bilinen Napolyon’un meşhur hikayesi vardır ya, şöyle böyle hepimizin bildiği.
“Sen hep ‘para para para’ diyorsun… Almanlar ise daima ‘şeref şeref şeref’ diyorlar… Tuhaf değil mi?” diye sormuşlar Napolyon’a. O ise:
“Neresi tuhaf? Herkes kendisinde olmayanı ister!” dediği aktarılır.
Akepe’nin başındaki zatın meselesi de Napolyon’un meselesine benziyor. Kendisinde en az bulunan meziyetlerden bir tanesi dürüstlük yani doğruluk ve onur olduğu için en çok onunla aynı düşünmeyenleri dürüst olmamakla suçluyor.
Hani var ya: “üslubuyla beyandır insan” diye. Akepe’nin başındaki zat da üslubuyla beyandır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Sensiz oluşumuzun tam beşinci yılımıza giriyoruz. Her geçen yıl bize bıraktığın acı katlanarak artıyor. Sensiz geçen her dakikamız, her saatimiz, her günümüz bizi sana daha fazla bağlıyor. Daha fazla yakınlaştırıyor.
Güzelim yoldaşım seni mücadele tüm cephelerde daha da gelişerek ilerliyor. Kapsamlılaşıyor. Halkımız her zamankinden daha fazla ayakta ve dimdik duruyor.
Ne var ki bizi bu dünya da köle olarak bırakmaya yemin etmiş olan ağzı salyalı olan faşistler nasıl ki biz tüm cephelerde mücadeleyi yükseltiyorsak onlarda tüm cephelerde halkımızın değerlerine saldırıyorlar. Dünyada eşine ender rastlanacak bir yalan furyasıyla, eşine ender rastlanacak tutuklama kampanyasıyla ve de dünya da eşineender görülen saldırı teknikleriyle halkımıza ve onun özgürlük savaşçılarına saldırıyorlar.
Yoldaşım sana söyleceklerimiz var. Sana anlatmamız gerekenler var. Dediğimiz gibi bizden ayrılışının tam dört yılını geride bıraktık. Şimdi beşinci sensiz geçecek olan yılımıza gireceğiz.
İnkarcı imhacı sistem olarak tanıdığın Kemalist devlet Kemalist kelimesini kaldırırsak yerine yeşil Türkçü faşistler olarak aynı inkarı ve imhayı bu kez üstü örtülü olarak yürütmeye yemin etmişlerdir.
Öyle ki ne kadar halk değerimiz varsa inanılmaz ölçüde saldırarak, sulandırarak, değerlerimizi rencide ederek kirli bir psikolojik savaş yürütüyorlar. Çocuklarımıza zindanlarda tecavüz ediyorlar. Kızlarımızı okullara alarak zoraki fahişeliğe zorluyorlar, yine kızlarımızı bir daha kendilerine gelmemek için insan aklının almayacağı hakaretlerle gururlarını kırıyorlar, dilimizin medeni bir dil olmadığını belirterek küçümsüyorlar, gençlerimizin eylemlerine saldırıyorlar, bayramlarımıza izin vermemek için dünyada insanın aklına gelmeyecek taklalar atıyorlar, çınarlık değerlerimiz olan siyasetçilerimize saldırıyorlar, siyasetle uğraşanların binlercesini zindanlara atıyorlar ve de bu halkın özgürlük savaşçılarına kimyasal silahlar atıyorlar.
Evet Nuda yoldaş yeşil Türkçü faşistler kırmızı elmacı Türkçü faşistlerden daha fazla faşizanlıkla halkımıza halklara saldırıyorlar.
Bunun için güzel yoldaşım sensiz geçen bu beşinci mücadeleye yılana girerken çok daha güçlü bir mücadele yürütmek için çok fazla gerekçelerimiz vardır.
Kemal Pir yoldaşımız :
“Düşman bize her türlü işkenceyi yapmakta ve en kutsal değerlere saldırmakta kendini özgür görüyor, ama biz devrimciler de direnmekte özgürüz ve düşmanı bir saat daha uğraştırmak için bile olsa adımı dahi kabul etmeyeceğim” diyerekten geçmişte en kıt imkanlarda nasıl ki direnişmişler ise bugün o kadar büyük imkanlar ve halk desteğiyle dediğimiz gibi inadına bu yıl çok ileri düzeyde bir mücadelenin tam ortasında olacağız.
Güzel yoldaşımız bizim mücadele etmek için çok daha ileri düzeyde mücadele etme gerekçemiz var derken yine Kemal Pir yoldaşımızın:
“Dünyayı tanımak ve bilmek benim için yetmiyordu. Dünyayı değiştirmek gerekiyordu. Değiştirmek için de mücadele etmek gerekiyordu. Ben, aynı zamanda sadece bilen bir insan değil, bilen, araştıran bir insandan ziyade dünyayı değiştirmek için mücadeleye katılmanın da gerekliliğine inandım ve mücadeleye katılmak istedim” derken neden daha güçlü bir mücadele içerisinde olacağımızın da gerekçesini ilkesel olarak dile getirmiş oluyor.
Güzel yoldaşım sensiz geçen her saniye bize ağır gelse de senin yolundan şaşmadan ilerlemek bizim için bir borçtur, bir görevdir, bir vicdan meselesi ve de senin şahşında tüm şehitlerimize verdiğimiz bağlılık sözümüzdür.
Güzel
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Toprağa sarılmak, bazen birilerinin itelemesi ile yere kapanıp sarılırsınız, bazen de ölünün üzerine ağlayarak abanma veya en doğrusu toprağı ekerek verimini alıp kimseye muhtaç kalmadan geçinmektir. Belki de, en önemlisi kendi özünden kopmadan, yaşadığı yere, tarihe anlam biçmek olmalıdır.
Bir tohum ekici kış gelişini beklemeden, kar bastırmadan, don tohuma vurmadan tohumunun zarar görmeyeceği, donmayacağı ve farelerin kemirmeyeceği, kirletmeyeceği bir yerde tohumu depolamaya koyulur. Kışın geçmesini sabırla bekler. Baharın gelişiyle önce toprağı, ekeceği yeri belirler ve çift sürer. Çift sürümü bitince çapalama, düzeltme, ayrıksı otların toplanması ve ekilecek olanın kanalı, çukuru kazılır. Tohum derine gömülür, üzeri tekrar toprakla doldurulur.
Ekin ekimi bitince ekin sahibi verdiği emeğin ileride alacağı bedelinin mutluluğunda derin bir ohh çeker. Ama hala üzerine gelen akşamdan içi kaygılıdır. Döner ektiğine bakar, eksiklik var mı diye tarlasına, bahçesine bakar. Her şey tamam görünse de sabaha erkenden kontrole gelir. Ne eksiklik olabilir? Ektiği tohumdan dışarıda kalan varsa, toprağa tam gömülmemişse telef olur, verim vermez, hatta çürür yok olur. Hele bu ekilen patates ise toprağa gömülmemişse vay haline.
Patates toprağa gömülmezse, güneş vurunca gevşer, erir, doğum yetisini yitirir, filizlenme hücreleri ölür, soğuk vurunca da büzüşür, içi sulanır, buz tutar ve yine filizlenme hücrelerini, direnç damarlarını yitirir. Dışarıda kalma, karakargaların gagasıyla delik deşik olma, farelere yem olmalar yaşanır. Yani toprağa sarılmayan, topraktan kaçanın filizlenmesi olmaz, olsa da başkalaşır, özünü yitirir verimi olmaz.
Günümüzde genel toplumun ama özelde gençliğin içinden geçtiği sosyolojik gerçekliğin bana biraz toprağa girmeyen güneşle soğuğa terk edilmiş patatese benzeştiğidir. Toprağa girmek, toprağın filiz verecek yaşam hücreleriyle buluşması ile olur. Bu buluşma bire on, bire on beş verimle tekrar doğum olur. Çoğalma yaratımla olur; yaratım da, var edecek hücrelerle buluşmayla olur. Oysa toprağa girmeyen dışarıda kalan patatesin çoğalma şansı olmaz. Toprağa girmekten, doğumdan korkanın, kendini güneşin parlak, göreceli ısıtan, güzel görünen yüzüne ve soğuğun serinleten havasına kanmak sonun başlangıcı oluyor.
Şimdi denebilir ki, “gençlikle ne alakası var?” Bence var, biraz etrafımıza bakmak, sokaklarda gençliğin yediğine, giydiğine, konuşmalarına ve emek yaklaşımlarına bakmak yeterlidir. Bir ileri gidelim. Kendi toplum değer yargılarıyla, tarih bilinciyle, geleneğiyle ne kadar bağlantılıdırlar? Tabi genel dünya gençliğinin içinde olduğu bir durum olurken ancak bizi daha somut ilgilendiren Kürdistan gençliğidir.
Kuşkusuz şu an Kürdistan gençliği dünyada en diri, aktif ve kapitalist moderniteye karşı savaşan konumdadır. Ancak bu savaşan, aktif konumuna rağmen tehlikeli olan, savaştığı kapitalist modernite şerbetinden ciddi anlamda etkilendiğidir. Kapitalizm, toprağa gömülmeyen patates tohumunun güneşin parlaklığına aldandığı gibi kendini gençliğe parlak, şatafatlı yansıtarak gençliği toplumsallıktan koparıyor, yaratımdan, çoğalmaktan koparıyor ve nihayetinde bireycileştiriyor. Bireycileşmekle, toplum dışılık, özünden kopma, ahlaki değerlerinden boşalma ve bir yabancılaşma gelişir. Yine dışarıda kalmak, soğuğa terk edilmek kapitalizmin liberal ideolojisinin “boş ver”, “bırakın yapsınlar” mantığından hareketle toplumuna, kendine inançsızlık, güvensizlik ve hiçliğe varmadır.
Somutta nasıl çıkıyor. Kürdistan diyor, Kürdistan tarihini incelemiyor, bilmiyor. Kürtlük diyor Kürtçe konuşmaktan kaçıyor, Türkçe konuşmayı bir ilericilik belliyor. Kürtlük ve Kürdistani değerler diyor ne tarihi mirasa bakıyor, ne toplumsal değerleri inceliyor nede toplumsal gelenek hakkın da dönüp arkasına bakmıyor. Ulusal giysilerini dahi tanımıyor, Kürt mutfağını tanımıyor.
En tehlikeli olan da oryantalist kafayla, TC nin okulların da okuduklarıyla devrim yapacağını sanıyor. “Latin Amerika’da devrimler çabuk olmuş bizde niye uzadı?” yada izlenen Hollywood filmlerinde “devrimler çabuk oluyor” etkisiyle savaşa, devrime yaklaşıp katılım sağlıyor. Sağlar sağlamaz da örgüte” beni cepheye gönderin” dayatmasında bulunuyor. İyi de, savaşın ön hazırlığı olan eğitim, örgütleme, plan, istihbarat, hedef vb. hiç akıl etmiyor, sormuyor. Hatta en iyi, boyası çizilmemiş silahla, hazır hedefe genç arkadaş gidip vuracak. Bunlar olmayınca da küsmeler, daralmalar ve hatta kopup gitmeler “olmazsa küserim” gibisinden çocukça bir durum yaşanıyor. Siz bu durumu sivilde gençlik çalışmalarına da uyarlayabilirsiniz.
Şimdi ünlü bir yazarın sözündeki gibi “olmak yada olmamak” la halk olarak yüz yüzeyiz. Gençlik kapitalizmin şatafatlı, kandıran yüzüne kanıp, toprak dışında kalan patates mi olacak yoksa toprağın derinlerine sarılarak çoğalım mı sağlayacaktır.
Çoğalım, kendi tarihimizi öğrenmek, kendi dilimizi konuşmak, kendi toplumsal değerlerimize sahip çıkmak, toplumsal gelenekten nasiplenmek, başkalarının kafasıyla değil kendi kafamızla düşünerek, kendi toprak gerçekliğimizle tohumlarımızı ekerek yapmalıyız. Yoksa bir taraftan mundar dediğimiz sistemin argümanlarıyla biz kendimiz olamayız. PKK kimseden medet ummadı, kimseyi taklit etmedi, bir silahı, bir bıçağı yoktu. Sadece bir cümlelik sözle başladı “Kürdistan sömürgedir, bir ülkemiz var ve halkımız var bunun için savaşmalıyız” dendi ve başlandı. Halka dayandı, halkın değerlerine saygılı yaklaştı, emeğe değer verdi, bir lokma verene saygıyla minnetle yaklaştı, ülkesini karış karış taradı, tanıdı, tanıdıkça bağlandı, değer yarattı yaratılan değer üzerine yenilerini kattı.
Sonuç olarak Kürdistan gençliğinin içinden geçtiği aşama hem devrimin günlük sıcaklığını yaşarken ve ağır bedeller öderken bu ödenen bedellerin geleceğin mihenk taşlarını döşemekle yükümlüdür. Bu yükümlülük gençliği daha duyarlı, realist- gerçekçi olay olguları gündelik duygulardan arındırarak tarihsellikle ele alarak güne yüklenmeyi şart kılıyor. Bunlar düşman gerçekliğini iyi tanımayı, Kürdistan’da ki savaşın yerel olduğu kadar uluslar arası bir savaş olduğunu bilerek ve kendi halk- ülke gerçekliğini iyi tanıyarak hayatın tüm alanlarında, her konuda savaşım vermeyi gerektirdiğidir. Bu, dilini konuşmadan, ülkesini terk etmeden, tarihini bilme, kültürel değerlerini koruma, politik sahada çalışmak, mücadeleyi bütünlüklü ele almak ve bütün bunlara ciddiyetle ideolojik olarak ele alıp mücadele etmekle tarihe yüzü ak çıkabiliriz; yoksa gündelik yaşayarak yaşamak sanmak kendini kandırmanın ötesine gitmeyeceği nettir. Bunun içinde kimseden bir emir beklemeden kendi geleceğini hedefleyen sisteme karşı inisiyatifli, yaratıcı ve sorumluluk almalıdır.
MEDET SERHAT
- Ayrıntılar
İnsan onuru bir insan için en önemli karakter hatlarından biridir. Onur insanın insan olmasının ölçütü ve kıstasıdır. Bireyin kimliğidir. Bireyin ben olup olmamasıdır. Bireyin kendisine karşı saygısıdır. Öz saygısıdır. Haysiyetidir. Arapça buna izzetinefis diyorlar. Ve de başkalarının insana gösterdiği saygının dayandığı kişisel değerdir. Özcesi onur insan olmanın en temel erdemlerinden bir tanesidir.
Onurlu olmak bu bağlamda kendisi olmak demektir. Özüyle çelişmeden, inandıklarına bağlı kalarak buna göre yaşayan demektir. Söylemek istediklerini söyleyen, kabul etmediklerine karşı da duran demektir. Vicdanını dinleyerek ona ters düşmeyen demektir. Kendi içindeki sese kulak veren, bu sese bağlı kalarak içiyle dışını bir kılmaya özen gösteren birey demektir.
Özcesi onurlu olmak demek her şeyden önce insan olmak, kişi olmak, birey olmak ve de kimlik sahibi olmak demektir.
İnsan ne zaman onursuz olur, ya da insan ne zaman onursuz yapılır?
Bireyin inandığı ve karar kıldığı karakterini değiştirmeye yeltenen, dayatmalarla bu karakteri öteleyen durumlar onursuzlaştırmaya çalışmanın yoludur. Diğer yandan birey kendinden istemeyerek ya da kimi zaman da isteyerek başkalarının dayatmaları sonucu kendi kimliğinden vazgeçiyorsa orada bir onursuzlaşma başlamıştır demektir.
Onursuzluğu dayatmanın üç temel yöntemi vardır. Bunlardan birincisi; bireyin ya da toplumun yaşamını tehdit etmek. İkincisi; bireyin ya da toplumun beslenmesine yani ekonomik durumuna tehdit etmek. Üçüncüsü ise; kadın ise erkek, erkek ise kadınla bir şekilde üremesine ya da ürememesi üzerine yapılan tehdit. Özcesi insanın bilinen üç temel güdüsü üzerinde yapılacak oynama, tehditlerle insan ya da toplumlar kendilerinden vazgeçirebilirler.
Bir bireyi kendisine karşı onursuz kılmak için örneğin onun yaşamını tehdit edebilirsiniz. Ya da onun yaşama imkanlarını elinde alacağınızı hissettirerek istediğiniz yere gelmeyecekse onun tüm beslenme yollarını keserek kendinize yani size muhtaç olduğunu hissettirebilirsiniz. Ya da bireyi ailesiyle, çevresiyle, sevdikleriyle bunların tümünü elinde alabileceğinizi hissettirerek bunu yapabilirsiniz.
İşte onurlu olmak ya da olmamak, onursuzluğu ret etmek ya da ret etmemek gerçekliği onursuzluk için dayatılan tehditlere karşı gösterilecek karşı duruşla ortaya çıkar. Birileri sizi teslim almak için doğuşta haklarınız olanları bilinçli bir şekilde kısıtlayarak hatta ortada kaldıracağını söylediği ya da hissettirdiği anda bunlara sahip çıkma temelinde savunmak için sonuna kadar karşı durma cesaretini gösterip göstermeyle bağlantılı olan bir karar anıdır onurlu ya da onursuz olmak.
Saygın bir Türk kadın yazar: “İnsanlar bir yerden sonra bu kadar korkak olmalarından utanırlar normalde. Şimdi kimse utanmıyor. Bu ürkütücü” dediği nokta onursuzluğun tam da yaşandığı ya da bireye galebe çaldığı andır. Aynı yazar: “Şimdi öderseniz, içeri girersiniz, işsiz kalırsınız. Ya ödemeyenler? Hayatlarının geri kalanını nasıl geçirecekler? Bu dönemde sessiz kalmanın bedelini gelecekte ödeyecekler. Ne şekilde olacağını da o zaman görecekler. Utanç hapishanesinde yaşayacaklar” dediği noktada onursuzluğun bireyde yarattığı ya da yaratacağı ruhsal travmalara işarettir.
Peki, böyle olmamak için ne yapılabilir. Aynı yazarın cümlelerin sözleriyle cevaplayalım: “Bence cesaret, korkudan bıkmakla ilgili bir şey. Her gün operasyon haberi alıyorsun, sırtındaki yük artıyor, her gün daha da küçülüyor dünya... Bir gün “ahh yeter ulan!” dediğin yer işte cesaret. Yoksa hiç korkmamak değil, bu hayatı böyle yaşamaya katlanamamanın adı cesaret” dediği yer işte onuruna sahip çıkarak onurlu yaşama yeniden dönmenin adı oluyor.
Maalesef bugün Türkiye’de çok kalabalık sayıda yazarçizer tayfası başta olmak üzere, büyük bir kitle yığını bu durumu açıkça yaşıyor. Söylemesi gerekli olanları söylemiyor. Karşı durması gerekli olanlara karşı durmuyor. Sesini yükseltmesi gerektiği yerde yükseltmiyor.
Nasıl ki 12 Eylül faşist cuntasına karşı durulmayarak onursuzluk kabul edilmişse, nasıl ki 1990’larda onlarca faili meçhule ses çıkarılmamışsa ve nasıl ki 1997 yıllarında askeri faşist yaklaşımlara ses çıkarmayarak büyük bir onursuzluk yaşanmışsa, şimdi de benzer belki de daha ileri düzeyde bunca faşizan, onur kırıcı, alçaltıcı yaklaşıma karşı durmamak feci bir şekilde onursuzlaştırdığını herkes bilmek zorundadır.
Onursuzlaşmamak için içimizdeki sese kulak verelim, alçaltıcı her türlü yaklaşıma karşı duralım, sesimizi haksızlıklara adaletsizliklere karşı yükseltelim. Diz boyu onursuzlaştırıcı muamele yaşanırken “Yeter Artık” diyerek buna karşı bir kıvılcım olarak onurlu olmanın ateşini harlayalım.
ŞIHO DİRLİK
- Ayrıntılar
Son zamanlarda geçmişin anti Newrozcuları bugünlerde birden bire Newroz’un akıl verenleri ve hocaları oldular.
Ortak noktaları Newroz’un bir Kürt bayramı olup olması üzerine kurulu olan saldırganlıktır. Güya Newroz farsça “nivroz, nevruz”muş bununda manası yeni gün imiş. Ve güya bu Newroz her yerde farklı kullanılırmış, baharı karşılamaymış, kimi yerde yumurta tokuşturmaymış. Özcesi böyle muş, maş, mış, mişli yazılar bugünlerde ne kadar da yazıldı ve halen de yazılıyor.
Hepsinin ortak noktası faşist bir hükümetin saldırgan, anti toplumcu, anti kültürcü, ant insani, sosyopat davranışlarının üstünü örtmektir. İlginç olan ise bu tip yazılar yazan tiplerin -ki bunların içlerinde kadınlarda vardır- geçmişte bir gün bile Newroz kutlamamış olmalarıdır. Bunların tümü geçmişte Newroz etkinliklerine katılmamış olanlardır. Hatta 1990’larda Newroz’u Kürt özgürlük hareketi kutladığında devletin yanında Newroz’a saldıranlardır. Şimdilerde ise Newroz’un gelişim seyrini güya bize anlatarak yeniden faşist devleti aklamaya çalışıyorlar.
Bu kişiler çok akıllı ve Newrozları bedenlerini ateşe vererek, onlarca can vererek bugünlere getirenler ise hafıza balıklı oldukları için bunları hatırlamayacaklardır. Tabi ki Kürt halkı ve özgürlük savaşçıları Newrozları kutladıklarında onlarca insanını katleden aynı devletin ilk kez 1991 yılanda bir genelge yayınlayarak “Nevruz, Türk Ergenekon Festivali” olarak kutlanma talimatı verdiğini hatırlamayacaklardır. Yine mücadele giderek geliştiğinde ve Newrozlar tümden direnişin ve birliğin ve yeniden direnişin bayramı haline geldikçe bu kez 1995 yılından sonra Diyanet İşleri Başkanlığı camilerde Nevruz Hutbesi okutmaya başladığını da hatırlamayacaklardır. Semra Özal’ın doksanların ortasında Diyarbakır’da 612 çifti toplu olarak evlendirerek tarihte M. Ö. 612 yılında Asurlara karşı geliştirilen direnişi gölgelemek ve hafıza karıştırma amaçlı işini de hatırlayamayacaklardır. Ne de olsa bunlar Kürt’türler. Ne de olsa bunları eskiden beri böyle idare ettik ve bugünlere getirdik. Bundan böyle de böyle olacağı için balık hafızalı olan bu halk ve insanlar hepsini yutacaklardır.
Türklerin, Türk devletinin Newrozlara ne kadar sahip çıktığı o şişko göbekli bakanların, askerlerin o çirkin içten olmayan zoraki gülüşlerinin yanı sıra o insana itici gelen gövdeleriyle yakılan çocuk ateşleri üzerindeki atlayışlarında bellidir. Ve bu devletin Newroz günlerinde ne kadar insan katlettiği ortadayken şimdilerde hem bu faşist devlet hem de barutu tükenmekte olan sözde böyle yazarçizerler Newroz’un bir Kürt bayramı olmadığını söylemeye özen gösteriyorlar.
Beyler, Newroz ister Kürtlerin ulusal bayramı olsun, ister olmasın bugün Kürtler kuzey Kürdistan’da bu bayramı yeniden gün yüzüne adeta kanlarıyla yazarak gün yüzüne çıkardılar.
Beyler çok uzaklara gitmeye gerek yok. Henüz yirmi yıl önce Şırnak’ta onlarca insanımız Newrozlarını kutladıkları için katledilmediler mi?
Beyler ya da hanımlar, Newroz gününde bedenlerini ateşe veren ne kadar özgürlükçü kadın ve erkeğin olduğunu biliyor musunuz?
“En iyi Newroz ateşi insan bedeniyle yanar” sözlerini sarf eden o dünya güzeli Zekiye Alkanları duymuş musunuz? Ya Ronahileri, ya Berivanları, ya Rahşanları ya…
Beyler bir halkın kendi diriliş günü, birlik günü, kardeşlik günü, eşitlik günü, direniş ve özgürlük günü olarak kabul ettiği bir güne bu kadar pervasızca saldırmak olsa olsa ruhlarınızda ki o gizli faşist duygulardan öteye bir şey olamaz.
Şimdide Newroz gününe dönük bir iki şey belirtelim: biz özgürlük savaşçıları olarak hiçbir gün ama hiçbir gün bile Newroz’u sadece ve sadece Kürtlerin bir bayramı olarak kutlamadık. Biz Newroz’u her zaman her yerde Ortadoğu’da yaşayan halkların özgürlük ve direniş bayramı, kardeşlik ve birlik bayramı olarak kutladık. Bundan böyle de bu kutlama tarzımız devam edecektir. Biz özgürlük savaşçılar olarak; Newroz’u sizin ve sizin o faşist devletin yaptığı gibi halkların ne kadar değeri varsa çalan, çırpan, kırpan, kendine mal eden, kültürel yayılma alanı olarak halkların değerlerine el atarak özünden boşaltan halk düşmanı tavırlar sergilemedik. Halkların değerlerine el uzatmadık.
Bunun için Newroz’u kutlarken öncelikli olarak Ortadoğu haklarının bu direniş, diriliş, kardeşlik, birlik ve özgürlük bayramını en içten dileklerimizle kutladık. Bundan böyle de böyle kutlamaya devam edeceğiz. Ancak dün Newroz düşmanlığı yapan bugünün Newroz hocalarına da geçit vermeyeceğiz.
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar
“Bir tek an olsa, özgür yaşayabilmek adına tüm özgürlüğün nasıl yaşanacağına bedel edişimiz, yaşamın anlamını kendimizden taşırma gayemizdir.
Bu gayemin içinden tam ortasından…
Yaşamın nasılına yoğunlaştıkça sonsuz olmayan ama sonsuzluğun ötesinde olan bir şeylerin varlığını sezdim. Tükenip giden zamanların elinden bir şeyleri koparıp almak gerekiyordu. İnsanın ölüm karşısında çaresiz olmadığını, birilerine ya da bir şeylere göstermek istercesine çok istiyordum hem de. En başta da kendime tabii ki…
Çok olmasa da ömrümce aradım bunun yolunu.
Anı yazmanın ölümün elinden bir şeyler kurtarmak olduğunu fark ettim bir zaman sonra. Hele bu anılar, bedenlerini yaralı bir coğrafyanın kalbinde dağ rüzgârlarına veren ve zamanın ruhunu yakalamış ve ruh sımsıkı tutunmuş olan gerillanın anılarıysa, bu daha çok böyleydi. Bıyıkları terlememişken, yaşıtlarından çok uzakta ve kan-ter içinde, bu coğrafyanın kaderini kendine ortak eden delikanlıların, henüz genç kız olmadan kadın olmanın yürek depremlerini ve hüzün denizlerini, dağ başlarına erken zamanlarında tanıyan ve soluğunu rüzgârlara katan genç kızların anıları…
Yaşanan anıları yazarak ölümün pençesinden bir şeyleri kopartıp alabilirdim.
Bunu sezdikten sonra zaman parçalarına diktim gözümü. Yaşanıp gitmiş denilen ama yüreklerinden gitmemiş olan zaman parçalarına akıttım yüreğimi. Sözler söylenmiş ama çekip gitmişlerdi. Hiçbir zaman da gitmeyeceklerdi. Eğer yıllar öncesinde söylenen bir söz, şimdiki zamanda benimle yaşıyorsa, giriyorsa benim zamanıma ve dağ başlarında benimle birlikte soluk alıp veriyorsa, yüreğimde kızıl izler bırakıp gözpınarlarımda akıyorsa, hiçbir yere gittikleri yoktu. Eylem de zaten hiçbir zaman yok olmayacak olandı. Elimizden çekip çıkaracağı ve geri alabileceği hiçbir eylem yoktu bilimin henüz. Ama insan olduğumuz için ve zaman içinde unutmakla malul olduğumuz için yazarak kendi tedbirlerimizi almaktayız.
Bu sebepten bize ait olan yaşamları yazmak istedim.
Zamanın kimi parçaları, kadın gerillaların saçlarına takılıp kalmıştı. Onları toplayıp birer birer, anlatmak istedim dilim döndüğünce. Kimi parçaları da, kadın gerillaların saçlarına tutunmuş, asılıp kalmıştı patikalar boyunca dizilen ağaç dallarına. Birer birer dokunmak istedim onlara.
Yüreklerimizi kendi topraklarını bilen ve yüreklerimize gömülen zaman parçaları da vardı. Onları çıkarıp toprağın altından, gün ışığına sunmak istedim.
Makineleşmeye karşı duyguları anlatmak istedim. Ve bunları toplayan eskicileri… Yazdığım her satıra o eskicilerin ruhundan bir katre katmak istedim.
Ve başladım…
Ne anı, ne öykü, ne de deneme diyebildim ortaya çıkanlara. Hiçbiri ve hepsi de olabilirdi. Aslında, tanım yapmakta zorlanmak, belirginleşmeyen ve tam uymayan tanımların fazlalaşması getirdiğinden tanımlama çabasına girmemek daha doğru.
Anıların deposu olan belleğimizden taşacak kadar çok yüklü zamanların izdüşümü…
Kurgulara meydan okuyacak kadar olağandışı yaşamları izdüşümleri…
Ve bizim kadar gerçek…
Bizimle soluyan, zamana saplanıp kalmadan bizimle yürüyen, terleyen, bizimle yorulan, acıkan ve susayan ve dile geldikçe kana kana hayat pınarından içen bir tarihin parçaları…
Bizim parçalarımız…
Yaşayanlar, anlatılanlar yürekte ince kızıl izler bırakanlar, duyulduğu andan kulağa asılıp kalanlar ve sonrası binlerce an içinde yankılanıp duranlar yanında, bunlardan binlerce kat fazla olan bilinmeyen, duyulmayanlar…
Hepsinin varlığıdır bu satırları yaratan.
Bir ırmak olup aktı yüreğimden, yüreğimi yıkayarak
Zamana bir iz düşürdü…
Ömrümüzün bir kısacık anına sıkışan ama hiç yaşayamadığımız, biz olan ama bizi tanımlamayan, çok yakınlaştığımız ama yakalayamadığımız, soluğunu duyumsadığımız ama uzağımıza düşen, elimizde olan ama dokunmadığımız hakikatlerin içinden bir harmanlanış olma istemi…
Hiçbir söz dağarcığının, hiçbir kelime hazinesinin gerillanın yürek sarnıcında biriktirdikleri hazinelerden dada değerli olan yaşam parçalarını anlatmaya yetmeyeceğini bile bile yazmak istedim.
Tamamlanmak istenen bir yarım oluşturmak istedim.
Yüreğimizi her zaman ateş hattında tutan ve biz olan gerilimi, bir parçacık yansıtma gayesi…
Kendimi kavramsallaştırmanın bir yolunun da sözcüklerin toprağından geçtiğini sezdim kaç zamandır ve yazmaya başladım.
Büyük aşkları başlatan yolculukları ve yolcukları yazmak istedim.
Yürüdüğüm yolu biraz da sözcüklerle hissetmek ya da…
Beleğimde, hayal ile hakikat arasında yer edinen anılara, arkadaşlarımın ve benim olan anılara dokunmak istedim yüreğimle.
Ölümün elinden kurtaracağımız çok şey olduğunu bilerek bir parçasını tutmak istedim.”
DİLZAR DİLOK
- Ayrıntılar
Ağzında kan akıtma dışında söz düşmeyen bir rejimle karşı karşıyayız. Bunu yapmak içinde öyle ki provoke etmekten çekinmeyen, özel provokasyonlar hazırlayarak kitleleri galeyana getirerek kan akıtmanın özel yollarını arayan böylesine bir rejimle yapılması gereken herhalde köprüleri uçurmak olacaktır.
Özgürlük hareketi olarak çok fazla siyasi çözüme endeksli çalışmalar içerisinde olundu. Var olan sorunları tartışarak çözmek için inanılmaz ölçüde çaba sarf edildi. Öyle ki duygu dünyasında Kürt halkını zorlayacak birçok karar bile alındı. Yeter ki var olan bu sorun en az kan dökmekle çözülsün istendi.
Öyle birilerinin söylediği gibi Kürt halkı bu devletle birlikte yaşama taraftarı asla değildi. Her kürdün yüreğinde her zaman geçmişin o vahşice katledilmişlikler unutulmamıştı. Feodal toplumun üyeleri olan biz Kürtler bu kadar faşizanca yönelim ve katliamlara vereceğimiz cevap intikamdı. Nuri Dersimi’nin söylediği gibi:
“İntikam!...
Kürt namusuna sürülen lekeyi temizlemek için.
intikam!..
süngülenen yüz binlerce Kürt yavrularının feryadını dindirmek için.
intikam!...
Girdaplara atılan, ateşlerde yakılan gelin ve kızlarımızın Kürdistan afakında uğuldayan eninlerini teskin için.
intikam!...
Darağaçlarının altında ölümü kahramanca selamlayan, "yaşasın hür ve müstakil Kürdistan!" diye haykırarak şahadet tacını giyen binlerce vatan kurbanlarının gayelerini tahakkuk ettirmek için.
intikam!..
Kürdistan denilen harabezar anayurdun istihlasi için” ve böyle devam eder bu gençliğe olan çağrı.
Evet, biz Kürtler dünyanın tümü de gelseydi bizi intikam almaktan asla ama asla alıkoyamazdı. Bu kadar kan akmışken durup hele gelin birlikte yaşayalım diyemezdi.
Ancak özgürlük hareketi olarak toplumsal sorunların sadece feodal yol yöntemlerle çözülemeyeceğini, çözülmemesi gerektiğini edindiğimiz onca tecrübeden yola çıkardık. Kürdistan’da modern bir hareket olarak doğan özgürlük hareketi bu konularda da yenilikler getirdi. Başka halkların değerlerine dil uzatmadan, onların tüm dini inançlara saygı göstererek, ortakça bu topraklarda yaşamak için ilk günden başlayarak her zaman bir birlikte yaşama projesi ele alındı. Bundandır ki özgürlük hareketinin ilk kurucuları arasında çok sayıda değerli Türk yoldaşta bulunmuştu.
Ancak yinede Kürtlerin Türklerle aynı devlet çatısı altında ortakça yaşanabileceğinin yolunu Önder Apo gösterdi. Yıllarca bunun için Kürt halkı içerisinde ikna çalışmaları yürütüldü. Ve bu ikna çalışmalarını söyleyen ve yürütene bizzat Önder Apo olduğu için Kürt halkı kabul etti. Onca dış saldırıya, onca bugün Akepe’nin yanında özgürlük hareketine saldıranların karşıt dayatma, çalışma ve hakaretlerine rağmen bu yapıldı. Unutulmamalıdır ki özgürlük hareketi gerilla güçlerini güney Kürdistan’a çektiğinde en ileri düzeyde saldıranlar yine bugün Akepe’nin yanında yer alan bu işbirlikçiler olmuştur.
Uzatmadan; ortakça, birlikte bir yaşamanın mümkün olabileceğine inanarak Kürt halkı içerisinde yoğun bir ikna çalışması yürütülmüştür. Ancak tüm bu çabalara, emeklere, uğraşlara rağmen bugün Akepeleşen devlet Kürt halkına ve onun tüm değerlerine her cepheden bir saldırı içerisine girmiştir.
Akepe’ye yakın duran bir yazarın deyimiyle:
“Siyaset "tartışabilmek" demektir; sorunları konuşarak çözmek, kararları müzakere ederek almak demektir. Siyaset "iletişim" demektir... Siyaset bir toplumdaki farklı beklenti, öneri ve taleplerin belirli kurallar ve yasalar çerçevesinde karşı karşıya gelmeleri "birbirlerini etkileyerek, birbirlerinden beslenerek, birbirlerini çürüterek", kararlara zemin oluşturması demektir. Siyaset, farklı kesim ve talepler arasındaki fikir alışverişinin ve ortak payda arayışının tek vasıtası olan "düşünce özgürlüğü" demektir. Tartışmanın, konuşmanın, düşünce özgürlüğünün bittiği yerde siyaset de biter, anlamını yitirir.”
Evet, “tartışmanın, konuşmanın, düşünce özgürlüğünün bittiği yerde siyaset de biter, anlamını yitirir.” Siyasetinin anlamını yitirdiği anlarda ise devreye girecek olan ise tek kelimeyle direniştir. Daha ilerisi savaştır. Daha ilerisi.
Siz bunun adına isterse topyekun direniş deyin isterse topyekün savaş deyin. Biz ise buna Devrimci Halk Savaşı diyoruz.
Artık söz bitmiştir, sıra her yerde her cephede direnişe geçme zamanıdır. Safları sıklaştırmanın zamanıdır. Birlikte ortakça her türlü düşman saldırısına karşı ortak hareket etme zamanıdır.
HAYRİ ENGİN
- Ayrıntılar
“Kürt halkı yürüyor. Yediden yetmişe ayakta, geleceğini kendi ellerine alarak kaderini çiziyor.
Birkaç gün önce Amed Newroz’una doğru bir insan sellinin akışını görünce ilk aklıma gelen düşünceler bunlar oldu. Kürdistanlı bir gerilla olarak halkımızın bu tarihi önemdeki yürüyüşünü görünce sadece ve sadece duygularımız şahlanıyor, göğsümüz kabarıyor. Deyim yerindeyse halkımızla gurur duyuyoruz. Ve Che’nin deyimiyle “Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin…” bu halk için her zaman “ölüm hoş gelir safa” gelir.
Ve yeter ki bir halk ayağa kalkmayı yaşasın ve yeter ki bir halk yürüyüşe geçsin orada yapılması gereken varsa şapka, şapkayı çıkartmaktır. Şapka yoksa bir adım geri çekilerek boynunu eğerek esas duruşa geçmektir” demişiz 3 yıl önce.
Şimdi söyleyeceklerimiz çok fazla. Artık ölüm nereden gelirse gelsin değil, eğer ölümümüz gelecek aydın günleri yaratacaksa, eğer ölümümüz işgalcileri Kürdistan’da def olmuş olmalarını getiriyorsa ve eğer ölümümüz bir halkın geleceğini özgürlüğe çıkarıyorsa işte o zaman yeniden yeniden ölüm hoş gelir sefa gelir diyoruz.
18 Mart günü halkımız tüm zorluklara, engellemelere rağmen meydanlara çıktı. Meydanlar hiç bu güne kadar görülmediği kadar doldu, taştı. O kadar saldırıya, o kadar engele, o kadar tehdide ve o kadar provokasyon girişimlerine rağmen meydanlar doldu.
Bu denli kitlesel bir meydan okumada çıkaracağımız sonuçlar elbette olacaktır.
Öncelikli olarak:
1-Binlerce tutuklama, işkence, yönelim, kimyasal gaz kullanmaların sözde yaratacağı ürküntü, korkma, kılıfına çekilme, geri çekmeler boşa çıkmıştır.
2-Devlet ve devleti temsil eden Akepe artık Kürdistan’dan silinmiştir.
3-Devlet otoritesi ayakların altına alınmıştır.
4-Kahire’de “Tahrir bir model” deyip Kürdistan ve Türkiye’de halklara kan kusturanların ne kadar yalancı, sahtekar olduklarını tüm dünyaya gösterilmiştir.
5-“Marjinal, birkaç çapulcu, siyaset yapmasını bilmiyorlar” safsataları berhava olmuştur.
6-Onca işbirlikçi, hain, para karşılığı özgürlük mücadelesine saldıran tiplerin artık Kürdistan’a gelemeyecekleri herkese alenen ilan edilmiştir.
7-Bir halk ayağa kalkarsa nelere muktedir olduğunu göstermiştir.
8-Bu ülke insanları onurlu yaşamak istiyorlar. Tüm onursuzluk kokan dayatmalara karşı bundan böyle daha sert duracaklarının iradesini beyan etmişlerdir.
9-“yeter artık” yani “Ed i Bese” hamlesi artık daha güçlü her yerde, her zamanda, yaygın bir şekilde bu faşist devlet ve onun koçbaşı olan Akepe’si geri adım atmadıkça güçlenerek devam edecektir.
10-Amed, İstanbul, Batman, Gever, Van, Cizre ve ne kadar Newroz alanı varsa hepsi biz gerillaları daha aktif mücadeleye davet etmişlerdir.
11-biz halkımızın ve halklarımızın bu çağrısına, davetiyesine iştirak ederek evet diyoruz.
12-18 Mart 2012 günüyle birlikte artık gerilla olmak daha fazla onure edici, daha fazla gurur verici ve daha fazla kesintisiz yürütülmesi gerektiğinin zorunluluğunu ortaya çıkarmıştır.
13-Ve Che Guevera’nın söylediği: “Sloganlarımız, kulaktan kulağa yayılacaksa, silahlarımızı kavramak için başka eller uzanacaksa, başka insanlar mitralyöz sesleri ve yeni savaş naraları arasında cenazelerimize ağıt yakacaksa, ölüm hoş geldi, sefa geldi” sözleri Amed ve İstanbul Newroz mesajları olarak alınacak ve halklarımıza verdiğimiz sözlerinin gerekleri yerine getirmek için daha fazla bu sloganlar doğrultusunda kavganın tam ortasında olacağız.
Kasım Engin
- Ayrıntılar